GASPIRALI (BAHÇESARAYLI) İSMAİL’İN ÖRNEKLİĞİ

GASPIRALI (BAHÇESARAYLI) İSMAİL’İN FİKİRLERİ VE KİŞİLİĞİ

 

(Not: Bu yazı 2010 yılında, diğer web sitem olan ihkupcu.com’da yayınlanmıştı. Bu sitede tekrar ve aynen yayınlamamın nedeni, insanlığın güzel geleceği için çalışan, Yüce Yaradan’ı doğru anlama ve doğru anlatma çabasında olan insanlara yol gösterebilmesi içindir. Bahçesaraylı İsmail’in, hem fikir üreten, hem de fikrini bizzat kendi uygulayan kişiliği, çözüm için birleştirici olarak seçtiği yöntemleri ve sabrı, bizlere sunduğu güzel örneklerdir. “Her işin bir zamanı, her zamanın bir işi olduğu” anlayışı, “dilde, fikirde, işte birlik” çağrısı, hepimiz için yol göstericidir. Kendisine yapılan eleştirilerin nitelikleri ve çalışmalarında neden istediği sonucu alamadığı hususu da, bizlere ışık tutacaktır.)

     Öncelikle yazının başlığındaki Bahçesaraylı sözünü açıklayalım. Ünlü Türk düşünürü İsmail Beyi anlatan bütün eserler, Gaspıralı veya Gasprinski olarak bahseder. Sebebi, babasının köyünün adının Gaspra ve Rus ordusundan emekli bir teğmen olan babasının namının Gasprinski olmasıdır. Kendisi de resmi hüviyetli yazışmalarında, genellikle bu şekilde kullanmıştır. Ancak Prof. Dr. Ömer Turan’ın bir makalesinde yayınladığına göre, Bulgaristan Türklerine yazdığı ve bütün Türklerin bir olduğunu anlatan mektubunda “Bahçesaraylı İsmail” şeklinde imza atmıştır. Nitekim İsmail Bey, Bahçesaray yakınında Avcıköy’de doğmuştur. Aslında bütün Türk Dünyası tarafından tanınan büyük fikir adamını bundan böyle “Bahçesaraylı İsmail” olarak, ama Gaspıralı sözünü parantez içerisine alarak zikretmek herhalde daha anlamlı olacaktır.

     Bahçesaraylı İsmail için verilen doğum ve ölüm tarihleri arasında eski ve yeni takvimlerle olan 13 günlük fark vardır. İsmail Bey 8(21)Mart 1851- 11(24)Eylül 1914 tarihleri arasında her yönüyle mücadeleli dopdolu bir hayat yaşamıştır.

    Doç Dr. Pınar Akçalı’nın aktardığına göre Bahçesaraylı İsmail “Her işin bir zamanı vardır. Her zamanın bir işi, zemin olmayınca aşığı saçmaz kişi” demiştir. İşte ünlü fikir adamının faaliyetlerini ve yazdıklarını irdelerken bu söz mutlaka beynimizde durmalıdır. İsmail Beyin kişiliğini anlatan diğer bir sözü: “Milletine hizmet etmek istiyorsan, elinden gelen işle başla” ne kadar gerçekçidir.

     Rus hükümetinden izin alarak 1883 yılında Tercüman Gazetesi çıkarmaya başladığı yıllarda bölgesindeki olaylara bakarsak, yukarıdaki sözlerinin önemi daha iyi anlaşılır. Ayrıca 1918 yılında Bolşevikler tarafından kapatılıncaya kadar, 35 sene yayın yapan o dönemin belki de birkaç gazetesinden biri olması da dikkate değerdir. O günler Rusya’da Batılılaşma taraftarları ile Slavcıların mücadelesinde Pan-Slavistlerin etkin olduğu dönemdi. Dolayısıyla geniş ufuk sahibi bir düşünür ve uygulamacı olarak Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail yazılarını sürdürebilmek için çok dikkatli bir üslup kullanmak zorundaydı.

     Ünlü fikir adamı şöyle diyordu: “Bize yasak olan bazı fikirler vardır. Bunları gelecek kuşaklara bırakalım. Biz önce manevi birliği sağlayalım, dillerimizi birleştirelim. Siyasi birliği başkaları düşünsün.”  Bu ince davranışlarına rağmen Rus yetkililer, Ortodoks misyonerler, bürokratlar ve Rus milliyetçileri Bahçesaraylı İsmail’i kurnazlıkla suçluyorlar ve büyük bir kuşku ile izliyorlardı. Hatta yine Pınar Akçalı’ya göre düşünürün kurduğu okulların etkisini azaltabilmek için yalnızca Müslümanlara eski yöntemle eğitim veren yerel okullar (russkotuzemnoya) bile kurdular.

     Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in bütün dikkatine rağmen Osmanlı topraklarına bile Tercüman Gazetesinin girmesine bir dönem izin verilmedi. Doç. Dr. İsmail Türkoğlu’nun bu konudaki makalesine göre, 1888 yılında İstanbul’daki Tercüman okurlarının sayısı 15.000’ni geçmişti. Ama 11 Ekim 1888’de çıkarılan irade-i seniyye ile Tercüman Gazetesinin Osmanlı topraklarına girmesi yasaklandı. Bu durumu düzeltmek için çok uğraşan Bahçesaraylı İsmail 29 Nisan 1894’te II. Abdülhamit Han’ı ziyaret etmiş, tarihi önemi olan çeşitli eserleri hediye olarak getirmiştir. Böylece muhtemelen yasak kalkmıştır.

     Yine Doç. Dr. İsmail Türkoğlu’nun aktardığına göre, hassas davranışlarına rağmen 1907 yılındaki “Dünya Müslümanları Kongresi” toplama düşüncesi için II. Abdülhamit Han’ı ikna edememiştir. Yıldız Sarayı dünyanın o günkü şartlarında böyle bir teşebbüsü uygun bulmamıştı. Bu konuyu aktarmamın sebebi; kendisi Pan-İslâmist bir anlayıştaki II. Abdülhamit Han’ın bile, şartlar tarafından nasıl zorlandığını görerek Bahçesaraylı İsmail’in yaptıklarının değerinin daha iyi anlaşılması için okuyucuyu düşünmeye sevk etmektir.

     Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in günümüzde de yaygın olarak bilinen sözü “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” şiarıdır. Doç. Dr. Hakan Kırımlı’nın aktardığına göre bu deyiş ilk defa 1911 yılında Tercüman Gazetesinin başlığının altına yerleştirilmiş olarak ortaya çıktı. Ünlü düşünürün fikirlerini daha rahat dile getirip uygulamaya da başladığı dönem 1905 yılında Rusya’da ilan edilen “Ekim Manifestosu” sonrasıdır. Bu yıldan sonra İsmail Beyin diğer bir güzel yönü daha belirgin olarak ortaya çıkmıştır. Artık Bahçesaraylı İsmail, düşündüğünü ve gazetesinde yazdığı yöntemleri hayata geçiren bir yapıya bürünmüştür.

     Bir düşünür için bu derecede çok yönlü kişiliğe ve kabiliyete sahip olmak çok az insana nasip olmuştur. Bu sebeple de düşünürlerin etkileri kendileri vefat ettikten çok yıllar, belki de asırlar sonra kendini göstermiştir. Bizim yakın tarihimize bakacak olursa büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp’in fikirlerini önce İttihat Terakki yönetimleri sonrasında da Büyük Atatürk uygulama alanına taşımasaydı, etkisi çok daha az olurdu. İsmail Beyi diğer önemli düşünürlerden ayıran büyüklüğü, fikirlerini bizzat kendisinin uygulama alanına taşımasıdır.

     Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail, birliği sağlamanın ilk adımının dilde birlik olduğunu, geri kalmışlıktan kurtulmanın ilk yolunun da muasır (çağdaş) eğitim sistemine geçmek olduğunu görmüştür. Bütün ömrünü de bu düşüncelerini fiiliyata taşımakla geçirmiştir. Hedefi; ortak edebi Türkçenin bütün Türk halklarına benimsetilmesi ve %5’lerde olan okuma yazma oranının hızla artırılıp kadınlarla erkeklerin eşitliğinin sağlanması idi.

     Dil birliğinin hangi temelde sağlanacağı konusunda Bahçesaraylı (Gaspıralı)  İsmail’in iki farklı düşünceye sahip olduğu konusunda iddialar vardır. Pınar Akçalı ve Nail Tan’a göre hem Ziya Gökalp hem Bahçesaraylı İsmail, bütün Türklerin Osmanlı Türkçesinde birleştirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Hedefleri önce, Osmanlıcadaki Arapça ve farsça kelimeleri atmak, sonra diğer Türklerin kullandığı mahalli kelimeler yerine Osmanlıca karşılığını yerleştirmekti. Kazak Türkü olan araştırmacı Amankos Mektep ise, tam tersini iddia ederek, Zeki Velidi Togan’ın Ebubekir ağa Divayev’den duyduğunu şöyle aktarır: “ İsmail iki yerde yanlış yaptı. Birincisi Ruslara güvendi, ikincisi Kırım Tatar dilini Müslümanların ortak dili yapmaya çalıştı.”

     Eğer Bahçesaraylı İsmail’in bütün hayatını, yazılarının ve eserlerinin tamamını dikkate almazsak Ebubekir Ağa’nın teşhisine katılabiliriz. Çünkü bazı yazılarında bölge halkını ikna etmek, bazı yazılarında gazetesinin devamını sağlamak için Rusları ürkütmemek adına kendi hedefinden farklı görünen düşünceler serdetmiştir. Ama bu özel maksatlı yazıları hiçbir zaman bütüne şamil edilemez. Nitekim halklara özgürlük sloganıyla gelen Bolşevikler (Komünistler) yine Amankos Mektep’in yazdığına göre, onu Pan-Türkist ve Pan-İslâmist olmakla suçladılar. Bahçesaray’daki evi, değerli kabri ve mezartaşı yerle bir edildi. Kazan’da ve Almatı’da İsmail Bey’in adını taşıyan okulların, Bahçesaray’daki müze ve diğer kültürel mekânların kapılarına kilit vuruldu.

    Diğer taraftan Kazak Türkü olan yazar Ahmet Baytursun ortak Türk dilinin, bozulmamış ve orijinal olarak değerlendirdiği Kazak dili olması gerektiğini savunarak, her konuda takdir ettiği İsmail Beyi sadece bu hususta eleştiriyordu.

     Bahçesaraylı İsmail’in az bilinen diğer bir yönü, başarılı bir roman ve hikâye yazarı, edebiyatın nazari problemleri ve eleştiri konularında önemli görüş bildirmiş bir edebiyatçı olmasıdır. Prof. Dr. Yavuz Akpınar bunun az bilinmesinin önemli bir sebebini, İsmail Bey’in birçok yazısı ve eserinde mahlas isim kullanmış olmasına bağlar. En ünlü mahlâs adının “Molla Abbas Fransevi” olduğunu yazar.

     Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in bir diğer yönü de tiyatro destekçiliğidir. Kırım Muhtar Cumhuriyeti Kültür Bakan Yardımcısı iken Dr. İsmet Zaat’ın aktardığına göre, 14 Ekim 1901’de Bahçesaray’da İsmail Beyin teşebbüsüyle ilk Kırım-Tatar tiyatrosu açılmıştır.

     Amankos Mektep’in aktardığına göre Bahçesaraylı İsmail vefat edince, Kazak Muhamedcan Seralin duygularını şöyle dile getirir: “Rusya Müslümanları birbirinde habersiz, geri kalmış, kimliğini bilmeyen, dünyadan ve bilimden nasibini almamış kültürsüz bir halk idi. Bunların bir millet olduğunu anlatan, bize dünyaya varlığımızı gösteren, başka dünyadaki bilimin ve kültürün temellerinin bizim Müslüman ecdadımız tarafından atıldığını ortaya koyan, on yıl okuyup doğru dürüst mektup yazamayan halka, bir yılda yazabileceklerini öğreten, ‘dilsiz halk dünyada var olamaz’ deyip halka kendi dilinin kutsal olduğunu hatırlatan merhum Gaspıralı idi…Dilsiz halkın cansız halk olduğunu anladık. Biz önceden ölüydük, ölü bedenimize ruh getirdi…”

     Bahçesaraylı İsmail Osmanlı yönetimi dışındaki Türk Dünyasında belki de Muhamedcan’ın söylediğinden daha çok etkili oldu. Bolşeviklerin bütün baskılarına rağmen İsmail Beyin yaptıklarının tesiri içten içe devam etti ve günümüzdeki anlayış oluştu.

     Eski eğitim sistemimizde gerçekten insanlarımız okumayı çok zor öğreniyorlar, yazmayı ise on yılda ancak öğreniyorlardı. Ayrıca okullarda sadece bazı dini bilgiler veriliyor, bilimin temeli olacak dersler ile tarih ve coğrafya gibi konular bile okutulmuyordu. Ancak burada bir hakkı teslim etmek gerekirse, Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in uyguladığı eğitim sistemi ilk defa Osmanlı’da başladı.

     Doç Dr. Fahri Temizyürek’in aktardığına göre Osmanlı Devletinde, 1866 yılında Selim Sabit Efendinin Risale-i Elifbaiyye adlı eseri daha sonra sıbyan mekteplerinde Elifbayı Osmanî adıyla okutulur. Buna göre p,ç,j,ñ harfleri eklenir. Cim-dal-zel diye okunuş yerine ce-de-ze diye okunur. İsmail Bey, Selim Sabit Efendiden 28 yıl sonra 1894’te Yañı Elifbayı Türkî adlı eserini yayınlar. İlk kurduğu cedit okulunda Selim Sabit Efendinin yöntemini uygulayarak öğrencilerini kısa sürede yetiştirir.

    Selim Sabit Efendi 8 Mayıs 1870 tarihinde Takvim-i Vekayi gazetesinde “Ulum-ı Terbiye-i Eftal” adıyla bir rapor yayınlar. Böylece Osmanlı mekteplerinde usul-i cedid reform eğitiminin temeli atılır.

     Fakat Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail, Osmanlı’da birçok aydının uzun yıllar birlikte mücadele ederek başardıklarını tek başına yaptı. Açtığı yenilikçi (cedit) okullarının sayısının 5–6 bini bulduğundan bahsedilir. Tercüman Gazetesini, tek başına, vefat edinceye kadar 31 yıl sürdürür. Ayrıca Rusya Türkleri arasında ilk kadın dergisi olan ve resimli basılan Âlem-i Nisvan’ı, kızı Şefika Hanım vasıtasıyla çıkarır. Yine ilk mizah dergisi olan “ha, ha, ha” yayınlar. İlk tiyatronun açılmasına vesile olur.

     Kazan Devlet Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mirkasım Osmanov, Doğu Türkistan’da cedidciliğin İsmail Bey tarafından başlatıldığını anlatır. Bunların Uygur eğitimine, Uygur kültürüne olan tesirlerini yâd eder. Diğer taraftan İsmail Bey 1912’de Hindistan Müslümanlarınca açılan ilk cedit okuluna giderek, maddi ve manevi destek verir. Bütün bu sonuçlar Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in büyüklüğünü gösterir.

