YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 1

YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 1

 

Yaklaşan Dalga kitabının yazarı, Mustafa Süleyman’dır. DeepMind’ın kurucularından ve Microsoft AI’nın CEO’su olan Süleyman, yeni gelişen teknolojilerle ilgili bilgi verdiği eserinde, bu hızlı gelişmelerin 21. yüzyılın en büyük ikilemi olduğunu vurgulamış. Yazar, çok yönlü değerlendirmeler yaparak ve bilgi ağırlıklı bir eser meydana getirerek insanları, insanlığın geleceği hakkında düşünmeye sevk etmek istemiş.

Ancak, bir kısım insanlar, kitaptaki bazı ifadeleri, belki de yazarın düşünmediği şekilde, kendi fikirlerine mesnet yapmaya çalışıyorlar. Kitaptaki bazı ifadeleri ve hızla gelişen yapay zekâ ile biyoteknoloji alanındaki çalışmaları örnek göstererek, Mustafa Süleyman’ın eserini kendi düşünceleri yönünde kullananlar var. Bunlar, ateist fikre sahip olanlar. Evrenin kendiliğinden oluştuğu, gerçek bir yaratıcı Tanrı olmadığı, insanların kendi kafalarında Tanrı fikri oluşturduğu şeklindeki düşüncelerine, kitabı alet ediyorlar.

Bizim yeni teknolojilerin çalışma sistemleri ve işleyişleriyle ilgili teknik bilgimiz, yazarınkinin yanında çok yetersizdir. Ancak, kitaptan böyle bir ateist algının çıkıp çıkmayacağı hakkında fikir yürütecek karşılaştırmalar yapabilmek için, yazarın kendi ifadelerinin iç mantığını değerlendirmenin yeterli olacağını düşünüyorum. Ayrıca okuyucularımız, bu sitede yayınladığımız yazılarımızı ve konuları irdelerken fotoğrafın bütününü dikkate alan yaklaşımımızı bilirler. Bu sebeple, yeni teknolojilerin ileride nerelere kadar gidebileceği hususunda, yazarın ifadelerinden hareket ederek, fikrimi ifade etmemin temelsiz olmayacağına inanıyorum.

İrdelemelerimi kitabın Türkçe baskısı üzerinden yaptım. Yazarın İngilizce olarak yazdığı kitabındaki “design, produce” gibi kavramların Türkçe tercümesinde, çoğu yerde “yaratmak” şeklinde bahsedilmiş olması gibi hatalar da, eserin farklı algılanmasına sebep olmuş olabilir.

Ayrıca, kitabı ateist düşüncelerine örnek göstermek isteyenler, yapay zekâ ve biyoteknolojideki gelişmelerin dizginlenmesini mümkün görmeyen yazarın, yeni teknolojilerin, ahlâki ve hukuki bir zemine oturtulması için, kendi çapında üstün bir gayret göstermesini dikkate almamış olabilirler.

Makalemizin kaleme alınış sebebini açıklayan bu kısa girişten sonra, şimdi kitaptaki ifadeleri irdelemeye başlayabiliriz. Okuyucuların daha kolay takip edebilmeleri için, irdelememizi, kitaptaki anlatım sırasına göre yapacağız.

Kitabın, yapay zekâ tarafından yazıldığı söylenen önsöz kısmındaki bazı ifadeler şöyle: “Yapay zekâ sayesinde evrenin sırlarını çözebiliriz, bizi bugüne kadar çaresiz bırakan hastalıkları tedavi edebilir, hayal gücünün sınırlarını zorlayan yeni sanat ve kültür biçimleri yaratabiliriz. Biyoteknoloji ile yaşamın kendisine şekil vererek hastalıklara çözümler geliştirebilir ve tarımı (ziraati) dönüştürebilir, daha sağlam ve sürdürülebilir bir dünya yaratabiliriz.”

Yapay zekâ tarafından yazılan önsözde, fazla iddialı sözler olmasına rağmen, söylenenler yaratıcı Tanrı fikrine ters değil. Bahsedilenler, Tanrı’nın yarattığı evrenin sırları diye nitelenen sistemin nasıl işlediğinin daha hızlı anlaşılmaya başlanacağı ve yaşadığımız sorunların bir kısmına daha kolay çözüm üretilebileceğidir.

Yukarıda Tanrı’nın yarattığı evren şeklinde bir ifade kullanmamızın nedeni, yapay zekânın, evrenin sırlarını çözebileceğinin söylenmesidir. Bir şeyin sırlarının çözülebilmesi için orada bir düzen olması gerekir. Düzensiz bir şeyin sırrı çözülemez.

Bu konuya bazı konuşma dillerini örnek vererek, biraz daha açalım. Bilindiği gibi Almancada, varlıklar erkek, dişi ve yansız olarak ayrıma tabi tutulurlar ve ona uygun ön edat eki alırlar. Ama duvarın neden dişi, masanın neden erkek, pencerenin neden yansız varlık olduğunun mantığı olmadığından ezberlemekten başka çare yoktur. Dolayısıyla, Almancanın ön edatları yüklenmemiş yapay zekâ için, yeni bir varlığı hangi edatla niteleyeceğini kavraması mümkün değildir. Diğer taraftan, İngilizcede “foot” kelimesinin çoğulu “feet”dir. Ama “boot” kelimesinin çoğulu “boots”dur. Bu durumu ezberlemekten başka bir çare yoktur. Gitmek fiili “go”nun geçmiş hali, “went”dir. Yapmak fiili “do”nun geçmiş hali “did”dir. Bu gibi kuralsızlıklar nedeniyle, İngilizcenin sırlarını yapay zekânın çözmesi mümkün değildir. Çünkü sırrın çözülebilmesi için, düzenin ve kuralların hâkim olması gerekir.

Kitabın önsözünde, “yaşamın kendisine şekil vererek hastalıklara çözüm geliştirebilir” denilmektedir. Bu ifadede, yapay zekânın kendisinin yeni bir yaşam yaratacağı anlatılmıyor. Zaten, hastalıklara çözüm geliştirebilmek için, hangi tahlil sonuçlarının hangi hastalıklara neden olduğunun, yani bir düzenin olması ve bu kuralların bilinmesi gerektiği açıktır. Dolayısıyla yukarıdaki ifade ile anlatılan, yapay zekânın, mevcut olan yaşama, bazı dokunuşlarda bulunacağıdır. Takdir edileceği gibi, yaşama dokunuşlar, hem sahip olduğumuz akıl, hem de evrendeki olayların bizim anlayabileceğimiz nitelikte oluşturulmuş olması sayesinde mümkündür. Bu nedenle, yapay zekâ ve onun desteğinde hızlanan biyoteknolojinin, sadece evrendeki olayları kavrama hızımızı artırması beklenir.

Einstein’ın söylediği “Evrendeki en anlaşılmaz şey, anlaşılabilir olmasıdır” sözü yukarıda bahsettiğimiz fikrimizi desteklemektedir. Bu söz, evrenin bir yaratıcı tarafından bizim anlayabileceğimiz şekilde yaratıldığını anlatır. Bizim, evreni anlayabilmemiz de sahip olduğumuz akıl sayesindedir. Sahip olduğumuz aklı bize verenin de, evreni bu şekilde kurallı ve düzenli yaratan Tanrı’dan başkası olması düşünülemez. Dolayısıyla da, hem evreni, hem bizleri, hem de bizim aklımızı yaratan Tanrı’dır. Einstein’ın bu sözü, evrendeki olayları kavrayabileceğimiz gerçeğini ifade etmektedir. Biz insanların yaptığı ve matematik kabiliyeti bizden çok hızlı olan Yapay zekânın, evrenle ilgili bu kavramayı hızlandıracağı açıktır.

Dolayısıyla önsözden, yapay zekânın veya insanın, Tanrı’nın yerini alacağı fikri çıkarılamaz. Belki yazıdaki “yaratmak” sözcüğü yerine “oluşturmak” kelimesi kullanılsaydı, bu yönde bir anlam çıkarmayabilirlerdi.

Sayfa 19: “Modern çağdan önce, belli bazı taş ve mineralleri saymazsak, insan yapımı çoğu eşya, vaktiyle canlı olan şeylerdi. O zamanlardan bu yana dünyaya dâhil olan şeylerin, neredeyse hepsi bizim aracılığımızla dâhil olmuştur.

İnsan dünyasının tamamının, ya canlı sistemlere ya da bizim zekâmıza bağlı olduğunu söylemek abartı olmaz.”

Yazarın yukarıdaki fikirlerinden de anlaşılan o ki; mineralleri, madenleri, kömürleri, petrolü ve mevcut bütün canlıları yaratan, biz değiliz. Yazıda, bizim, mevcut canlılardan fosil yakıtlar oluşturacağımız, sıradan taşlardan değerli madenler elde edeceğimiz gibi iddialar yapılmıyor. Biz insanların, yeryüzünde mevcut olan bu yapıdan daha çok istifade edebilmemiz için, zekâmızı kullandığımız anlatılıyor.

Diğer yandan, sahip olduğumuz ve yapay zekâ yapacak kabiliyetteki zekâmızın nasıl oluştuğu da anlatılmıyor. Zekâmız dışındaki diğer vasıflarımızı nasıl elde ettiğimiz de açıklanmıyor. Dolayısıyla, insanların sahip oldukları özellikleri bize verenin, bizleri yaratan ve yeryüzündeki vekil yöneticisi olmamızı isteyen tek olan Tanrı’mız olduğunun hilâfında bir ifade yok. Bize göre Yüce Yaradan, bize verdiği vekil yöneticilik görevlerini yerine getirebilmemiz için bizi, “Kendi zatının sıfatlarının suretinde hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.” Biz de, bu vasıflarımızı kullandığımız oranda yeryüzünden faydalanıyoruz.

Sayfa 21: “Biz insanları bu kadar üretken becerikli yapan şeyin (zekâmızın) özünü damıtıp bir yazılıma veya bir algoritmaya aktarabilseydik ne olurdu? Bu sorunun cevabını bulduğumuzda, en çözümsüz sorunlarımızla başa çıkmak için hayal bile edemeyeceğimiz güçte araçlara kavuşabiliriz. Önümüzdeki on yılların büyük zorluklarıyla, örneğin iklim değişimi, nüfus ve sürdürülebilir gıda gibi problemlerle başa çıkmamıza yardımcı olabilecek o imkânsız ama olağanüstü araç da burada bulunabilir.”

Bu cümleleri tekrar dikkatlice okuyalım ve irdeleyelim. Yazarın hayal ettiği şey olan, “zekâmızın özünü damıtıp bir yazılıma veya bir algoritmaya aktarabilmemizin” gerçekleştiğini düşünelim. Böyle bir ortamda bile, yapabileceklerimizin bizim zekâmız ile sınırlı olacağı açıktır. Çünkü damıtılan bizim zekâmızdır. Algoritmaya aktarmamız durumunda bile, sadece matematik işlemler ve karşılaştırmalar açısından kazancımız olacaktır. Diğer özellikleri, bizim zekâmızla sınırlı kalacaktır.

Zekâmızın özünü damıtarak bile ulaşabileceğimiz hedef olarak yazarın hayalinin, iklim değişiminin zararları, yaşlanan nüfus ve sürdürülebilir gıda gibi sınırlı sorunlarımızı çözmek olduğu anlaşılıyor. Yani yazarın da hayali, yeryüzünde ve evrende mevcut olan sistemlerden zekâmız sayesinde daha çok istifade edebilmek. Yoksa yeryüzünde ve evrende var olan sabiteleri (örneğin yer çekimi, ışık hızı ve araştırmalarımız sonucunda öğrendiğimiz diğer bilimsel sabitler gibi) ve yaşamın oluşumunu değiştirip kendimizin yeni sabiteler ve yepyeni yaşamlar oluşturmamız değil. Veya yeryüzünde mevcut olan bitki, hayvan ve insandan farklı yapıda yepyeni bir canlı oluşturmak hiç değil. Hattâ, yaşadığımız orman yangınları ve son Los Angeles yangını dikkate alındığında, yapay zekâ veya biyoteknolojinin, yangınları körükleyen rüzgârları önleyebileceğini düşünmemiz mümkün mü? Bu sebeple yazar da, Tanrı’nın bize verdiği imkânlardan daha çok faydalanabilmekten başka bir hayal peşine düşmemiş.

Sayfa 21: “DeepMind’da, önümüze çılgınca bir hedef koymuştuk; Türümüzü eşsiz kılan şeyin, yani zekâmızın bir kopyasını yaratmak.”

Önlerine koydukları ve çılgınca dedikleri, zekâmızın bir kopyasını oluşturmak hedefine ulaşılabilmesi için, önce beynimizin nasıl çalıştığını tam olarak anlamamız gerektiği açıktır. Çünkü beynimiz ile zekâmızın aynı şey olmadığı bilinmektedir. Beynimiz, bizim bilgimizin dışında ve zekâmızla bağlantısız olarak, iç organlarımızı idare etmektedir. Ayrıca, düşüncelerimizin beynimizin işleyişine nasıl tesir ettiğini henüz bilmiyoruz.

Beynimizin nasıl çalıştığının henüz anlaşılmadığı bu ortamda, beynimizin tam kapasitesine ulaşılabilir mi sorusuna, kendilerinin de olumlu cevap veremedikleri anlaşılıyor. Zaten DeepMind’da kendilerinin de önlerine koydukları çılgın hedefin, beynimizi değil, sadece, zekâmızla yapabileceğimiz bazı uygulamaları kopyalamak ve yapay zekâya aktarmak olması da bu fikrimizi destekliyor.

