BARIŞ, İNSANLIĞIN ZORUNLU KADERİDİR

BARIŞ, İNSANLIĞIN ZORUNLU KADERİDİR

 

Kitle ulaşım ve iletişim araçlarındaki gelişmeler ile sermayenin sınır tanımayan geçişleri, dünyayı küresel bir köy konumuna doğru götürüyor. Dünyamız büyük bir köy halini aldıkça, köyde yaşayanların kaderleri birçok açıdan ortak hale geliyor.

Örneğin, köyde çıkacak büyük bir yangın herkesi etkileyebilir. İnsanlığın sonunu getirebilecek yangını başlatacak olan en baş amil, nükleer savaştır.

Nükleer savaşın sonuçları hakkında yürütülen en iyimser kanaatlerin cesameti bile, işin vahametini gözler önüne sermektedir. Tahmin edileceği gibi, nükleer mücadelenin tesirinin en az olabilmesi için, bazı şartların birlikte oluşması gerekmektedir. Öncelikle, kullanılacak bombanın tahrip gücünün düşük olması şarttır. Sonra, fırlatılan bomba sayısı da çok az olmalıdır. Bu şartlar da yetmez. Fırlatılan bombalar, yeryüzünün mümkün olduğu kadar alt taraflarında infilâk etmelidir.

Bu şartların bir arada oluşması halinde, infilâk sonrasında oluşacak nükleer toz bulutlarının, gezegenimiz üzerindeki etkisinin bütün insanlığı ölümü sürükleyecek boyutlara ulaşmayacağı tahmini yapılmaktadır. Bu tahminlerin gerçekleşmesi durumunda, nükleer silâhların kullanıldığı yerler ve çevresindeki olaya karışmamış ülkeler zarar görecektir. Ama daha uzak bölgede olanlar, örneğin Afrika, çok daha az zarar görecektir. Bu durumda gezegenimizin yeni egemen güçleri, muhtemelen, Afrika gibi yerlerde yaşayanlar olacaktır. Yani savaşanlar ve komşuları kaybedecekler, seyirciler kazanacaklar.

Kullanılacak nükleer bombanın gücü ile sayısının fazla olması ve bombaların toprağın üstünde yani havada infilâk etmesi halinde, insanlık yok olma tehlikesiyle karşılaşacaktır. Çünkü oluşacak nükleer toz bulutu, stratosfere kadar yükselecektir. Bu durumda güneşten gelen ışınların bir bölümünü engelleyecektir. Böylece dünyaya daha az ışın gelecektir. Sonuçta sıcaklık düşecek, hem bitkiler hem hayvanlar hem de insanlar için yaşam şartları kalmayabilecektir.

Bilindiği gibi, nükleer bombalar yalnızca infilâk ettiği bölgeleri tahrip etmezler. Yukarıda bahsettiğimiz nükleer toz bulutu yani radyasyon tesiri dışında da ciddi etkileri olur. Bombanın infilâk etmesiyle birlikte çok yüksek sıcaklık oluşur. Bu yüksek ısının sebep olacağı yangınların söndürülmesi, neredeyse imkânsız bir hal alır. Çünkü çok büyük olarak başlayan bu yangınlar, havanın çok hızlı ısınmasına sebep olurlar. Hızla ısınan hava, aşırı genleşmeye neden olur. Bu genleşmeler, muhtemelen tahminlerin üstünde bir güce sahip hava akımları oluştururlar. Dolayısıyla, yangınların tesir alanlarını hızla genişletirler. Kuvvetli rüzgârlardan dolayı söndürülemeyen bu yangınlar, sadece insanları değil, bitkileri ve hayvanları da mahveder.  Yangınların oluşturduğu bu rüzgârlar, radyasyonun da hızla atmosferde yayılmasına sebep olurlar.

Diğer taraftan, nükleer bombaların infilakının; boğazları, nehirleri, yer altı ve yerüstü suyollarını tıkamayacağını kimse iddia edemez. Bu basit zarar bile, dünyanın bazı bölgelerinin kuraklaşması, bazı yerlerin ise, su baskınlarıyla perişan olmasına sebep olurlar.

Bir bölgeye atılan nükleer bombaların, o yöredeki mevcut ve henüz kullanılmamış nükleer bombaları tetiklemesi ve infilâk ettirmesinin sonuçlarını düşünmek bile istemeyiz. Çünkü bu durumda, bombayı atan ülkeye herhangi bir bomba düşmese bile, kendi attıkları bombanın sonuçlarından onlar da etkilenecekler ve yok oluşa doğru gideceklerdir.

Nükleer savaşlar ve sonuçları üzerine çok sayıda makale, kitap yazıldığı ve filmler yapıldığı için, biz burada ayrıntılara girmeyeceğiz. Ancak, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, etkili bir nükleer savaşın galibinin olmayacağı kesindir.

Uzmanların anlatımlarına göre, gezegenimizde mevcut olan nükleer silâhların toplam gücü, dünyamızı ve insanlığı 20 defa yok edecek güce ulaşmıştır.

Bizim bu makalede dikkat çekmek istediğimiz bir başka silâh gurubu; biyolojik, kimyasal ve bakteriyolojik silâhlardır. Bu silâhların kullanılmasının sonuçlarını da, kimse tahmin edememektedir. Örneğin, bu silâhların kullanılmasının hangi hastalıklara sebep olacağını kestirmek mümkün değildir. Oluşacak bazı hastalıkların, vebadan daha hızlı yayılmayacağını ve kitleler halinde ölümlere sebep olmayacağını uzmanlar dâhil, kimse iddia edememektedir.

Bazı uzmanların ifadelerine göre, örneğin, sadece siyah derili insanlara etki edecek şekilde hazırlanan bir bakteriyolojik silâhın, beyazları veya sarı ırkı öldürmeyeceğini söylemek çok güçtür. Dünyadaki gelmiş geçmiş bütün insanları DNA dizilerinin %99,9’u birbirinin aynısıdır. Geri kalan %0,1 bizleri biyolojik olarak farklı kılan kısımdır. Dolayısıyla, bakteriyolojik silâhın sonucunu kimse tam kestiremez. Uzmanlara göre, kimyadaki polimerlerin reaksiyonlarındaki zincirleme etkilenmeler tahmin edilememektedir. İşte, polimerlerdeki etkilenmeleri tahmin etmek, bakteriyolojik silâhlarınkinden daha kolaydır. Bu nedenle, kullanılan biyolojik silâhın, dönüp kullananları vurması ihtimali çok kuvvetlidir.

Görüldüğü gibi, biyolojik, kimyasal ve bakteriyolojik silâhların insanları nasıl etkileyeceğini tahmin edemiyoruz. Peki, bu silâhların hayvanları ve bitkileri nasıl etkileyeceğini tahmin edebiliyor muyuz? Bu soruya olumlu yönde cevap veren, henüz çıkmadı.

Diyelim ki, gelecek bir zamanda, yukarıda bahsedilen türdeki silâhların, insanların üzerindeki etkilerini biraz daha bilebilir hale geldik. Bu durumda iki soru akla gelmektedir. Aynı ırktan gelen veya farklı ırkları bünyesinde barındıran devletler birbirleriyle mücadele ederlerse, ne olacaktır?  İkinci soru, eğer bu silâhlar bitkileri yok edecek yönde etkilerlerse, insanlar ve hayvanlar yaşamlarını nasıl sürdüreceklerdir?

Yukarıda bahsettiğimiz konuları ve soruları bilmeyen yönetici yoktur. Fakat devletleri idare edenlerin, cevap veremedikleri çok daha önemli bir soru vardır. Kendileri bu silâhlara sahip olmazlarsa, düşmanlığın etkin olduğu bir dünyada, düşmanlarına karşı koymaları nasıl mümkün olacaktır? En azından caydırıcılığı nasıl sağlayacaklardır?

Konuya, tek tek devletler açısından bakarsak, yöneticiler korkularında haklıdırlar. Fakat gezegenimizin ve insanlığın geleceği açısından bakılınca, herkes haksız duruma düşmektedir.

Bu sebeple, insanlığın ve gezegenimizin geleceğini korumakla, hepimiz yükümlüyüz. Bütün dünyanın katılacağı “zorunlu bir barışı” tesis etmek hepimizin görevidir. Bu mecburiyete rağmen, halen içten pazarlıklı davrananlar ve barışı baltalamaya çalışanlar açısından iki ihtimal vardır. Biri, rakiplerine yaptıkları dönüp kendilerini vuracak ve düşmanlarıyla birlikte yok olacaklardır. İkincisi, ilâhi adaletin pençesinden kurtulamayacaklarını acı bir şekilde göreceklerdir.

Düşmanlık amacıyla harekete geçtikten sonraki dönemde, gelişmeler aleyhlerine döndüğün bir sırada ve son anda, hatalarını anlayarak, tıpkı Firavunun yaptığı gibi nedamet getirseler bile, hiçbir işe yaramayacaktır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | BARIŞ, İNSANLIĞIN ZORUNLU KADERİDİR için yorumlar kapalı

NUR SURESİNİN BAŞLANGIÇ AYETLERİ

NUR SURESİNİN BAŞLANGIÇ AYETLERİNDEN ANLADIKLARIM

 

Ayetlerle ilgili olarak herhangi bir fikir beyan etmeden önce, ilk beş ayetin mealini verelim. Sonra anladıklarımızı paylaşalım.

1: “(İşte bu ayetler) bizim indirdiğimiz ve (hükümlerini üzerinize) farz kıldığımız bir suredir. Belki düşünüp öğüt alırsınız diye onda açık açık ayetler indirdik.”

2: “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah dini(ni tatbik) hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun.”

3: “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, müminlere haram kılınmıştır.”

4: “Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar.”