     Bahçesaraylı İsmail Beyi eleştirebilmek için önce onun gerçekleştirdiklerinin onda birini yapmak, sonra konuşmak gerekir. Çünkü o zaman bazı işleri başarmanın zorluğu görülür. Ayrıca sizin yaptıklarınıza yüzeysel bakanların nasıl haksız eleştiri yaptıkları anlaşılır. İsmail Beyin farklı anlaşılmasının bir başka nedeni o dönemde yaşanan cedidci-kadimci tartışmasının hararetidir. Kadimciler muhafazakâr insanlar, cedidciler ise yenilikçi insanlar olarak değerlendirilir. Hâlbuki bu tanımlama iki tarafı da tam tarif etmez. Nitekim Prof. Dr. Ahmet Kanlıdere’nin aktardığına göre Alimcan Barûdi gibi Nakşibendî şeyhi olan en muhafazakâr reformcular ile Mercani, Rızaeddin Fahreddin ve Musa Carullah gibi dini ıslahçılar da cedidci yelpazesi içinde yer alıyorlardı. Yani cedidcilerin içerisinde muhafazakârından liberaline, dindarından ateistine geniş bir anlayış vardı. Bunları eleştirenlere de, kadimci deniliyordu.

  1. yüzyılda güçlü bir Türk Dünyası isteyenler için Bahçesaraylı İsmail’in “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” düsturu, ulaşılmak için fedakârlık gerektiren “Kızıl Elma”  olmalıdır. (Not: İnsanlığın güzel geleceği için çalışanlar, bu paragrafın başlangıcını, “Huzurlu bir dünya isteyenler için” şeklinde düşünebilirler.)

Sosyal kategorisine gönderildi | GASPIRALI (BAHÇESARAYLI) İSMAİL’İN ÖRNEKLİĞİ için yorumlar kapalı

ÖLMEDEN ÖNCE PİŞMANLIK DUYULAN 5 ŞEY ÜZERİNE

ÖLMEDEN ÖNCE PİŞMANLIK DUYULAN 5 ŞEY ÜZERİNE

 

Başlığımız, Bronnie Ware’in kitabının ismiyle aynıdır. Uzun yıllar boyunca ölümü bekleyen hastaların yanında bakıcılık yapan hemşire Bronnie Ware, hastalarla yaptığı konuşmaları kitap haline getirmiş.

Ware ve bu kitabı övenler, pişmanlık duyulan bu beş şeyi dikkate alarak yaşamamızı öğütlüyorlar. Böylece, benzer pişmanlıkları duymayacağımızı düşünüyorlar. Gerçekten de güzel bir amaç.

Ancak konuya bir başka yönden yaklaşmak istiyorum. Eğer aynı hastalar, hayata ve olaylara farklı açıdan bakabilmiş olsalardı, kitapta yazılan bu beş pişmanlık duyulan davranışları yaptıklarında, acaba “iyi ki böyle yapmışım mı” derlerdi? Yoksa bu defa da, pişmanlık duyduklarını söyledikleri davranışları sergiledikleri için mi pişmanlık duyarlardı?

Bu hususta daha gerçekçi bir karara varabilmemiz için, en çok pişmanlık duyulan beş maddeyi tek tek irdelemeye çalışalım. Maddelerin irdelemelerini yaptıktan sonra, kendi fikrimizi ve çözüm teklifimizi okuyucularımızın irdelemesine sunacağız.

  1. Keşke, başkalarının benden beklediği gibi değil de, kendi istediğim gibi yaşama cesaretine sahip olsaydım.

Kulağa hoş gelen bu söz, psikologların da çoğunun yaptığı tavsiyelerle benzeşmektedir. Yani, çoğu insanda bu pişmanlık görülebilir. Böyle bir pişmanlık duyan insanlara, “kendin gibi yaşamaktan kastın nedir” diye sorduğumuzu düşünelim. Belki de her sorduğumuz insandan, diğerlerinden farklı cevaplar alabiliriz.

Alacağımız cevaplardaki farklılıkları bir tarafa bırakarak, konuyu irdelemeye devam edelim. Biz insanlar olarak toplum içerisinde yaşıyoruz. İnsanlığın bilinen tarihinden itibaren, toplumların huzurunu sağlamak için kurallar oluşturulmaya başlanmış. Kural konulmakla yetinilmemiş, kuralları uygulayacak devlet organizasyonları kurulmuş. Demek ki, insanlar, kendi istedikleri gibi yaşama özgürlüğüne sahip değiller.

Kendi istediğimiz şeyleri yapmamıza sınır konulmuş. Devletin veya diğer insanların aleyhine olacak davranışları sergilersek, yakalandığımızda cezası var. Diyelim ki, kendi istediğimiz gibi yaşarken, devlete ve başkalarına bir zararımız olmayacak. Peki, bu durum, başkalarına zarar vermemek adına, nefsimizin isteklerine gem vuracağız demek değil midir? Eğer biz, nefsimizin isteklerine gem vuruyorsak, kendimiz gibi olmaktan nasıl bahsedebiliriz?

Diyelim ki, kendi istediğimiz gibi yaşarken, devlete ve insanlara zarar vermemeyi başardık. Bunu başarırken, nefsimizin isteklerinin başkalarına zarar verenlerine gem vurduk. Başkalarına zarar vermediğimiz için de kendi istediğimiz gibi yaşamanın cezasından kurtulduk. Böylece kendimizi, sırf başkasına zarar vermedik diye, “kendimiz gibi olduğumuz” hususunda ikna ettik diyelim. Peki, arkadaşlarımızla birlikte iken, hep kendi istediğimizi yapmaya kalkışırsak, birlikte ne kadar vakit geçirebiliriz? Birlikte gideceğimiz yerleri nasıl belirleyebiliriz? Arkadaşlarımızda, bizim gibi düşünerek “kendileri olmaya, kendi istediklerini yapmaya” kalkışırlarsa, arkadaşlığımız devam eder mi?

Ailemize sormadan kendi istediğimiz gibi yaşamayı sürdürdüğümüzde, işlerimizi kendi kafamıza göre değiştirdiğimizde, eşimizin değil her zaman kendi istediğimiz şeyleri yaptığımızda, aile fertlerimizle nasıl iletişim kurabiliriz? Hangi yemeğin pişeceği, televizyon seyredilirken hangi programın setredileceği, eve ne alınacağı gibi konularda hemen her gün aile fertleri arasında tartışma yaşanmaz mı? Böyle devam ederse, ortada aile kalır mı?

Konuyu irdeledikçe anlaşılmaktaki, pişman olduklarını söyledikleri davranışı sergilemiş olsalardı, muhtemelen ölmeden önce daha çok pişman olacaklardı. Yanlarında kimseyi bulamamanın yalnızlığıyla, pişman oldukları şeyin ne olduğu hakkında daha farklı konuşacaklardı.

  1. Keşke, bu kadar çok çalışmasaydım.

Eğer bu pişmanlığını belirten insan, sadece daha çok tüketebilmek amacıyla para kazanmak için çok çalıştıysa, pişmanlığında haklıdır. Çünkü kazandığı paraları, şimdi kendi istediği gibi tüketememektedir. Çok çalışarak biriktirdiği paraları da, şimdi kendisiyle ilgilenmeyen ve onun ölmesini hevesle bekleyen mirasçılarına bırakmak durumundadır.

Bu sitede yayınladığımız bir makalemizde, 2002 yılında yayınladığım “Tarihin Aydınlattığı Gelecek” isimli kitabımdan alıntı yaparak, bu hususla bağlantılı olan fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bilhassa gençlere yönelik olarak tavsiyelerde bulunmuştuk. Gençlere, yaşamları süresinde dört konu üzerinde dengeli olmaları, zamanlarını ayarlamaları hususunda tavsiyelerimizi aktarmıştık.

Denge sağlamaya çalışacağımız bu dört konu şöyleydi:

  1. Rızkını kazanmak için zaman ayırmak
  2. Ailesi için zaman ayırmak
  3. İçinde yaşadığı toplumun sorunları için zaman ayırmak
  4. Neye inanırsa inansın, ibadet için zaman ayırmak (iç huzuru için zaman ayırmak)

Bu tavsiyelerimizi yaptıktan sonra şöyle demiştik: “Eğer bu şekilde dengeli yaşamazsak, yaşlandığımızda, kendimize, ben niye yaşadım ki diye sorarak mutsuz oluruz”. Tıpkı, sadece tüketmek ve güçlü olmak için çok çalışan insanın pişmanlığı gibi pişman olurduk. Hâlbuki yukarıda bahsettiğimiz dört konudaki dengeyi kurmuş olanların, ölüm yaklaştığında kendilerini mutlu hissetmeleri ihtimali çok kuvvetlidir.

Oysaki saydığımız dört konuda birden zaman ayırıp çalışmanın, sadece para kazanmak için çalışmaktan daha çok olacağı aşikârdır. Dolayısıyla, “keşke çok çalışmasaydım” diyen insanın asıl pişmanlığının, sadece para kazanmak için çalışmak olduğu açıktır.

  1. Keşke, duygularımı ifade etmek için daha cesur olsaydım.

Eğer, sevdikleri insanlara, onlara olan sevgilerini ifade edemedilerse, bu pişmanlığı duymaları normaldir. Sevgimizi ifade edebilmek için, ölüm döşeğini beklemememiz gerektiği açıktır.

Eğer, nefretlerini, kızgınlıklarını, öfkelerini yansıtamadıkları için pişmanlık duyuyorlarsa, pişmanlık duymaları anlamsızlaşır. Nefretimizi ve öfkemizi çok daha önce yansıtsaydık, belki de şimdi hayatta bile olamazdık. Yaşıyor olsak bile, belki de bir hapishanede olurduk.

  1. Keşke, arkadaşlarımla bağlarımı koparmasaydım, onlarla daha çok vakit geçirseydim, kendimi paylaşsaydım.

Bu maddedeki pişmanlık, birinci maddedeki pişmanlıkla çelişiyor. Eğer, kendimizi arkadaşlarımızla paylaşırken, kendi istediğimiz gibi yaşasaydık, arkadaşlarımızla uyuşabilir miydik?

Ayrıca üçüncü maddede belirtilen “keşke duygularımı ifade etmekte daha cesur olsaydım” pişmanlığıyla da çelişme görülüyor. Eğer, arkadaşlarımıza olan anlık kızgınlıklarımızı ve öfkemizi anında ifade etseydik, sonuç ne olurdu?

Arkadaşlarla bağımızın devam etmesi, onlarla daha çok vakit geçirebilmemiz için en önemli şart, “alıcı” değil, “verici” olmamızdır. Yani fedakârlık yapmamızdır.

  1. Keşke, daha mutlu bir hayat yaşamak için kendime izin verseydim.

Eğer, bu sözle kastedilen, sorumluluklarımızdan sıyrılarak, hayatımızı rutinden ve alışkanlıklarımızdan kurtararak, kafamıza göre yaşamaksa, bu şekilde elde edeceğimiz mutluluk, sadece bizi ilgilendirir. Sadece bizimle kaim olan mutluluk ise, geçici olur. Çünkü bir insanın kendini mutlu hissedebilmesi, mutluluğunu paylaşacak birisini bulmasına bağlıdır. Mutluluklar ve sevinçler, paylaşıldıkça büyür. Acılar ise, paylaşıldıkça azalır. Eğer biz başkalarına mutluluğumuzu aktardığımız halde, içten bir paylaşımla karşılaşmamışsak, mutluluğumuzu nasıl sürdürebiliriz? Aksine hiç kimsenin içten gelen bir duyguyla paylaşmadığı mutluluğumuz, bizden nefret edilmesine bile vesile olabilir.

Zaten sorumluluklarımızdan sıyrılarak yaşamaya kalkıştığımızda, çevremizdekiler tarafından sevilmeyeceğimiz açıktır. Evdeki bir tamirat için çağırdığımız bir usta, sorumluluğundan sıyrılıp, bize gelmezse, sözlerinde durmazsa, kim mutlu olur? Biz mutsuz oluruz, ama tamirci de mutlu olmaz inancındayım.

Pişmanlık duyulan bu sözden anlaşılan o ki, mutlu olmamız kendi elimizdedir. Çünkü sözün gelişinden anlaşılan o ki, mutlu bir hayat yaşamak için kendisi izin vermemiş. Peki, bir insan, kendi elinde olduğu halde, mutlu olmak için kendisine neden izin vermez? Kendisinin düşmanı mıdır?

Elbette mutlu olmak kendi elimizdedir. Ama unutmayalım ki, mutlu olmak istiyorsak, başkalarından az şey isterken, asıl fedakârlığı kendimiz yapmalıyız.

Pişmanlık duyulan maddeleri irdeledikten sonra, insanların Ware’in aktardığı şekilde pişmanlık duymalarının sebepleri neler olabilir diye düşünelim. Hemen hepimiz psikologların insanlara tavsiyeleri konusunda biraz bilgi sahibiyiz. Psikologların, insanlara tavsiyelerinin bir kısmı şöyledir: “kendiniz olun”, “başkaları için değil, kendiniz için yaşayın”, “hiçbir şey sizden daha önemli ve daha değerli değil”, “duygularınızı içinize atmayın”, “hayatta hiçbir şeyi çok fazla ciddiye almayın” “önemli olan şu andır, istediğiniz gibi kullanın”

Görüldüğü gibi, öğütlerinin temeli, tamamen dünyevi bakış açısıdır. Dolayısıyla insanlar, bu tavsiyelerden farklı anlamlar çıkarabilmektedirler. Her bir insanın uygulaması diğerinden farklı olabilmektedir. Çünkü verilen öğütler dünyevidir ve hem insanlara hem de ortamlara göre değişkenlik gösterir.

Pozitif Psikoloji anlayışının kurucusu sayılan Martin Seligman diyor ki; “Hayatın getirdiği zorlanmalar ve sorunlar karşısında gereksiz olumsuz tutumlar, başarımızı ve mutluluğumuzu sınırlandırır.”

Hâlbuki bana göre, başarı ve mutluluk her zaman paralel giden şeyler değildir. Başkalarının haklarını yiyerek elde edilen bir başarı, önceleri bizi mutlu eder. Ancak insanların bir bölümü için zaman geçtikçe, mutsuzluğa dönüşür. Ayrıca, başarılı olmak hedefine kilitlenen birisi, başarmak için kendini zorladıkça, hayatı da zorlaşmaya başlar. İç huzuru azalır. Bilhassa, başarı geciktikçe, mutsuzluk başlar. İlk hedefini başarsa bile, çevresindekilerle kendisini karşılaştıkça, mutsuzluğu artar.