YAŞAM kategorisine gönderildi | YAKLAŞAN DALGA ÜZERİNE 1 için yorumlar kapalı

SEÇİMLERİMİZİN VE GENLERİMİZİN YAŞAMIMIZA ETKİLERİ ÜZERİNE

SEÇİMLERİMİZİN VE GENLERİMİZİN YAŞAMIMIZA ETKİLERİ ÜZERİNE

 

Ben dâhil hepimiz, yaşamımızdaki beğenmediğimiz olumsuz ortamların sebeplerini, başka şeylere yüklemeye yatkınızdır. Eğer Yüce Yaradan’a inanıyorsak, başımıza gelen olumsuzlukların sebepleri olarak, kaderimizi gösterme ihtimalimiz kuvvetlidir. Yani, alın yazımız olarak nitelediğimiz, ama tam olarak açıklayamadığımız kaderimizi suçlamaya çalışırız. Eğer tek olan Tanrı’ya inanmıyorsak, kabahati, egemen güçlerin üzerine atarak kendimizi temize çıkarmayı düşünürüz.

Bu sitede yayınladığımız   “İnsanın Özgürlüğü Üzerine”, “İnsanların Yaşamları Ezelde mi Belirlenmiştir”, “Allah Dilemezse Biz Dileyemeyiz” ve “Kaza ve Kader Üzerine” başlıklı yazılarımızda, insanın kaderinin doğmadan önce belirlenmediği kanaatine varmıştık. Yüce Yaradan nezdinde her insanın aynı olduğunu, bizlerin davranışlarımıza bakarak fiillerini oluşturduğunu, Kur’an’dan örnekler vererek açıklamaya çalışmıştık. Bu yazımızda biraz farklı bir açıdan irdelemeye çalışacağız.

Halk arasında yaygın olan, kendini değil, başka şeyleri suçlama anlayışının geçerlilik derecesi üzerine fikir yürütmeye çalışalım.

Önce, bizim seçimimiz olmayan, ama yaşamımıza etkisi olan unsurlara bir bakalım. Acaba böyle bir durumda bile yapabileceklerimiz var mıdır, irdelemeye başlayalım.

İnsanın kaderinde doğuştan etkili olan en önemli unsurun, genlerimizden gelen özellikler olduğu açıktır. Ebeveynlerimizden bize geçen genler, sadece bazı kabiliyetlerimiz değildir. Hastalıkların da genlerle bize geçtiği bilinmektedir. Ancak, bilim insanlarının söylediklerine göre, ebeveynlerimizden bize geçen genlerimiz, en fazla %35 civarındadır. Dolayısıyla, her kardeşe aynı genler geçmemektedir. Bu sebeple, kardeşler birbirinden farklı yapıda olabilmektedir. Nitekim halk arasında söylenen “beşkardeşin, beşi birbirine benzemez” sözü de bu durumun göstergesi olarak düşünülebilir.

Kardeşlerin birbirlerine benzememelerinin, başka bazı sebepleri daha vardır. Bir nedeni, anne ve babanın, farklı özelliklerdeki genlere sahip olmalarıdır. Bilindiği gibi, bazı genlerin çocuklara aktarımında, kiminde annenin, kiminde ise babanın geni baskındır. Atalarımızdan aktarılan genlerin, bizim sahip olduklarımızın üçte birinden az olması ve anne ya da babadan etkilenmemizin aynı olmaması dolayısıyla, kardeşler arasında farklılıkların görülmesi normaldir.

Ayrıca, doğduktan sonraki çocukluk dönemimizde, sahip olduğumuz vasıfların ne şekilde yoğruldukları da önem arz etmektedir. Bir insanın çocukluğunda içinde yaşadığı ailesinin, aile içi uygulamalarında kardeşler arasında ayrım yaptıklarını düşünmesi, bizim özelliklerimizi etkiler. Benzer şekilde, akrabalarla ve arkadaşlarla ilişkilerimizin, bizim gelişmemizde tesirleri olduğu muhakkaktır. Her çocuğun akraba ve arkadaşlarıyla ilişkileri farklıdır. Kardeşler aynı çevrede yaşasalar bile, aralarındaki samimiyetler ve güvenler farklıdır. Bu fark, bazen yaşadığımız olayların farklı olmasından, bazen onların bize, diğer kardeşlerimizden farklı davranmasından, bazen de bizim seçimimizden kaynaklanır.

Diğer taraftan, isteklerimizin, kendi başımıza mücadele etmek zorunda kaldığımız konuların dozajının, zorluk derecelerinin ve sonuçlarının bizim hayata bakışımız ve karakterimiz üzerinde ciddi etkisinin olacağı aşikârdır. Aldığımız eğitim, öğretmenlerimiz, karşılaştığımız farklı insanlar ve olaylar gibi hususlar da, bizim şekillenmemizde etkilidirler.

Bütün bunlara ilaveten, bizim olaylar sırasındaki duygusal durumumuz, olaylar veya kişilere öfkeyle, kıskançlıkla veya sakin yaklaşmamıza neden olur. Bu farklı davranışımız sırasında, irade ile vicdanımızı hangi yönde kullandığımız da bizim şekillenmemize tesir eder. Bu şekillenmelere rağmen aynı insan, benzer olaylar karşısında duygusal haline bağlı olarak, bazen beklenmeyen bir şekilde farklı davranabilir.

Yaşamımızı etkileyen konulardan, bizim seçimimize bağlı olmayan en önemli etken, genlerle bize taşındığı söylenen hastalıklardır. Bazı önemli hastalıkların genlerle taşındığına kesin inanılmasının sebebi, bazı doktorların, şeker, tansiyon, kalp gibi hastalıklara yakalananlara ilk sordukları sorunun, aile büyüklerinde aynı hastalığı olan olup olmadığıdır. Aile derken, sadece anne ve baba kastedilmemektedir. Dedeler, nineler, büyük halalar, büyük teyzeler gibi geniş sülâlenin fertleri de araştırma kapsamına alınırlar. Vefat etmiş olanlar dâhil geniş sülâlemizi düşündüğümüzde, bu hastalıklara benim sülâlemde yakalanan hiç kimse yok diyebilecek bir sülâle mensubunun olduğunu zannetmiyorum. Yani bu ortam her sülâlede vardır.

Doktorlar böyle davranarak neyi çözmeyi amaçlarlar bilmiyorum. Ama çoğu vefat etmiş, bazıları yaşlanmış ve yaşadıkları hastalıklara neden yakalandıkları hakkında bilgileri olmayan insanları, hastanın gözünde suçlu hale düşürdüklerini fark etmezler. Hâlbuki bu suçlamalar hastanın durumunu da iyileştirmemektedir.  Atilla Hanın söylediği gibi, “Geçmişi kötülemek, geçmişteki olayları değiştirmez, Hunların yararına da olmaz.”

Aslında taşıdığımız bu genler, bizim de mutlaka aynı hastalığa yakalanacağımız anlamına gelmemektedir. Yani sülâle büyüklerimizde ve hattâ ebeveynlerimizde şeker, tansiyon, böbrek yetmezliği gibi bir hastalık varsa, bu bizde de olacak diye kesin bir şey yok. Bu durum, genlerle taşındığını düşündüğümüz hastalığa yatkınlığımız olduğu anlamındadır.

Hastalarını ve hastalıklarını önemseyen tabiplerin bizlere aktardıkları bu bilgi, bizim için önemlidir. Atalarımızın durumlarını bilerek, tedbirli davranmamız gerektiğini bize öğütlemektedir. Yani ebeveynlerimizde şeker vb hastalık varsa, bizde de olabileceğini düşünerek gerekli diyetleri yaparak, hastalığa yakalanmaktan kurtulabiliriz. Atalarımızın da tedbirli olmaları gerektiği açıktır. Biz daha çocuk iken, ebeveynlerimiz kendi hastalıklarının farkına varmış iseler, çocuklarının aynı duruma düşmemeleri için, çocuklarının yaşamlarını olumlu yönde etkileyecek şekilde tedbirleri almakla sorumludurlar. Fakat gerek ebeveynlerimizin, gerek kendimizin aldığımız tedbirlere rağmen, aynı hastalığa bizlerin de yakalanma ihtimalimiz, genlerle taşınmış olsa veya taşınmamış olsa bile, her zaman vardır.

Kendi seçimimiz olmadan, genlerle taşınarak yakalandığımız bir hastalıktan çıkaracağımız başka dersler olduğu muhakkaktır. Alınabilecek bir ders, bizim yaşadığımız bu ortamı çocuklarımızın yaşamaması için, seçimlerimizde daha titiz olmamız gerektiğidir. Öncelikle evleneceğimiz eşimizi seçerken bu gibi hususları da araştırmamız gerektiğini bilmeliyiz. Titizlikle yaptığımız bu seçime rağmen, çocuklarımızı korumak için ne gibi tedbirler almamız gerektiğini araştırmalıyız. Doktorlardan tavsiyeler almalıyız. Sadece elimizden geleni değil, daha iyisini yapmamız gerektiğini unutmamalıyız.

Tedbirli davranışlarımıza rağmen, gerek kendimiz ve gerekse çocuklarımız genlerle taşıdığımız hastalığa yakalanabiliriz. Bu gibi durumlarda, başka insanların ve çocukların, genlerle taşımadıkları halde, aynı hastalığa yakalanabildikleri gerçeğini görmeliyiz. Dolayısıyla, yaşadıklarımıza ve genlerini aldıklarımıza kahretmemeli, hayata küserek başkalarını suçlamamalıyız. Çünkü genlerle taşımadıkları halde aynı hastalığa yakalananlar da, bizimle aynı sıkıntıları çekmektedirler. O insanlarda da, vücutlarının yapısından kaynaklanan veya kendi hatalarının sonucu benzer hastalıklar meydana gelmiş olabilir. Bazı insanların, genleriyle taşınmadığı halde yakalandıkları hastalıkların, bazen bizimkinden daha tehlikeli ve zorlu olduğunu çoğu zaman göremeyiz. Çünkü biz, sadece kendi derdimize odaklanmışızdır. Hâlbuki “beterin beteri var” anlayışıyla moralimizi biraz olsun düzeltirsek, yakalandığımız hastalıktan kurtulmamız veya zararlarını çok azaltmamız ihtimali artacaktır.

Bizim seçimimizin dışında, taşıdığımız genlerle yakalandığımız hastalıklarda bile, gerek bizim seçimlerimiz ve gerekse ruhi yapımız, hastalıklardan kurtulmamıza veya yaşamımızın kalitesinin düşmesine ya da yükselmesine etki etmektedir. Dolayısıyla, hastalandığımız zaman bile, diğer davranış, düşünce ve hareketlerimizdeki seçimlerimizin, yaşamımızdaki tesirlerinin daha önemli olacağı aşikârdır.

Takdir edileceği gibi, kaderimizi, daha başlangıçta Tanrı’nın yazdığını düşünmemiz, Tanrı’nın adaletine inanmadığımız anlamına gelecektir. Ayrıca, Tanrı’nın bize verdiği özgürlüğü, bizim hiçe saydığımız anlamı da çıkar. Bu durumda, kendi seçimlerimizi oluşturmayı düşünmeyeceğimiz için, kaderimize razı olarak, çözümsüzlüğe mahkûm olmamız ihtimali kuvvetlidir. Hâlbuki tek olan Tanrı, bu gibi durumlarda da çözüm üretebilmemiz için insanlara akıl vermiştir.

Eğer Tanrı’ya pek inanmıyor ve başımıza gelen sıkıntıları egemen güçlere bağlayan bir anlayışta isek, yaşamımız boyunca benzer sıkıntıları yaşamak zorunda kalabiliriz. Çünkü bizim, kendi güçsüzlüğümüzü kanıksamamız, bizi ezen egemenlerin, güçlü olarak kalmaları ihtimalini her zaman yükseltir. Eğer, biz durumumuz için ciddi bir çözüm üretemezsek, dirayetsiz davranışlarımız sonrasında, benzer olumsuz şartlara mahkûm olmamız ihtimali artacaktır.

Konuya bir de egemen dediğimiz güçler açısından bakalım. Yönetici konumda veya çok zengin olan egemenlerin, az bir kısmı hariç, Tanrı’ya gerçek anlamda inanıyor olmaları ihtimali düşüktür. Tanrı’ya inanan zenginler bile, kendi hatalarını kabul etmek yerine, suçu, yönettiği insanlara veya rakiplerine atmayı tercih edebilirler. Tanrı inancı güçlü olmayanlar veya hiç inanmayanlar da, kabahati, yönettiklerine ve maddi gücü zayıf olanlara atmaya meyillidirler. Her iki anlayıştaki egemenler; insanların (halkın) tembel olduğu, üretmeden tüketmeye çalıştıkları, zenginlere düşman oldukları, söğüt gölgesinde yatarken para kazanmak istedikleri gibi şeyleri düşünürler. Yani egemenlere göre de suçlu, kendileri dışındaki odaklardır. Onlar da böyle düşününce, üretebilecekleri ortak ve dengeli çözümler sınırlı kalmaktadır. Doğru dürüst çözüm üretemeyince yapabilecekleri şeyler; yalan söylemek, başkalarını küçük görmek, sadece kendi menfaatlerine odaklanmak, insanları (aslında kendilerini) kandırmak gibi hususlar olmaktadır. Dolayısıyla egemenler (zengin veya tepe yöneticisi), yönettikleri kişilerle konuşurken, onları insan olarak görmeyebilirler. İnsanlarla değil de, sanki onların taştan yapılmış büstleri ile konuşuyormuş gibi hissetmek şeklinde garip düşüncelere kapılabilirler.

Yukarıda çok kısa olarak aktardıklarımızdan anlaşılan o ki, başkalarını suçlamamız ve başkalarının seçimlerine bağlı yaşamamız bizi mutlu etmediği gibi, bir çözüme ulaşmamızı da engellemektedir. Yani işlediğimiz hatanın suçunu başka yerlerde arama seçimimiz, aslında kendimizi kandırmak olmaktadır. Sonuçta da, kendi yaşamımızı, yine kendimiz olumsuz yönde etkilemeye devam ettiğimiz anlamına gelmektedir.

Başına gelen sıkıntıların sebeplerini, dış güçlere, yani, Tanrı’nın yazdığını düşündüğü kaderine veya egemen güçlere yahut da yönetilenlerin tembelliği ile üretmeden tüketme isteklerine bağlayarak, hep kendimizden başka unsurları suçlamakla varabileceğimiz olumlu bir yer yoktur. Bu gerçeği ne kadar çabuk anlarsak, o kadar erken mutluluğa doğru yol almaya başlarız.

