TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ 5

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ ÜZERİNE 5

 

Farklı bir bakış açısıyla ulaştığımız bir sebep de şudur.  Ülkede son dönemlerde görülen huzursuzluğun bir başka nedeni, son dönem Osmanlı yönetiminin tavırlarıdır. Padişahlar ülkeyi yönetmek için, yönetim sistemini geliştirmek yerine, hem içte, hem dışta farklı güçleri dengelemeye çalışmasıdır. Bu politikasında da kısmen başarılı olmuştur. Çünkü güçlü devletler, Türkleri paylaşma hususunda aralarında anlaşamıyorlardı.

Ne zaman ki 1907’de Reval’de İngilizler ile Ruslar, Osmanlıyı paylaşma konusunda anlaşınca, işlerin rengi değişti. Çünkü bize saldıran ile bizi koruyan, aralarında bizi paylaşma hususunda anlaşmışlardı. Yalnız kalmıştık. Bizim paylaşımımız için yapılan bu anlaşmanın sonucunda oluşan uzun soluklu savaşlarda, ülke içinde asayişi sağlayan Jandarma bile cepheye sürüldü. Bu ortam, halkların yabancı devletlerce kışkırtılmalarını tetiklemiş ve halklar birbirleriyle çatışmaya başlamışlardır. Bu çatışmalar, olaylardan büyük zarar gören Müslüman halkın düşüncelerinde değişikliğe neden olmuştur. Çünkü Müslümanlar, bir yandan birlikte yaşadıkları ve kardeş gibi gördükleri diğer halkların hücumuna uğramış, öte yandan uzun yıllardır yönetim sistemini geliştirmeyen devletin yanlış uygulamalarının altında ezilmiştir.

Savaşlar döneminde bir başka gelişme de, dış devletler konusundaki algılamada olmuştur. Gerek Balkanlarda ve gerekse Doğu Anadolu’da gelişen iç çatışmalar sırasında Müslümanlar, yaşadıkları vahşetten yabancı devletleri sorumlu tutmaya başladılar. Hattâ McCarty’nin, Ermenistan’daki İtilâf güçlerinin Yüksek Komisyonunda görevli Amerikan irtibat subayı H.V. Byran’dan aktardığına göre, Osmanlılarla en az iletişimi olan ABD de, bundan nasibini almıştır. 1919’da Byran, Ermenilerin davranışlarından dolayı, bölge Türklerinin Amerikalılardan nefret etmesinden rahatsızlık duymuştu. ABD hakkında böyle düşünen Türklerin, kendilerine doğrudan saldıran devletler hakkındaki fikirlerini tahmin etmek zor değildir.

McCarty’ye göre, yüzyıllar süren Osmanlı yönetiminde, farklı dine ve etnik guruba bağlı olan insanları bir kazanda eriterek tek “ulus”a dönüştürme gayreti hiç güdülmemişti. Osmanlı yönetimindeki bu anlayış, 19. Yüzyılda başlayan “milliyetçilik” akımı sırasında da devam etti. Ama yazara göre,  milliyetçilik dalgası Osmanlı Hıristiyanları arasında yayıldıkça, Osmanlı azınlıklarının milliyetçiliği, İtalyan ve Almanlarda görülen “ırkçı” karaktere büründü. Birlikte yaşadıkları Hıristiyanların bu tavırlarından çok acı çekmiş olan Müslümanlar, belki aynı milliyetçilik anlayışını kabul etmediler. Ama Hıristiyanların bu tavırları, milliyetçilik anlayışının Müslüman halk arasında da konuşulmaya başlamasına vesile oldu. Müslümanların, diğer halklarla aynı milliyetçilik anlayışına sahip olmadıkları, Yunanlıların Batı Anadolu’dan hızla çekilmeleri sırasında kendisini gösterdi. Türkler, yaşadıkları vahşete rağmen, benzer bir karşılığı vermediler. Ama ırkçı olmayan milliyetçilik fikrine sıcak bakmaya başladılar.

Diğer yandan, Batı Anadolu’nun işgali, insanların vatan algılamasında da değişikliğe sebep oldu. Vahşetten kaçmak isteyenler için, gidecek çok az yerleri kalmıştı. Sadece Orta ve Doğu Anadolu’nun bir kısmına gidebilirlerdi. Ama oraları da işgal edilecek olursa ne yapacaklardı. Artık onları bağrına basacak hiçbir ülke kalmadığını anladılar. Dünyada bağımsız hiçbir Müslüman ülke kalmamıştı.

Batı Anadolu’nun işgali sırasında payitaht İstanbul, İtilâf güçlerinin eline geçmişti. Dolayısıyla Osmanlı Sultanı, halkını korumaktan acizdi. Zaten, İstanbul’un işgal edilmesi vakasından önceki uzun yıllarda da Sultanlar, halkı koruyamamışlar, vahşeti önleyememişlerdi. Şimdi artık yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştı. İnsanlar, Mülk köyünden Fatma ninenin söylediği, “bir şeyler yanlış gidiyor, bir yerlerde hata var kızım” sözünü kendilerine sormaya başlamışlardı.

Müslümanlık anlayışından, Türklük algılamasına geçilmesinin tarihi bir sebebi daha var. Eğer bahsedilen bu sürgünler ve ölümler, yani mezalim, 1800’lü yılların ilk yarısında yaşansaydı, Türklük algılamasının olması ihtimali zayıftı. Çünkü bu yıllarda Türklük horlanır olmuştu. Yöneticilerin çoğu Türk olduklarını neredeyse unutmuşlardı. Türk olmanın onurunun henüz pek farkında değillerdi. Bilindiği gibi, ilk kurucu padişahlar kendilerinin soyunu neredeyse Oğuz Kağan’a kadar götürmeye çalışıyorlardı. Ama Kanuni döneminde, Hoca Saadettin Efendi, yazdığı Hoca Tarihi kitabında, sadece Osmanlının kuruluşundan itibaren bahsetti. Bu durumun ileride Türklük şuurunun zayıflamasına, Müslümanlığın öne çıkmasına yol açmış olması ihtimali kuvvetlidir. Bilhassa İstanbul’da Türkler, “köylü” yaftasıyla küçümsenmeye başlanmıştı.

İşte, Türklüğün gururunun unutulduğu ve Türklüğün horlanmaya başlandığı bu ortamda beklenmedik bir gelişme oldu. !893-1899 arasında Orhun Abidelerinin net bir şekilde okunmasıyla Türk’ün tarihinin Müslümanlık öncesi geçmişi ortaya çıkmaya başladı. Fransız tarihçi Leon Cahun’ın 1896’da yazdığı “Asya Tarihine Giriş, Türkler ve Moğollar” adlı eserinin 1899’da Türkçeye çevrilmesiyle yeni bilgiler edinildi. Bu yeni bilgiler hem Osmanlıda hem de Karadeniz’in kuzeyindeki okumuş Türklerde bir heyecan dalgası oluşturdu.

İşte bütün bu saydığımız ve bizim henüz aklımıza gelmeyen diğer yaşananlar, halktaki fikirlerin değişimine sebep oldu. Önce, Birinci Dünya Savaşı başladığında, Enver Paşa önderliğinde bir diriliş yaşandı. Çantada keklik görülen Türkler, çok ciddi bir hamle yaptılar. Balkan Savaşlarında bittiği zannedilen ve tarihi bir varlık haline geldiklerine inanılan Müslüman Türkler aniden dirildiler. Ama hem dış şartlar aleyhlerineydi, hem de içteki ihanetlerin sonu gelmiyordu. Bu hususu daha iyi kavramak için bir İngiliz casusunun hatıralarında yazdığı şu ifadelere bakmak yeterli; “Enver Paşanın anlayamadığı belki de tek İngiliz casusu bendim. Bir gün Enver, benim omzuma üzüntüyle yaslanarak, ‘her tarafta İngiliz casusu var. Çaycım bile İngiliz casusu çıktı’ dedi.”

Bir diğer önemli dış gelişme ABD’nin tavır koymasıyla oluştu. Rusya’nın saf dışı kalmasıyla zayıflayan İtilâf Güçlerine, Amerika’nın destek vermesi dengeleri değiştirdi. Buna, Almanların Hindistan-Afganistan civarında yaptıkları strateji hatası da eklendi. Ayrıca, daha önce verilmiş kapitülasyonlar ve Duyunu Umumiye borçları gibi şartlarla maddeten güçsüz olmaları da eklenince, Türkler, dirilmelerine ve savaşın sonlarında 15 Eylül 1918’de Bakü’ye girmelerine rağmen yenildiler.

Halkta değişen bu düşünceler, büyük önder Mustafa Kemal’in çıkışıyla netleşmeye başladı. Nitekim McCarty’nin ifade ettiği gibi, Mustafa Kemal tek başına savaşmadı. Arkasında seferber olmuş bir millet vardı. Artık kendilerinin Türk ulusu olduğunu düşünmeye başlamış olan insanlar ve Türklüğüyle gurur duyan önderler vardı.

En azından son elli yılda yaşanan vahşetlerin sonucu oluşan mülteci göçleri ve ölümler, Mustafa Kemal’in mantıklı davranmasına vesile oldu. İnsanların kafalarındaki fikrin olgunlaşmaya başladığını gördü. Ama Napolyon gibi yapmadı. İçte biriken enerjiyi dışarıya yöneltmedi. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” dedi. İçteki enerjiyi reformlara yönlendirdi. Haşmetli tavırları değil, zor olanı, halkla birlikte olmayı seçti.

Türkiye Cumhuriyeti yönetiminin yaptığı bazı reformlara en çok direnenler, vahşeti, ölümleri ve mülteci göçlerini en az yaşayan bölgelerdir. Acıları yaşayan bölge insanlarında, “eğer ciddi değişimler olmazsa, devletin batacağına olan inanç” hâkimdi. Ama bu düşünce, yurtlarından kovulmamış ve mezalimle karşılaşmamış bölgelerin insanında daha zayıftı. Bu farklı yaşam şartları ve reformlara tepkilerindeki zıtlık, yukarıda aktardığımız tarihi temellerin geçerli olduğunun bir göstergesidir.

Sonuçta Türkler, başka hiçbir ülkenin başaramadığı bir hızda reformları gerçekleştirdiler. Muhafazakâr yapılarına rağmen başardıkları hızlı reformlar, Türklerden başka hiçbir milletin üst üste bu kadar vahşete muhatap olmadığının, en çok acı çeken halk olduklarının bir diğer göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ayrıca Türklerin, tarihin her döneminde görüldüğü gibi, bağımsızlıklarını kaybetmeden zamana ve şartlara uyarak devletlerini sürdürme özelliklerinin varlığının da bir nişanesidir

Sosyal kategorisine gönderildi | TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ 5 için yorumlar kapalı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ 4

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ ÜZERİNE 4

 

Savaşı çıkaran Almanya’ya yapılmayan işgal, Türklere hem de aşırı olarak yapılmıştır. İngiltere desteğindeki Yunanlıların, işgal ettikleri Batı Anadolu’da yaptıkları mezalimler, Müslümanların, gerek Doğu Anadolu ve Kafkaslarda, gerekse Balkanlarda karşılaştıkları vahşetlerden sonra, bardağı taşıran son damlalar olmuştur.

Yunanlıların gelmesiyle, bölge insanının yaşadıklarını ve düşüncelerindeki değişimi, Halide Edip Adıvar’ın, Mülk köyünden Fatma nineden aktardığı şu sözlerde görmekteyiz: “Bir şeyler yanlış gidiyor, bir yerde hata var kızım. Eski günlerde, Allah’ın başımıza sardığı tek derdin jandarmalar olduğunu sanırdık. O zamanlar, Sultanın bizim cefa çektiğimizden haberi yok derdik. Cefa? Şimdiki halimizle kıyaslandığında, o günlerde cennetteymişiz.”

Batı Anadolu’nun işgali öncesindeki yıllarda, bölgeye çoğunlukla Balkanlardan ve kısmen Doğu Anadolu’daki savaş ortamından kaçıp gelmiş bir milyondan fazla mülteci yerleştirilmişti. Bölgede yaşayanların arasında, daha önceki sürgünlerde bu bölgeye yerleştirilmiş Kafkasya veya Kırım’dan gelen Müslümanların çocukları ve torunları da vardı.

Yazarın bu hususlarla ilgili olarak aktardığı şöyle: “Balkanlar bahsinde de görüldüğü üzere, Osmanlı yönetimi, halkları dinleri üzerinden tanımlıyordu. Hıristiyan ve Müslüman tebaa vardı. Ama bilhassa Yunanlıların Batı Anadolu’ya gelerek bölgeyi viraneye çevirmesinden sonra, anlayışlar değişmeye başladı. İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold’ın kullandığı virane sözü, sadece binaların ortalama yarısından fazlasının yakılıp yıkılması değil, mahsullerin ve çiftlik hayvanlarının da büyük çoğunluğu telef olduğu için yapılan bir tanımdır. Nitekim Batı Anadolu’nun köylüleri için savaşın etkileri, Türk ordusunun son zaferinden yıllar sonra uzun süre hissedilmeye devam etti.”

Bölgede yaşanan bu işgalden sonra artık, sadece yerli halkta değil, göçlerle gelmiş insanların önemli bir bölümünde de, Müslüman kimliğin yerini Türk kimliği algılaması almaya başladı. Örneğin, elli yıl önce Osmanlıya sığınmış olan Çerkezler, bu son olaylara kadar kendi aşiret reislerinin emirlerini, devlet yöneticilerininkine tercih ederlerdi. Ama Yunan işgali, onları da etnik kimliklerinin pek çok karakteristiğini hâlâ muhafaza etmelerine rağmen anlayış değişikliğine yol açtı. 1920’ye gelindiğinde, sadakatleri bakımından, artık onların da küçük bir gurubu hariç, kendi aşiret reislerini değil, milliyetçileri destekleyerek Türkleşmişlerdi. Benzer durum, Balkanlar ve Kafkasya’dan mülteci olarak gelen diğer guruplarda da yaşandı.

