KAPİTALİZMİN YAYGGINLAŞMASI 2

KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASININ NEDENLERİ ÜZERİNE 2

 

Zenginleşen ülkeler, daha çok zenginleşebilmeleri için, birbirlerine mal satmaya mecburdurlar. Onlar da bunu yaptılar. Fakat birbirleriyle yaptıkları bu alışverişler de yetmeyince, maddeten daha güçsüz ülkelere borç vermeye başladılar. Böylece onlardan borç alan ülkeler, kendilerinden alım yapacaklardı. Ancak, bu borç vermenin de hem kendileri için bir risk oluşturduğunu hem de yetersiz kaldığını gördüler.  Bu nedenle birbirlerinin tahvillerini aldılar. Birbirlerinin borsalarındaki kâğıtlara yatırım yaptılar. Bütçeleri cari açık vermeyip aksine cari fazla veren ülkeler, ağırlıklı olarak ABD borsalarında işlem yaptılar. Belki de böyle yaparak, hem borçlarını dolar kuru ile aldıklarından kendilerini korumak istediler, hem de aldıkları tahvillerle ABD’yi baskı altına alacaklarını düşündüler. Fakat bu durum, zenginleri birbirlerine bağımlı hale getirdi. Daha doğrusu, alacaklılar, borçlularına bağımlı hale geldiler. İşte kendiliğinden oluşan bu bağımlılık, kapitalizmin yararına oldu.

Nitekim zenginler kulübünden bir ülkenin, örneğin amiral gemisi olmasına rağmen, çok borçlu olan ABD’nin zor duruma düşmesinin, hepsini sıkıntıya soktuğu, 2008 buhranında anlaşıldı. Hiç hoşlanmasalar bile, mecburen sıkıntıya giren ABD’ye yardım ettiler. Benzer durum, borç verdikleri diğer bazı ülkelerle ilişkilerinde de söz konusudur. Borçlarını ödeyememe durumuna düştüklerinde, Latin Amerika ve Türkiye benzeri bazı ülkelere de yardım etme mecburiyetinde kalıyorlar.

ABD’nin, ekonomik buhranlardan sıyrılmasının bir başka sebebi daha vardır. ABD, uluslararası para yaratma kapasitesine sahiptir. Bu özelliği sayesinde ABD, en borçlu ülke iken, en alacaklı ülke konumuna gelebilmektedir. Ülkeler, dolarla borç almak zorunda bırakılmaktadır.

1980 sonrası küreselleşmede devletlerin borç alabilmeleri, en çok, borç alan ülkelerin siyasetçilerini memnun ediyordu. Çünkü hem vatandaşları nezdinde, borç alabilmenin itibarını yaşıyorlar, hem de kendi insanlarına borç verebilecek bir ortama sahip oluyorlardı. Diğer yandan borç verenler, borç alan ülkeleri “büyük düşünün” diyerek güçlerinin üzerinde, ekonomik normları aşan oranlarda borç almaya zorluyorlardı. Çünkü borç verenlerin amacı, paralarını kısa sürede geri almak değildi. Borç verdikleri ülkenin sıkıntıya düşerek, kendilerine bağımlı hale gelmesini hedefliyorlardı. Bu hedeflerine ulaşabilmek için, verdikleri borçların; yol, baraj, liman, şehirlerin kaldırımları ve parkları gibi geri dönüşü çok geç olan yerlere harcanmasını tavsiye ediyorlardı. Böylece ülkeler, aldıkları borçla üretim yapmadıkları için borçlarını zamanında ödeyemediklerinden, yeni alacakları borçlarla ödemek zorunda kalıyorlardı. Bu durum bir süre böyle devam ettiğinde, borç alan ülkeler, aldıkları borçlardan daha fazlasını ödemek durumunda kalarak, borç verenleri finanse eder hale geliyorlardı.

Bu arada siyasetçilerin kendileri de, alınan borçlardan, rahatça zenginleyebiliyorlardı. Çünkü alınan borçlarla yapılan yukarıda saydığımız bu işler, maliyet hesabının sonradan yapılmasının çok zor olduğu iş alanlarıdır. Dolayısıyla, alınan borçlarla yapılan bu işlerde, rüşvet alımında sınır yüksektir ve rüşvetin, sonradan ortaya çıkarılması zordur.

Kolay kredi almak, bilhassa Batı ülkelerine giden fakir göçmenlerin ve duygusal davranan, kalkınma yolundaki ülkelerdeki halkların çoğunun hoşuna gitti. Çünkü alınan krediler, fakir insanların içlerinde kalmış ezikliğin giderilmesi için fırsat oluştururken, yakın çevrelerine gösteriş yapma şanslarını artırıyordu. Kolay verilen krediler de, ekonominin motoru olmayı sürdürüyordu. Ekonomi büyüdükçe fiyatlar arttığından, daha önce kredi almış olanlar, kendilerini kazanç sağlamışlar gibi görüyorlardı. Hâlbuki aldıkları kredi ile 1 birime satın aldıkları evi veya arabayı, bir süre sonra, iki birime sattıklarında, yerine ancak, sahip olup da sattıklarının aynısını alabiliyorlardı. Kapitalizm de, bu kolay kredi ortamından, yukarıda bahsedildiği şekilde faydalanarak yaygınlaşmasını sürdürüyordu.

Zengin ülkelerden olan Japonya, ülke topraklarının, nüfusuna göre çok az olması sebebiyle, abartılı bir şekilde şişen gayrimenkul fiyatlarında hızlı düşüş yaşadı. Bu sebeple, 1990’larda başlayan ve yaklaşık yirmi yıl süren fiyat düşüşleri ve ekonomik durgunluk ortamına girdi. Japon halkı, bu durumun kendilerinin üzerindeki kötü etkisini atlatmak için, hem tasarruflarını hem de ülkelerinde çok ucuza aldıkları kredileri, dünya borsalarında, borsa-döviz-faiz üçgeninde değerlendirmeye çalıştılar. Bu davranışları, Japon halkının tasarruflarının, aldıkları kredilerin tüketime ve dolaylı olarak üretime gitmesinin önünde engel oluşturdu. Dolayısıyla da fiyat düşüşleri ve durgunluk hali uzun sürdü. Ama kapitalizmdeki üretmeden tüketme anlayışının, Japonya’da da yaygınlaşmasına vesile oldu. Japon kültür anlayışı yara aldı.

Japon halkı, işlerini kaybetme tehlikesiyle daha çok yüz yüze geldiklerinden, gerilimli bir yaşam mücadelesinin içerisine girdiler. Japon kadınlarının arasında, Batılı yüz elde etmek isteyenler hızla arttı. Milletvekillerinin birçoğu, ülkelerine hizmeti geri plana attılar. Zamanlarının ve gelirlerinin büyük çoğunluğunu, yeniden seçilmeye harcamaya başladılar. Böylece kendi kültürünü muhafaza ederek zenginleştiği iddia edilen Japonya’da da, kâr hırsına dayalı kapitalizm anlayışı yükselişe geçti.

Bütün bu kapitalizm lehindeki gelişmelere rağmen, Sovyetlerin dağılması, Çin’in ve çevresindeki ülkelerin yeni arayışlara girmesi, kapitalizme, mucizevi denilebilecek bir şekilde çok ciddi bir nefes aldırdı.

Sovyetler dağılınca, yeni pazarlar ortaya çıktı. Bu yeni pazarlara daha çok mal satabilmek için onlara borç verildi. Doğu Avrupalılar da, kalkınmak umuduyla bu borçlara sarıldılar. Ama aldıkları borçlar, bu ülkelerin çoğunu, yeni borçlar almaya bağımlı hale getirdi. Ayrıca, bilhassa Batı Avrupa’daki işyerleri açısından, ucuza çalıştırılabilecek ve bilgili Doğu Avrupalı yeni işgücü ortaya çıkmış oldu.

Çin’in, kalkınmak için yaptığı hamleler, ucuz işçilik fırsatının zirvesi oldu. Zengin ülkelerin kapitalistleri, işçileri kendi ülkelerine getirip sosyal sorunlara sebep olmadan, fabrikaları Çin’de kurarak, ucuz iş gücü sağladılar. Bu ortam, köle ticaretinin yaygın olduğu 19uncu yüzyıldan çok daha kolay ve kârlı bir imkân sunmuştu. Böylece, zenginlerin ülkelerindeki işçi sendikalarının güçleri, tamamen kırıldı. Kapitalistler, kârlarından geri adım atmadılar, ama işçilikten ve sorunlarından rahatladılar.

Zengin şirketlerin, başka ülkelerde yaptıkları yatırımların ortak bir özelliği var. Zengin şirketler, sermayeleriyle girdikleri ülkenin ihtiyacı olan alanlarda değil, kendilerinin ihtiyacı olan alanlarda yatırım yaptılar. Bu anlayış, şirketlere daha çok kazandırarak, kapitalizmin önünün açılmasına vesile oldu.

Çin’de her türlü fabrika üretimi yaptırılırken, Hindistan’da özel bir teknik ve bilimsel yetenek gerektiren hizmetler alanında kapitalizme çok ciddi imkânlar sağlamaktadır. Çin, Hindistan ve çevre ülkelerinde yapılan bu yatırımlardan, onlar da elbette faydalanmaktadırlar. Fakat bu faydalar, konu ayrıntılarıyla incelendiğinde, bu ülkelerin geleceğinin parlak olduğunu gösterdiğini iddia etmek zordur. Ülkelerin kalkınmaları, kendi içlerinde bazı bölgelerinde olmaktadır. Bu nedenle bu durum, zengin-fakir bölge ayrımını oluşturarak, bu ülkelerin bütünlüğünü tehdit edecek seviyeye gelebilir.

Çin, Hindistan ve bölgedeki ülkelerde ücretler nispeten yükselince, Afrika’nın devreye girmesi ihtimali az da olsa vardır. Ancak Afrika, günümüzdeki haliyle bu duruma hazır değildir. Afrika’daki iç çatışmalar, devletlerin çoğundaki çürüme, altyapı eksikliği, eğitimin hem sayısal hem de nitelik olarak düşüklüğü, sermayenin Afrika’ya yönelişinin önündeki engeldir.

Diğer yandan unutmamak gerekir ki, kapitalizm, ucuz işçilikle rahat nefes alırken, bu ortam, aynı zamanda kapitalizmin kendi içerisindeki çelişkisini de oluşturmaktadır. Ucuza çalışan insanların tüketimleri de az olacağından, kapitalizmin yaygınlaşmasının önünde engel oluşturacaktır.

Diğer yandan, ucuz işçi kaynakları azaldıkça, şirketlerin kârları da düşecektir. Dolayısıyla sonunda ya üretim yavaşlayacak yahut da işgücünün serbest dolaşımına, kaçak olarak olsa da, izin verilmek zorunda kalınacaktır. Böylece pazara yakın üretime geçmek gerekecektir. Çünkü Çin ve benzeri ülkelerdeki ücret artışları nakliyelere de yansıyacağından, hem hammaddelerin hem de mamullerin nakil masrafları da artacaktır. İşgücünün serbest dolaşımının gerçekleşmesi, zengin ülkelerin şirketlerinin yatırımlarını, kendi zengin bölgelerine geri getirmelerine vesile olabilir. Ayrıca yeraltı kaynaklarının çıkarılmasının giderek zorlaşması, maliyetleri de çok artıracaktır. Bu artışlar, satışları düşürecektir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | KAPİTALİZMİN YAYGGINLAŞMASI 2 için yorumlar kapalı

KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASI 1

KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASININ NEDENLERİ ÜZERİNE 1

 

Bilindiği gibi, kapitalizm, küreselleşen dünyamızda imparatorluğunu ilan etmiş durumda. Bu sitemizde, ekonomi ve kapitalizm ile ilgili olarak, çeşitli makaleler yayınladık. Bu yazımızda, farklı açılardan bakmaya çalıştık. Öncelikle bu yaygınlaşmanın teknik sebeplerini ve insan yapısıyla bağlantılarını irdelemeye çalışacağız. Makalemizin sonunda, insanlığın güzel geleceği için, bazı fikirlerimizi paylaşacağız.

Küreselleşme, kapitalizmin önünü açan etkenlerden biridir. Küreselleşme kavramına, kitle ulaşım ve iletişim araçlarındaki hızlı gelişmelerin etkisini hemen hepimiz bildiğimizden, bu durumun etkilerinden ayrıca bahsedilmeyecektir.

ABD, gümrük duvarlarını yükselttiği 19uncu yüz yılın ikinci yarısında, ekonomik olarak hızla kalkınmıştır. Dünyanın en büyüğü haline gelince tamamen taktik değiştirmiştir. Bilhassa II. Dünya Savaşından sonra başlayan ve gümrük vergilerinin azaltılmasını da kapsayan, ABD’nin öncülük yaptığı anlaşmalar, kapitalizmin yayılmasına vesile olmuştur.

Gümrük vergilerinin azaltılması elbette, hemen olmadı. ABD ve şirketleri, son savaş sonrasında, bilhassa Avrupa’ya karşı ince bir politika geliştirmeselerdi, Avrupalıların gümrük duvarlarını yükseltmeleri ihtimali kuvvetliydi. Müttefik kuvvetleri Berlin’e girdikten sonra, Almanları yenen General Patton, “Sovyetleri işgal etmeliyiz, ordumun gücü var” diyordu. Ama bu sözünden üç gün sonra trafik kazasında öldü. Onun ölümünden sonra ABD yönetimi, önce Avrupa’yı ikiye böldü. Bir kısmını bilerek Sovyetlerin yönetimine verdi. Sonra kendisiyle rekabet edecek en önemli teknolojik güç olan Almanya’yı ikiye böldü. Onun da doğu kısmını, teknolojisi ABD’ye göre çok geri, verimliliği çok düşük olan Sovyetlere verdi. Zaten, SSCB sınırları içerisinde 100 den fazla dil konuşuluyordu. Yani çok fazla sorunu vardı ve uyguladıkları komünist sistemle kalkınmaları çok zor idi.. Bu sorunlara, bir de Doğu Avrupa’yı eklemiş oldu. Bu ortam, toprak büyüklüğüne güvenen ama kalkınma ihtimali çok zayıf olan Sovyetlerin yanlış yönlenecekleri belli ediyordu. Böylece, Sovyet bloğu dışındaki devletlerin, ABD’yi kurtarıcı gibi karşılamaları için ortam hazırlanmış oldu.

Ekonomik olarak da, bölgeden alacaklı iken, aksine, Marshall Planı adıyla yapılan yardımlarını başlattı. ABD şirketleri de, fabrikalarını ve bir kısım araştırmalarını Avrupa’ya taşıdılar. Günümüzde Çin konusundaki uygulamalarının benzerini yaptılar. Böylelikle II. Dünya Savaşı sırasında yıkılmış Avrupa’ya kurtarıcı gibi girdiler. Hem ucuz işçiliğe kavuştular, hem de gümrüklerden kurtuldular. Avrupa’da daha ucuza ürettikleri malların bir kısmını Avrupa’da sattılar, bir bölümünü ihraç ettiler. Avrupa dışına ihracatları arttıkça, ekonomik olarak toparlandıklarını düşünen Avrupalı yöneticiler de, dünya çapında gümrüklerin azaltılması fikrini uygun bulmaya başladılar. Böylece bilhassa, henüz kalkınma hamlesinin başındaki ülkelerde, gümrük vergilerinin indirilmesi gerçekleşmeye başladı. Çünkü Avrupa’daki ABD destekli kalkınma, diğer ülkeler için güzel bir örnek oluşturmuştu.

