İSTANBUL’UN FETHİ ÜZERİNDE FARKLI BİR BAKIŞ
Konuya sadece, Türklerin, Hıristiyanlara ait korunaklı bir şehri fethetmeleri olarak yaklaşırsak, dar bir bakış açımız olur. Biz konuya, insanlığın güzel geleceği zaviyesinden bakmaya çalışacağız.
Bilindiği gibi, İstanbul’u (Konstantinopolis) fethetmek için, asırlar boyunca çok sayıda kuşatma harekâtı yapıldı. Osmanlı padişahı II. Mehmet’in kuşatmasından öncekilerin hepsinden kurtulan İstanbul, ilginçtir, Haçlı Seferleri sırasında büyük acılar yaşadı. Hâlbuki Haçlıların sefer yapmalarını ilk isteyen Bizanslılardır. Maksatları, Anadolu’ya hızlı bir giriş yapmış olan Türkleri dışarı atmak ve eski topraklarını geri almaktır.
1204 yılındaki 4üncü Haçlı Seferi, doğrudan deniz yoluyla Kudüs’e gitmeyi hedeflemişti. Ama Venediklilerle anlaşan Haçlılar, yönlerini İstanbul’a çevirdiler. Dört günlük kuşatmadan sonra, içerideki taht kavgasından istifade ederek, şehre girdiler. Üç gün boyunca tarihte eşine az rastlanan yağma yaptılar. Sonra şehirde kaldılar. Bizans yönetiminin ileri gelenleri şehri terk ettiler. 1261 yılına kadar şehri ellerinde tutan Haçlılar, şehri döneminin en fakir beldesi haline getirdiler. Tarihi eserleri tahrip ettiler. İnsanlara zulmettiler. Hıristiyan bir gurup olan Haçlılar, yine Hıristiyan olan İstanbullulara zulmetmiş oldu.
Demek ki, aynı dini inanca sahip olan insanlar bile birbirlerine zulmedebiliyorlar. Aynı inançtaki insanların birbirlerine zulmetmeleri, sadece Hıristiyanlıkta yaşanmamıştır. Müslümanların tarihinde de –nadiren de olsa- benzer uygulamalar görülmüştür. Bilindiği gibi, Müslüman Emevi Devletinin iktidarını, 750 yılında Abbasiler yıkmıştır. Emeviler, üçüncü halife olan Hz. Osman’ın sülalesidir. Abbasiler ise, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) amcası Abbas’ın soyundan gelenlerdir. Yani her iki gurup da, Peygamber efendimizin yakın çevresidir.
Abbasiler, iktidarı ele geçirdikleri anda, kendilerinden beklenilmeyecek şekilde, zalimce bazı uygulamalar yaptılar. Emevi yöneticilerinden bazı halifelerinin mezarlarını açtırdılar. Kemiklerini toplatıp yaktırdılar. Bununla yetinmediler. Şam’daki Beni Ümeyye (yani Emevi) Camisini bir süreliğine ibadete kapattılar. Sonuçta Müslüman bir gurup yine Müslüman olan başka bir guruba zulmetti.
Aynı inanca sahip olan insanların birbirlerine yaptıkları zulümler, gurupları aralarının açılmasını hızlandırdı. Bu fark, II. Mehmet İstanbul’u kuşattığı sırada daha bir belirginleşmişti. “Katolik külâhı görmektense, Müslüman sarığını tercih ederim” şeklinde ifadesini bulan iç mücadelenin sebeplerini irdelersek, gerçeğe daha yaklaşırız.
Gerek Hıristiyan mezheplerin ve gerekse Müslüman sülâlelerin davranışlarının bizlere net olarak gösterdiği bazı gerçekler var. Demek ki, insanların ve yöneticilerin bir kısmı için inançlar, sadece başkalarını aldatmak için kullandıkları birer araçtır. Bunların amacı, kendi nefislerinin arzularını yerine getirmektir.
Eğer, Katolik Hıristiyan yöneticiler, dini tekellerine alarak, yaptıklarına karşı çıkanları aforoz ederek yanlışlarını sürdürmeselerdi, İstanbul’un kuşatıldığı bu anlarda, yukarıdaki ifadeler dile getirilmezdi. Bir devletin hayat-memat mücadelesi verdiği bir dönemde, mezhepler arsında böylesine bir ifadenin oluşabilmesi, geçmişte çok ciddi hataların yapıldığını gösterir.