Bölgedeki bu Türklük algılamasının bir sebebi daha var. Bölgeye göç etmeden önce vahşeti yaşayanların ve çocuklarının, göç ederek sığındıkları ve vatan olarak gördükleri Batı Anadolu’da, benzer mezalimi ikinci defa yaşamalarıdır. McCarty’nin verdiği rakamlara göre, Yunanlıların Batı Anadolu’yu işgalleri sırasında yaklaşık 640.000 Müslüman ölmüş, 860.000 civarında insan da mülteci durumuna düşmüştü. Bölge halkının yaşadığı bu olaylar, geçmişte serhat boylarındaki Müslümanların yaşadıklarıyla birleşince, 5 milyon civarında ölüm ve 5,5 milyon civarında sürgün gibi, büyük rakamlara ulaştı. Askerlerin dâhil edilmediği, sadece sivillerin ölümünün ve sürgününün toplamı olan bu rakamların büyüklüğü ve sürekli felâketle karşılaşmalarının insanların düşüncelerindeki değişimi tetiklediği aşikârdır.

Bölge insanının fikirlerini etkileyen diğer bir uygulama şöyledir. Yazarın aktardığına göre, Yunanlı kumandanlar, işgal ettikleri bölgelerdeki geleneklerine bağlı olan Müslüman toplumun saygı duyacağı tipten, yaşlı ve nispeten tutucu olan Türklere yanlış davrandılar. İstanbul Hükümetine bağlı kalacağa benzer karakterdeki Osmanlı yöneticilerini sorgusuz sualsiz alıp götürdüler. Kentlerden alınıp götürülenlerden bir daha haber alınamadı. Yunanlı kumandanların bu uygulamaları, meydanda Türk otoritesi olarak, sadece Milliyetçileri bırakmış oldu.

Bir diğer sebep de, önce Doğu bölgesindeki Ermenilerin Erivan’a göç etmeleri, bir kısmının da o dönemde savaş bölgesi dışında kalan Suriye’ye sürgün edilmeleridir. Daha sonra, Yunanlıların savaşı kaybetmesiyle korkuya kapılan bölge Rumlarının bir kısmının Anadolu’yu terk etmesi ve savaş sonrasında, Batı Anadolu’daki Rumların kalanlarıyla, Yunanistan’daki Müslümanların –Batı Trakya hariç- takas edilmeleridir. Böylece Anadolu, tamamen Müslüman çoğunluğa ulaşmış oldu. Hem Ermeni hem de Rumların gitmesi, halkta Türklük şuurunun yayılmasında etkili oldu. Diğer yandan, Hıristiyanların takası ve göçleri açısından bakılınca, Anadolu’da yaşananlar, aslında Anadolu Hıristiyanları için de felâket getirmiştir.

Bir başka sebep, son elli yıldır vahşeti yaşamış Müslümanların, Osmanlı Sultanlarına güvenlerinin azalmasıdır. Sultanın kendilerini koruyacağına inanç zayıflamıştır. Zaten maddeten çok zayıflamış olan Osmanlı yönetimi, bütün iyi niyetine rağmen, ülkeye sağ olarak gelebilmiş mültecilerdeki hastalıkları ve gıdasızlığı önleyememiştir. Çünkü bir taraftan kapitülasyonlar ve Duyunu Umumiye, diğer yandan cehalet ve üretimin düşmesi sonucu, devlet çok güçsüzleşmişti.

Diğer yandan, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Sultanının Halife sıfatıyla, Müslümanları Osmanlının yanında savaşa çağırmasına rağmen, bazı Arapların ve bazı Kürtlerin tam tersini yapmalarıdır. Hindistan Müslümanlarından toplanan askerler ( o dönemde Pakistan, Hindistan’dan ayrılmamıştı), İngilizler tarafından kandırılmaları sonucu, Çanakkale’de Türklere karşı savaştılar. Ama Kurtuluş Savaşı sırasında Hindistan Müslümanları, Muhammed İkbal’in konuşmaları sayesinde gerçeği gördüler, ellerinden geldiğince milliyetçilere maddi yardım yaptılar.

Daha önceki yıllarda Osmanlı Devleti Ruslara yenildiğinde, bazı Avrupalı devletler Osmanlıyı kurtarıyorlardı. Ama bu son savaşta hiçbir dış yardım almadan, sadece Milliyetçilerin mücadelesiyle kurtulmuşlardı. Müslüman Arap ve Kürtlerin bazılarının düşmanlarla işbirliği yapmışlardı. Sonunda Sultan tarafından değil, milliyetçiler tarafından kurtarılmışlardı. Bu gerçekleri gören halkın da, kendisini Müslüman olarak değil, Türk olarak görmeye başlamasına ve sultan yerine milliyetçilere güvenmesine sebep olduğu düşünülebilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ 4 için yorumlar kapalı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ 3

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ ÜZERİNE 3

 

McCarty’nin Alan Fisher’dan aktardığına göre Ruslar, ilk olarak 1772’de, en az 100.000 kişilik Tatarlara topraklarını terk ettirmeleriyle başladılar. Sürülen Tatarların yerine diğer bölgelerden getirilen insanları buralara yerleştirdiler. 1783’te ise, Çariçe Katerina Kırım’ı Rusya’ya ilhak ettiğini ilân etti.

Aşağıda aktardığımız anlatımlar, tamamen yazarın kitabından alıntıdır.

“Rus yöneticileri, ileride kullanmak üzere bu yöntemden ders çıkarttılar. Kafkasya’da ele geçirdikleri topraklarda benzer yöntemleri uyguladılar. Kırım Tatarlarından farklı olarak, diğer Müslümanlar idari baskıya boyun eğmediler; bu durumda onların katlanmak zorunda kaldıkları baskı; katliam, talan ve evlerle köylerinin yakılıp yıkılması gibi, daha şiddetli oldu.

19. ve 20. yüzyıllardaki savaşların her birinde Müslümanlar topluca katledilmiş ve evlerini terke zorlanmışlardı. Milyonlarca Müslüman ölmüş ve milyonlarcası da sürülmüştü. Her savaş, diğerlerinden farklı bir seyir takip etti, fakat hepsinin de Müslümanların üzerinde bıraktıkları etki aynı oldu, yani büyük sayılarla öldürülüp yurtlarından kovuldular. Osmanlı’nın kayıpları, sadece askeri ve politik olmakla kalmadı, çoğunlukla kitlesel göçlerin yanı sıra yüksek sayıda can kayıplarına sebep oldu. Bu süreçte ölenler sadece Müslümanlar olmamakla beraber, Yunan, Bulgar ve Ermeni ölü sayıları, Müslümanlarınkiyle kıyaslanamayacak kadar küçük kaldı…Bu kitabın ileriki bölümlerinde Müslüman göçlerinin ve can kaybının tarihsel anlatımı seçildi. Müslümanların çektiği cefanın anlatılması yerindedir, çünkü Müslümanların topraklarının küçülmesi ile milletlerin kovulması birbirini takip eden tarihsel olaylardır ve resmin tamamını göstermeye yarar. Zaten Müslümanların kaderi anlaşılmadan, Rusya ile Osmanlı İmparatorluklarının genel tarihi ve her iki imparatorluğun Müslüman olmayan halklarının tarihi anlaşılamaz.

1856-1864 arasındaki kısa sürede Ruslar, Kafkasya’yı tamamen kontrol altına aldılar. Yazarın, üç ayrı tarihçinin eserlerini inceleyerek makul olduğuna inandığı sonuçlar şöyle. Bu dönemde 1.200.000 Kafkasyalı Müslüman evlerinden kovuldular. Osmanlı topraklarına doğru mecburi göçe çıktılar. Bunların yaklaşık 400.000’i yolda öldü. 800.000. kişisi göçü tamamladı. Ama bunların da tahmin edilemeyen bir kısmı ulaştıkları Osmanlı topraklarında çiçek, tifüs ve iskorbütten kırıldılar. Göçmenlerin getirdiği bulaşıcı hastalıklar bir kısım yerli halkın da ölmesine sebep oldu. Hattâ göçmen Çerkezlerin geldiği Trabzon’da, Nisan 1864’te yerli halk, kendilerini göçmenlerin getirdikleri hastalıklardan korumak için, şehri bir süreliğine terk etti. Göçmenlere kucak açan Osmanlı Devletinin durumu zaten zayıf olduğu ve hiçbir Avrupalı kuruluş yardım etmediği için, hem göçü ölmeden başaranların, hem de yerli halkın çilesi bitmedi.”

O yılların nüfusuna göre bu kadar çok sayıda insanın, yollarda ölümü göze alarak evlerini terk edip göçmelerine sebep olan olayların vahametinin boyutlarının çok ciddi olduğu açıktır. Biz bu olayları en hafif cümlelerle anlatan bir alıntıya yer vereceğiz.

Yazarın aktardığına göre, bu katliamlara şahit olan Kont Leo Tolstoy, Kafkasya’nın Müslüman köylerini Rusların ele geçirişini şöyle anlatır: “Avullara (köylere) gece vakti baskın vermek adet olmuştu. Çünkü o saatte yakalanan kadınlar ve çocuklar şaşkınlıktan kaçacak zaman bulamıyorlardı. Rus askerlerin gecenin karanlık örtüsü altında yaptıkları o kadar feciydi ki, hiçbir resmi harp yazmanı bunları kaleme alacak gücü kalbinde bulamazdı.”

Osmanlı Devletinin zayıflığı bilhassa 1877-1878’de Ruslarla yaptığı savaşları kaybetmesiyle doruk noktasına ulaştı. Bu zayıflık, en çok Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ve Musul vilayetinde kendisini gösterdi. Bırakın asker gücünü zaptiye (jandarma) gücü bile çok zayıflamıştı.

Bu durumu fırsat bilerek ilk harekete geçenler, bazı talancı Kürt aşiretleri oldu. Onları 1879’da, Rusların kışkırttığı ihtilalci Ermeniler ve Maraş’ın dağlık kasabası Zeytun’dakiler gibi, vergi vermeyi reddeden talancı Ermeniler takip ettiler. Talancı Kürt aşiretleri 1834, 1836, 1847 ve 1879’da Osmanlı askerleriyle ciddi çarpışmalara girdiler. Eğer diğer Kürt aşiretleri ve bir aşirete bağlı olmayan Kürtler onlara destek vermiş olsalardı, Osmanlı kuvvetleri yetersiz kalabilirlerdi. İsyan eden bu talancı Kürt aşiretlerinin, bağımsız devlet kurmak gibi bir düşünceleri yoktu. Amaçları zenginleşmek idi. Bu sebeple genel anlamda zenginlere saldırdılar. Zenginlerin başında Ermeniler geldiği için öncelikle onlara musallat oldular. Ama Türklerin ve Kürtlerin zenginleri de, bu saldırılardan paylarını aldılar.

Bu bölgelerdeki otorite boşluğu, daha sonrasında Rusların bölgenin bir kısmını işgaliyle farklı bir mücadeleye sebep oldu. Rusların desteğindeki Ermeniler de güçlenerek, hem Kürtlere hem de Türklere saldırdılar. Avrupalıların baskısı yüzünden Osmanlılar, Ermenilere karşı güç kullanmaktan men edildiler. Bu dönem (men edilmeleri) 1918 yılına kadar sürdü. Bölgedeki halkların hepsi acı çektiler. Ama en büyük kayıpları ve acıları Türkler yaşadılar.

McCarty yukarıda aktardığı bu çatışmalar hakkındaki düşüncesini şöyle ifade etmiştir: “Rusların Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki istilalarının en kötü etkisi, belki de her iki toplumun da sonunu getiren, Müslüman-Ermeni kutuplaşmasının yaratılmasıyla aralarında karşılıklı bir güvensizlik ve düşmanlığın yerleşmesine sebep olmasıdır.”

Osmanlının doğusunda, Rusların politikalarının sebep olduğu halklar arasındaki bu ayrışma ve güvensizliğin aynısı, Osmanlının batısı olan Balkanlarda da yaşandı. Ruslar, Balkanlardaki Slavları koruma bahanesiyle Balkanlara yerleşmek istiyorlardı, Bu hedeflerine ulaşabilmek için bölge halklarının arasına düşmanlık oluşturmaya çalıştılar. Bölgeye hâkim olma hedeflerinin önlerindeki en önemli engel, bölgede yaşayan Türk halkı idi. Türklerin bölgeden sökülüp atılması için de, halklar arasında düşmanlık oluşması gerekiyordu. Benzer planlar yapan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve diğer bazı Batılı devletlerin de katkılarıyla, bölge halklarının huzuru, dışarıdan yapılan müdahalelerle bozulmuş oldu.

Gerçekten de Balkanlardaki Türk halkı, tarihin gördüğü en şiddetli acılardan birini yaşadılar. Bilhassa, Osmanlı ordularının yenilerek hızla geri çekildikleri 1877-1878 Rus Savaşı sonrasında ve 1912-1913 Balkan Savaşları dönemimde çok acılar yaşandı.

Osmanlının batısında yaşanan ve dünya tarihinde benzeri pek görülmeyen bu acılar,  bazı İngiliz ve Avrupalı konsoloslarla muhabirler tarafından en vahşi ayrıntılarına kadar günlük kayda geçirilmiştir. Nitekim konuyu derinlemesine inceleyen Justin McCarty bu hususta şöyle demektedir: “Hayat kaybı ve genel zulüm bakımından, Müslüman sığınmacıların Bulgaristan’daki göçü, tarihin en vahimlerindendir.”