Kapitalizmin yaygınlaşmasında etkili olan bir başka husus, mülkiyet kavramında oluşan yeniliktir. Eskiden mülkiyet olarak gayrimenkul esas idi. Gayrimenkul olarak da toprak görülürdü. Son dönemlerde binalar da gayrimenkul mülkiyet olarak değer kazandı. Takdir edileceği gibi, dünya üzerinde gayrimenkul kıymetlerin miktarı sınırlıdır. Dolayısıyla sahip olunan kıymetler olarak sadece gayrimenkul kıymetler kalsaydı, kapitalizm bu kadar yayılamazdı. 

Menkul değerler olarak kabul edilen, araç ve makine benzeri varlıkların çoğalması, kapitalizmin yaygınlaşmasında etkili oldu. Ama kapitalizmin yaygınlaşmasında en önemli etkiyi, borsada işlem gören hisse senetleri, tahviller gibi kâğıtlar yaptılar. Çünkü bu kâğıtların oluşturulması çok kolaydı ve alım satımında sınır tanımıyordu. Çok küçük parçalara ayrılabildiğinden, küçük tasarruf sahipleri bile satın alabiliyorlardı.

Nitekim borsadaki kâğıtlara, küçük birikimler yapabilmiş işçiler, memurlar gibi kesimler de sahip oldular. Ellerindeki kâğıtlar, bu insanlara, kapitalizmin kendileri için de bir fırsat olduğu inancını oluşturdu. Çünkü kâğıt sahipliğiyle birikim yaparak, gayrimenkul mülk sahipliğine geçebilmeyi umuyorlardı.

Borsadaki hayal satıcılarının borsadaki etkin hâkimiyetlerini ele geçirdikleri 2000 yılının öncesinde, borsada işlem gören bu kâğıtlardan şirketler de faydalandılar. Kredi almaktan kurtularak, sermayelerini halktan topladıkları parayla artırdılar. Bu durum, şirketlerin, dolayısıyla kapitalizmin, ucuz maliyetle güçlenmelerine yol açtı.

Ancak son dönemlerde, şirketler de borsadan doğrudan sermaye bulma yönünde faydalanamıyorlar. Günümüzde hâkimiyet, tamamen borsadaki hayal satıcılarındadır. Bu hayal satıcıları, şimdilerde, borsada işlem yapan vatandaşların da kazanabilmeleri için çaba gösteriyorlar. Böylece aslında, kendi kazançlarını çoğaltabilmenin önünü açıyorlar. Bu yeni anlayış, küçük birikim sahiplerinin borsaya ilgisini giderek artırdı.  Dünyanın, fakir veya zengin her bölgesinden küçük birikim sahiplerinin de borsada işlem yapmaya başlamaları, kapitalizmin yaygınlaşmasında etkili oldu.

Büyük şirketlerin bilançoları incelendiğinde, kârlarının %70 e varan kısmının, sair gelirler başlığı altında gerçekleştiği anlaşılıyor. Anlaşılan o ki, şirketlerin bile üretimden ziyade, borsa-döviz-faiz üçgeninde dolaşarak kazanç sağlıyor olmaları, kâğıtların, kapitalizmin yaygınlaşmasındaki etkisini göstermektedir.

Aslında kâğıtlar, bir yandan kapitalizmin yaygınlaşmasını sağlarken, diğer taraftan da, buhranlara davetiye çıkarmaktadır. Bu hususta, bu sitede yayınladığımız ekonomi başlığı altındaki çeşitli yazılarımızda irdeleme yaptığımızdan burada bahsetmeyeceğiz.

Mülk kavramındaki bu değişiklik, toplumdaki sosyal yapıyı da, kapitalizmin yapısına uygun hale getirmiştir. Eskiden, ahlâki değerlerden bahseden aristokrat bir gurup vardı. Toplumda etkin olan bu gurup, vahşi kapitalizmin önünde engel olarak görülüyordu. Çok kâr etmekle övünmek, onlar için utanç vesilesiydi. Ancak, borsa-döviz-faiz üçgeninin yaygınlaşması, aristokratların neslinin azalmasına, yerini, para kazanarak sınıf atlamayı hedefleyen, küçük kazançlarla sevinen ve küçük burjuva olarak nitelenebilecek insanların almasına sebep oldu. Bu yeni gurup, hem de, oturduğu yerden kâr etmenin zevkini tattığı için, kapitalizmin hırs ve kâr anlayışına uygun davranarak, zenginliğin ucundan tutmaya başladı. Böylece kapitalizmin halk içerisindeki yaygınlaşması hızlandı. Çünkü insanlar için, işveren olmalarına gerek kalmadan, yani üretim ve satış sürecindeki sorunlara muhatap olmadan, kendi çapında, çevresindekilere göre daha zengin olma ihtimalinin önü açılmıştı.

Bilindiği gibi, kırsal kesimlerde yapılan tarım mahsulleri üretimleri, her zaman zor olmuştur. Bilhassa aile işletmeleri, zengin arazi sahiplerinin üretim maliyetleri ile rekabet edememişlerdir. Hem mahsulün hava şartlarına olan bağlılığı, hem de küçük ölçekli olmaları sonucu rekabet edememe durumu, köylüleri mahsullerinden gelecek gelire güvenerek, doğru dürüst bir plan yapamaz hale getirmiştir. Bu durum, kırsaldaki insanları, belli bir maaşla çalışıp, gelecekleriyle ilgili plan yapabilmek için, şehirlere yönlendirmiştir. Sıkıntılara göğüs germeye alışık olan bu aileler, şehirdeki zor yaşamlarına aldırmadan, işlerinden aldıkları maaşlarıyla küçük birikimler yapmaya başlayabildiler. Böylece, yaptıkları tasarrufları harcama yöntemleriyle, kapitalizmin tüketicileri oldular. Onların bıraktıkları toprakların bir kısmına da, zengin şirketler girdi. Böylece bir taraftan şehirde ve büyük tarım şirketlerinde maaşla çalışanlar, tüketimleriyle ve birikimleriyle kapitalizmi ayakta tuttular. Diğer yandan, çalıştıracak yeni elemanlar bulan şehirdeki şirketler, zenginleşmeye devam ederek, kapitalizmin yaygınlaşmasında etkili oldular.

Ancak yapılan bu tasarruflar, kapitalizmin önünü istenilen seviyede açamamıştır. Takdir edileceği gibi, kapitalizm, bisiklete binmek ile benzerdir. Bisikletin üzerinde kalabilmek için mutlaka pedalın çevrilmesi şarttır. Tasarruflar sınırlı kalınca, borç konusu devreye konuldu. Ancak, sadece şahısların değil, devletlerin de borçlanmaları gerektiği anlaşıldı.

Devletlerin borçlanabilmeleri için en etkili ortam, savaşlardır. Nitekim II. Dünya Savaşı hazırlıkları ve harbin kendisi, devletlerin borçlanma taleplerini çok hızlı artırmıştır. Bu talepler, 1929 büyük ekonomik buhranından çıkılmasına vesile olmuştur. Yoksa John Maynard Keynes’in tavsiyelerini uygulayan ABD ve İngiltere, 1933 yılına gelindiğinde bile, buhran öncesi rakamların çok altındaydı. Bu durumu gören kapitalistler, savaş bitince talepler hızla azalacağı için, NATO ve Varşova paktı kurdurarak, soğuk savaş adını verdikleri bir ortam oluşturdular. Böylece devletleri, mecburi borçlanmaya doğru yönelttiler.

Ancak bu da yetersiz kalırdı. Çünkü borçlanabilmek için,  o dönemdeki uluslararası antlaşmalara göre, altın rezervlerinin olması ve dolar-altın arasındaki bağlantının sağlanması gerekiyordu. Bu bağ, Bretton Woods anlaşması iptal edilerek koparıldı. Bu bağla birlikte, paraların, kendi aralarında sabit ve uyarlanabilir bir şekilde oluşturulmuş olan bağ da kopmuş oldu. ABD 1971’de dalgalı kura geçti. Çevrilebilir dövizler dalgalanmaya bırakıldı Böylece, sadece ABD’nin değil, diğer zengin ülkelerin ve gelişmekte olan olarak nitelenmeye başlanan bütün devletlerin borçlanmalarının önü açıldı. Dolayısıyla, iktidarların vatandaşlarına borç verebilmek ve hizmet yapıyor görünebilmek için, kolayca para basmalarına vesile oldu. Sonuçta, kâğıt paranın altına bağımlılığı kalmayınca, tıkanmaya başlayan kapitalizm ciddi bir nefes aldı.

Bilindiği gibi, İngiltere’nin zenginleşmesinde, denizlerde balina haline gelerek bütün dünyanın hammaddelerinden ucuza faydalanmasının çok ciddi etkisi olmuştur. ABD’nin ve Kanada’nın zenginleşmesinde ise, hırslı İngiliz, İrlandalı ve Fransızların, barut üstünlükleri sayesinde, geniş ve bâkir topraklara el koymaları ve daha sonra, ilk sahiplerini ve Afrikalı köleleri çok ucuz işçi olarak çalıştırmalarının etkisi büyüktür.

Günümüzde de, farklı açıdan benzer durum söz konusudur. Maddeten zayıf ülkeler, sahip oldukları yeraltı kaynaklarını kullanacak teknoloji ve sermayeye sahip değiller. Bunu fırsat bilen zengin ülkeler, bu kaynakları diledikleri gibi değerlendirmeye başladılar. Zenginlerin şirketlerinin ürettikleri ve sattıkları mamullerin fiyatları sürekli artarken, yine zenginlerin şirketleri, işlettikleri hammadde fiyatları için, o ülkelere ödedikleri bedelleri uzun süre sabit tuttular. Hammadde fiyatları artmayınca, kaynaklara sahip olan ülkeler fakirliğe devam ettiler.

Bu kaynakları işleterek zenginleyenler, kaynakların sahibi fakirlere faiziyle borç vererek onlara mal satmayı başarabildiler. Böylece, zenginlerin hammaddelere hâkim olmasıyla, kapitalizmdeki tıkanmanın önünü açıldı.

Bu dönemde petrol üreten ülkelerin OPEC kurarak, petrolün fiyatını kendilerinin belirlemeye başlamaları, bir istisnadır. Bilhassa, 1973 Arap-İsrail Savaşı sonrasında, petrol üreten Arap ülkelerinin gayretiyle, varili 2 dolar olan petrol, hızlı bir yükselişle, 1979’a gelindiğinde 32 dolara kadar çıktı. Ama bilhassa ABD’nin ve zengin uluslararası şirketlerin bazısı, ilk şoktan sonra geliştirdikleri sinsi siyaset ve bazı ülke yöneticilerine verdikleri rüşvetler sayesinde, bu işten de kârlı çıkmayı başarmışlardır. Çok hızlı artan petrol fiyatlarının zenginleştirdiği şirketler, kazandıkları paraları istiflemediler. Bilhassa oluşturdukları ve sekiz yıl süren İran-Irak savaşı gibi olaylar sonucu, bölgede petrol kaynağına sahip ülkelere silah satarak, onların da kazançlarını kendilerine aktardılar. Ayrıca, hızla artan petrol fiyatlarının fakirleştirdiği, en büyük ithalat kalemi petrol olan ülkelere de, kalkınmaları için faizli borç olarak verdiler.

Kısa sürede dünyanın farklı bölgelerine yayılan bu faizli borç verme işlemi, kapitalizmin küreselleşmesinde çok etkili oldu.

Ekonomi kategorisine gönderildi | KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASI 1 için yorumlar kapalı

ALLAH’IN KULLARINA ADALETİ ÜZERİNE 2

ALLAH’IN KULLARINA ADALETİ ÜZERİNE 2

 

Birinci kısımda semavi dinlerdeki bazı yanlış menkıbeleri irdelemeye çalıştık. Şimdi de, bu menkıbeleri anlatırken nelere dayandıklarını ve bu dayanaklarının Kur’an’a yani Yüce Yaradan’ın kitabına aykırılıklarını ele almaya çalışacağız.

Bilindiği üzere, Yüce Yaradan, vaadinden caymayandır.

Zumer Suresi 39/20: “…Bu, Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz.”

Ali İmran Suresi 3/9: “…Muhakkak ki Allah, hiç sözünden caymaz.”

Hac Suresi 22/47: “…Elbette Allah, sözünden caymaz…”

Rum Suresi 30/6: “Allah’ın vaadi budur. Allah, vaadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

Yahudilerde ve Hıristiyanlarda, bu menkıbeleri anlatanlar, insanları kandırmak için, bazı insanlar tarafından sonradan yazılan ve maalesef kutsal kabul edilen kitapların anlattıklarını delil göstermeye çalışmışlardır. Bu sebeple onlar, daha baştan yanlış bir temel üzerindedirler.

Peki, Müslümanlar, değişmeyen bir Kur’an’a rağmen böyle bir anlatımda halkı kandırmak için, neleri kullanmış olabilirler?

Bunlar, Kur’an’da bahsedilen, İmran Ailesinin seçilmesi, Hz. İbrahim’in zürriyetinden sakınanların önderleri olması gibi hususlar olabilir.

İmran ailesiyle ilgili olarak Kur’an’da şöyle bahsedilmektedir:

Ali İmran Suresi 35: Hani, İmran’ın karısı, “Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” demişti.

36: Onu doğurunca, “Rabbim!” dedi, “Onu kız doğurdum.” -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir “Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum.”

37: Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.

Ayetlerden anlaşıldığına göre, İmran kızı, erkek beklerken kız doğurmasına rağmen, hiç itiraz etmeden, Yüce Yaradan’a tam teslimiyet göstererek, kızını ve soyunu Tanrı’nın koruması için dua etmiştir. Tek olan Tanrı da, bu temiz kulunun tam teslimiyetle yaptığı bu duasını kabul etmiştir. Buradaki en önemli gösterge, Yüce Yaradan’a gösterilen tam teslimiyettir. Dolayısıyla, kabul edilen dua, çevresine yaptığı gösterişlerle Tanrı’yı kandırmaya çalışan herhangi bir kişinin duası değildir.

İbrahim soyuyla ilgili hususu irdelerken ele aldığımız, konuyla bağlantılı bazı ayetler şöyle;

İbrahim Suresi 14/35: Hani İbrahim demişti ki: “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.”

36: “Rabbim! Çünkü o putlar insanlardan birçoğunu saptırdılar. Artık kim bana uyarsa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphesiz sen çok bağışlayan, çok merhamet edensin.”

37: “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin kutsal evinin (Kâbe’nin) yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için (böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.”

.Enbiya Suresi 21/52: Hani o, babasına ve kavmine, “Ne bu tapınıp durduğunuz heykeller?” demişti.

53: “Babalarımızı bunlara ibadet ediyor bulduk” dediler.

57: Allah’a yemin ederim ki, siz arkanızı dönüp gittikten sonra ben putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım.

58: Derken (İbrahim) belki kendisine başvururlar diye içlerinden bir büyüğü bırakarak onları (putları) paramparça etti.