Dolayısıyla, yaptığımız seçimlerimizin, genlerimizle karşılaştırıldığında, yaşamımız üzerinde çok daha etkili olduğunu anlayabilmemiz için, saçlarımıza ak düşmesini beklememeliyiz. Fakat ak düştükten sonra bile hatamızı anlarsak, geç kaldık diye düşünmeyelim. Ne kadar olduğunu bilmediğimiz kalan ömrümüzün huzurlu geçmesi için, seçimlerimize dikkat edelim, genlerimizi veya başka şeyleri suçlamayalım. Hayatımızın huzurlu olup olmamasının, kendimize daha çok bağlı olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım.

Bazı insanlar hem maddeten hem ruhen güçsüz olabilirler. Gerek zalimlerle mücadele edecek güçleri gerekse maddi imkânları yetersizdir. Bu sebeple kendi gayretleriyle huzur bulamazlar. Bunları korumak ve onların huzur içerisinde yaşayacakları bir ortam oluşturmak, güçlülerin sorumluluğundadır.

Unutmamamız gereken bir başka husus da, bu dünyadaki yaşamımızın imtihan olduğudur. Yani her insan sıkıntı çeker. En çok sıkıntı çekenler de, Yüce Yaradan’ın peygamberleri olmuştur.

Dolayısıyla, sıkıntıya düşünce “niye ben” diye sormak yanlıştır. Zaten, güzel günlerinde “niye ben” diye sormayanın, sıkıntılı günlerde bu soruyu sorması anlamsızdır.

Anlamlı olan, seçimlerimizin genlerimizden daha etkili olduğunu görerek, “nasıl çözerim, nasıl atlatırım, nasıl sabrederim, insanlara nasıl faydalı olurum, nasıl mutlu olurum” şeklindeki sorularla huzur bulmaya gayret etmektir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | SEÇİMLERİMİZİN VE GENLERİMİZİN YAŞAMIMIZA ETKİLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KADINLARIN ÇALIŞMALARI ÜZERİNE

KADINLARIN ÇALIŞMALARININ GÖRÜNMEYEN YÖNLERİ ÜZERİNE   

 

Bu makalemizde, iş hayatında çalışan kadınlarımızın durumunu irdelemeye çalışacağız. Ancak, yaşadığım çocukluk döneminde evde çalışan annelerimizin günlük hayatından bir kesit sunmak istiyorum. Ben kasabada doğdum. Ama köylerdeki yaşam da, kasabaya benzerdi ve daha zorlu idi. Günümüz dünyasında halen benim anlatacaklarıma benzer veya daha zor şartlarda yaşayan yüz milyonlarca insan var.

Evimizin bütün duvarları kerpiçtendi. Sadece oturduğumuz iki odanın penceresi vardı. Evin, oda dışındaki bölümleri, damdan ve sokaktan gelen toz içerisindeydi. Evde çeşme yoktu. Ama biz yine de şanslı idik. Çünkü evimizde kuyu suyunu çıkarmak için tulumba vardı.

Evde küçük çaplı bir ahır ve birkaç büyükbaş hayvan vardı. Birçok evde küçükbaş hayvan da vardı. Buzdolabı diye bir şey bilinmezdi. Sabun çok kıymetli idi ve el yıkamada kullanılırdı. Çamaşırlar kil ve kül ile yıkanırdı. Yemekler odun ateşiyle tandır şeklindeki ocaklarda pişerdi. Günümüzde iptidai olarak görülen gazocağı çıktığında hanımlar bayram etmişlerdi. Evlerde elektrik yoktu.

Yukarıda saydığımız ve saymadığımız diğer müşkül şartlarda annelerimizin günlük yaşamları kısaca şu minvalde idi. Bilhassa kışın sabah namazdan sonra yatılmazdı. Ahırdaki hayvanların, her mahallede belli bir yerde toplanan hayvanların arasına katılması için götürülmesi işini anneler yapardı. Çocuklar 10 yaşına geldiğinde görev çocuklara geçerdi. Sabah çorbasını anneler hazırlardı. Evlerde erkeğin anne babasıyla birlikte oturulurdu. Dolayısıyla onlar da kahvaltı ve yemek gibi hizmetleri evin gelininden beklerlerdi. Yemekler günlük yapılmalıydı. Çamaşırlar elde ve odun ateşinde ısıtılarak yapılmalıydı. Evin süpürülmesi, misafir gelecekse özenle temizlenmesi, misafir için hamur işi ikramlıklar yapılması, annelerin göreviydi. Suların kuyudan çekilmesi yukarı eve taşınması ve çocuklar 8-10 yaşına gelene kadar, banyo yaptırılması annelerdeydi. Büyükbaş hayvanların ahırının temizlenmesi, hayvanların sütlerinin sağılması, yemlerinin verilmesi annelerin işleri arasındaydı.

Ramazan aylarında sahura iki saat erken kalkıp, yemeklerin hazırlanması, annelerin baş görevlerindendi. Kışlık yiyeceklerin kurutulması, turşuların yapılması annelere emanet idi. Etlerin evdeki mekanik kıyma makinesi ile çekilip, etin kendi yağıyla kavrularak kışa hazır edilmesi, anneleri beklerdi. Tarla veya bahçe varsa, oralardaki işlere yardım etmek veya oralarda çalışanlara yemek hazırlamak annelerin göreviydi. Fırınlardan ekmek alınmaz, evlerde 4-5 kadın birleşerek kışlık yufkaları hazırlardı. Dolayısıyla bir kadın 5 evin yufka hazırlanmasına yardım için çalışmak durumundaydı. Annelerimizin bunca işleri arasında en az ilgilendikleri çocuklarıydı. 8-10 yaşına gelmiş çocuklar, ailenin hayatına ortak olmaya, yani sorumluluk yüklenmeye başlarlardı.

Yukarıda saydığımız ve sayamadığımız bütün bu zorlu işlerin hiçbirisi, ekonomi göstergelerinde bahsedilmezdi. GSYİH hesabına katılmazdı. Bütün bunları dışarıdan birisine para ödeyerek yaptırmaya çalışsak ne kadar ödememiz gerekirdi siz karar verin.

Günümüzde, kadınların bir bölümü, iş hayatında çalışmaya başladı. Eğer resmi olarak çalışıyorlar ve resmi kayıtlı bir maaş alıyorlarsa, bu maaşları sayesinde GSYİH hesabına girmeye başladılar. Ama hem işlerinde gayri resmi konumda çalıştırılanların (evlerde temizlik işlerinde, tarım işçisi olarak veya bir işte sigorta yapılmadan çalışanlar), hem de bir başka işte resmi çalışanlar da dâhil, bütün hanımların kendi evlerinde yaptığı çalışmalar, GSYİH hesabına girmemektedir.

Hâlbuki gündüz işte çalışan kadınlar, akşamları evlerinde de ev işlerinde çalışıyorlar. Elektrik, buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinesi gibi kolaylıklar olsa da, bunları çalıştıranlar çoğunlukla bayanlarımız. Yemekleri yapanlar ise genelde bayanlarımız.

Çocuklarıyla ilgilenenler, yine kadınlar. Yapılan araştırmalara göre, günümüzde ABD, Avrupa, Türkiye gibi ülkelerde, çalışan anneler, çocuklarıyla, 1970’lerin ev kadını annelerinden daha çok vakit geçiriyorlar. Çocuklar, gündüz kreşte, okulda veya büyükannelerin yanlarında olduklarından, annelerini özlüyorlar. Dolayısıyla akşamları annelerini kendileriyle ilgilenmeye zorluyorlar. Kadınların, hem ücretli bir işte çalıştıklarını, hem de evde ücretsiz olarak çalıştıklarını hesaba katarsak, çalışan kadınların, erkeklerden biraz daha fazla çalıştıklarını söylemek yanlış olmaz. Bu gerçeği gören erkeklerin bir kısmı, ev işlerinde hanımlarına yardımcı olmaya çalışmaktadırlar.

Günümüzde ailelerin yapısı, “çocukşahi” olarak görülüyor. Dolayısıyla, anneler çocuklarıyla1970’lerden daha çok ilgileniyorlar. Günümüzdeki çalışan kadınlar, çocuklarının, eğitimleri dâhil, her şeyleri ile ilgilenmek istiyorlar. Çocukların maddi geleceklerini iyileştirebilmek için her fedakârlığı gösteriyorlar. Geçmiş yaşamları fakirlik içerisinde geçmiş ve halen yeterli kazançları olmayanlar bile, “ben çektim, çocuğum çekmesin” diye kendilerinden fedakârlık ediyorlar. Gerçekleştirmesi çok zor olan bu ortamı, çok sayıda çocuğa sağlayamayacaklarını, çok çocukla yeterince ilgilenemeyeceklerini düşündüklerinden, çocuk sayılarını az tut maya çalışıyorlar. İkiden fazla çocukla ilgilenmek, kadınlar için çok büyük bir olay oluyor.

Avrupa, Kuzey Amerika ve Uzakdoğu Asya’daki ülkelerde yapılan araştırmalara göre, müdür konumunda veya profesyonel olarak nitelenen işlerde çalışanların halleri çok daha zorludur. Bu pozisyondakilerin, çalışma saatleri esnektir. Bunlar, modern teknolojinin zorlamasıyla, haftada seksen ve hattâ doksan saat çalışıyor konuma düşüyorlar. Çünkü araştırmalar sonucunda, iletişim teknolojisi sayesinde işi gözetim atında tutup, kendilerini erişilebilir kalmak mecburiyetinde gördükleri anlaşılmıştır. Akıllı telefonlar bile, üst görevlerde çalışanların, evde iken dâhi çalışmalarına sebep olmaktadır.

Bundan bir asır önceki düşünürlerin birçoğu, sanayi teknolojisindeki gelişmelere bakarak, bizim yaşadığımız bugünlerde, insanların çalışma saatlerinin çok azalacağını söylemişlerdir. Hattâ insanların can sıkıntısından, ne yapacaklarını şaşıracaklarını savunmuşlar ve bu duruma düşeceklere, kendilerince bazı tavsiyelerde bulunmuşlardır.

Günümüzde ise psikologlar ve psikiyatristler, insanların can sıkıntılarını önlemek için çalışmıyorlar. Aksine, çok çalışmanın da tetiklediği, stres denilen salgını önlemek için fikir üretiyorlar. Stres denilen salgın, çalışan kadınları daha çok etkiliyor. Çünkü bunca çalışmaya rağmen, gelecek kaygısı ve belirsizlik, kadınlara daha çok tesir ediyor. Eşlerinin, ev işlerinde kendilerine yeterince yardımcı olmadığını düşünen kadınlar, boşanmaya daha çok meyilli oluyorlar. Eğer çocukları varsa, her boşanma ve sonrasında yapacakları yeni bir evlilik, kadınlardaki gerilimi daha çok artırıyor.

Günümüzde Yapay Zekâ ve Biyoteknoloji alanlarında çok hızlı ilerlemeler var. Ancak bu gelişmelerin, kadınların üzerindeki yükü şimdikinden daha çok alacaklarını söylemek için henüz erken.

Bilhassa aile bağlarının henüz tam kopmadığı ülkelerde kadınların hayatını zorlaştıran bir başka husus daha var. Kadınlar, eğer anne ve babaları hayatta ise, kendi küçük ailelerinin dışında, yaşlı ebeveynleri ile de ilgilenmek zorundalar. Bazen bu ilgilenme, bilhassa dışarı işinde çalışan kadınlar için, başlı başına ayrı bir zorluk oluşturmaktadır.

Bayanlarımızın hayatlarının daha huzurlu olmasını sağlamak için, konuya iki yönden yaklaşmakta fayda var.

Birincisi, eşlerin birbirlerine yardımcı olmaları hususudur. Kur’an’da Tevbe Suresi 9/71: “Erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerinin dostları ve velileridirler…” Ayette, sadece evli çiftler değil, bütün erkek ve kadınlar kastediliyor. Ama evli çiftler bu hususta daha dikkatli olmadırlar. Evli çiftlerde, kadınların, eşlerine karşı yapacakları güzel davranışlar ve tatlı sözlerin, erkeklerin, hanımlarına gönülden yardımcı olmalarına vesile olacağı açıktır. Ayete göre, evli olmasalar bile, erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerine yardımcı olmak, birbirlerinin zorluklarını ve mutluluklarını paylaşmakla yükümlüdürler. Ancak, Nisa Suresi 4/19uncu ayete göre, açık bir hayâsızlıkla karşılaşanlar için, birbirlerine karşı zorunlulukları yoktur.

İkincisi, toplumun en üst organizasyonu olan devletin bu konuya ciddiyetle eğilmesidir. Konu, psikologlar ve sosyologlar tarafından ayrıntılarıyla irdelenmelidir. Bilhassa dışarı işinde çalışan kadınların yıllık izinlerinin, çalışma saatlerinin farklı olması gibi hususlar dâhil, masaya yatırılmalıdır. Karar alınırken, hem işverenler hem de bayanlar tarafından yapılabilecek istismarları azaltacak şekilde yeni uygulamalara ihtiyaç olduğunu görmek gerekir.

Evde çalışan kadınlarımızın ihtiyacı olan danışmanlık kurumları hem belediyelerde hem de devlette oluşturulmalıdır. Böylece aile içi sorunların büyümeden çözülmesine çalışılmalıdır, Yaşlı ebeveynleri olan kadınlarına daha fazla maddi ve manevi haklar tanınmalıdır. Ayrıca yaşlı ebeveynlerin bakımlarının yapılmasında devlet ve belediyeler daha çok rol almalıdır.

Günümüzde ülkelerin çoğunda, çalışan kadınlarla ilgili en çok suçlama, zina konusunda yapılmaktadır. Kur’an, namuslu kadınlarını zina yapmakla suçlayarak kendini kurtarmak isteyen erkeklerin bu davranışlarını önlemeye çalışmıştır. Ayrıca, Kur’an’a göre, zina yapmak sadece kadın için değil, erkek için de suçtur. Bu konularla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Zinanın Zararları”, “Aile Birliğinin Düşük Maliyeti”, “Nisa Suresinin Başlangıç Ayetleri” gibi makalelerimizde ayrıca bilgi verildiğinden burada bahsetmedik.