5: “Ancak bundan sonra tövbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”

Görüldüğü gibi, surenin başlangıç ayetinde gayet net bir ifade var. Yüce Yaradan, bu suredeki hükümleri, bizlerin mutlaka uygulamamızı istiyor. Bizlerden, bu hükümler üzerinde düşünmemizi bekliyor. Sadece düşünmemizi değil, aynı zamanda bu hükümlerden öğüt almamızı umuyor. Bütün bunları yapabilmemiz için de, ayetleri kolay anlaşılacak açıklıkta aktarıyor.

Surenin 4üncü ayetindeki açıklamalara baktığımızda, bir insanı suçlamanın yöntemini net bir şekilde anlıyoruz. Bir insanı suçlayıp ispat edemezsek, biz de, suçlu olan şahsın alacağına yakın bir oranda cezalandırılmayı hak ediyoruz.

Demek ki, iftira atmak çok büyük suçtur. Bize yapılan bir suçlamadan kendimizi kurtarmak için, kabahati başkalarına yüklemeye çalışmak, cezalandırılması gereken bir davranıştır. Bilhassa, mahkeme huzurunda ifade verirken, kendini temize çıkarmak veya kendisinin suçu sabitse, başkalarını da kendisiyle birlikte batırmak için yalan söylemek daha büyük suçtur. Çünkü mahkemede ifade vermeden önce doğruyu söyleyeceğine dair yemin edilir. Bu nedenle, verilen ifadeler, hem yapılan yeminden dolayı, hem de mahkemeler Hakk’ı temsil ettiğinden, doğrudan Yüce Yaradan’ın huzurunda verilmiş gibi değerlendirilir.

Aynı surenin 6ıncı ve 7inci ayetlerinin sonunda şöyle der: “…eğer yalancılardan ise, Allah’ın lânetinin kendi üzerine olmasını ifade etmesiyle (cezadan kurtulması) yerine gelir.”

Ayetin net bir şekilde aktardığına göre, insanlar şahitlik yaparlarken, yalan söyledikleri takdirde, Allah’ın lânetinin kendi üzerlerine olmasını kabul ederlerse, şahitlikleri geçerli olur. Yoksa geçersizdir. Hattâ, yalan ifadelerle başka insanları suçlamaya çalıştıkları için, kendi cezaları artar.

Dolayısıyla mahkemelerdeki ifadelere dayanarak, başkaları suçlanamaz. Bilhassa davalıların ifadeleri, çok daha ince elenip sık dokunduktan sonra değer kazanmalıdır. Yani, verilen ifadeler, suçlanan kişi hakkında somut deliller var ise geçerli olmalıdır.

Surenin 2inci ayeti, verilecek cezanın yöntemi hakkında bize fikir vermektedir. Suçu sabit görülen insana ceza verirken, acıma duygusuna kapılmamamız tembihlenmektedir. Verilen cezanın da, toplum önünde verilmesi istenilmektedir.

İnsanlığı ilgilendiren önemli bir suçu işleyen kişinin cezasını çektiğini, toplumun görmesi ve bilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Ayetteki bu ifadelerden anlaşılan o ki, kimse görmeden veya bilmeden çekilen cezanın, kimseye bir faydası yoktur. Gerçekten de, gözden ırak bir şekilde uygulanan cezaların, ne toplumdaki diğer insanlara ne de suçu işleyene gerçek anlamda bir yararı görülmez.

Toplumsal suçlarda verilecek cezalar, benzer suçları işlemeye meyilli olan başka insanların vicdanlarına ve akıllarına hitap ederek, onları benzer suçları işlemekten vazgeçirirse bir anlam ifade eder.

Toplum önünde uygulanan cezalar, aynı zamanda insanlardaki hukuka olan güveni artırır. İnsanlık haysiyetine ve insanların hayatlarına yönelik suçların cezasız kalmadığını görmek, kamu vicdanını rahatlatır.

Diğer taraftan toplum önünde cezalandırılan kişi de, halkın tepkisi karşısında, yaptığı yanlışı net bir şekilde görür. Tövbe edip, kendisini düzeltme ihtimali artar. Nitekim aynı surenin 5inci ayetindeki beklenti bu yöndedir.

Bilindiği gibi, Yüce Yaradan, insanları cezalandırmaktan daha çok kazanmaya çalışmaktadır. İnsanları cehenneminde yakmayı değil, cennetinde yaşatmayı arzulamaktadır. Bu husustaki düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız “İslâm’ın Amacı Cezalandırmak Değil, Kazanmaktır” başlıklı makalemizde ifade etmiştik. Zaten, Yüce Yaradan’ın kelâmı olan Kur’an’ı dikkatlice okuyan her insan, suç işlemekte ısrarcı olanlarla ilgili olan Allah’ın gazabının şiddetini de, tövbe ederek salih ameller işleyenler için rahmetinin genişliğini de görür.

Surenin 3üncü ayetindeki ifadeler de nettir. Halk içerisinde söylenen bir deyişle benzer anlamdadır: “Hacı, hacıyı Mekke’de; Hoca, hocayı tekkede bulur.”

Dolayısıyla, bir şahsın kimlerle işbirliği yaptığına veya kimleri korumaya çalıştığına bakarak, o kişi hakkında kanaat sahibi olursak, yanılmayız. Çünkü insanlığın huzurunu bozan işler, müminlere haram kılınmıştır. Bu durumda, Hakk’ı tesis etmeye çalışanlara düşen, suçluları koruyanlar hakkındaki kanaati kesinleştirmek için delil toplamak olacaktır.

Allah’ım, insanların, yanlışlarından dönerek güzel işler yapabilmeleri için, onlara irade gücü ver, zihin açıklığı ver.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | NUR SURESİNİN BAŞLANGIÇ AYETLERİ için yorumlar kapalı

MÜSLÜMANLARIN TASNİFİ

MÜSLÜMANLARIN TASNİFİ

 

(Not: Makale Şubat 2014’te yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Allah’ın dini bir tanedir. O da İslâm’dır. Yani Allah’a teslim olmaktır. Ancak, insanların davranışları itibarıyla üç çeşit Müslüman insan vardır.

Birincisi, kalpten inanan ve elinden geldiğince inancının gereklerini yerine getirmeye çalışanlar. Bunlardan, Kuran’ı Kerim’de Mümin olarak bahsedilir. Allah’ın Cennetle müjdelediği insanların arasına böylelerinin girmesi ihtimali kuvvetlidir.

İkincisi, Müslüman geçinen insanlar. Bunlar, Müslüman ailede dünyaya gelmenin üzerine hiçbir şey ekleyemeyen, aksine eksiltenlerdir. Allah, bunları Kur’an’da tarif ederken; “onlar inandık dediler, onları inandı mı zannettin? Onlar (güce) teslim oldular” der. Bunların hatalı davranışları, başka insanların İslâmiyet’e olumsuz gözle bakmasına vesile olur.

Üçüncüsü ise, Müslümanlıktan geçinenlerdir. Allah bunlardan Kur’an’da münafık olarak bahseder. Böyleleri, Müslümanların yanında ve halkın huzurunda olduklarında, “Elhamdülillah Müslümanız” diyerek ellerini kalplerinin üzerine koyarlar. Ama kendi aralarında şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında veya Müslüman olmayan hatta Müslümanlığa düşman olan menfaat ortaklarıyla beraber olduklarında, Kur’an’daki tarifle “biz onlarla eğleniyoruz” diyerek insanları kandıranlardır. Çünkü böyle yaparak Müslümanları ve hatta Müminleri kandırmazlarsa, sahip oldukları büyük maddi güce ulaşamayacaklardır.

Üçüncü gurup olan münafıklar, başka insanların İslâmiyet’ten soğumalarına sebep olurlar. Hatta çoğu Müslüman, böylelerini göstererek “onlar Müslümansa ben değilim” der, sonra da günaha girme korkusuyla “tövbe estağfurullah” diyerek söylediği söz için Allah’tan af diler.

Küreselleşen günümüz dünyasında insanlar, her köşedeki olaylardan haberdar olmaktadır. Maalesef, Müslüman dünyasıyla ilgili olaylarda öne çıkanlar ikinci ve üçüncü guruptakilerdir. Çünkü Müminler dolu başak olduklarından başları öndedir ve dünyada tevazu ile yürürler. Ama Müslüman geçinenler ve Müslümanlıktan geçinenler, cazgırdırlar. Yürüyüşleri kibirlidir.

Allah, bunlara Kur’an’da şöyle seslenmektedir. “Yeryüzünde kibirle yürüme. Sen ne yeri yırtabilirsin ne de boyca dağlara erişebilirsin.” Ama böyleleri Kur’an’ı içselleştiremedikleri için sadece bunu değil, diğer ayetleri de duvarın dinlediği gibi dinlerler.

Dolayısıyla hayatlarını mutfakla tuvalet arasında geçirmek istemeyenler, insan gibi ve insan olarak yaşamak isteyenler, Kur’an’ı esas almalıdırlar. Bir defa değil, irdeleyerek sorgulayarak defalarca okumalıdırlar. İyi anlayamadıkları yerleri, çevrelerinde yaşantısı Kur’an’a uygun insan varsa onlara danışmalıdırlar.

Bu şekilde araştırmayıp, Müslüman geçinen ve Müslümanlıktan geçinen insanlara suçu yükleyerek karar vermek yanlıştır. Allah “İnsanlar Huzuruma geldiklerinde “Allah’ım bize de peygamberler gönderseydin, biz de doğru yolu tutsaydık, suçlu gelmeseydik, demeyesiniz diye her kavme peygamber gönderdim” buyurmaktadır. Son Peygamber, Hz. Muhammed’dir. Başka bir peygamber ve din gelmeyecektir. Çünkü Allah, Kur’an’da “Bugün dininizi tamamladım, İslâm’a razı oldum.” demektedir.