59: Onlar, “Kim yaptı bunu tanrılarımıza! Muhakkak o zalimlerden biridir” dediler.

60: (İçlerinden bazıları), “İbrahim denilen bir gencin onları diline doladığını duyduk” dediler.

Yukarıdaki ayetlerin anlatımından anlaşıldığına göre, Hz. İbrahim henüz bıyığı yeni terlemiş bir genç iken, kavminin putlarına karşı çıkmıştır. Ölümü göze alarak büyük bir cesaretle yaptığı bu davranış, aynı zamanda sorgulamaktan gelen bir inancın sonucudur. Kolay kolay görülmeyecek bir durumdur. Genç yaşta iken, Yüce Yaradan’a gösterilen tam teslimiyettir. Dolayısıyla, Surenin 35inci ayetinde Hz. İbrahim’in yaptığı duanın kabul edilmesinin sebebinin mantığı anlaşılmaktadır. Hz. İbrahim’in, soyu için yaptığı duanın kabul edilmesine rağmen, babası Azer için yaptığı duası kabul edilmemiştir.

İbrahim soyu ve İmran soyunu seçkin kıldığının anlatıldığı ayet, Ali İmran Suresi 3/33: “Gerçekten Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin kıldı.”

Bu ayette Hz. Âdem ve Hz. Nuh’un da seçkin kılındığı anlatılır. Ama bu peygamberlerin ailelerinden bahsedilmez.

Bilindiği gibi Hz. Âdem ilk peygamberdir ve bozgunculuk ve kan dökücülük yapan insanlara peygamber olarak görevlendirilmiştir. Ama Hz. Âdem’in soyuna aynı özellik verilmemiştir. Seçkin olmasının sebebi muhtemelen, bozgunculuk yapan diğer insanlardan çok farklı anlayışta olmasıdır. Hz. Âdem’i diğer insanların arasından seçerek, cennetine almasına rağmen Yüce Yaradan, Taha Suresi 115inci ayetinde, onda azim bulamadığını ifade etmektedir.

Hz. Nuh da, Kur’an’da anlatıldığına göre 950 yıl yaşamıştır. Bunun muhtemelen 900 yılı peygamber olarak geçmiştir. Çok uzun olan ömrünü bir kulübede yaşayarak geçiren ve sürekli sabreden bir kişinin inancının gücü açıktır. Hz. Nuh’un tufan konusundaki duasının kabul edilmesinin sebebi bu çok uzun sabrı ve Yüce Yaradan’a tam teslimiyetidir. Ama onun da, oğlu için yaptığı duası kabul edilmemiş, oğlunun onun ailesinden sayılmayacağı söylenilmiştir. Bu cevaptan anlaşılan odur ki, insanın asıl ailesi, Yüce Yaradan’a teslimiyet göstererek yaşamaya çalışanlardır.

Diğer yandan, aşağıdaki gibi bazı ayetler de, menkıbe anlatanların bilerek yaptıkları yanlış yorumlarında kullanılmıştır.

Fatır Suresi 35/32: “Sonra biz o kitabı kullarımızdan süzüp seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan da nefislerine zulmeden var, orta yolu tutan var, Allah’ın izniyle hayırlarda ileri geçenler var. İşte bu büyük lütuftur.”

Ayette anlatılan kulları, süzüp seçilenlerdir. Ayete göre bu kulları da, daha doğuştan seçilmemişlerdir. Yaşadıkları süre içerisinde yaptıklarını süzen Yüce Yaradan, Kendisine teslimiyet gösterenleri seçerek, Kutsal Kitabındaki gerçeklerin anlatımını onlara bırakmıştır. Ancak aynı zamanda, hayırlarda ileri gitme sorumluluğunu da onlara vermiştir

Sonuç olarak, Yüce Yaradan, kulları arasında ne daha baştan yani doğduklarında, ne de yaşamları sırasında rastgele ayrım yapmaz. Her kuluna eşit davranır. Her kulu son nefesine kadar imtihandadır. Tanrı, kullarının yaptıklarına göre de, Kendi cevabını verir. Kötülükle gelen her kuluna aynısıyla mukabele eder. Ama iyilikle gelen her kuluna da on katı iyilikle karşılık verir.

Kur’an ayetlerine göre, duaları kabul olunanlar, yaşamları sırasında Yüce Yaradan’a tam teslimiyet gösterenlerdir.

Tek olan Tanrı, huzuruna getirttiği kulları karşısında mahcup duruma düşecek hiçbir adım atmaz. Mahcup duruma düşenler, her zaman, yarattığı kulları olur. Çünkü kulları, sadece gördükleri ve duydukları ile karar verir. Karar verirken de genellikle nefislerinin tesirinde kalırlar. Hâlbuki Yüce Yaradan, bütün olayları, kullarının kalplerinden geçen düşüncelerini ve huzuruna getirttiği kullarının da fikirlerini bildiğinden, konuyu bütün yönleriyle değerlendirir. Tek olan Tanrı’nın, kulları arasında ayrım yapmasından da herhangi bir menfaatinin olması düşünülemez. Bu nedenle, kulları arasında zerrece adaletsizlik yapma ihtimali yoktur.

Dolayısıyla kişiler, Yüce Yaradan nezdindeki itibarlarının olup olmayacağına kendi davranışlarıyla kendileri belirliyorlar. Eğer Tanrı nezdindeki itibarımızı artırmak istiyorsak, nefsimize hâkim olmaya çalışarak zorluklarla mücadele etmeliyiz. Zorluklardan başarıyla çıkabilmek için, kardeş olarak bildiklerimizle kenetlenerek, yapacağımız istişareler sonucu oluşacak ortak çözümler için hiç tereddüt etmeden çaba sarf etmeliyiz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH’IN KULLARINA ADALETİ ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı

ALLAH’IN KULLARINA ADALETİ ÜZERİNE 1

ALLAH’IN KULLARINA ADALETİ ÜZERİNE 1

 

Yüce Yaradan’ın yüceliği, sadece akıl sır ermez bir şekilde kâinatı yaratmasından ve bu yaratışını kulları için anlaşılır hale getirmesinden ileri gelmemektedir. Yüceliğini artıran bir husus, yarattığı kullarına özgürlük vermesidir. Yüceliğini taçlandıran bir diğer husus, Enam Suresi 12inci ayette ifade ettiği üzere, özgürlük verdiği kullarına rahmetini üzerine yazmasıdır.

Tek olan Tanrı, kullarına olan rahmetini çok sayıda ayetinde dile getirmiştir. Bunlardan birisi;

Zumer Suresi 39/7: “Eğer inkâr ederseniz, şüphe yok ki Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Bununla beraber kulları hesabına küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin hesabınıza ona razı olur. Hiçbir günahkâr da diğerinin günahını çekecek değildir. Sonra dönüşünüz, Rabbinizedir. O vakit, O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir. Çünkü O, bütün kalplerin özünü bilir.”

Yüce Yaradan, hiçbir kuluna zulmetmeyeceğini şu ayetiyle, net bir şekilde ifade etmektedir;

Nisa Suresi 4/40: “Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez…”

Yukarıda verdiğimiz ve Kur’an’da çok sayıda bulunan benzer ifadelere rağmen, konu insanların çoğu tarafından gereğince algılanamamaktadır. Bu farklı ve yanlış anlaşılmanın sebebi, bazı insanların anlattıkları menkıbelerdir.

Aşağıda birkaç örneğini vereceğimiz menkıbelerdeki yanlış ve uydurma anlatımlar referans alınarak, Tanrı’nın adaleti sorgulanmaktadır. Yani, Yüce Yaradan ile ilgisi olmayan uydurma bilgiler üzerinden teori oluşturulmaya çalışmak gibi çürük bir sorgulama yapılmaktadır.

Diğer yandan, tek olan Tanrı’ya ve Tanrı’nın adaletine inanan insanların da büyük çoğunluğu, anlatılan menkıbeleri, Yüce Yaradan’ın adaleti ile bağlantı kurarak değerlendirmeyi başaramamaktalar. Anlatılan menkıbeler kendi inançları ve fikirleriyle çelişkili şeyler olmasına rağmen, düşünmeden savunmaya devam etmektedirler. Yani, kendilerini dini bütün olarak gören bu insanlar, sorgulama yapmadıkları için, Tanrı’nın yolladığı kutsal kitabın değil, anlatılan menkıbelerin etkisinde kalmaktadırlar.

Anlatılan menkıbelerin en yaygın olanlarını tarih sırasına göre ele alarak, irdelemelerimizi yapmaya çalışalım.

İsrailoğulları, Kur’an’da Üzeyir olarak geçen Azra’yı, Tanrı’nın oğlu olarak anlatırlar. İsrailoğullarının da seçilmiş kavim olduğunu iddia ederler.

Bilindiği üzere, günümüzdeki Eski Ahit (Tevrat), Yüce Yaradan’ın, peygamberi olan Hz. Musa’ya indirilen değildir. Aslında kâhin olan, ama Tanrı’nın oğlu olarak gördükleri Azra’nın kaleme aldığı ve günümüze kadar değişikliğe uğrayarak gelen bir insan yazması kitaptır. Bu durumu anlamak için, günümüzdeki Tevrat’ı sorgulayarak okumak yeterlidir. İçerisinde bazı doğru bilgilerin yanında uydurma oldukları çok açık görülen ve tek olan Tanrı’nın adaletiyle çelişen, çok fazla anlatım vardır.

İsrailoğullarının seçilmiş kavim olmaları hususunda, bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde, Kur’an’a dayanarak açıklamalar yaptık.

İsrailoğullarının seçilmişliği; Firavunun zulmünden bitap düşmüş, kendi başlarına kurtulma şansları hiç olmayan bu kavmi, Firavundan kurtararak, insanlığa, gerçek Tanrı’ya olan inancın gücü hakkında güzel bir örnek yapmak istemesinden ibarettir. Muhtemelen, devletin başındaki Firavun, kendisini tanrı gibi görmeseydi ve İsrailoğlullarında, bu feci durumdan kurtulmak için bir mücadele azmi ve az da olsa güçleri olsaydı, tek olan Tanrı, örnek olarak İsrailoğullarını seçmezdi.

İsrailoğulları ise, bu seçilmişliği taşıyamadılar. Kurtarıldıktan sonra, kendilerine gönderilen peygamberlere ve birbirlerine karşı zalimliklere başladılar.

Bu fikrimizi destekleyen çok sayıda Kur’an ayeti vardır. Yahudilerin seçilmişlik iddialarının geçerliliğini, Cuma Suresi 6 ve 7inci ayetlerde, İsrailoğulları için “Allah zalimleri iyi tanır” diyerek yerle bir etmektedir. Yani, Firavundan kurtarmak için seçtiği kavmi, bu defa zalimlikleri yüzünden aşağılamaktadır.

Cuma Suresi 62/6: De ki: “Ey Yahudi akidesini benimseyenler! Bütün insanlar değil de, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, (bunda da) samimi iseniz haydi ölümü isteyin!”

7: “Ama onlar(Yahudiler), daha evvel yaptıklarından dolayı asla ölümü istemezler. Allah, zalimleri hakkıyla bilir.”.

Ancak, Kur’an, bütün İsrailoğullarını böyle aşağılamaz. İçlerinden, geceleri kalkıp Allah’a dua eden bazılarını ayırır.

İnsanları yanıltan diğer bir menkıbe de, yine bir İsrailoğlu olan Hz. Meryem ve Hz. İsa hususunda anlatılanlardır.

Bilindiği gibi, Hz. İsa’ya indirilen gerçek İncil ortada yoktur. Hz. İsa’nın, Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia eden İncillerin sayısı, bir dönem,  bine ulaşmıştır. Hıristiyanlar, bu durum karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlar. İznik’te geniş katılımlı bir toplantı yapmışlar. Yüzlerce kitabı elemişler. Ama yine de, içlerinden bir tanesini seçememişler. Dört tanesini seçerek, bunlardan hangisini isterseniz ona tabi olun demişler.

Bir semavi din düşünün ki, binden fazla insan yazması kutsal kitabı var. İnsanlar oturmuşlar, kendileri karar vererek dörde indirebilmişler. Bu açıdan bakılınca, kâhin Azra’nın yazdığı, hiç olmazsa bir tanedir. Çünkü insanların yazdıkları ve başka bazı insanların seçtikleri bu dört İncil’de, birbirinden farklı ve birbiriyle çelişkili çok sayıda bölüm var. Bu durumu gördükleri halde, “yapacak bir şey yok, ancak bu kadar yapabildik” diyerek dördünü de kabul etmişler herhalde.

Artık, yüzlerce insanın yazdığı ve yine yüzlerce insanın eleyerek dörde indirdiği bu kitaplara dayanarak anlatılan bir dinin, ne kadarının tek olan Tanrı’nın sözleri olduğunu siz düşünün.

Bu sebeple, Hz. İsa’nın, Tanrı’nın oğlu olduğu ve sonunda dünyaya geri gelip, kendisine inananları kurtaracağı iddiası hakkında burada fikir yürütmeyeceğiz. Bu konudaki düşüncelerimizi sorular sorma yöntemiyle, bu sitede yayınladığımız “Hz. İsa’nın Tanrılığı Üzerine” başlıklı makalemizde dile getirdik.

Semavi dinlerde, insanlara anlatılan bir başka menkıbe de, Hz. Muhammed ile ilgili olandır. Müslümanların da önemli bir bölümü, ilk yaratılan ruhun, Hz. Muhammed’in ruhu olduğunu söylerler. Bununla da yetinmeyerek, Tanrı’nın, Kendi yarattığı bu ruhun “yüzü suyu hürmetine” kâinatı yarattığını anlatırlar.

Ortada, değişmeden kalan tek kutsal kitap olan Kur’an durmasına ve Kur’an’da böyle ifadeler kesinlikle olmamasına rağmen, neden böyle söylemiş olabilirler? İnsanın aklına gelen tek mantıklı cevap, “biz Yahudilerden ve Hıristiyanlardan aşağı mı kalacağız” anlayışı olabilir. Hattâ, Müslümanlar, sadece bu iddialarıyla yetinmemişlerdir. Diğer dinler, kendilerine gelen peygamberleri için, “Tanrı’nın oğlu” diyorlarsa, bizim peygamberimiz de, Tanrı’nın sevgilisidir demişlerdir. Kur’an’da geçmeyen “habibim” yani “sevgilim” hitabını söyleyerek halkı yönlendirmişlerdir. (Not: Allah’ın sevdiği kulu olmak ile Allah’ın sevgilisi olmak farklı şeylerdir.)

Şimdi, semavi dinlerde anlatılan yukarıdaki bu menkıbeleri irdelemeye çalışalım. Bu sorgulamamızda, yazımızın ilk paragrafında aktardığımız ve Tanrı’nın yüceliğini taçlandıran anlayışını, yani kullarına özgürlük vermesi ve kullarına merhametini üzerine yazması gerçeğini, gözden kaçırmayalım.

Semavi dinlerin bazı yöneticilerinin anlattıkları menkıbelere bakılırsa, Tanrı, kulları arasında, daha baştan ayrım yapmaktadır. Böyle bir Tanrı’nın, huzuruna gelen kulları arasında zerrece adaletsizlik yapmadan, onları cennet veya cehenneme göndereceğine inanmak mümkün müdür?