Maalesef, Yüce Yaradan’a olan kalbi inanç zayıfladıkça, kanunların kadınları koruması yeterince sağlıklı işlememektedir. Kolluk kuvvetleri, çoğunlukla, olay olmadan müdahale edememektedir. Asıl olan kötü olayların sayılarını azaltabilmektir. Bunun için de olaydan önce çözüm üretilmesi gerekir. Yoksa genellikle çalışan kadınlar, bir taraftan yaşamlarını idame ettirme mücadelesi verirken, diğer yandan ölüm korkusuyla yaşamaktadırlar.

Unutmayalım ki, kadınları huzurlu ve mutlu olmayan ailelerin huzur bulmaları, çocuklarını güzel yetiştirmeleri çok zordur ve şansa bağlıdır. Aynı şekilde, kadınları mutsuz olan toplumların huzur bulmaları ihtimali de, çok zayıftır. Kadınları ailenin geçimine katkıda bulunmayan toplumlar da, maddeten zayıf kalmaya mahkûmdur.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KADINLARIN ÇALIŞMALARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

YENİ YIL MESAJI

2024’TEN DAHA AZ ÜZÜLECEĞİMİZ, DAHA ÇOK SEVİNECEĞİMİZ, DAHA AZ İNCİNECEĞİMİZ , DAHA AZ İNSANI KIRACAĞIMIZ, DAHA FAZLA İÇ HUZURUNU VE MUTLUĞUNU YAKALAYABİLECEĞİMİZ, ÖZELLİKLE DE MİLLETİMİZE VE İNSANLIĞA DAHA ÇOK FAYDAMIZIN OLMASI İÇİN GAYRET SARF EDECEĞİMİZ BİR YIL OLMASI DİLEĞİYLE YENİ YILINIZI KUTLARIM.

Genel kategorisine gönderildi | YENİ YIL MESAJI için yorumlar kapalı

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 5

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 5

 

Nasreddin Hoca ile ilgili hikâyemize, Tatar Türkleri arasında anlatılan kısa bir hikâye ile devam edelim.

HİKÂYE: BEN DE ATLI OLURUM

Nasrettin Hoca sokakta giderken bir nal görmüş. Hemen eğilip nalı alırken sevinerek şöyle demiş:

— İşte bu iyi oldu, artık geriye üç nal ile bir at bulmak kaldı; ondan sonra ata binip giderim.

YORUM:

Hoca, çoğu zaman olduğu gibi, bu kısa fıkrasındaki sözleriyle insanlara birkaç açıdan öğüt vermeye çalışıyor.

Birinci olarak, bizlerden bulduğumuza sevinmemizi istiyor. Çoğu insanın ilgilenmeden veya görmeden gideceği basit bir metal parçasına dikkat ediyor. At sahibi insanların bile çoğunun eğilip almaya tenezzül etmeyeceği nalı, kendisinin bir atı bile olmadığı halde, hemen eğilip alıyor. Yani, “bir, sıfırdan iyidir” diyor.

İkinci olarak çıkarabileceğimiz bir dersin, elimizdekilerin değerini kavramaya çalışarak, mutlu olmasını bilmemizi istediği olduğu kanaatindeyim. İnsanların çoğunun mutsuz olmalarının temelinde, elindekileri, sahip olmadıklarından daha değersiz bulması yatmaktadır.

Üçüncü olarak çıkarabileceğimiz ders; daha güzele kavuşmak için umudunu hiçbir zaman kaybetmemektir. Yerde bulduğu bir nal, Hocanın mutlu olmasına yetiyor. Ama aynı zamanda, geleceğe yönelik olarak hayal kurarak mutluluğunun devam etmesini sağlıyor. Eğer Hoca böyle bir hayal kurmasaydı, bulduğu nal ile mutlu olmakla yetinecekti, fakat mutluluğunun etkisi pek olmayacaktı. Hoca, gelecekle ilgili olumlu hayal kurarak, yaşayacağı mutluluğunun daha uzun süreli olabilmesi için, ortam hazırlıyor.

Dördüncü olarak, Hocanın mutluluğunun süresini uzatacak bu ortamı, başkası değil, kendisi hazırlıyor olmasıyla, bize, mutluluğu başka yarda aramamamız gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Mutluluğu kendimizin oluşturacağımızı ve süresini de kendimizin ayarlayabileceğimizi vurguluyor.

Bu sitede yayınladığımız yazılarımızda, düşüncelerin ve hayallerin de bir nevi dua olduğunu aktarmıştık. Hoca, muhtemelen, kalpten gelen bir duyguyla güzel bir hayal kurarak, Yüce Yaradan’a, talebini ifade etmiş olmanın sevincini de yaşıyor

HİKÂYE: BU KEZ SÖZÜNÜ TUTMUŞ

Nasrettin Hoca çocukken, babası ona ne derse hep tersini yaparmış. Babası onun bu huyunu bildiğinden, ne yapmasını isterse, tersini söylermiş.

Bir gün, değirmenden eşeklere un yükleyip eve dönerlerken bir çaydan geçiyorlarmış. Babası bakmış, Hoca’nın önündeki eşeğin iki yanındaki çuvaldan sağ tarafındaki aşağıya doğru biraz kaymış. Düşmesin diye oğluna seslenirken yine tersini söylemiş.

_ Oğlum, sol taraftaki çuval biraz kaymış, sağ taraftakini çekiver de dengelensin, demiş.

Hoca aceleyle düşünmüş. Babamın dediğinin hep tersini yaptım. Ama şimdi kritik bir durum var. Şakanın yeri değil, demiş ve hızla babasının dediğini yapmış.

Unlar da suya dökülmüş.

YORUM:

Bu fıkrada verilen ilk mesaj, hayatın bir oyun olmadığını göstermektir. Hayatı bir oyun olarak görenlerin, bir gün, elindekileri kaybetme ihtimallerinin yüksek olduğunu hikâyenin sonundan anlıyoruz.

Verildiğini düşündüğüm bir başka mesajın, nesiller arasında bir iletişim sorunu olduğunu, nesillerin, birbirlerini anlamamakta diretildiğini gözler önüne sermek olduğu kanaatindeyim. İnsanlığın belgelendirilmiş tarihi boyunca, nesiller arasında iletişim aksaklığının olduğunu net bir şekilde görmekteyiz.

Hikâyede, Hocanın babasının çocuklarını eğitirken yaptığı yanlış ortaya konuluyor. Çocuklarla konuşurken, her zaman doğruları ve gerçekleri söylemek gerektiğinin önemini vurguluyor. Nitekim babası, çocuğuna doğruları söylemeyip, yapmasını istediği şeylerin tersini yapmasını söylemesinin sonucunun pahalıya malolması, babasının, çocuğunu yetiştirirken yaptığının yanlış olduğunu gösteriyor.

Aynı zamanda, çocuklara şaka yaparken çok dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Ayrıca çocukların, bizim istediğimizin tersini yaptığında, “şaka yapmış” gibi bir tavır takınmaları halinde, bunun yanlışlığının anlatılmasının gerekliliğini açıklamaya çalışıyor.

Günümüzde, çocuk yetiştirirken aynen karşılaştığımız bu sorunlar, daha ciddi olarak ele alınmaktadır. Nasreddin Hoca’nın hem bu sorunları hem de nesiller arasındaki anlaşmazlıkları aktarış şekli, Hoca’nın fıkralarının günümüz ifadesiyle hem psikolog, hem de sosyolog gibi görev yaptığını gösteriyor.

HİKÂYE: EŞEK (AHMAK) BİLİR DE…

Çocukluğunda bir gün Hoca, sokakta oynarken bir altın bulmuş. Başlamış onunla oynamaya. Bunu gören yoldan geçen bir adam hemen Hoca’nın yanına gelmiş.

_ Gel oğul! Demiş. Ben sana bir akçe vereyim. Bu kızıl mangırı (parçayı) sen bana ver.

Küçük Hoca;

_ Ben akçe istemem, demiş. Ama bir eşek gibi anırırsan bu mangırı sana veririm…

Adam başlamış anırmaya. Kendisine altının verilmesini bekleyen adama dönen küçük Hoca;

_ Ya adam! Demiş. Senin gibi bir eşek (halk arasındaki anlayışa göre, ahmak) bile bunun altın olduğunu biliyor da ben onun altın olduğunu niye bilmeyeyim.

YORUM:

Bu fıkrada; kendilerini açıkgöz (akıllı), başkalarını enayi (akılsız) zannederek davrananlara güzel bir ders verilmek istenilmiş.

Kimseyi küçümsememek gerektiği anlatılmaya çalışılmış. Nitekim Allah, insanlara genel anlamda eşit davrandığını, her insanı bir özelliği açısından çevresindekilerden daha üstün kıldığını, bize kutsal kitaplarında aktarmış. Dolayısıyla, insanlara tepeden bakmamamız gerektiğini vurgulamış. Bu durumun geçerliliği, yani bir insanın görünüşüne ve fiziki sorunlarına bakarak karar vermenin yanlışlığı, John Stephen Hawkings, Franklin Rosewelt gibi tanınmış insanlar incelendiğinde net bir şekilde anlaşılır.

Ayrıca Hoca, kendilerini akıllı, başkalarını saf bir ahmak görenlerin, aslında kendilerinin nasıl zavallı duruma düşebileceklerini de göstermiş. Böylece, asıl enayilerin, kendilerini açıkgöz ve akıllı zannedenler olduğunu vurgulamış.

YAŞAM kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİ 5 için yorumlar kapalı

MİTOLOJİLERİN DÜŞÜNCELERE ETKİLERİ ÜZERİNE 2

MİTOLOJİLERİN DÜŞÜNCELERE ETKİLERİ ÜZERİNE 2

 

Bu bölümde, Kızılderilileri irdelemeye çalışacağız. Aşağıda vereceğimiz Kızılderili Mitolojisini, Adam John’un “Kızılderililer Tarihi ve Felsefesi” adlı eserinden aldık. Önceki makalemizdeki Antik Helen ile ilgili bilgileri de tek kitaptan vermiştik. Aşağıdaki Kızılderililerle alâkalı bilgileri de, yine tek kitaptan verdik. Bunun nedeni, bu konularla ilgili olarak diğer okuduklarımızla genel olarak örtüşmesidir. Dolayısıyla gereğinden fazla bilgilerle makaleyi uzatıp kafaları boş yere yormak istemedik.

Kızılderililer, Yüce Ruh’un, Kendisini, tabiattaki eserleriyle insanlara tanıttığına inanırlar. Yüce Ruh ile ilgili olarak Cheyennelerden alınan bir hikâye şöyledir:

“Başlangıçta hiçbir şey yokmuş ve Büyük Ruh Maheo boşlukta yaşıyormuş. Hiçbir şeyliğin içinde yapayalnız, yalnızca bir Maheo varmış. Gücünün büyüklüğü sayesinde Maheo, yalnız değilmiş. Onun varlığı bir evrenmiş. Fakat hiçbir şeyliğin sonsuz zamanı boyunca hareket ederken, Maheo gücünü kullanması gerektiğini sezmiş. “Güç’ün ne yararı var?” diye sormuş Maheo kendi kendine, bir dünya ile içinde yaşayan canlıları yaratmak için kullanmayacak olduktan sonra?

Maheo, Güç’üyle göle benzeyen ama tuzlu olan büyük bir su yaratmış. Bugüne kadar süregelmiş bütün yaşamı, bu tuzlu sudan çıkarabileceğini Maheo biliyormuş.”

Kızılderili Mitolojisindeki yaratılış anlatımı biraz uzun olduğundan buraya almayacağız. Ama mitolojiye göre, sudan sonra suda yaşayan balıkları yaratmış. Sonra kuşları ve diğer canlıları yaratmış. Onlar için gökyüzünü ve dinlenebilecekleri toprağı yaratmış. Toprağın kadın gibi verimli ve bereketli olmasını istemiş. Çiçekler, bitkiler ağaçlar oluşmuş.

“Maheo, Toprak Kadın’a bakmış ve onun çok güzel olduğunu, Kendisinin şimdiye kadar yarattığı şeylerin en güzeli olduğunu düşünmüş. ‘O yalnız kalmamalı’ diye düşünmüş Maheo. ‘Ona Kendimden bir şey vereyim de böylelikle, onun yanında olduğumu ve kendisini sevdiğimi bilsin.’ Maheo’nun eli sağ tarafına uzanmış ve bir kaburga kemiği çıkarmış. Kemiğin üzerine nefes vererek Toprak Kadın’ın bağrına yavaşça yatırmış. Kemik canlanmış, kımıldamış, dikilmiş ve yürümüş, yaratılan ilk adam olmuş. ‘Bir zamanlar Benim, boşlukta yapayalnız olduğum gibi, o da, Toprak Büyükanne de yapayalnız’ demiş Maheo. ‘Yalnız olmak hiç kimse için iyi bir şey değil.’ Bu nedenle sol kaburga kemiğinden bir insan kadın yapmış ve adamın yanına yerleştirmiş. Böylece Toprak Büyükanne’nin üzerinde, Büyükanne’nin ve Maheo’nun çocukları iki kişi oluşmuş.

Maheo hâlâ bizimle birlikte, bütün canlılarını ve yaratmış olduğu bütün evreni gözetleyerek her yerde bulunmaktadır. Maheo, iyilik ve bütün yaşamdır. O Tanrı’dır, koruyucu ve öğreticidir. Hepimiz bu dünyada Maheo’nun sayesinde bulunmaktayız.”

Kızılderililer, yaşamı, doğum-ölüm-yeniden doğumdan oluşan bir çember olarak görürler, bütün hayatın bir çember etrafında döndüğünü düşünürlerdi. Bu çembere saygı duyarlar ve onu hatırlamak için günlük hayatlarında sık sık ona başvururlardı. Kamplarını da çadırları gibi, çember şeklinde kurarlardı. Toplantılarında, herkes, eşit haklara sahip eşit insanlar olarak çember oluşturarak otururlardı.