Dolayısıyla günümüzde küreselleşen dünya üzerinde, hiç kimsenin haberim yoktu, bilmiyordum, baskı altındaydım gibi sözlerle savunma yapmaları mümkün değildir. Şartları müsait olmayanlar, Müslüman olduklarını açıklamak zorunda değillerdir. Ama Müslüman gibi yaşamak durumundadırlar. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerinden mecburiyetten dolayı yapamadıkları için Allah’a sığınsınlar.

Furkan Suresi 70. Ayet: “Ancak tövbe edip iman eden ve salih amel işleyenler (güzel işler yapanlar) başka; çünkü bunların (geçmiş) kötülüklerini Allah, iyiliklere çevirir. Ve Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”

Müslümanların azınlıkta oldukları ülkelerdeki mümin insanların Müslümanlara oranı, çoğunluğu Müslüman olan ülkelere göre daha fazladır. Çünkü azınlıkta olanların birçoğu kendi istekleriyle İslâm’a girmiştir.

Tercih insanın kendisinindir. Çünkü her kişi, öncelikle kendisinden sorumludur. 

Dini, KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | MÜSLÜMANLARIN TASNİFİ için yorumlar kapalı

DİN VE BİLİM BİRBİRİNİN RAKİBİ MİDİR?

DİN VE BİLİM BİRBİRİNİN RAKİBİ MİDİR?

 

Daha önceki “Bilim ve Din karşılaştırması” ve “Hıristiyanlık ve Bilim” başlıklı yazılarımızla, bu husustaki bazı fikirlerimizi ifade etmiştik. Bilim ve dinin karşılaştırmasını yaptığımız makalenin sonunda aynen şöyle demiştik:

“Sonuç olarak, bilim ve din insanlığa hizmet ettikçe anlamlanır. Bu sebeple birbirleriyle çelişmezler. Eğer bilim ve din söylemleri arasında çelişki varsa, mutlaka bir yerlerde bağnazlık veya yanlış algılama vardır.”

Bu yazımızda, bilim ile din arasında neden aralarında rekabet olmadığını, başka bir bakış açısıyla irdelemeye çalışacağız.

Yine bu sitedeki bazı makalelerimizde, Kur’an ayetlerinden örnekler vererek, insanların ve evrenin yaratılışı hakkında bir kanaate varmıştık. İnsanların, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki vekil yöneticisi olduğuna olan inancın yaygınlığını vurgulamıştık. Bu genel kanaati, İsmail Hakkı Bursevi’nin şu ifadeleriyle vermiştik: “Allah, insanı, Kendi zatının sıfatlarının suretinde hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.”

Yüce Yaradan’ın, konumuzla ilgili olarak Kur’an’da bahsettiği özelliklerinden birisini, Kehf Suresi 109uncu ayetinden anlıyoruz: Deki: “Eğer Rabbimin sözlerini (bilgisini, ilmini) yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile.”

Kâinat kitabını okumaya çalışan, diğer bir deyişle, sahip olduğu araştırma imkânları nispetinde, çevresini veya uzayı araştıran her insan, Allah’ın kurduğu sistemin mükemmelliği karşısında nutku tutulurcasına hayrete düşüyor.

Düşünen her insan, kâinattaki bu muhteşem düzenin bir ilk sebebinin olması gerektiği sonucuna varmaktadır. Semavi dinlere göre bu ilk sebep, ilmini yazmaya denizlerin bile yetmeyeceği bir Yüce Yaratıcıdır. Bazılarına göre bu ilk sebep, tesadüflerdir, doğanın kendisidir.

Bir örnekle açıklamaya çalışalım. Dünyamızın içerisinde bulunduğu güneş sisteminin ilk oluşumunu düşünelim. Semavi anlayıştakiler, bunu Allah’ın oluşturduğunu, dolayısıyla milyarlarca yıldır hiç şaşmadan aynen sürdüğünü düşünür. Diğer bazıları, kendiliğinden ve doğadaki bazı olayların bir araya gelmesiyle tesadüfen olduğunu düşünür. Günümüz bilim insanlarınca yapılan keşiflerin sonucunda vardıkları genel kanaat, bu tesadüfler anlayışını kökünden çürütmektedir. Nitekim bilim insanlarının ifadelerine göre, mevcut her şey aynen kalsa, sadece ışık hızında ufak bir farklılık olsaydı, gezegenimizde insanların yaşayabilmesi için gerekli hiçbir ortam oluşmazdı.

Diyelim ki, güneş, içinde yaşadığımız dünyamız ve diğer gezegenler de bir şekilde kendiliğinden oluştu. Peki, dünyamızın hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında dönme hareketi nasıl başladı? İlk hareketi kim veya ne verdi? İşte bu soruya “tesadüfen hareket başladı” diye cevap vermenin hiçbir inandırıcılığı kalmıyor.

Anlaşılan o ki, evrenin ve insanlığın yaratılışı, kendiliğinden ve tesadüfler sonucu oluşmamıştır. Bütün sistemi yaratıp düzenleyen bir Yüce Yaradan vardır. O da, kendisinin vekil yöneticileri olarak insanları yaratmıştır.

Yüce Yaradan, bizi yeryüzündeki halefi yaparken, bize verdiği özellikler hakkında, Kur’an’da Hz. Âdem’e öğrettiği ‘esma’dan bahseder. Biz bu esma ifadesinden ne anladığımızı, “Allah’ın Öğrettiği Esma” başlıklı makalemizde şöyle vurgulamıştık: “Sonuç olarak ‘esma’ sözünün tek anlamı, eşyaların isimleri değildir. Allah, Kendisinin ve yarattıklarının isimlerinden Hz. Âdem’e mutlaka bazı şeyler öğretmiştir. Ama Kur’an’a göre asıl öğrettiği şey, olayları kavrama ve karar verme, onları güzele yönlendirme kabiliyetidir. Yüce Yaradan bizlere verdiği bu özelliklerden dolayı bizleri yeryüzünün halifesi yapmıştır. Bakara 38’de bahsettiği üzere, bizlere uyarıcı uyarıcılar göndererek, destek vereceğini belirtmiştir.”

Demek ki, Yüce Yaradan, yeryüzünde vekil yöneticisi olarak yarattığı insanlara, Kendi ilmini anlayıp, yaşamlarını kolaylaştırmaları için, ilminin bir kısmını kavrayacak özellikler vermiştir. Diğer bir deyişle insanlar, Hakk’ın Yansımasıdır.

Eğer insanlar Allah’ın yansıması ise, Onun özelliklerinden -çok küçük de olsa-  pay almışlarsa ve Yüce Yaradan, insanlara ayrıca yardımcı oluyorsa, din ile bilimin çeliştiğini söylemek mümkün değildir. Zaten, evrenin yaratılışı ve düzeni, bizatihi, muhteşem bir ilim sonucudur. Çelişki, yalnızca, insanların kendi nefisleri doğrultusunda geliştirdikleri zihni anlayışlardaki farklılıklardır.

Genel kategorisine gönderildi | DİN VE BİLİM BİRBİRİNİN RAKİBİ MİDİR? için yorumlar kapalı

HIRİSTİYANLIK VE BİLİM

HIRİSTİYANLIK VE BİLİM

 

Charles W. Mismer (doğumu 1932): “Hıristiyanlar, âlim olunca, Hıristiyanlıkla ilişkileri kesilir. Müslümanlar, cahil olunca, Müslümanlıkla ilişkileri kesilir. Hıristiyanlığın ortaya çıkışından on beş asır sonran oluşan bir medeniyet (Avrupa Medeniyeti), nasıl olur da o dine izafe edilebilir?”

Mismer’in bu ifadelerinden anlaşılan o ki, Yüce Yaradan’ın bize öğütlediği dinler ile bilim arasında bir zıtlık yok. Eğer olsaydı, İslâmiyet’in başlarından itibaren Müslümanlar hem dindar olup hem de ilimle uğraşmazlardı. Bu durumda cevap aranması gereken sual, “neden Hıristiyanlık ile bilim arasında böyle bir kardeşlik oluşmadı?” sorusudur.

Hıristiyan Âleminde bilimle dini kaynaştıran ilk kurum Chartres Katedralidir. 12inci yüzyılın sonlarında kurulan bu kurum, Endülüs Müslümanlarından etkilenerek sistemlerini kurmuştur. Katedralin batı kapısının üzerinde Hz. İsa ve Havarileri ile birlikte Euclid, Pisagor, Batlamyus ve Aristo’nun resimleri bulunmaktadır.

Fakat bu anlayış diğer yerlerde geçerli olmamıştır. Nitekim kendisi papaz olan Giordano Bruno (1548-1600), “güneş dünyanın etrafında dönmüyor, dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği ve iddiasından geri adım atmadığı için yıllarca hapis yatırıldıktan sonra 1600 yılında ölüme mahkûm edildi.

Hıristiyanlığın bu duruma düşmesinin muhtemelen en önemli sebebi, kutsal kitabının aslının elde olmamasıdır. Hz. İsa’nın ölümünden bir asır sonra yazılmaya başlanan İncillerin sayısı neredeyse bine ulaşmıştır. 325 yılında toplanan İznik Konsilinde bu sayı dörde indirilmiştir.

Bu İncillerin muhtevaları arasında da bazı önemli farklar vardır. En önemli farklar, Hz. İsa’nın söylemlerindedir. Hz. İsa’nın soy kütüğü konusunda da farklılıklar vardır. Bir taraftan Hz. İsa, (haşa!) Allah’ın oğlu diye görülürken, diğer taraftan soy kütüğünde, babası olarak Yusuf gösterilmekte ve soyunun geçmişi, Yusuf’un babalarına dayanmaktadır. Ayrıca Nuh Tufanı, Hz. Musa ve İsrailoğullarının Mısır’dan çıkışları hususunda da aykırılıklar vardır.