İnsanlığın sorunlarının tamamının çözümü diye bir şey olmaz. Bazıları, ulvi bir amaç olarak, dünyayı değiştirmeyi hedeflerler. Ama değiştirmekten ne kastettiklerini net bir şekilde anlatamazlar. Çünkü hedefledikleri şey, dünyevidir. Hâlbuki amaç, daha huzurlu bir yaşam ortamı sağlamak olmalıdır. Bu hedefe doğru yürüyebilmek için, idealist insanların, yani fedakâr şahısların daha etkin konumlarda olmaları gerekir. Fakat sadece bu yetmez. İdealistlerin, tek olan Tanrı’ya teslim olmuş bir vaziyette, Onun gösterdiği yolda yürüyor olmaları şarttır.

Psikologların çoğunun tavsiyeleri arasında, şükretmek, sabretmek gibi hususlara çok az yer verilmektedir. Vefa, paylaşma, gönül kazanma, karşılıksız iyilik, fedakârlık gibi kavramları tavsiye eden psikolog sayısı ne kadardır bilemiyorum.

Psikologların yukarıda birkaç paragraf önce bahsettiğimiz tavsiyelerine bakılınca, bunlara uyan bir insanın, ölüm döşeğinde iken geçmişte yaptıklarından pişmanlık duymaması pek mümkün görünmüyor.

Fakat önemli olan, Firavunun, ölürken ki pişmanlığını yaşamamaktır.

Diğer taraftan, Yüce Yaradan’ı gerçek anlamda bulmuş ve bu yönde çalışmalar yapmaya başlamış bir insanın, ölürken pişmanlık duyması ihtimali yok gibidir. Hattâ ölüm, onun için düğün günüdür. Sadece, neden daha erken bir yaşta Tanrı’nın gösterdiği yolda, yalnızca Ondan umut ederek hayatını sürdürmediği ve daha çok hizmet etmediği hususunda hayıflanır.

Ama tek olan Tanrı’nın rahmeti çok geniş olduğu için, geçmişinde çok yanlışlıklar yapmış ama tövbe etmiş o kişi, elinden geldiğinin daha fazlasını yapmayı sürdürdükçe, Yüce Yaradan’ın, kişinin geçmişine sünger çekerek, ona rahmetiyle muamele edecektir inancındayım.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ÖLMEDEN ÖNCE PİŞMANLIK DUYULAN 5 ŞEY ÜZERİNE için yorumlar kapalı

EŞİTSİZLİK ÜZERİNE

EŞİTSİZLİK ÜZERİNE

 

Eşitsizlik, insanlık tarihinin başlarından itibaren var olduğu tahmin edilen bir olgudur. Bu sitede, eşitsizliğin çeşitli yönleri üzerine yazılar yazdık. Bunlardan bazıları; “Avukat Sayısı ile Eşitsizlik ve Kalkınma Arasındaki Bağ”, “Tolstoy’un, Din Konusundaki Bazı Tespitleri Üzerine”, “Maaşlardaki Farklar”, “İnsanları Tanrı Yaratmasaydı, Manevi Eşitlik Olur muydu?”

Bu makalemizde, bazen daha farklı pencereden, bazen de diğer yazılarımızda bahsettiğimiz açılarla birleştirerek konuyu irdelemeye çalışacağız.

Öncelikle, insanlar arasındaki eşitsizliğin, hangi alanlarda olduğunu irdelemeye çalışalım. Aklımıza gelenlerin bazıları şunlar:

  1. İnsanların özellikleri arasında eşitsizlik vardır.
  2. İnsanların yaşadıkları ortamın, zihinsel bantları arasında eşitsizlik vardır.
  3. İnsanların servetleri arasında eşitsizlik vardır.
  4. İnsanların, çabalarını sonuçlandırırken, fırsat eşitsizliği vardır.
  5. İnsanların, vicdanlarında ve iradelerinde değil, ama iradeyi kullanmalarında eşitsizlik vardır.

Şimdi bu maddeleri birer birer irdeleyelim.

1. İnsanlara, birbirimizden farklı çeşitli özellikler veren, bizleri yaratan Tanrı’dır. Eğer herkesi eşit özelliklerde yaratacaksa, Yüce Yaradan’ın, milyarlarca insan yaratmasının ne anlamı kalır. Bizlere verdiği farklı özelliklere ilaveten, özgürlük de vermesiyle, bizi yaratan ve tek olan Tanrı’nın yüceliği, daha belirginleşmektedir.

Bizlere farklı özellikler vermesi hususundaki açıklamamızı, “İnsanları Tanrı yaratmasaydı, Manevi Eşitlik Olur muydu” başlıklı makalemizde yapmaya çalışırken şöyle demiştik:

“Allah, insanları fiziksel ve zihinsel olarak farklı özelliklerde yaratmasının sebebini Kur’an’da açıklamaktadır. Zuhruf Suresi 32inci ayette, Yüce Yaradan, birbirimize iş gördürebilmemiz ve böylece toplum düzenini oluşturabilmemiz maksadıyla, insanlara farklı özellikler verdiğini anlatır.”

İnsanlara farklı fiziksel ve zihinsel özellikler verilmesine rağmen, akıl, eşit verilmiştir. Bu durumu en iyi anlatan veciz söz, “Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış” şeklindedir. Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği bir başka vasıf da, sahip oldukları özelliklerini, kendi akıllarını kullanarak geliştirebilme kabiliyetidir.

Dolayısıyla, insanların doğuştan sahip oldukları vasıfların farklı olması eşitsizliktir, ama sosyal düzeni kurabilmemiz için gereklidir ve faydalıdır.

2. İnsanlar, yaşadıkları ortamdan etkilenerek düşünürler. Bu etkilenme; politik, ideolojik ve dini açılardan olduğu kadar, ekonomi alanında da geçeridir. Politik, ideolojik ve dini açılardan çevremizin etkisinde kalmamız, bazen baskı gördüğümüz için, bazen de kendi duygusal tercihimizdir. Aynı kişiyle, onun yaşadığı ortamdan uzak ve başka bir ortamda konuşulursa, o şahsın iki ayrı ortamdaki fikirleri arasındaki fark daha net görülecektir.

Ekonomiyle ilgili olarak zihinsel bandımızın etkilenmesi ise, bizim tercihimizdir. Çevremizdeki insanlarla maddi güç ve varlık yarışına girersek, zihinsel bant aralığımız daralır. Arkadaşlarımız şöyle bir telefon almışlar diye biz de aldığımızda bütçemizi sarsarsak, yaşayacağımız sıkıntılar bizim tercihimiz sebebiyledir.

Komşumuzun, şöyle güzel eşyaları veya arabası veya evi var diye bizim imkânımız yetersizken, kendimizi zorlarsak, zihnimizin bant genişliğini daraltırız. Arkadaşlarımızın yeni model cep telefonları var diyerek biz de almak istersek, kendi zihnimizin bant genişliğini daraltmış oluruz. Daralan zihnimiz, bizi, daha çok bilgi sahibi olup çalışarak, daha çok kazanmaya yönlendirmez. Çünkü bu yol, çok uzun bir yoldur. Daralan zihnimiz, kısa yoldan hedefe ulaşmamızı tavsiye eder. Bizi, bütçemize göre aşırı harcama yaparak borçlanmaya veya helal olmayan yollardan kazanmaya zorlar.

Maddi olmayan konularda da çevremizin zihinsel bant ortamı bizi etkiler. Çevremizdekiler sigara içiyorlarsa, bizim de içmemiz, içmiyorlarsa bizim de içmememiz ihtimali çok kuvvetlidir. Nitekim “bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” deyişi de bu durumu anlatır. Dolayısıyla çevremiz, bizim zihinsel bandımızı etkiler. İnsanlar birbirlerinden farklı ortamlarda yaşadıkları için, şahısların zihinsel bantlar arasında da eşitsizlik oluşur.

Bu nedenle, çevreden etkilenerek zihnimizin kapsama alanını daraltırsak, diğer ortamlarda yaşayan insanların birçoğunun zihinleriyle aramızda eşitsizlik oluşur. Bu eşitsizliğin nedeni de, çoğunlukla kendimizizdir.

3. İnsanların servetleri arasındaki eşitsizlik, aralarındaki kavganın sebebidir. Atalarımız, “biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” diyerek bu durumu veciz bir şekilde özetlemişlerdir.

Bütün evreni ve kâinattaki canlı, cansız her şeyi yaratan, tek olan Tanrı’mız, bize bu konuda şöyle yol göstermektedir:

Nahl Suresi 16/71: “Allah, rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?”

Demek ki, sahip olduğumuzu zannettiğimiz varlıkların sahibi biz değiliz. Nitekim ölürken yanımızda hiçbir şey götüremiyoruz. Helâl yollardan kazandığımızda bile, bu bol rızkın sahibi görünümünde olmamızın sebebi, Yüce Yaradan’ın, onu bize vermesidir. Yoksa biz, sadece kendi becerimizle kazanmış değiliz. Haram yollardan, başkalarını ezerek ve kandırarak kazanma durumunda da, bizim servet toplamamıza izin veren, yine Yüce Yaradan’dır. Bunun da sebebi, organizasyon oluşturup, işleri yürütebilmemizdir.

Bize sahip olduğumuz servetimizi veren Yüce Yaradan, bunu paylaşarak insanlar arasındaki servet farkını eşitlemeye çalışmamız gerektiğini, yukarıda verdiğimiz Nahl Suresi 16/71inci ayette vurguluyor. İnsanlara pay verirken de, insanca davranmamızı Bakara Suresi 2/262inci ayetiyle öğütlüyor.

Servetlerinden, diğer insanlara pay ayıranların ve Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda harcayanların, servetlerinin azalmayacağını da, çeşitli ayetlerde ifade ediyor. Bu şekilde insanca davrananlara ayrıca, ebedi yaşamlarında cenneti vaat ediyor.

Demek ki, servet eşitsizliği, insanlığın temeline konulan dinamit gibidir. Bunu engelleyebilmek için, Yüce Yaradan’ın tavsiyelerini dinlersek, hem bu hayatımızda, hem de ikinci hayatımızda kazanmamız söz konusudur.

4. İnsanların çabaları sırasında fırsat eşitsizliği vardır. Hâlbuki Yüce Yaradan’ın, yarattığı kulları yarın Onun huzuruna geldiklerinde, aralarında hiçbir ayrım yapmadan, bu dünyadaki çabalarının karşılığını eksiksiz vereceğine inancımız tamdır. Çünkü Yüce Yaradan’ın, adaletsiz davranmak için hiçbir nedeni ve menfaati yoktur.

Dolayısıyla, Tanrı’mız, bizim yaptıklarımızı sorgularken, çabalarımıza fırsat eşitliği verdiğine, bizi kolaylıkla ikna edecektir. Kutsal Kitabına bakılınca, bizden zenginliğimizin miktarını, üst yöneticiliğe çıkıp çıkmadığımızı sormayacağı anlaşılıyor. Bizden sorulacak olan, elimizdeki imkânları hangi yönde kullandığımız olacaktır. Sorulara verdiğimiz cevapların, gerçek hallerini bize göstermek için, kendimize yapılmasını istemediğimizi, başkasına yapıp yapmadığımızı önümüze koyacaktır. Kendimize yapılmasından hoşlandığımız şeyleri, başkasına yaptıysak, onları da bize gösterecektir. Yani; yalanları, aldatmayı, iftira etmeyi, zulmetmeyi israf etmeyi mi seçtik, yoksa sevgiyle davranmayı, başkasına yardımcı olmayı, güler yüzlü olmayı mı tercih ettik.

İster fakir olalım, ister zengin olalım, Tanrı, bizim yukarıda saydığımız uygulamalarımız için bize eşit fırsat vermiştir. İyilik yapmak isteyen bir kulunu “dur bakayım, sen, Benden izinsiz nasıl iyilik yaparsın” diye azarlayacak bir Tanrı olabileceğini düşünenimiz var mıdır? Yahut da, başkasına iftira etmemiz için, Tanrı’nın bizi zorladığını söyleyebilecek bir kişi çıkar mı?

Ama insanlar, güçlerinin yettiği başka şahısları, neredeyse her konuda zorlayabilirler. Bırakın güçlü olanların böyle bir şey yapmalarını, kendi eşimiz bile, bize bu hususlarda zorlayabilir veya biz eşimizi zorlayabiliriz.

Örneğin, kendi kan bağımız olan birisine veya sevdiğimiz bir dostumuza, eşimizin haberi olmadan yardım etsek, öğrenince, eşimizin bize kızma ihtimali kuvvetlidir. Bilhassa yardıma ihtiyacı olan kişi, eşimizin hoşlanmadığı bir şahıs ise, aile bütçesinden kendi payımıza düşenden yardım edebilmek için bile izin istesek dahi, eşimizin bize müsaade etmesi ihtimali çok zayıftır. Veya eşimiz birisine bir yalan söylemek durumunda kalmışsa, bizden onun yalanını devam ettirmemizi isteyebilir. Eşimizin bize olan bu davranışının benzerini, biz de eşimize yapabiliriz.

Dolayısıyla, kendi çabalarımızda fırsat eşitliğine sahip olmamızı engelleyen, yine biz insanlarız.

5. İnsanların, Tanrı’nın verdiği vicdanlarında ve iradelerinde değil, ama iradeyi kullanmalarında eşitsizlik vardır.

İnsanlara irade ve vicdan veren, bizleri yaratan Tanrı’mızdır. Ama bunları nasıl kullanacağımız konusunda, hepimizi özgür bırakmıştır. İşte eşitsizlik, vicdanımızın sesini dinleme ve irade kullanımında gösterdiğimiz davranışlarımızdadır.

Kimimiz, vicdanımızın sesini tam dinleriz, kimimiz hiç dinlemeyiz. Çoğunluğumuz; tam dinleyenlerle, hiç dinlemeyenler arasında bir yerlerde sıralanırız. Bazı anlarımızda vicdanımızla hareket ederiz. Benzer olaylar karşısında bile, bazı anlarda, vicdansız gibi davranabiliriz. Yani, aynı fert olarak da, zaman içerisinde ve ortam farklılaştığında, çelişkili tavırlar sergileyebiliriz.

Yukarıdaki irdelemelerimizin sonucunda görmekteyiz ki, sahip olduğumuz vasıflarımızdaki eşitsizlik, insanlar için sorun teşkil etmiyor ve mutsuzluk nedeni değildir. Eğer sorun teşkil etseydi, gençler, ebeveynlerinin özelliklerini beğenirler, ebeveynler de, çocuklarınkini beğenirlerdi. Ama birbirlerinin özelliklerinin tamamına yakınını beğenen kimse, sadece destanlardaki hayali âşıklarda vardır.

Demek ki, özelliklerimizdeki eşitsizlik bizi mutsuz etmiyor. Bizi mutsuz kılan eşitsizlik, insanların birbirlerine karşı yaptıkları ve oluşturdukları ortamlardır.