Antik Helen Mitolojisinin halkın yaşamına etkisini anlamak için ünlü düşünürlerinin de onayladığı yaşamlarına bakmıştık. Kızılderililerin inanışlarıyla ilgili anlatılan bu efsanelerin, hayatlarına da yansıyıp yansımadığını anlamak için, atasözlerine ve vecizelerine bakalım.

Kızılderili Reisi Seattle’ın zamanın Amerika Başkanı Pierce’e 1854 yılında yazdığı mektuptan kısa bir aktarımla başlayalım.

“Kanunları olmayan insanlardık biz. Ama her şeyin yaratıcısı ve yöneticisi olan Yüce Ruh’la iyi geçiniyorduk. Biz, Yüce Ruh’un eserlerini her şeyde gördük: Güneşte, ayda, ağaçlarda, rüzgârlarda ve dağlarda. Bazen bunlar aracılığıyla ona yaklaşırdık.

Anlayamıyorum. Bizim yolumuz, sizinkinden farklı. Her ne kadar Şef Seattle, Washington’daki Büyük Şef’e güvense de, o, güneşin veya mevsimlerin dönüşü gibi davranacak. Bir zaman gelecek ve o zaman halkım, rüzgârın denizi buruşturarak, deniz kabuklarıyla zemini kapladığı gibi örtülecek.

Ölüm mü dedin? Ölüm yoktur. Sadece dünyaların değişimi vardır.”

Kızılderililerin sözlü yasaları ve atasözlerinden örnekler de şöyle:

Dua etmek için güneşle birlikte kalk. Tek başına dua et, sık sık dua et. Büyük Ruh dinler, eğer sen sadece konuşursan.

Yollarında kaybolmuş olanlara karşı anlayışlı ol. Cehalet, kibir, öfke, kıskançlık ve açgözlülük, kayıp bir ruhtan kaynaklanır. Rehberlik bulmaları için dua et.

Başkalarına karşı asla kötü konuşma. Evrene bıraktığın negatif enerji, sana katlanmış olarak geri döner.

Başkalarının kalplerini incitmekten kaçın. Verdiğin acının zehri sana geri döner.

Her zaman dürüst ol. Kendi eylemlerinin sorumluluğunu üzerine al.

Yeryüzü üzerindeki her şeye saygılı ol. İster insan, ister bitki olsun. Yeryüzüne iyi davranın. O atalarınızdan kalmadı, onu çocuklarınızdan ödünç aldınız.

Bütün kuşlara yuva yapmayı Yaratıcı öğretti, ama yine de her yuva birbirinden farklıdır.

Arkamda yürüme, ben öncün olmayabilirim. Önümde yürüme, takipçin olmayabilirim. Yanımda yürü, böylece ikimiz eşit oluruz.

Ben insanları renklerine göre ayırmayı öğrenmedim. Bana, insanların, Büyük Ruh’un bahçesindeki çiçekler olduğu öğretildi. Hepimiz aynı kökü paylaşıyoruz, o kök, Toprak Ana’dır.

Başkalarının dini inançlarına saygı göster. Kendi inancını başkalarına kabul ettirmeye çalışma.

Bizim halkımız ile beyazlar arasındaki en büyük fark, alçakgönüllülüktür. Bizim insanımız, ne kadar yükselirse yükselsin, ne kadar ileriye giderse gitsin, bilir ki, Yaratıcının ve evrenin önünde bir kum tanesidir.

Yüce Ruh, bizi bilmediğimiz şeyler için cezalandırmayacaktır.

Yağmur, iyilerin de üzerine yağar, kötülerin de…

Siyu Kabilesinin, Ayakta Duran Ayı lakaplı Kızılderili şefin sözü ile konuyu noktalayalım:

“Çadırının içinde oturmuş, hayatı ve manâsını düşünen, bütün yaratıklarla akrabalığını kabul eden ve kâinatın tek bir şey olduğunu anlamış adam, iddia ederim ki, medeniyetin özünü kavramıştır.”

Görülen o ki, Kızılderili şefi, medeniyet kavramının gerçek özünü çok güzel özümsemiş. Antik Helen Mitolojisini ve Kızılderililerin efsanelerini karşılaştırınca, tarafların kurdukları medeniyetlerin gerçek yüzleri daha iyi anlaşılıyor.

Bu noktada söylenebilecek şey şudur. Yeryüzünün yaşanabilir ve insanlığın geleceğinin güzel olabilmesi, Kızılderililerin ve benzer anlayıştakilerin mitolojilerine ve hayata yansıttıkları yorumlarına dönülmesiyle mümkündür.

Aksi takdirde, Beyaz Adamın çoğunda görülen, her şeye sahip olma ve sadece menfaatleri doğrultusunda hareket etme hırsı, sonunda yeryüzünü ve bütün insanlığı yok edebilir. Diğer bir anlatımla, Kızılderili Reisi Seattle’ın ABD Başkanına yazdığı mektuptaki, “(Beyaz Adam) Yatağını kirletmeye devam edecek ve sen bir gece kendi çöplüğünün içinde boğulacaksın.” sözü gerçekleşebilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | MİTOLOJİLERİN DÜŞÜNCELERE ETKİLERİ ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı

MİTOLOJİLERİN DÜŞÜNCELERE ETKİLERİ ÜZERİNE 1

MİTOLOJİLERİN DÜŞÜNCELERE ETKİLERİ ÜZERİNE 1

 

Dünyada çok fazla sayıda mitolojinin olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla hepsini ele almamız mümkün olmadığından birbirinden farklı iki örnekle yetineceğiz. Biri, Batı Medeniyetini derinden etkileyen Antik Helen Mitolojisi, diğeri Kızılderili Mitolojisidir.

Batı Medeniyetinin, Antik Helen anlayışıyla ciddi benzerlikleri olduğu açıktır. Diğer yandan, son bin yılda Batı Medeniyetinin haricindeki en önemli medeniyet olan Türk Medeniyetinin temelindeki anlayış, Kızılderililerle örtüştüğü için, ayrıca ele almaya gerek duymadık. Bilindiği gibi, 1500’lü yıllarda daha belirginleşen Batı ve Türk Medeniyetleri arasında birbirine zıt anlayış farkları vardır. Batı Medeniyetinin temeli “kâr” ağırlıklı, Türk Medeniyetinin temeli “itibar” ağırlıklıdır.

Türklerin, Kızılderililerden farkı, teknoloji alanında kendisini gösterir. Türkler, demiri işlemelerinin güzel bir sonucu olarak önce üzengiyi bulmuşlardır. Sonrasında, çok kaliteli kılıçlar yapmışlardır. Yaptıkları okların, at üzerinde üzengiyi kullanarak ayağa kalktıklarında bile uzun mesafelere gidebilmesi için, yayların teknolojisini geliştirmişlerdir. Daha kısa yay ile daha uzun mesafeye ok atma başarısını, komşularından daha fazla göstermişlerdir. Avrupalıların 200 cm yay ile ok attıkları mesafeye, Türkler 95 cm yay ile ok atmışlardır. Daha sonrasında da, baruta sahip olarak komşularına üstünlük sağlamışlardır.

Türklerin sahip oldukları teknolojik üstünlükleri sayesinde, Kızılderililerin de sahip olduğu kahramanlık duygusu, Türklerde daha kesif hale gelmiştir. İslâmiyet ile tanıştıktan sonra da, Türklerdeki kahramanlık hisleri, sonsuzluk anlayışıyla birleşmiştir. Teknolojide elde ettikleri üstünlük, Türklerdeki insanlık anlayışını ortadan kaldırmamıştır. Aksine sahip oldukları teknolojiyi, mazlumları ve mağdurları korumak için kullanmışlardır. Tarih bu anlayış uygulandığı örneklerle doludur.

Avrupalıların Doğuya gidebilmek için, Batıya yönelmelerinin sebebi, Türklerin sahip oldukları bu teknolojilerle ve sonsuzluk anlayışıyla birleşen kahramanlıklarıyla baş edecek seviyede olmamalarıdır. Karadan Doğuya ilerleyemeyen Avrupalıların, deniz üzerinden gittikleri yeni yerlerdeki başarılarının iki temel sebebi vardır. Birincisi, gittikleri yerlerdeki yerli halkların sahip oldukları hoşgörü ve misafire hürmet anlayışıdır. İkincisi ise, Avrupalıların, yeni keşfettikleri topraklardaki yerlilere göre çok bariz olan teknolojik üstünlükleridir.

Sorgulamalarım sonucunda ulaştığım bu bakış açısını kısaca verdikten sonra, mitolojileri ve fikirleri irdelemeye başlayabiliriz.

Aşağıda anlatacağımız mitolojiler, Jean-Pierre Vernant’ın “Antik Yunan’da Mit ve Düşünce” adlı eserinde, Hesiodos’un “İşler ve Günler” şiirlerinin yorumladıklarından çok kısa olarak alıntılanmıştır.  Antik Helen’de yaygın olarak iki mitoloji anlatılır. Bunlar, çoğunlukla Hesiodos’un şiirsel anlatımlarından ve kısmen Homeros’un şiirlerinden çıkarılmıştır.

Biri Prometheus Miti, diğeri Soylar Mitidir. Prometheus, bir diğer adıyla Pandora Mitinde, iki farklı soy olan tanrılarla insanların, mutlu olarak birlikte yaşadıkları, ama sonrasında bu iki soyun birbirinden ayrıldıkları anlatılır.

Diğeri, Soylar Mitidir. Esas olarak Hesiodos’un anlatımlarına dayanır. Prometheus Mitinden sonradır. İnsanlarla tanrıların mutlu bir şekilde yaşamalarının, nasıl sona erdiğini anlatır. Soylar Mitinde, daha geniş bir anlatım vardır.

Hesiodos da, tanrılarla insanların farklı soylarda olduğunu düşünür. Ama her iki mitte de, tek Tanrı inancı yoktur. Tanrılar vardır. Zeus bunların en güçlüsüdür.

Soylar Mitinde belirli çağlardan bahsedilir.

Altın Çağı: Burada insanlar, tanrılarla beraber yaşamışlar ve hep genç kalmışlardır. Zeus’un isteğiyle, insanların koruyucusu olacak yeryüzü cinlerine dönüşmüşlerdir.

Gümüş Çağı: Burada da insanlar, tanrılarla birlikte yaşamışlar ve hep çocuk kalmışlardır. Bunlar, yasa tanımadıkları için yeraltı cinleri yapılmışlardır.

Tunç Çağı: Kibirle savaşarak birbirlerini yok etmişler. Hiçbir pay alamamışlar. Zeus, bu soyu öfkeyle yok etmiş. Sonunda yok olmuşlar, Haides’teki ölü ruhlar haline gelmişler.

Kahramanlar Çağı: Tanrılarla birlikte yaşamamışlar. Yarı tanrılarla birlikte yaşamışlar. Ömür boyu adaleti gözetmişler, tanrılara yakın durmuşlar. Kibirli değiller, ama kahramanlık için savaş alanlarında birbirlerini öldürmüşler. Fakat adil ve yürekli olduklarından isimleri yaşatıldı. Zeus, bunları dünyanın öbür ucunda “insanlardan uzakta” bulunan Kutlular adasına gönderilip dertsiz tasasız bir varoluş sürüyorlardı. Ama orada iken insanlar üzerinde herhangi bir etkileri yok.

Demir Çağı: Bu çağdakilerde, birbirinden farklı iki yaşam biçimi var. Hesiodos’un yaşadığı ilk bölümde ahlâklı yasalar var. Hayırla şer iç içe girmiş, birbirini dengeliyor. Genç doğup yaşlı ölüyorlar. İkinci Demir Çağında tam tersi olduğuna inanılıyor.

Hesiodos’un ulaştığı ders, “adaletli davran, kibri azalt”. Hesiodos, ilk olarak insanlığın ahlâki çöküşünü tasvir ederken madenleri sembol olarak kullanıyor. Sonra soyların uhrevi akıbetini anlatıyor. Ancak, ilahi tasnifi açıklamak için, araya kahramanlar soyunu katıyor. Ancak anlatımlardan anlaşıldığına göre, insan soylarının dünyaya gelişi kronolojik sırayla değil.

Demir Çağında yaşayan Hesiodos’un bu çağda yaşadığına pişman olduğunu, “keşke daha önce veya daha sonra yaşasaydım” sözünden anlıyoruz.

Hesiodos’un M.Ö 750-650 yılları civarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Homeros’un ise M.Ö. 9uncu asırda yaşadığı tahmin edilmektedir.

Günümüzde çok daha ayrıntılı bilgi sahibi olduğumuz Platon (Eflatun) ve Aristo gibi ünlü düşünürler ise M.Ö. 4üncü yüz yılda yaşamışlardır. Dolayısıyla, yukarıda bahsettiğimiz Mitlerden bilgileri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zaten bu durumu, fikirlerine baktığımızda da görebiliriz.

Mitolojilerde, çağlara bağlı olarak insanlar arasında görülen bu ayrımın sonraki asırlarda da devam ettiğini Platon’un eserlerinden anlıyoruz. Ruhçu anlayışta olduğu düşünülen Platon (Eflatun), “metaller mitosu” ile polisteki (site devleti) insanlar arasındaki var olan ayrımı şöyle doğallaştırmış.

“Bu toplumun birer parçası olan sizler, birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar, bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır.”

Platon, her sınıfın kendi üzerine düşeni gerçekleştirmesini, iyi bir devlet için olmazsa olmaz olarak görür.

Platon’un bahsettiği devlet Atina Site Devletidir. Bütün site devletlerinde kolektif mülkiyetten özel mülkiyete geçildikçe, toprak sahibi olan özgür aristokratlar, işleyemedikleri toprakları kiraya vermeye başladılar. Şartları kendileri koyduklarından, toprağı işleyenleri, kirayı ödeyememeye başladılar. Özgür aristokratlar, kiraları ödeyemeyenleri önce yarı köle sonra köle haline getirdiler. Site Devletlerinde aristokratlar, askerlik ve eğitimle uğraştıklarından, yarı köle ve kölelere üstünlüklerini korudular. Köle ve yarı köle insanlar, bütün site devlerinde vardı. Oran olarak en yüksek olanı Sparta Site Devletiydi. Atina Site Devletinde de, nüfusun yarısından fazlaydı.