İncillerdeki farklı soy kütüklerini ve Nuh Tufanı anlatımlarını yorumlayan bazı din adamları, insanlığın yaşı hakkında farklı rakamlar verdiler. Bunların içerisinde en etkili olanı, İrlandalı din adamı James Usher’dir (1581-1656). Bu rahip, M.S. 1650’de, insanlığın M.Ö. 4004 yılında başladığını hesaplamış ve genel kabul görmüştü.

Kilisenin, bilim insanları üzerine 1600’lü yıllarda bile devam eden bu baskılarının temeli, eskilere dayanmaktadır.

Kilise dışındaki Hıristiyan gurupları engellemek isteyen Aziz Kipriyanus (ö. 258), “Kilise dışında kurtuluş yoktur” fikrini geliştirdi. Bu fikirlerin oluştuğu dönemden sonraki yüzyılda Hıristiyanlık, Roma İmparatorluğunun resmi dini haline geldi. Bu durum, Hıristiyan Kiliselerinin etkinlik merkezinin, İskenderiye’den Vatikan’a taşınmasına vesile oldu.

Vatikan’daki Kilise yetkilileri, Aziz Kipriyanus’un formülüne sürekli bir şeyler eklediler. Her ekleyenin dayandığı bir İncil ve o İncil’in de bir maddesi vardı. Sonunda 1442 yılında Cantane Domino Kararname’si yayınlandı ve konu şu şekilde bağlandı: “Kutsal Roma Kilisesi esas olarak inanır, ikrar eder ve öğretir ki, Katolik Kilisesi’nin dışında kalanlar; ister putperest, ister Yahudi, ister sapkın (Hıristiyanlığın diğer mezhepleri), isterse yanlış inanç sahibi olanlar olsun, ebedi hayattan nasip alamayacaklardır. Aksine ömürlerinin sonunda da olsa, aynı Kiliseye (Katolik Kilisesi) dâhil olmadıkça, şeytan ve yardımcıları için hazırlanmış olan ebedi cehennem ateşine gideceklerdir. Katolik Kilisesi’nin kucağında ve onunla birliğinde kalmayan herkes, isterse İsa Mesih adına kanını döksün, kurtulamayacaktır.”

Hıristiyanlar, dört ayrı İncil olmasını da yadırgamamışlardı. Onlara göre, “dört tane yön olduğu için, dört tane İncil var idi.” Bu durumda araştırmacılar ve düşünen insanlar için Hıristiyan olarak kalabilmek zorlaşıyordu. Bu araştırmacıların Hıristiyan kalabilmeleri için, İncilleri ve papazların söylediklerini dikkate almamaları gerekiyordu. Düşünen ve araştıran insanlar, tek Yaratıcı olan Tanrı’nın varlığını kalpten tasdik ediyorlar, fakat piyasadaki kutsal kitaplara ve din adamlarına inanmıyorlardı.

Hıristiyanlığın ilk yıllarında, düşünce merkezi İskenderiye idi. Burası eskiden de bir kültür merkezi idi. Hıristiyanlıktan önce kurulmuş, arada yangın geçirmesine rağmen kısmen devam eden döneminin en büyük kütüphane mevcuttu. Dolayısıyla ileri gelenler daha araştırmacı ve sorgulayıcı yapıdaydı. Nitekim İskenderiyeli papaz Airus, Hz. İsa’nın tanrısal nitelikteki üçlü kişiliğine itiraz etmişti. Fakat bu düşüncesi sebebiyle 318 yılında cezalandırıldı.

Benzeri cezaların ve Katolik Kilisesinin yukarıda bahsettiğimiz baskıcı tavırlarının etkisiyle, Tanrının tekliğini savunma cesaretini uzun süre kimse gösteremedi. Dolayısıyla, araştırmaya yönelmek zorlaştı. Zaten, Tanrı yerine koydukları Hz. İsa’nın yaptıklarını insanların yapması mümkün olmadığından, araştırmanın da pek bir anlamı yoktu.

Hıristiyan Dünyasında bilimin geç gelişmesinin bir başka sebebi de, kitap yazımındaki aşırı zorluklar idi. Kâğıt üretiminin, Müslümanların kullanımından sonra bile, Avrupa’da yapılmaması da kütüphanelerin yayılmasını engelledi. Müslüman Dünyasında Halife Harun Reşid döneminde 793 yılında, ucuz kâğıt imalatına başlanılmıştı. Almanya’da 1228, İngiltere’de 1309 yılında üretilmeye başlandı. Bu sebeple, pahalıya mal olan malzemelere yazılan el yazması kitaplarla oluşan kütüphanelerdeki kitap sayıları çok az idi.

Hem kâğıt üretiminin geç bir tarihte başlaması, hem de Kilise yetkililerinin kendi otoritelerini korumak için farklı söylemleri aforoz etmeleri, Hıristiyanlar arasında bilimin gelişmesini engelledi.

Bir diğer etken de, iki kitap anlayışından kaynaklanıyordu. Fikir yürüten insanlar, Yüce Yaradan’ın iki kitabının olduğunu düşünüyorlardı. Biri kutsal kitaplar, diğeri kâinat kitabı idi. Fakat Hıristiyan din adamlarının büyük çoğunluğu, kâinat kitabının araştırılmasına karşı çıkıyorlardı. Kâinat hakkında İncillerde yeterince bilgi verildiğine inanıyorlardı. Din adamları toplum üzerinde çok daha etkili olduklarından, o dönemlerde Kilisenin birçok Avrupa devletinden zengin olmasından dolayı, kâinat kitabını okuyanlar fikirlerini bile basarak kitap haline getirme iznini alamadılar.

Avrupa, bu sarmaldan 1492 keşiflerinden sonra zenginleştikçe çıkmaya başladı. Fakat bu çıkış sancılı oldu. Başlangıçta koyu dindarlar olan Johannes Kepler (1571-1630), Isaac Newton (2642-1727) ve hattâ Galileo Galilei (1564-1642) gibi insanlar fikirlerini açıklamakta zorlandılar. Dindar yapılarını sürekli vurgulamak zorunda kaldılar. Sonraki asırlarda yetişen bazı ilim insanları ise, doğrudan dine ve Kiliseye cephe aldılar. Bilim insanlarının ve bazı felsefecilerin bu yaşadıkları, bilim ile Hıristiyanlığın birbirine zıt olduğu gibi yanlış bir anlam çıkmasına vesile oldu.

Eğer, İncil’in Hz. İsa’ya gelen orijinal hali elde olsaydı, Kilise bu baskıları yapmakta zorlanırdı. Din ile bilim arasında çelişki varmış gibi lanse edilemezdi.

Genel kategorisine gönderildi | HIRİSTİYANLIK VE BİLİM için yorumlar kapalı

BOLŞEVİKLER VE ÇAĞDAŞI İTTİHAT TERAKKİ ANLAYIŞLARI

BOLŞEVİKLER VE ÇAĞDAŞI İTTİHAT TERAKKİ ANLAYIŞLARI

 

Rusya’da Çarların baskıları ve yanlışlarına karşı başlayan gençlik hareketleri ile Osmanlı’da Padişah II. Abdülhamit’in baskıları ve yanlışlarına karşı gençlik hareketleri benzer dönemdedir.

Rusya’da başlayan gençlik hareketleri, sadece, Rus Çarlarının halka önderlik yapan insanlara baskı kurduğu, kendileri bolluk içerisinde yaşarken halkı fakirleştirdiği iddialarına dayanıyordu. Çarların dış siyasetleri hakkında ciddi bir düşünceleri bile yok sayılırdı.

Osmanlıdaki gençlik hareketlerinin temeli ile Ruslarınki aynı değildi. Birbirine benzeyen kısmı, Padişahın, halka önderlik eden insanlara baskı yapması, saray ve çevresi bolluk içerisinde yeni saraylar (Dolmabahçe, Yıldız gibi) ve kasırlar ile yalılar yaptırırken halkın giderek fakirleşmesidir.

İki hareketi birbirinden ayıran sebeplerin biri, devletlerin dış politikada düştükleri durumlardır. Rus Çarları yönetimindeki Rusya, hiç toprak kaybetmediği gibi, bazı kazanımları bile olmuştu. Fakat Osmanlı Devleti, bilhassa II. Abdülhamit’in padişahlığı döneminde, bir padişahın yönetiminde en çok toprak kayıplarını yaşamıştı. 1878’de Plevne’yi aldıktan sonra Çatalca’ya kadar hiç mukavemetle karşılaşmadan ilerleyen Rusların İstanbul’u ele geçirmesini, diğer Avrupa Devletleri önlemişti. Şıpka Geçidi’ne ve Plevne’ye yardım göndermeyen padişah II. Abdülhamit, donanmanın ve ordunun Payitahtı korumak için İstanbul’da kalacağını söylemişti. Bu cevap üzerine Şıpka Geçidini Savunan Süleyman Paşa’nın gönderdiği son telgraf şöyleydi: “Eğer Plevne kaybedilirse, savunulacak bir payitaht kalmayacaktır.” Gerçekten de II. Abdülhamit değil, Süleyman Paşa haklı çıkmıştı.

II. Abdülhamit Han, Balkanların önemli bir bölümünü kaybetmesine rağmen kendisini toparlayamadı. Kıbrıs ve Mısır İngilizler tarafından, Tunus ise Fransızlar tarafından işgal edildi. Ama padişah ses çıkaramadı. Padişah’ın güçsüzlüğü bununla da kalmadı. 1881’de Muharrem Kararnamesi ile Duyunu Umumiye Reisliğini kurdu. Günümüzdeki IMF’den daha sert tavırlar sergileyen bu kurum, devletin toplaması gereken bazı vergileri doğrudan kendi toplamaya başladı.