Tanrı’nın bize eşit vermediği bir şey de, maddi güç konusudur. Bu farklılığın, insanların birbirlerine iş gördürebilmeleri için geçerli olduğu da, açıktır. Yüce Yaradan, başkalarına iş gördürerek zenginleyen insanlardan, rızkı az verdikleriyle paylaşmalarını istemektedir. Böylece, birkaç fayda birden sağlanmaktadır. Bu uygulama, bu yaşamımızda, aramızdaki eşitsizliğin mutsuzluğa dönüşmesini engellemektedir. Rızkı az verdikleri de, yardım aldıkları için, mutlu olmaktadır. Aynı zamanda, yardım edenler de mutlu olmaktadır. Ayrıca Yüce Yaradan, samimiyetle yardım edenleri diğer yaşamlarında mükâfatlandırarak, orada da mutlu olmalarını sağlamaktadır. Sonuçta, rızıklardaki eşitsizlik, sosyal hayatımızı ve iş ortamımızı düzenleme görevini yerine getirirken, Yüce Yaradan, eşitsizliğin, bazı insanların aleyhine olan kısımlarını düzeltmektedir.

O halde bize düşen görev de, insanlar olarak bizim oluşturduğumuz diğer eşitsizlikleri azaltmaya gayret etmektir. Bunun için, öncelikle, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yoldan samimiyetle yürümeye çalışmalıyız. En büyük organizasyonumuz olan Devlet yönetimimizi de, Kerim Devlet anlayışıyla sürdürmeye çalışmalıyız.

Fırsat eşitliğinin ortamı oluşturularak ve servetin paylaşılarak, maddeten fakirliğin azaltılması ve yaşayan her insanın gelecekle ilgili hayal kurar hale gelmesi, her şahsın layık olduğu bir haktır. Bu hakkı engellemeye kalkışanların, hak ettikleri cevabı er ya da geç alacakları hususunda hiç şüphemiz yoktur.

Sosyal kategorisine gönderildi | EŞİTSİZLİK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KIYAMETTEN ÖNCE DİRİLME VAR MI?

KIYAMETTEN ÖNCE DİRİLME VAR MI?

 

Bu soruya kimse net cevap veremez. Bizim yapabileceğimiz, Kur’an ayetlerini yorumlayarak tahmin yürütmek olacaktır. Dirilmek kavramından kastımız, ahiret hayatındaki diriltilmedir. Bu durumda sorulacak soru, ahiret hayatının biz ölünce mi, yoksa bütün evrendeki kıyametten sonra mı başlayacağıdır.

Kur’an’da, göklerin ve yerin savrulduğu kıyamet günü konusunda yapılan anlatımlarda, bütün kulların, Sur’a üflenince kalkacakları vurgulanır. Bu husustaki bütün ayetlere ve hesap günü ile ilgili bazı ayetlerin tercümelerine bakınca, ahiret hayatındaki dirilmenin, Kur’an’da “o gün” olarak tanımlanan kıyamet günü olacağı izlenimi oluşmaktadır.

Ancak, yine Kur’an’da bulunan aşağıdaki ayetler, bu konuda bizi daha farklı düşünmeye ve daha derin fikir yürütmeye yöneltmektedir.

Bakara Suresi 2/154: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz sezemezsiniz.”

Ali İmran Suresi 3/169: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar.”

Ayetlerdeki ifadeler nettir. Allah yolunda öldürülenler diriltilmişler ve Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Demek ki -en azından- Allah yolunda öldürülenlerin diriltilmeleri, genel kıyamet gününden önce olacaktır. Ayetlerden anlaşılan o ki, bu güzel insanların dirilmeleri, bu dünyadan ahiret hayatına intikal ettikleri dönemde ve Yüce Yaradan’ın uygun gördüğü bir anda olacaktır.

Peki, Allah yolunda ölenler denilirken kimler kastedilmiş olabilir? Sadece, Allah yolunda yapılan bir savaşa katıldıklarında, harp sırasında şehit olanlardan mı bahsedilmektedir? Ömrünün –en azından- son yıllarını kalpten gelen bir inanışla Allah yolunda mücadele ile geçiren, çok çeşitli çarpışmalara katılan ama savaş sırasında değil de başka bir ortamda ölen kişi, hangi gurupta kabul edilecektir? Bu soruya cevap bulabilmek için, yine Kur’an’a bakalım.

Araf Suresi 7/188: De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim…”

Enam Suresi 6/61: O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.

Secde Suresi 32/11: De ki: “Sizin için görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”

Yukarıda verdiğimiz üç ayette bahsedilen hususlara benzeyen konuları işleyen, çok sayıda ayet vardır. Ayetlerden anlaşılan o ki, bir insanın ölümüne sadece Yüce Yaradan karar verir. O dilemezse, kimse ölemez.

Tek olan Tanrı, kullarının ölüm zamanlarını sadece Kendisi tayin ettiğine göre, Allah yolunda savaşan bir kişinin harp sırasında ölmesi şahsın kendi elinde değildir. Bu durumda, katıldığı mücadelelerde değil de, savaş dışı ortamda vefat eden bir insanın, harp sırasında ölmemesi, Yüce Yaradan’ın takdiridir. Bilindiği gibi, savaşlara bizzat katılan Hz. Muhammed bile, harpte değil yatağında vefat etmiştir. Tek olan Tanrı’nın, kullarına zerre kadar haksızlık yapmayacağına bütün kalbimizle inanıyorsak, Allah yolunda çabalayan ama başka ortamda vefat edenlere de, adaletiyle muamele edeceği kesindir. O halde, Allah yolunda yürüyen ama savaş sırasında değil de, başka ortamda iken Yüce Yaradan tarafından Onun huzuruna getirtilen bir kişinin de, ahiret hayatında Rabbinin katında rızıklanıyor olması beklenir.

Peki, Allah yolunda olmak, sadece savaşlara katılmakla mı olur? Bu hususta da Kur’an’a bakalım.

Bakara Suresi 2/82: “İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.”

112: “Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah’a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.”

Yukarıda verdiğimiz ayetlerden anlaşılan o ki, iman edip salih ameller işleyenler de, savaşlara katılmamış olsalar bile, Yüce Yaradan’ın cennetine gireceklerdir. Burada akla gelen soru, bu insanların cennete ne zaman girecekleri hususudur. Cenneti hak edenlerin bir kısmının hemen öldükten sonra cennete girecekleri, bir bölümünün de kıyameti bekleyeceklerini düşünmek, Yüce Yaradan’ın adilliğinden şüphe etmek anlamına gelebilir.

Peki, Allah yolunda yürümeyenlerin durumu için, bizlere yol gösterebilecek bir ayet var mıdır?

Enam Suresi 6/27: Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: “Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık” dediklerini bir görsen!

Ayetteki ifadelere bakılınca, bu konuşmaların kıyamet gününden çok daha önceki bir dönemde yapıldığı izlenimi uyanmaktadır. Eğer cehennemdeki bu konuşmalar, kıyamet gününden sonraki dirilmede yapılmış olsaydı, artık geriye dönülecek bir yeryüzünün kalmadığını bileceklerinden, geri dönme talebinde bulunmazlardı.

Nitekim aynı surenin devamındaki ayet, bu konuda bize daha net bir fikir vermektedir.

28: “Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan, yoksa geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeyi yapmaya dönerlerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar.”

Yüce Yaradan, cehennemine attığı kişilerin, geri yeryüzüne gönderilseler bile, yalancı oldukları için, aynı hataları yapacaklarını ifade etmektedir. Bu ifadelerden, cehennemden geri çevrilecekleri bir yeryüzünün mevcut olduğu, yani genel kıyametin henüz olmadığı fikrine ulaşılması yanlış olmaz. Ancak, biz yine de daha net bir karara varabilmemiz için, Kur’an’ı irdelemeye devam edelim.

Kur’an meallerinin çoğunda, “kıyamet” olarak tercüme edilen kelimelerin Arapçası, ya  “saatu” veya “yevm” olarak geçmektedir.

Enam Suresi 6/31: Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyamet günü ansızın gelince onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: “Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!” Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür!

Bu ayette “kıyamet” olarak tercüme edilen kelimenin Arapçası, “saatu” şeklindedir. Bu durumda, aynı surenin yukarıda verdiğimiz 27inci ayetiyle birleştirerek fikir yürütünce, cehenneme gidecekler için de o saat kelimesiyle vurgulanmak istenilenin, kişinin öldüğü an olduğu anlaşılmaktadır. Ayette bahsedilen “o saatin ansızın gelmesi” ifadesinden kıyametin ansızın geleceği anlamını çıkarmak yanlıştır. Çünkü insanların kişisel ölümleri de ansızın gelmektedir ve ansızın gelecektir.

Göklerin ve yerin savrulacağı kıyamet gününde Sur’a üflemenin bahsedildiği ayetlere bakarak, düşünmeyi biraz daha sürdürelim.

Zumer Suresi 39/68: “Ve sur’a üflenmiştir. Göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır. Ancak Allah’ın dilediği müstesna. Sonra ona bir daha üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar bakıyorlardır.”

Bu ayetle ilgili bazı tercümelerde bahsedilen, “mezardan çıkmak” şeklinde bir ifade, bu ayetin Arapçasında yok. “Kıyamun” yani “kalkmış” ifadesi var.  Bu ayetten önceki ayete bakıldığında, kıyamet günü (Arapçası, yevmel kıyameti) göklerin dürüldüğünden bahsedilmektedir. Sonraki ayetlerde de Sur’a üflendikten sonra kurulan divandan söz edilmektedir. Dolayısıyla, göklerin ve yerin savrulduğu kıyamet günü bütün kulların hepsi birden öleceğinden, kıyamet olayı sebebiyle o anda ölenlerin tamamının mizanının yapılması anlatılmaktadır.

Zumer 68inci ayetteki bu anlatım, kıyametten önce ölmüş olanları kapsasaydı, ayette “Sur’a üflenmiştir, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır” ifadesine gerek kalmadan sadece, “Sur’a üflenmiştir, göklerde ve yerde kim yaşadıysa, kaldırılıp huzura toplanmışlardır” gibi bir ifade olması daha net anlatım olurdu. Dolayısıyla, bu ayetteki ifadeler kıyamet sonrasındaki ortamı anlatmaktadır. Bu nedenle yukarıda verdiğimiz Enam 6/27 de, cehenneme gidenlerin dünyaya geri döndürülmeyi istemelerinin, kıyametten çok daha önce vefat edenleri kapsaması ihtimali güçlenmektedir.

Ayrıca, eğer herkesin sorgusu sadece kıyametten sonra yapılacak olsaydı, Bakara Suresi 2/154 ve Ali İmran Suresi 3/169’da Allah yolunda öldürülenlerin diri oldukları ve Allah katında rızıklandıkları şeklindeki ayetlerin olmaması gerekirdi.

Konumuzla dolaylı bağlantılı bir başka ayet şöyledir:

Araf Suresi 7/19: (Sonra Allah, Âdem’e hitap etti): “Ey Âdem! sen ve eşin cennette durun, dilediğiniz yerden yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”

Ayete göre Yüce Yaradan, cenneti, insanlığı yarattığı dönemde ve Hz Âdem’i yaratmadan oluşturmuş. Eğer cennetine veya cehennemine, kıyamet kopmadan önce kimseyi almayacak ve herkes o günü bekleyecekse, cennet ve cehennemi oluşturmuş olmasının bir tek sebebi kalır. O da, haksızlık yapacakların sayısını azaltmak, iyilikler ve güzel işler yapacakların sayısını artırmak için, kullarını uyarmak ve onlara yol göstermektir. Ancak, takdir edileceği gibi, Yüce Yaradan’ın, bir konuyu bizim gibi tek veya iki yönden ele almayıp, bütün yönleriyle değerlendirdiği bir gerçektir. Dolayısıyla tek olan Tanrı’nın, kullarını cehennemde cezalandırmak veya cennetiyle mükâfatlandırmak için, insanlığın başlangıcında cennet ve cehennemi oluşturduğu halde, içini doldurmak için insanlığın sonu olan kıyameti beklemesine pek ihtimal vermiyorum. Eğer tek yönlü düşünseydi, cennet ve cehenneme koyacağı bilgisini kullarına vermekle yetinir ve cennet ile cehennemi, kıyameti oluşturduktan sonra yaratırdı. Çünkü yaratmak, Onun için çok basit bir şeydir.

Akla gelebilecek bir başka soru da şudur. Eğer, insanlığın başlangıcından sonuna kadar yaşayıp ölen bütün insanlar, hesap için kıyameti bekleyeceklerse, daha önceleri ölen insanların ruhları ne olacaktır. Kur’an’da çok sayıda ayette “dönüşünüz Rabbinizedir” şeklinde ayetler vardır. En hak vaat, Yüce Yaradan’ın vaadi olduğuna göre, vefat etmiş insanların ruhları Rablerine dönmek için kıyamete kadar bekleyeceklerse, bu uzun dönemde nerelerde ve neden bekleyeceklerdir?

Konumuzla dolaylı bağlantılı bir başka ayet de şöyledir: Cuma Suresi 62/6: De ki: “Ey Yahudi olanlar! Eğer insanlar arasında yalnız sizin, Allah’ın dostları olduğunuzu sanıyorsanız, o halde ölümü temenni edin, doğru iseniz?”

Eğer, herkesin hesabı kıyametten sonra sorulacak ise, Yahudilere şimdiden ölümü temenni edin denilmesinin tek sebebi, onların, Allah’ın dostları olmadığını göstermek midir? Tek sebebin bu olup olmadığını daha iyi kavramak için başka ayetlere bakalım:

Mümin Suresi 40/17: “Bugün her nefis kazandığı ile cezalanacaktır. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.”

Ayette bugün olarak tercüme edilen kelimenin Arapçası, “el yevm” dir. Ayetin sonundaki ifade “şüphesiz Allah, hesabı seri görendir” denilir. Bakara 2/202, Ali İmran 3/19, Ali İmran 3/199, Maide5/4, Enam 6/165, İbrahim 14/51, Nur 24/39 da aynı şekilde “Allah, seri hesap görendir” ifadesi vardır. Ancak hesabın ne zaman görüleceği belirtilmez. Seri görüldüğünden bahsedilen hesap gününün, bütün kâinatın kıyamet günü olacağını düşünmek pek mantıklı durmuyor. Dolayısıyla, bahsedilen günün, kişinin öldüğü gün olması ihtimali daha yüksektir. Zaten Mümin Suresinin 17inci ayetinin Arapçasında da, kıyamet kelimesi değil, yevm (gün) sözü geçmektedir.

İslâm âlimlerinin yaptıkları tercümelerinde bazı ayetlerde, “kabirlerinden fırlayacaklar” terimi kullanılmaktadır. Böyle ayetlerden birisi Mümin Suresinin 16ıncı ayetidir. Benim de meallerini sıkça kullandığım Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu ayeti tercümesi aşağıdadır:

O gün onlar kabirlerinden meydana fırlarlar. Kendilerinin hiçbir şeyi Allah’a karşı gizli kalmaz. “Bugün mülk kimindir?” (diye sorulur. Cevaben): “Tek ve kahhar olan Allah’ındır.” (denir).