Ancak, biz onlardan bahsetmeyeceğiz. Bugüne kadar da, Türk yazarlar tarafından, olaylardan bütün açıklığıyla pek bahsedilmemiştir. Nitekim McCarty’nin aktardığına göre Türkler, ne mağlubiyetten bahsetmeyi, ne de acılarını abartmayı severlerdi. Edirne’deki İngiliz Konsolosu Blunt’a göre, Türklerin gurur kırıcı olaylara maruz kaldıklarında, bunlardan söz etmekten çekinme huyu olduğundan dolayı, onlara çektiklerini anlattırmak güçtür. Dolayısıyla bizim de amacımız, acıları tazelemek değildir. Bu sebeple, gözlemcilerin aktardıklarından, Türkiye Cumhuriyetinin yaptığı hızlı reformların kabul görmesinin temellerini anlamamıza yarayanları vereceğiz.

11 Ocak 1878’de Konsolos Blunt’ın, Sir Layard’a gönderdiği mesajdan bir bölüm. “Cemal Paşa, dün gece Slimniya’nın Bulgar Papazından aldığı bir telgrafta o kasabanın Bulgar halkının, Burgaz’dan gelen Türk mültecilerle birlikte sığınmak kararı aldıkları haberini aldı. Oradan İstanbul’a ulaşmaya çalışacaklarmış. Cemal Paşa Slimniya Valisine derhal emir yollayarak, kaçan Hıristiyan ve Türk halkı eşit şekilde koruması ve yardım elini uzatması talimatını verdi.” Yine Konsolos Blunt’a göre, Bulgaristan Yahudileri de Müslümanların kaderini paylaştılar. Blunt, bu durumun sebebi olarak, Osmanlı Avrupa’sındaki Yahudilerle Müslümanların birbirlerini yakın dost olarak görmelerini işaret eder ve “Osmanlılar da bu yakınlığı hissetmiş olmalılar, aksi halde Kızanlık Yahudilerini kurtarmak için asker taburlarını göndermezlerdi” diyerek durumu açıklar.

Diğer yandan Konsolosluğa vekâlet eden Edmunt Calvert 16 Eylül 1878’de, Sir Henry Layard’a gönderdiği mektubundan şunları anlatır.

“Türk yönetimi altındayken, Bulgar köylülerin can ve mal garantisi olduğu kabul edilen bir gerçektir ve Türk’ün toplumsal ve bireysel misafirperverliği de dillere destandır…Din adamlarına ayrım gözetmeksizin saygılı davranılırdı. Boş bir kiliseye kurşun sıkmak gibi önemsiz bir aşağılama işareti bile, o vilayetin tüm halkı tarafından ciddiye alınır ve devlet sorunu haline getirilirdi…Son olarak da, kamu hizmetlerine değinebilirsem: Türk yönetimi altındayken, memurların rüşvet alması veya laçkalığın en kötüsünün bile, şimdiki yerel Rus yönetimiyle kıyaslandığında tertemiz kaldığı hususunda bütün dünya hemfikirdir.”

Osmanlıların halklara davranışını, bazı yabancıların gözüyle çok kısa bir şekilde aktarmamızın sebebi, 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında yaşananların, diğer halklara ve komşularına hoşgörülü davranmaktan başka suçu olmayan Müslüman Türkler üzerindeki etkilerini daha net görebilmektir.

McCarty’nin aktardığına göre, Hıristiyanların mağdur oldukları dehşet olaylarıyla, Birinci Balkan Harbinde birbirleriyle ittifak kurmuş olan Balkanlardaki Hıristiyan devletlerin birbirlerine düştüğü İkinci Balkan Harbi sırasında karşılaşıldı. Yazar kayıtlar konusunu şöyle açıklar: “Geçmişte müttefik olan bu devletlerin birbirlerine uyguladıkları vahşet hakkında yazılı kayıtlar çok geniştir. Çünkü Avrupalı gözlemciler Hıristiyan’ın Hıristiyan’ı öldürmesi karşısında, Hıristiyan’ın Müslüman’ı öldürmesi karşısında duyduklarından daha fazla dehşete kapılmışlardı. Bu nedenle, duygularını daha etraflıca kayda geçirdiler.”

Yukarıdaki paragraf, Hıristiyanların birbirlerine yaptıkları mezalimin kayıtları hakkındadır. Dikkat edilirse, yazımızda Balkan Savaşlarında Müslümanların karşılaştıkları vahşetten örnekler vermedik. Bilhassa Birinci Balkan Savaşında, çok hızlı bir geri çekilme olmuştu ve bütün Balkan halkları işin içinde idi. Dolayısıyla Müslümanlar çok acı çekmişlerdi. Buna rağmen, Müslümanların yaşadıkları vahşetlerden bahsetmek yerine, Hıristiyanların birbirlerine yaptıklarının dehşetini aktarmanın, önyargısız insanları gerçekleri düşünmeye sevk etmek için yeterli olduğunu düşünüyoruz.

Yazar, Türklerin yaşadıklarının etkilerini diğer milletlerinkiyle karşılaştırmıştır. Aşağıdaki tespiti, Türk halkın halini net bir şekilde ortaya koymaktadır: “Fransa’nın, Alsace-Lorraine’i Almanya’ya kaptırdığı zaman, o bölgede yaşayan Fransızların katledileceği yahut sürüleceği korkusuna gerek yoktu. Avusturya’nın benzer bir talihsizliğin, İtalyan istilâsı sonrasında, Tyrol’deki Almanların başlarına gelmesini beklemesine de gerek yoktu. Oysa topraklarının fethedilmesinden, Türkler, tam da böyle bir son ile karşılaşmayı bekleyebilirlerdi.”

McCarty’nin bu düşüncesini destekleyen bir başka çok önemli bir tarihi gerçek daha vardır. Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşını çıkartarak, insanlığın büyük acılar çekmesine sebep olanların başında Almanya’nın yöneticileri gelir. Bu gerçeğe rağmen, harpte yenilen Almanya’yı hiç kimse işgal etmeye ve yurtlarından sürmeye kalkışmamıştır. Böylece Almanların, kısa sürede toparlanarak İkinci Dünya Savaşını çıkarmalarına ve insanlığın daha büyük acılar çekmesine zemin hazırlanmıştır. Hâlbuki Türkler, Birinci Dünya Savaşına mecburen katılmışlardı. Hattâ öncelikle İtilâf devletleriyle birlik olmak istemişlerdi, ama kabul edilmemişlerdi. Bu gerçeğe ve hem Karadeniz’in kuzeyinden hem de Balkanlardan sürülerek Anadolu’ya sıkıştırılmalarına rağmen, Türklerin iyice küçülmüş olan yurtları bile işgal edilmiştir.

Sosyal kategorisine gönderildi | TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARI TARİHİ TEMELLERİ 3 için yorumlar kapalı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ2

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ 2

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yapılan reformların tarihi temellerini irdelemeye devam ederken, Osmanlı Devletinin, konumuzla bağlantılı olan yapısı hakkındaki bazı düşüncelerimi paylaşacağım.

Osmanlı Devletinin özelliklerinden biri, sınıflar arası çatışmaya değil, halk arasında eşitlikçi anlayış temeline oturan uygulamalardı. Diğeri, toplumun, rekabet ve çatışmaya değil, işbirliği ve dayanışma üzerine oluşturulduğu idi. Bir başkası, her alanda itidalli davranış anlayışı idi. Devlet, sülâlelerin zenginleşmesine izin vermiyordu, bu nedenle sermayedar gurubu oluşmamıştı.

Nitekim Mehmet Akif Ersoy, bu konuyla bağlantılı olarak, Türklerin Yeniden Dirilişi mücadeleleri sırasında halka şöyle söyler: “Bolşevik tehlikesi, gözlerimizi açmak şartıyla, bizler için tehlike değil. Çünkü evvela bizde, Bolşevikliğin zuhurunu yahut hariçten sirayetini hazırlayacak sebepler yok. Ne sermaye sahiplerimiz, ne bankalarımız, ne amele meselemiz, ne arazi meselemiz mevcut değil.”

Bir başka açıdan bakarsak, Osmanlı Türk Devleti “soylu”dur, ama insanlara tepeden bakmaz. Devlet “muhteşem”dir,  fakat insanları ezmez. Osmanlı “büyük”tür, ama insanları ürkütmez.

Osmanlı Türk Devleti, zalimlere ve zorba olduğunu düşündüklerine karşı, keskin bir kılıç gibidir. Kendisine maliyetini düşünmeden, zorbanın haddini bildirmeye var gücüyle çalışır. Ama masum ve mağdurlara karşı, hep koruyucudur.

Halk, kendilerinin can ve mal güvenliklerini sağladığına inandığı devletlerine katkıda bulunabilmek için, kendi aralarında teşkilatlanmışlardı. Vakıflar, Loncalar, Tekkeler, Zaviyeler gibi kurumların amacı, hem insanlara, hem de devlete, elden geldiğince hizmet etmektir. Bir yazımızda bahsettiğimiz “hayırsever insan” modeli, böylece ortaya çıkmıştır.

Osmanlı tarihini ve yapısını irdelemeyen Karl Marks, Osmanlı Devletini bir doğu kültürü olarak görür ve şöyle der: “Doğu, genelleşmiş köleliktir.” Dolayısıyla, kendi rehavetine bırakılamaz. Gerekirse zorla, Batıya bağlanmalıdır. Nitekim Marks ve benzer düşüncedekilerin bazısı, Çarların, Asya’yı topraklarına katmasını, Fransa’nın Cezayir’i işgalini, ABD’nin, Kaliforniya’yı Meksika’dan almasını, “oralara uygarlığın götürülmesi” olarak nitelemişler ve alkışlamışlardır.

Osmanlı Devletinin yukarıda bahsettiğimiz manevi özelliklerinden habersiz olan veya kavrayamayan Karl Marks’ın, sadece yukarıdaki düşüncesinde değil, kurduğu maddi temelli teorisinde de yanıldığı, çekilen çok büyük acılar sonucunda çökmesiyle anlaşıldı.

Aslında Marks gibilerin bu söylemleri, sömürü düzenine karşı savundukları kendi fikirleriyle çelişmektedir. Bu çelişkilerinin sebebi, muhtemelen, doğulu toplumların değişmezliği şeklindeki inançlarıdır. “Onlar kendiliklerinden başaramayacaklarına göre, mecburen böyle olması gerekir” diye düşünmüş olmalarıdır.

Peki, bizim yukarıda bahsettiğimiz Osmanlı Devletinin özelliklerine ve halktaki, devleti yöneten sultana olan güvene ve bağlılığa ne olmuştu ki, Mehmet Akif Ersoy, Sıratı Müstakim dergisinin 11 Temmuz 1912 tarihli sayısında aşağıdakileri yazıyordu.

“Ben çocukluğumdan beri: ‘-Biz yaşayamayız…Avrupalılar terakki etmiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!…’ nakaratından başka bir şey duymadım.

Bize hep ümitsizlik aşıladılar. Kendileri de ümitsiz bir haldeydiler. Yüzbinlerce halk bu devletin batacağına kani idi.”

Merhum Ersoy’un son cümlesi olan “yüzbinlerce halk bu devletin batacağına kani idi” sözü, makalemizin başlığıyla bağlantılıdır. Bu cümlesi, halkın düşüncelerindeki değişimin sonucunu göstermektedir.

Peki, neler olmuştu da, devletin sahibi konumundaki sultanlarının, halkın haklarını ve canlarını koruyacağına inandıkları için, kendilerinin sultanın kulu olduğunu kabul edenlerin önemli bir bölümü, sultanlarına güvenlerini kaybetmişti ve devletin batacağına kani hale gelmişti.

Bu soruya daha gerçekçi cevap bulabilmek için, sadece devletin yöneticilerinin hatalarını değil, bizzat halka yansıyan, halkın hayatını doğrudan etkileyen olayları irdelemeye çalışmamız gerektiği açıktır.

Halkın çektiği sıkıntıları anlatırken, insanların normal yaşamlarında çektikleri maddi sorunları bahsetmeyeceğiz. Çünkü maddi sıkıntılar, çoğu dönemde, sadece Osmanlıda değil, bütün devletlerdeki halkların yaşamlarında etkili olmuştur.

Bizim bahsedeceğimiz sıkıntılar, halkın yaşadıkları toplu sürgünledir. Maruz kaldıkları mezalim sonucu ölümlerdir. Bütün varlıklarına el konularak, kötü şartlara zorlanarak ve hastalıklara yakalanmaları sağlanarak başlarına gelen toplu ölümleridir. Bu konularla ilgili olarak “Tarihin Aydınlattığı Gelecek” isimli kitabımın “serhat boylarında acı çeken Türkler” bölümünde bazı bilgiler vermiştik.

Bu defa kendi kitabımdan değil, ABD Louisville Üniversitesi Tarih Profesörü Justin McCarty’nin eserinden alıntılar yapacağız. Eserin adı; “Ölüm Ve Sürgün, Osmanlı Müslümanlarının Etnik Kıyımı 1821-1922”.

Başlangıçta Türkler hakkında önyargılı bir yazar olan McCarty,  incelemelerinin sonuçlarını bütün ayrıntılarıyla okuyucularıyla paylaşmış. Biz de, yazarın bu paylaşımlarının bazısını burada sizlere aktaracağız.