Müslüman olan Emevilerin konumları da aynıdır. Eğer Emeviler, kendi sülâlelerini kutsamayıp, dinin gereklerini uygulasalardı, sonuç çok farklı olurdu. Çünkü o dönem, Müslümanların yani Emevi yönetiminin fetihlerinin en üst seviyede olduğu yıllardı. Hem ganimetler bol idi, hem de Müslümanlık hızla dünyaya yayıldığı için, insanlarda bir heyecan oluşmuştu. Fakat bütün bu imkânlar işe yaramadı. Emeviler, 92 yıl süren bir iktidardan bir daha gelmemek üzere düştüler. Hâlbuki o dönemlerde iktidara gelen sülâlelerin, hem de genişlemeye devam eden bir devleti yönetiyorlarsa, ortalama ömürleri 300 yıl civarındaydı.
O halde İstanbul’un fethinden alınacak ilk ders, Allah’ın yolundan ayrılmadan, onlara Allah’ı ve dinini yanlış anlatıp kandırmadan, insanlara zulmedip onları sömürmeden yönetmektir.
Sultan II. Mehmet, İstanbul’u kuşatma harekâtına başlamadan önce, kendisini, tek hedefe kilitledi. Dolayısıyla, düşüncelerinin merkezinde hep İstanbul’un fethi oturdu. Onun bu odaklanışı, karşılaştığı her türlü güçlüğe karşı, yeni bir fikir geliştirmesine sebep oldu.
İstanbul’un surları geniş idi. O dönemdeki mevcut gülle büyüklükleri ile surları yıkmak mümkün görülmüyordu. Macar asıllı ve Urban isimli bir mucit ile irtibata geçti. Ona, zamanının en büyük toplarını dökebilmesi ve atabilmesi için yapacağı araştırmalarda her türlü desteği verdi. Büyük gülleleri, en sağlam taşlardan yaptırdı. Bütün bu işlemler Edirne’de yapılıyordu. Yeni geliştirilen bu topların ve tek parça halindeki büyük güllelerin İstanbul önüne getirilmesi gerekiyordu. Bu yolculuk, tarlalardan, bağlardan, derelerden, ormanlardan geçilerek gerçekleştirilmeliydi. Büyük gülleleri taşıyacak arabalar ve arabaları yürütecek güçlü dingiller gerekiyordu. Arabaları tarlalardan çekerek götürecek güç lazımdı. Velhasıl sorun çok büyük idi. Bu sorunun bir kısmı teknik gelişmeyle, bir bölümü çok sayıda manda ve onlara yardımcı olan çok fazla sayıdaki insan gücüyle aşıldı.
Hedefe kilitlenen insanın bu çözümleri yetmedi. Çünkü dışarıdan yardım için gelen dört büyük geminin İstanbul’a ulaşması engellenememişti. O halde bu gemilerle gelen yardımın etkisinin azaltılması gerekiyordu. Sonunda hiç akla gelmeyecek ve güllelerin taşınmasından daha zorlu bir girişim yapıldı. 70 parça kadırga, sadece bir gecenin karanlığında ve sessizlik içerisinde karadan götürülerek Haliç’e indirildi. Tıpkı güllelerin geçişinde olduğu gibi, kadırgalar da, tarlalardan, bağlardan, dağlardan ve ormanlardan yürütüldü.
İstanbul’u savunanların rüya gördüklerini zannettikleri bu büyük başarı da yetmedi. İstanbul’dakilerin elinde denizde bile yanmaya devam eden ateş topları vardı. Hem kadırgalar hem de surlara yaklaşan askerler için tehlike oluşturuyordu. Bunu bertaraf etmek için, o ateşle yanmayan kuleler ve kalkanlar oluşturuldu.
Demek ki, İstanbul’un fethinden çıkaracağımız bir diğer ders, hedefimizi tek noktaya odaklamak olmalıdır. Bu hedef, güzel amaçlar için olursa, insanın fikir üretmesi mümkün olur. Aksi takdirde, bir yerde tıkanır, zalimliğe döner.
Hedefe kilitlenmeye bir başka örnek, Amerikalı Cyrus W. Field’dır. O dönemdeki bilim insanlarının imkânsız dedikleri bir hedefe odaklanmıştır. Atlas Okyanusunun iki yakasını telgraf hatlarıyla birleştirme hedefine kilitlenen Field, bütün maddi varlığını bu uğurda harcamayı göze aldı. Fakat yetmeyeceğini bildiği için, İngiltere’ye gitti. Başka insanları bu imkânsız görünen projeye ikna etti. Eğer kendisi hedefe odaklanmasaydı, böylesine bir belirsizliğe para harcamaya kimseyi ikna edemezdi. Field’a da bu inancı aşılayan kişi İngiliz mühendis Gisbrone’dur.
Dönemine göre çok yüksek masraflarla başlatılan bu hareket, gerek tabiat şartları ve gerekse teknik sorunlar sebebiyle, defalarca akamete uğradı. Fakat hedef insanlığın güzel geleceği için olunca, sonunda başarıldı.