Ayetin Arapçasına baktığımızda “kabir” kelimesi yoktur. Arapçasında “yevme hum barizune” denilir. Bunun da anlamı, “o gün onlar ortaya çıkarlar” demektir.

Mezarlarından fırlarlar şeklinde tercüme edilen ayetlerin hiçbirisinde, mezar kelimesi geçmemektedir. Eğer, gelmiş geçmiş bütün insanları düşünürsek, büyük çoğunluğunun mezarlarının kalmadığı, insanların önemli bir bölümünün cesetlerinin yakıldığı bir ortamda mezarlardan fırlamak sözünün yanlışlığı anlaşılır. Zaten, diriltilecek olanlar, ruhlardır. Ruhlar, Yüce Yaradan tarafından yeni bir bedene konulacak ve yeni bir bedene can vereceklerdir. Bu bedenin özelliklerinin, cehenneme gideceklerde farklı, cennete gireceklerde farklı olması ihtimali vardır. Cehennemdekilerin bedenleri, cehennem ortamında ölmeyerek yaşamalarını sağlayacak yapıda olacağı ayetlerde vurgulanmaktadır. Cennettekilerde ise, menfaat, kin ve nefret gibi duyguların olmayacağı güzel bir ortamda yaşanacağı, ayetlerde ifade edilmektedir. Dolayısıyla, cennet ve cehennemdekilerin bedenleri aynı olmayabilir. Veya aynı beden olur, fakat tek olan Tanrı, aynı bedene cennet ve cehennemde farklı özellikler verir. Bu, tamamen bütün kâinatın yaratıcısı, tek olan Tanrı’nın takdirine bağlıdır.

Yukarıdaki irdelemelerimizden de anlaşılmaktadır ki, diriltilme zamanı konusunda bizi tereddüt ettiren husus, ayetlerin tercümelerindeki hatalardır.

Kur’an’da, Sur’a üflenmenin bahsedildiği her ayette, Arapça olarak “kıyameti” kelimesi geçmektedir. Ancak, hesap günü anlamındaki ayetlerin Arapçalarında “yevm” veya “saat” kelimeleri geçmektedir. Bu ifade firavun hanedanıyla ilgili olan Mümin Suresi 40/46 da net olarak görülmektedir. Nitekim bu ayetin tercümesinde verilen “kıyamet kopacağı gün de” sözünün Arapçası da, “yevme tekemus saat” şeklindedir. Yani “o saatin gerçekleşeceği gün” anlamındadır. Dolayısıyla bu ayette de, kıyamet sözü geçmemektedir.

Tercümelerdeki, yevm, saat ve kıyamet kelimelerinin anlamlarında yapılan yer değiştirme şeklindeki hatalar düzeltilerek tercümeler yapıldığında, şöyle bir sonuca varmak mantıklı durmaktadır. Her insanın hesap günü, kişinin kendisinin ölüm dönemidir. Yerin ve göklerin savrulduğu anlamındaki kıyamet gününde, o anda yaşayan ve hep birlikte ölen bütün insanlar için ise, hesap günü, Sur’a ikinci defa üflendiği gündür.

Bizim serdettiğimiz fikirler, sadece, Kur’an ayetlerinin anlamları hakkında akıl yürütme sonucu ulaştığımız bir tahmindir. Gerçeği, sadece ve sadece, her şeye gücü yeten Yüce Yaradan bilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KIYAMETTEN ÖNCE DİRİLME VAR MI? için yorumlar kapalı

EKONOMİDE TÜRKİYE ÖZELİNDE YAPILABİLECEKLER 1

EKONOMİDE TÜRKİYE ÖZELİNDE YAPILABİLECEKLER 1

 

(Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın, Mayıs 2006 baskısından kısaltılarak yayınlanmaktadır.)

 

Türkiye’nin, Batı ile kıyaslandığında sermaye gücü yok sayılır. Türklerin sömürgeleri de yok. Başka milletler Türkleri kalkındırmayacaklarına göre, Türkiye’nin yapabilecekleri, kendisinin maddi ve manevi imkânlarıyla sınırlıdır.

Türklerin en önemli sermayeleri “insanları”dır. Bu nedenle, eğitimle ilgili öneriler bölümünde, insana yatırım konusunda titizlikle durdum. Türk insanının bilinçaltındaki özelliklerini hayata yansıtabilecek sistemler önermeye çalıştım.  Çünkü kalkınma yalnız kanun ve tüzüklerle sağlanamaz. Gelişme ve başarı insanların düşüncelerinden başlar.

         Türk insanı ticarete yatkınlığını gösterir bir şekilde, müteşebbislik kabiliyetini öne çıkarmış durumdadır. Gözü pek Türkler, günümüz dünyasının hemen her tarafında dolaşarak iş yapmanın yollarını aramaktadırlar. Belki de kaçak işçi olarak gittikleri ülkelerde iş sahibi olmaktadırlar. 1999 yılında İzmir ilinde düzenlenen İktisat Kongresi’ne, 51 değişik ülkede iş yapan Türk iş adamları katıldı.

Türk insanının bu özelliğinden yararlanılması şarttır. Girişimcileri desteklerken müteşebbislerin hem kendi, hem de toplum yararına işler yapabilmesi sağlanmalıdır. Girişimcileri desteklemek için aşağıdaki bazı tedbirler uygulanabilir.

Müteşebbisleri desteklemek için kurulan bugünkü kredi (borç) sistemi hatalıdır. Bugün devletten ve bankalardan uygun faizle borç alabilmesi için, kişinin önce “kredi almaya ihtiyacı olmadığını”, yani mal-mülk zengini olduğunu ispatlaması gerekir. Eğer bu şekilde davranmaz ise, normal yollardan ucuz kredi alması çok güçtür. Normal olmayan yollara başvurmak zorunda kalır.

Hâlbuki yapılması gereken; iyi bir projesi, geliştirmeye yönelik işi olan, maddeten güçsüz ama bilgili ve manen güçlü insanları desteklemektir. Verilecek kredilerin yerlerini bulması, uygun harcanması için başka tedbirler de alınmalıdır. İster teşvik kapsamında isterse teşviksiz yatırımlarda, müteşebbislere verilecek krediyi kullandıran kurum farklı olmalıdır. Bu kurumun yönetimi; devlet, meslek odaları, üniversiteler ve işçi sendikaları tarafından oluşturulabilir. Kurum ülke çapında önemli merkezlerde teşkilatlanmalıdır. Yatırımcılara ciddi danışmanlık hizmeti verecek şekilde bilgilerle donatılmalıdır. Verilen yatırım kredilerinin, her adımı takip edilmelidir. Bütün bu tedbirlere rağmen, istismar edenler şiddetle cezalandırılmalıdır.

         Sermaye şirketlerinin yapısı, Türklere uygun değildir. Türklerde ortaklık anlayışı zayıftır. İki kişilik ortaklığın dışındaki birliktelikler uzun ömürlü olmamaktadır. Türkler arasındaki yardımlaşmanın etkili olabilmesi için, ya iki kişi ya da sülâle akrabası olmalıdırlar. Türklerdeki yüksek onur ve bağımsızlık isteği uzun süreli birliktelikler için engel teşkil eder. Türklerin özelliklerine en yatkın olan şirketler; şahıs, aile, sülâle firmalarıdır. Başarılı olanlar da bunlardır. Ancak aile ve sülâle şirketlerinde de, yetki ve sorumluluk alanlarını düzenleyen şirket anayasası oluşturulmalıdır. Türkler tek başlarına ister kişi, ister aile olsunlar çok daha başarılıdırlar. Savaşçı özellikleri ticarete yatkındır. Ama belirli savaşlar yani işler hariç, sürekli işbirliği yapmaya meyilli değillerdir. Bir Türkün başardığını üç Türk başaramayabilir. Aksine üç Türkün ortak olması kargaşa ortamı oluşturabilir. Bu nedenle sermaye şirketlerine değil, şahıs firmalarına öncelik verilmelidir.

Şahıs firmalarında, kişi, maddi ve manevi bütün varlığı ile sorumludur. Hâlbuki sermaye şirketlerinde sorumluluk, sermayeleri kadardır. Türkiye’de ise şirket kuruluşlarında sermaye genelde az gösterilmektedir. Dolayısıyla tek kişi, çok sayıda paravan şirketler kurdurarak, her türlü yolsuzluğu yapabilme şansına sahip olmaktadır.

Yüzlerce ortağı olan şirketler de, uzun vadeli olamayabilirler. Çünkü firmanın sahibi yoktur. Sadece ortaklar adına şirketi sahiplenmeye çalışan iyi niyetli olan ve olmayan yöneticiler vardır. Böyle bir yapının uzun süreli olması, nesilden nesile devredilebilmesi ihtimali azdır. Bu nedenle yurt dışında çalışan Türklerin birikimlerini Türkiye’de değerlendirmeleri için, sermaye şirketleri dışında başka yöntemler uygulanmalıdır.

         Ticari firmalarda uygulanan vergi sistemi de hatalıdır. Yanlış uygulamalar insanları dürüst davranmaktan uzaklaştırır. Buradaki vergi kaçaklarını azaltmak için, başka yöntemler kullanılmalıdır. Bu konuda yapılabilecekler çok farklı başlıklar altında toplanabilir. Bu nedenle tekliflerimi konu içerisinde daha ilgili olan diğer çözüm önerisi bölümlerine de yaydım.

İş sahiplerinin, bilhassa hakiki şahıs firmalarının, özel harcamalarının önemli bir kısmı masraf kabul edilmemektedir. Bu durum, masrafları yapan esnafı başka yollara başvurmaya zorlar. Hâlbuki girişimciler harcamalarını ve ödedikleri cezaları gerçek şekilde işleyebilse, KDV uygulamasının da yaygınlaşmasına yardımcı olur, naylon faturanın da azalmasını sağlar.

         Özelleştirme yapılacağında, öncelik verilecek Türk firmasında, dürüst köklü kuruluş veya güvenilir aile olması aranılmalıdır. Yabancılarla ortak olan Türk firmasında da benzer özellikler aranılmalıdır. Bu firmalara teknik yardım, ödemede kolaylık yaparak destek verilmelidir. Yoksa özelleştirmelerde hayal kırıklığı artar.

Yabancı yatırımcılara toplu satış yapılması hatadır. Özelleştirilecek kuruluşların hisselerinin önemli bir bölümünün satışı düşünülüyorsa, ancak yerli ve köklü firmalara yapılmalıdır. Yabancılar sadece yerli Türk firmalarıyla ortak olarak katılabilmelidir. Özelleştirme sonucu devir alınan bir iş yerindeki yerli firmanın hisselerini, sonradan yabancılara devredilmesini önleyecek hükümler konulmalıdır. AB ile yapılan antlaşmalarda bu konulara özel dikkat harcanmalıdır. Aksi takdirde sadece milli hassasiyetler açısından sıkıntı yaratmaz, vergi kaybına da neden olabilir.

Yanlış özelleştirmeler ve iyi incelenmemiş yabancı sermaye yatırımları, kapitülâsyonlardan daha zararlı olabilir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİDE TÜRKİYE ÖZELİNDE YAPILABİLECEKLER 1 için yorumlar kapalı

DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

 

(Türkiye Ekonomisi ile birlikte birkaç makale şeklinde yayınlayacağımız bu yazılar, Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın, Mayıs 2006 baskısından biraz kısaltılarak alınmıştır. Yayınlamamızın amacı, mevcut sistemi irdeleyerek, eksiklerini ve hatalarını düzeltmek için çözüm önerileri oluşturmaktır. Ancak asıl olan, köklü çözümleri istişare etmektir. Makalelerimizdeki tekliflerimizin temelinde yatan sebepleri iyi gözlemlersek, köklü çözümlere ulaşarak, insanlığın huzuru ve mutluluğu için ciddi adımları hep birlikte atacağımıza inanıyorum.)

(Çözüm tekliflerinin bazısı Türkiye ile ilgilidir, ama diğer devletlerde de uygulanabilir. Ancak, tekliflerimizin bir kısmı diğer ülkeler için aynen geçerli olmayabilir.) 

Önce bir durum tespiti yapalım.

Gelişmiş ülkelerin en önemli meseleleri, Dünya Ticaret Hacmindeki artış konusudur. Gelişmemişlerin durumları onları ilgilendirmez. Sadece kendilerine yapacakları katkı açısından ilgilendirir. Japonya dâhil, gelişmiş ülkelerin nüfusları %15-16 arasındadır. Ancak aynı 2005 yılında Dünyanın gelirinden aldıkları pay, %82-84 arasıdır. Bu durum dünyadaki adaletsizliğin derinliğini göstermektedir.

         Para kazanma ve kâr hırsı genelde, Batılı milletlere has özelliklerdir. Doğulu insanlar için huzur ve itibar daha önemlidir. Bugün, maalesef, Batılıların çoğunda hâkim olan bu kâr hırsı, bütün dünyaya yayılmaktadır. Doğunun bir kısım insanlarını da sanki büyülemiştir. Ekonomide küreselleşen dünya için en büyük tehlike, bu anlayışın yayılmasıdır. Bunu, ileri görüşlü bazı Batılılar da ifade etmektedir.

Tehlike sadece gelişmekte olan ülkeler için değildir. Batı ekonomisi için de tehlike vardır. Kâr hırsı, sanal (hayali) ya da saymaca denilen bir ekonomik yapı oluşturmak üzeredir. Borsa, faiz, döviz ve rant (emeksiz kazanç) şeklinde kendini gösteren bu ekonomi, üretime ciddi bir katkı yapmamaktadır. Aksine, kimi zaman üretimi engellemektedir. Sanal ekonomiyi spekülatörler (yani hayali değer yaratıcıları) yönlendiriyorlar. Politikacıların dikkatsizce sarf ettikleri sözler de etkili oluyor. Ayrıca basının, olacakmış gibi yansıttığı ama gerçekleşmeyen bazı olaylar ve üretimle ilgisi olmayan konular, sanal ekonomiye yön vermektedir.

Sanal yani hayali ekonomi ile gerçek yani üretici ekonomiyi uzlaştırmak zorundayız. Aksi takdirde insanlar, kendi duygu ve heyecanlarının fasit dairesi (sarmalı) içerisine girebilirler. Bu daireden çıkmaları çok zor olur ve insanlık can çekişebilir. Sanal ekonomi gerçek üretimin olmadığı ekonomidir. Aklın, mantığın, duyguların, duyarlığın yeri yoktur. Dolayısıyla sanal ekonomi, insanlığın geleceği için çok tehlikeli hale gelmektedir. Baudrillard’a göre spekülatörler, hayali değer yaratarak kazandıkça büyüyorlar. Büyüdükçe birbirleriyle birleşiyorlar. Birleştikçe karşı konulamaz oluyorlar. Böyle giderse, hem insanlar hem de devletler, hayali değer yaratıcılarının oyun alanı olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. (Bu konuda İslâmiyet’in bize öğütlediğinin kendime göre yorumunu, kitabın Türklerin Medeniyetinin Bugünkü Durumu bölümünde yaptım.)