Üst üste gelen sıkıntılar, padişahın hareket kabiliyetini daha da sınırladı. Durumu toparlamak için, dış politikada, güçlü devletlerle denge politikası uygulamaya çalışmaktan, içte de, Türk olmayan guruplara aşırı tavizler vermekten başka çare bulamadı.

Padişah II. Abdülhamit’in bu çaresizliği, vatansever insanları derinden yaralamaya başladı. Vatanseverler çareler aramaya başladılar. Onlar da, bazen deneme yanılma metoduyla fikir ürettiler. Dolayısıyla padişah ile çoğu zaman ters düştüler. Padişah’ın takibatına uğradılar. Böylece, taraflar birbirlerine karşı tavırlı davranmaya başladılar.

Rusya’da ise durum daha farklı idi. Çarlar toprak kaybetmediler. Aksine sömürgeler oluşturma peşine düştüler. Fakat 19uncu yüzyıldaki Rus yazarların (Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin, Çehov gibi) etkisiyle özgürlük istekleri artan gençler, halkın fakir, çarların ise şatafat içerisinde yaşamalarının da etkisiyle harekete geçtiler. Belki de bu sebeplerle kurdukları birliğe “kutsal hareket” adını verdiler. Ancak gerek çarların baskılarının artması, gerekse zengin fakir farkının getirdiği hınç, hareketin seyrini değiştirdi. Kutsal hareket olmaktan çıkarak, kindar hareket niteliğine büründüler.

Kutsal Hareketleri sonunda başarıya ulaştı. Çarların yerine kendileri geçtiler. Kendilerine acı çektirenlerden intikam almaya başladılar. Fakat kendilerinin çektiğinden daha sert intikam aldılar. Sadece yöneticilerden değil, yöneticilerin çocuklarından da acımasızca intikam aldılar. Lenin ve Troçki’den sonra, uzun süren Stalin döneminde, sadece yöneticilerden değil, halktan da intikam aldılar. Halkı, çarlardan daha beter baskı altına aldılar. Barış zamanında milyonlarca insanın ölümüne sebep oldular. Böyle olmasında belki de, “kutsal hareket” dediklerinin temelinde dini duyguların olmaması, aksine, dini uygulamalardaki bazı yanlışları bahane ederek, dine karşı çıkmaları sebep olmuştur.

Zora dayanan her hareket, karşısında yeni bir zora dayanan hareket oluşturur. Rusya’daki durum tam anlamıyla böyle oldu. Hâlbuki zorlama, sadece, uyarılara rağmen hatasında ısrar edenlere karşı nokta atışı şeklinde olursa, karşısında yeni bir zor hareketi başlatmaz. Her tarafa zor kullanmakla, hiçbir ahlâki düzen kurulamaz.

İttihat Terakkinin tavrı, tam anlamıyla nokta atışı şeklinde gelişti. Sadece Padişah II. Abdülhamit görevinden alındı, yerine kardeşini getirerek padişah yaptılar. Yani Padişahlığı kaldırmadılar veya başka bir sülâleden bir insanı padişah yapmadılar. Tahtan indirdikleri II. Abdülhamit’e gerekli saygıyı gösterdiler. Yeni kurulan bakanlar kurulunun çoğunluğunu, II. Abdülhamit’in eski yöneticilerinden oluşturdular.

Nitekim bu eski insanlardan oluşan yöneticiler, Balkan Savaşında Edirne’yi kaybettiklerinde geri almak için hiçbir adım atmayınca, meşhur Babı Ali Baskını ile Bakanlar Kurulunun değişmesini sağladılar. Ama yine onların yerine kendileri oturmadılar. Talat paşa 4 yıl sonra Sadrazamlığa oturdu, Enver Paşa 1 yıl sonra Harbiye Nazırı oldu. Bu baskın sonucunda Padişahı da değiştirmediler. Baskındaki ölü sayısına ve sonuçlarına bakılınca, bu olaya baskın bile denilemez.

Çünkü İttihat Terakki hareketi, kindar bir hareket değildi. İnsanların hatalarını söylerken, dayandıkları temelin Allah’ın emirlerine uygun olmasına dikkat ediyorlardı. Bu anlayışın böyle olduğunu, tarihi olayların gelişiminden anlıyoruz. Nitekim 1914 başında, Enver Paşanın bakanlar kurulu üyesi olmasından sonra ortam değişti. Manen çöküntüye uğramış ve umudunu kaybetmiş halk tekrar canlandı. İnsanların kendilerine güvenleri geldi, maneviyatları güçlendi ve Çanakkale destanı oluştu. Bütün bunların tesiriyle, her türlü dış müdahaleye rağmen, yeni bir devlet kuruldu.

Demek ki, insanların yaptıklarını iddia ettiğimiz hatalarla ilgili eleştirilerin temeli, onların, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup uymadıklarına dayanmalıdır. Yanlışta ısrar edenlere karşı yapılacaklar da, yine, Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarına uygun olmalıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | BOLŞEVİKLER VE ÇAĞDAŞI İTTİHAT TERAKKİ ANLAYIŞLARI için yorumlar kapalı

SEVİNCİN DEĞERİNİ, ÇEKİLEN ACILARIN ŞİDDETİ BELİRLER

SEVİNCİN DEĞERİNİ, ÇEKİLEN ACILARIN ŞİDDETİ BELİRLER

 

Bilimsel çalışmalardan elde edilen bulgulardan anlıyoruz ki, kâinatta her şey zıddıyla yaratılmış. Erkek-dişi, artı kutup-eksi kutup, ak delik-kara delik gibi zıtlıklar sayesinde düzen işliyor. Gerek evrenin, gerekse canlıların yaşamlarını sürdürmeleri, bu zıtlıklar arasındaki münasebetlerle bağlantılıdır.

Tat alma duyumuz da, benzer zıtlıklar sayesinde sonuca ulaşmaktadır. Tattığımız acı maddeler (biber) olmasaydı, tatlı hakkında net bir fikir beyan edemezdik. Belki daha az tatlı olanı, acı olarak nitelerdik. Önce doğal bir balı yiyen insan, sonra hafif tatlı olan kek yerse ve tat olarak acı bilinmiyorsa, muhtemelen kekin acı olduğunu söyleyecektir.

Sağlıklı bir vücuda sahip bir insan düşünelim. Vücudundaki hiçbir iç organının farkında olmadan yaşamaktadır. Ta ki, bir yeri ağrıyana kadar. Ağrı başlayınca içinde bazı şeylerin olduğunu düşünmek ihtiyacını hisseder. Ağrı fazla uzun sürmeden geçerse, yine unutur ve eski hissiz yaşamına devam eder. Ağrı uzun sürer ve şiddetini artırırsa durum değişir. Belki ameliyat olması gerekir. Uzun süren ağrıların ve ameliyatın sonunda sağlığına tekrar kavuşan bir insan, iyileştiğine sevinmektedir. Bu sevinci, çektiği acıların şiddetiyle doğru orantılıdır. Basit bir ameliyat ile kurtulan bir insanın sevinciyle, uzun süre tedavi gören, birkaç defa ameliyat olan bir insanın sevinci aynı olmaz.

Ödemekte zorlandığı borcu olmayan bir insan, kazandığı paradan yeterince sevinç duymaz. Miktar kendi ölçüsüne göre yüksek olsa bile duyacağı sevinç, çok belirgin olmayacağı gibi, kısa süreli olur. Belki, rakiplerini saf dışı bırakıp, onları atlatarak kazandıysa daha çok sevinç duyabilir. Hissettiği bu sevinç de, kazandığı paradan değil, rakiplerine üstünlük sağlamaktan dolayıdır.

Diğer taraftan maddeten güçlükler yaşayan, borçların kıskacında zorlanan bir insan, borçlarından kurtulacak kadar para sahibi olduğunda, yukarıdaki örnekteki kişiden daha çok sevinir. Hâlbuki kazandığı paradan kendisine bir şey kalmayacaktır.

Bir insanın ulaşabileceği en büyük sevinç, Tanrıya ulaşmaktır. Yüce Yaradan’ın sevgisine mazhar olabilmektir. Hiçbir maddi kazanç sonucu ulaşılacak sevinç, Tanrı’ya ulaşmanın vereceği hazza yaklaşamaz.

Tanrıya ulaşmak için en yaygın yol, acı çekmektir. Bu yolda çekilen acıya, ancak Yüce Yaradan son verebilir. Allah, gerçek yol göstericidir. Bu sebeple, gösterdiği yolda sabırla yürüyenlere ummadıkları anda bir sevinç yaşatabilir.

Bu sevinci değerli kılan, Allah’ın yaptığı imtihandan geçmiş olmaktır. İmtihan sırasında çekilen sıkıntılara ve acılara şikâyet etmeden sabretmiş olmaktır.

Bir insan geçmişinde yanlış işler yapmış olabilir. Ama hatalarından dönerek salih amel işlemeye başlamak için acele etmelidir. Sahip olduğu maddi zenginlikleri terk ederek Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda sabırla yürümelidir. Gösterilecek bu sabrın zamanının geçip geçmediğini, sadece Allah bilir. Biz bilemeyiz. Fakat biz şunu net bir şekilde bilmeliyiz ki, eğer acı çekmeye talip olmazsak, eski rahatımızı devam ettirmeye çabalarsak, sevinç yaşayamayız.

Biz dünyevi sevinçleri bugüne kadar yeterince yaşadığımız için, artık sıra acı çekmeye gelmiştir. Nasıl, sevince ulaşmak, yaşadığımız sevincin değerini artırmak için acı çekmemiz gerekiyorsa, bugüne kadar yaşadığımız sevinçlerin karşılığı olarak da acı çekilmesi gerekmektedir. Yani, artık, yaşayacağımız acılarımızın şiddetini, daha önce yaşadığımız sevinçlerin büyüklüğü belirleyecektir.