Diğer bir ünlü düşünür Aristo, köleliği iki sınıfa ayırır. Biri doğuştan (doğadan) köleliktir. Diğeri yasal köleliktir. Doğuştan kölelerin, sonradan azat edilerek özgürleşmeleri mümkün değildir. Bunlar yaratılış itibarıyla köledir. Aristo’nun bu anlayışı, Platon’un, insanların mayası tanımıyla örtüşmektedir.

Aristo’ya göre köle, her yerde ve her durumda köledir. Ancak, kimileri hiçbir durumda köle olamazlar. Bazıları doğa tarafından efendi, bazıları ise köle olarak tasarlanmıştır. Köleler, üretime katılarak devlete katkı sağlarken, özgür vatandaşlar, yönetim işlerine katılıp kamu yararına çalışırlar.

Dolayısıyla ünlü düşünürler; köleleri, işçileri, çiftçileri ve zanaatkârları vatandaş olarak kabul etmezler. Düşünürlerin, takdir ettiğimiz bütün söylemleri, özgürler yani vatandaşlar için geçerlidir. Diğerlerini yani, köleleri ve yarı köleleri kapsamaz.

Antik Helen mitolojileriyle ve düşünürleriyle başlayan bu ayrımcılık, Batı tarihinin her döneminde ve hattâ kapitalizme şiddetle karşı olduğunu söyleyen Karl Marks’ta da görülür. Ona göre, Doğu, genelleşmiş köleliktir. Dolayısıyla, kendi rehavetine bırakılamaz. Gerekirse zorla, Batıya bağlanmalıdır. Nitekim Marks ve benzer düşüncedekiler, Çarların, Asya’yı topraklarına katmasını, Fransa’nın Cezayir’i işgalini, ABD’nin, Kaliforniya’yı Meksika’dan almasını, “oralara uygarlığın götürülmesi” olarak nitelemişler ve alkışlamışlardır. Alkışlayanların, ezilen insanların sesi olduklarını öne süren kişilerin olması, Antik Helen düşüncesinin Batı medeniyeti üzerindeki etkisinin gücünü göstermektedir. Birbirine zıt sistemlermiş gibi görülen Kapitalizm ve Komünizmin, aslında aynı temele dayandığının bir göstergesidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | MİTOLOJİLERİN DÜŞÜNCELERE ETKİLERİ ÜZERİNE 1 için yorumlar kapalı

KAPİTALİZMİN YAYDIĞI MUTSUZLUĞUN ÇÖZÜMLERİ ÜZERİNE

KAPİTALİZMİN YAYDIĞI MUTSUZLUĞUN ÇÖZÜMLERİ ÜZERİNE

 

Bu yazımızın öncesinde yayınladığımız üç makale ile kapitalizmin yaygınlaşma nedenlerini kısaca irdelemeye çalıştık. Bu makalemizde ise, kapitalizmin mutsuzluğa sürüklediği insanlığın güzel geleceği için, çözüm yolları konusundaki fikirlerimizi çok kısa bir şekilde okuyucularımızla paylaşacağız.

Kapitalizmin yaygınlaşmasına vesile olan teknik sebeplerin başında, servet ve iş yaratmadan para kazanılır hale gelinmesidir. Bu ortam, kapitalizmi daha vahşi bir yapıya büründürerek, zengin ile fakirlerin aralarındaki maddi farkın hızla açılmasına vesile olmaktadır. Bu anlayış, ekonomilerin sık sık buhranla karşılaşmalarına sebep olmaktadır. Her buhran, günlük geçim derdindeki vatandaşların zararlarını daha çok artırmaktadır. Böylece bir taraftan fakirlerin sayıları hızla artmakta, diğer yandan zengin fakir arasındaki fark da açılmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında, kapitalizmin vahşileşmesini ve insanlara verdiği zararlarını azaltabilmek için düşünülebilecek teknik tedbirler cesaretle tartışılmalı ve sonuçları uygulanabilmelidir. Bu tedbirlerin önemlilerinden bazılarını istişare etmek şimdilik yeterlidir.

Altın’ın, kâğıt paranın teminatı olması hususunun geri getirilmesi istişare edilmelidir. Gerekirse makul oranlar getirilerek yeniden değerlendirilmelidir.

Gerek devletlerin, gerekse şirketlerin ve bireylerin, borçlarını geri ödeyebilmelerini sağlamak için, borçlanmayı zorlaştırıcı yeni kurallar oluşturulmalıdır.

İşlevini kaybetmiş ve kambiyo piyasalarının keyfine teslim edilmiş olan borsaların kaldırılmasının istişare edilmesidir. Eğer, kaldırmanın sonucunu hayal edemiyorsak veya borsadaki mevcut parayı ne yapacağımızı bilemiyorsak, borsayı, çok para sahibi insanların ve kambiyocuların oyun alanı olmaktan çıkaracak kuralları kesinlikle koymak gerekir. Borsadan şirket hisseleri alanlar aslında hissedar olmuş olduklarından, oy hakları olmasa bile, onların temettülerini garantiye almak, borsanın disipline edilmesine katkıda bulunacaktır.

Bankaların görevleri, yaptıkları uygulamaları, batmaktan kurtarılma çabaları yeniden ve ciddiyetle tartışılmalıdır. Bankaların halkı kandırmalarını, en azından azaltacak, kurallar mutlaka konulmalıdır.

Rekabet etmenin kuralları olmalıdır. Rekabet kuralsızlık değildir. Kartel oluşturmayı engelleyecek kuralların daha bir ciddiyetle ele alınması ve uygulanabilmesi için yeni bir sistem oluşturulması istişare edilmelidir.

Kapitalizmin, insanların çoğunu ezmesini ve insanlığı mutsuzluğa sürüklemesini engelleyecek koruyucu kurumlar kurulmalıdır.

Yukarıda çok kısaca verdiğimiz bu gibi tedbirler alınmazsa, kapitalizmin, kendi sonunu kendisinin getirmesi veya çok ciddi bir karşı tepkiyle karşılaşması ihtimali her zaman var olacaktır. Tanrısı para olan “kalkınma dini”, insanlığı yok oluşa doğru sürüklemektedir.  Denetimsiz serbest ekonomi anlayışı ve uygulaması, her zaman insanlığın zararına olmuştur ve olmaya devam edeceği aşikârdır.

Bu makalenin amacı, insanların hürriyetlerini kısıtlayıcı tedbirleri araştırmak değildir. Kapitalizmin insanların mutsuzluğunu artırmasını engelleyici fikirler geliştirmek ve insanlığın huzur içerisinde yaşayabilmesi için önerilerde bulunmaktır.

Yukarıdaki teknik tedbirlerden başka, aşağıda sunacağımız tekliflerimiz, insanın yapısıyla ve kendileriyle ilgili hususulardır. Aslında, bu sitede yayınladığımız yazıların çoğunun amacı, insanların daha huzurlu olmalarının yollarını istişare etmek idi. Bu nedenle, makalelerimizin çoğunun sonunda da, çözüm önerilerinde bulunduk. Konumuzla bağlantılı olarak, kalkınma dininin etkilerinden bahsettik. Maddi ve manevi GSYİ hasılanın birlikte değerlendirilmesi üzerine fikrimizi belirttik. Eşitsizliğin sebepleri ve çözümlerinden bahsettik. Bütün bu yazılarımızdan alıntı yapmak çok yer kaplayacağından, birkaç tanesini seçerek aşağıda aktardık.

Bu sitede yayınladığımız, “Kapitalizmi, Kapitalistlerden Kurtarmak Gerek” başlıklı yazımızdan konumuzla ilgili bölümlerini aşağıda sunuyoruz:

Kur’an, liberal ekonomi hakkında da bize bilgi veriyor.  Ticareti ve alışverişi destekliyor. Ama birbirimizi kandırmamamızı, tartıyı ve ölçüyü tam yapmamızı ısrarla istiyor. Üreterek para kazanmamızı teşvik ediyor. Zengin olmamıza engel koymuyor. Zenginliğin helâl yoldan elde edilmesini istenirrken, Yüce Yaradan’ın asıl amacının fakirliği ortadan kaldırmak olduğu aktarılıyor. Böyle davranmayıp, başkalarını ezerek mal mülk sahibi olanlara da, Karun örneğini veriyor. Böylece yardımsever zenginleri değil, başkalarının haklarını yiyerek kapitalist olanları çok ciddi uyarıyor.

Demek ki, zengin olmaya çalışmalıyız. Ama üreterek ve helâl yollarla zengin olmaya gayret etmeliyiz. Kazandıklarımızdan da, hem çalışanlarımızın hem de fakirlerin paylarını vererek zenginliğimizi paylaşmalıyız. Bütün evrendeki varlıkların ve mülkün sahibinin, Yüce Yaradan olduğunu unutmamalıyız. Dolayısıyla, mallarımızın sahibi kendimiz değiliz. Onlar bize emanet olduğundan, israf etmememiz gerektiğini de hatırdan çıkarmamalıyız.”

Yine bu sitede yayınladığımız; “İslâm’da İlim ve Zenginlik”, “Zengin Kimlere Denir”, “Zenginlik Nedir”, “Zengin ile Kapitalistin Farkı” başlıklı makalelerimizde, insanların olaylara karşıdan baktıkları, yakından ciddiyetle incelemedikleri için yanıldıkları hususları aktarmıştık.

Kısa sürede zengin olmanın çeşitli yolları vardır. Biri, tabiri caizse, kanunları kitabına uydurarak, rüşvet ve benzeri usullerle başkalarının haklarını gasp ederek zengin olmaktır. Bunların hayatlarını, onların sergiledikleri tiyatro sahnesinde değil, yakından ve ani reflekslerine bakarak incelediğimizde genel olarak şunları görüyoruz. Gece-gündüz diken üzerinde huzursuz bir şekilde yaşıyorlar. İç dünyalarında fırtınalar kopuyor. Kimseyle paylaşamıyorlar. Varsa eşleri, çocukları dâhil, kimseye güvenemiyorlar. Yani hiç dostları yok. Çünkü aileleri ve çevrelerindekilere, gözlerine taktıkları paragözlüğü ile bakıyorlar ve kimseye güvenmiyorlar. Dolayısıyla, çevresindekilerin de kendilerine güvenmediklerini düşünüyorlar. Peki, böylelerine zengin mi demek gerekir, yoksa dostu olmayan zavallı bir fakir mi?

Diğer bir yol, kanunsuz bir şekilde, gizli faaliyetlerle zengin olmaktır. Böylelerinin durumu ise daha bir içler acısı. Bunlar sadece kazanç açısından değil, hayati tehlike bakımından en yakınlarındakilere bile güvenemiyorlar.

Daha önceki bir yazımızda belirtiğimiz gibi, bu tip zenginler içtikleri suyu, yedikleri yiyecekleri bile kendilerinden önce birkaç kişi (çünkü tek kişiye güvenilemez) bir parçasını yiyip içtikten sonra, kalan artığı yine başkalarının yaladığı çatal-bıçak ile yiyorlar. Korumalarına güvenemedikleri için, tek ya da birkaç korumayla değil, her zaman koruma ordusuyla dolaşıyorlar. Yani hayatları, aslında, bir gerilim filmi gibi geçiyor.

Yukarıda, kapitalizmin yaygınlaşmasında ve insanlığın mutsuzluğunda en önemli etkenin, kapitalizmin, insanın nefsini okşayan ve kişilerin hırsına fırsat sunan bir sistem haline dönüşmüş olması olduğunu ifade ettik. Demek ki, bu durumdan kurtulmanın yolu da, yine biz insanların tavırları ve anlayışlarından geçiyor. Bizler, asıl zenginliğin kanaatkârlık olduğunun farkına varmalıyız. Çok malı olanın değil, az şeye ihtiyaç duyan insanın, hem zengin, hem de mutlu olduğunu görmeliyiz. 

Maddi kazanç hırsına sahip olan insanlar ve devletler bağımsız olamazlar. Hep başkalarına muhtaç olurlar. Zengin olanlar bile, daha çok kazanabilmek için, hiyerarşide, kendi emirleri altında onuncu sırada olan insanlara bile ihtiyaç duyarlar.

Kanaatkârlık, bir lokma bir hırka anlayışı değildir. Kanaatkârlık, sadece kendin için kazanmaya değil, kazandıklarını israfa girmeden, bir kısmıyla yetinip, kalanını hayatını anlamlandıracak yönde daha fakirlere dağıtıp harcayacak faaliyetlerde bulunmaktır.

Hayvanlar, yaratıldıkları ilk günden bugüne kadar, onları yaratan Tanrı’nın koyduğu kurallara uyarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Günlerce aç dolaşan aslanlar, bizon sürüsüne rastladıklarında, onlara sahip olma hırsıyla yakaladıklarını öldürüp istiflemiyorlar. O anki ihtiyaçlarını karşılayacak bir bizonu yakalayıp sadece onu yiyorlar. Karnını doyuran kenara çekilip dinleniyor. Bu sırada sırtlanlar, çakallar ve benzerleri, kalan etleri yiyorlar. Aslanlar, onlara müdahale etmiyorlar. “Bu etler bizimdir, siz yiyemezsiniz“ demiyorlar. Paylaşıyorlar. Yani hayvanlar, Tanrı’nın daha ilk yaratılışta koyduğu kurallara uyuyorlar. Sorunsuz yaşıyorlar. Ta ki, sahip olma hırsına kapılarak Tanrı’nın insanlar için koyduğu kuralları yıkan bazı insanların müdahaleleriyle karşılaşana kadar, huzurlu yaşamayı sürdürüyorlar. Hayvanlardaki, Tanrı’nın baştan koyduğu kurallara uyma ve paylaşma anlayışı, biz insanlar için utandırıcı ama güzel bir örnektir.