Günümüzde bile sanal ekonomi alanında dönen günlük para akışı, mal ve hizmetler alanındaki dünya ticaretini finanse etmek için gerekli miktarın kat kat üstündedir.

Dünyanın bugünkü karmaşık şartlarında ekonomi biliminin genel bir çözüm getirmesi çok zor. Peter F. Drucker’e göre (s.167) küreselleşen dünya, Fransız Leon Walras’ın ekonomiyi matematiksel bir kalıba oturttuğu 1870’li yıllardan çok farklı yapıdadır. Yeni bir ekonomi kuramı geliştirebilmek için ekonomistler, aşağıdaki dört farklı yapıya tek bir ilke geliştirmek zorundalar:

  1. Fertlerin ve firmaların mikro (öz) ekonomik anlayışları (yani paranın devir hızı, kâr hırsı ya da girişimcilik yapıları, bazen alınan duygusal kararlar vb.),
  2. Milli devletlerin uyguladıkları makro (genel) ekonomi uygulamaları (yani para, kredi ve faiz oranları),
  3. Uluslar aşırı işletmeler (gerek sanal ekonomide gerekse üretimde süper güç ve tekeller oluşturmaya çalışan, milli olmayan şirketlerin farklı amaçları),
  4. Dünya ekonomisi (teknolojik gelişmelerin oluşturduğu küreselleşmenin, insanlar üzerindeki henüz belirlenemeyen etkisi).

         Bütün bu birbirinden farklı yapıları tek bir “ilke” ile açıklayıp kuramsal hale getirmek çok güç görünüyor. Belki de bu fiili durum, ekonomiyi matematiksel bir denge bilimi olmaktan çıkaracaktır. Ekonominin sadece bölgesel ve kısa süreli kuramlar geliştirilmesine yol açacaktır. Nitekim 1984-87 arasında ABD ekonomisinde uygulanan bazı politikalar, daha o zaman ekonomi kuramcılarını şaşırtan ve teorilere tamamen ters olan sonuçlar doğurdu. Hattâ aynı uygulamanın ABD halkı tarafından algılanışı ile Japonlar tarafından yorumlanışı birbirine tamamen zıt oldu. Ülkelerin anlayışları arasında her zaman böyle farklar vardır. (ABD Başkanı Reagan, işsizliği azaltmak ve ihracatı artırmak için karar aldı. Bir dolar 250 yen civarında idi. Bunu 220 Yen’e düşürmek istedi. Ama düşüşü durduramadılar ve 16 ay içerisinde bir dolar 125 Yen civarına indi. Bu durumda Japonların, ABD’den iki misli fazla ithalat yapmaları beklenirdi. Fakat böyle olmadı. Japonlar, ABD’den yine eskisine yakın mal aldılar. Yani ekonomistlerin düşündüğünün tersini yaptılar.)

Gelecekte, sanal ekonomi ile gerçek ekonomi arasında bir mücadele olabilir. Benzer şekilde kâr ile itibar anlayışı arasında da dünya çapında bir çatışma olabilir. Dolayısıyla bu iki ayrı anlayışın, bazı konularda bağdaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Olaylara sadece “kâr” hırsı açısından bakan bazı Batılı yazarlar, bu birlikteliğin mümkün olamayacağını söylüyorlar.

Hemen her konuda planlar yapılırken kısa, orta ve uzun vadeli hesaplar, aynı anda yapılmalıdır.

         Batılılar esas itibarıyla 1492’den sonra, sömürgelerinden elde ettikleri artık değerlerle geliştiler. Günümüzde de, daha güçsüz ülkelerden, haksız rekabet sonucu ticari kazanç elde ediyorlar. Elde ettikleri bu artık değerler sayesinde gelişmelerini sürdürüyorlar. Ancak dünya zenginleşmedikçe, gelişmiş ülkelerin kendi başlarına zenginleşmeleri sürekli olamaz. Gelişmiş ülkeler bunu bilirler. Bu nedenle gelişmekte olanlara ve hatta savaştıkları ülkelere bile borç vererek onları çalışmaya ve kendileriyle alış verişe zorluyorlar. Verilen borçlar, gelişmekte olan ülkelerin başlarındaki “yiğidin kamçısı” olmaktadır.

Ekonomi kategorisine gönderildi | DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU için yorumlar kapalı

EKONOMİLERİN SORUNU SERVET YARATMADAN KAZANMAKTIR

EKONOMİLERİN SORUNU SERVET YARATMADAN KAZANMAKTIR

 

Geçmiş asırlarda serveti oluşturan toprak idi. Toprakta üretilen ziraat mahsulleri gelirin ve dolayısıyla servetin artmasını sağlıyordu. Sanayi devriminden sonra da, sanayi üretimleri servetin artmasını sağlamaya başladı.

Serveti yaratan unsurun toprak olduğu dönemlerde Avrupa fakirlik içerisinde iken, Doğu, zengin idi. 1492’de başlayan keşifler Doğu’nun zenginliğine ulaşmak için yapılmaya başlandı. Yeni sömürgelerinden elde ettikleri gelirlerle gelişen Avrupa, 1750 yılında buharlı makinenin icat edilmesiyle çağ atlamaya başladı denilebilir.

Paul Kennedy’nin verdiği rakamlara göre, 1750 yılında “dünya imalat verimi içerisindeki nispi paylar” şu şekildeymiş. Bir bütün olarak Avrupa %23,2 Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Japonya %76,7 iken, sadece 1900 yılına gelindiğinde Avrupa %62, ABD %23,6 Japonya %2,4 Üçüncü Dünya Ülkeleri ise %11 olmuştu. Yani servet üretimini etkileyen unsur sanayi olmuştu.

Ancak sanayi, hammadde sahibi ülkelerin işine yaramamış, teknolojiye sahip ülkeler kazanmıştı. Bilindiği gibi Hindistan, İngilizlerin, ABD’deki Güneylilere rakip oluşturmak için, pamuk üretiminin özellikle artırıldığı bir bölgedir. Buna rağmen Hindistan’ın pamuklu dokuma ithalat rakamları, sanayiden hiç faydalanamadıklarının net bir göstergesidir. 1814’te 1 milyon yarda pamuklu dokuma ithal eden Hindistan, 1831’de 31 milyona, 1875’te ise, 995 milyon yarda gibi akıl almaz bir rakama ulaşmıştı. Yani, serveti üreten, sanayi olmuştu.

Ancak, 1929 Büyük Ekonomik Buhrandan sonra durum değişmeye başladı. Bu buhran sonrasında ortaya ekonomistler çıktılar. Ekonomistler, bilhassa İkinci Dünya Savaşından sonra, servet yaratma anlayışını hızla değiştirmeye başladılar. Değişen anlayışın sonunda, servet yaratanın ekonomistler olduğu şeklinde bir kanaat oluşmaya başladı.

Ekonomist diye yeni bir gurup oluşmasında, Keynes’in 1929 Dünya Ekonomik Buhranı konusunda yaptığı tavsiyelerin rolü çoktur. Hâlbuki dünyadaki, o dönemin gelişmiş ekonomilerinin verilerine baktığımızda, ABD’nin bile 1935’te buhranın etkilerini atlatamadığı görülmektedir. Gelişmişlerin buhrandan çıkmalarının asıl sebebi, II. Dünya Savaşı hazırlıkları için, devletin aşırı borçlanarak ve vergi toplayarak yaptığı yatırımlardır. Ama bu gerçek gözden kaçtığı için, buhrandan çıkışın, sadece Keynes’in fikirleri sayesinde olduğu zannedilmiştir.

Ekonominin büyümesini sağladığı zannedilen önemli bir gurup, bankalardır.  Elbette bundan 100-150 yıl öncesinde, bankalar doğrudan üretimle daha çok irtibatlandıklarından, servetin yaratılmasında bazı faydaları olmuştur.

Ama son dönemlerde bankalar, servet yaratmıyorlar. Daha çok, var olan servetin el değiştirmesine vesile oluyorlar. Yani aslında pastanın büyümesini sağlamıyorlar. Aksine, büyütmedikleri pastadan, kendilerinin aldıkları payları artırıyorlar. Bütün dünyada ekonominin daraldığı korona salgını döneminde bile, bazı istisnalar hariç, en çok kâr açıklayanlar bankalar oldular.

Diğer yandan, bankalarla organize olarak çalışan ve ekonomist olarak bilinen borsa simsarları için de, aynı şey rahatça söylenebilir. Dünya ekonomisinin durumu irdelendiğinde, borsa simsarlarının bir başka özelliklerini daha görmekteyiz. Karl Marks’ın adının duyulmasına sebep olan 1873 Viyana Borsası çöküşü, 1929 Büyük Buhranı, 2008 büyük ekonomik çöküşü gibi ortamları hazırlayanların başında, borsa simsarlarının geldiği görülmektedir. Ekonomik çöküşlerin en başta gelen sebebi, bankacıların ve bilhassa borsa simsarlarının açgözlülükle davranarak, halkı kandırmalarıdır.

Peki, bankacılar ve simsarlar nasıl bir ücret almaktadırlar. Dünya ortalamasının üzerinde maaş aldıkları kesindir. Yüksek maaş alabilmek için; doktor, mühendis, öğretim üyesi olmak için uğraşmaya gerek kalmamıştır. İyi bir ekonomi kâhini olmak yeterlidir. Ekonomik kâhinliği televizyonlar aracılığıyla yapanların kazançları, daha da fazla olmaktadır.

Ekonomistler için, kâhin sözünü ifade eden ben değilim. Ekonomist John Kenneth Galbraith’in kendisidir. Galbraith, anlattıklarının sonunu şöyle bağlamıştır: “ekonomik tahminlerin tek amacı, astrolojiye saygı kazandırmaktır.”

Çok yüksek maaş alan ekonomistler, dünya insanlığının içine düştüğü ekonomik buhrandan da, maddeten etkilenmemişlerdir. Sadece başkalarına yaptıkları tavsiyelere gerçekten inanarak, kendileri de o yönde yatırımlar yapan bazı ekonomistler, zarara uğramışlardır. Ama onlar dâhil, hepsi çalıştıkları borsa şirketlerinden yüksek maaş almaya devam etmişlerdir. Yatırım bankası Goldman Sachs’ın, 2008 Dünya Ekonomik buhranının gölgesinde 2009 yılında, çalışanlarına ödediği ikramiyeler, dillere destandır. Bilindiği gibi, Goldman Sachs çalışanları, başkalarına yol göstererek, insanların, kredi veya borsadan bir kâğıt parçası almalarını sağlamışlardı. Ama 2009 yılında insanların önemli bir bölümü aldıkları kredilerini ödeyememişlerdi. Fakat insanları yanlış yönlendiren Goldman Sachs çalışanlarının aldığı ikramiyeler, dünyanın en yoksul 224 milyon insanının gelirine eşitti. Muhtemeldir ki, çalışanların hiçbiri, bu ikramiyeleri hak etmediklerini düşünmemişlerdir. Eğer böylesine vicdanlı birileri olsaydı, basın aracılığıyla kendi reklâmlarını yaparlardı.

ABD’nin, 1987-2006 yılları arasında merkez bankası FED’in başkanlığını yapan ve efsanevi olarak anılan Alan Greenspan, 2011 yılında, 2008 deki krizi neden göremediği sorulduğunda, kendisinde hiçbir eksiklik görmeyerek, emlak piyasasındaki fiyat şişmelerini suçlamıştı. Bununla da yetinmeyerek, ileride de böyle krizler olabileceğini söylerken, krizlerin sebebi olarak, insan doğasını göstermişti.

Hâlbuki 2008’deki ekonomik buhranı, yıllar öncesinden gören ve söyleyenler de vardı. Ekonomist Nouriel Roubini bunlardan birisiydi. Wall Street’ten James Grantda, 2005 yılında, FED’in finans tarihinin en büyük kredi balonlarından birinin oluşturulmasında payı olduğunu yazmıştı. Burada ismini zikretmediğim daha birçok insan uyarılarda bulunmuştu.

Bütün bunlardan anlaşılan o ki, ekonomiyi biliyoruz diye ahkâm keserek en iyi maaşları alanlar, somut bir değer oluşturamayanladır. Ayrıca bu kişilerin çok büyük çoğunluğu, kendileri kazanmaya devam ederken, maddeten mahvına sebep oldukları insanların hallerini görüp, vicdan azabı bile duymayacak kadar duyarsızlaşmışlardır.

Bankalarda ve ekonomiyi yönettiklerini zanneden guruplarda oluşan bu yüksek ücretler, bir başka yanlış algılamaya yol açmıştır. Kendileri çok para aldıkları için, yaptıkları işi de çok değerli gibi görmeye başlamışlardır. Bununla da yetinmeyerek, kendilerini çok değerli bir iş üretiyor zannetmektedirler.

Yüksek maaş alan bu kişilerle ilgili olarak en güzel açıklamayı yapan, finans profesörü Raghuram Rajan idi. 2005 yılında ekonomi ve politikanın üst düzey yöneticilerine bir sunum vermişti. Buradaki konuşmasında, bankacı ve borsa simsarlarının ücretlendirilme şeklinin, onları çok fazla risk almaları için cesaretlendirdiğini ve küresel finans sistemini ciddi biz krize karşı savunmasız bıraktığını söylemişti. Konuşmasından üç yıl sonra, dediği kriz gerçekleşti.

İlginç olan, ekonomistlerin, ekonomik buhranlardan neredeyse hiç ders almadan, aynı ücret politikasıyla ve benzer riskli ürünler oluşturarak devam etmeleridir. Artık durum, tavuk-yumurta konusuna dönüşmüştür. Ekonomi çalışanları; başkalarının zarar görmelerinin sebebini “insan doğası” olarak gördükleri için mi yüksek kazanç sağlamayı sürdürmektedirler, yoksa yüksek kazanç sağladıkları için mi insanların zarar etmelerinin sebebini “insan doğası” olarak görmektedirler bilemiyoruz.

Eğer bütün dünya, servet üretimi ve paylaşılması konusunda birlikte bir çözüm üretimine gitmezse, ilk baskısını 2002 yılında yaptığım Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli eserimde yazdıklarımın gerçekleşmesi ihtimali kuvvetlidir. Kitabımda, benden önce bu konuda fikir yürütmüş insanlardan da istifade ederek, durumu şöyle ifade etmiştim:

“Sanal, yani hayali ekonomi ile gerçek, yani üretici ekonomiyi uzlaştırmak zorundayız. Sanal ekonomide aklın, mantığın, duyarlığın yeri yoktur. Dolayısıyla, sanal ekonomi, insanlığın geleceği için, çok tehlikeli hale gelmektedir. Sanal ekonomide hayali değer yaratarak kazananlar büyüdükçe, birbirleriyle birleşiyorlar. Birleştikçe karşı konulamaz oluyorlar. Böyle giderse, hem insanlar hem de devletler, hayali değer yaratıcılarının oyun alanı olmaktan ileri gidemeyecekler.”