Eğer acı çekmeye talip olur ve eski hatalarımızı affettirecek güzel işler yapmaya başlarsak -en azından- Yüce Yaradan, bizleri ateş çukurunun kenarından çekip kurtarabilir. Ulaşacağımız bu durum bile bizler için büyük bir sevinçtir. Fakat bizler daha büyük sevinç yaşamak istiyorsak, hatalarımızdan dönüşümüz ve bir taraftan acı çekmeye talip olarak diğer yandan salih amel işlemeye başlayışımız çok daha seri olmalıdır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | SEVİNCİN DEĞERİNİ, ÇEKİLEN ACILARIN ŞİDDETİ BELİRLER için yorumlar kapalı

BEYTÜLMAL İLE CENAZE NAMAZI İLİŞKİSİ

BEYTÜLMAL İLE CENAZE NAMAZI İLİŞKİSİ

 

Bu sitede Haziran 2013’te yayınladığımız “Allah, Münafıklar İçin Bizleri Uyarıyor” başlıklı makalemizin baş tarafında aynen şu ifadeleri kullanmıştık:

“Allah, bizlerin münafıkları bilemeyeceğimizi, ancak, Allah’ın, hepsinin bütün yaptıklarından haberdar olduğunu bize müjdeliyor.

Münafıkları biz tam bilemeyeceğimiz için, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v) bu konuda nelere dikkat etmemiz gerektiğini bize şöyle anlatıyor:

“Dört haslet vardır ki, kimde bu hasletler bulunursa, o kimse halis münafıktır. O dört haslet şunlardır: Kendisine bir şey emanet edildiğinde, ihanet eder. Konuşunca, yalan söyler. Söz verince, sözünde durmaz. Bir konu da taraf olduğunda, haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa dönüştürür.”

Bu hasletlere sahip yönetici insanlar, bir süre halkı kandırabilir. Halkın sevgi tezahüratları içerisinde dolaşabilirler. Halkın, kendisinin yaptığını zannettiği işlerle övünebilirler. Hattâ, dindar görünebilirler.”

Peygamberimizin ifade ettiği ve münafıkların sahip oldukları ilk haslet, kendisine emanet edilene ihanet etmektir. Bir insana yapılan emanetlerin önemlilerinin en yaygın olanları, yetimlerin malları ve beytülmal varlıklarıdır. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bahsettiği kötü hasletlerin hepsi, birbirinin devamı niteliğindedir. Yetimin malını yiyen veya beytülmalden yani devletin kasasından zimmetine aktaran kişilerin içerisinde, bu yanlışını kendiliğinden anlatanlara rastlanmaz. Eğer karşılarına aşırdıklarını gösteren bir belge ile çıksanız dâhi, mutlaka, yalan söyler ve itiraz ederler.

Emanete ihanet etme hususu, sadece devlet kasasından kendi hesabına para aktarmakla gerçekleşmez. Bazı vakıf ve derneklere yaptırılan bağışlar, doğrudan kendi adına alınmayıp, başkasının adına alınan mal ve paralar da emanete ihanet demektir. Hâtta Peygamberimiz, getirdiği bir görevde hediye alan sahabelerini bile, şiddetle uyararak şöyle demiştir: “Sen bu görevde olmasaydın, evinde otursaydın, sana bu hediye gelir miydi?”

Görüldüğü üzere, dolaylı yollarla alınanlar da emanete ihanet anlamındadır. Konunun önemini vurgulamak için Yüce Yaradan, münafıklığı, yetim malına ve beytülmale ihaneti, kâfirlik ile bir tutmaktadır.

9 Tövbe Suresi 73: “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Onlara karşı katı ol. Onların varacakları yer cehennemdir ve orası ne kötü bir yerdir.”

Allah, Hz. Muhammed’in  (s.a.v.) çağrısına uymayarak, cihada katılmayanları da, münafık kabul etmektedir.

Tövbe Suresi 81 inci ayet: Savaştan geri kalan münafıklar, Resulullah’ın hilafına, onun savaşa gitmesine karşılık, oturup kalmalarıyla ferahladılar ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihat etmekten hoşlanmadılar, üstelik “Bu sıcakta savaşa gitmeyin.” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke anlayabilselerdi.

Yüce Yaradan, münafık yapıdaki insanlarla ilgili olarak, hükmünü aynı surenin şu ayetiyle verir:

84: “Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabrinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.”

Yukarıdaki ayete göre, cihat emri gelmesine rağmen katılmayanlar, Allah’ı ve Resulünü tanımamış sayılıyorlar.  Cihat emri, her insanın yapısına uymayabilir. Fakat cihada gitmeyen bu insanlar, yalan söyledikleri ve fitne çıkarmaya çalıştıkları için bu suçlamayla karşılaşmışlardır.

Bu açıdan bakılırsa, beytülmalden aşırmak ve bu durumu gizlemek, daha büyük suçtur. Çalmalarına rağmen, “beytülmalden tek kuruşun kursaklarına gitmediği” yalanıyla insanları kandırmak, çok daha büyük suçtur.  Bunlar, Allah’ı ve Resulünü tanımayarak beytülmalden aşırdıkları gibi, yalanlarıyla insanları kandırmakta ve fitneye sebep olmaktadırlar.

Aşağıdaki ayet devlet malına ihanet edenlere yöneliktir. Yediği halde yalan söyleyerek dürüst görünüp insanları kandıranların hali daha kötüdür.

 Al-i İmran Suresi 161 ayet: “……Her kim hıyanet eder; ganimet ve hasılattan bir şey aşırırsa boynuna aldığını kıyamet günü yüklenir getirir…….”

Demek ki, münafıkların, yani beytülmalden aşıranların, yetim malı yiyenlerin, yalanlarıyla insanlar arasında fitne çıkarmaya çalışanların, bir konuda taraf olunca haddi aşarak işi düşmanlığa götürenlerin, bu yaptıkları şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin olarak belirlenirse, cenaze namazlarını kılmak Tövbe Suresi 84üncü ayetine göre, Yüce Yaradan’ın emrine karşı gelmek anlamındadır.

Nitekim Peygamberimizin bu husustaki uygulamaları için, Yaşar Nuri Öztürk şu bilgiyi vermektedir. Öztürk, İbn Hemmam’a dayanarak, Peygamberimizin “gulul” suçlusu olan hiç kimsenin cenaze namazını kılmadığını belirtir. Gulul suçlusu, “emanetlere, kamu mallarına hainlik etmek, kamu mal ve imkânlarını çalmak” şeklinde tanımlanmıştır.

Münafıklar konusundaki makalemizin sonunda yaptığımız uyarıyı yineleyelim:

“Umulur ki, münafıklar düşünürler ve Allah’ın huzuruna gitmeden hatalarından dönerek salih amel işlemeye başlarlar. Böylece Allah’ın rahmetine ulaşırlar.”

Yoksa onlar için iki dünyada da azap vardır: Aşağıdaki iki ayet, öncesindeki ayetlere bakıldığında, Allah’a ortak koşanlara ve münafıklara yöneliktir.

Tövbe Suresi 74: “… Eğer tövbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Yok, yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek bir kimse de bulunmaz.”

13 Rad Suresi 34: “Onlara dünya hayatında bir azap vardır. Ahiret azabı ise elbette daha çetindir. Onları Allah’tan koruyacak da yoktur.”

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | BEYTÜLMAL İLE CENAZE NAMAZI İLİŞKİSİ için yorumlar kapalı

İSTANBUL’UN FETHİ ÜZERİNDE FARKLI BİR BAKIŞ

İSTANBUL’UN FETHİ ÜZERİNDE FARKLI BİR BAKIŞ

 

Konuya sadece, Türklerin, Hıristiyanlara ait korunaklı bir şehri fethetmeleri olarak yaklaşırsak, dar bir bakış açımız olur. Biz konuya, insanlığın güzel geleceği zaviyesinden bakmaya çalışacağız.

Bilindiği gibi, İstanbul’u (Konstantinopolis) fethetmek için, asırlar boyunca çok sayıda kuşatma harekâtı yapıldı. Osmanlı padişahı II. Mehmet’in kuşatmasından öncekilerin hepsinden kurtulan İstanbul, ilginçtir, Haçlı Seferleri sırasında büyük acılar yaşadı. Hâlbuki Haçlıların sefer yapmalarını ilk isteyen Bizanslılardır. Maksatları, Anadolu’ya hızlı bir giriş yapmış olan Türkleri dışarı atmak ve eski topraklarını geri almaktır.

1204 yılındaki 4üncü Haçlı Seferi, doğrudan deniz yoluyla Kudüs’e gitmeyi hedeflemişti. Ama Venediklilerle anlaşan Haçlılar, yönlerini İstanbul’a çevirdiler. Dört günlük kuşatmadan sonra, içerideki taht kavgasından istifade ederek, şehre girdiler. Üç gün boyunca tarihte eşine az rastlanan yağma yaptılar. Sonra şehirde kaldılar. Bizans yönetiminin ileri gelenleri şehri terk ettiler. 1261 yılına kadar şehri ellerinde tutan Haçlılar, şehri döneminin en fakir beldesi haline getirdiler. Tarihi eserleri tahrip ettiler. İnsanlara zulmettiler. Hıristiyan bir gurup olan Haçlılar, yine Hıristiyan olan İstanbullulara zulmetmiş oldu.

Demek ki, aynı dini inanca sahip olan insanlar bile birbirlerine zulmedebiliyorlar. Aynı inançtaki insanların birbirlerine zulmetmeleri, sadece Hıristiyanlıkta yaşanmamıştır. Müslümanların tarihinde de –nadiren de olsa- benzer uygulamalar görülmüştür. Bilindiği gibi, Müslüman Emevi Devletinin iktidarını, 750 yılında Abbasiler yıkmıştır. Emeviler, üçüncü halife olan Hz. Osman’ın sülalesidir. Abbasiler ise, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas’ın soyundan gelenlerdir. Yani her iki gurup da, Peygamber efendimizin yakın çevresidir.