Bunları paylaşmamızın amacı, eski yaraları deşmek değildir. Zaten Türklerin, şahsi ve devlet olarak anlayışlarının özelliklerinden birisi de, kinlenseler bile, kinlerinin kısa sürmesidir. Hareketlerini de intikam üzerine inşa etmemeleridir. Elbette intikam düşünülen anlar olmuştur. Ama bu gibi olaylar, ya münferit kalmıştır ya da kısa sürmüştür. Bu sebeple, Müslümanların karşılaştığı vahşetlerin, kitapta bahsedilen ve insanları kinlendirecek ayrıntılarına girmeyeceğiz. Mümkün olduğunca çok azından bahsedeceğiz. Bahsedeceklerimiz de, Türk olmayan yazarların ve yabancı gözlemcilerin aktardıklarına dayanacaktır. Çünkü makalemizin maksadı mezalimden bahsetmek değildir. Sadece, Türkiye Cumhuriyetinde yapılan reformların ve Müslüman halktaki, olaylara bakışın değişikliğinin temellerini ortaya koymaktır.

Makalemizin konusunun dışında olmasına rağmen, bir gayemiz de, bundan sonraki insanlık tarihinde, böyle acılar yaşanmaması için ilgililerin ve yetkililerin dikkatini çekmektir. Bütün uyarılara rağmen insanlara toplu acılar yaşatanların mezalimlerinin, önce insanlık nezdinde anlaşılmasının sağlanması, sonrasında da gerekli cezanın insanlığı temsil edenler tarafından verilebilmesinin önünün açılmasıdır.

Yazar kitabının 1995 baskısının giriş bölümünde bu konuyu incelemeye nasıl başladığını şöyle anlatır: “Bu çalışmaya, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğundaki nüfus hareketlerini incelerken tesadüfen başladım…Çalışmamın sonuçları beni hayrete düşürdü, çünkü o zamana kadar Osmanlı tarihi hakkında okuduklarımın hiçbirisi, o dönemin korkunç boyutlardaki ölüm sayılarına beni hazırlamamıştı. İstatistikler, Müslüman nüfusun dörtte birinin yok olduğunu gösteriyordu. Bu boyutta bir kaybın, tarih kitaplarından gizli kalmış olacağına inanamadım, fakat tekrar tekrar araştırdığım belgeler beni hep aynı sonuca ulaştırıyordu.”

McCarty, bu incelemesine 1821 Yunan Bağımsızlık Savaşı ile başlar. Yazar, tarihçi George Finlay’den aktarma yaparak şu bilgileri verir. 1821 Mart ayında başlayan isyanda Yunanlı eşkıyalar ve köylüler, bulabildikleri Türklerin hepsini katlettiler. 25 Mart’tan, Nisan 22’ye rastlayan Paskalya yortusuna kadar geçen sürede on beş binden fazla Müslüman cana merhametsizce kıyıldığı…”

C.M. Woodhouse’dan aktardığı “Yunanistan’daki Türklerin ölümü, savaş zayiatı değildi. Yunan çetelerinin eline geçen tüm Türkler, kadın ve çocuklar dâhil öldürülmüşlerdi…Katliamların çoğu planlı ve serinkanlılıkla işlenmişti. Şehir ve kasabaların bütün Türk nüfusu toplanıp şehir dışına yürütülmüş ve kuytu yerlerde boğazlanmıştı…Öldürülmeden önce kadın ve çocuklara işkence yapılmıştı. Örneğin Tripolitza’daki katliam o kadar mahşeriydi ki, (çete lideri) Kolokotrones’in kendi anlatımına göre; kasabaya girdiğinde, hisar kapısından itibaren atının nalları toprağa değmedi. Onun zafer yolu, halı gibi insan cesetleriyle kaplanmıştı.”

Yukarıda vahşeti kitapta verilen ayrıntıyla aktarmamızın sebebi, yine yazarın, bu isyanın, sonraki vahşetlere örnek teşkil etmesiyle ilgili verdiği bilgiler sebebiyledir.

Aşağıda vereceğimiz bilgiler tamamen McCarty’nin kitabından alıntılardır. Yazara göre, Yunan ihtilalindeki bu davranışlar, ileriki yıllardaki Balkan ihtilallerine örnek oluşturdu. Milli bağımsızlık amacıyla Türk nüfusu topraklarından atma geleneği, 1877-1878, 1912-1913, 1919-1923 savaşlarında da tekrarlandı. Doğudaki göçler, 1772’de Tatarların Rus yönetiminden kaçıp Osmanlı’ya sığınmak arzusuyla Kırım ve çevresine göç etmesiyle başladı. 1827-1829 Rus-İran ve Rus-Türk savaşlarıyla başladı. Bunu 1853-1856 Kırım Harbi, 1877-1878 savaşı ve Birinci Dünya Savaşları ile devam etti. Ruslar 1860’ta, Kafkasya Müslümanlarıyla savaşıp onları da topraklarından sürdüler. Savaşların sonuncusu, yani 1919-1923 Türk Kurtuluş Savaşı, Müslümanların galip geldiği tek savaş oldu.

Sosyal kategorisine gönderildi | TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ2 için yorumlar kapalı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ1

TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ 1

 

Atatürk ve arkadaşlarının yaptıkları reformların, toplumun muhafazakâr yapısı dikkate alındığında, uzun zamana yayılması beklenirdi. Ama tahmin edilenin aksine, çok kısa bir süre içerisinde gerçekleştirildi. Kısa bir sürede yapılan bu reformları, daha uzun süreye yayarak bile başarabilmiş bir başka Müslüman ülke yok. Hattâ Türkiye’nin doğusunda yaşayan başka hiçbir ülke bu anlamda reform yapabilmiş değildir. Japonların yaptıkları reformlar bile bu kadar geniş kapsamlı değildir. Çarlık Rusya’sının yerini alan komünist Sovyetler Birliği de, bu kapsamda reform yapmamıştır. Mao Çin’inde de bu kapsamda reform görülmemiştir.

Yapılan reformların hızı ve uygulanış yöntemleri ile bazı reformlar bugün de eleştirilebilir. Her dönemde var olan “kraldan fazla kralcılar”, bazı reformların özünden sapmasına sebep olmuş olabilir. Ama sonuçta, muhafazakâr bir toplumda yapılan bu reformlar, o dönemde tahmin edilenden daha az bir itirazla kabul edilmiştir. Reformların çok ağır baskılar sonucu kabul edildiğini iddia etmek zordur. Reformların yapıldığı dönemdeki diğer bazı çevre ülkelerin uygulamalarına bakıldığında, bu durum daha net anlaşılmaktadır. Rusya’da Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, İspanya’da Franko, Portekiz’de Salazar yönetimlerinin uygulamaları ile Atatürk’ün yaptıkları hiçbir zaman aynı kefeye konulamaz.

Ayrıca günümüze kadar geçen bir asır içerisinde, bilhassa dini konularda bazı hatalı uygulamalarla ilgili yapılan küçük düzeltmeler dışında bir geri dönüş görülmemiştir. Hemen her iktidar, hattâ reformların bazılarına itiraz eden iktidarlar bile, zımnen bu reformları kabul ettiğini gösteren uygulamalar yapmıştır. Bu nedenle biz bu makalemizde, reformların genel kabul gördüğünü var sayacağız.

Türkiye Cumhuriyetinin gerçekleştirdiği reformların temellerini birkaç guruba toplayabiliriz.

Birincisi, Müslüman kimlik yerine, Türk kimliğine geçilmesidir. Hattâ, yeni kurulan devletin bütün Müslüman vatandaşlarının da Türk olarak değerlendirilmesidir. Bu sebeple de, devletin adına, “Mustafalılar” veya “Kemaliye” değil, “Türkiye”  denilmiştir. Azınlık olarak; Rumlar, Yahudiler, Ermeniler kabul edilmiştir.

İkincisi, eşit vatandaşlık anlayışının kabulüdür. Bilindiği gibi, devleti yöneten sultanın, Tanrı adına hareket ettiği için ülkesindeki tebaayı koruyacağı ve adaletli davranacağına inanılırdı. Dolayısıyla bilhassa Müslüman halkın, sultanın kulu olduğu fikri hâkimdi. Bu anlayıştan, yöneticiler dâhil herkesin eşit vatandaş olduğu ve hata yapan herkesin kanun önünde cezasını çekmesi gerektiğinin kabul edilmesidir.

Üçüncüsü, muasır medeniyet seviyesine ulaşabilmek için yol gösterici olarak, hurafelerle çığırından çıkarılmış bir din anlayışı yerine, bilimin görülmesidir. Bir yandan da, dinin temel kaynağı olan Kur’an’da anlatılan hakikatleri ve dinin aslının bilim ile çelişmediğini, halkın kendisinin de okuyup anlayabilmesi için, Türkçe tefsirlerinin devlet eliyle yaptırılmasıdır.

Dördüncüsü, fetih anlayışının terk edilmesidir. Dolayısıyla, bırakın yeni topraklar kazanmayı, doğdukları ve gençliklerinin geçtiği toprakları bile geri almanın düşünülmemesidir. Bu maksatla geliştirdikleri, “yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışıyla, insanların mülteci durumuna düşmeleri engellenerek, acı çekmelerinin ve ölümlerin önüne geçilme çabasıdır.

Beşincisi, yöneticilerin kullandığı dili halkın anlayabilmesi için, elitlerin değil, halkın kullandığı kelimelere ağırlık vererek dilde sadeleştirmeye gidilmesidir. Hem Türkçenin özüne dönebilmek, hem de halkın okuma yazma öğrenmesini hızlandırabilmek için de, alfabenin değiştirilmesidir. Bilindiği gibi Arapça yazım alfabesinin üç sesli harfi vardır. Bu sebeple, “Allah” kelimesi bile çoğu hoca tarafından “Ellah” şeklinde telaffuz edilir. Arapçada, aynı sessiz harflerin genizden farklı söylenişiyle (örneğin; he, hı, ha şeklinde üç çeşit “h” harfinin olması) sessiz harf açığını kapatmaya çalışır. Türklerin bu geniz hareketlerini yapmaları çok zordur. Dolayısıyla Arap alfabesi, dildeki Türkçeleştirmenin ve sadeleştirmenin önünde engel olarak görülmüştür. Bu engeli aşmak için, alfabede sekiz sesli harfi olan Latinceye geçilmesi, bir diğer büyük reformdur.

Altıncısı, yönetici olmanın sorumluluğundaki anlayış değişikliğidir. Atatürk ve arkadaşları, son asırların sultanları ve sultanın çevresindekilerin bazılarının, ülkenin perişan olduğu dönemlerde bile yaptıkları gibi, “haşmetli bir yaşam” sürmeyi tercih etmediler. En zor olanı seçtiler. Eski yöntemlere çok sıkı bağlı ve muhafazakâr bir yapıda olan insanların hayata bakışlarını değiştirmek gibi başarılması imkânsız görülen reformları gerçekleştirmeyi tercih ettiler. Böylece kendilerini her türlü riskin içine atmış oldular. Saraylarda, kasırlarda, konaklarda yaşamayı düşünmeyerek, kendi menfaatlerini en az kollayarak halka hizmetin esas alınması da, önemli bir reformdur.

Bu insanlar belki de başaracaklarına inanıyorlardı. Geçmiş yaşamlarında, gelişmiş ülkelerdeki gelişmeleri ve bizim üzerimize oynanan oyunları yakından izleyerek fikir sahibi olmuşlardı. Gençliklerinde her türlü fedakârlığı ölümüne yapmışlar, ama ülke topraklarının bir kısmını son anda ve çok zorlu bir mücadele sonunda kurtarabilmişlerdi. Hem daha önceki yöneticilerin, hem kendilerinin, hem de ülkenin sakini halkın yaşadıkları tecrübeler ve fikri değişimler olmasaydı, reformların gerçekleşmesinde böyle bir başarı pek mümkün olmayabilirdi.

Takdir edileceği gibi, bir fikrin daha rahat uygulanabilir hale gelmesi için, fikirlerin olgunlaşması ve yaygınlaşması gerekir. Bu gerçeği göremeyen, bu reformların tarihi temellerini irdelemeyen, giderek olgunlaşan fikirlerin yaygınlaştığını kavrayamayan insanlar, bunların hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini düşünemezdi.

Muhafazakâr bir toplumda, böylesine zorlu reformların kabul edilebilmesini sağlayan tarihi temeller neler olabilirdi?

Şimdi mümkün olduğu kadar kısa bir irdeleme yaparak, tarihi olayları bu açıdan ele almaya çalışalım.

Bu konuda ilk durağımız, padişah II. Mahmut olacaktır. II. Mahmut, amcası III. Selim’in öldürülmesinden hemen sonra sıra kendisine gelmişken, birkaç dakika farkla Alemdar Mustafa Paşa tarafından ölümden kurtarılarak, 1809’da 24 yaşında padişah yapıldı. Ancak, kendisini öldürmeye çalışan ve başıbozuk hale gelmiş Yeniçerilere, 17 yıl sabretmek zorunda kaldı. Bu dönemde, Ruslar ve Avusturyalılarla sınır savaşları devem ediyordu. Bu savaşlara yardım için İstanbul’dan yola çıkan Yeniçerilerin neredeyse %80’i daha Silivri’ye varmadan firar ediyordu. Yeniçeriler, dış düşmanlar yerine halkı ezmeye çalışıyorlardı.

II. Mahmut, sabrettiği bu dönemde, Halifelik anlayışını güçlendirerek İslâm Birliği fikrini geliştirmeye çalıştı. Fakat Vahhabilerin başkaldırıları, Mekke’yi ve Taif’i işgal etmeleri üzerine fikrini değiştirdi.