Paylaşmak, sadece insanlar için geçerli değildir. Devletlerin de paylaşması gerekir. Burada görev ilk önce, amiral gemisi olan ABD’ye düşmektedir. Ancak, kapitalizmin yapısı gereği, ABD’nin bu görevi yerine getirmesinin kendiliğinden gerçekleştirmesi ihtimali düşüktür. Amiral gemisinin bu sorumluluğunu yerine getirmemesi durumunda çözüm, insanların sergileyecekleri kanaatkârlık anlayışındadır. Dünya üzerinde kanaatkârlık arttıkça, dünya ticaret hacmi eksiye düşecektir. Bu durum doların gücünü zayıflatacaktır. Yeni alternatif ihtimalleri ortaya çıkacaktır. Böylece, hem ticaretin azalması hem de dolara alternatif çıkması, en borçlu ülke konumundaki ABD’nin para yaratma imkânını azaltacak ve düşüşün başlamasına vesile olacaktır. Yani ABD, ya paylaşma sorumluluğunu yerine getirmek yahut da yerini kaybetmekten birini seçmek zorundadır.

Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig (Mutluluk Veren Bilgiler) kitabında (1070), asıl mutluluğu şöyle tarif eder: “Asıl mutluluk odur ki; bir insan mal, mülk ve makam sahibi olur, sahip olduklarını halka adaletle hizmet etmek için kullanır. İşte bu iki dünya mutluluğu demektir.”

Biz bu makalemizde kapitalistler için “zengin” kelimesini kullandık. Ama biz biliyoruz ki, zengin ile kapitalist arasında farklar vardır. Bu farkları, aynı isimle yayınladığımız makalemizde daha geniş olarak ifade etmeye çalıştık. Zengin, kazanırken sevinmediği gibi, kaybederken de üzülmez. Bu dünyadan giderken, yanında zenginliklerinin bir zerresini bile götüremeyeceğini bilir. O kişi için zenginlik, bir emanettir. Bu zenginlikten, hem kendisinin hem de çevresindekilerin faydalanması gerektiğini iyi bilir.

Kapitalistin ise tek hedefi vardır. Amaç, başkalarının çok zararına da olsa kârını azamileştirmektir. Bu sebeple zarar ettiğinde üzülür, kâr ettiğinde sevinir. Kâr veya zararın miktarına göre sevinci veya üzüntüsünün şiddeti değişir. Yaşadığı bu duyguların şiddeti arttıkça, vücudunun bazı organlarındaki yıpranma artar. Salgılar değişir. İlaç kullanmalar artar. Giderek düzeltilemeyecek arazlar oluşur. Her türlü güce sahipken istediğini yiyip içemez. İstediği yere gidemez. Eşine, çocuklarına, çevresindekilere ayıracak vakit bulamaz.

Şimdi kendi kendimize bazı sorular soralım.

Diyelim ki, ikinci hayat olan ahirete inanmıyoruz.

Peki, bu dünyada her an diken üstünde durarak ve her an nereden darbe yiyeceğimizi bekleyerek yaşamanın, bizi mutsuz etmediğini söyleyebilir miyiz?

Para kazanmak için, hem sağılığımızı hiçe sayarak çalıştığımızdan, hem de kazancımızı azaltan herkese ve her şeye kızarak zengin olduğumuzdan, paramız olduğunda en iyisini yiyebileceğimiz halde, doktorlar yasakladığından yiyip içememek, bizim için bir azap değil midir?

Kazandığımız paraları, bize güvenmediklerine ve arkamızdan kuyumuzu kazdıklarına inandığımız insanlara bırakacağımız ve bizim aleyhimizde konuşarak mirasımızı yiyecekleri gerçeği, bizi sinirlendirmiyor mu?

Böylesine gergin bir ortamda yaşayan, kendine vakit ayıramayan, istediğini yiyemeyen ve ahirete inanmayan bir kapitalist, bin yıl hayatta kalsa ne olur?

Kimseyi sevemeden, kimse tarafından sevilmeden, paran varken istediğini yiyemeden, gerilim filmi halinde geçen uzun bir hayatı gerçekten ister miyiz?

Ateist bile olsak, kanaatkârlığın verdiği huzurla yaşamak varken, hem bu dünyada huzursuz yaşamak, hem de ahiret hayatının var olması durumunda, orada cezalandırılmayı beklemek akılsızca bir tercih değil mi?

Eğer bütün kâinatı yaratan bir Yüce Yaradan’a inanıyorsak, Onun gösterdiği yolda yürüyerek, hem bu dünyada huzur içerisinde yaşamak, hem de, dünya hayatına göre ebedi olan ahiret hayatında huzurlu yaşamak varken, tek olan Tanrı’mız ile alay edercesine, insanları ezmeye, aldatmaya çalışmak nasıl açıklanabilir?

Sosyal kategorisine gönderildi | KAPİTALİZMİN YAYDIĞI MUTSUZLUĞUN ÇÖZÜMLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASI 3

KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASININ NEDENLERİ ÜZERİNE 3

 

Kapitalizme nefes aldıran diğer bazı gelişmeleri kısaca şöyle sıralayabiliriz.

Reklâmlardaki yoğunluk, abartılar ve tüketicinin baskı altına alınarak yanıltılması, kapitalizmin yayılmasında etkili olmaktadır. Reklâmların amacı, insanları tüketim toplumu haline getirmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için, insanların, ihtiyacı olmayan şeyleri satın almalarını sağlayacak yönde reklâm yapılmaktadır. Bu konunun etkileriyle ilgili olarak bu sitede yayınladığımız, “Reklamın Amacı Üzerine” başlıklı yazımızda fikirlerimizi daha geniş bir şekilde ifade ettiğimizden, burada bahsetmeyeceğiz.

Ailelerin giderek parçalanmaları da etkili oluyor. Bu parçalanmalar, hem yeni mecburi ihtiyaçlar ortaya çıkarmıştır, hem de ebeveynlere ve devlete görülmeyen çok ciddi yük getirerek, kapitalizme hizmet etmektedir. Bu konunun bir başka yönüyle ilgili düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız, “Aile Birliğini Desteklemenin Düşük Maliyeti Üzerine” başlıklı yazımızda ifade etmiştik.

İş hayatının yoğunluğundan, insanlar pişirilmeye hazır yiyeceklere yöneldiği için yeni iş alanları gelişmiştir. Ancak bu harcamalar, şahısların tasarruf imkânlarını azaltmaktadır. Ayrıca bu tip hazır yiyecekler, insanların sağlıklarını tehlikeye atmakta ve bir süre sonrasında ilaçlara bağımlı hale getirmektedir.

Pederşahi aile tipinden çocukşahi aile tipine dönüldüğü için, ebeveynlerin harcamalarını denetlemeleri zorlaşmıştır. Ayrıca çocukların eğitimleri ve bazısı ihtiyaç olmayan diğer harcamaları için, bütçeler zorlanmaktadır. Değil tasarruf etmek, kredi almak zorunda kalınmaktadır.

Diğer yandan, “Z” kuşağı denilen yeni gençlerin yapıları da, kapitalizme hizmet edecek konumdadır. Bu gençlerin zevkleri birbirine benzemektedir. “Z” kuşağının kendilerine sorarsak, çoğu, kendini “özel” olarak niteleyerek, diğerlerinden faklı görmektedir. Fakat aslında, sadece ülke genelinde değil, dünya çapında birbirlerine benzemektedirler. Bu kuşağın beğendikleri yemekler, çeşidi çok olan tencere yemekleri değil, birkaç çeşit ayaküstü çabuk atıştırmalıklardır. Okudukları kitapların çoğu, çok satanlar listesine girenlerdir. Seyrettikleri filmler de, çok izlenenler listesindekilerdir. Dinledikleri müzikler, ülkelerine özgü olanlar olmayıp,  birbirine benzemektedir. Giyimleri de, birbirine benzemektedir. Hattâ saç tıraşı şekilleri bile, birbirine benzemektedir. Böyle olunca, kapitalizmin ürün çeşitliliği azalmakta, sunumu ve imalatı kolaylaşmaktadır. Böylece, yemek, gıda, müzik, kitap, giyim üreten büyük şirketlerin dünya çapında şubeler açarak yaygınlaşması kolaylaşmaktadır. Ayrıca bu gençlerin, çalışıp üretmeden, internet aracılığıyla ve kolay para kazanmayı hedeflemeleri de, kapitalizmin yaygınlaşmasına vesile olacaktır.

Kapitalizmin yaygınlaşmasında, uluslar aşırı büyüklüğe ulaşmış şirketlerin, üretimlerini, ülkelerin küçük ve orta ölçekli firmalara yaptırmaları da etkili olmuştur. Şirketlerin bu uygulamaları sonucu, kapitalist olma şansı elde ettiklerini düşünen firmaların sayıları artmıştır. Hâlbuki büyük şirketler, gittikleri ülkelerin yönetiminden ciddi destekler alırlar. Ama bununla da yetinmezler. Gittikleri ülkenin küçük ve orta ölçekli şirketlerinin sermayelerini faizsiz kredi olarak kullanırlar. Yani, küçükleri, tabiri caizse, karın tokluğuna çalışmaya mahkûm etmektedirler. Küçükler, büyük şirketlerden iyi fiyatla iş alamadıklarından, para kazanabilmek için, ülkelerinin insanlarını ucuza ve çok çalıştırırlar. Kazandıklarını da, daha çok üretmek için, yatırıma harcarlar. Böylece, orta ölçekli firmalar, uluslararası şirketlerin ucuz maliyetli hizmetçisi olmayı sürdürürler. Eğer, kalkınmaya çalışan ülkelerin orta ölçekli firmaları aralarında dünya çapında birleşmeyi sağlayabilseler, uluslar aşırı firmaların hükümranlıklarının etkisini azaltabilirler. Ama bu ülkelerdeki küçük ve orta müteşebbislerin kâr hırsı ve zengin olma beklentisi, bu birleşmenin önündeki ilk engel olduğu gibi, kendi ülkesi ve şehrindeki komşusuyla bile birleşmesine mani olur.

Kapitalizm, kendisinin sebep olduğu buhranlardan bile faydalanır hale geldi. Bu durum, bilhassa 2008 büyük ekonomi buhranı sonrasında daha net anlaşıldı. Buhran öncesinde, borsacılar ve bankalar, birbirleriyle yarışırcasına, vatandaşı yanıltıcı bir şekilde davrandılar. Bu dönemde, borsadaki firmaların mali yapılarını kamu adına incelemekle görevli notlandırma ajansları da görevlerini gereğince yapmadılar. Sonunda, hep birlikte şişirdikleri balon, patladı. Ama cezanın büyüğünü vatandaş çekti. Bankalar, ya vatandaşın malına ucuza el koydular yahut da, bilhassa çok büyüklüğe ulaşmış bankalar, devlet tarafından kurtarıldılar. Benzer ortam borsacılarda da oldu. Banka ve borsa yöneticilerinin büyük çoğunluğu, kazançlarını artırarak yaşamaya devam ettiler. İlginçtir, batan banka ve borsa firmalarında bile, benzer ortam görüldü.

Bu dönemde bazı bankalar ve borsacılar, hileli iflas yöntemine başvurdular. Bilindiği gibi, bankaları kurtarma işlemi, kapitalizmin anlayışına zıt idi. Ama kurtarmadıkları takdirde, sistemin çökeceğinden korkuldu.

İlginç olan, 2008 büyük ekonomi buhranının, bu ortamdan doğrudan zarar gören vatandaşı bile uyandıramamasıdır. Böyle olmasında borsacıların, büyük şirketlerin CEO’larının ve ekonomistlerin payı çoktur. Bilindiği gibi, CEO’ların kazançları 1980 ile 2008 arasında, dolar bazında, en az elli kat civarında artmıştı. Dolayısıyla borsacılar ve bankacılar bu buhrandan çok az zararla, hattâ çoğu, kârla çıkmıştı. Borsa şirketlerinin ve bankaların üst yöneticilerinin çoğunun, buhrandan bile kârlı çıkmaları, kendilerine olan güvenlerini artırdı. Bu nedenle, vatandaşlara yanıltıcı bilgiler vererek kandırmaya devam ettiler. Dolayısıyla kapitalizmin önünün açılması, beklenenden daha kolay oldu.

Dünyada, farklı bir açıdan benzer bir durum, 2020 başlarında bütün dünyaya yayılan Covid 19 salgını ile yaşandı. Salgının etkili olduğu ilk dönemde insanların bazılarının düşüncelerinde farklılaşmalar görüldü. Yüce Yaradan’ın bedavaya verdiği oksijeni, hastanelerde yüksek paralar ödeyerek alan bazı insanlar, parayı değil, insanlığı ve Tanrı’nın yol göstericiliğini öne çıkarmaya başladılar. İnsanların dostlarına ziyarete gidemez hale gelmeleri, birbirlerine sarılamamaları, çoğu kişiyi düşünmeye sevk etti.

Ama Covid 19 salgını hafifleyip, krediler tekrar açılınca, büyük çoğunluk, insanca düşüncelerini unutarak, hiç düşünmeden borç almaya hücum etti. Bu gibi nedenlerle, günümüzde kredi pazarı, neredeyse esir pazarına dönmüş durumdadır.

Bilhassa offshore denilen sistemlerle de, üretmeden kazanmanın yöntemi oluşturulduğundan, kapitalizmin önünün açılmasına vesile olmuştur.

Bütün bu gelişmelerin temelinde yatan sebep, kapitalizmin, insanın nefsini okşayan ve hırsına fırsat sunan bir sistem haline dönüşmüş olmasıdır. Bu anlayış ve buraya kadar aktardığımız nedenler dolayısıyla, hükümetler, kendi ekonomilerini uygun bir şekilde düzenleme güçlerini giderek yitiriyorlar.

Kapitalizm, kendi ahlâk anlayışını topluma kabul ettirdiği ölçüde, yaşamını sürdürmesi ihtimali kuvvetlidir. Fakat bu durum, dünyayı ticari bir hapishaneye dönüştürecektir.