Abbasiler, iktidarı ele geçirdikleri anda, kendilerinden beklenilmeyecek şekilde, zalimce bazı uygulamalar yaptılar. Emevi yöneticilerinden bazı halifelerinin mezarlarını açtırdılar. Kemiklerini toplatıp yaktırdılar. Bununla yetinmediler. Şam’daki Beni Ümeyye (yani Emevi) Camisini bir süreliğine ibadete kapattılar. Sonuçta Müslüman bir gurup yine Müslüman olan başka bir guruba zulmetti.

Aynı inanca sahip olan insanların birbirlerine yaptıkları zulümler, gurupları aralarının açılmasını hızlandırdı. Bu fark, II. Mehmet İstanbul’u kuşattığı sırada daha bir belirginleşmişti. “Katolik külâhı görmektense, Müslüman sarığını tercih ederim” şeklinde ifadesini bulan iç mücadelenin sebeplerini irdelersek, gerçeğe daha yaklaşırız.

Gerek Hıristiyan mezheplerin ve gerekse Müslüman sülâlelerin davranışlarının bizlere net olarak gösterdiği bazı gerçekler var. Demek ki, insanların ve yöneticilerin bir kısmı için inançlar, sadece başkalarını aldatmak için kullandıkları birer araçtır. Bunların amacı, kendi nefislerinin arzularını yerine getirmektir.

Eğer, Katolik Hıristiyan yöneticiler, dini tekellerine alarak, yaptıklarına karşı çıkanları aforoz ederek yanlışlarını sürdürmeselerdi, İstanbul’un kuşatıldığı bu anlarda, yukarıdaki ifadeler dile getirilmezdi. Bir devletin hayat-memat mücadelesi verdiği bir dönemde, mezhepler arsında böylesine bir ifadenin oluşabilmesi, geçmişte çok ciddi hataların yapıldığını gösterir.

Müslüman olan Emevilerin konumları da aynıdır. Eğer Emeviler, kendi sülâlelerini kutsamayıp, dinin gereklerini uygulasalardı, sonuç çok farklı olurdu. Çünkü o dönem, Müslümanların yani Emevi yönetiminin fetihlerinin en üst seviyede olduğu yıllardı. Hem ganimetler bol idi, hem de Müslümanlık hızla dünyaya yayıldığı için, insanlarda bir heyecan oluşmuştu. Fakat bütün bu imkânlar işe yaramadı. Emeviler, 92 yıl süren bir iktidardan bir daha gelmemek üzere düştüler. Hâlbuki o dönemlerde iktidara gelen sülâlelerin, hem de genişlemeye devam eden bir devleti yönetiyorlarsa, ortalama ömürleri 300 yıl civarındaydı.

O halde İstanbul’un fethinden alınacak ilk ders, Allah’ın yolundan ayrılmadan, onlara Allah’ı ve dinini yanlış anlatıp kandırmadan, insanlara zulmedip onları sömürmeden yönetmektir.

Sultan II. Mehmet, İstanbul’u kuşatma harekâtına başlamadan önce, kendisini, tek hedefe kilitledi. Dolayısıyla, düşüncelerinin merkezinde hep İstanbul’un fethi oturdu. Onun bu odaklanışı, karşılaştığı her türlü güçlüğe karşı, yeni bir fikir geliştirmesine sebep oldu.

İstanbul’un surları geniş idi. O dönemdeki mevcut gülle büyüklükleri ile surları yıkmak mümkün görülmüyordu. Macar asıllı ve Urban isimli bir mucit ile irtibata geçti. Ona, zamanının en büyük toplarını dökebilmesi ve atabilmesi için yapacağı araştırmalarda her türlü desteği verdi. Büyük gülleleri, en sağlam taşlardan yaptırdı. Bütün bu işlemler Edirne’de yapılıyordu. Yeni geliştirilen bu topların ve tek parça halindeki büyük güllelerin İstanbul önüne getirilmesi gerekiyordu. Bu yolculuk, tarlalardan, bağlardan, derelerden, ormanlardan geçilerek gerçekleştirilmeliydi. Büyük gülleleri taşıyacak arabalar ve arabaları yürütecek güçlü dingiller gerekiyordu. Arabaları tarlalardan çekerek götürecek güç lazımdı. Velhasıl sorun çok büyük idi. Bu sorunun bir kısmı teknik gelişmeyle, bir bölümü çok sayıda manda ve onlara yardımcı olan çok fazla sayıdaki insan gücüyle aşıldı.

Hedefe kilitlenen insanın bu çözümleri yetmedi. Çünkü dışarıdan yardım için gelen dört büyük geminin İstanbul’a ulaşması engellenememişti. O halde bu gemilerle gelen yardımın etkisinin azaltılması gerekiyordu. Sonunda hiç akla gelmeyecek ve güllelerin taşınmasından daha zorlu bir girişim yapıldı. 70 parça kadırga, sadece bir gecenin karanlığında ve sessizlik içerisinde karadan götürülerek Haliç’e indirildi. Tıpkı güllelerin geçişinde olduğu gibi, kadırgalar da, tarlalardan, bağlardan, dağlardan ve ormanlardan yürütüldü.

İstanbul’u savunanların rüya gördüklerini zannettikleri bu büyük başarı da yetmedi. İstanbul’dakilerin elinde denizde bile yanmaya devam eden ateş topları vardı. Hem kadırgalar hem de surlara yaklaşan askerler için tehlike oluşturuyordu. Bunu bertaraf etmek için, o ateşle yanmayan kuleler ve kalkanlar oluşturuldu.

Demek ki, İstanbul’un fethinden çıkaracağımız bir diğer ders, hedefimizi tek noktaya odaklamak olmalıdır. Bu hedef, güzel amaçlar için olursa, insanın fikir üretmesi mümkün olur. Aksi takdirde, bir yerde tıkanır, zalimliğe döner.

Hedefe kilitlenmeye bir başka örnek, Amerikalı Cyrus W. Field’dır. O dönemdeki bilim insanlarının imkânsız dedikleri bir hedefe odaklanmıştır. Atlas Okyanusunun iki yakasını telgraf hatlarıyla birleştirme hedefine kilitlenen Field, bütün maddi varlığını bu uğurda harcamayı göze aldı. Fakat yetmeyeceğini bildiği için, İngiltere’ye gitti. Başka insanları bu imkânsız görünen projeye ikna etti. Eğer kendisi hedefe odaklanmasaydı, böylesine bir belirsizliğe para harcamaya kimseyi ikna edemezdi. Field’a da bu inancı aşılayan kişi İngiliz mühendis Gisbrone’dur.

Dönemine göre çok yüksek masraflarla başlatılan bu hareket, gerek tabiat şartları ve gerekse teknik sorunlar sebebiyle, defalarca akamete uğradı. Fakat hedef insanlığın güzel geleceği için olunca, sonunda başarıldı.

Gerek II. Mehmet ve gerekse Field, diğer sultanlara veya zenginlere göre çok üstün özellikleri olan insanlar değildi. İkisi de gençti. Dolayısıyla tecrübeleri yetersiz idi. Ama hedefe olan inançları sayesinde amaçlarına kilitlenerek başardılar.

Bir insan için, ilk en güzel hedef, kendi nefsine karşı vereceği mücadeleyi kazanmak amacıdır. Bu hedefine genel anlamda ulaşan bir insan için ikinci bir amaç, insanlığın huzuru ve mutluluğudur. İlk hedefe ulaşmak, İstanbul’un fethinden daha zordur. İkinci amaca ulaşmak ise, fethin sonrasında insanca davranmayı seçmek kadar zordur.

İnsanlığın huzuru ve mutluluğu için çaba sarfetmenin zorluğunu, yine hem İstanbul’un fethinin sonrası hem de başka örnekle anlamaya çalışalım. II. Mehmet’e yapılan en ciddi eleştiri, fetihten sonra, kısa bir süreliğine de olsa, askerlerine, cebe girebilecek eşyalar için, yağma yapmalarına izin verdiği şeklindedir. Bahsedilen bu izin, o dönemdeki şehir yağmalarıyla karşılaştırılınca, dikkati çeken bir olay değildir. Belki de bu sebepten olsa gerek, bu yağmaya izin verme hususu çok az kaynakta bahsedilir.

Zaten, şehre girildiği gün yağmaya izin verdiğini anlatan Stefan Zweig bile, II. Mehmet’in, Ayasofya’yı camiye çevirmesini eleştirerek anlatırken şöyle bir olay nakleder: “Mehmet, bu kiliseyi (Bizans âleminin göz alıcı sembolü olan Ayasofya’yı) Tanrı’sına dünya var oldukça kalsın diye adamadan önce, şükran borcunu ödeyecektir. Büyük bir alçakgönüllülükle atından iniyor ve yere kapanarak dua ediyor. Sonra da yerden bir avuç toprak alıp, başının üzerinden serpiyor ve bu davranışıyla, ölümlülüğünü hatırlamak, zaferiyle kibirlenmemek istiyor. Tanrı’sına bağlılığını gösterdikten sonra Sultan ayağa kalkıyor ve Tanrı’sının ilk ve gönülden bağlı bir kulu olarak adımını Ayasofya Kilisesi’ne, kutsal Jüstinyanus Katedrali’ne atıyor.”

Bilindiği gibi Fatih Sultan Mehmet, sadece Ayasofya’yı camiye çevirdi. Diğer kiliseler, sinagoglar ve benzerleri aynen muhafaza edildi. Halktan ve ileri gelenlerden isteyenler İstanbul’da yaşamaya devam etti. Hem de, dinlerini, kültürlerini, işlerini ve zenginliklerini muhafaza ederek yaşadılar. Herhangi bir Müslüman ile davalaştıklarında, hukukun üstünlüğü ilkesi uygulandı. Şikâyetçi olan Hıristiyan gerçekten haklı ise, ceza Müslüman olana verildi.