Amcası III. Selim’in son iki ayında birlikte aynı yerde hapis hayatı yaşadı. Yenilikçi bir padişah olduğu için isyan edilip öldürülen amcasının, bu iki ayda anlattıklarından etkilendi. Hem bu fikirlerin, hem de İslâm Birliği denemesindeki başarısızlığın etkisiyle, Rusya Büyükelçisi olan damadı Müşir Halil Rıfat Paşanın şu ikazlarına daha çok inandı:

“Eğer Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmemizden başka çare yoktur.”

Başka çare olmadığını görerek bu anlayışa gelen padişah II. Mahmut, Avrupa medeniyetinin tekniğini ve eğitim sistemini, örf ve adetlerimize zarar vermeden almak için çabaladı. Kendince, Batılılaşma için değil, muasırlaşma için gayret etti. Fakat her yenileşmede olduğu gibi, hızdan kaynaklanan, Batının kültürünü de almaya kalkışan hatalar oldu. Bu hataları, bazı dini gurupların kendisine “gâvur padişah” demesine sebep oldu.

Reformları yapmaya başlayan Padişah II. Mahmut, bir süre Topkapı Sarayında oturmadı. Beşiktaş’ta bir evde oturdu. Saraya, sadece törenler için geldi. İnsanlara tepeden bakmadı.

Dünya tarihinde tek örnek olarak, devletinin ordusunu topa tutarak yok edecek cesaretteki Padişah, yeni ordu kurma çalışmalarında da, sadece emirler vermekle yetinmedi. Bizzat içinde yaşadı. Bütün bir kışı, Rami Kışlasındaki taş odasında sıradan bir albay gibi geçirdi. Kar, yağmur, çamur demeden askerin başında talime çıktı. Bu davranışlarıyla da, Osmanlı Padişahlarının içerisinde özel bir yeri vardır.

II. Mahmut’un yaptığı ıslahatlardan diğer bazıları şunlardır.

Halkın cahil kalmışlığını kırabilmek için, ilköğretimi hem parasız hem de mecburi yaptı. Vilayetlerde rüştiye (ortaokul) açılmasını zorunlu yaptı. İlk Osmanlı gazetesini çıkardı. 14 Mart 1827 de Tıbbiyeyi açtı. Fransızca eğitim veren bu kurumdan yetişen gençler, Avrupa’nın fikir hayatını, gelişmeleri doğrudan öğrenme imkânına kavuştu. Okumuşlar için Arapçanın yanında Fransızca ikinci dil haline geldi. Bu şekilde yetişerek, Avrupa’daki gelişmeleri yakından takip eden insanlar, II. Mahmut’tan sonra da, Müslüman kalarak muasırlaşma mücadelesini devem ettirdiler.

Hükümet kurumlarını yeniden düzenledi. Bazı kurumları lağvetti. Bakanlık sistemini kurdu. Şeyhülislamlığı, İslâm milletinin bir çeşit din görevlisi haline getirdi. Bugünkü Danıştay ve Yargıtay yetkilerine sahip Meclis-i Vâlâyı kurdu.

Tercümehanelerde ilk defa Müslümanlar çalışmaya başladı ve yabancı eserler Türkçeye çevrilmeye çalışıldı. 1831 de ilk nüfus sayımı yapıldı, ama sadece erkekler sayıldı. Yurt dışına öğrenciler gönderildi. 1827 de tüfek imalatına başlanıldı. Baruthaneler kuruldu. Buharlı gemiler ve makineler alındı. Harbiye okulu açıldı. Modern anlamda subay yetiştirilmeye başlanıldı.

Anadolu’daki 18 eyalet 4’e indirildi. Valiler, devletin memuru yani mülki amiri konumuna getirildi. Vilayetlerde İl İdare Meclisleri kuruldu. Bu meclisler seçimle iş başına geldi.

Rus tarihçilerin bazıları, II. Mahmut’u, Türklerin “Deli Petro”, Rusların ise “Büyük Petro”’ dedikleri Çarlarına benzetirler. Bilindiği gibi, II. Mahmut’un yaptıkları Japonya’daki İmparator Mutsuhito’nun gerçekleştirdiği Meiji dönemi ile de karşılaştırılmaktadır. Ancak arada önemli bir fark vardır. Japon aydınları imparatoru desteklerken, Osmanlıda ise, çok az önder destek verirken, İslâm’ı hurafelerle anlatanların,  II. Mahmut’a “gâvur padişah” diyerek, onu halkın gözünde küçük düşürmeleridir.

II. Mahmut’un yaptıklarıyla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Kanuniden Sonraki En Faydalı Padişah II. Mahmut” adlı makalemizde daha geniş bahsettiğimizden burada aktarmayacağız. O makalemizin son paragrafını aşağıya almakla yetineceğiz.

“1826’daki Vakayı Hayriye, yani Yeniçerilerin yok edilmesi ile başlayan bu ıslahatların, iyi veya kötü olduğuna ileride tarih karar verecektir. Fakat sadece 1826’dan günümüze kadar, muasırlaşma çabalarının kesintisiz sürmesi bile, hareketi başlatan padişah II. Mahmut’a, “büyük padişah” denilmesi için yeterlidir.”

Ayrıca ilginçtir ki, kendisinden sonra gelen son altı padişahın ikisi oğlu, dördü torunudur. Yani, kendisinden sonraki padişahların soy atasıdır. Bu konumdaki bir padişahın, dadısı tarafından kaçırılarak çatıya çıkarıldığı için, sadece birkaç dakika farkla ölümden kurtulmasının metafizik değerlendirmesini okuyucularıma bırakıyorum.

II. Mahmut dönemi ve devamı, Türklerde var olan, zamana ve şartlara uyarak devletlerini sürdürme geleneğinin göstergelerinden biri olan bir devir olarak görülebilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | TÜRKİYE CUMHURİYETİ REFORMLARININ TARİHİ TEMELLERİ1 için yorumlar kapalı

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 5

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 5

 

Başlıktaki eserin irdelemesini sürdürelim.

Sayfa 141: “…Tam da yürümeye yeni başlayan bir çocuğun zahmetsizce yapabildiği, ama robot bilimcileri onlarca yıldır uğraştıran türden eylemler. (Yazarın diğer sayfalarda anlatımlarına göre, robot bilimcilerinin, robotun en önemsedikleri eylemleri, bardakları alması ve kapıları açmasıdır.)

Sayfa 142: “Günümüzün robotları halâ popüler hayal gücündeki insansı robotlara benzemiyor çoğunlukla…Robotlar, insanlardan daha çok uzun süreler boyunca, çok daha geniş bir ortam yelpazesi içinde hassasiyetle çalışabilirler. Dikkatleri ve çalışkanlıkları sınırsızdır.”

Son cümlede bahsedildiği gibi, ileride daha geliştirilmiş olarak yapılacak robotların, dikkatlerinin ve çalışkanlıklarının insanlardan daha fazla olacağı aşikârdır.

Ama hayallerimizdeki insansı robotları gerçekleştirsek bile, robotlara insanların sahip oldukları bütün özellikleri verebileceğimizi iddia etmek çok çok zordur. Robotların, matematik ve karşılaştırma zekâlarının bizden daha hızlı olacakları kesindir. Ancak, insanda var olan diğer özelliklerden irade, vicdan, duygu gibi unsurlara sahip olacakları düşünülemez. Bilindiği gibi, kimi insan, iyiyi kötüyü bildiği halde, iradesini kötüden yana kullanır. Kimisi, iyiden yana kullanır. Kimi insan, fakirler ve yardıma muhtaç insanlarla karşılaştığında, vicdanını değil, cüzdanını seçer. Ya hiç ilgilenmez veya duruma göre, zayıf gördüğüne eziyet eder. Kimi insan vicdanının sesini dinler. Kendisinin zarar göreceğini bilse bile, yardım etmeye çalışır. Robotlar ise, neye kodlandılarsa, onu yapabilirler.

İnsansı robotları oluştursak bile, onların yemek yeme zevkinden bahsedilebilir mi? Kendisinde çalınan bir müzikten veya başka bir faaliyetinden zevk alması ya da bıkkınlık göstermesi düşünülebilir mi?

Robotlar, karşısındakinden nefret etmeye programlanmış iken, duyduğu bir söz veya bir olay üzerine, karşısındakini sevmeye başlayabilir mi? Robotların rüya görmeleri ihtimali var mı?

Bir robotun kendiliğinden üzülmesi ve üzüntülü haldeyken, oluşan yeni bir ortam karşısında içten gelen bir şekilde sevinerek gülmeye başlaması mümkün mü? Şehvet duygusuna sahip olması sağlanabilir mi? Bir robotun, bu duyguyla yanıp tutuşurken, yaşadığı bir olaydan etkilenerek, karşısındakine olan şehvet duygusunun nefrete dönüşmesi düşünülebilir mi?

Bir robotun, karşısındakini, kendi menfaati yönünde ikna edebilmek için, inandırıcı yalanlar uydurabilmesi, yalanların, robota yüklenen program dışında kaldığında, mümkün mü?

Sayfa 152: “Doğru atomik manipülasyonla, her şeyin her şeye değişebileceği bir dünya. Fiziksel evrenin tamamen şekillendirilebilir bir platform haline getirilmesi…hayali, tıpkı süper zekâ gibi, halen bilimkurgunun alanı içinde. Bu, daha onlarca yıl uzakta olan bir tekno-fantezi ama yaklaşan dalga süreci sonuçlanırken bu fantezi de giderek netleşecek…O halde, bu dalga sadece tarihin gidişatının derinleşmesi ve hızlanması değil, aynı zamanda ondan kesin bir kopuş anlamına geliyor.”

Yazarın son cümleciği olmasaydı, tekno-fanteziye inanıp inanmadığını anlayamayacaktık. Ancak son cümlesindeki “tarihten kesin bir kopuş” sözü, “her şeyin her şeye dönüşebileceği, fiziksel evrenin tamamen şekillendirilebilir bir platform haline getirilmesi” fikrine inandığını gösteriyor.

Biz geleceği bilemeyiz, sadece tahmin yaparız. Yazarın, kitabında teknolojiyle ilgili olarak yaptığı birçok tahminin gerçekleşebileceğine, bizim de inandığımızı açıkça beyan etmiştik. Hattâ bugün için çok iddialı olan sayfa 151 deki “örneğin atomik ölçekte bir nanomotor, dakikada kırk sekiz milyar dönebilir. Ölçek büyüklüğünde, hacim olarak yaklaşık on iki kum tanesine eşdeğer malzemeyle bir Tesla’yı çalıştırabilir” fikrinin bile gerçekleşme ihtimalinin olduğunu düşünüyoruz.

Yazarın, “her şeyin her şeye dönüşebileceği bir dünya, fiziksel evrenin tamamen şekillendirilmesi” şeklindeki hayaliyle tam olarak ne kastettiği anlaşılmıyor. Eğer, bilimin faydalandığı doğadaki bazı fiziksel kaynakları dönüştürme ve şekillendirmeden başka bir şey olduğu kastediliyorsa, bizce, hayali temelsizdir. Daha önce bazı örneklerini verdiğimiz gibi, bilim, doğadaki ve evrendeki fiziksel yapıyı değiştiremez. Ancak, geliştirdiği teknolojik uygulamalarla, doğadaki bazı fiziksel kaynakları dönüştürüp şekillendirerek faydalanma ve kullanım yöntemini değiştirebilir.

Yazar daha sonraki sayfalarında, teknolojinin dört temel özelliğiyle ilgili fikirlerini şöyle aktarmaktadır:

  1. Asimetrik oluşu: Sayfa 161; “Nasıl ki küreselleşmiş ve birbirine çok bağlı piyasalar finansal krizde hastalığı her yere yayıyorsa, teknoloji de aynısını yapıyor.”
  2. Hiper evrilmesi: Sayfa 163; “Yapay zekâ, yeni malzemelerin ve kimyasal bileşiklerin bulunmasına yardımcı olmaya başladı bile.”

Sayfa 164: “En güçlü bilgisayarlardan milyonlarca kat daha güçlü olan kuantum teknolojileri, bunun moleküler düzeyde gerçekleşmesine olanak sağlayabilir.”

  1. Her yerde kullanım: Sayfa 165; “Yapay zekânın en umut vaat eden alanlarından biri –ve bu tatsız tablodan çıkmanın bir yolu- otomatik ilaç keşfidir. Yapay zekâ teknikleriyle, olası moleküllerin geniş alanı tarayarak, yakalanması zor ancak faydalı tedaviler aranabilir.”
  2. Otonomi ve ötesi: Sayfa 171; “Yaklaşan dalganın çelişkisi, getirdiği teknolojiler bizim ayrıntılı düzeyde kavrama kabiliyetimizle büyük ölçüde dışında olsa da, onları yaratma ve kullanmanın halen kabiliyetlerimiz dâhilinde olmasıdır.”

Yazarın, teknolojinin dört temel özelliği olarak aktardığı bu fikirlerine, biz de katılıyoruz.

Yazar, Goril Problemi sözünü, sayfa 172’de bir bölüm başlığı olarak kullanıyor. Yapay zekâ araştırmacısı Stuart Russell’a ait olan “Goril Problemi” kavramını, yazar kısaca şöyle açıklamaktadır: “Goriller, insanlardan daha güçlü ve sağlamdır. Ama cılız kaslarımıza rağmen, büyük beynimizle onları hayvanat bahçesine kapatıp dizginleyen bizleriz.”

Sayfa 172:  “Bizden daha akıllı bir şey yaratarak, kendimizi primat kuzenlerimizin pozisyonuna sokabiliriz.  Uzun vadeli bir yaklaşımda Yapay Genel Zekâ senaryolarına odaklananlar endişelenmekte haklılar.”