Kitabımda bu gibi tespitleri yaptıktan sonra, çözüm önerilerimi de yapmıştım.  Tekliflerimin küçük bir bölümünü de, kitabımdan aynen alıntı yaparak, bu sitede 30 Ocak 2016 tarihinde “Maliye ve Vergi Politikalarında Çözüm Önerileri” başlığı altında yayınlamıştım.

Okuyucularımın içerisinden, başka birçok hususta olduğu gibi, bu konuda da daha kapsamlı ve gerçekçi çözüm önerileri geliştirenlerin çıkacağına inanıyorum.

Ben de, okuyucularımın irdelemelerine sunmak üzere, bu konuda kitabımda yazdığım diğer çözüm önerilerini, zaman içerisinde, bu sitede yayınlayabilirim. Makale kapsamına göre çok uzun olan tekliflerimin, kısaltarak yayınlasam bile, birkaç bölüm olacağını şimdiden ifade etmek isterim.

Ancak bu defa, okuyucularımdan farklı bir beklentim de olacak.  Benim yayınlayacağım çözüm önerilerim, genel anlamda, mevcut yapının kusurlarını düzeltebilme yönündedir. Hâlbuki biz, güzel bir gelecek oluşturmak için çaba sarf edeceksek, daha kökten çözümler için fikri istişarelerde bulunmalıyız.

Aksi takdirde, mevcut sistemin kaleleri olan bankalar ve ekonomistler ile onlarla birlikte kazanan avukatların, muhasebecilerin önemli bir bölümü, bizim çözüm önerilerimizin gerçekleşmesinin önüne geçerek, tekrar kendi kazan-kazan sistemlerini kurabilirler. Böyle olunca, gayretlerimiz boşa gidebilir veya çözümlerimiz kısa süreli olur.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİLERİN SORUNU SERVET YARATMADAN KAZANMAKTIR için yorumlar kapalı

BİNASINI UÇURUMUN KENARINDA KURANLAR

BİNASINI UÇURUMUN KENARINDA KURANLAR

 

Yazımızın başlığını bir Kur’an ayetinden aldık. Ayet şöyle;

Tevbe Suresi 9/109: “O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez. “

110: “Kurmuş oldukları binaları, (ölüp de) kalpleri paramparça olmadıkça yüreklerinde sürekli bir kuşku olarak kalmaya devam edecektir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Peki, binalarını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına yapanlar kimler olabilir? Bu konuda bir fikir sahibi olabilmek için, yine Kur’an’a bakalım.

Kur’an, bize örnekler verirken, İsrailoğullarını ve Arapları anlatır. Önce İsrailoğullarıyla ilgili ayetlere bakalım:

Bakara Suresi 2/87. “Celâlim hakkı için Musa’ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa’ya apaçık mucizeler verdik, onu Ruhu’lKudüs (Cebrail) ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?”

Ayetten anlaşıldığına göre Yahudiler, kendilerine gönderilen peygamberlere bazı mucizeler verilmesine rağmen, peygamberlere kafa tutmuşlardır. Çünkü peygamberler, Yahudilerin nefislerinin hoşlanmadığı emirlerle gelmişlerdir.

Aşağıdaki ayet, Yahudilere gönderilmeyen Hz. Muhammed’e karşı davranışlarından bahseder.

88: (Yahudiler, Muhammed’e karşı alaylı bir ifade ile): “Bizim kalplerimiz kılıflıdır” dediler. Bilakis Allah, onları kâfirlikleri yüzünden lanetledi. Bundan dolayı çok az imana gelirler.

Ayetten anlaşılan o ki, Yahudiler, Hz. Muhammed kendilerine gönderilmediği için, öldürmeye ve kafa tutmaya kalkışamamışlardır. Ama onunla alaycı bir şekilde muhatap olmuşlardır. Yüce Yaradan da, gönderdiği peygamberlerine karşı sürekli sorun çıkaran Yahudileri, kâfir olarak nitelemiştir. Onları lanetlemiştir. Yüce Yaradan, onları lanetlediği için, onların çok azı imana gelmektedir.

Demek ki, içlerinden imana gelen çok az bir gurup, binalarını Allah rızası üzerine kurmuştur. Ama kalan büyük çoğunluk Yahudi, binalarını yıkılmak üzere olan uçurumun kenarına kurmuşlardır. Bu sebeple, Yüce Yaradan’ın vurguladığı gibi, binalarıyla birlikte uçuruma yuvarlanacaklardır. Çünkü Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.

Ayetteki bu açık ifadelere rağmen, anlaşılan o ki, Yahudi akidesini benimseyenler, aksine, kendilerinin seçilmiş insanlar olduklarını iddia etmeye devam etmişler. Diğer bütün insanlardan farklı olduklarını söyleyerek, insanlara tepeden bakmışlar. Yahudilerin bu tavırları üzerine Yüce Yaradan, onlara şöyle cevap vermektedir:

Cuma Suresi 62/6: De ki: “Ey Yahudi akidesini benimseyenler! Bütün insanlar değil de, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, (bunda da) samimi iseniz haydi ölümü isteyin!”

Ayet gayet net bir ifade ile durumu özetlemiş. Takdir edileceği gibi, eğer bir insan kendisinin Allah dostu olduğuna inanırsa, ölümden korkmak şöyle dursun, aksine ölümü arzu eder ki, Yüce Yaradan’ın huzuruna sevinçle varsın. Peki, Yahudi akidesini benimseyenler nasıl bir tavır takınmış olabilirlerin cevabını, Yüce Yaradan veriyor:

7: “Ama onlar (Yahudiler), daha evvel yaptıklarından dolayı asla ölümü istemezler. Allah, zalimleri hakkıyla bilir.”

Ayet gayet açıktır. Yahudiler yaptıkları kötülükleri, diğer insanların çoğu bilmeseler de, kendileri çok iyi bilmektedirler. Yaptıkları kötülükler yüzünden Yüce Yaradan’ın kendilerini cehennemine atacağından eminler ki, ölümü asla istememektedirler.

Kur’an’da bu hususlarla ilgili olarak bilgi verilen diğer gurup, Araplardır. Araplarla ilgili ayetlerden bazısı şöyledir:

Tevbe Suresi 9/97: “Araplar (el arabu) inkâr ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Yüce Yaradan, yarattığı kullarını en iyi bilendir. Yukarıdaki ayet, Arapların, inkâr ve nifak bakımından daha ileri olduğunu açıkça ifade etmektedir. Nitekim Mekke’deki on Arap kabilesi birleşerek Hz. Muhammed’i öldürmek için tuzak kurmuşlardır. Allah onların tuzaklarını boşa çıkarmıştır. Hz. Muhammed’den sonraki dönemde Cemel Vakası ve Sıffın Savaşları ile başlayan süreçte İslâmiyet’i rayından çıkarmışlardır.

Ayetteki bu ifade ile Yahudiler için söylenenler arasında benzerlik vardır. Bu benzerliğin, her iki gurubun soylarının aynı olmasından kaynaklanması ihtimali kuvvetlidir. Bilindiği gibi, İsrailoğulları, Hz. İbrahim’in eşi Sara’dan olan İshak’ın soyundan gelmektedirler. Araplar ise, Hz. İbrahim’in diğer eşi olan Hacer’den olan İsmail’in soyundan gelmektedirler. Araplarla İsrailoğulları arasında, Hz. İbrahim’in hangi eşinin daha kıymetli olduğu tartışması vardır.

Ancak her iki gurubun da, Hz. İbrahim’e hiç layık bir soy olmadıkları yukarıdaki ayetlerden ve yüz yıllardır gelişen olaylardan anlaşılmaktadır.

Yahudilerle ilgili olarak birkaç tane ayet örneği verdiğimiz için, Araplarla ilgili olarak da birkaç ayet verelim.

98: “Araplarda (el arabi) kimi de var ki, verdiğini angarya sayar ve sizin üzerinize belalar gelmesini bekler. O çirkin belalar kendi başlarına olsun! Allah her şeyi işitendir, bilendir.”

Yukarıdaki ayette Yüce Yaradan’ın, peygamberin ve peygamberle birlikte olan insanların başlarına belalar gelmesini isteyen Arapların başlarına belalar gelmesini arzu ettiği anlaşılmaktadır. Tıpkı, lanetlediği İsrailoğullarının başlarına gelmesini istediği belalar gibi.

99: “Yine Araplardan (el arabi) kimi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber’in dualarını almaya vesile sayar.

Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.”

Yukarıdaki ayete göre, Arapların arasında da inanalar vardır. Yukarıda verdiğimiz Bakara Suresi 88inci ayette bahsedildiği gibi, Yahudilerin içerisinde de inananlar vardır. Ama her iki gurupta da önemli bir bölümünün, içten pazarlıklı nitelikte olduğu, ayetlerin açıklamasından anlaşılıyor.

Her iki gurup da, “huylu, huyundan vazgeçmez” atasözünün doğruluğunu ispat edebilmek için gayret gösteriyorlar. Zaten, bütün insanlığa ve her bölgeye peygamberler göndermesine rağmen, Kur’an’da bize anlatılan peygamberlerin çoğunun İsrailoğullarına ve Araplara gönderilenlerin olmasının, insanlara vermek istediği bir mesaj olduğu açıktır.

Kur’an, diğer bütün insanlığın içerisinde de mevcut olan böylelerini, şöyle uyarmaktadır:

Muhammed Suresi 47/22: ”Demek siz (cihad emri gelince beğenmeyenler), iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi?”

23: “İşte onlar, Allah’ın lanetlediği, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.”

24: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?”

Bu uyarılar, iman ettikleri halde kalplerinde hastalık bulunanlar için söylenmiştir. Umudumuz, dünyada bozgunculuk yapmaya devam edenlerin, Yüce Yaradan’ın söylediklerinin hepsini tekrar tekrar düşünmeleri ve hakikati görebilmeleridir. Düşündüklerini zannederek, kendi kendilerini kandırıp nefislerinin peşine düşenler için, Yüce Yaradan şu ayeti örnek veriyor:

Muhammed Suresi 47/14: “Rabbi tarafından apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, kötü işleri kendi kendisine güzel göstererek, heveslerinin peşine düşmüş kimseler gibi olur mu?”

Yüce Yaradan, hem insanları kandıranları, hem de onların peşinden gidenleri aşağıdaki ayetiyle net bir şekilde uyarıyor:

Araf Suresi 7/38: Allah, şöyle der: “Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan toplulukları ile birlikte ateşe girin.” Her topluluk (arkasından gidip sapıklığa düştüğü) yoldaşına lânet eder. Nihayet hepsi orada toplandığı zaman peşlerinden gidenler, kendilerine öncülük edenler için, “Ey Rabbimiz! Şunlar bizi saptırdılar. Onlara bir kat daha ateş azabı ver” derler. Allah, der ki: “Her biriniz için bir kat daha fazla azap vardır. Fakat bilmiyorsunuz.”

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | BİNASINI UÇURUMUN KENARINDA KURANLAR için yorumlar kapalı

MEHTER MARŞI VE MEHTERAN YÜRÜYÜŞÜ

MEHTER MARŞI VE MEHTERAN YÜRÜYÜŞÜ

 

(NOT: Bu yazı Mart 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden  tekrar yayınlıyoruz.)

Mehter marşı, Osmanlı Türklerinin ordularının savaş marşıdır. Mehter marşları konusunda bilgi sahibi olan insanların bile birçoğu, Mehteran Yürüyüşünü yanlış bilir. İki adım ileri atıldıktan sonra, bir adım geri gelindiği düşünülür. Bu sebeple, ilerleme kaydedilemeyen konular hakkında halk arasında “mehter yürüyüşü gibi, iki ileri bir geri” diye örnek verilir.

Bu algılama yanlıştır. Dikkatlice izleyenler göreceklerdir ki, mehteran yürüyüşünde geri adım atmak yoktur. Yürüyüşün hiçbir anında geri adım atılmaz.

Mehteran Yürüyüşü, aslında bir felsefenin hayata yansıması gibidir. İçerisinde hayata dair tavsiyeler barındırır.

Yürüyüşte ileriye doğru iki adım atılır sonra durulur. Bu duruş sırasında çevre kontrol edilir. Eğer durum müsaitse, tekrar iki adım atılır. Hiçbir zaman, üç veya daha fazla adım atılmaz. Her iki adımda bir, etraf kontrol edilir.

Bu yürüyüşteki anlayışı, devlet yönetiminde uyguladıkları için Türkler, gittikleri yerlerde daha uzun süre kalmışlardır.

Türklerin bu anlayışlarından habersiz olan Napolyon ve Hitler ise, hızla gittikleri yerlerden, daha hızlı bir şekilde geri gelmek zorunda kalmışlardır. Hayat tecrübesinden mahrum bu tutumları nedeniyle, hem kendi insanlarına hem de karşılarındaki insanlara derin acılar yaşatmışlardır.

Makedonyalı İskender’den başlayarak günümüze kadar uzun yürüyüş yapan liderler incelendiğinde, Türklerde, zafer sarhoşluğuyla ve kontrolsüz bir şekilde ileri giden lider hemen hemen yoktur. Emir Timur’un fütuhatları bile, İskender, Napolyon ve Hitler’den çok farklı yapıdadır.

Ancak, günümüzde dünyanın her yerinde, demokrasinin cilvelerinden ve uygulanış hatalarından faydalanarak üst üste seçim kazanan, kazandıkça kendini dev aynasında gören siyasi parti liderleri olabilmektedir.

Böyleleri her millette olduğu gibi, Türkiye’de de var olmuşlardır. Bunların içerisinde kendisinin Türk olduğunu gururla söyleyenler, hatalarında ısrar etmemişler ve dönmüşlerdir. Ama kendisinin Türk soyundan olmadığını düşünenler, (genlerden gelen) tarihi tecrübeden yoksun olduklarından, yanlışta ısrar edebilirler. Tabii ki böyleleri art niyetli iseler, zaten yanlıştan dönmek gibi bir hesapları olamaz.

Napolyon ve Hitler, Moskova yakınlarına kadar geldiklerinde, olaylara dışarıdan bakanlar, onların başarılarına şapka çıkarıyorlardı. Fakat kendilerini en güçlü gördükleri sırada geri dönüşleri başladı. Bazı uygun barış tekliflerini, gururları yüzünden ret ettiler.

Onların, barış tekliflerini reddedişlerinin sonuçlarını bütün dünya biliyor. Umulur ki, insanlar ders alırlar. Ders almayanlar ancak, “benden sonrası tufan” anlayışında olanlardır. Bu anlayışta olanlar unutmasınlar ki, Allah’ın gösterdiği hak ve adalet yolundan taviz vermeden gidenler, Allah’ın yardımıyla daima galip gelmişlerdir.

Allah bozguncuların işlerini düzeltmez.

Allah, hainlerin hilelerini başarıya ulaştırmaz.