Tek hedefe kilitlenen fatihlere bir başka örnek, Pizzaro ve Cortes’dir. Bu kişilerle ilgili olarak “Amerikalı Yerlilerin Katli” hususunda yazdığımız bir makalede aynen şöyle demiştik:

“Barut üstünlüğüyle onları korkutmaları yetmedi. Yerlileri, aç bıraktıkları köpeklerine parçalattılar. Bu yaptıkları, maddecilik anlayışının da en dip noktasıydı. Sadece 168 kişiyle İnkaların bölgesini fethetmek Pizzaro’ya yetmemişti. Yine 550 kişi ile Azteklerin bütün varlıklarını ele geçirecek olan Cortes de, katliam yapmaktan geri durmadı.

İşin ilginç yanı, bu vahşeti uygulayan insanlar Hıristiyan inancındaydı. Bunların bir kısmı, vahşeti Tanrı adına yaptılar. Dinsiz olduklarını düşündükleri ve insan olarak görmedikleri yerlileri, güya Tanrının adına öldürdüler. Bu nedenle, yaptıklarından hiç hicap duymadılar. Katliam yapmakta birbirleriyle adeta yarıştılar.”

Demek ki, İstanbul’un fethinden çıkaracağımız bir başka ders; seçeceğimiz hedefimiz, kibirlenmek ve bunun sonucu olarak zulmetmek değil, hem çevremize hem de insanlığa hizmet etmek olmalıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | İSTANBUL’UN FETHİ ÜZERİNDE FARKLI BİR BAKIŞ için yorumlar kapalı

AMERİKALI YERLİLERİ KATLEDEN ANLAYIŞIN TEMELİ, MADDECİLİK

AMERİKALI YERLİLERİ KATLEDEN ANLAYIŞIN TEMELİ, MADDECİLİK

 

Kolomb ve arkadaşlarını 1492 de yola çıkaran kuvvet, yeni yerleri keşfetmek hevesi değildi. Amaç, Hindistan’ın zenginliklerine ulaşmaktı. Zenginliğe ulaşmak için denizden ve ters tarafa gitmekten başka çareleri kalmamıştı. Çünkü karadan gidiş yolunu Türkler kapatmıştı.

Nitekim gerek Kolomb ve arkadaşları, gerekse sonradan onların haricinde giden guruplar, vardıkları yerleri Hindistan olarak düşündüler. Oradaki yerlilerin de Hintliler olduklarını zannettiler. Kolomb, –en azından kendisinin başka bir açıklaması olmadığı için- Yeni Hindistan olarak nitelediği bu topraklardan geri dönerken, yerlilerden aldığı az miktardaki altın tozlarını ve ziynet eşyalarını da beraberinde getirdi. Aslında bunlar, çıktığı zorlu yolculuğun masraflarını bile karşılamaktan çok uzaktı. Bu durumda, oralara yeni seferleri yapacak masrafa katlanacak birilerini bulmak mümkün değildi. Ayrıca, dağ fare doğurduğundan, kendisinin de itibarı kalmayacaktı.

Kolomb hemen yeni bir iddia ortaya attı. Bu getirdiklerinin bazı yerlilerden değiş tokuş yöntemiyle alındığını ve onları ürkütmemek adına az miktarda olduğunu söyledi. Güya, yerlilerin ona söylediğine göre, Yeni Hindistan’ın bazı bölgelerinde altın tarlaları vardı. Tarladaki toprağın üst kısmını kazma ve kürekle biraz süpürünce, alt tarafta tamamen altın tabakası vardı.

Kolomb’un anlattığı bu hikâyelere, kanun kaçakları, borç tutsakları, çapulcular hemen inandılar. Onlarla birlikte başta Kral Fernando olmak üzere bazı zenginler de inandılar. Kral, ülkesinin birliğini yeni sağlamıştı ve paraya çok ihtiyacı vardı. Muhtemelen Kolomb’a da ilk desteği bu sebeple vermişti. Şimdi ise, paranın ilk belirtileri gelmişken, işi yarım bırakmak olmazdı.

Fakat yeni seferlere katılanlar, askerler veya daha iyi iş imkânları arayan becerikli insanlardan ziyade, İspanya’nın insan yapısındaki maddi hırsa en çok sahip olan çapulcu nitelikteki insanlarıydı. Bunlar, gittikleri yerlerde altına ulaşmak için, her türlü vahşeti uygulamaktan geri durmadılar. Hattâ, kendi aralarındaki paylaşımlarda anlaşamadıkları zaman, birbirlerine karşı zorbaca davrandılar.

Yerlilerin, yeni gelen ve güya medeni olan insanların, altın için birbirlerine karşı davranışlarından utandıklarını ifade eden hatıralar vardır. Yerlilerin bazıları, gelen medeni insanların altın tutkusunu görünce, onlara, birbirlerine düşmemeleri için, altın tarlalarının olduğu bölgelerden bahsettiler. Bahsedilen bu yerlere ulaşmak için medeni insanların birbirlerini boğazlamalarını hayretle seyrettiler.

Demek ki, konuya insanlık açısından bakınca, yerliler daha medeni insanlardı. Maddeye önem vermiyorlardı. Ama Avrupa’dan gelenleri, tamamen maddi hırs kapladığı için, her türlü vahşeti uygulamaktan geri kalmadılar. Önce dost görünerek bilgilerinden istifade ettikleri yerlileri, sonradan, vahşice öldürdüler. Barut üstünlüğüyle onları korkutmaları yetmedi. Yerlileri, aç bıraktıkları köpeklerine parçalattılar. Bu yaptıkları, maddecilik anlayışının da en dip noktasıydı. Sadece 168 kişiyle İnkaların bölgesini fethetmek Pizzaro’ya yetmemişti. Yine 550 kişi ile Azteklerin bütün varlıklarını ele geçirecek olan Cortes de, katliam yapmaktan geri durmadı.

İşin ilginç yanı, bu vahşeti uygulayan insanlar Hıristiyan inancındaydı. Bunların bir kısmı, vahşeti Tanrı adına yaptılar. Dinsiz olduklarını düşündükleri ve insan olarak görmedikleri yerlileri, güya Tanrının adına öldürdüler. Bu nedenle, yaptıklarından hiç hicap duymadılar. Katliam yapmakta birbirleriyle adeta yarıştılar.

Kolomb’un uydurduğu altın hikâyelerinden sonra, çok sayıda guruplar oluştu. Bu gurupların bazısı kendi imkânlarıyla yola çıktılar. Ayrı ayrı giden gurupların başkanları veya sonradan fiili olarak başkan konumuna geçenler, bu çabalarını krala yaranmak için yapıyor görünmeye çabaladılar. Hâlbuki asıl amaçları kendi maddeci tutkularını tatmin etmek idi. Yeni gittikleri bölgeleri, kral adına fethettiklerini söylediler. Böyle demelerinin sebepleri vardı. Kendilerinden sonra aynı bölgeye gelecekler tarafından veya kralın gönderdiği temsilciler tarafından dışlanmak istemiyorlardı. Bölgede kral adına yetkili vali olmayı, böylece istedikleri gibi hüküm sürmeyi hedefliyorlardı. En azından ilk yıllarda giden gurupların çok büyük çoğunluğu, bu anlayıştaydı.

Yeni ulaşılan yerlere giden insanları, seçerek göndermek gerekiyordu. Ama böyle bir anlayış, yöneticilerde yoktu. Çünkü onlar da maddenin esiri olduklarından, yönetime hâkim olduklarında hatalı davranış sergilediler. İspanya’da uzun süre egemen olmuş olan Endülüs Müslümanları -en azından ataları- kültür ve bilimde kendilerinden ileri idiler. Dolayısıyla, bu insanların ileri gelenlerini ülkelerinde tutmak için gayret sarf etmeleri kendi yararlarına olurdu. Yapmadılar. Diğer taraftan ülkelerindeki Yahudi azınlığa da benzer şekilde davrandılar. Hâlbuki Yahudiler, ticareti bilen insanlardı. Onlardan faydalanmaları gerekirdi. Fakat aksine, onları ülkelerinden attılar. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, yönetim, yeni gidilen yerler için, İspanya’nın yararını artıracak şekilde ciddi bir plan yapacak kapasitede değildi.

Nitekim yeni topraklara ilk olarak giden İspanya hükümeti, keşiflerden 66 yıl sonra 1558 yılında iflasını ilan ederek borç erteleme istedi. Hâlbuki yeni gidilen yerlerde ganimet elde etmek çok kolaydı. O dönemde, kara parçalarının ortasında olan diğer devletlerin zorlu savaşlar sonunda ganimet elde ettikleri göz önüne alınırsa, İspanya ganimet toplamayı çok daha az maliyetle gerçekleştirecek konumdaydı.

Fakat madde ile manâ birlikte yönetilmeyip maddenin kölesi olununca, sonuç İspanya için yıkım oldu. Avrupa’da ikinci sınıf devlet konumuna düştü. O dönemdeki İspanya’ya göre daha güçsüz ve küçük bir devlet olan İngiltere, yeni keşfedilen yerlerin zenginliklerden en çok istifade eden devlet oldu.

Bazı olayların akışı daha değişik olsaydı, elbette tarihin akışı da değişirdi. Fakat tarih, artık geçmiştir. Önümüzde umutla beklediğimiz bir gelecek var. Umulur ki, tarih içerisinde yapılan hatalardan ders alalım ve bütün insanlığın huzuru için, maddi olanla manevi olanı dengeleyerek barıştıralım.

Sosyal kategorisine gönderildi | AMERİKALI YERLİLERİ KATLEDEN ANLAYIŞIN TEMELİ, MADDECİLİK için yorumlar kapalı