EĞİTİMİN AMACI DİPLOMA OLURSA

EĞİTİMİN AMACI DİPLOMA OLURSA

 

Bu sitede “eğitim” başlığı altında birçok makale yayınladık. Her yazımızda konuya faklı açılardan yaklaşmaya gayret ettik. Yine “Öğrenimimiz, Üniversiteden Mezun Olunca Başlar” başlıklı bir yazımızda yüz yıldan uzun süredir yapılan bir tartışmayı gündeme getirmiştik.

Bu konuda 1942 yılında bir makale yazan Peyami Safa, diplomayı şöyle tanımlar: “Ellerinizdeki diploma, “öğretim” denilen, ne yazık ki, ilacı henüz keşfedilmemiş müzmin bir hastalığın raporudur.”

Tanımı yaptıktan sonra şu öngörüyü vurgular: “Asıl bugün okula başlıyorsunuz. Notları ve imtihanları olmayan bu büyük mektepten mezun olmak ve diploma almak yoktur. Çünkü ilim bitmez ve öğrenmek ihtiyacımız, varlığın sırları ve cehlimizin (cehaletimizin) karanlıkları kadar sonsuzdur.”

Yukarıda anlatılan bu durumu hemen her okurumuzun yaşadığını tahmin ediyorum. Bu yazıdan bir amacımız da, gelecek nesillerin bu sıkıntıları daha az yaşamaları için yeni düşünceler oluşturmak.

Tarihin aydınlattığı Gelecek isimli kitabımızda, bilgiyi üretenin diploma değil, ilgili ve bilgili insanlar olduğunu ifade etmiştik. Elbette, diploma sahibi insanlar arasında ilgili ve bilgili insanların sayıları arttıkça bilgi üretimi de artacaktır. Ancak, eğitimin amacının diploma vermek olduğu ortamlarda, böyle insanların sayıları azdır ve bu anlayış değişmedikçe, azalmaya devam edecektir.

Diğer yandan her diploma sahibi insan, bilgisini çevresine faydalı olacak şekilde kullanmamaktadır. Diploma sahiplerin önemli bir bölümü, kendi menfaatini azami seviyeye çıkarmak için kullanmaktadır. Maalesef, menfaatini daha çok düşünenlerin oranı her geçen gün artmaktadır.

Diploma sahiplerinin bir bölümü bu anlayışın yanlış olduğunu düşünmesine rağmen, kendisini, menfaatinin peşinde koşmaktan alıkoyamamaktadır. Dolayısıyla bu gidişata dur demeye çalışmaları pek mümkün değildir. Ancak, çok az sayıda güzel insan bu uygulamanın yanlış olduğunu göstermek için gayret sarf etmektedir.

Böyle insanlardan birisi de Sanjit Roy’dur. Yaptığı işlerden sonra bunker (sığınılan yer anlamında) lakap verilmiş ve Bunker Roy olarak anılmıştır. Varlıklı bir ailenin oğlu olmasına ve dünya çapında geçerli bir diploması olmasına rağmen, o, kendi menfaatinin peşine düşmedi. 1972 yılında Hindistan’da “Yalınayak Koleji” adıyla bir okul kurmuştur. Ama kurduğu okula devam mecburiyeti ve süresi olmadığı gibi, sonunda diploma da verilmemektedir. Roy’un kendisi bu okulu, “elleriyle ve haysiyetleriyle çalışanların” okulu olarak tanımlamaktadır.

Okula gelen her insandan çalışarak bir şeyler üretmesi isteniyor. Dolayısıyla, yoksul köylerde kurulan bu okulların sakinleri, kimi zaman öğrenci, kimi zaman da öğretmen konumunda olabiliyorlar. Herkes birbirine bilgi aktararak, birbirini yetiştiriyor. Okula gelen insanlar, yaşadıkları gerçek hayatta işlerine yarayacak makine, alet edevat yapmaya çalışıyorlar. Büyükanne olmuş insanlara güneş enerjisi mühendisliğinin bilgilerini öğretiyor. Onlar da, hem kendilerinin hem de başkalarının evlerine, güneş enerjisi ile çalışan elektrikli donanımlar kuruyorlar.

Roy, yaşadıkları ve gördüklerinden sonra; geleneksel toplumlarda, modern toplumların erişemeyeceği bir bilgi birikimi olduğuna kanaat getiriyor.

Roy’un bütün insanlığa gösterdiği bu yaşanmış oluşumların sonucunda, eğitimin sonunda diploma alınmadan da bilgi ve mekanizma üretilebileceği, uygulamalı bir şekilde açıklanmış oluyor. Böylece, dünya üzerindeki “eğitim” tanımının yeniden yapılması gerektiğini gözler önüne seriyor.

Şimdi, daha önce yayınladığımız “Öğrenimimiz, Üniversiteden Mezun Olunca Başlar” başlıklı makalemizde verdiğimiz bir örneği hatırlayalım. Harvard Üniversitesinin mezuniyet töreninde dereceyle mezun olan öğrencilere bir pil ile bir kablo ve bir lamba verilir. Bu lambayı yakmaları istenilir. Harvard gibi dünya üniversitelerinin tepesine oturmuş bir okuldan birincilik diplomasıyla mezun olanlardan başlanır. İki kablo olması gerektiği üzerine yoğunlaşan öğrenciler tek kablo ile pili yakamazlar. Sonunda siyah derili bir öğrenci yakar. Kabloyu pilin bir kutbuna bağlayarak lambanın metal olan yanağına bağlar. Sonra bu lambayı getirir pilin diğer kutbunun üzerine oturtur.

Aslında böylesine basit olan bu uygulamayı, dünyaca ünlü Harvard Üniversitesinden dereceli diploma aldıkları için burunlarından kıl aldırmayan öğrencileri yapamazlar. Üniversitede okuyabilmek için gerekli parayı kazanmak amacıyla iş hayatında bir süre çalışmak zorunda kalan siyah derili öğrenci bu basit işi başarır. Muhtemelen, piyasada çalışmak zorunda kalmasaydı, o da başaramazdı.

Hem Bunker Roy’un kurduğu yoksul köylülerden oluşan okullarının hem de yukarıdaki Harvard örneğinin bize net olarak gösterdiği gerçek, diplomanın tek başına, çözümü ve bilgiyi üretemeyeceğidir.

Roy’un yaptığı uygulamalarda, bizler için bir başka güzel örneklik daha var. Roy, erkekler ve genç kadınlardan daha çok, büyükanneleri eğitiyor. Çünkü büyükannelerin diğerlerine nazaran iki farklı özellikleri var. Birincisi, sessiz bir bilgeliğe sahipler. İkincisi, bilgi sahibi olup çözüm üretir konuma gelince, köylerini terk ederek daha büyük yerleşim yerlerine gitmiyorlar. Hattâ büyükanneler, başkalarını eğitirken herkesle ilgilenmiyorlar. Bilgi ve beceri sahibi olunca köylerini terk etmeyecek kadınları seçerek onları yetiştiriyorlar.

Bu uygulama üç açıdan çok önemlidir. Birincisi, yoksullara balık verilmiyor, balık tutması öğretiliyor. Dolayısıyla, yoksullukla mücadelede süreklilik sağlanıyor. İkincisi, insanların kendi menfaatleri peşinde koşarak başka yerlere göç etmelerini engelleyerek, yoksulluğu, olduğu yerde yenmeye çalışarak azaltıyor. Üçüncüsü, şehre göçü engellediği için, hem zenginliği ülke sathına yayıyor hem de şehirlerdeki fakir-zengin ayrımını azaltıyor. Dolayısıyla, insanlığın geleceği için örnek alınabilecek güzel bir uygulamadır.

Yukarıda örneğini verebildiğimiz az sayıdaki anlatımlarımızdan çok daha fazlası, dünya üzerinde çeşitli bölgelerde uygulanmaktadır.

İnsanların yaşadıkları gerçeklerin sonunda geliştirmeye çalıştıkları bütün fikirler, eğitim konusunun tekrar masaya yatırılması gerektiğini açıkça göstermektedir.

Eğitim, her şeyi bildiğini zanneden öğreticilerin, hiçbir şey bilmediklerini zannettikleri öğrencilere bir şeyler anlatma işlemi değildir. Eğer günümüzde fakirler ile zenginlerin arasında uçurum oluşmaya başladıysa, bu durumda, her şeyi bildiklerini zannedenlerin uygulamalarının çok önemli bir payı vardır.

Bir zamanların efsanevi ABD FED’inin başkanı Alan Greenspan, 2008 ekonomik buhranını göremediklerini ikrar etmiştir. Ama kendisi, buhrandan, sıradan vatandaşa göre çok daha az zarar görmüştür. Aslında bu yöneticiler, 2008 ekonomik buhranının ortamını bilmeden hazırlayan, “bilmediğini bilmeyen” kibirli insanların örnekleridir.

Tek kablo ve bir pil ile lambayı yakamayan, ama her şeyi başkalarından daha iyi bildiklerini zanneden Harvard Üniversitesinin dereceli mezunlarının, sadece kendi kazançlarını sağlama aldıklarını görmemek mümkün değil. Dolayısıyla, bu yapıdaki insanların çoğunun, halkın önemli bir bölümünü fakirliğe doğru ittiklerini halen anlayamamaları normaldir. Bunu yaparken belki kendileri aşırı fazla kazanmıyorlar. Ama aşırı zenginlerin halkı fakir bırakmalarına aracı oluyorlar. Yani onca eğitim halka yaramıyor.

Eğitim, karşılıklı bilgi alışverişi ile olursa, iki taraf için de faydalı olur. Bu uygulamada, iki taraf da kendini geliştireceği için, faydası katlanarak artar. Böylece, diğer insanların da kullanıma sunulan yararlı işler ortaya çıkar.

Bir insanı destekleyip, ona hem bilgi hem de maddi yardım yaparken seçici davranmak gerektiği açıktır. Tıpkı büyükanneler örneğinde olduğu gibi, destek verilen insanın, kendisini toparladıktan sonra başkalarına da faydalı olabilmesi sağlanmalıdır. Dünyamızdaki yardımsever insanların bir bölümünün böyle uygulamalar yapmaya çalıştıklarını biliyoruz. Umudumuz, az sayıda olan bu uygulamaların, üzüm salkımı gibi hızla yayılabilmesidir. Yapılan uygulamalarda, eğitim anlayışındaki karşılıklı etkileşim ve bilgi alışverişi arttıkça, insanlığa faydası tahmin edilenden daha fazla olabilir.

Bilim insanlarının halklara faydası, bilinen tarih boyunca, zanaatkârlara göre çok daha az olmuştur. Bu husus ayrı bir makalede irdelenecektir.