Gerek II. Mehmet ve gerekse Field, diğer sultanlara veya zenginlere göre çok üstün özellikleri olan insanlar değildi. İkisi de gençti. Dolayısıyla tecrübeleri yetersiz idi. Ama hedefe olan inançları sayesinde amaçlarına kilitlenerek başardılar.
Bir insan için, ilk en güzel hedef, kendi nefsine karşı vereceği mücadeleyi kazanmak amacıdır. Bu hedefine genel anlamda ulaşan bir insan için ikinci bir amaç, insanlığın huzuru ve mutluluğudur. İlk hedefe ulaşmak, İstanbul’un fethinden daha zordur. İkinci amaca ulaşmak ise, fethin sonrasında insanca davranmayı seçmek kadar zordur.
İnsanlığın huzuru ve mutluluğu için çaba sarfetmenin zorluğunu, yine hem İstanbul’un fethinin sonrası hem de başka örnekle anlamaya çalışalım. II. Mehmet’e yapılan en ciddi eleştiri, fetihten sonra, kısa bir süreliğine de olsa, askerlerine, cebe girebilecek eşyalar için, yağma yapmalarına izin verdiği şeklindedir. Bahsedilen bu izin, o dönemdeki şehir yağmalarıyla karşılaştırılınca, dikkati çeken bir olay değildir. Belki de bu sebepten olsa gerek, bu yağmaya izin verme hususu çok az kaynakta bahsedilir.
Zaten, şehre girildiği gün yağmaya izin verdiğini anlatan Stefan Zweig bile, II. Mehmet’in, Ayasofya’yı camiye çevirmesini eleştirerek anlatırken şöyle bir olay nakleder: “Mehmet, bu kiliseyi (Bizans âleminin göz alıcı sembolü olan Ayasofya’yı) Tanrı’sına dünya var oldukça kalsın diye adamadan önce, şükran borcunu ödeyecektir. Büyük bir alçakgönüllülükle atından iniyor ve yere kapanarak dua ediyor. Sonra da yerden bir avuç toprak alıp, başının üzerinden serpiyor ve bu davranışıyla, ölümlülüğünü hatırlamak, zaferiyle kibirlenmemek istiyor. Tanrı’sına bağlılığını gösterdikten sonra Sultan ayağa kalkıyor ve Tanrı’sının ilk ve gönülden bağlı bir kulu olarak adımını Ayasofya Kilisesi’ne, kutsal Jüstinyanus Katedrali’ne atıyor.”
Bilindiği gibi Fatih Sultan Mehmet, sadece Ayasofya’yı camiye çevirdi. Diğer kiliseler, sinagoglar ve benzerleri aynen muhafaza edildi. Halktan ve ileri gelenlerden isteyenler İstanbul’da yaşamaya devam etti. Hem de, dinlerini, kültürlerini, işlerini ve zenginliklerini muhafaza ederek yaşadılar. Herhangi bir Müslüman ile davalaştıklarında, hukukun üstünlüğü ilkesi uygulandı. Şikâyetçi olan Hıristiyan gerçekten haklı ise, ceza Müslüman olana verildi.
Tek hedefe kilitlenen fatihlere bir başka örnek, Pizzaro ve Cortes’dir. Bu kişilerle ilgili olarak “Amerikalı Yerlilerin Katli” hususunda yazdığımız bir makalede aynen şöyle demiştik:
“Barut üstünlüğüyle onları korkutmaları yetmedi. Yerlileri, aç bıraktıkları köpeklerine parçalattılar. Bu yaptıkları, maddecilik anlayışının da en dip noktasıydı. Sadece 168 kişiyle İnkaların bölgesini fethetmek Pizzaro’ya yetmemişti. Yine 550 kişi ile Azteklerin bütün varlıklarını ele geçirecek olan Cortes de, katliam yapmaktan geri durmadı.
İşin ilginç yanı, bu vahşeti uygulayan insanlar Hıristiyan inancındaydı. Bunların bir kısmı, vahşeti Tanrı adına yaptılar. Dinsiz olduklarını düşündükleri ve insan olarak görmedikleri yerlileri, güya Tanrının adına öldürdüler. Bu nedenle, yaptıklarından hiç hicap duymadılar. Katliam yapmakta birbirleriyle adeta yarıştılar.”
Demek ki, İstanbul’un fethinden çıkaracağımız bir başka ders; seçeceğimiz hedefimiz, kibirlenmek ve bunun sonucu olarak zulmetmek değil, hem çevremize hem de insanlığa hizmet etmek olmalıdır.