Zenginler; yükte hafif pahada ağır üretimler yaparak daha da zenginleyecekler. Diğer yandan orta halliler ve fakirler; yükte ağır pahada hafif üretimler yaparak kalkınmakta olduklarını zannetmeye devam edeceklerdir. Bu ortam, fakir ülkelerde ücretlerin baskılanmasına sebep olacaktır. Hâlbuki ezilen ücretlerin, kapitalizmin yaygınlaşmasının önünde engel olması ihtimali her zaman vardır.

Bütün bunlar, fakirlerle zenginlerin arasındaki farkın sürekli artan bir ivme ile açılmasına sebep olmaktadır. İşte kapitalizmin geleceğini ve zenginleri bekleyen asıl tehlike de burada yatmaktadır. Kaybedecek bir şeyi olmayan köşeye sıkışmışlardan her zaman korkulur. Eğer, bu yapıdaki insanlar dünya nüfusunda etkili bir konuma gelir ve organize olurlarsa, durumun vahameti, zenginler için, korkutucu hale gelir. Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın da, mevcut ortama daha fazla izin verip vermeyeceğini bilemeyiz.

Kapitalizmin en önemli sonucu, insanların, mutsuzluğunun artması ve dostsuz kalarak yalnızlaşmasıdır. Çok zengin olan bile, zenginliğini yeterli görmeyerek, en zengin olmak için daha çok kazanmaya çalışmakta. Mevcut konumundan mutlu olmamaktadır. Dünyanın en zengini olan ise, yerini kaybetmenin korkusunun mutsuzluğunu yaşamaktadır.

Fakirler ise, zenginlerin dışarıdan görüntülerine bakarak, onların maddi varlıklarını kendisiyle karşılaştırdığından, kendini mutsuz hissetmektedir.

İnsanların büyük çoğunluğu zenginliği, bu dünyadaki para ve mal miktarı ile ölçüyor. Bunlara ilaveten makam sahibi olunursa, daha zengin sayılıyor. Anlayış böyle olunca da, insanlar arasındaki kavga artarak devam ediyor.

Kapitalizmin günümüzde geldiği nokta, servet yaratmadan para kazanmaktır. Bu hususla ilgili olarak aynı başlıkla bu sitede yayınladığımız bir makalemizde daha geniş olarak fikirlerimizi serdettiğimizden, burada bahsetmeyeceğiz. Kapitalizmi kendi içinden yıkacak olan unsurlardan birisinin de, servet yaratmadan kazanma anlayışının olması ihtimali kuvvetlidir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASI 3 için yorumlar kapalı

KAPİTALİZMİN YAYGGINLAŞMASI 2

KAPİTALİZMİN YAYGINLAŞMASININ NEDENLERİ ÜZERİNE 2

 

Zenginleşen ülkeler, daha çok zenginleşebilmeleri için, birbirlerine mal satmaya mecburdurlar. Onlar da bunu yaptılar. Fakat birbirleriyle yaptıkları bu alışverişler de yetmeyince, maddeten daha güçsüz ülkelere borç vermeye başladılar. Böylece onlardan borç alan ülkeler, kendilerinden alım yapacaklardı. Ancak, bu borç vermenin de hem kendileri için bir risk oluşturduğunu hem de yetersiz kaldığını gördüler.  Bu nedenle birbirlerinin tahvillerini aldılar. Birbirlerinin borsalarındaki kâğıtlara yatırım yaptılar. Bütçeleri cari açık vermeyip aksine cari fazla veren ülkeler, ağırlıklı olarak ABD borsalarında işlem yaptılar. Belki de böyle yaparak, hem borçlarını dolar kuru ile aldıklarından kendilerini korumak istediler, hem de aldıkları tahvillerle ABD’yi baskı altına alacaklarını düşündüler. Fakat bu durum, zenginleri birbirlerine bağımlı hale getirdi. Daha doğrusu, alacaklılar, borçlularına bağımlı hale geldiler. İşte kendiliğinden oluşan bu bağımlılık, kapitalizmin yararına oldu.

Nitekim zenginler kulübünden bir ülkenin, örneğin amiral gemisi olmasına rağmen, çok borçlu olan ABD’nin zor duruma düşmesinin, hepsini sıkıntıya soktuğu, 2008 buhranında anlaşıldı. Hiç hoşlanmasalar bile, mecburen sıkıntıya giren ABD’ye yardım ettiler. Benzer durum, borç verdikleri diğer bazı ülkelerle ilişkilerinde de söz konusudur. Borçlarını ödeyememe durumuna düştüklerinde, Latin Amerika ve Türkiye benzeri bazı ülkelere de yardım etme mecburiyetinde kalıyorlar.

ABD’nin, ekonomik buhranlardan sıyrılmasının bir başka sebebi daha vardır. ABD, uluslararası para yaratma kapasitesine sahiptir. Bu özelliği sayesinde ABD, en borçlu ülke iken, en alacaklı ülke konumuna gelebilmektedir. Ülkeler, dolarla borç almak zorunda bırakılmaktadır.

1980 sonrası küreselleşmede devletlerin borç alabilmeleri, en çok, borç alan ülkelerin siyasetçilerini memnun ediyordu. Çünkü hem vatandaşları nezdinde, borç alabilmenin itibarını yaşıyorlar, hem de kendi insanlarına borç verebilecek bir ortama sahip oluyorlardı. Diğer yandan borç verenler, borç alan ülkeleri “büyük düşünün” diyerek güçlerinin üzerinde, ekonomik normları aşan oranlarda borç almaya zorluyorlardı. Çünkü borç verenlerin amacı, paralarını kısa sürede geri almak değildi. Borç verdikleri ülkenin sıkıntıya düşerek, kendilerine bağımlı hale gelmesini hedefliyorlardı. Bu hedeflerine ulaşabilmek için, verdikleri borçların; yol, baraj, liman, şehirlerin kaldırımları ve parkları gibi geri dönüşü çok geç olan yerlere harcanmasını tavsiye ediyorlardı. Böylece ülkeler, aldıkları borçla üretim yapmadıkları için borçlarını zamanında ödeyemediklerinden, yeni alacakları borçlarla ödemek zorunda kalıyorlardı. Bu durum bir süre böyle devam ettiğinde, borç alan ülkeler, aldıkları borçlardan daha fazlasını ödemek durumunda kalarak, borç verenleri finanse eder hale geliyorlardı.

Bu arada siyasetçilerin kendileri de, alınan borçlardan, rahatça zenginleyebiliyorlardı. Çünkü alınan borçlarla yapılan yukarıda saydığımız bu işler, maliyet hesabının sonradan yapılmasının çok zor olduğu iş alanlarıdır. Dolayısıyla, alınan borçlarla yapılan bu işlerde, rüşvet alımında sınır yüksektir ve rüşvetin, sonradan ortaya çıkarılması zordur.

Kolay kredi almak, bilhassa Batı ülkelerine giden fakir göçmenlerin ve duygusal davranan, kalkınma yolundaki ülkelerdeki halkların çoğunun hoşuna gitti. Çünkü alınan krediler, fakir insanların içlerinde kalmış ezikliğin giderilmesi için fırsat oluştururken, yakın çevrelerine gösteriş yapma şanslarını artırıyordu. Kolay verilen krediler de, ekonominin motoru olmayı sürdürüyordu. Ekonomi büyüdükçe fiyatlar arttığından, daha önce kredi almış olanlar, kendilerini kazanç sağlamışlar gibi görüyorlardı. Hâlbuki aldıkları kredi ile 1 birime satın aldıkları evi veya arabayı, bir süre sonra, iki birime sattıklarında, yerine ancak, sahip olup da sattıklarının aynısını alabiliyorlardı. Kapitalizm de, bu kolay kredi ortamından, yukarıda bahsedildiği şekilde faydalanarak yaygınlaşmasını sürdürüyordu.

Zengin ülkelerden olan Japonya, ülke topraklarının, nüfusuna göre çok az olması sebebiyle, abartılı bir şekilde şişen gayrimenkul fiyatlarında hızlı düşüş yaşadı. Bu sebeple, 1990’larda başlayan ve yaklaşık yirmi yıl süren fiyat düşüşleri ve ekonomik durgunluk ortamına girdi. Japon halkı, bu durumun kendilerinin üzerindeki kötü etkisini atlatmak için, hem tasarruflarını hem de ülkelerinde çok ucuza aldıkları kredileri, dünya borsalarında, borsa-döviz-faiz üçgeninde değerlendirmeye çalıştılar. Bu davranışları, Japon halkının tasarruflarının, aldıkları kredilerin tüketime ve dolaylı olarak üretime gitmesinin önünde engel oluşturdu. Dolayısıyla da fiyat düşüşleri ve durgunluk hali uzun sürdü. Ama kapitalizmdeki üretmeden tüketme anlayışının, Japonya’da da yaygınlaşmasına vesile oldu. Japon kültür anlayışı yara aldı.

Japon halkı, işlerini kaybetme tehlikesiyle daha çok yüz yüze geldiklerinden, gerilimli bir yaşam mücadelesinin içerisine girdiler. Japon kadınlarının arasında, Batılı yüz elde etmek isteyenler hızla arttı. Milletvekillerinin birçoğu, ülkelerine hizmeti geri plana attılar. Zamanlarının ve gelirlerinin büyük çoğunluğunu, yeniden seçilmeye harcamaya başladılar. Böylece kendi kültürünü muhafaza ederek zenginleştiği iddia edilen Japonya’da da, kâr hırsına dayalı kapitalizm anlayışı yükselişe geçti.

Bütün bu kapitalizm lehindeki gelişmelere rağmen, Sovyetlerin dağılması, Çin’in ve çevresindeki ülkelerin yeni arayışlara girmesi, kapitalizme, mucizevi denilebilecek bir şekilde çok ciddi bir nefes aldırdı.

Sovyetler dağılınca, yeni pazarlar ortaya çıktı. Bu yeni pazarlara daha çok mal satabilmek için onlara borç verildi. Doğu Avrupalılar da, kalkınmak umuduyla bu borçlara sarıldılar. Ama aldıkları borçlar, bu ülkelerin çoğunu, yeni borçlar almaya bağımlı hale getirdi. Ayrıca, bilhassa Batı Avrupa’daki işyerleri açısından, ucuza çalıştırılabilecek ve bilgili Doğu Avrupalı yeni işgücü ortaya çıkmış oldu.

Çin’in, kalkınmak için yaptığı hamleler, ucuz işçilik fırsatının zirvesi oldu. Zengin ülkelerin kapitalistleri, işçileri kendi ülkelerine getirip sosyal sorunlara sebep olmadan, fabrikaları Çin’de kurarak, ucuz iş gücü sağladılar. Bu ortam, köle ticaretinin yaygın olduğu 19uncu yüzyıldan çok daha kolay ve kârlı bir imkân sunmuştu. Böylece, zenginlerin ülkelerindeki işçi sendikalarının güçleri, tamamen kırıldı. Kapitalistler, kârlarından geri adım atmadılar, ama işçilikten ve sorunlarından rahatladılar.

Zengin şirketlerin, başka ülkelerde yaptıkları yatırımların ortak bir özelliği var. Zengin şirketler, sermayeleriyle girdikleri ülkenin ihtiyacı olan alanlarda değil, kendilerinin ihtiyacı olan alanlarda yatırım yaptılar. Bu anlayış, şirketlere daha çok kazandırarak, kapitalizmin önünün açılmasına vesile oldu.

Çin’de her türlü fabrika üretimi yaptırılırken, Hindistan’da özel bir teknik ve bilimsel yetenek gerektiren hizmetler alanında kapitalizme çok ciddi imkânlar sağlamaktadır. Çin, Hindistan ve çevre ülkelerinde yapılan bu yatırımlardan, onlar da elbette faydalanmaktadırlar. Fakat bu faydalar, konu ayrıntılarıyla incelendiğinde, bu ülkelerin geleceğinin parlak olduğunu gösterdiğini iddia etmek zordur. Ülkelerin kalkınmaları, kendi içlerinde bazı bölgelerinde olmaktadır. Bu nedenle bu durum, zengin-fakir bölge ayrımını oluşturarak, bu ülkelerin bütünlüğünü tehdit edecek seviyeye gelebilir.

Çin, Hindistan ve bölgedeki ülkelerde ücretler nispeten yükselince, Afrika’nın devreye girmesi ihtimali az da olsa vardır. Ancak Afrika, günümüzdeki haliyle bu duruma hazır değildir. Afrika’daki iç çatışmalar, devletlerin çoğundaki çürüme, altyapı eksikliği, eğitimin hem sayısal hem de nitelik olarak düşüklüğü, sermayenin Afrika’ya yönelişinin önündeki engeldir.

Diğer yandan unutmamak gerekir ki, kapitalizm, ucuz işçilikle rahat nefes alırken, bu ortam, aynı zamanda kapitalizmin kendi içerisindeki çelişkisini de oluşturmaktadır. Ucuza çalışan insanların tüketimleri de az olacağından, kapitalizmin yaygınlaşmasının önünde engel oluşturacaktır.

Diğer yandan, ucuz işçi kaynakları azaldıkça, şirketlerin kârları da düşecektir. Dolayısıyla sonunda ya üretim yavaşlayacak yahut da işgücünün serbest dolaşımına, kaçak olarak olsa da, izin verilmek zorunda kalınacaktır. Böylece pazara yakın üretime geçmek gerekecektir. Çünkü Çin ve benzeri ülkelerdeki ücret artışları nakliyelere de yansıyacağından, hem hammaddelerin hem de mamullerin nakil masrafları da artacaktır. İşgücünün serbest dolaşımının gerçekleşmesi, zengin ülkelerin şirketlerinin yatırımlarını, kendi zengin bölgelerine geri getirmelerine vesile olabilir. Ayrıca yeraltı kaynaklarının çıkarılmasının giderek zorlaşması, maliyetleri de çok artıracaktır. Bu artışlar, satışları düşürecektir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | KAPİTALİZMİN YAYGGINLAŞMASI 2 için yorumlar kapalı