Şüphesiz ki, en şaşmaz vaat ve en hak vaat, Allah’ın vaadidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEHTER MARŞI VE MEHTERAN YÜRÜYÜŞÜ için yorumlar kapalı

KAPİTALİZMİ, KAPİTALİSTLERDEN KURTARMAK

KAPİTALİZMİ, KAPİTALİSTLERDEN KURTARMAK GEREK

 

Yazımızın başlığındaki bu ifade, Fransız ekonomist Prof. Thomas Piketty’ye ait. Rutger Bregman’ın “Gerçekçiler İçin Ütopya” adlı eserinde, Piketty’den aktardığı bu sözü okuyunca, gençliğimde yaşadıklarım sonucunda oluşan düşüncelerim aklıma geldi. Yazımın sonuna doğru, gençliğimdeki düşüncelerim ile makalenin başlığını birbirine bağlamaya çalışacağım için, sabırla okumanızı diliyorum.

Bir Türk Milliyetçisi olan ben, 22-23 yaşlarımda yaşadığım olaylar sırasında, fikrimi değil, ama insanlara ve olaylara bakışımı değiştirmiştim. O dönemde birlikte mücadele verdiğim idealist gençler olarak, ağabeylerimize ve hareketimizin yaşça büyüklerine bakışımız çok farklı idi. Onlar, bizim gözümüzde, sanki bizim gibi yiyip içmeyen insanüstü insanlardı. Onlar, sanki Mars’tan gelmişlerdi.

Ancak, gelişen olaylar sonucunda ağabeylerimizden ve hareketin yaşlı önderlerinden bazılarıyla birlikte çalışmam gerekti. Onlarla yakından çalışınca, bütün hayallerim yıkıldı. Basit menfaatler için, ilkelerinden vazgeçtiklerini gördükçe, gerçeklerle yüzleştikçe, konuları sorgulamaya başladım. Üstlerimizden önemli bir bölümü tarafından aldatıldığımızı anladıkça, bütün bunları göremeyen idealist gençleri uyandırmak için anlatmaya başladım.

Benim okuduğum üniversite olan ODTÜ’de, Marksizm’i savunan sosyalistler hâkimdi. Ben ise onlarla mücadele eden milliyetçilerin okul başkanı idim. Ama güçlerimiz arasında orantısızlık haddinden fazla idi. Böyle bir ortamda ölümüne mücadele vermemize rağmen, olayları kavrayamayan milliyetçi gençleri uyandırmaya çalışınca, bana da okulumuzun dışındaki kendi gurubumuzdan suçlamalar gelmeye başladı. Beni, Marksist Türkçü olarak ilân ettiler. Ama dini yönüm de olduğunu görenlerden bir kısmı, onları uyandırmak için anlattıklarımı algılayamadılarsa da, bana yapılan suçlamalara itibar etmediler.

Diğer yandan, mücadelesini verdiğimiz ODTÜ konusunda destek bulabilmek umuduyla, diğer partilere de gittik. Onların ileri gelenleriyle görüşmeler yaptık. Her görüşmemizde hayallerim darbe aldı. Diğer partilerin önderlerinin halleri, benim peşinde koştuğum ağabeylerimizden daha kötü idi.

Daha sonra, bize karşı mücadele veren sosyalistleri izledim. Onların içinden, orta kademelerdeki bazılarıyla görüştüm. Onlarda da aynı sorunlar vardı. Onların da yöneticilerinin içinde basit menfaatler peşinde koşanlar vardı.

Okuldaki Marksistlere karşı mücadelede destek alabilmek için, dini guruplarla temas kurdum. Onların ağabeylerinden, yaşlılarından ve o dönemdeki hükümette bakanlık yapmakta olan yöneticilerinden bazılarıyla görüştüm. Onlardaki sorunların da aynı olduğunu gözlemledim.

Bütün bu yaşadıklarımı sorgulamalarımdan sonra, kendime bir özgüven geldi. 23 yaşındaydım, ama “ben, ülkeyi bunlardan iyi yönetirim” diye düşündüm. Benim gözümün açılmasının sebebinin, yaşadıklarımı sorgulamam olduğuna kanaat getirdim.

Bu sorgulama fikrine şehirde yaşamam neden olmuştu. 11 yaşıma kadar yani ilkokulu bitirene kadar, kasabada yaşamıştım. Orada, toprağa, akrabalara ve vatana bağlılığı öğrenmiştim. Eğer, sonraki hayatım şehirde geçmeseydi, ben de diğer gençler gibi, biat kültürüyle devam eder ve sorgulamazdım.

Eğer, şehirde doğup sadece şehirde yaşasaydım, sorgulamalarımı yapınca, küser, “ben bunlarla mı birlikte olacağım” der ve mücadeleyi bırakır ayrılırdım. Zaten sorguladıkça, kendi gurubumdan da tehditler geldiği için, şehirde yaşayanın korku duyan yapısıyla, daha ileri gitmezdim. Nitekim bütün hayatı şehirde geçmiş olan dava ağabeyim rahmetli Mehmet Tomsu, benim sorgulamalarıma ışık tutarak gözümün açılmasına sebep olacak kadar çok kapasiteli bir insan olmasına rağmen, bendeki gözü karalık yoktu. Çünkü kasaba veya köyde hiç yaşamamıştı.

Dolayısıyla, 11 yaşına kadar kasabada, daha sonrasında şehirde yaşamamın faydası olmuştu. İlaveten, babamın esnaf olması, benim de küçük yaştan itibaren hem esnaflık, hem de seyyar satıcılık yapmama vesile olmuştu. Aslında başkent Ankara’ya ilk gelişimde karşılaştığım ortamın beni daha çok pişirdiği inancındayım. 11 yaşımda olmama rağmen, benden bir yıl önce Ankara’ya gelen ve 14 yaşında olan öz ağabeyimle birlikte yalnız başımıza, ailemiz Ankara’da değilken, üç aydan fazla süre esnaf dükkânı çalıştırmaya gayret etmiştik. Ama yatığımız iş, yazın satılmayan kadayıf imalatı olduğundan, geçinebilmek için gazoz satma dâhil, değişik yollara başvurmuştuk.

Küçük yaşlarda yaşadığım bu hayat mücadelesi de bana, mücadeleden ve çatışmalardan kaçmamam gerektiğini öğretmişti. İşte, hayatın pişirmesiyle, kendimi, ülkeyi yönetenlerden daha kapasiteli görmeye başlamıştım. O dönemde düşündüğüm şey, bu ülkenin, bu yöneticilerin idaresinde nasıl ayakta kaldığı olmuştu.

Kendimce de, iki sebep bulmuştum. Birincisi, halkımızda kanaatkârlık vardı. Hallerine şükrediyorlardı. Maddeten kendilerinden güçlü olanlara bakmıyorlar, daha fakirlerle kendilerini karşılaştırarak; “buna da şükür, nice bunu da bulamayanlar var” diyorlardı. İkincisi, henüz sülâleler bile parçalanmamıştı. Aileler ise, hiç parçalanmamıştı. Dolayısıyla, bir ferdin sorunları, ister maddi isterse manevi olsun, sülâle içerisinde şöyle ya da böyle çözülüyordu. Günümüzde ise, o dönemde benim tespit ettiğim bu iki avantaj da iyice zayıfladı.

Yöneticileri gördükten sonra kendime güvenim gelmişti. Bu defa, o dönemdeki fikir akımlarını irdelemeye başladım. Sorguladığım fikir akımları; kendi gurubum olan milliyetçiler, dindar olduklarını söyleyenler ve Sosyalistler (Marksistler) idi. Bu sorgulamalarım sonucunda aşağıda kısaca vereceğim bazı kanaatlere ulaşmıştım.

Biz Türk Milliyetçileri, tarihin şanlı sayfalarında dolaşıyorduk. Ama bugüne gelemediğimiz için, günümüzün sorunları konusunda düşünce üretemiyorduk.

Dindar olduklarını iddia eden guruplar, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in dönemini ifade eden Asrı Saadet’te yaşıyorlardı. Dolayısıyla, onlar da bugüne gelemiyorlardı.

Sosyalistler ise, daha farklıydı. Onlar, kendi kafalarında inşa ettikleri hayal dünyasında yaşıyorlardı. Çünkü onların, sosyalizm veya komünizm uygulamasını başarabilmiş örnek bir yerleri yoktu. Dolayısıyla, onlar da hayal dünyalarından bugüne inemiyorlardı.

 O dönemde ulaştığım ve çevremdekilere ifade ettiğim bir başka kanaatim de, bir toplumdaki idealist insanların oranının %3 civarında olduğuydu. İncelediğim üç fikir akımı da, kendilerini idealist olarak niteliyorlardı. Ama benim tahminim, onlarda bile idealistlerin oranının %5’i geçmeyeceği şeklindeydi. Oran yükseldikçe, idealizmin sulanmaya başlayacağı inancındaydım. (Bugün de aynı düşüncedeyim. Ama bu düşüncem dünyevi amaçlarla ilgili fikir akımları ve guruplar içindir. Dünyevi olmayıp, kalpten gelen bir inanışla Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürüyen ve tek olan Tanrı’ya hizmet için ölümüne mücadele eden guruplar için, bu oran hususunda benim fikir yürütmem, hem anlamsız hem de mümkün değil. Gerçeği sadece Yüce Yaradan bilir.)

Bütün bu sorgulamalarımla ulaştığım öz fikrim şöyleydi:

Üç tip milliyetçi vardı; ülkücüler, ülkücü geçinenler ve ülkücülükten geçinenler.

Üç tip dindar vardı; dindarlar, dindar geçinenler, dindarlıktan geçinenler.

Üç tip sosyalist vardı; sosyalistler, sosyalist geçinenler, sosyalistlikten geçinenler.

Demek ki sorun, fikirlerde değildi. Düşünceleri temsil ettiğini söyleyen insanlardaydı. İtiraf edeyim ki, kapitalizmi bir fikir hareketi olarak hiç düşünmemiştim. Hep, diğer ideolojileri irdelemiştim. Fransız Piketty’nin sözünü okuyunca, çok doğru bir ifade olduğunu düşündüm. Sorun insanlarda ve onların uygulamalarındaydı.

Okuduğum bu söz üzerine tekrar düşünmeye başladım. Hem milliyetçilik, hem dindarlık, hem sosyalizm, hem de kapitalizm savunulabilecek fikirler olmasaydı, bu düşüncelerin idealistleri olur muydu?

Sonunda, bu soruların tatminkâr cevaplarını bulabileceğim tek kaynağın, Yüce Yaradan’ın, değişmeden kalan kelâmı olan Kur’an olabileceğine kanaat getirdim. Bu sebeple, bu hususlarla ilgili olarak Kur’an’ı incelemeye başladım.

Kur’an, Yüce Yaradan’ın, bizleri kavimler halinde ayırdığını aktarıyordu (Hucurat 49/13). Bir kavmin, bir başka kavimle alay etmesine karşı çıkıyordu. “Belki onlar sizden daha hayırlıdırlar” diyordu (Hucurat 49/11).

Demek ki, bir kavme mensup olma hissi, kavmine hizmet etmek arzusu Kur’an’a uygundur. Ama ırkçılık yaparak, diğer kavimlerle alay etmek Kur’an’ın reddettiği bir davranıştır.

Kur’an, dindarlık konusunda da bize bilgi veriyor. Kur’an’da takva sahiplerinden bahseden çok fazla ayet vardır. Onlar hakkında hep güzel gelecek vaat edilir. Takva sahiplerinden maksat, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürüyerek, Onun emir ve yasaklarına uyan idealistlerdir. Diğer yandan da, dinde aşırıya gitmemizi istemiyor (Maide 5/77) Dinde zorlama yoktur diyor (Bakara 2/256). Dini (ayetleri), az bir paraya satanlar kâfir olarak niteleniyor (Maide 5/44).

Demek ki Yüce Yaradan, dinin gereklerini yerine getirmemizi istiyor. Yani, bize yapılmasından hoşlanmadıklarımızı, başkalarına yapmamamızı istiyor. Bize yapılmasından hoşlandıklarımızı ise, başkalarına yapmamızı öğütlüyor. Ama dini kullanarak para sahibi olmamızı reddediyor.

Kur’an, sosyalizm konusunda da bize bilgi veriyor. “Sizden bazılarınıza, bazılarından daha fazla rızıklar verdim, bunları, vermediklerimle paylaşın” diyor (Zuhruf 43/32, Nahl 16/71, Bakara 2/219 ve pek çok ayet). Yani Yüce Yaradan, yarattığı kullar arasında maddi farkın açılmaması için tavsiyelerde bulunuyor. Bu öğütlerini dinlemeyerek malları üst üste yığanlar ise kınanıyor.

Demek ki, sahip olduklarımızı, olmayanlarla infak yoluyla paylaşarak, insanların insanca yaşayabilmeleri ve aralarındaki huzuru ve hiyerarşiyi bozmayacak şekilde eşitlenmeye gitme çabası takdir ediliyor.

Kur’an, liberal ekonomi hakkında da bize bilgi veriyor.  Ticareti ve alışverişi destekliyor. Ama birbirimizi kandırmamamızı, tartıyı ve ölçüyü tam yapmamızı ısrarla istiyor. Üreterek para kazanmamızı teşvik ediyor. Zengin olmamıza engel koymuyor. Zenginliğin helâl yoldan elde edilmesini isterken, Yüce Yaradan’ın asıl amacının fakirliği ortadan kaldırmak olduğu aktarılıyor. Böyle davranmayıp, başkalarını ezerek mal mülk sahibi olanlara da Karun örneğini veriyor. Böylece yardımsever zenginleri değil, kapitalistlik yapanları çok ciddi uyarıyor.

Demek ki, zengin olmaya çalışmalıyız. Ama üreterek ve helâl yollarla zengin olmaya gayret etmeliyiz. Kazandıklarımızdan da, hem çalışanlarımızın hem de fakirlerin paylarını vererek zenginliğimizi paylaşmalıyız. Bütün evrendeki varlıkların ve mülkün sahibinin Yüce Yaradan olduğunu unutmamalıyız. Dolayısıyla, mallarımızın sahibi kendimiz değiliz. Onlar bize emanet olduğundan, israf etmememiz gerektiğini de hatırdan çıkarmamalıyız.

Sonuç olarak Piretty’nin sözünü şöyle uyarlayabiliriz: Kapitalizmi kapitalistlerden, milliyetçiliği milliyetçilerden, dini dincilerden, sosyalizmi sosyalistlerden kurtarmak gerek.

Peki, bunu nasıl başaracağız? Kur’an, bu hususta da bize yol gösteriyor. Yüce Yaradan, “İnsanlardan değil, Benden korkun” diye uyarıyor (Maide 5/44) Bu uyarılarını pek çok ayette tekrarlıyor. İnsanlara değil, Kendisine sığınmamızı istiyor. İnanlara değil, Kendisine bağlanmamızı vurguluyor. Eğer böyle yaparsak, istismarcıların oyuncağı olmaktan kurtulacağımız aşikârdır.

 

Sosyal kategorisine gönderildi | KAPİTALİZMİ, KAPİTALİSTLERDEN KURTARMAK için yorumlar kapalı