Yazarın bu ifadesinden ilk anlaşılan, bizim atalarımız olan insanların (yazarın tanımıyla homo teknolojikus), binlerce yıl önce, primat kuzenlerimiz tarafından yapay zekâ benzeri bir şekilde oluşturulduğu, bizim de, bizi yaratan primat kuzenlerimizi yok ettiğimiz fikridir. Bu fikrine dayanan yazar, şimdi de bizim oluşturacağımız Yapay Genel Zekâların da, ileride bizleri yok etme ihtimalinden endişelenmekte haklılar diyor.

Yukarıdaki primat kuzenlerimiz hususundaki ifadeler, yazarın sayfa 117’de aktardığı  “yaşam, kendi kendini yöneten, rehbersiz bir süreç içerisinde, çok yavaş bir halde evrildi. Sonra, sadece şu son birkaç on yılda, yaşamın ürünlerinden birisi olan insanlar her şeyi değiştirdiler.” sözleriyle çelişiyor.

Eğer yaşam, çok yavaş bir süreç içerisinde evrildiyse, primat kuzenlerimiz nasıl yok oldular?

Eğer onları, yani primat kuzenlerimizi, onların yarattığı bizler yok ettiysek, bizim bu gelişmelerden sonra, neden birdenbire zekâmız durdu, teknolojimiz yok oldu ve bugüne kadar çok yavaş bir halde evrildik?

Eğer biz, primat kuzenlerimizin zaman içerisinde çok yavaş evrilmesiyle bu hale gelmişsek, son birkaç on yılda yaşadığımız söylenen çok hızlı evrimleşme nasıl oluştu?

Bu cevabı zor soruları düşünürken, yazarın sayfa 173’de homo teknolojikus olarak nitelediği bizlerin, kendi yaratımımızın altında kalabileceğimizi ifade ettikten sonraki şu sözlerine bakalım: “Bunlar gibi riskler varken sorulacak asıl soru, bunu kaçınılmaz olarak görmemenin neden bu kadar zor olduğudur.”

Hâlbuki bizce, asıl soru bu değil. Çünkü mantıklı düşünülünce, hiçbir yaratıcının, kendisinden her yönden daha üstün bir varlık yaratmayı düşünmeyeceği gibi, düşünse bile, gücünün de yetmeyeceği aşikârdır. Bu kesin gerçeğe rağmen, bir an için, yazarın haklı olduğunu varsayalım. Böyle bir durumda, bizim yarattığımız ve bizden daha üstün varlıkların, bizi yok etmek yerine, bizleri kendiişlerinde esir olarak kullanmayı düşünmeleri daha akla yatkındır. Bir başka akla yatkın olan husus da, bizim yarattıklarımızın, insanımıza ve gezegenimize vereceği zararın, kötü niyetli insanların yeni teknolojileri kendi menfaatlerine kullanmalarıyla verecekleri zarardan daha az olacağıdır. Çünkü bizim yarattıklarımız bizden daha üstün iseler, bu gezegende yaşayabilmenin hevesini ve mutluluğunu tadacaklardır. Dolayısıyla, gezegene bizden daha az zarar vermeye çalışacaklardır.

Nitekim yazarın sayfa 298-300 arasında, 1980’lerde kurulan Japon Aum Shinrikyo (Yüce Gerçek) isimli kıyamet tarikatı hakkında bize verdiği bir bilgi de bizim bu fikrimizi desteklemektedir. Yazara göre bu tarikat, kıyametin yakında kopacağına ve yalnızca kendilerinin hayatta kalacaklarına inanıyor. Bu tarikat, bünyesinde bilim insanları da olan 40-50 bin üyeye ve bir milyar dolardan fazla varlığa sahip olmuş. Başka insanları topluca öldürmeye çalışmışlar. Ama bu teşebbüsleri, biraz şans eseri, biraz da yetersiz teknolojileri sayesinde felâkete yol açmamış.

Bizim yarattıklarımızın, bizim kötülerimizden daha az zarar vereceklerini düşünmemin bir başka sebebi, bizden daha üstün olan yapay genel zekâların, akıllarını biz insanlar kadar “hinliğe” çalıştıracaklarına daha az ihtimal vermemdir. Ayrıca bizden üstün olarak yarattığımızı farzettiğimiz bu yapay genel zekâların, kendi nesillerini sürdürebilecekleri özelliklere sahip olma ihtimallerinin yok seviyesinde olmasıdır.

Takdir edileceği gibi, toprağa ne ekersek onu biçeriz. Arpa ektiğimiz yerden buğday çıkacağını düşünmek ne kadar mantıksızsa, yapay zekâların da, bizim verdiklerimizden başkasını bize vermesi düşünülemez. Bir hastalığı, yapay zekâ ve biyoteknolojideki gelişmeler, bizden daha çok iyileştirebilir. Ama biz hasta ile ilgili verileri yapay zekâlara yanlış yüklersek, yapay zekâ da yanlış karar verir.

Kelvin Kelly’nin “Üretkenlik, robotlar içindir. İnsansa, boşa vakit harcama, deneyler yapma, oynama, yaratma ve keşfetmede üstüne yoktur.” sözü gerçeği anlatmaktadır.

Mustafa Süleyman’ın eserinde, bazılarının “Tanrı’yı, insan yarattı” şeklinde bir anlayışa yol açabilecek olan bazı ifadelerin, yazarın diğer bölümlerdeki aynı konuyla ilgili aktardıklarıyla çelişmekte olduğunu gördük. Demek ki, Yaklaşan Dalga kitabına dayanarak, Tanrı’yı insanın yarattığını iddia etmek, en hafif deyimiyle, yazarı kendi fikirlerine alet etmektir.

Bing-Bang teorisi bile, Tanrı’nın, kâinatı sıfırdan yarattığını ifade ederken, zihninin ve yaşadığı ortamın sınırları olan insanın, sıfırdan; akıllı, şuurlu ve duygulu bir canlı yaratacağını iddia etmek, önüne daktilo konulan bir maymunun, Shakespeare’in Hamlet eserini yazabileceğini savunmaktan daha imkânsızdır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 5 için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

RAMAZAN BAYRAMI, AÇLIĞI VE AÇLARI ANLAMAMIZIN BİR HEDİYESİ OLARAK, HEM KENDİMİZİ HEM DE BAŞKALARINI SEVİNDİRMEMİZ İÇİN, YÜCE YARADAN’IMIZIN BİZE VERDİĞİ BİR LÜTUFTUR. BU LÜTFU ANLAYAN VE UYGULAYANLARIN BAYRAMINI KUTLARIM.

 

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 4

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 4

 

Mustafa Süleyman’ın eserini irdelemeye devam ediyoruz.

Sayfa 124: “Doğa olağanüstü etkili sonuçlara ulaşmak için uzun ve dolambaçlı bir yol izlerken, bu biyo-devrim, odaklanmış tasarımın gücünü bu kendi kendini kopyalayan, kendi kendini iyileştiren ve evrilen süreçlerin merkezine yerleşiyor.”

Yazar, tabiatın kendi kendini kopyaladığı, iyileştirdiği ve evrildiğini kabul ediyor. Ama olağanüstü sonuçlara ulaşabilmek için, uzun ve dolambaçlı bir yol izlediğini düşünüyor. Aslında, doğanın kopyalama ve iyileştirme için uzun ve dolambaçlı yol izlediği ifadesi, her zaman geçerli değildir. Doğa, insanların tabiatta yaptıkları tahribatı (örneğin, ozon tabakasının incelmesi gibi), kendisi tamir etmeye çalışırken uzun bir yol izliyor olabilir. Fakat doğanın bir parçası olan insan vücudu, yaralanmalar gibi bazı durumlarda, kendisini iyileştirme özelliğini makul bir sürede yapmaktadır. Ayrıca, vücudumuzun, uyku ve dinlenmeler sırasında iç organlarımızdaki bazı tahribatları onardığını bilim insanlarının açıklamalarından öğreniyoruz. Bizim yaptığımız ilaçlar, vücudumuzda var olan kendini iyileştirme sisteminin çalışma hızını artırmaktadır. Bu gibi nedenlerden dolayı biyo-devrim, sadece, doğada ve canlılarda var olan kopyalama, iyileştirme ve evrilme süreçlerini hızlandırmaya yaramaktadır.

Diğer yandan, halen, bizim kendi elimizle tahrip ettiğimiz tabiatı, iyileştirmekte başarılı olamadığımız da açıktır. Örneğin, küresel ısınma. Bilim insanlarının gayretleri, küresel ısınmanın hızını azaltabilmek içindir. Isınmayı geri döndürmeyi ve soğutmayı hedeflemeyi düşünemiyorlar. Düşündüklerinde, 2.000.000 metre çapında ayna yapmayı ve yerleştirmeyi başararak, dünyaya gelen güneş ışınlarının bir kısmını dünyaya değmeden gitmesini sağlasalar dahi, ısıyı en fazla iki derece düşürebileceklerini hesaplayarak vazgeçiyorlar. Dolayısıyla biyo-devrim, doğadaki kopyalama, iyileştirme ve evrilmeyi taklit ederken bile, yapabilecekleri, bizim faydalanabileceğimiz bazı canlılarla ilgilidir ve sınırlıdır.

Sayfa 124: “Bir ekip, Mycoplasma mycoides bakterisinin genomunun neredeyse bir kopyasını alarak, yeni bir hücreye nakletti ve o hücre de sonra çoğaldı.”

Hücrenin çoğalması, hücrede mevcut bulunan bilgi işleme sisteminin bir sonucudur. Yukarıdaki cümlede, sentetik hücrenin çoğaldığından bahsedilmiyor. Yazarın bahsettiği çoğalan hücre, kopyaladıkları hücredir. Yani bahsedilen başarı, mevcut olan bir sistemi kopyalamaktır. Genomda böyle bir özellik olmasaydı, nasıl başarabilirdik.

Sayfa 124-125: “ETH Zürih’teki bir ekip tamamen bilgisayarda üretilen ilk bakteri genomunu üretti: Caulobacter ethensis-2.0”

Yukarıdaki ifadede, bilgisayarda üretilen sentetik genomun, kendi kendini üretip üretmediği bilgisi yok. Sentetik üretilen bakteriler, tıpkı sentetik ilaçlar gibi, birçok hastalığın veya başka sorunlarımızın iyileştirilmesinde işe yarayabilir. Nitekim yazar da, sayfa 126-130 arasında bundan bahsediyor. Yaşlandıkça daha sağlıklı kalabileceğimizi anlatıyor. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bunlar, insanda var olan, beynimizdeki ve doğadaki canlılarda mevcut özellikler ve bunların örneklikleri sayesinde gerçekleşebilir. Bizim itirazımız, yazarın bu ifadelerini, bazı insanların, sıfırdan kendi kendisini üretebilen yepyeni bir canlı yaşam oluşturulacağı şeklindeki iddialarına mesnet yapmak yönündeki ham hayalleri içindir.

Sayfa 131: “Proteinler yaşamın yapı taşlarıdır. Proteinler her yerdedir, akla gelebilecek her forma girer, kemiklerimizi bir arada tutan bağlardan, antikorların kancalarına kadar sayısız hayati görevi yerine getirirler…Bir proteinin nasıl çalıştığını bilmek için sadece DNA dizisini bilmek yeterli değil. İş, onların nasıl katlandığını anlamakta. (Geleneksel) hesaplamalarla, belirli bir proteinin tüm olası şekillerini incelemek, bilinen evrenin yaşamından daha uzun sürebilir.”

Yukarıda anlatılanları tekrar özümsemeye çalışalım. Yetenekli Yapay Zekâ (YYZ) olmadan, “bir proteinin tüm olası şekillerini incelemek, geleneksel yöntemlerle evrenin yaşından daha uzun sürebilir” sözüne dikkat edelim. Milyarlarca yılda hesaplayamayacağımız şey, evrenin tamamı değil, gezegenimiz değil, canlılar değil, duygularımız ve hislerimizin nasıl oluştuğu değil, sadece ve sadece bir proteinin yapısını kavrayabilmek. Yani yaratılışın çok cüzi bir kısmının yapısını anlayabilmemiz için bile, milyarlarca yıla ihtiyacımız var. Yaratılışın muazzamlığını düşünebiliyor musunuz?

Yazar, ilerideki sayfada bunu DeepMind’ın çözdüğünü anlatıyor. Vücudumuzda var olduğu düşünülen 200.000.000 (iki yüz milyon) proteinin yapısını DeepMind yüklemiş. Yazı, bu yapıyı kavramamızda, yapay zekânın önemini gösteriyor. Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus başka, Geleneksel yöntemlerle, sadece bir proteinin yapısını çözemiyorsak, yazarın aktardıklarından güç alarak, evrenin ve evrendeki canlı cansız varlıkların kendiliğinden oluştuğunu iddia etmek ne kadar mantıklıdır? Matematik işlemlerini ve karşılaştırmaları muazzam hızda yapabilen YYZ’lı bilgisayarların yapılması, evrenin kendiliğinden oluştuğunu göstermez. Aksine, karmaşık olmalarına rağmen anlaşılabilir yapıları, protein denilen bir şeyin bile sistemini ve ne kadar çok işe yaradığını görmemiz, bir muazzam üst aklın varlığına inanmamızın ne kadar mantıklı olduğunu anlatır.

Çünkü YYZ, sadece proteinlerin yapılarını anlamamızın hesaplama ve karşılaştırmalarını yaptı. Ama henüz sıfırdan protein veya onun görevlerini yapacak yeni bir şey yaratabileceğini iddia bile edeceğimiz bir temel bile yok.

Sayfa 135: “(Yazar gelecekle ilgili hayalini şöyle anlatıyor) Biyomakineler ve biyobilgisayarlar çağına hoşgeldiniz. Burada DNA iplikleri hesaplamalar yapar ve yapay hücreler işe koşulur. Makineler canlanır. Sentetik yaşam çağına hoşgeldiniz.”