Aksine, Tanrı’nın, kulları arasında ciddi anlamda torpil yaptığı imajı oluşturulmuş oluyor. Düşünün ki Allah, önce bir kulunun ruhunu yaratıyor ve hangi sebeple olduğu bilinmeyen bir şekilde, Kendi yarattığı bu kulunun yüzü suyu hürmetine kâinatı yaratıyor. Böyle bir Tanrı’nın kulları arasında zerrece adaletsizlik yapmadığına kim inanır?

Kullarından önce yarattığı melekleri düşünelim. Melekler her şekilde Yüce Yaradan’ı takdis ederlerken, niye bir kulunu yaratıp, Kendi yarattığı kulunun yüzü suyu hürmetine, evreni yaratsın? Böyle davranan bir yaratıcının ilâhlığı tartışılmaz mı?

Diğer taraftan, çocuk sahibi bir Yüce Yaradan düşünülebilir mi?

Eğer bir Tanrı, yarattığı kullarından bazılarını Kendi çocukları gibi görüyorsa, Tanrı’nın, kulları arasında adaletli davrandığından bahsedilebilir mi? Sadece çocuğu gibi gördüğü kullarını dünyaya görevli olarak gönderen bir Tanrı’nın, bütün yarattığı kulları arasında zerrece adaletsizlik yapmayacağı iddia edilebilir mi?

Semavi dinlerde bazen, tek olan Tanrı’nın, peygamberlerinin ve diğer yol göstericilerinin bir kısmını, Kendi katından dünyaya görevli gönderdiği anlatılır. Şimdi bunun doğru olduğunu ve onları yeryüzüne gönderirken, bu dünyaya niçin geldiklerinin bilincini ve bilgisini verdiğini düşünelim. Bu bilgileri vererek, bazı kullarına göz göre göre ayrımcılık yapan bir Tanrı’nın, kulları arasında zerrece haksızlık yapmayacağına inanan olur mu?

Kulları yarın Yüce Yaradan’ın huzuruna getirildiklerinde, tek olan Tanrı’ya dönerek “Tanrı’m, bize de böyle bilinç ve bilgi verseydin, biz daha güzelini başarırdık” dediklerinde, Yüce Yaradan’ın, Kendi yarattığı kulları karşısında “haklısınız” diyecek duruma düşmesi hayal edilebilir mi?

Yahut da, “siz Benim işime karışmayın” diye kullarını azarlayan bir Tanrı’yı, gönülden sevecek bir kul düşünülebilir mi?

Şimdi konuyu daha net kavrayabilmek için, değişmeden kalan tek kutsal kitap olan Kur’an’ın, son inen ayetlerinden olan Nasr Suresine bakalım:

110/1: Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde,

2: Ve insanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiklerini gördüğünde,

3: Rabbini överek tespih et, O’ndan bağışlanmanı dile, çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.

Bu ayetin, Hz. Muhammed’in yaşamının sonlarında, Mekke’nin fethi ve Huneyn Savaşının kazanılarak bütün Arap Yarımadasına İslâm’ın hızla yayılmaya başlamasından sonra indiği hususunda fikir birliği vardır.

Ayette, Hz. Muhammed’e hitap edilmektedir. Peygamberinden, Rabbinden bağışlanmasını dilemesini istemektedir. Hâlbuki bazı Müslümanların iddialarına göre, kâinat aynı Hz. Muhammed’in yüzü suyu hürmetine yaratılmıştı. Yine anlatılanlara göre, aynı Hz. Muhammed’in, geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmişti. Yine, aynı Hz. Muhammed için Allah’ın habibi, yani sevgilisi deniliyordu.

Görülüyor ki, bir tek ayet bile, semavi dinlerin üçünde de anlatılan bütün menkıbelerin uydurma olduklarını gözler önüne sermeye yetiyor. Demek ki, peygamberler dâhil, her kul, son nefesine kadar imtihandadır. Bütün kulları, aynı kurallara uymak zorundadır. Kulları arasında ayrım yoktur.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH’IN KULLARINA ADALETİ ÜZERİNE 1 için yorumlar kapalı

TAASSUP VE CAHİLLİK

TAASSUP VE CAHİLLİK

 

Taassup kelimesinin Türkçe karşılığı, bağnazlıktır. Bu kavramın anlamı hakkında genel anlayış şöyle; “Bir inanca, bir fikre körü körüne bağlı kalıp, diğerlerine tahammül edememe.”

Bu tarife bakılınca, taassup gösterenlerin cahil insanlar oldukları düşünülmektedir. Gerçekten böyle olup olmadığını anlayabilmek için, konuyu irdelemeye başlayalım.

Yukarıdaki tanım ile bütün semavi dinlerin anlatımlarını ve Budizm öğretisinin söylediklerini karşılaştıralım. Yapılacak mukayeseler sonunda, okuyucularımızın, bütün semavi dinlerin ve Budizm’in amacının, taassubu yıkmak ve yok etmek olduğu kanaatine varacaklarını düşünüyoruz.

Bilindiği gibi, değişmeden kalmış tek kutsal kitap olan Kur’an’da, atalarının yolunu sorgulamadan takip edenler kınanır. Kur’an’ın aktardığına göre, insanlar hemen her peygambere, “eski köye yeni adet getirenler” olarak bakmıştır. Bu sebeple, dışlanmışlar ve öldürülmek istenmişlerdir. Kitaplarda, peygamberlere karşı çıkanların, kavmin veya şehrin ileri gelenleri oldukları anlatılır. Yani, bağnazlık ederek peygamberlere saldıranların bayraktarlığını yapanlar bunlardır.

Takdir edileceği gibi, kavmin veya şehrin ileri gelenleri arasındaki okumuşluk oranının, halkınkine göre çok daha fazla olacağı aşikârdır. Dolayısıyla, taassubun en net örneğini gösteren bu kimseler, okumamış veya bilgisiz insanlar olarak nitelenemezler.

Taassup kavramının ve bağnazlıkların görüldüğü alanların ayrıntılarına girmeden önce, cahillik nedir konusunu da ele almakta fayda var. Cahil denilince akla ilk gelen, okumamış insanlar olmaktadır. Ama üzerinde tekrar düşünülünce, bu tarifin hem eksik hem de yanlış kaldığı anlaşılmaktadır. Benim daha uygun gördüğüm tanım, Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın sunuş bölümünde yaptığım şu tariftir; “Cahil, kendisinde bilgi eksikliği bulunmadığını zanneden insandır. Dolayısıyla, yeni bilgiye ihtiyaç duymaz ve kendisini geliştiremez.”

Yukarıda yaptığım tanımın gerçeğe en yakın olduğunu, yaygın olan tarifin yanlışlığı, şarkılara konu olmasından anlaşılmaktadır. Konumuzla bağlantılı olan şarkı sözleri şöyledir:

“Ne cahiller gördüm, âlimden daha bilgin,

Ne âlimler gördüm, cahilden en cahil.”

Gerek cahil, gerekse taassup kavramlarının yukarıda verdiğimiz anlamları birlikte dikkate alındığında, taassup sahiplerinin cahil insanlar oldukları kanaatine ulaşılıyor. Yani, bağnazlık yapanlar, kendilerinde bilgi eksikliği olmadığını düşünenlerdir.

İlkokulu zor bitirmiş bazı insanların, diploma sahiplerini eleştirirken söyledikleri “ben onun gibi elli tane mühendisi cebimden çıkarırım” sözü, bizim cahil tanımımızı doğruluyor.

Üniversiteyi bitirmiş, hattâ akademik kariyere kalarak profesörlüğe kadar yükselmiş bazı insanların da benzer tavırları vardır. Bir sohbet sırasında konuşurlarken, “aptallar, cahiller, bir de şöyle söylüyorlar” diyerek söze başlamaları, okumamışlardan daha tehlikeli olmalarına vesile olmaktadır. Çünkü bu profesörlerin konuştukları ortamda bulunan ve farklı düşünen gençler, seslerini çıkaramamakta, fikirlerine baştan damga vurulduğu için konuşamamaktadırlar. Bu yapıdaki okumuşların, hiçbir istişareye ve tartışmaya gerek görmeden, kendisinin dışındaki fikirleri doğrudan dışlamaları, onların da bizim cahil tanımına uyduklarını göstermektedir.

Bazı insanlar, geçmişte savundukları bir fikirlerini, zaman içerisinde değiştirerek, neredeyse tam tersi bir düşünceye sahip olabilirler. Bu normal karşılanabilir. Hatasını görmüş ve fikrini değiştirmiş denilebilir. Normal olmayan, taassup sahibi insanlardaki dönüşümdür. Eğer bir insan, geçmişte savunduğu bir konunun bağnazlığını yapıyor idiyse, çok büyük bir ihtimalle, yeni fikrinin de bağnazlığını sergilemektedir.

Diyelim ki bir kişi Komünizmi savunurken, her türlü araştırma ve incelemeye kapalı olarak taassup halinde tek gerçek olarak görüyor. Bu yapıdaki şahısların büyük çoğunluğu, fikir değiştirip kapitalizmi veya dini savunmaya başladıklarında, yeni düşüncelerini de, aynı yöntemle savunmayı sürdürüyorlar. Bu kıskaçtan kurtulabilenlerin sayıları çok az maalesef. Yeni fikirlerini savunurken bağnazlıktan kurtulabilenler, araştırıp, inceleyip mantık yürüterek ilerleyenlerdir. İşin özüne inmeden, basmakalıp sloganlarla savunmalarını yapmaya çalışanların durumu hiç değişmiyor. Yukarıda verdiğimiz bu örneği, ırkçı-dinci, dinci-kapitalist şeklinde çoğaltabiliriz.

Fikir değiştirdikleri halde taassupları değişmeyen insanları yakından incelediğimizde, hemen hepimizin görebileceği bu durum, bize bağnazlık tanımında yeni bir pencere açmaktadır. Demek ki taassup, kırılması zor bir zincirdir. İnsanın yapısına derinlemesine işlemektedir. Yapılarını değiştirememeleri ise, cahilliklerinden kaynaklanmaktadır. Yani, kendilerinde bir eksiklik görmedikleri için sorgulayarak araştırma ve inceleme yapmamaları, eleştirilere kulak tıkamalardır.

Bağnazlık yapanların ortak davranışlarından birisi de, suçu hep başkalarında aramalarıdır. Böyle davranmalarının sebebi, cahil olup, kendilerinde bir bilgi eksikliği görmemelerindendir. Kendisinde hiçbir eksiklik ve hata görmeyen bir insanın, kendisi dışındakileri suçlayacağı açıktır.

Taassup sadece fikri alanlarda görülmemektedir. Meslek taassubu, günümüzün önde gelen sorunları arasındadır. Meslek taassubunun bir zararı, insanların birbirlerini dinlememeleridir. Böyle olunca, hem kendilerini geliştirmeleri zorlaşıyor hem de çevrelerine faydalı olmaları ihtimali azalıyor. Çünkü insanlar arasındaki saygı ve güven azalıyor.

Meslek taassubu bazen kendisini makam taassubu olarak da gösterebiliyor. Taassup sahibi doktor hemşireyi dinlemiyor, hemşire ve doktor hastayı dinlemiyor. Böyle olunca da hasta, güvendiği insanlar ne derse onu uygulamaya çalışıyor. Mühendis teknisyeni dinlemiyor, teknisyen ustayı dinlemiyor, usta kalfayı dinlemiyor, kalfa müşteriyi dinlemiyor. Amir memuru dinlemiyor, memur vatandaşı dinlemiyor. İslâm âlimi olduğunu zanneden kişi müftüyü dinlemiyor, müftü hocayı dinlemiyor, hoca vatandaşı dinlemiyor. Bu örnekler hemen her alandan verilebilir.

Sonuçta, taassup sahibi olan insanların yaptıklarının cezasını vatandaş çekiyor. Tıpkı, askeriyede olduğu gibi oluyor. Evinde eşiyle kavga eden komutanın öfkesi, nizamiyenin önünden sahibiyle geçen inatçı keçinin başında patlıyor.

Meslek taassubunun haricinde, bazı üniversite öğretim üyelerinde ve mesleklerinde gerçekten bilgili olan insanlarda görülen bir başka bağnazlık tipi vardır. Bu insanlar, kendi alanlarında yeterince bilgili olmalarına güvenerek, ilgileri olmayan çok farklı konularda da fikir yürütürlerken, o hususları da en iyi bilenlermiş gibi tavır takınmaktadırlar. Bir konunun ayrıntılarında bilgili olan bir kişinin başka hususlarda da fikir yürütmesi normaldir. Normal olmayan, başka konuları da en iyi bildiğini zannederek, istişare bile etmeden hüküm vermektir. Bu tavırlar da bir çeşit bağnazlıktır. Kendisinde bilgi eksikliği olmadığını zannetmenin, yani cahilliğin bir sonucudur.

Her şeyi bilen siyasetçilerden bahsetmeye gerek bile olmadığını düşünüyoruz.

Yukarıda aktardıklarımızdan anlaşılacağı üzere, taassup sahibi insanlar, aslında, cahil kişilerdir. Bunlar, ister hiç okula gitmemiş, isterse üniversite bitirip en üst kariyere yükselmiş olsunlar, kendilerinde bilgi eksikliği olmadığını düşünenlerdir. İnsanların ve insanlığın önünü tıkayanlar, huzurunu bozanlar bu yapıdakilerdir.

Sosyal kategorisine gönderildi | TAASSUP VE CAHİLLİK için yorumlar kapalı

İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 2

İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME KONUSU ÜZERİNE 2

 

Varlıklar arası geçiş evrimini savunan âlimlerin dayandığı ayetlerden bazıları şunlardır:

Mürselat Suresi 77/20: “Biz sizi adi bir sudan yaratmadık mı?” Benzer ifadeler Furkan 25/54, Secde 32/8, Fatır 35/11, Yasin 36/77, Mümin 40/67, Kehf 18/37 gibi ayetlerde de vardır.

Enbiya Suresi 21/30: “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik bir halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?”

Nur Suresi 24/45: “Allah, her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki yağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür… Allah dilediğini yapar; çünkü Allah her şeye kâdirdir.”

Yukarıdaki ayetlere göre bütün canlılar, yani bitkiler, hayvanlar ve insanlar sudan yaratılmıştır. Bazı âlimlerin evrimleşme için temel referans aldıkları çekirdek varlık “su” olsa bile, suyun, evrimleşmenin çekirdeği olarak kabul edilmesi için çok daha fazla açıklayıcı bilgiye ihtiyaç vardır. Ayrıca Kur’an’da, cansızların hangi maddeden yaratıldığı hakkında bilgi verilmemiş. Meleklerin ise ateşten (nurdan) yaratıldığı bilgisi verilmiştir. Dolayısıyla Mevlana’nın şiirindeki, cansızlardan meleğe doğru evrimin açıklaması için, canlıların sudan yaratılmış olmaları savunması yetersiz kalmaktadır.

Bu konudaki bir önceki makalemizde belirttiğimiz üzere, insanlarda, hem beden hem de ruh vardır. Dolayısıyla, çekirdek varlık olarak ileri sürülen biyolojik kavram, bütün canlılarda ortak olsa bile, ruh konusunda evrimden bahsedilmesi için, bilimsel olarak bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz ruh konusunda, ancak Kur’an ne diyor diye bakarak fikir yürütmemiz gerekmektedir.