Sosyal kategorisine gönderildi | EĞİTİMİN AMACI DİPLOMA OLURSA için yorumlar kapalı

BİLİMİ GELİŞTİREN UNSURLAR ÜZERİNE

BİLİMİ GELİŞTİREN UNSURLAR ÜZERİNE

 

Bu sitede bilim konularını işleyen çok sayıda makale yayınladık. Bu yazımızda, farklı bir açıdan yaklaşarak, bilimin gelişmesine vesile olan bazı ortamları irdelemeye çalışacağız.

Bilimin gelişmesinde –paranın dışında- etkili olan en önemli amil, hiç şüphesiz, hür düşünce ortamının olmasıdır. Özgür fikir ortamının önemini anlamak için, üniversitelerin durumlarını incelemek yeterlidir. Takdir edileceği gibi, bilimin gelişmesi için gerekli bütün araştırma ve diğer bazı imkânlar, üniversitelerin çoğunda mevcuttur. Buna rağmen, ülkelerin çoğunda üniversitelerin, bilimin gelişmesine katkıları, imkânlarıyla orantılı değildir ve çok daha azdır. Çünkü bu ülkelerdeki devlet üniversiteleri ve hattâ özel üniversitelerin bile çoğunluğu, kuralcı ve bürokratik devlet kurumları haline dönüşmüşlerdir. Çoğu ülkede, üniversite rektörlerinin yetkileri, neredeyse devlet başkanlarınınki ile aynıdır.

Üniversitelerin halini daha iyi anlamak için, geçmiş tarihe bakalım. İlim tarihine yön veren büyük beyinlerin birçoğu, üniversite kurumu dışından çıkmıştır. Yenliklerin, buluşların ve patentlerin önemli bir bölümü üniversite kurumu dışında kalmış özgür şahsiyetler tarafından gerçekleştirilmiştir. Newton, Edison, Einstein, çalışmalarının çoğunu üniversite sisteminin dışında yapmak zorunda kalanlara örnek gösterilebilecek, bilimin devlerinden bazılarıdır.

Bilimi geliştiren dahi (üstün zekâlı) insanların ortak özelliklerinden birisi, normal kişilerle karşılaştırıldığında garipsenecek düşüncelere sahip olmalarıdır. Dolayısıyla bu yapıdaki insanların, kuralların sıkı disiplin anlayışı içerisinde uygulandığı yerlerde çalışmaları, çalışabilmeleri zordur. Hattâ, kuralcı bir bilim insanının yanında bile çalışmak istemezler.

Başarılı bilim insanlarının bir diğer ortak özellikleri, tek bir alan üzerine çalışmamalarıdır. Birkaç farklı saha üzerine çalışma yapmış olanlar, daha başarılı olmaktadır. Çünkü tek alanda ve sadece belli yerlerden toplanan bilgiyle çalışan insanların ve birkaç alanda çalışan diğer bilim insanlarının karşılaştıkları sorunlar birbirine benzemektedir. Her iki gurup da temelde benzer sıkıntılarla yüz yüze geliyor. Ancak, farklı alanlarda çalışanlar bu sıkıntıları aşmak hususunda daha şanslılar. Tek alanda çalışanlar için, bir süre sonra konular artık, rutin hale geliyor. Bu rutin hayat içerisine sıkışıp kalmış bilim insanları, bazen yenilikleri fark edemeyebiliyorlar. Kimi zaman, bu hataya, o alanda otorite haline gelmiş insanlar bile düşebiliyorlar.

Bu gibi durumlarda, dışarıdan bakanlar, yenilikleri daha kolay fark edebiliyorlar. Dolayısıyla, birkaç dalda çalışmış olan birisi, çeşitli alanlardaki çalışmalarının etkisiyle değişik açılardan bakabildiği için, yenilikleri daha rahat görebiliyor. Yani ihtisaslaşma, bilimde çoğu zaman faydalı olmuyor, başarılı bir sonuca götürmüyor. İhtisaslaşma, bilimsel bulguların teknoloji haline getirilmesinden sonra, bilimsel bilgilerin ve teknolojinin uygulamasını yapanlarda daha faydalı olabilmektedir.

Bilimin gelişmesine vesile olan bir başka unsur, kolektif çalışma disiplini altında organize olabilmektir. Hiçbir bilimsel gelişme, sonuca ulaşan o kişinin sıfırdan başlayarak ulaştığı bir şey değildir. Takdir edileceği gibi, bir araştırmanın yapılabilmesi için, cihazları kullanacak yetenekli teknisyenler de gerekir. Yani güzel bir sonuç alınabilmesi için, hem ekip çalışmasına ihtiyaç vardır, hem de, benzer konularda daha önceden yapılmış çalışmalardan istifade edilmesi şarttır.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, ekiptekilerin, ekip başı tarafından, kendi emrindeki memurlar gibi algılanmasını önleyecek tedbir almaktır. Ekip çalışması demek, “emir, demiri keser” anlayışında çalışmak demek değildir. Ekiptekiler, düşüncelerinde hür olmalıdır. Fikirlerini söylemekten çekinmeyecekleri bir ortam sağlanmalıdır.

Bilim, “ben şunu bulacağım, şunu yapacağım” demekle olan bir şey değildir. Başka herhangi bir iş için, bu sözleri söyleyebiliriz. Diğer birçok alanda, yapacağımız işlerin sonuçları baştan bellidir. Tarlaya buğday tohumu ekersek, buğday alacağımızı biliriz. Ama bilim böyle değildir. Prof. Mustafa Çetiner’in aktardığına göre, Einstein bu hususla ilgili olarak şöyle söylemiştir: “Eğer, ne yaptığımı bilseydim, buna araştırma demezdim.”

Demek ki, “ben şunu bulacağım” diyerek değil, “nasıl böyle oluyor” diye sorarak araştırma yapmaya başlamalıyız. Sadece kendi araştırmalarımızla sınırlı kalmayıp, başkalarının tecrübelerinden, yaptıkları deneylerdeki başarısızlıklardan yararlanmalıyız. Onların bu başarısızlıkları ile ilgili düşüncelerini bilmeden ve bizden öncekilerin çalışmalarından faydalanmadan, bilimde ilerlememiz, yani, yeni bir şeylere ulaşmamız tesadüflere bağlıdır.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, Newton’un şu sözüne kulak verelim: “Ben, devlerin omuzlarında durduğum için büyük görünüyorum.” Bu söz, sadece bilimsel araştırmalarda değil, birçok alan için de geçerlidir.

Başkalarının çalışmalarını yakından takip edenlerden, bazen, onların ulaştıkları bilgilere sahiplenenler de olabilir. Bu konuyu örnek vererek anlatalım. Charles Darwin, yaptığı araştırmaların sonuçlarına henüz tam güvenemiyor ve sorulacak sorulara cevap verebilmek için, daha çok delil toplayabilme amacıyla, araştırmalarına devam etmek istiyordu. Ama Alfred Russell Wallace’dan aldığı bir mektupta, onun da aynı konularda araştırma yaparak aynı şeylere ulaştığını okuyunca, yeni araştırmalar yapma fikrinden vazgeçerek, Wallace’dan önce davranıp, hemen kitabını bastırmaya karar verir ve kitabını yayınlar. Böylece, bu hususta başkaları tarafından yapılan bütün araştırmaların sonucunu, kendisi sahiplenmiş oldu. Diğer bir örnek, Edison ile ilgilidir. Edison da, Nikola Tesla ve William Joseph Hammer’ın çalışmalarından çok faydalanmış ve erken davranarak, bazılarını kendisi sahiplenmiştir. Bazen de halk, diğer iki şahsın çalışmaları sonucunda aldıkları patentlerin sahibinin, Edison olduğunu zannetmektedir.

Bilimsel çalışma yapıyorsak, bizden önce yapılan çalışmalar hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşmamıza rağmen, bizler, ekip halinde disiplinli bir şekilde çalışmazsak, yine ilerleme kaydetme ihtimalimiz zayıflar. Bir diğer anlatımla, diyelim ki, daha önce, başkaları bizim çalışmalarımıza temel teşkil edecek uygun bir ortam oluşturan çabalar sarf etmişlerdir. Ancak, biz de, disiplinli (yani, paylaşımcı) bir ekip çalışması içerisinde olmalıyız ki, o bilgileri değerlendirerek, yeni bulgulara ulaşabilelim. Aksi takdirde, evi yanarken su dökmeyip, Allah’a yangını durdurması için dua eden insan konumuna düşmüşüz demektir.

Bilimsel gelişmeleri, fertlerin tek başlarına yapacakları çalışmaların sonucundan beklemek, piyangodan büyük ikramiye beklemek gibidir. Katı kuralların uygulandığı kurumlarda veya ekipte çalışanların özgür düşüncelerinin olmadığı çalışmalarda bilimin gelişmesini beklemek, denizin ortasında uzak bir adada, ne zaman geleceği belli olmayan gemiyi beklemekle aynı şeydir. Bu durum sadece bilim alanında değil, teknoloji geliştirme hususunda da aynıdır. Günümüzde, dünya üzerinde, kendilerinin mucit olduğunu zanneden ve çalışmalarını çalmasınlar diye tek başına çabalayan, on binlerce mucit adayı var. Ama ciddi anlamda başarılı olanların oranı ne kadardır bilemiyorum. Kendi hayatımda karşılaştığım bu yapıdaki mucit adaylarıyla ilgili tecrübeme dayanarak, çok düşük oranda olduğunu tahmin ediyorum.

Bu nedenle, bilimin gelişmesini sağlamak istiyorsak, kuralları gevşek olan kurumsal birimlerde, özgür düşünceli, ama düşüncelerini kendine saklayıp kendi menfaati peşinde koşan değil, arkadaşlarıyla paylaşan kişilerle ortak çalışmalar yapılabilmesinin önünü açmalıyız. Ekip başı olduğunu düşünenlerin de, bu konularda önce kendilerinin örnek olmalarının gerektiği açıktır.

Yukarıda bahsettiğimiz özgür düşünceye dayalı bu yöntem, çoğu alanlar için geçerlidir. Bazen, disiplinli hiyerarşi gerektiren, iş yerleri, okullar, devlet kuruluşları gibi bazı alanlar için bile geçerlidir. Hattâ, strateji ve taktik belirlenmesi tartışmaları sırasında, en disiplinli alanlarda ve askeriyede de geçerlidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BİLİMİ GELİŞTİREN UNSURLAR ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KARARLARIMIZDA MÜSTERİH OLMA ÜZERİNE

KARARLARIMIZDA MÜSTERİH OLMA ÜZERİNE

 

İnsanların büyük çoğunluğu, verdikleri kararlarında vicdanen huzurlu olmak isterler. Kalben müsterih olabilmek için de, aldıkları kararlarda haklı olduklarını savunmaya çalışırlar. Bazıları, vicdanen savunamayacakları kararları için, “herkes böyle yapıyor” veya “başka çarem yoktu” diyerek kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar.

Kararlarımızı temize çıkarma gayretlerimizi, daha çok, maddi çıkarlarımızın peşinde koştuğumuz zamanlarda gösteririz. Maddi menfaatimizi koruyacak kararlar aldığımızda, kalben müsterih olabilmemiz önemlidir. Ancak asıl önemli olanı, kendi menfaatimizden daha ziyade, başkalarının zararına sebep olacak konularda alacağımız kararlarda müsterih olabilmektir. İlk bakışta daha kolaymış gibi görünmesine rağmen, zor olan da, böyle durumlarda doğru karar verebilmektir. Çünkü yapımız gereği, menfaatimizle doğrudan ilgili olmayan bir hususta, menfaatimizin olmadığı bir karar verdiğimizde, kararımızı doğru olarak kabullenme meylimiz vardır.

Bu sebeple, başkalarının zararına olan konularda karar verirken, Yüce Yaradan’ın yol göstericiliğine ihtiyacımız vardır. Çünkü menfaati olmadan en doğru kararı veren, sadece ve sadece, tek olan Tanrı’dır. Evrendeki canlı-cansız bütün varlıkların yaratıcısı olan Yüce Yaradan, bilhassa, yarattığı insanlara karşı-başlangıçta- eşit mesafededir.

Şimdi, bu konuda Tanrı’nın bize yol gösterdiği ayetleri irdeleyelim:

Enfal Suresi 8/38: “Ey Muhammed! İnkâr edenlere söyle: Eğer vazgeçerlerse, geçmişte yaptıkları bağışlanır. Eğer dönerlerse, öncekilere uygulanan ilâhî kanun devam etmiş olacaktır.”

Yukarıdaki ayette Yüce Yaradan, geçmişte kötülükler yapmış insanlara zeytin dalını uzatıyor. Geçmişte yaptıkları kötülüklerden vazgeçmelerini öğütlüyor. Eğer vazgeçerlerse, onların geçmişte yaptıklarını bağışlayacağını beyan ediyor.

Dikkat edilirse, Yüce Yaradan’ın insanlara gösterdiği bu engin hoşgörüden, Tanrı’nın Kendisinin bir menfaati olmadığı anlaşılır. Tek olan Tanrı’nın, bu hoşgörüsünün sonucunda karşısına çıkacak şey, muhtemelen, düzelen insan sayısının artmasından duyacağı sevinci olabilir.

Dolayısıyla, tek olan Tanrı’nın ayetteki bu beyanı, bir insan için bulunmaz bir fırsattır. Böyle bir fırsatı, ebeveynlerin çocuklarına tanıdıkları pek görülmemiştir. Bilhassa, ebeveynlerini inkâr edenlere ve onlara karşı, elinden geldiğince bilerek kötü davrananlara, dönüş yapsalar bile, hemen hiçbir ebeveyn geçmişi unutacak ve ona güzellikler yaşatacak kadar bağışlayıcı olamaz.

Yüce Yaradan bir sonraki ayetinde, gösterilecek hoşgörünün sınırlarını belirliyor.

39: “Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.”

Bir önceki ayetindeki ifadeye göre, bir insan, tek olan Tanrı’yı inkâr ediyor ama başkalarına bir zararı dokunmuyorsa, onları uyarmakla yetinilmesini istiyor. Peygamberine bu yönde öğüt veriyor. Fakat devamındaki 39uncu ayette, daha farklı tavsiyelerde bulunuyor.

Sadece Allah’ı inkâr etmekle kalmayıp, insanlara baskı ve şiddet uygulayanları, diğer kötülerden ayırıyor. Zalimlik yapanlarla savaşılmasını emrediyor. Bu savaşın belli bir süresi yok. Savaşın, “baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya” kadar sürmesini istiyor. Buradan anlaşılan o ki, Yüce Yaradan insanların yapılarını değiştirmedikçe, aradaki savaş kıyamete kadar sürecektir. Nesiller ve isimler değişecek, ama bu savaş devam edecektir.

Yukarıda verdiğimiz iki ayete bakılınca, insanlar hakkında bir karar vermeden önce, onlar uyarılacaklar. İkazları dikkate alıp kendilerini düzeltenler bağışlanacaklar. Bağışlananlar da artık, bağışlayanların kardeşleri olacaklar. Ama verdikleri sözlerden dönerlerse, bu defa,  “eğer dönerlerse, öncekilere uygulanan ilâhî kanun devam etmiş olacaktır” hitabının muhatabı olacaklar.

39uncu ayete göre de, insanlığın huzurunu bozmaya devam edenlere karşı yapılacak mücadelede, sonuç alınıncaya kadar hiç taviz verilmeyecek. Baskı ve şiddet kalmayıncaya kadar, insanlığın huzurunu bozacak davranışlarda bulunanlara karşı savaşılacak.

Dolayısıyla, insanlığın huzurunu bozmakta ısrarcı olanlara karşı savaş kararı vermekte bir yanlışlık yoktur. Verilen bu karardan müsterih olabiliriz. Çünkü aldığımız kararın destekçisi, bizzat Yüce Yaradan’ımızdır. Nitekim aşağıdaki ayet bunu teyit etmektedir:

40: “Eğer yüz çevirirlerse bilin ki Allah sizin dostunuzdur. O, ne güzel dosttur; O, ne güzel yardımcıdır!”

Yüce yaradan, kararlarımızda müsterih olabilmemizin sınırlarını aşağıdaki ayetinde belirliyor:

42: “…Ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın. Şüphesiz Allah, elbette hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

Demek ki kararlarımızda net olabilmemiz için, olayları iyi araştırmamız gerekmektedir. Böylece, araştırmalarımız sonucunda aldığımız kararlar, açık deliller üzerine oturmalıdır.

Bizden istenilen bu açık delile ulaştıktan sonra karar vereceğiz. Ama karar verirken bizden istenilen bu açık delile ulaşma şartı, sadece insanlığın huzurunu bozanlarla sınırlı olmamalıdır. Günlük yaşamımızdaki insan ilişkilerimizde de, mümkün olduğu kadar araştırmalar sonunda karar vermeye çalışmalıyız. Karşımızdakilerin aleyhine karar vermeden önce, onları ikaz ederek kendilerine şans vermeliyiz. Böylece aldığımız kararlarımızın daha çoğunda müsterih olmaya başlarız.

Diğer taraftan, Yüce Yaradan, uyarılmasını istediği insanlara ne kadar bir süre verdiğini hiçbir zaman belirtmiyor. Onları her an cezalandırabileceğini ifade ediyor. Tek olan Tanrı’nın bu uygulaması da bize yol göstermektedir. Bizler de, uyardığımız insanların, bir taraftan sureti Haktan görünerek diğer yandan hatalarında ısrar etmeleri durumunda, onlara müdahale süremizi kendimiz belirlemeliyiz. Adaleti zerre kadar şaşmayan Yüce Yaradan’ın, insanlara, düzelmeleri için verdiği süreyi Kendisinde saklı tutmasının, insanlık için mutlaka hayırlı bir sebebi vardır. Tek olan Tanrı böyle yaptığına göre, bizler de geçmişte kötülük yapmış olanlara verdiğimiz süreyi, kendimizde saklı tutmalıyız. Ve tıpkı Onun gibi, aniden uygulamaya başlamalıyız.

 Ancak bu uygulamalarda dikkat edeceğimiz hassas nokta, adaletten ayrılmamak olmalıdır. Elbette bizlerin, Yüce Yaradan kadar adil olmamız mümkün değildir. Bazen adalet terazimiz şaşabilir. Ama bizler de, hatamızı en aza indirebilmek ve kalben daha müsterih olabilmek için, araştırmalarımızı sürdürmeli ve mümkün olduğunca, istişareler sonucunda karar vermeye çalışmalıyız. Eğer böyle yaparsak, istişarelerimizin sonunda çıkan kararları uygularken taviz vermediğimizde de, kalben müsterih oluruz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KARARLARIMIZDA MÜSTERİH OLMA ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSLÂM DİNİNİN DİREĞİ NAMAZ MIDIR?

İSLÂM DİNİNİN DİREĞİ NAMAZ MIDIR?

 

Kur’an ayetlerinden anladığımıza göre, Yüce Yaradan’ın, peygamberleri aracılığıyla insanlara ilettiği bütün dinlerde namaz vardır.

Günümüzdeki semavi dinlerin başlangıcının peygamberi olan Hz. İbrahim, Mekke’de oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa ettikten sonra orada namaz kılmıştır. Hz. Muhammed’in ümmetine de, Kâbe’deki İbrahim Makamında namaz kılmaları aşağıdaki ayetle emredilir:

Bakara Suresi 2/125: Biz ta o zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kıldık. Siz de Makamı İbrahim’den kendinize bir namazgâh edinin. Ayrıca İbrahim ile İsmail’e şöyle ahit verdik: “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem kendini ibadete verenler (duranlar) için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!”

Kur’an, bununla da yetinmez. İsrail oğullarının bir peygamberi olan Hz. Zekeriya için, şöyle bir ifade kullanır:

Meryem Suresi 19/11: (Zekeriya) Nihayet mihraptan (ibadethane) kavmine karşı çıktı da onlara “Sabah ve akşam (Rabbinizi) tesbih edin” diye işaret etti

Yani Zekeriya, mihrapta namazını kıldıktan sonra kavminin karşısına gelir. Bu olay, hanımı kısır, kendisi de çok yaşlı bir durumda iken, Yüce Yaradan’ın kendisine Yahya isimli bir oğul vermesinin belirtileri hakkındaki olaylar üzerine anlatılır.

Bir İsrail kızı olan Hz. Meryem’e hitap eden şu ayet de, ona namazı tarif eder. Ali İmran Suresi 3/43 : “Ey Meryem, kalk Allah için divana dur, secdeye kapan ve rükû edenlerle birlikte rükûa var.”

Hz. Meryem’e yapılan tavsiye, Hz. Muhammed’in ümmetinin kıldığı namazın tarifinin aynısıdır. Buradan da anlaşılıyor ki, namaz, önceki semavi dinlerde de vardı ve aynı şekilde kılınıyordu. Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Hz. Meryem’in oğlu olan Hz. İsa’nın, annesine emredilen namaz kılmadığını ve çevresindekilerden namaz kılmalarını istemediğini söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla, Hıristiyanlıkta da namaz vardır, hem de aynı hareketler şeklinde kılınması emredilmiştir.

Demek ki namaz önemlidir. İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu önemi gördükleri için, namazı dinin direği olarak nitelemişler ve halka bu şekilde anlatmışlardır. Aşağıdaki ayet, onların bu anlatımını kuvvetlendirmiştir.

Ankebut Suresi 29/45: (Ey Muhammed!) “Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.”

Yukarıdaki Kur’an ayetinde, “namaz, insanı kötülükten alıkoyar” denildiği için, âlimlerin “namaz dinin direğidir” sözü, halk tarafından doğru bir vurgulama olarak algılanmıştır. Hâlbuki ayette “Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir” denilmektedir. Allah’ı anmak, sadece namaz kılmak değildir. Ayrıca, “Allah’ı anmak, ibadetlerin en büyüğüdür” denilmesinden de anlaşılacağı üzere, yalnızca ibadetlerin en büyüğüdür. Eğer, Allah’ı anmak, dinin direği olsaydı, Yüce Yaradan, ayetlerinde bu durumu açıkça söylerdi.

Dinin direğinin namaz olup olmadığını, Kur’an ayetleri üzerine irdelemeler yaparak netleştirmeye çalışalım.

Kur’an’da, yapılması istenilen bir emir şeklinde söylenildiğinde, namaz ve zekât birlikte bahsedilir. İkisinin, aynı ayet içerisinde birlikte emredilmesi, hem namazın hem de zekâtın, ibadet açısından aynı öneme sahip olduğunu gösterir. Bu durumda, dinin direğinin namaz olduğunu söyleyen İslâm âlimleri, kendi görüşlerini bile eksik söylemiş olmaktadırlar. Aynı ayetler içerisinde birlikte emredildiğine göre, o zaman, dinin direği bir tane değil, iki tane demektir. Dolayısıyla ayetlere göre namaz ve zekât, ikisi birden dinin direği olmalıdır.

Peki, namaz ve zekât ikisi birlikte dinin direği midir?

Eğer namaz ve zekât dinin direkleri olsaydı, namaz kılmayanların ve zekât vermeyenlerin, emredileni yapmadıkları için bir cezalandırma ile karşılaşmaları gerekirdi. Hâlbuki Kur’an’da hiçbir ayette, namaz kılmayana ve zekât vermeyene ceza verileceğinden bahsedilmez. Bu iki emrin geçtiği ayetlerde, sadece, bunları yapanlara ne fayda sağlayacağı söylenilir.

Diğer taraftan, eğer, namaz ve zekât dinin direkleri olsaydı, Yüce Yaradan, namaz kılanları ve zekât verenleri cennetine alacağını net bir şekilde beyan ederdi.

Böyle bir beyanın olup olmadığını, yine Kur’an’a bakarak anlamaya çalışalım.

Tövbe Suresi 9/18: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.”

Dikkat edilirse, ayette “namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren insanlar hakkında, “doğru yolu bulanlardan olacakları umulur” denilmektedir. Yani ayetin sonunda, “onlar doğru yolu bulanlardır, onlar cennette ebedi kalacaklardır” şeklinde bir ifade yoktur.

Şimdi konumuzla bağlantılı olan başka ayetlere bakalım.

Bakara Suresi 2/82: “İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.”

Yine aynı surenin 112inci ayeti: “Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah’a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.”

Yukarıda verdiğimiz 82 ve 112inci her iki ayette de, namaz kılmak ve zekât vermekten bahsedilmez. İstenilen şey, iki tanedir. Birincisi iman etmek, ikincisi salih amel işlemek, yani iyilik dolu olmaktır. Dikkat edilirse, her iki ayetin sonunda da, iman edip iyilik dolu olanların, cennete girecekleri, onlara korkunun olmadığı beyanı vardır.

Demek ki, Tövbe Suresi 18inci ayete göre, namaz kılıp zekât vermemize rağmen, doğru yolu bulup bulamayacağımız, yani cennete girip giremeyeceğimiz belli değildir. Ayette, namaz kılıp zekât verenlerin cennete girenlerden olması umulur demektedir. Dikkat edilirse bu ayette bahsedilmeyen bir davranış, “salih amel işlemek, yani iyilik dolu olmak” halidir. Dolayısıyla, namaz kılıp zekât verdiği halde, iyilik dolu olmayanların cennete girmeleri garanti değildir.

Yukarıdaki ayetlerden net bir şekilde anlaşıldığına göre, Allah’ı anmak anlamında olan namaz, ibadetlerin en büyüğüdür. Ancak, dinin direğinin, namaz ve/veya zekât olmadığı anlaşılmaktadır. İslâm âlimlerinin çoğunluğunun namazı, dinin direği olarak anlatmalarının altında kötü niyet aramaya da gerek yoktur. Belki de, âlimlerin hesabı, insanları namaza yönlendirerek, kişilerin namaz kıldıkça düşünmeye başlayacakları ve kendilerini düzelterek, kötülükten sakınacakları hususundaki umuttur. Bizce de bu umut her dönemde var olmuştur. Namaz kılan insanların bir gün gerçekleri görme ihtimalleri her zaman vardır. Yeter ki, namazı, insanları kandırarak aldatmak için kılanlardan olmasınlar.

Kur’an’da, namaz kılmanın karşı şıkkı olan kılmayanlara bir ceza verilmesinden bahsedilmediğini ifade etmiştik. Hâlbuki Yüce Yaradan, Kur’an’ında, salih amel işlemenin yani iyilik dolu olmanın karşı şıkkı olan; yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı, yetim hakkını yemeyi, zina yapmayı, insanları aldatmayı, yani iyilik değil, kötülük dolu olmayı cezalandıracağını net bir şekilde ve sıkça beyan etmektedir.

O halde, hem yukarıda verdiğimiz ayetlerden, hem de Kur’an’daki ceza ve ödül bahislerinden anlaşıldığı üzere, eğer dinin direğinden bahsedilecekse bu, iman etmek ve salih amel işlemek, yani iyilik dolu olmak olması daha uygundur.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM DİNİNİN DİREĞİ NAMAZ MIDIR? için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

Yüce Yaradan’a teslim olmak anlamındaki İSLÂM, sadece yaşamak değil, YAŞATMAKTIR.

YAŞARKEN, BAŞKALARINI YAŞATMAK İÇİN DE GAYRET SARF EDEN BÜTÜN DOSTLARIMIN VE İNSANLARIN BAYRAMINI KUTLARIM

Sosyal kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

İNSANLAR TEK BİR ÜMMETTİ

İNSANLAR TEK BİR ÜMMETTİ SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE

 

Ümmet kelimesi Kur’an’da çok sayıda ayetlerde geçtiğinden, öncelikle farklı anlamlarının olup olmadığını inceleyip, sonra yazının başlığını irdeleyeceğiz.

Enbiya Suresi 21/92: “Doğrusu bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.”

Ayette geçen “ümmeten” kelimesi, toplumsal din anlamındadır.

Bakara Suresi 2/134: “Onlar bir ümmetti (ümmetûküm), geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz.”

Bu ayette ümmet, nesil yani kuşak anlamındadır.

Nahl Suresi 16/120: “Şüphesiz İbrahim, Allah’a itaat eden, hakka yönelen bir ümmet (ümmeten) idi. Allah’a ortak koşanlardan değildi.”

Ayette geçen ümmeten sözü önder anlamındadır. Yani Hz. İbrahim’in, Allah’a itaat eden ve hakka yönelen bir önder olduğunu vurgular.

Ali İmran Suresi 3/104: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir ümmet (ümmetün) bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”

Ayetteki ümmet sözü, birbirine din bağıyla bağlı bir cemaat anlamındadır. Hac Suresi 22/34 ve 67, Casiye Suresi 45/28, Bakara Suresi 2/146, Maide Suresi 5/48 deki ümmet sözleri de dini topluluk manasındadır.

Ali İmran 110: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz (ümmetin). İyiliği emreder (öğütler), kötülükten men eder (sakındırır) ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”

Bu ayetteki ümmet ifadesi, toplum veya topluluk anlamındadır. Müminun Suresi 23/43 ve 44, Neml Suresi 27/83, Kasas Suresi 28/75, Bakara 2/122 ve 128, Fatır Suresi 35/24 deki anlamları da topluluk demektir.

Ümmet kavramının bu farklı anlamlarını gördükten sonra, makalemizin konusuyla ilgili ayetleri irdeleyelim.

Yunus Suresi 10/19: “İnsanlar, aslında bir tek ümmet idiler, sonra ihtilafa düşüp ayrı ayrı oldular. Eğer Rabbinden bir karar çıkmamış olsa idi, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında şimdiye kadar aralarında çoktan hüküm verilmiş olurdu.”

Bakara Suresi 2/213: “İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir”

Yukarıdaki iki ayette de geçen “insanlar tek bir ümmetti” sözü muhtemelen yaratılan ilk insan topluluklarını anlatmaktadır.

Bahsedilen ilk insan topluluklarının kimler olduğu konusunda bir fikre ulaşabilirsek, ayetin yorumunda daha gerçekçi bir sonuca varabiliriz. Bu sitede, dört seri makale halinde yayınladığımız “Hz. Âdem Peygamber Konusu Üzerine” başlıklı yazılarımızda, Hz. Âdem’in ilk insan değil, insan topluluklarına gönderilen ilk peygamber olduğunu, Kur’an ayetlerine dayanarak ifade etmiştik.

Kendilerine hiç peygamber gönderilmemiş olan insanların, Yüce Yaradan’ın verdiği akıl, vicdan ve irade ile işlerini gördüklerini söylemek herhalde yanlış olmaz. Tek olan Tanrı’nın, yarattığı bütün insanlara verdiği bu yazılım ve donanımın, insanların tek bir topluluk olmalarını sağlayacağı düşüncesi, doğru bir fikir yürütmedir. Çünkü Allah, akıl verdiği her insana iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, doğruyu-yanlışı ayırt edebilecek donanım vermiştir. Halen günümüzde de, Yüce Yaradan’ın akıl verdiği her insanda bu donanım vardır. İnsanların, yaptıkları bu tasniflerin sonucunda adaletli şekilde davranmaları gerektiğini düşündürecek bir vicdan ve adil olabilmeleri için de gerekli olan iradeyi de, Allah insanlara vermiştir.

Ancak insanlara akıl, vicdan ve irade gibi özellikleri veren Yüce Yaradan, aynı zamanda hepimize nefis de vermiştir. Bizlere verdiği bu vasıflardan hangisini öne çıkaracağımız hususunda ise, hepimizi özgür bırakmıştır.

İşte, ayette bahsedilen “insanların aralarında ihtilafa düşüp, ayrılmaları”, bu özgür seçimimiz sonrasında başlamıştır. Kimi insan vicdanını dinlemiş, kimileri de nefsini dinlemiştir. Böylece ihtilafa düşmüşlerdir.

Şimdi bir düşünelim. Günümüzde bile çok eski atalarıyla aynı anlayışıyla yaşantılarını sürdüren Avusturalya yerlileri Aborjinler hakkında çoğumuzun bilgisi vardır. Afrika’da Namibya’daki Kalahari Çölünde yaşayan Kunglar hakkında bilgisi olmayanlar araştırırlarsa benzer yaşam anlayışını görürler. Uçsuz bucaksız Pasifik okyanusundaki küçücük adalarda binlerce yıldır tecrit içerisinde yaşayan yerlilerin durumu da diğerlerine benzemektedir.

Tanrı’dan bahseden, ama kendi nefsini tanrı edinmiş çok sayıda Beyaz Adamın bile yeterince bozamadığı bu topluluklar, Hz. Âdem peygamberden önceki insan topluluklarının örnekleri gibidirler. Bu topluluklar, hiç peygamber gelmemiş insanların, Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği akıl, vicdan ve iradeyi kullanan ve nefislerine çok az yenilen, tek bir ümmet yani tek bir topluluk olduklarının, günümüzdeki ispatı olarak değerlendirilebilirler.

Nefsinin esiri olan insanların sayılarının artmasıyla, topluluk içerisindeki ve topluluklar arasındaki ihtilaflar artmıştır. Ancak, Yunus Suresi 19uncu ayete göre Yüce Yaradan, Kendiliğinden, insanlığa belli bir süre yaşam imkânı sözü verdiğinden, insanların, aralarında ihtilafa düşüp, bazılarının bazılarını ezmesine rağmen, insanlığı helâk etmemiştir.

Bakara 213teki anlatıma göre, aksine, insanları Cennetine kazanabilmek ve onların huzurlu yaşamalarına imkân verebilmek için, müjdeci olarak peygamberler göndermeye başlamıştır. İlk peygamber de, Hz. Âdem olmuştur.

Yüce Yaradan’ın peygamberler ve bazı peygamberlerin beraberlerinde kitaplar göndermesine rağmen, kitap verilen topluluklar da -ayetin anlatımına göre- aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Günümüze kadar ulaşabilmiş kutsal kitapların anlattıklarına göre, ihtilafa düşme hususu, ilk peygamber olan Hz. Âdem’in çocukları olan Habil ve Kabil arasında başlamıştır. İhtilaflar, günümüze kadar artarak devam etmiştir. İnsanlık var oldukça ve Yüce Yaradan insanların yapılarını değiştirmedikçe, devam edeceği aşikârdır.

Allah’ım, Senin verdiğin akıl, vicdan ve iradeyi, nefislerimize yenilmeden kullanan bir topluluk ve üyesi olabilmemiz için, lütfunla bizlere yardımcı ol.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İNSANLAR TEK BİR ÜMMETTİ için yorumlar kapalı

FAİZ LOBİSİ VE MÜNAFIKLIK ÜZERİNE

FAİZ LOBİSİ DİYEREK ALLAH’A HİLE YAPMAYA ÇALIŞANLARA

 

(NOT: Bu yazı Haziran 2013 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden, bazı değişikliklerle tekrar yayınlıyoruz.)

Daha önceki bir yazımızda, münafıkları bizim tam bilemeyeceğimizi, ama Allah’ın bildiğini belirtmiştik. Ayrıca münafıkları tahlil edebilmemiz için, peygamberimizin (s.a.v.) bize anlattığı şekliyle, münafıkların dört hasletini aktarmıştık.

Şimdi okuyucularımızla birlikte yöneticilerimizin birçoğu için bu hasletleri irdeleyelim. Ancak bunu dışarıdan görebildiğimiz kadarıyla yapabiliriz. Şüphesiz ki, bizim dışarıdan izlediğimiz olayların haricinde, kapalı kapılar ardında insanlardan saklanan, ama Allah’tan gizlenemeyen konular mutlaka vardır.

Eğer bir insan, topluma karşı tiyatro oyunu oynamıyorsa, dışarıda nasıl davranıyorsa kapalı kapılar ardında da benzer şekilde davranır. Fakat Hz. Muhammed’in (s.a.v.) belirttiği dört hasleti olanların, sözü başka, kalbi başkadır. Kapalı kapılar ardında, tiyatro sahnesindeki tavrının tam tersi davranır.

Birinci haslet : “Kendisine bir şey emanet edilince ihanet eder.”

Türkiye’de ve dünyanın pek çok ülkesinde, bundan 30-40 yıl önce halk cari açık konusunu pek duymazdı. Ama şimdi duymayan çok az. Peki, yüksek cari açığa rağmen ekonomilerin birçoğu nasıl ayakta kalıyor. Ekonomistlerin cevabı, ”sıcak para sayesinde”.

Sıcak para nedir? En net anlamıyla, paraya sıkıştıkları için yüksek faiz vermek zorunda kalan ülkeleri gözetleyen tefeci ve spekülâtörlerin elindeki paradır. Bu sıcak paralar, yatırıma gitmez. Faizde, dövizde, borsada ve kısa sürede kâr getirecek bazı arazi alımlarında dolaşır.

Demek ki dünyadaki birçok iktidar, halklarını, kendi eliyle, faiz lobisine, tefecilere, spekülâtörlere soyduruyor.

Halkları soydurduklarını nasıl anlıyoruz? Halkın kredi borçlarındaki hızlı artıştan anlaşılır. Şişirilmiş GSMH hesaplamalarından fark edilir. Kişi başına düşen milli gelir hesaplamalarında kullanılan kalemlerin, sık sık değiştirilmesinden görülür.

Peki, halk sıkıntıda iken yalan beyanlarla halkı kandıranlar ne durumda?

Yukarıda bahsettiğimiz soygun belirtilerinin görüldüğü ülkelerin çoğunda, yöneticilerin durumları ile halkın vaziyeti, birbirine ters istikamette gidiyor. Halk fakirlerken, yöneticilerin ve onların çevresindekilerin çoğunluğu, daha çok zenginliyorlar.

Zenginleyen yöneticilerin bir kısmı, halkı ikna edebilmek için inşaat işlerine ağırlık verdiler. Bilhassa yol, baraj ve liman gibi inşaatlar yaptılar. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi, bu tip inşaatların kaç paraya mal olduğunu sonradan incelemenin çok zor olmasıdır. Böylece yöneticiler büyük miktarlarda rüşvet alabilirler, ama almadıkları yalanını söyleyebilirler. İkincisi ise, bu inşaatlar halkın gözüne görüneceği için, halk, yöneticilerin çalışkan olduklarını düşünür. Böyle düşünenlerin bir kısmı, yöneticilerin rüşvet aldıklarına inansa bile, onları kötülemez.Ne yapalım, yiyorlar ama iş de yapıyorlardiyerek kendilerini teselli ederler.

Yöneticiler, yaptıkları imar planlarında, yeni oluşturdukları alanlarda emsal değiştirerek ve devlet hizmetlerini o bölgeye yoğunlaştırarak, ihale işlerinden elde ettiklerinden daha çok kazanç sağlamaktadırlar.

Devletin (aslında halkın) varlıklarını kötü bir mirasyedi gibi satarak, kendilerine gelir elde etmektedirler. Sırf kendilerinin de kazanç sağlayabilmeleri için, sanki Allah’ın ayetlerini az bir paraya değişenler gibi, devletin varlıklarını haraç-mezat satmaktan çekinmemektedirler.

Demek ki, halk faiz lobisine iktidarlar tarafından soydurulurken, yöneticiler zenginliklerini katlamaya devam etmektedirler.

Sonuç olarak birinci haslette peygamberimizin (s.a.v.) bahsettiği haslet, kesinlikle böyle davranan yöneticilerin çoğuna uyuyor.

İkinci haslet: “Konuşunca yalan söyler.”

Bu hususta örnekler vermeye gerek yok. Çünkü yöneticiler ve danışmanları, hemen her sıkıştıklarında, “biz öyle demedik”, ya da “Sn. Başkanımız (veya bir diğer yönetici için), onu kastetmedi” türünden yaptıkları açıklamalarıyla, aslında yalan söylediklerini kendileri kanıtlıyorlar.

Zaten faiz lobisi ve spekülâtörler konularında söylenen yalanlar bile, “konuşunca yalan söyler” sözünü göstermek için yeterlidir.

Üçüncü haslet: “Söz verince sözünde durmaz.”

Yukarıda bahsettiğimiz yöneticilerin söz verdikleri halde sözlerinde durmadıkları, her ülkenin kendi şartlarında örnekleriyle gösterilebilir. Ben Türkiye’de yaşadığım için, burada Türkiye’den misal vereceğiz. Yönetimin bugün “tu kaka” dediği AB’ye girebilmek için, halka sorulmadan, o günkü yöneticiler, bazı tavizler verdi. Bunlardan biri “zina” konusundadır. Sn. Başbakan, AB ile görüşmek için Brüksel’e gitmeden önce halka seslenerek, oylarına talip olduğu insanlara söz verdi. Dedi ki: “Allah’ın buyruğu var. Biz Türk’üz. Bizim örf ve adetlerimiz var. Zina konusu bize uymaz. AB bizim işimize karışamaz”

Ama Brüksel’e ayak basınca, verilen sözler unutuldu. Hattâ sözlerinden öyle hızlı bir dönüş yaptı ki, bir hafta bile sabredilmedi. TBMM, 1 Ekim’de normal şekilde açılacaktı. Fakat AB’nin direktifleri doğrultusunda, Meclis 25 Eylül’de olağanüstü toplantıya çağrıldı. Ve yurt dışından verdiği emirde şöyle dedi:” zina, derhal suç olmaktan çıkarılsın ve zina konusu bir daha ben görevdeyken gündeme gelmesin”.

Sonuçta zina konusundaki sözlerde durulmadığı gibi, söz verdiğinin tam aksini yapmış oldu.

Dördüncü haslet: “Bir konuda taraf olduğunda haddi aşar, haksızlık yapar, işi düşmanlığa götürür.”

Dünyanın neresinde olursa olsun iktidarı bırakmak istemeyen yöneticilerin başvurdukları ortak bir yöntem vardır. Bu yapıdaki idareciler, düşmanlıklar oluşturarak, kendi taraftarlarını düşmanlarla korkutarak yerlerini muhafaza edebileceklerini düşünürler. Çünkü çoğunun zekâları, ancak bu yönteme yetmektedir. Sahip oldukları bazı kabiliyetleri de, kendilerini iktidarda tutmaya yetecek seviyede olmayabilir.

İktidar koltuğunu bırakmak istemeyenler, kendi düşmanlıklarını, iktidara oy verenlerin düşmanlığı haline getirebilmek için, haddi aşarak akla hayale gelmeyen iftiralar yapmaktan çekinmezler. Bu konuda verilebilecek örnekler, bu yapıdaki yöneticilerin olduğu hemen her ülke için çok fazladır.

Bu yazıda kastedilen aslında kişiler değildir. Bir zihniyettir. Birbirlerinin yanlışlarını bildikleri halde, ortaklaşa ve birlikte savunma yapan ve böylelerine imrenerek bakan herkes içindir.

Oturdukları koltukları bırakmak istemeyen ve her ne pahasına olursa olsun orada kalmak isteyenlere seslenmek istiyorum. Siz, kendinizi ve birbirinizi iyi bilirsiniz. Eğer düşünürseniz, tövbe etmek kendiniz için en uygun olanıdır. Bunun için, önce Allah’tan af dileyin ve içinizden gelerek ağlayın. Sonrasında, kandırdığınız halka yeni yalanlar söylemeyi bırakın.

Böyle yapmaya başlarsanız, umulur ki, Yüce Yaradan da, size rahmetiyle muamele etmeye başlar. Böylece, kısa zamanda kendinizi düzeltirsiniz. İnsanlığa faydalı işler yapmaya başlarsınız. Hem dünyanızı hem de ahiretinizi huzurlu hale getirme şansını yakalarsınız.

Zenginliğinize, zenginleştirdiklerinize veya sizi destekleyen başka ülkelerdeki zenginlere güvenmeyin. Eğer, tek olan Tanrı’dan af dileyip yanlıştan dönmezseniz, sonunuzun ne olacağını öğrenmek için, kutsal kitaplara ve Kuran’a bakmanız yeterlidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | FAİZ LOBİSİ VE MÜNAFIKLIK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KANDIRDIRĞIMIZ İNSANLARIN HESABINI VERME

MANEVİ DUYGULARINI SARSTIĞIMIZ İNSANLARIN HESABINI ALLAH’A NASIL VERECEĞİZ?

 

Manevi duyguların sarsıldığı alanların başında din gelmektedir. Bütün semavi dinlerde ve semavi olmayan öğretilerde, ayrı bir din adamları gurubu var. Bu gurupların mensupları, kendilerinin Yüce Yaradan adına yetkili olduklarını düşünüyorlar. Diğer öğretilerin dervişleri de kendilerinin öğretinin kurucusu (ör: Buda) tarafından yetkilendirildiklerini zannediyorlar. Halka kendilerini tanıtırken de, böyle anlatıyorlar.

Hıristiyanlıktaki günah çıkarma gibi olaylar, halkın da din adamlarının böyle yetkileri olduğunu düşündüğünü gösteriyor. Durum böyle olunca halkı kandırmak isteyen herkes dini kullanıyor.

Bilindiği gibi toplumlarda çok farklı yapılarda insanlar vardır. Bu farklı yapıları üç ana gurupta toplayabiliriz. Birincisi o konunun idealistleridir. İkincisi, o konunun savunucusu gibi geçinenlerdir. Üçüncüsü, o konudan geçinenlerdir.

Konuyu din açısından ele alalım. Birinci gurup, dindar insanlardır. İkinci gurup, dindar görünen insanlardır. Üçüncü gurup, dinden geçinenlerdir. Bu durum dini konuda da, milliyetçilik konusunda da, sosyalistlik hususunda da geçerlidir.

Halk insanların yaptıklarını yakından takip edemeyeceği için onları sözleriyle değerlendirir.  Halk din adamlarının birinci gurupta olmalarını bekler. Yani onların idealist dindar olduklarını düşünür. Dolayısıyla, din insanlarının söylemlerine değer verir. Bu nedenle, idealist olmadıklarını gördüğü din adamlarının bile söylediklerini önemserler.  Çünkü din insanlarının kutsal kitaplarda okuduklarını, insanlara yanlış aktarmayacaklarına inanırlar veya inanmak isterler.

Hâlbuki Kur’an, bizi bu konuda uyarmaktadır:

Tövbe Suresi 9/34: “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, Yahudi hahamları ile Hıristiyan rahiplerinin birçoğu, insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar…”

Demek ki, haham, papaz veya hoca söylüyor diye her söyleneni aynen kabul etmememiz gerekiyor. Çünkü din insanlarının birçoğu, Kur’an’a göre, sadece halkın mallarını haksız yere yemekle kalmıyorlar, insanları Allah yolundan saptırabiliyorlar.

Tek Tanrılı dinin peygamberleri -kendi arzularının hilafına kullanılacağı korkusuyla-Yüce Yaradan’ın sözüdür diyerek aktardıklarının dışındaki kendi sözlerine, mutlak inanılıp uygulanmasını istememişlerdir. Nitekim Hz. Muhammed de, Veda Haccındaki hutbesinde, insanlardan, kendisine vahiy olarak bildirilenleri tebliğ ettiğinin şahitliğini istemiştir. Kendisine dua edilmesini bile talep etmemiştir.

Diğer taraftan, Budha, insanlardan, kendisine mutlak inanmalarını veya ona dua etmelerini istememiştir. Bu konuda bu sitede yayınladığımız “Budizm ve Tek Tanrılı Dinler” başlıklı makale serimizde bazı bilgiler vermiştik.

Budha, kendisini “aydınlanmış” olarak tanımlamamaktadır. Kendisini “uyanmış” olarak görmektedir. Bu sebeple asıl adı Siddarta Gautama iken, kendisine “uyanmış” anlamına gelen Budha denilmesini arzu etmiştir. Budha’nın öğütlerine uygun davrananlar, sorgulayarak kendi deneyimlemeleriyle yürüyenlerdir. Sadece dışarıdan bilgi aktarılarak yürüselerdi aydınlanmış olurlardı. Ama sorguladıkları için, kendi deneyimleriyle uyanmış hale gelebilmişlerdir.

O halde bizler de “uyanmış” olabilmemiz için, bize her aktarılanı sorgulamalıyız.

Fakat sorgulama yapmak emek ister. İnsanların çoğu ise emek vermeden, zorluk çekmeden hazır hapları kullanmaya çalışır. Din insanlarının birçoğunun halkı kandırmalarının temelinde yatan sebep, insanların kolay yolu tercih etmeleridir.

İnsanlar, ancak sorgulayarak bilgi seviyelerini yükseltebilirler. Bilgi düzeyi düşük olan insanları Tanrı’nın gazabı veya bir başka kötü olaylarla korkutmak kolaydır.

Dolayısıyla burada asıl sorumluluk, halkın, güvendiği din insanları ve yöneticilere düşmektedir.

Görevlerini yapmadıkları gibi, halkı kandıranların durumu hakkında, yukarıda verdiğimiz Tövbe Suresi 34üncü ayetin devamında bilgi veriliyor:

“…(halkı kandıran din insanlarına ilaveten) Bir de altın ve gümüşü hazineye doldurup, onları Allah yolunda sarfetmeyenleri, bu yüzden acıklı bir azap ile müjdele!”

Kendi menfaatimiz uğruna insanların manevi duygularını sarsmamızın hesabını, Yüce Yaradan’a veremeyeceğimiz anlaşılıyor.

O halde, eğer geçmişimizde böyle yanlışlıklar varsa, en kısa sürede tövbe edip, güzel işler yapmaya başlamaktan başka bir çıkar yolumuz olmadığından, tek olan Tanrımıza, kalpten gelen bir inanışla yalvaralım ve affımızı dileyelim. Sonrasında salih ameller işleyelim. Böylece, inşallah geçmişte yaptığımız yanlışların hesabını verebilir konuma gelebilme ihtimalimiz artar.

Dini kategorisine gönderildi | KANDIRDIRĞIMIZ İNSANLARIN HESABINI VERME için yorumlar kapalı

SOSYAL NORMLAR VE PİYASA NORMLARI

SOSYAL NORMLAR VE PİYASA NORMLARI

 

Yaşadığımız hayatın birbirinden farklı iki yüzü vardır. Biri insanlar arasındaki ilişkilerimizin sosyal yönüdür. Burada ticari bir temel yoktur, sosyal normlar etkilidir. İnsanlıkla ilgili hisler vardır. Diğeri, tamamen ticari yönü olan piyasa ile ilişkilerimizdir. Burada piyasa normları geçerlidir.

Suyu acı olan deniz ile suyu tatlı olan denizin birbirlerine karışmadığı gibi, bu iki norm kendi mecralarında gittiği sürece, bir sorun ile karşılaşma ihtimalimiz çok zayıftır. Dolayısıyla hayatımızın akışı daha güzel olur. Ama bu iki denizi birbirine karıştırdığımızda sorunlarımız başlar.

Bu iki denizin birbirine karışması halinde neler olabileceği konusunda Dan Ariely kendince şu örneği verir. Sülale ile birlikte veya bir dostunun daveti üzerine evde birlikte yemek yediğimizi düşünelim. Yemek sonrasında davet sahibine küçük de olsa bir hediye verirsek, sosyal norma aynı norm ile karşılık vermiş oluruz. Ama hediye vermek yerine, bu yemeğin kaça malolduğunu sorar ve payımıza düşeni kayınvalidemize veya evine bizi davet eden dostumuza vermeye kalkışırsak işler karışır. Onların sosyal normlarına, biz piyasa normu ile karşılık vermiş oluruz.

Bize uygulanan sosyal norma hediye vererek aynı norm ile karşılık verdiğimizde, belki de hediyeye verdiğimiz para, yemeğin maliyetinden çok daha azdır. Ama adı hediye olduğu ve sosyal norm ile piyasa normu birbirine karışmadığı için, verdiğimiz hediye aramızdaki sevgiyi pekiştirir. Fakat hediye yerine, yemeğin payımıza düşen maliyetini vermeye kalktığımızda, aramızdaki sevgi bağı büyük bir hasar alacaktır. Çünkü hayatın iki yüzünü birbirine karıştırmış olduk.

Yazarın bu konuda verdiği bir başka örnek şöyledir. Tanıdığımız veya tanımadığımız insanlardan yardım isteme durumuyla bağlantılı. Yapmakta olduğumuz bir işe, yakın tanıdığımız bir arkadaşımızdan yardım isteyelim. Bu yardımının karşılığında kendisine, ortalama bir işçinin ücretini teklif edelim. Arkadaşımız belki sonunda bize yardım edecektir, ama bize mutlaka çok kızacaktır. Tanımadığımız şahıslara aynı teklifi yapalım. Muhtemelen onların da çoğu, yardım etmek istemeyeceklerdir. Çünkü bizim istediğimiz yardım, sosyal normlar içerisindedir. Teklif ettiğimiz para ise, piyasa normuna dâhildir. Dolayısıyla hayatın düzenini birbirine karıştırmış olduk.

Aynı kişilere bu defa, “insanlık adına veya Yüce Yaradan’ın rızası için” diyerek yardım istediğimizi düşünelim. Para teklif ettiğimizde dönüp gidenlerin çoğu, bu defa bize gönüllü olarak yardım edecektir. Çünkü normlar birbirine karışmamıştır.

Aynı şahıslara bu defa, “insanlık adına bana yardım edin, hem yardım ederseniz size şöyle bir ücret de öderim” dediğimizi düşünelim. Muhtemelen işler yine karışacaktır. Bize yardım edecek kişi sayısında düşme olacaktır.

Demek ki, bize nasıl davranıldıysa biz de aynı yöntemle cevap vermeliyiz. Benzer şekilde, biz karşı tarafa nasıl davranırsak, onlar da bize, benzer yöntemle cevap verirler. Gerek yardım isteğimize verilen cevaplar, gerekse yemek davetindeki tavırlarımızın sonuçları aynı. Biz sosyal norm ile davranırsak, aynısıyla karşılık almaktayız. Piyasa normuyla davranırsak, aynı norm ile karşılık almaktayız.

Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılan o ki, iş hayatı ile sosyal hayatımızı birbirine karıştırmayacağız. İş hayatındaki alış verişlerimizde, insanlara karşılıksız mal veya hizmet vermemizin bir anlamı yoktur. Çok nadiren bazı durumlarda “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” diye düşünülerek, indirimli satış yapanlar olabilir. Ama hiç kimse bedavaya vermez. Çünkü orası bir ticarethanedir. Yardım vakfı değildir. Ticarethanenin ayakta kalması için, kazanç sağlaması şarttır.

Ticari işlerimizde duygusal davranabiliriz. Böyle durumlarda çoğunlukla maddeten zarar görürüz.  Fakat zararımız genellikle o işle sınırlı kalır. Çünkü ettiğimiz zararın bize ders olması ve başka bir alışverişimizde daha dikkatli olma ihtimalimiz artar. Böylece, en azından, ileride başımıza gelme ihtimali olan zararları azaltabiliriz.

Ticari hayatımız dışında kalan bütün sosyal yaşamımızda, ilişkilerimizi alış veriş mantığı dışında oluşturmalıyız. Sosyal yaşamımızı, mümkün olduğu kadar sevgi ve yardımlaşma temeline oturtmalıyız. Çevremizdeki insanlara, bize ne kadar faydaları olabilir mantığıyla bakmamalıyız. Böyle bakarsak, onlara, ticari bir mantıkla yaklaşmış oluruz. Onlara karşı ticari temelli mantıkla yaklaşımımızda, bir süre hata yapmadan devam edebiliriz. Fakat zihnimizin arka planında ticari kazanç bakışı yer alacağı için, bir gün mutlaka hata yaparız. Dolayısıyla, durup dururken sevdiğimiz bazı insanları kaybedebiliriz.

Bilhassa, aile içerisinde ve hattâ sülale arasındaki ilişkilerimize ticari mantığı karıştırmamalıyız. Aksi takdirde bir gün mutlaka aramız bozulacaktır. Nitekim bu durumu çoğumuz yaşamışızdır. Çoğumuz, şu meşhur deyişi biliriz. Hani bir insana sormuşlar, “hasımın yok mu” demişler. O da yok demiş. Şaşırmışlar ve tekrar sormuşlar, “hiç mi hısımın (akraban) yok”. Aynı durum guruplar için de geçerlidir. Eğer aile, sülale veya guruplarda, birlikte olduğumuz kişilere sosyal değil de, kısmen de olsa ticari olarak bakarsak, dıştan birlik gibi görünen yapımız, içten cıfıt çarşısı gibi olur. Dolayısıyla, her an ihanetle karşılaşılabilir.

Dan Ariely’nin incelemelerinde, bize göre eksik bıraktığı iki yön var. Biri, sosyal normlarla, diğeri ise, piyasa normlarıyla ilgilidir. Sosyal normların da, kendi içinde uyulması gereken kuralları vardır. Bu kuralların neler olduğunu, Kur’an’ın anlatımlarından anlamak mümkün.

Bakara Suresi 2/262: “Allah yolunda mallarını infak eden, sonra verdiklerinin arkasından başa kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyen kimselerin Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar, üzülmeyeceklerdir.”

264: “Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmakla boşa gidermeyin.”

Demek ki insanlara sadece sosyal normlar çerçevesinde yaklaşmamız yeterli değildir. Yapılan yardımları, verilen dostluk yemeklerini, gösterdiğimiz güler yüzlü davranışlarımızı, sonradan serzenişte bulunacak bir şekilde konu etmemeliyiz. Karşımızdakini incitecek şekilde başına kakmamalıyız. Eğer böyle yaparsak, yaptığımız bütün iyilikleri ve güzellikleri boşa çıkarmış, yani sıfırlamış oluruz.

Fakat yaptığımız yardımları ve iyilikleri, Yüce Yaradan’ın rızasını kazanmak için yapar, yaptığımız bu güzelliklere karşı nankörlük edenlere bile sabredersek, Yüce Yaradan, bize Cennetini vaat ediyor.

Dan Ariely’nin incelemediği ikinci husus ticari normlar hakkındadır. Ticari normların da kuralları vardır. Kur’an, alışverişlerimizde dikkat edeceğimiz bazı hususları şöyle ifade edilmektedir.

Enam Suresi 6/152inci ayette, “…yetimin malına yaklaşmayın, ölçüyü ve tartıyı tam adaletle yapın” denilmektedir.

Araf Suresi 7/85inci ayette, “ölçü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” denilmektedir.

Rahman Suresi 55/8-9 da, “Sakın tartıda taşkınlık etmeyin. Tartıyı adaletle yapın, tartıda eksiklik yapmayın.”

İsra Suresi 17/35: “Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve sonuç itibariyle de daha güzeldir.”

Şuara Suresi 26/181: “Ölçeği tam ölçün de hak yiyenlerden olmayın.”

Nisa Suresi 4/29: “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Ancak kendi rızanızla yaptığınız ticaretle yemeniz helaldir.”

Demek ki, piyasa normlarının da kuralları vardır. Ölçüyü ve tartıyı tam yapacağız. Adaletli davranacağız. Başkasının malını haksızlıkla yemeyeceğiz. İnsanları kandıracak yöntemler uygulamayacağız. İnsanlara sattığımız mallarda eksiklik yapmayacağız. Hatalı malları vermeyeceğiz.

Sonuç olarak, hem sosyal normlar ile piyasa normlarını birbirine karıştırmayacağız, hem de normların kendi içlerindeki kurallara uyacağız. Yoksa hem bu dünyada işler karışır, hem de ahiret hayatında sıkıntı çekeriz.

Bizler insanız. Bazı anlarda, söylemeyeyim dediğimiz bazı sözlerin, hem de sevdiğimiz insanlarla bile konuşurken, ağzımızdan çıktığına şahit oluruz. Kendimizi tutamadığımız bu sözlerimizin sonrasında, pişman oluruz. Ama bu pişmanlığımızı karşımızdakine, çoğunlukla, hissettirmeyiz. Eğer karşı taraftaki insanlar, bizim içimizdeki pişmanlığımızı bilmezlerse, sosyal veya piyasa normlarına uygun davranmış bile olsak, insanları üzmüş oluruz. Sonrasında benzer hataları yaparsak, onları kaybedebiliriz.

Burada esas olan, insanları kazanabilmek için, onlara karşı sabırlı davranabilmektir. Hoşgörülü yaklaşabilmektir. Bazen insanlar, bizim hoşgörülü tavrımızı anlamayabilirler. Bu durumlarda bile yine sabırlı davranmaya, onlara konunun önemini izah etmeye gayret etmeliyiz. Eğer onları kazanmak istiyorsak, onların yaptıkları yanlışlarını fark etmelerini, böylece hata yapmalarını azaltmanın yolunu aramalıyız. Çünkü karşımızdaki insan, tek olan Tanrı’nın sevdiği bir kul olabilir.

Ancak, içten pazarlıklı olanlar mutlaka bulunacaktır. Olayların farkında olmadığımızı zannettikleri için, ikiyüzlü davranarak, ısrarla sabrımızı taşırmaya uğraşanların, Yüce Yaradan’ın sevdiği kul olmaları ihtimali zayıftır. Bunlara gereken cevabı –ister sosyal isterse ticari olsun- kendi normu içerisinde vermekten çekinmemeliyiz. Çünkü böylelerinin, bizim yüzümüze karşı bizi överken, arkamızdan kuyumuzu kazan bu yapılarını değiştirmeleri zordur. Belki, bizim, onların anladıkları dilden olan davranışımız, onları düşünmeye sevk eder de, bazısını kazanırız.

Allah’ım, Senin sevdiğin ama benim bilmediğim insanlara sert davranmaktan, Sana sığınırım.

Allah’ım, bizim Senden başka sığınacak yerimiz, yardım isteyecek kapımız yok. Lütfunla bizlere mağfiret eyle.

Allah’ım, hainlik ve nankörlük yapanlara karşı, anladıkları normla karşılık verebilmemiz için, lütfunla bizlere yardımcı ol.

YAŞAM kategorisine gönderildi | SOSYAL NORMLAR VE PİYASA NORMLARI için yorumlar kapalı

GELECEĞİMİZDE SÖZ SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE

GELECEĞİMİZDE SÖZ SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE

 

Bu sitede yayınladığımız “Önce Kendimizi Sorgulama” ve “Rauf Denktaş’ın Gençlere Tavsiyeleri” isimli makalelerimizde, yazımızın başlığıyla alâkalı bazı fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bu yazımızda, konuyu biraz daha farklı açılardan irdelemeye çalışacağız.

Geleceğimizde söz sahibi olmak isteyen gençler, konulara çözüm odaklı yaklaşmayı alışkanlık haline getirmeye çalışmalıdırlar.

Her insanın yaşamında sıkıntılı anlar vardır. Sıkıntısız bir hayat düşünülemez. Günlük geçimiyle meşgul olan insanların bazıları, sıkıntıları hep fakirlerin çektiğini düşünür. Eğer yakından inceleme fırsatı bulsalardı, zenginlerin ve üst makamlardakilerin sıkıntılarının, kendilerinin çektiğinden daha fazla olduğunu görürlerdi. Zenginlerin durumları, tıpkı “büyük dağın kar’ı, büyük olur” özdeyişindeki gibidir. İnsanlar daha çok şeye sahip oldukça, elindekileri kaybetme korkusunu yaşarlar. Ayrıca, sahip oldukları varlıklarını artırabilmek için sürekli mücadele etmek zorunda kalırlar.

Sahip olduklarını muhafaza edebilmek ve artırabilmek için, karşılaştıkları sorunları çözmek zorundadırlar. Çözülemeyen her sorun, sonunda ve mutlaka kendilerine kayıp olarak geri döner. Bu sebeple, konulara çözüm odaklı yaklaşmayı öğrenmeleri gerekir. Bu yaklaşım ne kadar erken yaşta başlarsa, insanın yapısında o kadar etkili olur ve kararlarına otomatik olarak yansımaya başlar.

Konulara çözüm ararken dikkat edilmesi gereken en önemli husus, üretilen fikirlerin adalet temeline dayanmasıdır. Adalet esası, yaşamımızın her alanından geçerlidir. Bu sebeple, ister iş hayatımızda, ister sosyal yaşantımızda, isterse evliliğimizde olsun, çözümlerimiz mutlaka adalet temeli üzerine olmalıdır. Taraflardan sadece birinin menfaatine yönelik çözümler, çözüm değil, menfaatçiliktir. Hinlik düşünülerek üretilecek fikirler, meseleleri çözmek yerine daha büyük sorunların oluşmasına vesile olur. İnsanlar, her zaman menfaatlerinin peşinde koşmazlar. Bazen duyguları tarafından yönlendirilirler. Karşısındakine kızdığı için onun zararına olacak bir çözümü, sanki onun faydasına imiş gibi sunabilir. Veya başkalarına olan kızgınlığından dolayı, karşısındakini seviyormuş gibi davranması mümkündür. Duyguların yönlendirdiği çözüm fikirlerinin adaletli olmaları ihtimali zayıftır.

Gençlerin dikkat etmelerinde fayda olan bir başka husus, başlarına gelen olayları değerlendirirken, konunun hem iyi hem de kötü sonuçlarını düşünmeye çalışmalarıdır. Ancak, kötü sonuçlarını hayal ettiğinizde bile, “vardır bunda da bir hayır” diyerek sabırlı ve sakin düşmeye çalışın. Bu konuyla ilgili fikrinizi çevrenize anlatırken kötü yönünü değil, daima iyi yönünü bahsedin. Böylece hem kendinizi muhtemel kötü sonuçların etkisinden kurtarmış olursunuz, hem de çevrenizi mümkün olduğunca güzel düşünmeye yöneltmiş olursunuz. Fakat burada hassas bir durum vardır. Olayların kötü yönleri, çevremizdekileri ve başkalarını da kötü etkileyecek özellikte ise, konuyu hada bir titizlikle irdelememizde fayda vardır.

Bizim bu tavsiyemizi uygulamak zordur. Birçok zaman ben kendim de uygulayamamışımdır. Ama eğer uygulamaya gayret etmezsek, düşüncelerimiz bizleri esir alırlar. Belki de bu sebeple atalarımız “iyi düşünürsen iyilikleri yaşarsın, kötü düşünürsen kötülükler yakanı bırakmaz” demişlerdir. Yaşadığımız bir olayın kötü sonuçlarını düşünmeye başladığımızda, kendimizi, tersliklerin üst üste geldiğinden yakınırken bulduğumuzu unutmayalım.

Gençlerin zorlanacakları konulardan birisi de, risk hususudur.

Bilindiği gibi her insan hayatının her döneminde, önüne çıkan farklı seçenekler arasında seçim yapmak zorunda kalır. Ancak, hangisini seçerse seçsin, hepsinin hem olumlu hem de olumsuz yönleri vardır. Hiçbir seçenek, yüzde yüz faydalı veya yüzde yüz zararlı değildir. Zaten böyle olsa ona yol ayrımı denilmez ve seçim yapmak durumuna düşülmez. Bir belediye otobüsüne bindiğimizde, eğer koltukların çoğu boş ise, kısa bir yolculuk için yapacağımız koltuk seçimimizde, sonradan hatalı olduğumuzu düşünmemiz ihtimali kuvvetlidir.

Bu nedenle karşılaştığımız yol ayrımlarında girdiğimiz her yolun bize kazandırdıkları olacağı gibi, kaybettirdikleri de olacaktır. Yani her seçeneğin bir riski vardır. Bazen, kazanç ve kayıplar birbirine yakındır. Böyle durumlarda çoğu insan seçim yapmak istemez. Hareket etmeden kararsız bekler. Beklemelerinin sebebi, olayın iyi yönünün daha belirginleşmesini görmektir. Dolayısıyla olayların fayda ve zararları netleşmedikçe hareketsiz kalırlar.

Hâlbuki atalarımız “hareketsizlik, yani kararsızlık, en kötü karardan daha kötüdür” demişlerdir. Demek ki, karasız kalmamak, mutlaka hareket etmek gerekir. Ama sırf hareket etmiş olalım diyerek, hiç hesapsızca seçim yapmamak gerekir. Cahil cesareti, çoğu zaman olumlu sonuç vermez. Ters neticeler doğurur ve insanın başarısız olmasına sebep olur.

Dolayısıyla karar vermekten çekinip hareketsiz kalmamalıyız. Fakat hesapsız bir şekilde de hareket etmemeliyiz.

Risk aldığımız şartları irdelerken, onları iki gurupta değerlendirebiliriz. Birincisi, sonuçları sadece kendimizi ilgilendiren konulardır. Bu durumda dikkat edilecek olan husus, sonucun bizim tamamen batışımıza sebep olmamasıdır. Batışımız sözünü sadece maddi anlamda almamak gerekir. Yapacağımız seçim, bizi ateşe yani cehenneme götürecek yapıda olmamalıdır.

Dolaysıyla, biraz daha mantıklı bir şekilde risk alarak, zarar görsek bile sahneden çekilmemize veya ateşe gitmemize neden olmamalıdır. İkincisi, toplumu ve insanlığı yakından ilgilendiren hususlardır. Bu durumda daha mantıklı davranmak, içi boş kararlar almamak gerekir. Ancak bazen, riski görmek gerekebilir. Böyle durumlarda, haktan ve adaletten şaşmamalıyız. Yüce Yaradan’ın yardımını alacak nitelikte kararlar almaya çalışıp harekete geçmeliyiz. Çünkü kararlarımızın sonucu sadece bizi değil, insanlığı ilgilendirdiği için, kendimizi feda etme riskini almamız, bizim kendimizle gurur duymamıza ve ölümsüzleşmemize vesile olabilir. Bu nedenle, gerektiğinde kendimizi insanlık için feda etmekten çekinmezsek, hem hayatımız anlamlanmış olur, hem de Yüce Yaradan’ın huzuruna yüz akıyla gitmiş oluruz.

Geleceğimizde söz sahibi olmak isteyen gençlerin, dikkat etmeleri gereken bir husus daha var. Bir insanın başarısı, zor işlere katlanabilmesiyle doğru orantılıdır. Katlanılan her zorlu işin sonunda başarı olmayabilir. Ama ısrarlı bir şekilde mücadele verilirse, başarı ihtimali artar.

Unutmayalım ki, zorluğa katlanmaktan çekinerek hep kolay işleri seçersek; bu kolaycılığımız; şahsımızı da, şirketleri de, devletleri de ve sonunda dünyayı da felâketlere doğru sürükleyebilir. İster iş hayatımızda, ister sosyal yaşantımızda, isterse evliliğimizde, zor işlere katlanmayı başarmaya çalışmalıyız. Çünkü hiçbir insan, hayatını sadece kendi başına yaşamıyor. Toplum içerisinde yaşadığımız için, her kararımız başkalarını da ilgilendirmektedir. Başkalarının zarar görmelerini azaltmak için, kendimizden fedakârlık yapmamız gerekebilir. Her fedakârlık, zorluk demektir.

Bir işi başarmak zordur, ama başarıyı muhafaza etmekten daha kolaydır. Başarımızı sürdürebilmemiz, onu elde ederken sıkıntı çekip çekmediğimizle doğru orantılıdır. Herkes, başarı için zorluklara katlanılması gerektiği gerçeğini bilir. Ama bir insanın kendisini zora sokacak kararlar alabilmesi kolay değildir. Zor kararlar alabilmesi için, öncelikle kendisini ikna etmesi gerekir. Bunun için de, kendisine bazı anlamlı hedefler oluşturması iyi bir yöntemdir. Bir şeyin, anlamlı bir amaç olabilmesi, aldığı kararının sonucunun sadece kendisine değil, çevresine ve daha da önemlisi, insanlığa faydalı olması ile doğru orantılıdır. Böyle bir anlamlı hedefe matuf kararlar aldıktan sonra başarılı olmak, o insanın, kendisiyle gurur duymasına vesile olacaktır.

Bilimsel ve teknolojik buluşların çoğuna baktığımızda, insanlığa ciddi anlamda faydası olmuş çalışmaları yapanların çok büyük çoğunluğunun, acılar içerisinde mücadele ettiklerini görürüz. Ancak, acı çeken ve zorluklara katlanan her insanın başarılı olacağını söyleyemeyiz. Ama kendisi için belirlediği anlamlı hedefinden gözünü ayırmadan, zorluklarla yaptığı mücadeleye süreklilik kazandırdıkça, başarılı olma ihtimali artar. Dolayısıyla, zorluklar ve çekilen sıkıntılar, insanı yolundan çevirmemelidir.

Zorluklara göğüs germek güç iken, bu mücadeleyi sürekli olarak yapmak çok daha fazla zordur. Bu zorluğu aşmak istiyorsak, zorlukları aşılması mümkün olmayacak birer engel gibi görmemeliyiz. Engelleri aşmak için, yaşamımız sırasında mutluluk duymayı öğrenebilmeliyiz. Bunun için de önce, küçük şeylerden mutlu olmaya gayret etmeliyiz. Küçük şeylerden mutlu olmaya başladıkça, mücadele enerjimiz de artacaktır.

Diğer yandan, her sıkıntıya düştüğümüz ve pes etme noktasına doğru gittiğimizde, kendimize belirlediğimiz ve hayatımızı anlamlandıracak olan hedefimizi hatırlayarak, ondan gözümüzü ayırmamalıyız. Mücadelemizi anlamlandırdıkça, iç huzuru yakalarız. İç huzuruna ulaştıkça, sıkıntılar bizi daha az etkiler. Böylece sıkıntıların bizi mutsuz etme ihtimalini azaltmış oluruz.

Geleceğimizde söz sahibi olmak isteyen gençler, düşündüklerinin içerisinden uygun gördüklerini uygulamaya koymaktan çekinmemelidir. Belki yapacağı uygulamada başarılı olamayacaktır. Bir fikrin başarılı olup olmayacağı, uygulamaya geçilmeden anlaşılamaz. Diğer taraftan, uygulanmamış hiçbir düşüncenin başarılı olma şansının olmadığını da unutmamak gerekir. Aklımıza gelen bir fikrin, olumlu ve olumsuz yönlerinin neler olduğunu, önceden düşünebiliriz. Ancak bir fikrin eksiklerini görmek ve tamamlamak, sadece düşünmekle mümkün olmaz. Sadece, uygulamanın sonunda anlaşılabilir. Bu konuda bizden öncekilerin tecrübelerinden yararlanmaya çalışırsak, ileride karşılaşacağımız hataları azaltırız. Fakat insan olarak yapımız, başkalarının tecrübelerinden yararlanmaya daha az meyillidir.

Yaptığımız uygulamalarda başarılı olamazsak, moralimizi bozmamalı ve vazgeçmemeliyiz. Ancak, körü körüne de devam etmemeliyiz. Başarısız olmamızın sebeplerini irdeleyerek yeniden çalışmalarımıza başladıkça, başarmaya daha çok yaklaşırız. Ama aldığımız sonuçları ve bunların sebeplerini incelemeden, sırf sebat göstermiş olmak için aynı şeyleri yaparak denemelerimize devam etmek anlamsızdır. Einstein’ın tanımıyla, “aynı şeyi yaparak farklı sonuçlar beklemek” deliliktir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | GELECEĞİMİZDE SÖZ SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE için yorumlar kapalı