“Makineler canlanır” denilince aklımıza gelen, “canlıdan maksat nedir” sorusudur. Bir insanın canlı olması ne demektir? Eğer canlıdan maksat; yaşaması, büyümesi, üremesi, düşünen bir beyne ve hisseden ruha sahip olması ise, yazar yanılmaktadır. Eğer, canlıdan maksat, “makineler, onlara yüklediğimiz programlar sayesinde emirlerimizi yerine getirdi, konuştu ve kopyaladığımız hücrelerle bakteriler üretti” ise, o zaman yazarın söyledikleri doğrudur. Ama bu durumda, yazarın bahsettiği canlı ve yaşam kavramının, gerçek canlı ve yaşamla hiçbir alâkası yok demektir.

Biz insanların yaptıkları, evrenin anlaşılabilir yapıda olan sistemini kavramaya çalışmaktır. Böylece, daha rahat ve sağlıklı yaşamamız için gerekli araçları, yine evrende ve gezegenimizde var olan malzemeleri ve sistemleri kullanarak veya işleyerek, yapmaktır.

Nitekim yazarın sayfa 145-149 arasında bahsettiği -bizim de çok önemsediğimiz- kuantum ve nükleer füzyon konuları da, kâinattan ve gezegenimizin varlıklarından, dönüşüm yoluyla faydalanma gayretleridir.

Sayfa 145: “Google’un, dış uzayın en soğuk kısımlarından daha soğuk bir sıcaklığa kadar soğutulan makinesi, kuantum mekaniği yaklaşımını kullanarak, geleneksel bir bilgisayarla on bin yılda alabileceği söylenen bir hesaplamayı saniyeler içerisinde tamamlıyordu… Kısa süreli bir füzyon reaksiyonu oluşturmak için hidrojen açısından zengin malzeme topaklarının lazerlerle sıkıştırılmasını ve 100 milyon dereceye kadar ısıtılmasını içeren bir yöntem üzerinde çalışıyorlar. 2022’de ilk kez net enerji kazancı ortaya çıkaran bir reaksiyon yarattılar; lazerlerce içeri verilenden daha fazla enerji üretilebilmesi kritik bir dönüm noktası oldu.”

Sayfa 149: “…ilhamını güneşten alan, uyuyan bir temiz enerji devi yatıyor; nükleer füzyon.”

Yazarın ifade ettiği gibi, evrendeki uzayın soğukluğu, güneş gibi kaynakların sıcaklığı ilham alınarak, yepyeni gelişmeler sağlanabilmektedir. Bu gelişmelerin, teknolojik dalgayı tahmin edilenden çok daha hızlı oluşturacağı açıktır. Güneşin örnek alınması, verdiğimiz enerjiden daha fazlasını alma çalışmalarında önemlidir. Görüldüğü gibi yapılanlar, evrende var olan sistemleri taklit etmeye çalışmaktır. Bu çalışmalarda da yine yeryüzünde var olan malzemeler kullanılmaktadır. Çok sıcağa ve çok soğuğa dayanıklı malzemeler yeryüzünde var olmasaydı, ilham almamız başarılı olamazdı.

YAŞAM kategorisine gönderildi | YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 4 için yorumlar kapalı

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 3

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 3

 

Kitabın irdelemesine devam ediyoruz.

Sayfa 117-118: “Yapay zekâ gibi sentetik biyoloji de maliyetlerin düştüğü ve yapılabilenlerin arttığı keskin bir yörüngede ilerliyor. Bu dalganın merkezinde DNA’nın olduğunun, biyolojik olarak evrimleşmiş bir kodlama ve depolama sistemi olduğunun farkına varılması yatıyor. Son birkaç on yılda bu bilgi iletim sistemi hakkında yeterince bilgi sahibi olduk ve yön verebiliyoruz. Bunun sonucunda gıdaların, ilaçların, malzemelerin üretim süreçlerinin ve tüketim mallarının hepsi dönüştürülecek ve yeniden tahayyül edilecek. Tıpkı insanların kendileri gibi.”

Yazar, hücrelerdeki mevcut bilgi işleme merkezlerinin ve biyolojik olarak evrimleşmiş bir kodlama depolama sisteminin varlığının anlaşılmasıyla övünüyor. Ama hücrelerin kendisinin ve hücrelerdeki bu sistemlerin nasıl oluştuklarına değinmiyor. Ayrıca, biyolojik olarak hücrelerdeki depolama ve kodlamanın zaman içerisinde evrildiklerinden bahsederken, bu farkın nasıl ölçüldüğünü söylemiyor. En azından son iki yüzyıldaki insanlarda böyle bir evrilme olup olmadığının nasıl anlaşılacağını bahsetmiyor. Yani ölçümlenmemiş afaki kavramlar ve fikirler serdediyor. Muhtemelen böyle bir hata yapmasının sebebi, hücrelerdeki bilgi işleme ve kodlama sisteminin varlığını, sadece son yıllardaki teknolojiler sayesinde anlayabilmemizin heyecanıdır.

Diğer yandan paragrafın sonunda, insanların da dönüştürülebileceğini ve yeniden tahayyül edileceğini vurguluyor. Bunun gerçekleşmesi, biz insanların, mevcutlardan farklı bilgilere ve farklı çalışma sistemine sahip DNA veya RNA’lar oluşturmamıza bağlıdır.

Bu husus üzerine biraz düşünelim. Eğer biz yepyeni DNA oluşturmayı başarabilirsek, bu DNA bilgi işleme sisteminin, tarih içerisinde oluştuğunu söylediği biyolojik evrimleşmenin dıştan müdahale ile değiştirilebilir olduğu anlamına ulaşırız ki, bu durum, “yaşam yavaş bir süreçte evrildi” şeklindeki kendi iddiasıyla çelişmesi demektir. Diğer bir bakış açısıyla, eğer böyle bir yeniden tahayyülü, DNA sisteminde oluşturmayı başaramazsak, bu DNA sisteminin, biyolojik evrimleşme sonucu oluşmadığı, baştan beri aynı olduğu anlamı çıkar ki, evrilme tezine zıttır.

Demek ki, bizim yeni teknolojilerle yapabileceklerimiz, sistemi değiştirmek değil, sistemi bizim arzu ettiğimiz yönde ıslah etmektir. Yani, tıpkı tohum ve bazı hayvan ıslahları gibidir. Zaten canlı hücrelerinde, böylesine karmaşık görünüşe rağmen, sabit özellikte bir sistem olmasaydı, bilim insanları meseleyi anlayamazlar ve ıslah dâhil, hiç bir şey yapamazlardı.

Eğer sentetik biyoloji ile elde ettiğimiz bir sentetik bitki, kendi neslini sürdüremezse, bizim yaptıklarımız sadece müdahaledir. Bu açıdan bakılınca bizce de, DNA’lara yapacağımız müdahalelerle, hastalıkların bir kısmını daha bebek ana rahminde iken bile iyileştirebiliriz. Ama kitabın hiçbir bölümünde, eğer bebeğin oluşumuna ortam hazırlayan bir yapıya sahip değilsek, bizim geliştireceğimiz teknolojilerle, bebeğin oluşumunu gerçekleştirebileceğimizden bahsedilmiyor. Veya kerih bir suda bulunan ve insanı oluşturan hücreleri, bizim laboratuvar ortamında kendi hazırladığımız bir suyla oluşturabileceğimiz anlatılmıyor. Laboratuvarda oluşturduğumuz bu suyla, bizim yaptığımız bu hücreleri birleştirerek bir bebek yaratıp, ona can verip veremeyeceğimiz de iddia edilmiyor.

Diğer taraftan, Steve Jobs’un dediği gibi, yakalandığı hastalıktan, taşıması için bir başkasına naklederek o insanı kurtaramayan bir teknolojiden, yukarıda bahsettiğimiz bebek yaratıcılığını gerçekleştireceğinin iddia edilemeyeceği açıktır.

Yazarın, yaşam hakkındaki fikirleriyle ilgili olarak, bu sitede yayınladığımız “Ateizm, Aklımıza Takılan Sorular” ve “Stephen Hawkings’e Cevaplar” gibi makalelerimizde daha geniş açıklamalar yaptığımız ve sorular sorduğumuz için burada bahsetmeyeceğiz.

Sayfa 120: “(İnsan genomunun projesinin hedefi olarak) İnsan genomunu oluşturan üç milyar harflik bilginin kilidini açmak…”

Yazar, insan genomunu oluşturan üç milyar harflik genetik bilginin varlığını bize aktarıyor. Genetik bilginin böylesine muazzamlığını ve karmaşıklığını anlatan yazar, sayfa 117 de bahsettiği “yaşamın kendi kendini yöneten rehbersiz süreç” ifadesi ile çelişiyor. Kendi kendini yöneten bir şeyde üç milyar harflik, hiç aksamayan ve hiç değişmeyen bir sistem nasıl oluşur ve kendi kendini nasıl yönetir? Yazar, rehbersiz bir süreç sonucu bütün bunların oluştuğunu söylemek yerine “kâinatta serbest olarak dolaşan septilyonlarca (katrilyonun milyar katı) parçacığın, milyarlarca yıl boyunca birbirleriyle kentrilyonlarca (katrilyonun bin katı) defa çarpışmalarının birinde, üç milyar harflik insan genomu oluştu” diyerek saçmalasaydı, belki daha bilimsel görünümlü bir savunma yapmış olurdu.

Diğer yandan, yazarın övündüğü, “insan genomunun tamamının dizilenmesi ve yaşamın şifresinin öğrenilmesi” sadece şifre kırmak anlamını taşır. Dolayısıyla bu ifadelerden, bizim kendi dizilimlerimizi yapabileceğimiz ve farklı yeni bir yaşam oluşturacağımız anlamı çıkmaz. Cansızdan canlı bir yaşam yaratabileceğimiz anlamı hiç çıkmaz. Sadece, yaşamımız sırasında karşılaştığımız bazı hastalıkların kötü etkilerini azaltabileceğimiz anlamı taşır. Ama ölümsüzlüğü sağlayacağımız anlamı hiç taşımaz.

DNA görüntüsünü çıkartmamız, kanımızla ilgili verilere ulaşmamız anlamındadır. Aynı zamanda da, kanımız ve DNA’nın muazzam bir sisteme sahip olduğunu öğrenmemiz anlamını taşır. Fakat bu sistemin kendiliğinden nasıl oluşmuş ve nasıl rehbersiz bir şekilde binlerce nesildir aynen devam ettiği sorusunun cevabı değildir. Diğer taraftan, DNA sentezleyicisinin çoğalarak ucuzlaması ve neredeyse halkın bile kullanabilmesi de, bu DNA sisteminin kendiliğinden nasıl oluştuğu, nasıl bu kadar mükemmel işlediği ve nasıl sabit bir sistem olarak kaldığı sorularının cevabını vermez.

Sayfa 121: “Genoma yapılacak ciddi müdahalelerin etkileri çok büyük olabilir: Örneğin, yumurta ve spermi oluşturan germ hattı hücrelerinin düzenlenmesi, değişikliklerin nesiller boyunca yankılanarak süreceği anlamına gelir.”

Bu ifadelerden de anlaşılan o ki, yapabileceklerimiz, hücrelerin düzenlenmesi ile sınırlıdır. Ama bu gelişmeler bize, sıfırdan sperm oluşturma imkânını vermez. Yumurtada oluşan canlının erkek veya dişi olmasını ayarlayabileceğimiz anlamına da gelmez. Ancak, spermdeki hücreleri düzenleyerek, ana rahminde mevcut olan bebeklerin hastalık veya başka durumlarına müdahale edilebilmesini oluşturabiliriz. Fakat hücrelerin düzenlenmesi ve kopyalanması başka, sıfırdan ve cansızdan canlı bir hücre oluşturulması bambaşkadır.

Sayfa 122: “…gibi hastalıkların tedavilerine kadar CRISPR (Kümelenmiş Düzenli Aralıklı Kısa Palindromik Tekrarlar) kullanım senaryoları çoğalmakta.”

Yazarın bu beklentilerine biz de katılıyoruz. Yeni teknolojilerin, birçok hastalıkların tedavisinde kullanılması ve işe yaraması beklenen bir gelişmedir.

Sayfa 123: “Gen sentezleme DNA ipliklerini bastırmak suretiyle genetik dizilerin üretilmesidir. Dizilemek okumaksa, sentezlemek yazmaktır.  Ve yazmak sadece DNA ipliklerinin yeniden üretilmesini içermiyor, aynı zamanda bilim insanlarınca yeni iplikler yazılmasına, yaşamın kendisinin insan eliyle üretilmesine de olanak tanıyor.”

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, yazar bu sözleriyle, yaşamın nasıl şekillendirildiğini anlayabileceğimizi vurguluyor. Fakat bu ifadeler, yaşamı sıfırdan oluşturacağımız anlamına gelmez. Tıpkı, yer çekimini veya ışık hızını anladığımız ve ölçebildiğimiz halde, bunları değiştiremeyeceğimiz veya iptal edemeyeceğimiz gibidir. Hattâ tıpkı, kendi ölümcül hastalığımızı bizim vücudumuzdan söküp alıp, başka bir insanın vücuduna nakledemeyeceğimiz gibidir. Yazarın yukarıda anlattıkları, yaşamı ıslah çalışmalarını yapay zekâ ile daha hızlı yapabileceğimiz anlamına gelir. Yeni bir yaşam oluşturmayı veya yaşamı ölümsüzleştirmeyi yapabileceğimiz anlamında değildir.