Secde Suresi 32/9: Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine Kendi ruhundan üfürdü. Ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti. Siz pek az şükrediyorsunuz!

Sad Suresi 38/71: Hani Rabbin meleklere demişti ki: “Ben çamurdan bir insan yaratmaktayım.”

72: “Onu tesviye edip, düzeltip de ruhumdan ona üfledim mi derhal ona secdeye kapanın.” Hicr Suresi 15/29uncu ayette de benzer ifade vardır.

Demek ki, meleklerin yapıları insanlardan farklıdır. .Yüce Yaradan, insanlardan başka bir varlığa Kendi ruhundan üflememiştir. Bu durumda, insandan meleğe dönüşme ihtimalimiz de, sadece, Tanrı’mızın “ol” demesine bağlıdır. Başka şekilde mümkün değildir.

Nitekim Nahl Suresi 16/61: Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hesaba çekseydi, yeryüzünde kımıldayan tek canlı bırakmazdı…” ayetine göre,  “değil melek, melek gibi insan, yani günahsız insan” olabilmek bile mümkün değil.

Ruh konusundaki bir başka ayet şöyle:

Enam Suresi 6/93: Allah’a karşı yalan uyduran yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde: “bana vahyedildi” diyen ve: “Allah’ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim” diye iddiada bulunandan daha zalim kim olabilir? O zalimlerin halini ölüm şiddeti içindeyken bir görsen! Melekler onlara ellerini uzatırlar ve: “Ruhunuzu teslim edin. Bugün, Allah’a karşı haksız şeyler söylediğinizden ve O’nun ayetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız” derler.

Ayete göre, Tanrı, bize üflediği ruhu, ölüm anında geri almakta ve her insan kendi ruhunu teslim etmektedir. Dolayısıyla, Tanrı’mızın üflediği her insanın ruhunun, evrimleştiğini söylemek mümkün değildir. Yüce Yaradan’ın, insanlardan başka bir varlığa Kendi ruhundan üflememiş olması, insanlara verdiği ruhu da ölüm anında geri alması, ruhta evrimleşmenin olmayacağının delillerindendir.

Belki de âlimleri, evrim yönünde düşünmelerine sebep olan olaylar, Hz. Âdem’in iki çocuğunun arasında görülen kavgalardır. Hz. Âdem’in iki oğlu arasındaki, ruhun farklı kullanılarak birinin diğerini öldürmesi gibi olaylar, günümüzde de geçerlidir. Aslında, sahip olduğumuz ruhların kullanımındaki bu farklılık, Mevlana’nın “hamdım, piştim, yandım” sözüyle bağlantılıdır. Yani, Tanrı’nın verdiği özgürlüğün hangi yönde kullanıldığıyla ilgilidir.

Yüce Yaradan’ın kullarına Kendi ruhundan üflemesini, İsmail Hakkı Bursevi şöyle yorumlar: (Biz de bu yoruma katılıyoruz.)

“Allah, insanı, Kendi zatının sıfatlarının suretinde; hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.”

Evrimleşmeyi veya başkalaşmayı savunan Amr El Cahız gibi bazı İslâm bilginleri, muhtemelen aşağıdaki ayetleri delil olarak almışlardır.

Bakara Suresi 2/65: İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara “sefil maymunlar olun!” dedik.

Araf Suresi 7/166: Yasaklandıkları şeylerden vazgeçmeye yanaşmayınca da onlara “sefil maymunlar olun” dedik.

Ayetlerde, İsrailoğullarının “kadir bilmez” davranışlarına üzülen Tanrı’nın, onlar için, “sefil maymunlar olun” dediği anlatılıyor. Ama burada aktarılmak istenilen, onların hakikatte maymun olmaları değildir. Mecazi anlamdadır. Eğer biyolojik anlamda maymunlar olunması istenseydi, İsrailoğullarının büyük çoğunluğunun maymun haline dönüştürülmesi beklenirdi.

Çünkü İsra Suresi 17/108: “Ve derler ki: Rabbimizi tenzih ederiz. Şüphesiz ki Rabbimizin vaadi gerçekleşir.” ayeti var. Diğer yandan, insanları gerçek maymunlar haline getirmek isteseydi, onların maymun haline getirilmeleri için, Yüce Yaradan’ın, sadece “ol” demesi yeterliydi. Sadece bu emrin sonunda, hepsi gerçek maymun haline dönüşürdü.

Yukarıda verdiğimiz Bakara Suresinin 65inci ayetinin devamı olan 66ıncı ayette: “Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.”

Bu ayete göre, sonraki gelen nesillere ibret olarak böyle bir ifade bahsedilmesine rağmen, hakikatte maymun yapılmadıklarına bakılınca, verilmek istenilen öğüdün, mecazi anlamında olduğu açıktır.

Bu hususta bir başka ayet şöyle:

Maide Suresi 5/60: De ki: “Allah katında cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah, kimlere lanet etmiş ve gazabına uğratmışsa; kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kulluk eden kimseler yapmışsa, işte bunların makamı daha kötüdür ve onlar düz yoldan daha çok sapmışlardır”

Yukarıdaki ayette de, gazaba uğrattıkları için, “maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar” olarak bahsedilmesi de, bize göre, mecazidir. Yoksa maymun, domuz ve şeytana kulluk eden kimseler yapıldıkları anlamında değildir. Bilindiği gibi, şeytana kulluk etmenin diğer anlamı, kişinin, nefsinin egemenliğine girmesidir. Yani, “şeytana kulluk eden kimse yapılması” ifadesi, “nefsine kulluk eden” anlamındadır ve mecazidir. Tıpkı “maymunlar ve domuzlar yapılması” sözünün mecazi olduğu gibidir.

Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın, Kendisinin yarattığı hayvanları, maymunları ve domuzları bu şekilde kötülemesi düşünülebilir mi? Kendi yarattığı insanı bile eleştirirken, “insan çok zalim ve çok cahil” gibi açıklayıcı bir şekilde ve verdiği özgürlüğü yanlış kullandıkları için, beğenmediği özelliklerini bahseder (Ahzab Suresi 33/72). Tek olan Tanrı, bu eleştirisine rağmen, insanı, Kendisinin yeryüzündeki halefi yapmıştır.

Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen bu hayvanların davranışlarından, insan onuruna yakışmayan bazılarının benzerinin, lanetlenen insanlarca yapılmış olmasının yanlışlığının vurgulandığı kanaatindeyim. Nitekim aşağıdaki ayette, bu anlamda bir öğüt vardır.

Lokman Suresi 31/19: “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt, çünkü seslerin en çirkini elbette eşeklerin sesidir.”

En çirkin sese sahip olmalarına rağmen, Tanrı’nın, yarattığı eşeklere verdiği diğer özelliklerine bir bakalım. Eşeklerin çok güzel göze sahip olduklarını, hiç itiraz etmeden yükleri taşıdıklarını, cefakârlıklarını, dağların arasından en az meyilli ve uygun yolu bulduklarını, sütünün faydalarını biliyoruz. Belki, onları yaratan Tanrı, bizim henüz bilmediğimiz daha başka özellikler de vermiştir. Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın, hayvanlarla ilgili olarak bize vermek istediği örneklik, hayvanların davranışlarındaki, insan onuruna yakışmayanlarını yapmamamız içindir. Birçok yönden insanlara güzel örnek olan eşek, anırmasıyla kötü bir örnektir. Bu nedenle, ayetlerde bahsedilen maymunlar ve domuzlar hususunu da, bu açıdan irdelemek gerekir.

Yukarıda yaptığımız irdelemelerin sonunda ulaştığımız sonuç, cansızlardan bitkiye, bitkilerden hayvana, hayvanlardan insana, insanlardan meleğe evrim, velev ki, Tanrı’nın müdahalesiyle olduğu düşünülse bile, Kur’an’ın anlatımlarından çıkmamaktadır. Melekten madenlere doğru bir cezalandırma da görülmemektedir.

 Zaten böyle durumlar, sadece ve sadece, Yüce Yaradan’ın irade buyurması ve “ol” demesiyle olabilir. İlâhi dokunuş dışında, türler arasında geçiş olamaz. Her tür, tek olan Tanrı tarafından ve bağımsız yaratılmıştır. Türlerin başlangıç yaratılmaları ve sonrasında üreyerek yaratılışın sürmesi, tamamen Yüce Yaradan’ın verdiği bir iç kuvvet ve bu kuvvete Tanrı’nın müdahalesiyle olmuştur.

Her konuda olduğu gibi, bu hususta da gerçeği, sadece ve sadece, her şeyi bir sebeple yaratan Yüce Yaradan bilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 2 için yorumlar kapalı

İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 1

İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME KONUSU ÜZERİNE 1

 

Mevlana Celaleddini Rumi’den Elmalılı Hamdi Yazır’a kadar birçok İslâm bilgini, varlık hiyerarşisine dayalı ve madde ile başlayıp manen devam eden bir evrimi savunmuşlardır. Bu fikri ilk ortaya atan Fars asıllı İbn Miskeveyh’tir (932?-1030). Ancak Mevlana, bu hiyerarşiyi, yani, insanın ruhsal, biyolojik ve maddi evrime tabi olduğu fikrini ahirete kadar uzatmıştır.

Amr el Cahız, Bakara Suresi 2/65inci ayete dayandırarak, İslâm’da biyolojik evrimi savunmuştur. (Bu ayet, makalenin ikinci bölümünde ele alınacaktır.) Cahız, bu ayete dayanarak, yapay canlı yapılabileceğini de savunmuştur. İbni Haldun, biyolojik evrim fikrine sosyolojik evrimi ekleyerek geliştirmiştir. İslâm’da anlık sıçrama (tafra veya mutasyon) yoluyla evrimi savunmuşlardır.

Bu fikre göre, bazı varlıklar diğerine dönüşür. Bu dönüşümler, bitip tükenmeden devam eder. Her bir varlık ait olduğu basamaktan bir üste yükselme ve dönüşme yeteneğine sahiptir. Bu yeteneğe sahip olan varlıklar, bazen de dönüşür. Madenlerden bitkilere, oradan da hayvanlara muazzam bir yükseliş söz konusudur. Yani hurma ve üzüm, sedef ve salyangoza, maymun insana, insan meleğe insilah edebilir (geçebilir).

Evrimi savunan bu âlimler, bu başkalaşım şeklindeki evrimin kendiliğinden olduğunu iddia etmezler. Bunları, Allah’ın oluşturduğunu düşünürler. Bu sebeple, biz bu iki makalemizde de konuyu, Kur’an ayetleri yönünden inceleyeceğiz. Tanrı’nın bize verdiği aklı kullanarak, iddialarının mantığını irdeleyeceğiz.

Mevlana bir şiirinde şöyle der:

Bir madendim, öldüm ve bitki oldum

Bitkiydim, öldüm ve hayvan oldum

Hayvandım, öldüm ve insan oldum

Öyleyse ölümden korkmak niye?

(Şiirin devamı şöyle: Hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü? Bir gün insan olarak ölüp, nurdan bir mahlûk, rüyaların meleği olacağım. Fakat yolum devam edecek. Allah’tan başka her şey kaybolacak. Hiç kimsenin görüp duymadığı bir şey olacağım. Yıldızların üstünde bir yıldız olup, doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım.)

Şiir böyle olunca, çıkarılan anlamlar da çok farklı olmuştur. Kimisi, reenkarnasyon olarak anlamıştır. Kimisi, fizyolojik bir evrim olmayıp, ruhsal gelişme ve kâmil olma şeklinde yorumlamıştır. Ama şiirle ilgili olarak Mevlana’nın aslında neyi kastettiği bilinmemektedir. Bu hususta, sadece fikir yürütmeler vardır.

Gerçekten de şiir, farklı anlamlar çıkarmaya çok müsait dizeler içermektedir. (Şiirin, parantez içerisindeki koyu renklendirilmiş sözlerini tekrar okuyup anlamaya çalışırsak, zorluğu kendimiz de görürüz. Ben anlayamadım.)

Eğer Mevlana bu şiiriyle, yalnızca ruhsal gelişimi ve kâmil insan olmayı, yani tekâmülü anlatmak istemiş olsaydı, böyle bir şiire ihtiyaç duymazdı diye düşünüyorum. Yine kendisine ait olan “hamdım, piştim, yandım” sözü yeterli olurdu.

Diğer taraftan, şiirdeki, “hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü” sözü, Kur’an’da anlatılanlarla çelişmektedir. Şöyle ki;

Araf Suresi 7/179: Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğu cehennemliktir. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.

Anlaşılan o ki Mevlana, şiirindeki “hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm veya alçaldığım görüldü mü” sözüyle, muhtemelen kendisini anlatmış. Kur’an’da bahsedilen ve hayvanlardan daha aşağı olan diğer bazı insanların davranışlarını dikkate almamış.  Eğer amaç, sadece kendi ruhsal gelişimini anlatmak olsaydı, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, “hamdım, piştim, yandım” demesi yeterliydi. Ama böyle söylemeyip, şiirdeki yaşam macerasına madenlerden başlayınca, sadece kendi hayatını değil, insanlığın geçmişini de anlatmak istediği kanaati oluşuyor. Bu sebeple biz de, âlimlerin anlattığı bu konuyu, insanlığın serüveni açısından ele alacağız.

Bu sitede yayınladığımız, “İnsan, Hem Bu Dünyaya, hem Ahirete Aittir” başlıklı yazımızda ifade ettiğimiz düşüncelerimin bir kısmını, bu makale konusuyla bağlantılı olduğunu düşündüğümden tekrar veriyorum:

“Akıl, bu dünyaya aittir, ruh ise ahirete aittir. Diğer bir deyişle, akıl bu dünyadan, ruh semadandır.

Akıl ile geliştirdiğimiz bilim bu dünyadan, sahip olduğumuz özgürlük semadandır.

Akıl ile oluşturduğumuz düşünce bu dünyadan, idrak ve irade semadandır.

Yani, Biyolojik yaşam bu dünyadan, insani duygular semadandır.”

Bu durumda madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana, insandan meleğe geçişteki; ruh, özgürlük ve duygular gibi manevi boyutlar nasıl evrimleşmektedir? İslâm âlimleri bu evrimin kendiliğinden olmayacağını bilirler. Muhtemelen düşündükleri şey, Yüce Yaradan’ın, yeni halimize göre (bitki, hayvan, insan veya melek olma hali) yeni akıl, yeni ruh ve yeni duygular verdiği şeklinde olabilir.

İslâm bilginlerinin madenden-meleğe doğru giden evrim düşüncelerini, konuyu irdelemeden reddedemeyiz. Çünkü biz biliyoruz ki, Allah’ın gücü her şeye yeter. Ancak, burada sorulacak soruların bazıları şunlardır:

Her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, bir varlığı, neden, madenden bitkiye geçirsin ve ona yeni bir ruh versin? Aynı şeyleri neden bitkiden; hayvana, insana ve meleğe geçerken yapsın?

Madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları imtihan edip, başarılı olanları mı bir üst varlığa dönüştürüyor? Eğer böyleyse, Yüce Yaradan’ın, sonucu böyle olacak bir imtihan hususunda madenlere, bitkilere, hayvanlara ve insanlara haber verdiği bir kutsal kitabı var mı? Eğer hiçbir varlığın (maden, bitki, hayvan, insan), bu imtihandan haberi yoksa onların suçu ne? Böyle bir uygulama Allah’ın zerrece şaşmayan adaletiyle çelişmez mi? Bu durum Hinduculuktaki, hattâ Budizm’deki, başka bir varlıkta yeniden doğma fikrine benzemiyor mu?

Eğer Yüce Yaradan, yarattığı varlıkların ölümünden sonra böyle bir uygulama yaparak, onları bir başka tür olarak geri gönderecekse, cennet ve cehennem diye bir sistemi yaratmasının anlamı nasıl olur? Kötülük yapanlar cehennem ile cezalandırılmayacak, iyilik yapanlar cennet ile mükâfatlandırılmayacak ise, vaadi en gerçek vaat olan bir Yüce Yaradan’dan bahsedilebilir mi?

Her şeye gücü yeten bir Tanrı, her türü, doğrudan bağımsız olarak yaratmak yerine neden böyle bir yöntem izlesin?

Eğer, eski dönemlerdeki âlimler, Allah’ın, canlıları yaratma kurgusunu, her bir canlının kendisine verilmiş bir görevi olduğunu, yeryüzündeki halifeliğini dağlara, taşlara teklif ettiğini, ama onların kabul etmeyip insanın kabul ettiğini daha iyi kavrayabilmiş olsalardı, yukarıdaki sorulara gerek kalmazdı ve varlıklar arası geçişten bahsetmezlerdi.

İslâm âlimlerinin hataya düşmelerinin, muhtemel bir başka sebebi daha var.  Bu durum, Hz. Âdem’in ilk insan olduğunu düşünmeleri sebebiyle yaptıkları yanlışla benzeşmektedir.

Hâlbuki Yüce Yaradan’ın, bir tek Hz. Âdem’i yaratıp, ondan eşini ve ikisinden de çocuklarını yaratarak, çocuklarının kardeşler arası aile içi ilişkilerle çoğalmalarını sağladığı düşünülebilir mi? Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın bir batında doğan ikizleri, bir sonraki batında doğan ikizlerle evlendiklerinde, kardeşleriyle evlenmiş olmuyorlar mı? (Bu konuyla ilgili olarak, Kur’an ayetlerine dayanarak yaptığımız geniş açıklamaları, bu sitede yayınladığımız “Hz. Âdem Konusu Üzerine” başlıklı seri makalelerimizde yaptığımızdan burada bahsetmeyeceğiz.)

Bu sebeple, aynı anda çok sayıda âdemler ve onlardan da eşlerini yaratarak ve aile içi ilişkileri yasaklayarak, her türü kendi içinde bağımsız ve ilk yaratışta çok sayıda yarattığı hususu, Tanrı’mızın yüceliğine çok daha fazla yakışır. Yani, sadece insanları değil, cansız varlıkları, bitkileri ve hayvanları da birbirinden bağımsız şekilde ayrı ayrı ve aynı çeşitten çok sayıda yaratması, çoğaltması hususu da, Yüce Yaradan’ın yüceliğine çok daha fazla yakışır.

Bütün kâinatı oluşturan, sadece yeryüzünde binlerce çeşit kara bitkileri ve hayvanlarını, on binlerce çeşit deniz bitki ve hayvanlarını yaratmaya gücü yeten bir Tanrı’nın, insan olarak sadece Hz. Âdem’i yaratması, başka ademler yaratmaya gücünün yetmemesi düşünülebilir mi?

Şimdi, Amr El Cahız benzeri İslâm âlimlerinin söylediklerini Kur’an ayetlerine bakarak değerlendirmeye devam edelim.

Evrimi savunanlar; çevre, iklim, hayat tarzı ve benzer şeyleri evrime etken olan sebepler arasında sayarlar. Onlara göre, evrime tabi varlıkların hepsi, Allah’ın iradesiyle yarattığı çekirdek varlıklardır. Her tür, kendi içinde taşıdığı potansiyel kuvvet sayesinde evrimleşir. Bu potansiyeli yerleştiren ise, Allah’tır. Bu fikri savunanlar aşağıdaki ayete dayanmaktadırlar.

Araf Suresi 7/189: Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah’tır. O, eşini kucaklayıp sarılınca, eşi hafif bir yük yüklendi. Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah’a şöyle dua ettiler: “Eğer bize salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden olacağız.”

Evrimi savunanlar, bu ayetten, “Allah yaratılışı başlatmış, yarattıklarının içine potansiyelleri koymuş, dolayısıyla insanın (canlının) içerisinde henüz açığa çıkmamış bir potansiyel kuvvet olduğu” anlamı çıkardılar.

Bize göre, her türün kendi içerisinde taşıdığı bir potansiyel kuvvet vardır fikri, gerçeği yansıtmaktadır. Bu kuvveti veren de, Yüce Yaradan’dır. Ancak canlının, kendinden eşini yaratması, sadece Tanrı’mızın yapabileceği bir iç kuvvettir. Ayette, “sizi bir tek nefisten yarattı” denilirken, eşlerin, birbirini tamamlayan bir bütünün parçaları olduğu vurgulanmaktadır. Ayetin devamında, eşinin yük yüklenmesi konusundan bahsedilmesi, yaratılışın yine, tek olan Tanrı tarafından devam ettirildiğini gösterir. Biz çok istesek, ama Yüce Yaradan istemese, hiçbirimiz çocuk sahibi olamayız.

İnsan Suresi 76/30: “Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Yani Yüce Yaradan’ın bize verdiği potansiyel kuvveti kullanmamız da, Tanrı’mızın iznine bağlıdır. Tanrı dilemezse, değil evrim, üreme bile gerçekleşmez.

Yukarıda verdiğimiz Araf Suresi 189uncu ayette geçen “nefis” kelimesi, fert anlamındadır. Tasavvuftaki nefisin anlamı, insan bedeninden ayrı bir manevi şahsiyetçilik şeklindedir. Biz de, bu sitede yayınladığımız yazılarımızda bahsettiğimiz “nefsine uyma” sözünün anlamını, ferdin kendini düşünmesi olarak bahsettik.

Dolayısıyla, ayetten de anlaşıldığı üzere, Tanrı’nın yerleştirdiği bu iç kuvvet, başkalaşım için değildir. Bu kuvvetin bir hâl’den diğerine geçmek için olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu güç, türlerin soylarını sürdürebilmeleri için yumurtlama veya doğrudan doğum kuvvetidir. Ayrıca, türlerin, kendilerinin tamir ve bakımlarını yapabilmeleri içindir. Diğer yandan, türlerin kendi içlerinde taşıdığı kuvvet, karşılaştıkları farklı ve zor ortamlarda yaşamlarını ve soylarını sürdürebilmelerine yardım etmeye yarar.

Günümüzün biliminin ışığında anlıyoruz ki, Yüce Yaradan, bir canlı çeşidini yaratmayı planlarken, önce ona bir yaratılış amacı veriyor. Sonra, canlının yaratılış amacına uygun donanım ve yazılımı içine yerleştiriyor. Nitekim Yüce Yaradan, bize verdiği bu yazılım ve donanıma istinaden, Araf Suresi 172inci ayetle, insanı kendi nefsine karşı şahit tutmaktadır. Bu konudaki geniş açıklamaları, bu sitede yayınladığımız, “Allah, İnsanı Kendi Nefsine Karşı Neden Şahit Tutuyor” başlıklı makalemizde ele aldığımızdan burada bahsetmeyeceğiz.

Dolayısıyla, bilimin ve Kur’an’ın ışığında baktığımızda, evrendeki bütün türlerin, tek olan Tanrı tarafından, birbirinden bağımsız olarak yaratıldığı anlaşılıyor. Her yaratılma ilâhi bir müdahale sonucu oluşmuştur. Dolayısıyla, türler arasında geçiş olabilmesi için, Yüce Yaradan’ın müdahalesi ve “ol” demesi gerekmektedir. Birbirinden bağımsız olan türler, kendiliğinden zaman içerisinde başkalaşacak şekilde evrimleşemezler. Sadece hayatta kalarak soylarını sürdürebilecek ufak değişiklikler yapabilirler. Onu da, Yüce Yaradan’ın içlerine yerleştirdiği kuvvet sayesinde ve Tanrı’nın bu kuvveti kullanmalarına izin vermesi ile başarabilirler. Yani kendiliğinden bir kuvvet söz konusu değildir.

Mevlana ve diğer âlimler, madenden meleğe doğru geçişlerin, kendiliğinden değil, Yüce Yaradan’ın müdahalesiyle gerçekleştiği inancındadırlar. Makalemizin ikinci bölümünde Kur’an ayetlerinden bazı aktarımlar yaptık. Bu ayetlerde, insanın topraktan ve her canlının sudan yaratılmış olduğu ve tesviye edilip düzeltildiği anlatılıyor. Âlimler de bu gelişmeleri madenden-meleğe doğru cereyan eden bir serüven içerisinde düşünmüş olabilirler. Ancak bu hususta Kur’an’da açık bir bilgi verilmemiştir. Makalemizin ikinci bölümünde, Kur’an’da yaratılışla ilgili olan ayetler ele alınarak değerlendirilmeye devam edilecektir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM MUTASAVVIFLARINDA EVRİMLEŞME 1 için yorumlar kapalı

İBNİ ARABİNİN TÜRKLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ HAKKINDA

İBNİ ARABİNİN TÜRKLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ HAKKINDA

 

Günümüzdeki bazı İslâmcı yazarlar tarafından, “Arabi’nin kurduğu sistem o kadar etkili oldu ki, sadece zamanının tasavvuf anlayışını değil, günümüze kadar hemen bütün İslâm Dünyasındaki tasavvuf düşüncelerini etkiledi” şeklinde bir savunma yapılmaktadır. Bu sebeple, bu yazımızda iddianın gerçeklik derecesini irdelemeye çalışacağız.

Anadolu’ya gelen Türklerde, 13üncü yüz yılda kurulan tarikatlar aracılığıyla tasavvuf anlayışı oluşmaya başladı. Bu dönemde, bilhassa Moğol istilalarından kaçarak Anadolu’ya gelen çok sayıda mutasavvıf vardır.

Kübreviye tarikatının kurucusu Necmeddin Kübra’nın 1221 yılında ölümünden sonra onun öğrencileri Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya geldiler. Sadeddin-i Hamevi gibi ünlü öğrencileriyle birlikte gelen Necmeddin Kübra’nın müritleri, Anadolu’da bu tarikatı yaymaya çalıştılar.

Moğolların önünden gelen diğer mutasavvıflardan Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin babası Bahaddin Veled, onunla birlikte gelen ve halefi olan Burhaneddin Muhakkık-ı Tırmızi de Anadolu’da tasavvufun yayılmasında etkili olmuşlardır. Bunlardan sonra Bahaddin Veled’in oğlu Celaleddin-i Rumi devam etmiştir.

İbni Arabi ise, 1164’te Endülüs’te doğmuş olup, oradan dolaşarak Anadolu’ya gelen mutasavvıflardandır. Arabi’nin Anadolu’da tam olarak kaç yıl kaldığı bilinmemektedir. Ama Endülüs’ten çıkışının 1200 civarı olması, Kahire, Mekke, Bağdat, Şam gibi İslâm kültür merkezlerini dolaşarak, oralarda bir süre kalarak Anadolu’ya gelmesinin 1208 yılından önce olması ihtimali zayıftır. Arabi, Anadolu Selçuklu Devletinin başkenti Konya’da 1223 yılına kadar kaldıktan sonra Eyyubi şehzadesi Melik Eşref’in daveti üzerine Şam’a gitmiştir. Şam’da 1241 yılında vefat etmiştir.

Moğolların zulmünden çekindikleri için Anadolu’ya gelenler, genellikle Maveraünnehir bölgesinin âlimleriydi. Bu bölgenin, İslâmiyet ile tanışmadan önce, dini konularda ve bilimde etkisi pek duyulmamıştır. Ancak, İslâmiyet’ten sonra durum değişmiştir. Çok parçalı olan dini yapı, İslâmiyet şemsiyesi altında toplanmıştır. Bunun sonucu olarak Maveraünnehir bölgesi, İslâm’ın yorumlandığı ikinci büyük bilim ve fikir merkezi haline gelmiştir.

Bu gelişmeler bize, 800’lü yıllarda Türklerin arasında bir süre yaşamış olan Şumama bin el Aşras’ın şu tespitlerini hatırlatıyor. “Eğer onların memleketlerinde peygamberler yaşayıp da, bunların fikirleri kalplerinden geçse, kulaklarına çarpsa idi, sana Basralıların edebiyatını, Yunanlıların felsefisini, Çinlilerin sanatını unuttururlardı.”

İşte, Anadolu’ya gelen âlimler, böylesine güçlü bir bilim ve fikir merkezinde yetişen insanlardı. Böylesine gelişmiş ortamda yetişmiş mutasavvıfların, Anadolu’ya geldikten sonra, İbni Arabi’den ciddi anlamda etkilendiklerini ve onun fikirleri doğrultusunda ilerlediklerini söylemek pek inandırıcı durmuyor.

Diğer yandan, İbni Arabi’nin Endülüs’te yaşadığı gençlik yıllarında, bölgenin en meşhur âlimi İbni Rüşd idi. Hiç görüşmedikleri anlaşılan İbni Rüşd’ün fikirleri ile Arabi’nin Ortadoğu bölgesine geldikten sonra anlattıkları hiç uyuşmamaktadır. Hattâ İbni Rüşd ile birbirine zıt sayılır. Diğer yandan, Arabi’nin Endülüs’teki 38 yıllık yaşamı sırasında yayınladığı bir eseri bilinmemektedir. Dolayısıyla İbni Arabi’nin, Endülüs’te iken oluşturduğu fikirlerini yaymak için memleketini terk ederek dolaşmaya çıktığını düşündürecek bir belgeye sahip değiliz.

Aksine, İbni Arabi’nin belki de Endülüs’te iken sahip olduğu bazı fikirlerini, dolaştığı Kahire, Mekke, Bağdat ve Şam gibi merkezlerde değiştirerek geliştirmiş olması ihtimali kuvvetlidir. Çünkü bu yörelere geldiğinde karşılaştığı âlimlerden, bölgede geçmişte yaşamış meşhur âlimler hakkında daha net ve açıklayıcı bilgiler edindiği muhakkaktır.

Eski meşhur âlimlerden Beyazıd-i Bistami (öl.874), Cüneydi Bağdadi (öl.910), Hallacı Mansur (öl.922) gibileriyle ilgili hikâyelerden etkilenmediğini söylemek güçtür. Çünkü bu âlimlerin, kelime olarak söylemeden dile getirdikleri Vahdet-i Vücud anlayışını, kendisi de net bir şekilde dile getirmemesine rağmen, bu anlayışı sistemli hale getirenin Arabi olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla, İbni Arabi’nin doğduğu ve 38 yıl yaşadığı ortamdan değil, geldiği bu bölgelerdeki fikirlerden etkilendiği aşikârdır. Eğer Arabi, Endülüs’te iken bu âlimlere yakın fikirlere sahip idiyse, bunun sebebi İbni Rüşd değil, yukarıda saydığımız âlimlerin eserlerini okumuş olması ihtimalidir.

Bilenlerin takdir edeceği gibi, Vahdet-i Vücud düşüncesi; anlatımı da anlaşılması da zor ve karışık bir kavramdır. İbni Arabi, kitaplarını yazarken, Vahdet-i Vücud kelimesini kullanmadan açıklamalar yapmaya çalışmıştır. Zaten kendisi karışık olan bir fikri, onu tanımlayacak kelimeleri bile kullanmadan açıklamanın zorluğu ortadadır. İbni Arabi için yapılan eleştirilerin en yaygın olanı, anlattıklarının muğlak ve anlaşılması zor olduğudur. Hâl böyle iken, İbni Arabi’nin hem âlimleri (entelektüelleri) hem de halkı etkilediğini iddia etmenin ne kadar geçerli olduğunun takdirini okuyucuya bırakıyorum. Nitekim Arabi’nin söylediklerini daha anlaşılır bir şekilde açıklamaya çalışmış olan kişi, onun halefi olan Sadreddin-i Konevi’dir.

Diğer yandan, İbni Arabi’nin “insan sayısı kadar Allah kavramı vardır” sözünü düşünelim. Bu sözle anlatılmak istenilen şey, her insanın hayalindeki Tanrı fikrinin farklı olduğudur. Dolayısıyla, İbni Arabi’nin yukarıdaki kendi sözü esas alındığında, insanları etkilemesinin ve yönlendirmesinin çok sınırlı kalacağının bir delili olarak görülebilir. Böyle bir tesirden bahsedilebilmesi için, aksine, insanların üzerinde ittifak yapacakları bir Tanrı fikrini savunuyor olması icap ederdi.

Peki, bu anlattığımız gerçeklere rağmen, İbni Arabi’nin tanınması nasıl oluşmuştur. Arabi’nin övüldüğü yerlerin tarikatlar olduğunu görüyoruz. Ancak konu derinlemesine incelendiğinde, tarikatlardaki bu tanınmışlığın, Arabi’nin ortaya koyduğu fikirlerinden kaynaklanmadığı anlaşılmaktadır. Tarikat şeyhleri, Arabi’yi ziyadesiyle övmüşlerdir. Kendisine şeyhül ekber (en büyük şeyh) demişlerdir. Onu bu şekilde övmelerinin önemli bir sebebi, Arabi’nin bir iddiasına sarılmalarıdır. Arabi, sadece konuşmalarında değil, eserlerinde de, kitaplarında yazdığı bilgilerin, kendisine rüyasında verildiğini iddia etmiştir. Kendisinin Cennete götürüldüğünü, peygamberlerle namaz kıldığını yazdıktan sonra kendisine bu bilgilerin Cennette verildiği iddiasını da eserine kaydetmiştir.

İşte, tarikat şeyhlerinin Arabi’yi çok sevmeleri ve övmelerinin sebebi de bu iddialarını yazması olmuştur. Şeyhler de, şeyhül ekber diye tanıttıkları Arabi’den aldıkları bu destekle, mesnetsiz konuşmalar yapabilmişlerdir. Arabi’yi öven tarikat şeyhleri de, rüyalarında peygamberimizi gördüklerini, Onunla sohbet ettiklerini müritlerine anlatmışlar ve insanları inandırmışlardır. Daha inandırıcı olmak için, müritleriyle konuştuğu sırada bile, peygamberimizin karşısında durduğunu söyleyerek, onunla sohbet ediyormuş gibi tavır almışlardır. Muhtemeldir ki, Arabi eserlerinde böyle iddialarda bulunmasaydı ve şeyhler de Arabi’yi çok övmeselerdi, şeyhlerin müritlerini inandırması daha zor olurdu.

Arabi’nin, çok sayıda karmaşık konuya cevap vermeye çalıştığı görülmektedir. Ancak bu hususlarda açıklamalar yapmaya çalışırken, muğlak kelimeler kullanması, ifadelerinin anlaşılmasının çok zor olması, bir kısım mutasavvıfların tepkisini çekmiştir. Arabi’ye tepki gösteren bu mutasavvıflar, aynı zamanda, Arabi’nin, Cennete götürüldüğü şeklindeki açıklamasındaki olayın, Allah’ın gücü dâhilinde olduğunu düşünmüşlerdir. Ancak böyle bir husus gerçekleşmiş olsa bile, bunun açıklanmasının çok yanlış olduğunu, yazılmasının ise tamamen İslâm’i anlayışa aykırı olduğunu söylemişlerdir. Bu gibi sebeplerle bazı mutasavvıflar Arabi’yi dinsizlikle suçlamışlar ve ona, eş-şeyhül-ekfer (en kâfir şeyh) demişlerdir.

Dolayısıyla, yaşadığı dönemde bile söyledikleri anlaşılmayan, ayrıca dinsizlikle suçlanan birisinin, hem mutasavvıfları hem de halkı etkileyen en önemli âlim olduğunu iddia etmek temelsizdir.

Diğer yandan Arabi’nin, “kâinatta gördüğünüz her şey vehimdir, hayaldir” sözünü düşünelim. Bu sözü anlayarak içselleştirecek halktan birinin olacağını kim düşünebilir. Bu sözü, Arabi’nin aktarmak istediği şekilde anlayacak mutasavvıf bile bulmak zordur. Bu sebeple, “Arabi’nin kurduğu sistem o kadar etkili oldu ki, sadece zamanının tasavvuf anlayışını değil, günümüze kadar hemen bütün İslâm Dünyasındaki tasavvuf düşüncelerini etkiledi” şeklindeki bir savunmanın geçerliliğini okuyucularımıza bırakıyorum. Tasavvuf konusundaki etkileri hakkında daha geniş bilgi ile yorum yapmak isteyenler, bu sitede yayınladığımız “Türklerde Ve Araplarda Müslümanlık Anlayışları Üzerine” başlıklı makalemizden istifade edebilirler.

Görünen odur ki, Arabi’nin etkisi en çok onun Cennete götürüldüğü, rüyalar gördüğü şeklindeki hikâyelerini kullanarak, müritlerini ve insanları aldatmaya çalışan şeyhler aracılığıyla olmuştur. Ama bu etkinin de, onun fikirlerinden ileri gelmediğini anlamak zor değildir.

Arabi’nin etkisi hususunda fikir yürütülürken dikkate alınacak bir başka husus, dil konusudur. O dönemi anlatan belgelerden anlaşıldığı kadarıyla, halk ve Türkmen Beyleri Türkçe ’den başka bir dil bilmemektedir. Demek ki, Türkçe bilmeyen Arabi’nin, Türkçe ’den başka dil bilmeyen halkı ve Türkmen Beylerini doğrudan etkilemesi söz konusu değildir.

Sonuç olarak Arabi’nin etkisi, şeyhler sayesinde ve tıpkı Atilla Han’ın şu sözündeki gibi olmuştur: “Senin ne yaptığın değil, Hunların, senin ne yaptığını zannetmeleri önemlidir.”

Sosyal kategorisine gönderildi | İBNİ ARABİNİN TÜRKLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ HAKKINDA için yorumlar kapalı

DOĞARKEN EŞİTİZ ORTAMLARIMIZ FARKLI 2

DOĞARKEN EŞİTİZ ORTAMLARIMIZ FARKLI 2

Şimdi de, ruhsal özelliklerimiz hususunu irdelemeye çalışalım.

Ruh konusunda bilgimiz çok yetersizdir. Dolayısıyla, bizim fikir yürütebileceğimiz husus, sahip olduğumuzu bildiğimiz duygularımız olacaktır.

Belli başlı duygularımızı; sevgi, kızgınlık, sabır, öfke, affetmek, kin, merhamet, nefret, utanma, kurnazlık, paylaşma, kıskançlık, sevinç, üzülme, sakinlik, acelecilik, korku, cesaret, iman, güven, inanma vb şeklinde sıralayabiliriz.

Bu duyguların, kendisinde olmadığını söyleyen bir kişi var mıdır? İster sakat doğmuş olsun, ister işitme ve görme engelli olsun her insanda, bu duygular vardır. Diğer yandan, bana şöyle bir duygu daha verilseydi diyebilir misiniz? Veya insanlara şu duygular verilmeseydi diye düşünenlerden, iyiler ile kötüler arasındaki farkların anlaşılması ve iyiler ile kötüler mücadelesinin anlamı açısından baktığımızda, mantıklı bir savunma yapabilenimiz var mı?

Diğer yandan, bir insanın merhametsizce davranması, onda merhamet duygusunun olmadığını göstermez. Yukarıda saydığımız ve yazmadığımız bütün duygular, her insanın içerisinde aynı anda mevcuttur. Tıpkı, her insanın içerisinde evliyalık ve eşkıyalık hissinin, aynı anda var olduğu gibi. Evliya gibi görülen bir insan, sakinlik duygusunu değil, öfkesini öne çıkarırsa, eşkıyaya dönüşebilir. Eşkıya olan bir insan, sadece bir olay karşısında, iman ve güven duygularını öne çıkararak evliyalığa dönebilir. Dolayısıyla merhametsizce davranan kişinin içerisinde de, merhamet duygusu vardır.

Her insanın yaşayarak şahit olduğu bu duygusal eşitlik konusunda, okuyucularımız bizim vereceğimizden daha çok örnekleri sıralayacaklardır. Bu nedenle doğarken, ruhsal özellikler olarak eşit doğduğumuz kesindir. Değişen şey, sonradan yaşadığımız ortamlara göre, bizim öne çıkardığımız özelliklerimizdir.

Bazen öne çıkardığımız özelliklerimiz bile, ortamına göre değişiklik göstermektedir. Aynı kişinin karıştığı aynı olay karşısında, bazen farklı tepkiler vermekteyiz. Sonradan düşündüğümüzde, bu farklı duygusal karşılığımıza kendimiz bile şaşırabilmekteyiz.

Tepkilerimizin farklı olmasının bir sebebi, o andaki duygusal halimizdir. Bir diğer sebebi, içinde bulunduğumuz topluluğun anlayışının bizi yönlendirmesidir. Bir başka nedeni de, düşünerek veya düşünmeden hareket etmemizdir. Bilhassa çocuklarda, tepkiler anında değişebilmekte ve ağlayan bir çocuk, bir söz veya olay üzerine hemen gülebilmektedir. Benzer durum, biz yetişkinlerde de görülebilmektedir.

Ruhsal özellikler olarak bahsedebileceğimiz bir diğer özelliğimiz hafızamız ve aklımızdır.

Günümüzdeki bilim insanları hafızamızın anne karnında iken başladığını söylemektedirler. Hattâ, çocuklarının bazı şeyleri daha erken öğrenebilmeleri için, annelere, karnındaki çocuğuyla konuşmaları, ona bazı müziklerin dinletilmesini tavsiye etmektedirler. Yapılan bu tavsiyelerin bir sebebi, çocuğun hafızasını geliştirmek içindir.

Günümüzde, hafızamızı güçlendirmek için çeşitli tavsiyeler yapılmaktadır. Bu öğütlerin kimisi, neleri yiyeceklerimizle ilgili, kimisi de, kullanılacak bazı teknik yöntemlerle ilgilidir. Ancak, günümüzde yapılan bu tavsiyelerden hiç haberi olmayan dedelerimiz ve nenelerimizin hafızalarının güçlülüğü, bizleri hep şaşırtmıştır.

Demek ki hafıza, doğuştan eşit olarak gelmektedir. Değişen şey, onu nasıl kullandığımızdır.

Aslında hafıza hususu, bütün özelliklerimizden önce gelir denilebilir. Bunu ancak, hafızasını kaybeden bir insan gördüğümüzde anlayabiliyoruz. Yıllar önce Türkiye’yi dolaşırken, sohbet ettiğim guruplarda, bu konuda söylediğim şey şöyleydi:

“Şu anda sahip olduğumuz kabiliyetlerimizle fazla övünerek kibirlenmeyelim. Bütün bunlar, bize Allah’ın verdiği özelliklerimizdir. Yüce Yaradan, sadece hafızamızı bütünüyle alsa, diğer kabiliyetlerimiz ne işe yarar” diye sorardım.

Yani, hafıza diye bir özeliğimiz olmasa, bilgimizi nerede saklayabilir ve nasıl artırabiliriz. Öğrendiğimizi kaydeden ve saklayan bu özelliğimiz olmasa, ne yemek yapabiliriz, ne şarkı söyleyebiliriz. Konuşma kabiliyetimiz varken, konuşacak konu bulamadığımız için susar kalırız. Refleks hareketlerin dışında hiçbir şey yapamayız.

Diğer özelliğimiz olan akıl hususuyla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde fikirlerimizi beyan ettik. Bu sebeple burada akıl-zekâ arasındaki farklar gibi, anlatanların bile karıştırdığı hususlara girmeyeceğiz. Konuyu uzatmamak için, söyleyebileceğimiz tek şey, meşhur atasözüdür:

“Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış.”

Her insan, kendi aklını daha üstün görür. Elli yıl evli kalmış çiftlere soralım. Hangisi kendisinin değil de eşinin aklının daha üstün olduğunu söyler? Kendimizden pay biçelim. Biz, eşimizin aklını, bizimkinden daha fazla beğenir miyiz? Bizim yetiştirdiğimiz 18 yaşına gelmiş çocuklarımızdan, ebeveynlerinden herhangi birinin aklını, bunca yılın tecrübe farkı ortada iken bile, kendisininkinden daha çok beğenen bir genci gören, duyan var mıdır?

Bir ülkenin en ücra köşesinde yaşayan, günlük geçim derdindeki insanları gözlemleyelim. Bu kişilerden, bir profesörün veya devleti yöneten bir başbakanın, kendinden daha akıllı olduğunu, içten gelen bir şekilde, kabul eden var mıdır? Var olsa, neden ilkokulu ancak bitirmiş insanlar “ben onun gibi elli tane mühendisi cebimden çıkarırım” desinler. Veya her gün haberleri izlerken, “ben başbakanın yerinde olsam, şöyle yaparım” diye ahkâm kessinler?

Demek ki, akıllar da doğuştan eşittir. Değişen şey, onu hangi yönde kullandığımızdır.

Yukarıda verdiğimiz örnekler ve akıl yürütmelerden ulaşılacak sonuç, insanların doğarken, ruhsal özellikler açısından da eşit doğduklarıdır. Sizlerin de kendinizin vereceğiniz misaller ve fikir yürütmelerle aynı sonuca ulaşacağınıza inanıyorum. Farklılaşmaların, doğduğumuz ortamlardan ve bizim kendi kararlarımızdan kaynaklandığı açıktır.

Bazı insanlar zengin veya fakir olunmasını eşitsizlik olarak aktarırlar. Rızıkların eşit dağıtılmaması, bizim hiyerarşik bir yapı oluşturarak sosyal düzeni oluşturabilmemiz içindir. Bu konuda, bu sitede yayınladığımız, “İnsanları Tanrı Yaratmasaydı, Manevi Eşitlik Olur muydu”, gibi birçok yazımızda Kur’an’dan ayetlerle açıklamalar yapmıştık. Yine bu sitemizde yayınladığımız “Eşitsizlik Üzerine” başlıklı makalemizde ilgili bazı konuları irdelemiştik. Bahsettiğimiz yazımızda, insanların özellikleri arasında eşitsizlik olup olmadığı konusunu incelemiştik. Doğuştan gelen özelliklerin, sonraki ortamların etkisiyle ve kararlarımızda özgür olmamızın sonucunda farklılaşması olmasaydı, Yüce Yaradan’ın milyarlarca insan yaratmasının bir anlamının olmadığını ifade etmiştik.

İster zengin ister fakir olalım ve ten rengimiz ne olursa olsun, ölünce de eşitleniyoruz. Ölen kişinin kendisinin göremediği cenaze törenlerinin farklı olması, eşitsizliğin delili olamaz.

Kutsal kitaplara göre, ahiret hayatındaki yerimiz konusunda eşitliği bozan tek şey, bizi yaratan Tanrı’mızın gösterdiği yolda ne kadar yürüdüğümüzdür. Bu konudaki bazı fikirlerimizi bu sitede yayınladığımız, “Sosyal Konumumuzu Takva Değil, Servet Belirlerse” başlıklı makalemizde belirttik.

Yani, eşitliği bozan şey, Yüce Yaradan’ın bize verdiği yazılım ve donanımı kullanma kararlarımızdır. Özgürlüğümüzdür. Daha açık bir ifadeyle, eşitliği bozan biz insanlarız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DOĞARKEN EŞİTİZ ORTAMLARIMIZ FARKLI 2 için yorumlar kapalı

DOĞARKEN EŞİTİZ, ORTAMLARIMIZ FARKLI 1

DOĞARKEN EŞİTİZ, ORTAMLARIMIZ FARKLI 1

 

Derler ki, “Bir insanın zengin olabilmesi için üç ihtimal vardır. Birincisi, doğarken zengin bir ailenin çocuğu olmaktır. İkincisi, evlenirken zengin bir ailenin çocuğuyla evlenmektir. Üçüncüsü ise, bir çekilişte büyük ikramiye kazanmaktır.”

Yukarıda bahsedilen ihtimallerin hepsinin de, doğduğumuz ve yaşadığımız ortamlarla ilgili olduğu görülmektedir. Yaşadığımız şartlar bizi yönlendirmektedir.

Peki, acaba farklı zeminlerde yaşadığı için farklı konumlarda olan insanların, doğarken sahip oldukları vasıflar da farklı mıdır? Bu sorunun cevabına ulaşabilmemiz için, öncelikle doğarken sahip olduğumuz özelliklerin neler olduklarını irdelememiz gerektiği açıktır.

Sahip olduğumuz vasıfları birbirinden net bir şekilde ayıracak sınıflandırma yapmak zordur. Hangi başlıklar altında guruplarsak, yine de bazı mantıklı itirazlar olacaktır. Biz, yapılacak itirazların, makalemizin konusunu etkilemeyeceğini düşündüğümüz  iki başlıkta irdeleyeceğiz.

Birincisi bedensel, ikincisi ruhsal özellikler.

Bedensel vasıflarımızı incelemeye iki açıdan yaklaşabiliriz. Biri, bilim insanlarının bilhassa son dönemlerde yaptıkları araştırmalar, diğeri ise, her insanın kendisinin yapabileceği gözlemlerle.

İster zengin, ister fakir veya ister beyaz tenli, ister siyah tenli olsun, her insanın yapısının temel taşı, hücrelerdir. Her insanın hücrelerinde; çekirdek, kromozon, kromatin, gen, nükleozon denilen yapı vardır. Yani, her insanda aynı temel taşı hücrelerdir ve hücrelerin yapıları da aynıdır.

Her insanın hücresinin çekirdeği aynı görevleri yapar. Her insanın hücrelerinin çekirdeklerinin işlevleri saymakla bitmez. İster fakir ister zengin doğsun, her insanın hücrelerinin çekirdekleri, hücrenin beynidir, bilgi işleme ünitesidir, karar organıdır. Dolayısıyla hücrenin geleceğidir. Yani, doğuştan gelen özellikler, her insanın geleceğini aynı şekilde yönetmek için programlanmıştır.

Ancak, çekirdekte meydana gelen değişmeler, o insanın beslenme ve diğer ortamlarına bağlıdır. Bilim insanlarına göre, çekirdekte meydana gelen değişmeler, sadece hücrenin kendisini değil, bütün organizmayı etkilemektedir.

Her insanın hücresinde on mikrometre bir odada, tam 25 milyon nükleozon vardır.

Bilindiği gibi DNA’lar, canlının bütün hayati faaliyetlerinin sürdürülmesini sağlayan moleküllerdir. İnsan DNA’sında üç milyar nükleotid vardır. Bunlar hücre çekirdeğinde, mitokandri ve kloroplast organellerde bulunur. Bu durum, ten rengi ne olursa olsun her insanda aynıdır.

Her insanda, beyin-kemik-deri ve kalp gibi organlarda hücreler vardır. Her insanda aynı olan bu hücreler, her şahısta birbirinden daha farklı görünürler. Her insanın değişik organlarındaki hücrelerin işleyişleri, diğer organlarınınkinden farklıdır. Zengin insanın kemik hücreleri, deri hücresi gibi davranmaz. Veya fakir insanın kalp hücreleri beyin hücreleri gibi hareket etmezler.

Aslında her insanın hücrelerindeki DNA yapıları aynıdır. Birbirinden farklı işlemesini sağlayan şey, her birinde farklı genlerin devrede olması ve devre dışı kalmasıdır. Bilim insanları, böyle farklılık olmasına sebep olanın, mitokondrial DNA olduğunu söylemektedirler. Mitokondrial DNA, hücrenin çekirdek DNA’sından farklı özelliklere sahipmiş.

Epigenetik olarak adlandırdıkları bu ortamı, genetik aklın üzerindeki “üst akıl” olarak tanımlıyorlar. Bilim insanlarının söylediği gibi, bu mitokondrial DNA da, her insanda var ve aynı işlevi görüyor. Değişen şeyler ortamlar. Yani DNA’lara işlemeleri için verilen veriler. Ne verirsek onu alıyoruz denilebilir.

Bu konularda daha fazla ayrıntıya girmek bizim işimiz değil. Bu sebeple biz, bedensel özelliklerimizin her insan tarafından gözlemlenebilecek olanlarını irdelemeye geçeceğiz.

Her insanın organlarının, insanların zengin veya fakir olmalarına bakılmaksızın aynı olduklarını hepimiz görebiliyoruz. Sadece erkekler ve kadınlar arasında bazı küçük farklılıklar var. Ama ten renkleri ne olursa olsun, her erkek ve her kadın aynı organlara sahiptir. Doktora gittiğimizde anlıyoruz ki, sadece dıştan görülen organlarımız değil, iç organlarımız da aynı. Herhangi bir hastalıktan şüphelenen doktor, her insan için aynı kan tahlillerini ister. Her insan için aynı kan tahlilinin standart sınırının oluşturulabilmesi de yaratılıştaki aynılıktandır.

Tam burada bazı okuyucularımın, ama bazı sakat doğan çocuklar var dediklerini duyar gibiyim. Bu konuda fikir yürütebilmek için önce, vahşi doğa dediğimiz yerlerde kendi başlarına, yanında veterinerleri olmadan yaşayan ve ebeleri olmadan doğum yapan hayvanları incelemekte fayda var. Bu hususlarda yayınlanan belgesellerden anlıyoruz ki, doğal yaşamdaki hayvanlarda sakat doğum görülmüyor.

Peki, insanlarda sakat doğumun sebepleri nelerdir diye bir düşünelim. Zirai alanda çiftçilerimizin kullandıkları ilaçlar ve hormonların, sakat doğumlara neden oldukları artık bilinmektedir. Hamile kalan hanımların dikkatsizce ilaç kullanmaları veya o dönemdeki yaşamındaki bilinçsiz hareketleri, sakat doğumun sebepleri arasında sayılmaktadır.

Anaç tavuklar kuluçkaya yatarlar, yani yumurtaların üzerine otururlar. Yumurtadan yavrular çıkana kadar, sadece aceleyle karnını biraz olsun doyurabilmek için ayrılırlar ve hemen geri dönerler. Arkadaşları dolaşırken ve üzerlerinde böcekler gezinse bile sabrederek otururlar. Ama hamile hanımların birçoğu, “bir şey olmaz” diyerek, her türlü sakıncalı hareketi yapmaktan çekinmezler. Sonra çocuk sakat doğarsa, kabahati Yüce Yaradan’a atarlar.

Diğer yandan yakın akraba arasındaki evliliklerin de sakat doğumlara yol açabildiği anlaşılmıştır. Hayvanlarla ilgili yapılan belgesellerden öğrendiklerimiz ise, hayvanların insanlar gibi şuursuz davranmadıklarıdır. Ren geyikleri gibi, tabiatta az sayıda bulunan hayvanların erkekleri, dişilerle çiftleşmeden önce birbirleriyle güreş tutmaktadır. Aralarındaki bu mücadelelerden en güçlü çıkan erkek, diğer bütün dişilerle çiftleşme hakkını elde etmektedir. Yenilen erkekler, kaderlerine razı olarak, dişilere yaklaşmamaktadır. Bu hayvanların, böyle yaparak kendi türlerini koruduklarının farkında olduklarını düşünemeyiz. Bu, onlara, tek olan Tanrı’nın verdiği bir özelliktir.

Biz insanlar ise, yaptıklarının ve davranışlarının farkında olan yeryüzündeki tek yaratığız. Ama yakın akraba evliliğiyle kendi sülalemizi koruduğumuzu düşünerek, yanlış yaptığımızı fark etsek bile, yine aynı hatayı yapmaya devam ediyoruz.

Doğarken eşitlik hususunda aklımıza takılan en önemli soru, ebeveynlerimizden bize geçen genlerimizdir. Bu konuda bilim insanlarının bize net söyledikleri bir şey, genlerle taşınan özelliklerin en fazla %30 civarında olduğudur. Bunun da bir kısmı anneden, bir bölümü babadan geçmektedir.

Bilhassa kabiliyet genlerinin çocuklara geçmesi, ebeveynlerin sevdikleri bir husustur. Ebeveynler, çocuklarının kendilerine benzemelerini isterler. Kendilerine daha çok benzeyen çocuklarını daha çok severler. Kabiliyet genleri de en fazla %30 civarında geçmektedir. Eğer ebeveynlerin kabiliyetleri, çocuklara tamamen taşınsaydı ne olurdu? Edebiyatçılar, ressamlar, müzisyenler, zanaatkârlar, sporcular gibi sosyal yaşam, belirli sülalelerin tekelinde kalırdı. Araya başkaları giremezdi. Çok şeyin baştan belli olduğu berbat bir dünya olurdu. Eğer, ebeveynlerin kabiliyetleri çocuklara hiç geçmeseydi ne olurdu? Ebeveynlerin çoğunluğu, kendilerine benzemeyen çocuklarını daha az benimserler ve daha az ilgi gösterirlerdi.

Hastalıklarla ilgili genlerin de, ebeveynlerinden çocuklarına geçtiği bilinmektedir. Ama bu konuda net bir oran verilememektedir. Bunun muhtemel bir sebebi, aynı hastalık genini taşıyan kardeşlerin, sonraki yaşayışlarında, ailesininkinden kısmen farklı beslenme ve davranış alışkanlıklarını benimsemeleri sonucu, aynı hastalığa hiç yakalanmamaları veya çok daha hafif atlatmaları olabilir. Aslında, kendilerine dikkat edenlerin hastalığı daha hafif atlatmaları, ebeveynlerin evlat sahibi olma sorumluluklarını üstlenmeleri gerektiğinin bir göstergesidir. Ebeveynlerin, kendilerinde olduğunu gördükleri hastalıkları, çocuklarının da aynı şiddette yaşamaması için, kendilerini sorumlu tutarak, bilinçli davranmaları beklenir. Çocuklarını koruyacak uygulamaları yapmaları gerekir.

Hastalıklar konusuna bir başka açıdan bakılınca, çocuklarında ebeveynlerinden geçmeyen nice hastalıkların oluşabildiği görülmektedir. Bu konuda da net bir oran verilemez. Ama genlerle taşınmayan hastalıklara yakalananların oranının, genlerle taşınan hastalıklara göre, çok daha fazla olduğunu, kendi çevremiz ve kendimizde yapacağımız gözlemlerle anlayabiliriz.

Kabiliyet genlerinin bir kısmının taşındığını, ama hastalık genlerinin hiç taşınmadığını düşünelim. Ebeveynlerinden hiç hastalık geni almayan bir insanın, hiç hastalığa yakalanmayacağı iddia edilebilir mi? Hattâ korunma tedbirlerini almazsa, ebeveynlerinde görülen hastalığa yakalanmayacağı söylenebilir mi?

Diğer taraftan, sülalesindeki büyüklerin bazısında yüksek tansiyon, şeker, böbrek gibi hastalıklar olduğunu bilen bir kişiyi düşünelim. Bu insanın, kendisine bu konularda korumaya alacak şekilde dikkatli davranma ihtimali artacaktır. Dolayısıyla, bu şahsın aynı hastalıklara yakalanma riskinin, hiç hastalık geni taşınmaması ortamına göre daha az olacağı açıktır.

Eğer bir insan, ebeveynlerinde bu hastalıkların olduğunu bile bile, halen dikkatsiz davranıp 50-60 yaşlarına gelene kadar hata yapmaya devam ediyorsa, onun hasta olmasının bütün sorumluluğunun, genlere ve bu sistemi kuran Yüce Yaradan’a yüklenmesi abesle iştigal olur.

Doktorların hastalarına sordukları soru, sadece ebeveynlerinde aynı hastalığın olup olmadığı değildir. Sülalenin içerisinde büyük hala, büyük amca, dede, nene gibi fertlerinde de olup olmadığına bakarlar. Yani, benim annemin halasında olan bir hastalığın, bana da genlerle geçebileceğini varsayarlar. Bu kabullerin, kendilerini hastalıklara karşı korumaya almayıp, nefsinin istediğini ve o an hoşuna gideni yapan hastayı, kendi hatasını göremeyip başkalarına suç atmasından başka bir işe yaradığını zannetmiyorum.

Ebeveynlerden ve onların da ebeveynlerinden geçtiği söylenilen hastalıkların hepsini saysak bir elin parmakları kadardır. Geniş sülalemizin sayısı ise, en azından bizim yaşlar için (72), dört elin parmakları kadardır. Dolayısıyla zaten sülaledeki her dört kişiden biri, bu hastalıklardan birine yakalanmış olabilir.

Dolayısıyla, hastalıkların ne kadarının genlerle geçtiği, kişinin kendi dikkatsizliğinin ne kadar etkili olduğu hususu, ciddi araştırmacıları beklemektedir. Araştırmacıların, plasebo ve nosebo denilen kavramları da dikkate alacaklarına inanıyorum. (Bu konuda bu sitede yayınladığımız “Biyolojik Sistemler Ve Tanrı Üzerine” başlıklı yazımızda bilgi verilmiştir.)

Diğer yandan, eğer her insanda, bazı hastalıkların genleri, ebeveynlerinden taşınıyorsa, doğuştan gelen genel bir eşitlik var demektir.

Ruhsal özelliklerimizle ilgili irdelemelerimizi ikinci bölümde yapacağız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DOĞARKEN EŞİTİZ, ORTAMLARIMIZ FARKLI 1 için yorumlar kapalı