Sayfa 123: “DNA Script gibi şirketler, sıfırdan yepyeni moleküller oluşturmak için enzimleri eğiten ve uyarlayan DNA yazıcılarını ticarileştiriyorlar.”

Yukarıdaki cümlede belirtilen “sıfırdan” sözü, mevcut enzimleri eğiterek ve uyarlayarak yepyeni bir molekül oluşturmayı ifade ediyor. Diğer bir deyişle, mevcutları kopyalama, ıslah veya başka bir canlıya aktarma anlamındadır. Dolayısıyla, cansızdan canlı oluşturacak şekilde sıfırdan yeni bir molekül yaratma anlamında değildir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 3 için yorumlar kapalı

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 2

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 2

 

Mustafa Süleyman’ın kitabıyla ilgili irdelemelerimize devam edelim.

Sayfa 29: “Bu kitabı yaklaşan dalgayı dizginlemenin mümkün olup olmadığını araştırmak için kaleme aldım.”

Yazar, hem buradaki anlatımlarında, hem daha ileri sayfalardaki yazdıklarında, bu dizginlemenin mümkün olmadığını anlatıyor. Ve şöyle diyor: “Burada yazdıklarım hakkında yanılıyor olmaktan, dizginlemenin kolayca mümkün olmasından daha çok istediğim bir şey yok.” Dizginlemenin zorluğuyla ilgili olarak, sayfa 50’de şöyle diyor: “Medeniyetin kullanışlı ve daha ucuz teknolojilere duyduğu iştahın sonu yoktur.”

Yazarın dizginlemeyle ilgili diğer anlatımlarından benim anladığım, dizginlemekten maksadının biri, teknolojinin kötüye kullanımı korkusudur. Yazarın dizginlemeyle ilgili bir başka korkusu da, bizim oluşturduğumuz teknolojinin, bizim neslimizi sona erdireceğidir. Yazarın, neslimizin, kendi tekonolojimizle sona erdirilmesi hususundaki fikrimizi, yazılarımızın beşinci serisinde ve yazarın ilgili ifadelerini aktardıktan sonra, konuyu irdelerken vereceğiz. Teknolojinin kötü amaçla kullanılabileceği fikrine, yani, yeni teknolojik gelişmeleri insanların kötüye kullanmasını dizginlemenin zor olduğuna biz de katılıyoruz. Çünkü yeni teknolojiler, biz ona ne yüklersek onu yapacaklardır. Kimin ne yüklediğini denetlemek de, zordur.

Diğer yandan, hem yeryüzünün imkânları sınırlıdır, hem de teknolojinin uygulanması doygunluğa ulaşmaya başlayacaktır. Bu sebeple, teknoloji dalgasının günümüzdeki gelişme ve yayılma hızının yavaşlayacağını düşünüyorum.

Bu düşüncemizi daha anlaşılır hale getirebilmek için, bir örnek verelim. İlk otomobillerden günümüze kadar araba teknolojisindeki gelişmeler; konfor, elektronik özellikler ve hız konusunda olmuştur. Arabalar yine dört tekerlek üzerindedir. Tekerlekler lastiktendir. Yakıtlar fosil yakıttır. Elektrikli araç aküleri bile doğadaki fosil madenlerden elde edilmektedir. Motor gücünün tekerleklere aktarımı yine benzer yöntemledir. Son yıllarda binek araçlarında, konfor, hız ve elektronik konusunda doygunluğa ulaşıldığından, araçlarla alâkalı teknolojik gelişmeler yavaşlamıştır.

Ayrıca, otomobillerin gidecekleri yolların kalitesini artıracak teknolojiler de doygunluğa ulaşmıştır. Yol yapımında kullanılacak ucuz malzeme sınırına ulaşılmıştır. Bu nedenle araçların hız kapasiteleri artarken, yollarda izin verilen hız sınırları artmamış ve standart hale gelmiştir. Yük taşıyan araçların da, taşıma kapasiteleri artmasına rağmen, yolların dayanım kapasitelerinden dolayı, yüklerine taşıyabileceklerinden daha düşük sınırlar getirilmiştir.

Şoförsüz araçların üretiminin gerçekleşeceğine inanıyoruz. Ancak, insanlardaki “kumandanın kendisinde olması” anlayışından ve diğer bazı etkenlerden dolayı, yaygınlaşmayacağını düşünüyoruz.

Araçlarla ilgili olarak bundan sonrası için beklenen, havada giden otomobillerdir. Ancak, bunların yakıtları ve yapım için gerekli malzemeleri de, yeryüzündeki mevcut varlıkların değerlendirilmesiyle elde edilecektir. Havada giden ilk otomobil yapıldıktan sonraki gelişmeler, yine sadece; konfor, havadaki rota ayarlamaları ve hız konusunda olacaktır. Bir süre sonra, onlarda da doygunluğa ulaşılacaktır ve araç teknolojisi çalışmaları yavaşlayacaktır. Diğer yakın gezegenlere gidebilmek için uzay aracı çalışmalarına dönülecektir.

Benzer ortamlar, hastalıkların tedavilerinde de olacaktır. Doygunluğa ulaşılan konularda teknolojik gelişmelerden beklenilen, yapılan yeniliklerin ucuzlatılması ve yaygınlaşması hususu olacaktır. Ayrıca, bütün bu gelişmelerin, yeryüzünün imkânlarıyla sınırlı kalacağı açıktır.

İnsanlık olarak, teknoloji dalgasının kötüye kullanımını önlemeyi başarabilmek için, teknoloji alanındaki çalışmaları, hukuki ve ahlâki bir zemine oturtmaya çalışabiliriz. Ama bunun önündeki engeller, yazarın şu ifadesinde gizli gibi: “Teknoloji veya siyaset çevrelerinde biraz zaman geçirince, hemen fark edersiniz ki, standart ideoloji, başı kuma gömmektir.”

Yukarıdaki cümleden anladığımız kadarıyla, yeni teknolojileri hukuki ve ahlâki bir zemine oturtabilmemiz için, sadece teknoloji çalışmalarını değil, siyaset kurumunu ve siyasetçileri de hukuki ve ahlâki zemine oturtmalıyız. Çünkü siyaset kurumu, neredeyse gezegenimizin her yerinde rayından çıktı. Siyasetçiler, diğer etkin güçler olan bürokratları, iş insanlarını, yazılı ve görsel basını denetimleri altında tutmaya çalışıyorlar ve birlikte hareket ediyorlar. Bu dörtlünün birliktelikleri, insanlığın güzel geleceğini engellemeye başladı. Arada, kendini ve bu durumu toparlamak isteyen siyasetçiler oluyor. Fakat onlar da, siyaset kurumunun çığırından çıkması sebebiyle, istedikleri faydayı sağlayamıyorlar veya siyaset dışına itiliyorlar.

Sayfa 61: “Yeni ve farklı olan her şeye korku ve şüpheyle yaklaşmak insana mahsustur.”

Sayfa 72: “…Teknoloji ile ilgili bugünkü zorluk, teknolojinin salıverilmiş gücünü dizginlemek, bize ve gezegenimize hizmet etmeye devam etmesini sağlamak.”

Yazarın yukarıdaki fikirlerine biz de katılıyoruz. Teknolojik gelişmelerden hepimizin beklentisi, yazarın da ifade ettiği gibi, bize ve gezegenimize hizmet etmesidir. Bizim bu makaleyi yazmaktaki amacımız, bilimi ve teknolojiyi, Tanrı yerine koymaya kalkışan anlayışın yanlışlığını ortaya koymaktır.

Sayfa 81: “İcat sürecinin yapıtaşları olarak atomların yerini bitler, sonra da giderek artan oranda genler aldı.”

Teknolojik gelişmeleri yakından takip eden yazarın bu görüşü, mevcut bir gerçeği yansıtıyor. Teknoloji çalışmaları ilerledikçe, belki başka yeni icatlar da olacaktır. Ama icatların hepsinin, gezegenimizde ve evrende mevcut olan varlıkların ve evrendeki düzenliliğin değerlendirilmesiyle oluşacağı kesindir.

Sayfa 100: “Karmaşık duygusal ve sosyal varlıklar olduğumuz bir gerçek. Ancak insanların verilen görevleri tamamlama kabiliyeti –insan zekâsının kendisi yani- ne kadar büyük ve çok yönlü olursa olsun, sabit bir hedeftir. Elimizin altındaki hesaplama büyüklüğünün aksine, beyinlerimiz yıldan yıla radikal bir şekilde değişmiyor. Zamanla bu fark kapanacaktır.”

Yazarın kapanacağını söylediği bu fark, görev tanımlama kabiliyeti (yani zekâmız) ve bizim oluşturduğumuz yapay zekâ arasındaki farktır. Yoksa karmaşık duygusal ve sosyal varlıklar olan biz insanlarla yapay zekâ karşılaştırılmıyor. Muhtemelen yapay zekâların, bizdeki bu karmaşık özelliklere sahip olabileceğine, yazar da inanmıyor. Yoksa ileriye dönük hayalleri kapsamında bahsederdi ve sadece görev tanımlama kabiliyeti karşılaştırmasını yapmazdı. Ayrıca, anlaşılmasının mümkün olmadığına inanılan beynimizin kabiliyeti ile yapay zekâ da karşılaştırılmıyor. Karşılaştırma, sadece verilen görevleri tamamlama kabiliyeti, yani zekâmız açısından yapılıyor.

Sayfa 114: “…Yetenekli Yapay Zekâ (YYZ), bir işletmeye veya kuruma dâhil olduğunda, bir şirketin yapabileceği her şeyi (araştırma ve planlama olarak) yapabilir ve bunun için yanında yalnızca onu denetleyen, kararlarını gözden geçiren ve uygulamaya sokan ve onunla beraber eş CEO’luk yapan birkaç yapay zekâ yöneticisinden oluşan küçük bir insan ekibi olsa yeter.”

Yazar, yapay zekâdan daha yetenekli olan YYZ’nın bile, kapasiteli insan CEO’lar olmadan, kendi başlarına bir işi başaramayacaklarına inanıyor. Hâlbuki yazarın, yapay zekâların yapacağını söylediği işler, sadece araştırma ve planlamadır. Bunları bile, insanların denetimi olmadan kendi başına başaramayan YYZ’ların, şirketin diğer duygusal nitelikte ve maddi temele dayanmayan işleyişinde, ortaklar veya personel arasındaki duygusal çatışmalarda ve çalışmalarında başarılı olmaları düşünülebilir mi?

Sayfa 117: “Evrimin en kadim teknolojisi olan yaşam en az 3,7 milyar yaşındadır. Bu çok uzun zaman boyunca, yaşam, kendi kendini yöneten, rehbersiz bir süreç içerisinde, çok yavaş bir hızda evrildi. Sonra, sadece şu son birkaç on yılda, yaşamın ürünlerinden biri olan insanlar her şeyi değiştirdiler.”

Tanrı’yı insanların yarattığını iddia edenlerin dayanaklarından birisi, muhtemelen yazarın bu ifadeleri olabilir. Yukarıda söylenildiği gibi eğer yaşam, rehbersiz bir süreç içinde ilerledi ve evrildiyse, bu kadar düzenli bir zekâ, rehbersiz ve düzensiz bir süreçte nasıl oluştu. Ayrıca, zekâ dediğimiz şey niye sadece insanda oluştu?

Neden başka canlılarla (örneğin, maymunlar) insanların aralarındaki zekâ farkı azalmadı?

Yazarın ifade ettiği gibi, yaşam çok yavaş evrildi ve insanlar şu son birkaç on yılda her şeyi değiştirebilecek şekilde geliştiyse, bu ortamı gerçekleştirenin, biz insanların zekâları olduğu açıktır.

Peki, neden, sadece son birkaç on yılda birdenbire zekâlarımızda çok hızlı artış oldu?

Diğer yandan, son birkaç on yılda zekâlarımızın hızla geliştiği fikri, yazarın sayfa 100’deki “Elimizin altındaki hesaplama büyüklüğünün aksine, beyinlerimiz yıldan yıla radikal bir şekilde değişmiyor. Zamanla bu fark kapanacaktır.” şeklindeki kendi ifadesiyle çelişmektedir.

Yazarın ifadesiyle her şeyi değiştiren insanlar, acaba Apple’ın CEO’su Steven Paul Jobs’ın isteğini başarabilecekler mi? Bilindiği gibi ölümünden önce Steven mealen şöyle demişti; “İnsanlara, eşyalarınızı, arabanızı, makinelerinizi para vererek taşıtıyor ve kullandırıyorsunuz. Ama hastalığınızı onlara vererek taşıtamıyorsunuz.”

Mustafa Süleyman’ın sayfa 117’deki bir başka ifadesi de şöyle, “Bir zamanlar körlemesine ve jeolojik zamanlamayla ortaya çıkan değişiklikler, artık üstel bir hızla ilerliyor.”

Yazarın yanlış anlamaya vesile olabilecek bir ifadesi de, yukarıdaki sözüdür. Bize göre yazar bu cümlesinde, sadece değişiklikten bahsediyor. Yoksa gezegenimizde mevcut olmayan yeni bir element yaratıldığını söylemiyor. Yukarıdaki ifadeden, oluşması milyonlarca yıl süren fosil yakıtları, madenleri, insanlar laboratuvarda geliştirecekleri jeolojik olaylarla bol miktarda oluşturarak yapacaklar anlamı da çıkmaz. Yazarın sadece, gezegenimizdeki mevcut maden varlıklarını, bazı yeni yöntemlerle, daha hızlı işleyip değişikliğe uğratarak, yeni teknolojik ürünler elde edeceğimizi anlattığı kanaatindeyim.

YAŞAM kategorisine gönderildi | YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı