İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU

İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 2

 

Yazımızın birinci bölümünde doğrudan mucize (Kur’an’da geçen kelime, ayet) konusunu irdelemeye çalıştık. Bu kısımda keramet hususunu inceleyeceğiz.

Keramet gösterdiklerini iddia ederek insanları kandıranlar, Kur’an’da mucize (ayet) kelimesinin geçtiği ayetleri kullanmakta zorlandıkları için, başka ayetleri kendilerince yorumlamaya çalışıyorlar.

Bu konuda en çok kullandıkları, Hz. Süleyman ile Saba Melikesinin kıssasının olaylarının bir kısmını anlatan Neml Suresinin 39 ve 40ıncı ayetleridir.

Neml 27/39: Cinlerden bir ifrit, ”Sen yerinden kalkmadan ben onu (Saba Melikesinin tahtını) sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi.

40: Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”

İnsanları dini konularda kandırarak menfaatlerini sürdürmek isteyenler, 40ıncı ayette bahsedilen, kitaptan bilgisi olan birinin, Melikenin tahtını göz açıp kapayana kadar getirmesini örnek gösteriyorlar. Olayı anlatan ayette mucize kavramı geçmediği için, tahtı getirmeyi keramet olarak niteliyorlar. Böylece, peygamberlerin dışındaki insanların da keramet sahibi olabileceğini vurguluyorlar. Kendilerinde de, rüyalarında gösterilen böyle kerametleri olduğunu söylüyorlar. Veya odada müritleriyle otururken, kapıya doğru bakarak aniden ayağa kalkıyor. Birisiyle konuşuyormuş gibi güzel şeyler söylüyor ve saygılı davranışlar sergiliyor. Duruma şaşıran müritleri sorduğunda, “peygamber efendimiz geldi, onunla konuştum” diyerek, keramet göstermiş gibi algılanmasını sağlıyor. Ayete göre, keramet gösterebilmek için ilim verilmiş kişi olmak gerektiğinden, kendilerine de Allah tarafından ilim verildiğini iddia ediyorlar.

İnsanları kandırmak isteyenlerin sığındığı diğer bir kıssa da, Hz. Musa ile kendisine Allah tarafından ilim verilen kişi arasındaki yolculukla ilgili olarak anlatılanlardır. Kehf Suresinin 65 ile 82inci ayetleri arasında bu olaylar anlatılır. Bu ayetler uzun olduğu için burada yayınlamayacağız.

Şimdi bazı âlimlerin, şeyhlerin ve benzerlerinin, yukarıdaki ayetleri yorumlamalarını irdelemeye çalışalım.

Kur’an’da Hz. Süleyman ve Hz. Musa kıssalarında anlatılan ilim sahibi bu insanlar, doğrudan peygamberlerle muhatap oluyorlar. Tanrı’nın verdiği ilimlerini, peygamberlere destek için kullanıyorlar. Buradan da anlaşılıyor ki, ilim sahibi bu kişiler Hz. Musa’dan ve Hz. Süleyman’dan daha farklı konumdalar. Hz. Musa’yı eğitiyorlar, Hz. Süleyman’a çok özel bir yardımda bulunuyorlar.

Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın ilim verdiği bu kişiler, peygamberlere destek verdikten sonra bir daha ortada görünmüyorlar. Bu durumda ilim verilen bu kişilerin insan olma ihtimalleri çok zayıflıyor. Eğer, insan olsalardı, peygamberlerle birlikte kalır, mücadeleyi birlikte sürdürürlerdi. Eğer insan olsalardı, benzer konuları tekrar yöntemiyle aktaran Kur’an’da, böylesine önemli işler gören ilim sahiplerinden, bir defa daha olsun bahsedilmesi beklenirdi.

Bazı âlimler, Hz. Musa kıssasında anlatılan kişinin, Hızır İlyas olduğunu iddia etmişlerdir. İnsanların zorlandıkları anlarda, kendilerine gelen yardımlarda “Hızır gibi yetişti” sözü, halk arasında âlimlerin bu iddiaları sebebiyle yerleşmiştir. Bu anlayışın yaygınlaşması, cahil insanların hem de asırlarca, “ben Hızır’ım” diyerek kendilerinden para ve yiyecek istenilerek kandırılmalarına sebep olmuştur. Hıristiyanlıktaki Noel Babanın bir başka çeşidi, Hızır Aleyhisselâm dedikleri kişi olmuştur.

Eğer, Hızır olduğu iddia edilen bu ilim verilmiş kişi insan ise, Hz. Musa döneminden beri binlerce yıldır yaşamayı nasıl başarmıştır? Yaşamı sırasında her sıkışan insana nasıl yetişmiştir? Yüce Yaradan’dan özel bir izin mi almıştır? Eğer Hızır, insan değilse, sadece Hz. Musa kıssasındaki değil, Hz. Süleyman kıssasındaki ilim verilen kişi de, insan değildiler demektir.

Hz. Süleyman kıssasındaki Kehf Suresi 39uncu ayette, cinlerden bir ifrit (ifrit tanımlamasına dikkat edelim), tahtı anında getirebileceğini söylemiştir. Ama tahtı, ifrit olan bu cinin getirmediği bir sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Kendisine Yüce Yaradan tarafından ilim verilen kişi getirmiştir. Eğer cin getirmiş olsaydı, bir sonraki ayette, ilim verilen kişinin teklifinden bahsedilmezdi ve tahtın getirildiği bu ayette anlatılmaz, cin ile ilgili ayette bahsedilirdi.

Ayrıca Sebe Suresi 34/14 te, “cinler gaybı bilir olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı” diyerek, cinlere ilim verilmediğini vurgulanmaktadır.

Şimdi düşünelim. Tahtı, cinlerden ifrit olan biri getirmiş olsaydı, kendilerinin keramet sahibi olduklarını iddia edenlerin, insanlara hükmeden “cin” olarak algılanmalarının önü açılmış olurdu. Bu durumda yeryüzü, insanların değil, cinlerin hâkimiyet mücadelesine sahne olurdu. Böyle olabileceğini en iyi bilen Tanrı, cinin teklifini kabul etmemiş ve tahtı ona getirttirmemiştir. Kendisine ilim verdiği kişiye getirtmiştir.

Cinlerin, insanlara egemen olmalarını istemeyen bir Yüce Yaradan’ın, insanların bazılarının, kendilerini ilim verilmiş kişiler olduklarını iddia ederek, insanlara hükmetmelerinin önünü açacağını düşünebilenimiz var mıdır?

Cinlerden ifrit olanının teklifinin kabul edilmemesine rağmen, Kur’an’da bahsedilmesinin de sebepsiz olduğunu zannetmiyorum. Eğer böyle bir bahis olmasaydı, bizim yukarıdaki “cinlerin, insanlara egemen olmalarını isteyen Tanrı…” şeklindeki yorumumuz geçersiz olurdu. Dolayısıyla, insanları kandırmak isteyenler, keramet sahibi olduklarını ve kendilerine Allah tarafından ilim verildiğini daha rahat iddia ederlerdi. Yine “cinlerden ifrit…” ifadesi olmasaydı, cinlerin hareketlerinin hızı konusunda bilgimiz olmazdı. Bu bilgi eksikliği de, başka ayetlerden (ör: Neml 27/17, Sebe Suresi 34/12)  esinlenenlerin, kendilerinin aslında cin olduğunu yani insanlardan farklı olduğunu iddia etmelerinin önü açılırdı. Böyle iddiaların sonunda insanlar, Sebe Suresi 34/41’de bahsedildiği üzere, cinlere tapmaya başlarlardı. Ama cinlerin hızını bildiğimizden ve kendisinden bir şeyi getirmesi istenilen hiçbir insan bu hızla hareket edemeyeceğinden, karşımızdakinin cin olduğunu iddia etmesi ihtimali ortadan kalkmış oldu.

Yalnızca Bana kulluk edin diyerek sıkça öğüt veren bir Yüce Yaradan’ın, bazı kullarının, bazı insanları kendilerine kul yapmasına aracı olmayacağı kesin olduğuna göre, Hz. Süleyman’a Saba Melikesinin tahtını getiren kişinin, cin olmadığı gibi, insan da olmayacağı aşikârdır. Eğer, tahtı getiren insan olmuş olsaydı, bazı insanların, kendilerine ilim verildiğini iddia etmeleri, çok daha kolaylaşırdı.

Son peygamberi olan ve aynen korunmuş tek kutsal kitabını verdiği Hz. Muhammed’e, görsel mucize vermeyen Yüce Yaradan’ın, başka kullarına mucize niteliğinde keramet sahipliği (aracılık) vereceğini düşünmek, Allah’ın aklıyla alay etmek değil de nedir?

Ayrıca, Makalemizin yayınlanan birinci bölümünde, Rad Suresi 13/38 ve Mümin Suresi 40/78 de, peygamberlerden başkasının mucizelere aracı edilmeyeceği anlamında ifadeler olduğunu gördük. Bu durumda en son peygamberine vermediği mucize niteliğinde olan kerametin, peygamber olmayan bir insana verilmesinin inandırıcılığı olabilir mi?

Bazı âlimler, Zülkarneyn’i, ilim verilen kişi olarak görmüşlerdir. Kehf Suresi 18/83-100 arasında anlatılan kıssalara bakılınca, ona ilim verilmediği anlaşılmaktadır. Ayetlere göre, ona verilen başkadır.

Kehf Suresi 18/84: “Gerçekten biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde etmesinin bir sebebini verdik.”

Ayette de görüldüğü üzere Zulkarneyn’e verilenin, Hz. Musa kıssasında bahsedilen ve sıradan bir şahsın bilemeyeceği olayların bilgisine sahip olmak şeklindeki bir ilim olmadığı açıktır. Ayrıca, ona verilen, Hz. Süleyman kıssasındaki gibi, tahtı getirecek doğaüstü güç de değildir. Ona verilen şey, insanlara yardımcı olacak şekilde iktidar sahibi olmak için çabalarken, sarılabileceği sebeplerdir.

Zulkarneyn kıssasında anlatılan olayların, birebir değil, mecazi anlamda irdelenmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim. Sebepler konusu da, yaşanan olayların temel nedenlerine inip yorumlayarak dersler çıkarıp, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yola uygun çözümler üretmek olarak değerlendirilebilir. Zulkarneyn, geçmiş tecrübelerinin ve bilgisinin ışığında, cesaretle ve iyi niyetle uğraşıp fikir üretimi yapmaya gayret edince, Yüce Yaradan’ın, onun zihnini açtığı ve kendisine yardımcı olduğu, ayette de ifade edildiği üzere, aşikârdır.

Zulkarneyn’i, Hz. Musa ve Hz. Süleyman kıssasındakilerden ayıran bir başka husus daha var. Zulkarneyn çalışmalarını ömrü boyunca sürdürürken, kendilerine ilim verilenler bir daha görünmüyorlar. Dolayısıyla, ilim verilenlerin insan veya cin olmadıkları, ama Zulkarneyn’in insan olduğu açıktır.

Gerek Zulkarneyn, gerekse diğer bahsedilen ilim verilmiş kişiler ve mağaradaki gençler konusundaki bilgimiz, Kur’an’da anlatıldığı kadardır. Biz de, bu konulardaki yorumlarımızı, Kur’an’da anlatılan ayetlerin ışığında yapmaya çalışıyoruz.

Kur’an ayetlerinin tamamını okuduğumuzda, bu iki makalemizle bağlantılı olarak ulaştığımız bir başka sonuç daha var. Şöyle ki; Kur’an’ı okuyanlar olarak, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağına inanıyoruz. Dolayısıyla, kulları arasında kimseye torpil yapmayacağını biliyoruz. Bu sebeple, Huzuruna gelen kullarından hiçbirisine haklısın diyecek konuma düşmeyeceği kesindir.

Diğer yandan, biz bir iyilikle gittiğimizde, Tanrı, bize on katı iyilikle geleceğini Kur’an’ında (Enam Suresi 6/160) taahhüt etmektedir. Nitekim tek olan Tanrı’nın, hareketlerini, bizim düşünce ve davranışlarımıza göre belirlediğini, aslında, dikkatli olan her insan, kendi hayatında yaşayarak görmüştür.

Lütfen, Yüce Yaradan ile ilgili bütün bu gerçekleri dikkate alalım. Peygamberlerini, kendilerine ilim verilenleri, mağaradaki gençleri, Zulkarneyn’i, Lokman’ı, cinleri, şeytanı ve diğerlerini irdelerken, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağını, kulları arasında hiçbir şekilde torpil yapmayacağını gözümüzden kaçırmayalım. İlaveten, Tanrı’mızın, bizim davranışlarımıza göre bize karşılık verdiği gerçeğini, aklımızdan çıkarmayalım. Ayrıca Yüce Yaradan’ın bir konuda karar verirken, kulları olan bizler gibi bir veya iki açıdan bakarak karar vermeyeceği, bütün olayları ve düşünceleri bildiği için, her yönden görerek kararını oluşturacağı açıktır.

Dolayısıyla, Tanrı’mızın kararlarında bizim göremediğimiz faydalarının da olduğu kesindir. Karşılaştığımız bazı olaylarda, bizim şer olarak gördüklerimizin, işin sonunda hayır olduğunu görmemiz, yine bizim hayır olarak gördüklerimizin sonunda şer çıkması, Tanrı’mızın olayları bütün yönleriyle değerlendirmesinden dolayıdır.

Bu kadar irdelemeden sonra, yazımızın başlığına dönelim. Mucize ve kerametler, sadece Yüce Yaradan’ın katındadır. Tanrı’mız, gerek gördüğünde, doğrudan Kendisi veya peygamberleri aracılığıyla, insanlara göre mucize olan şeyleri bize gösterir. Peygamberleri dışında kimseye böyle bir aracılık verilmez. Keramet göstermeyi, Yüce Yaradan tarafından ilim verilenler yapabilir. İlim verilenler de, ayetlerden anlaşılan, “insan” olmadığı gibi, “cin” de değildir.

 

Yazımızın birinci bölümünde doğrudan mucize (Kur’an’da geçen kelime, ayet) konusunu irdelemeye çalıştık. Bu kısımda keramet hususunu inceleyeceğiz.

Keramet gösterdiklerini iddia ederek insanları kandıranlar, Kur’an’da mucize (ayet) kelimesinin geçtiği ayetleri kullanmakta zorlandıkları için, başka ayetleri kendilerince yorumlamaya çalışıyorlar.

Bu konuda en çok kullandıkları, Hz. Süleyman ile Saba Melikesinin kıssasının olaylarının bir kısmını anlatan Neml Suresinin 39 ve 40ıncı ayetleridir.

Neml 27/39: Cinlerden bir ifrit, ”Sen yerinden kalkmadan ben onu (Saba Melikesinin tahtını) sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi.

40: Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakımdan sınırsız zengindir, cömerttir.”

İnsanları dini konularda kandırarak menfaatlerini sürdürmek isteyenler, 40ıncı ayette bahsedilen, kitaptan bilgisi olan birinin, Melikenin tahtını göz açıp kapayana kadar getirmesini örnek gösteriyorlar. Olayı anlatan ayette mucize kavramı geçmediği için, tahtı getirmeyi keramet olarak niteliyorlar. Böylece, peygamberlerin dışındaki insanların da keramet sahibi olabileceğini vurguluyorlar. Kendilerinde de, rüyalarında gösterilen böyle kerametleri olduğunu söylüyorlar. Veya odada müritleriyle otururken, kapıya doğru bakarak aniden ayağa kalkıyor. Birisiyle konuşuyormuş gibi güzel şeyler söylüyor ve saygılı davranışlar sergiliyor. Duruma şaşıran müritleri sorduğunda, “peygamber efendimiz geldi, onunla konuştum” diyerek, keramet göstermiş gibi algılanmasını sağlıyor. Ayete göre, keramet gösterebilmek için ilim verilmiş kişi olmak gerektiğinden, kendilerine de Allah tarafından ilim verildiğini iddia ediyorlar.

İnsanları kandırmak isteyenlerin sığındığı diğer bir kıssa da, Hz. Musa ile kendisine Allah tarafından ilim verilen kişi arasındaki yolculukla ilgili olarak anlatılanlardır. Kehf Suresinin 65 ile 82inci ayetleri arasında bu olaylar anlatılır. Bu ayetler uzun olduğu için burada yayınlamayacağız.

Şimdi bazı âlimlerin, şeyhlerin ve benzerlerinin, yukarıdaki ayetleri yorumlamalarını irdelemeye çalışalım.

Kur’an’da Hz. Süleyman ve Hz. Musa kıssalarında anlatılan ilim sahibi bu insanlar, doğrudan peygamberlerle muhatap oluyorlar. Tanrı’nın verdiği ilimlerini, peygamberlere destek için kullanıyorlar. Buradan da anlaşılıyor ki, ilim sahibi bu kişiler Hz. Musa’dan ve Hz. Süleyman’dan daha farklı konumdalar. Hz. Musa’yı eğitiyorlar, Hz. Süleyman’a çok özel bir yardımda bulunuyorlar.

Diğer yandan, Yüce Yaradan’ın ilim verdiği bu kişiler, peygamberlere destek verdikten sonra bir daha ortada görünmüyorlar. Bu durumda ilim verilen bu kişilerin insan olma ihtimalleri çok zayıflıyor. Eğer, insan olsalardı, peygamberlerle birlikte kalır, mücadeleyi birlikte sürdürürlerdi. Eğer insan olsalardı, benzer konuları tekrar yöntemiyle aktaran Kur’an’da, böylesine önemli işler gören ilim sahiplerinden, bir defa daha olsun bahsedilmesi beklenirdi.

Bazı âlimler, Hz. Musa kıssasında anlatılan kişinin, Hızır İlyas olduğunu iddia etmişlerdir. İnsanların zorlandıkları anlarda, kendilerine gelen yardımlarda “Hızır gibi yetişti” sözü, halk arasında âlimlerin bu iddiaları sebebiyle yerleşmiştir. Bu anlayışın yaygınlaşması, cahil insanların hem de asırlarca, “ben Hızır’ım” diyerek kendilerinden para ve yiyecek istenilerek kandırılmalarına sebep olmuştur. Hıristiyanlıktaki Noel Babanın bir başka çeşidi, Hızır Aleyhisselâm dedikleri kişi olmuştur.

Eğer, Hızır olduğu iddia edilen bu ilim verilmiş kişi insan ise, Hz. Musa döneminden beri binlerce yıldır yaşamayı nasıl başarmıştır? Yaşamı sırasında her sıkışan insana nasıl yetişmiştir? Yüce Yaradan’dan özel bir izin mi almıştır? Eğer Hızır, insan değilse, sadece Hz. Musa kıssasındaki değil, Hz. Süleyman kıssasındaki ilim verilen kişi de, insan değildiler demektir.

Hz. Süleyman kıssasındaki Kehf Suresi 39uncu ayette, cinlerden bir ifrit (ifrit tanımlamasına dikkat edelim), tahtı anında getirebileceğini söylemiştir. Ama tahtı, ifrit olan bu cinin getirmediği bir sonraki ayetten anlaşılmaktadır. Kendisine Yüce Yaradan tarafından ilim verilen kişi getirmiştir. Eğer cin getirmiş olsaydı, bir sonraki ayette, ilim verilen kişinin teklifinden bahsedilmezdi ve tahtın getirildiği bu ayette anlatılmaz, cin ile ilgili ayette bahsedilirdi.

Ayrıca Sebe Suresi 34/14 te, “cinler gaybı bilir olsalardı, o zilletli azap içinde bekleyip durmazlardı” diyerek, cinlere ilim verilmediğini vurgulanmaktadır.

Şimdi düşünelim. Tahtı, cinlerden ifrit olan biri getirmiş olsaydı, kendilerinin keramet sahibi olduklarını iddia edenlerin, insanlara hükmeden “cin” olarak algılanmalarının önü açılmış olurdu. Bu durumda yeryüzü, insanların değil, cinlerin hâkimiyet mücadelesine sahne olurdu. Böyle olabileceğini en iyi bilen Tanrı, cinin teklifini kabul etmemiş ve tahtı ona getirttirmemiştir. Kendisine ilim verdiği kişiye getirtmiştir.

Cinlerin, insanlara egemen olmalarını istemeyen bir Yüce Yaradan’ın, insanların bazılarının, kendilerini ilim verilmiş kişiler olduklarını iddia ederek, insanlara hükmetmelerinin önünü açacağını düşünebilenimiz var mıdır?

Cinlerden ifrit olanının teklifinin kabul edilmemesine rağmen, Kur’an’da bahsedilmesinin de sebepsiz olduğunu zannetmiyorum. Eğer böyle bir bahis olmasaydı, bizim yukarıdaki “cinlerin, insanlara egemen olmalarını isteyen Tanrı…” şeklindeki yorumumuz geçersiz olurdu. Dolayısıyla, insanları kandırmak isteyenler, keramet sahibi olduklarını ve kendilerine Allah tarafından ilim verildiğini daha rahat iddia ederlerdi. Yine “cinlerden ifrit…” ifadesi olmasaydı, cinlerin hareketlerinin hızı konusunda bilgimiz olmazdı. Bu bilgi eksikliği de, başka ayetlerden (ör: Neml 27/17, Sebe Suresi 34/12)  esinlenenlerin, kendilerinin aslında cin olduğunu yani insanlardan farklı olduğunu iddia etmelerinin önü açılırdı. Böyle iddiaların sonunda insanlar, Sebe Suresi 34/41’de bahsedildiği üzere, cinlere tapmaya başlarlardı. Ama cinlerin hızını bildiğimizden ve kendisinden bir şeyi getirmesi istenilen hiçbir insan bu hızla hareket edemeyeceğinden, karşımızdakinin cin olduğunu iddia etmesi ihtimali ortadan kalkmış oldu.

Yalnızca Bana kulluk edin diyerek sıkça öğüt veren bir Yüce Yaradan’ın, bazı kullarının, bazı insanları kendilerine kul yapmasına aracı olmayacağı kesin olduğuna göre, Hz. Süleyman’a Saba Melikesinin tahtını getiren kişinin, cin olmadığı gibi, insan da olmayacağı aşikârdır. Eğer, tahtı getiren insan olmuş olsaydı, bazı insanların, kendilerine ilim verildiğini iddia etmeleri, çok daha kolaylaşırdı.

Son peygamberi olan ve aynen korunmuş tek kutsal kitabını verdiği Hz. Muhammed’e, görsel mucize vermeyen Yüce Yaradan’ın, başka kullarına mucize niteliğinde keramet sahipliği (aracılık) vereceğini düşünmek, Allah’ın aklıyla alay etmek değil de nedir?

Ayrıca, Makalemizin yayınlanan birinci bölümünde, Rad Suresi 13/38 ve Mümin Suresi 40/78 de, peygamberlerden başkasının mucizelere aracı edilmeyeceği anlamında ifadeler olduğunu gördük. Bu durumda en son peygamberine vermediği mucize niteliğinde olan kerametin, peygamber olmayan bir insana verilmesinin inandırıcılığı olabilir mi?

Bazı âlimler, Zülkarneyn’i, ilim verilen kişi olarak görmüşlerdir. Kehf Suresi 18/83-100 arasında anlatılan kıssalara bakılınca, ona ilim verilmediği anlaşılmaktadır. Ayetlere göre, ona verilen başkadır.

Kehf Suresi 18/84: “Gerçekten biz onu (Zülkarneyn’i) yeryüzünde iktidar sahibi yaptık ve ona ulaşmak istediği her şeyi elde etmesinin bir sebebini verdik.”

Ayette de görüldüğü üzere Zulkarneyn’e verilenin, Hz. Musa kıssasında bahsedilen ve sıradan bir şahsın bilemeyeceği olayların bilgisine sahip olmak şeklindeki bir ilim olmadığı açıktır. Ayrıca, ona verilen, Hz. Süleyman kıssasındaki gibi, tahtı getirecek doğaüstü güç de değildir. Ona verilen şey, insanlara yardımcı olacak şekilde iktidar sahibi olmak için çabalarken, sarılabileceği sebeplerdir.

Zulkarneyn kıssasında anlatılan olayların, birebir değil, mecazi anlamda irdelenmesinin daha uygun olacağı kanaatindeyim. Sebepler konusu da, yaşanan olayların temel nedenlerine inip yorumlayarak dersler çıkarıp, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yola uygun çözümler üretmek olarak değerlendirilebilir. Zulkarneyn, geçmiş tecrübelerinin ve bilgisinin ışığında, cesaretle ve iyi niyetle uğraşıp fikir üretimi yapmaya gayret edince, Yüce Yaradan’ın, onun zihnini açtığı ve kendisine yardımcı olduğu, ayette de ifade edildiği üzere, aşikârdır.

Zulkarneyn’i, Hz. Musa ve Hz. Süleyman kıssasındakilerden ayıran bir başka husus daha var. Zulkarneyn çalışmalarını ömrü boyunca sürdürürken, kendilerine ilim verilenler bir daha görünmüyorlar. Dolayısıyla, ilim verilenlerin insan veya cin olmadıkları, ama Zulkarneyn’in insan olduğu açıktır.

Gerek Zulkarneyn, gerekse diğer bahsedilen ilim verilmiş kişiler ve mağaradaki gençler konusundaki bilgimiz, Kur’an’da anlatıldığı kadardır. Biz de, bu konulardaki yorumlarımızı, Kur’an’da anlatılan ayetlerin ışığında yapmaya çalışıyoruz.

Kur’an ayetlerinin tamamını okuduğumuzda, bu iki makalemizle bağlantılı olarak ulaştığımız bir başka sonuç daha var. Şöyle ki; Kur’an’ı okuyanlar olarak, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağına inanıyoruz. Dolayısıyla, kulları arasında kimseye torpil yapmayacağını biliyoruz. Bu sebeple, Huzuruna gelen kullarından hiçbirisine haklısın diyecek konuma düşmeyeceği kesindir.

Diğer yandan, biz bir iyilikle gittiğimizde, Tanrı, bize on katı iyilikle geleceğini Kur’an’ında (Enam Suresi 6/160) taahhüt etmektedir. Nitekim tek olan Tanrı’nın, hareketlerini, bizim düşünce ve davranışlarımıza göre belirlediğini, aslında, dikkatli olan her insan, kendi hayatında yaşayarak görmüştür.

Lütfen, Yüce Yaradan ile ilgili bütün bu gerçekleri dikkate alalım. Peygamberlerini, kendilerine ilim verilenleri, mağaradaki gençleri, Zulkarneyn’i, Lokman’ı, cinleri, şeytanı ve diğerlerini irdelerken, Yüce Yaradan’ın adaletinin zerrece şaşmayacağını, kulları arasında hiçbir şekilde torpil yapmayacağını gözümüzden kaçırmayalım. İlaveten, Tanrı’mızın, bizim davranışlarımıza göre bize karşılık verdiği gerçeğini, aklımızdan çıkarmayalım. Ayrıca Yüce Yaradan’ın bir konuda karar verirken, kulları olan bizler gibi bir veya iki açıdan bakarak karar vermeyeceği, bütün olayları ve düşünceleri bildiği için, her yönden görerek kararını oluşturacağı açıktır.

Dolayısıyla, Tanrı’mızın kararlarında bizim göremediğimiz faydalarının da olduğu kesindir. Karşılaştığımız bazı olaylarda, bizim şer olarak gördüklerimizin, işin sonunda hayır olduğunu görmemiz, yine bizim hayır olarak gördüklerimizin sonunda şer çıkması, Tanrı’mızın olayları bütün yönleriyle değerlendirmesinden dolayıdır.

Bu kadar irdelemeden sonra, yazımızın başlığına dönelim. Mucize ve kerametler, sadece Yüce Yaradan’ın katındadır. Tanrı’mız, gerek gördüğünde, doğrudan Kendisi veya peygamberleri aracılığıyla, insanlara göre mucize olan şeyleri bize gösterir. Peygamberleri dışında kimseye böyle bir aracılık verilmez. Keramet göstermeyi, Yüce Yaradan tarafından ilim verilenler yapabilir. İlim verilenler de, ayetlerden anlaşılan, “insan” olmadığı gibi, “cin” de değildir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU için yorumlar kapalı

İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 1

İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 1

 

Mucize, tabiatta görülen doğaüstü olaylar olarak nitelenebilir.

Keramet de, Allah’ın, ermiş denilen kullarına verdiği düşünülen doğaüstü güç ve kuvvet anlamındadır.

Sonuçta ikisi de benzer anlamdadır ve doğaüstü olayları kapsar.

Kur’an’da keramet kavramı geçmez. Ama mucize sözü sıkça geçer. Mucize kavramı da, kelime olarak “ayet” yani delil şeklinde geçer.

Makalemizin ilk bölümünde, ağırlıklı olarak mucize konusunu irdelemeye çalışacağız.

Kur’an’da aktarılanlara göre, insanlar, kendilerinin peygamber (elçi) olduklarını söyleyenlerden, kendilerine, Rabbinden mucize indirilmesini istemişlerdir. Kur’an’da adı geçen ve geçmeyen hemen bütün peygamberlerden aynı şeylerin talep edildiğini, Kur’an’daki kıssalardan anlıyoruz.

Kendilerinin elçi olduklarını söyleyen bütün peygamberlerden, Rablerinden mucize getirmelerinin istenmesi, mucizelerin, Yüce Yaradan’a ait olduğuna inanıldığını gösterir. Peygamberlerin gösterdiği doğaüstü olan olayların, Allah’ın, gerçekten peygamberleri olan kişilere hemen verebileceği basit bir gösteri olarak algılandığı anlaşılmaktadır.

Kur’an’ın anlatımına göre, peygamberlerden istenilen mucizelerin gerçekleşmesi, Allah’ın oluşturduğu, ama insanlara gösterirken, elçilerini vesile kıldığı doğaüstü vakalar şeklinde olmuştur. En meşhur mucizeler, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya verilenlerdir.

Hemen her peygamberden getirmeleri istenilen mucizeler, son elçi olan Hz. Muhammed’den de istenilmiştir.

Ankebut Suresi 29/50: “Ona Rabbinden (başkaca) mucize indirilmeli değil miydi?” derler. Cevaben de ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise sadece apaçık bir uyarıcıyım.”

Hz. Muhammed’den istenilen benzer talepler, Enam Suresi 6/109 ve Rad Suresi 13/7 gibi ayetlerde de yapılmıştır. Peygamberden vermesi istenilen cevap, mucizelerin Allah katında olduğunu anlatmasıdır. Hattâ bununla da yetinilmeyerek, Hz. Muhammed aşağıdaki ayetle uyarılmıştır.

Enam Suresi 6/35: “Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldiyse, haydi gücün yetiyorsa yerin içine (inebileceğin) bir delik, ya da göğe (çıkabileceğin) bir merdiven ara ki onlara bir mucize getiresin! Allah dileseydi, elbette onları hidayet üzerinde toplardı. O halde cahillerden olma!”

Benzer bir ortamı anlatan diğer ayetler şöyle:

Şuara Suresi 26/3: (Resulüm!) Onlar iman etmiyorlar diye adeta kendine kıyacaksın!

4: Biz dilersek, onların üzerlerine gökten bir ayet (mucize) indiririz de, ona boyunları eğilekalır.

5: Bununla beraber kendilerine O Rahman’dan yeni bir öğüt gelmeyedursun, ille ondan yüz çevirirler.

Ayetlerin anlatımından anlaşılan o ki, Hz. Muhammed insanlara sürekli anlatmasına rağmen, katılımlar çok yetersiz kalmıştır. Bu duruma üzülerek, Rabbinden, insanları ikna edecek mucize olaylar oluşturması için yakarışlarda bulunmuş, ama beklediği sonucu alamamış olabilir.

Kur’an’da anlatılan bu açık ifadelere rağmen, bazı âlimler, Hz. Muhammed’le ilgili mucizelerden bahsetmişlerdir. İddialarına mesnet bulabilmek için, peygambere atfedilen hadisleri örnek gösterenler vardır. Ama biz, iddialarına Kur’an ayetini gösterenlerin savunmalarını irdelemekle yetineceğiz. İddialarına mesnet olarak kullandıkları ayet şöyle:

İsra Suresi 17/1: “Kulu Muhammed’i geceleyin, Mescidi Haram’dan kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için, etrafını mübarek kıldığımız Mescidi Aksa’ya götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz ki her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören O’dur.”

Ayet net bir şekilde, olayın, Hz. Muhammed’i sadece geceleyin Mescidi Haram’dan Mescidi Aksa’ya götürülmesi şeklinde oluşan, Allah’ın bir ayeti yani mucizesi olduğunu anlatmaktadır.

Bu netliğe rağmen Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an tercümesinde ilgili ayetin altına şu notu düşmüş: “İsra ve Miraç, Peygamberimizin mucizelerindendir. Hicretten bir buçuk yıl kadar önce vuku bulmuştur. Hz. Peygamber, bir gece Kâbe’nin çevresinde uyku ile uyanıklık arası bir durumda iken Cebrail gelmiş, onu Burak adlı, -bizce mahiyeti bilinmeyen- bir binite bindirerek, önce Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürmüş, oradan da göklere yükseltmiş “Sidretü’l-Müntehâ” denilen en üst makama ulaştırmıştır. Hz. Peygamber, bu makamı da geçerek Cenab-ı Hakk’ın huzuruna erişmiştir. Mucizeler, tabiat kanunlarının dışında cereyan eden harikulâde olaylardır. Bu sebeple, onları aklî ölçüler içinde değerlendirmek doğru olmaz.”

Öncelikle, ayette anlatılan gece yürüyüşü olayını, Hz. Muhammed’in mucizelerinden olarak nitelemek doğru mudur diye irdeleyelim. Kur’an’da anlatılan Hz. Musa’nın mucizeleri ve Hz. İsa’nın mucizeleri, bizzat peygamberler aracılığıyla, insanların gözleri önünde gerçekleşen doğaüstü olaylardır. Hâlbuki Hz. Muhammed’e yaşatılan şey, geceleyin ve sadece kendisinin gördüğü bir mucizedir. Diyanetin açıklamasına göre de, uyku ile uyanıklık arasında olmuştur. Yani peygamberin kendisinin bile tam uyanık olmadığını söylemektedirler. Dolayısıyla yaşanan olay, diğer peygamberlerinkiyle karşılaştırıldığında, Kur’an’ın anlatımındaki peygamberler aracılığıyla gösterilen nitelikte bir mucize olarak kabul edilmesi mümkün görünmüyor. Çünkü mucizeyi başka gören yok ve Hz. Muhammed’in kendisi de bu mucizeye doğrudan aracılık etmiyor. Hz. Musa’daki asasını yere atma, denize vurma, Hz. İsa’daki ölüleri diriltme şeklindeki somut görsellik yok.

Diyanetin ayetle ilgili açıklamasında, sadece bu yanlış yönlendirmeyle kalınmamış. Ayette olmayan ifadeler, ayete eklenmiş. Peygamberin, Mescidi Aksa’dan sonra göklere yükseltildiği anlatılarak şöyle devam edilmiş: “Burak adlı bir binitle önce Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürmüş, oradan da göklere yükseltmiş “Sidretü’l-Müntehâ” denilen en üst makama ulaştırmıştır. Hz. Peygamber, bu makamı da geçerek Cenab-ı Hakk’ın huzuruna erişmiştir.”

Bindiği binitin bile isminin yazıldığı bu açıklamalar üzerine söylenebilecek söz yok. Çünkü Kur’an bu gibi hususlarda, yine Diyanetin kendi tefsirine göre, net olarak şöyle diyor:

Nahl Suresi 16/116: Dilleriniz yalana alışageldiğinden dolayı, Allah’a karşı yalan uydurmak için, “Şu helâldir”, “Şu haramdır” demeyin. Şüphesiz, Allah’a karşı yalan uyduranlar, kurtuluşa eremezler.

Eğer Hz. Muhammed’e verilen bir mucize aranılırsa, ona indirilen Kur’an, en anlamlı mucizedir.

Şimdi de, peygamberlerin dışında mucize verilen kişiler olup olmadığını anlayabilmek için, yine Kur’an’a başvuralım.

Rad Suresi13/38: “Andolsun ki, biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmadan herhangi bir ayet getirmek ise, hiçbir peygamberin haddi değildir. Her ecel için bir yazı vardır.”

Benzer ifadeler Mümin Suresi 40/78’de de vardır.

Ayette, Yüce Yaradan’ın izni olmadan, hiçbir peygamberin ayet yani mucize getirmesinin hadleri olmadığı ifade ediliyor. Eğer Allah’ın izniyle ayet getirmek, yani mucize göstermek sadece peygamberlerle ilgili olmayıp, diğer kullara da verilen bir hak olsaydı, bizim rahatça anlamamız için ayetin ifadesi farklı olurdu. Ayetteki “hiçbir peygamberin haddi değildir” ifadesi yerine “hiçbir kulun haddi değildir” denilirdi.

Bu açık ifadelere rağmen, bazı âlimler mağarada 309 yıl uyutulan gençlerin olayını misal göstererek, peygamberlerin dışındakilere de mucize verildiğini iddia etmişlerdir.  Bu husustaki olaylar Kehf Suresi 16 ile 22inci ayetler arasında anlatılır. Gençler uykuda olmalarına rağmen, dışarıdan bakılınca uyanık oldukları zannedilir. Köpeklerinin durumu bile aynı şekildedir. Ayete göre bu, Allah’ın mucizelerindendir.

Şimdi, bu konuda Kur’an’da anlatılan olayları irdeleyelim. Mağaraya sığınan gençler, uyumuşlardır. Uyandıklarında ne kadar uyuduklarını bilememişleridir. Bir gün veya daha az uyuduklarını söyleyen olmuştur. Yani Yüce Yaradan’ın oluşturduğu mucizeden kendileri de habersizdir. Kendilerinin habersiz oldukları bir mucizeye şuurlu bir şekilde aracılık ettiklerini kim iddia edebilir?

Tek olan Tanrı, bu mucizeyi anlatmasındaki maksadını şu ayetiyle açıklar;

Kehf Suresi 18/21: “Böylece insanları onlardan haberdar kıldık ki, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu ve kıyamet gününden şüphe edilemeyeceğini bildirmek için, öylece şehir halkına buldurduk. Onları mağarada bulanlar, aralarında durumlarını tartışıyorlardı. Dediler ki: “Üstlerine bir bina (kilise) yapın. Bununla beraber Rableri, onları daha iyi bilir.” Sözlerinde üstün gelen müminler: “Üzerlerine muhakkak bir mescit yapacağız.” dediler.

Demek ki, peygamberlerin dışındaki kullarına, şuuru açık bir haldeyken mucizeye aracılık etme hakkı hiçbir şekilde verilmemiştir. Zaten, son peygamber olan Hz. Muhammed’e verilmeyen nitelikte görsel mucizenin, peygamber olmayan kullarına verilebileceğini düşünmek mantıksızdır.

Diğer yandan, Kur’an’ın bütününden anlaşıldığına göre, Yüce Yaradan’ın, mucizeleri peygamberleri aracılığıyla diğer kullarına göstermesinin amaçları; inanç konusunda tereddüt yaşayanların ikna olmalarının yolunu açmak, inananların kalplerini sağlamlaştırmak, Tanrı’nın yolunda savaşanları desteklemek gibi hususlardır. Ancak,  Yüce Yaradan bazen, kullarına gösterdiği mucizeler için bir aracı kullanmadan, doğrudan bizzat Kendisi, peygamberlerinin de seyredeceği şekilde herkese gösterir. Kur’an’da bahsedilen, inanmamakta ısrar edenlerin helâk edilmesi olayı, böyle bir mucize sonucu olmuştur. Denizi geçerken Hz. Musa’nın asasını denize vurmasıyla denizin yarılması da, bu nitelikte görülebilir.

Yine, Kur’an’dan anlaşıldığına göre, aracılı veya aracısız bütün mucizelerin, insanların gözleri önünde gerçekleşmesi gereklidir. Bu netliğe rağmen, mucizenin anlamının saptırılması, insanları kandırmak isteyenlerin işlerini kolaylaştırmaktır. İnsanları kandırırken gerçek bir mucize gösteremeyeceklerini bilen bazı kişilerin, İsra Suresinin birinci ayetindeki anlatımı saptırdıkları anlaşılıyor. İnsanları kandırmaya çalışmak isteyen bu yapıdaki şahıslar, rüyalarında gördüklerini söyleyerek mucize gerçekleştirdiklerini anlatırken, Hz. Muhammed hakkında İsra Suresinin birinci ayeti için yaptıkları bu alâkasız yorumu örnek gösteriyorlar.

İnsanları kandıran bu kişilerin, gösterdiklerini iddia ettikleri mucizeler, keramet olarak bahsedildiği için, keramet konusundaki irdelemelerimizi, makalemizin ikinci bölümünde yapacağız.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂMDA MUCİZE VE KERAMET KONUSU 1 için yorumlar kapalı

MÜSLÜMAN TÜRKLERDEKİ BAZI ÖRNEKLİKLER

MÜSLÜMAN TÜRKLERDEKİ BAZI ÖRNEKLİKLER

 

Makalemizde bahsedeceğimiz özelliklerin, Türklerin hepsinde ve belgeli tarihin tamamında görüldüğü düşünülmemelidir. Bizim gayretimiz, tarihi olayların, bilgilerin, belgelerin izin verdiği ölçüde ve önyargısız tarihçilerin ortak kararlarına yakın genelleme yapmaktır. Bu gayretime rağmen, benim Türk olmamın, yazacaklarımı, az da olsa, etkileyeceğini düşünmek gerekir.

Yazımızın amacı, insanlığın kötü gidişini durdurup, Dünyamızı, insan şeref ve haysiyetine yakışır bir şekilde yaşanabilir hale getirmenin yollarını aramaktır.

Türklerin bazı davranışları, İslamiyet öncesi ile sonrasında anlam açısından ilave gelişmeler göstermiştir. Gerek şahıs olarak, gerekse toplum olarak görülen bu ilave olumlu gelişmelerden dolayı, örneklik açısından Müslüman Türkleri ele alacağız. Çünkü bu aktaracaklarımızın, Müslümanlık öncesi anlayışın da çoğunu kapsamış olacağı açıktır.

Türklerin en belirgin özelliklerinden birisi, halkın bütününde görülen savaşçılık yapısıdır. Hükümdarlarından bilge insanlarına, rençperlerinden çobanlarına, din adamlarından zanaatkârlarına kadar halkın hepsi, bütünüyle bir savaş gücü gibidir. Savaşçılık yapısı, ihtiyaç olduğunda, kadınlarında da ortaya çıkar. Kadınlarda görülen bu savaşçılık ruhu, Türklerdeki kadın ve erkek ilişkilerinde, genel bir denge oluşmasına vesile olmuştur. Arapların bir kısmının, Müslümanlık öncesindeki kadına ve kız çocuklarına bakışlarını, bir şekilde İslâmiyet’in içerisine soktukları açıktır. Onlardaki bu yanlış uygulamanın birçok halklara yansıması gibi, Türklerde de uygulaması olmuştur. Ama bu durum, bizim denge konusundaki genellememizi ortadan kaldıracak kadar etkili değildir.

Türklerin, savaşmak için savaştıkları nadiren görülür. Bu sebeple, Avrupa’da görülen Yüzyıl Savaşları gibi anlamsız harpleri yoktur. Genellikle, ya kendilerine yapılan bir haksızlık veya saygısızlık için, ya da zorda kalan dostlarına, insanlara veya halklara yardımcı olmak içindir. Bazen çevrelerindeki kargaşalık kendilerini etkilediğinde, huzuru sağlamak için savaşmışlardır. Kimi zaman da, kendilerine yakın boylara bile hükümranlık yapmak ve şan kazanmak amacıyla savaşmışlardır. Türklerde görülen, imparatorluk yani büyük devlet kurma eğiliminin temelinde, bu duygu yatar. Bazen de, yaşadıkları bölgenin imkânlarının karınlarını doyurmaya yetmemesi ve çevrelerindeki diğer güçlü halklar tarafından sürekli rahatsız edilmeleri, yer değiştirmelerine sebep olmuştur.

Bilindiği gibi, Göktürklerde Bilge Kağan, Orhun Yazıtlarında (632), halkları yedirip içirdiğinden ve kargaşalığı bitirdiğinden bahsederek övünmektedir. Göktürkler, bu güzel ortamı sağlayabilmek için, çok savaşlar yapmak zorunda kalmışlardır. Balkan Bulgar Türklerinin hakanı Kurum Han ise, Hıristiyanlara, karşılık beklemeden iyilik yaptıklarından bahsetmektedir (810’lu yıllar). Kurum Han, karşılıksız iyilikler yaptıklarını söylediği Bizans imparatoru Nikoforos’u, 811 yılında yapılan savaşta yenmişti. (Kurun Hanın sözü şöyledir: “Doğru insanı ve yalancıyı Tanrı bilir. Bulgarlar, Hıristiyanların iyiliği için çok çalıştılar. Ancak onlar bunu unuttu. Fakat Tanrı biliyor.”)

Müslümanlıktan sonra ise savaş sebeplerine, İslâm’ı yaymak ve bütün Müslümanları bir bayrak altında toplamak eklenmiştir. Gazneli, Selçuklu ve Timurlu Türklerinden sonra Osmanlı Türkleri de, bu amaca yönelik çalışmalar yapmışlardır Bir bayrak altında toplamaya güçleri yetmediğinde, kendi topraklarını mazlumlara ve mağdurlara açmışlar ve sıcak bir yuva sağlamaya çalışmışlardır. 1492’de İspanya’dan atılan Yahudilerin melce bulabildikleri tek ülke Osmanlı Türkleri olmuştur. Yine 1550’lerin ortalarında, ta Uzak Doğuda Sumatranın kuzeyindeki Açelilere yardım etmişlerdir. 1877-78 Rus Savaşından sonra toprakları işgal edilen ve Türk olan olmayan bütün Kafkas halklarına kucak açmışlardır. Hem de, kendisi ihtiyaçlı haldeyken ve kimseden yardım almadan onları barındırmışlardır.

Yukarıda saydığımız Türklerin bu tavırlarıyla ilgili bahsettiğimiz kanaatlerimiz, yazımızın başında da ifade ettiğimiz gibi, bütün Türk devletleri için ve her dönemde geçerlidir denilemez. Ancak, bilhassa en çok bilgiye sahip olduğumuz Osmanlı Türklerinde, bu kanaatimizi doğrulayan davranışlar vardır. Bunların bir kısmını, bu sitede yayınladığımız Osmanlı Türklerinde görülen uygulamalardan bahsettiğimiz bazı yazılarımızda ifade etmiştik.

Bu makalemizde, Osmanlı Türklerinin yaptıkları başka bazı uygulamalarını ele alacağız. Öncelikle, devlet olarak kendi ülkesindeki uygulamaların bazılarına bakalım.

Başka birçok ülkeden farklı bir uygulama yaparak, lordlar, baronlar veya kapitalistler benzeri zenginlerin oluşmasını engellemeye çalışmıştır. Böylece halkın, zenginlerce ezilmesini engellemeyi hedeflemiştir. Belki bu uygulamanın bir amacı da, kendi hükümdarlık sülalesinin karşısına başka bir güç çıkmasını engelleme de vardır. Ama halka baskı yaparak zenginlemeye çalışan resmi yöneticileri, kendi sülalelerine rakip olmayacaklarını bildikleri halde cezalandırmaları, halkı da koruduklarını gösterir.

Osmanlıdan önce yaşamış başka halkların da kurduğu vakıflar sistemini geliştirerek, halkın ihtiyaçlarının giderilmesine, devletin gücüne ek olarak, imkân hazırlamıştır.

Dini gurupların zenginleşmelerinin önünü kesmek için, çeşitli dini esaslı vergiler koymuştur. Hiçbir dini cemaatin güçlenmesine ve devlete sızmasına izin vermemeye çalışmıştır.

Veraset ve zilliyetin tanzimini yaparken mümkün olduğu kadar, zenginleri değil halkı korumayı düşünmüşlerdir.

Toprakların işlenmesiyle ve mülkiyetle ilgili düzenlemeleri, toprak ağalığını koruyacak yönde değil, üretimi artırıcı şekilde yapmaya gayret etmişlerdir.

Ülkede yaşayan herkesin önünü açmak için gayret etmişlerdir. Bu amaçla, sınıf kavramının oluşmasına müsaade etmemişlerdir. İnsanların; kendi akıllarıyla, kabiliyetleriyle, bilgileriyle, o güne kadar ortaya koydukları işleriyle bağlantılı olarak, mümkün olduğu kadar layık oldukları konuma gelmelerinin önünü açmışlardır. Devlet görevlerinde, vakıflarda vb yerlerde, belli gurupların hâkim olmalarının önünü kesmeye çalışmışlardır.

Ülkedeki mal sıkıntısını azaltmak ve halkın ihtiyaçlarını daha çok karşılamak için, ihracatı zorlaştırmış, ithalatı kolaylaştırmıştır. Bu uygulamaları, neredeyse diğer bütün devletlerden farklı olmuştur. Diğer birçok devlet, aksine, gümrük duvarları oluşturarak, ithalatı zorlaştırmışlardır. Ülke içerisindeki fiyatların artarak halkı sıkıntıya sokmasını engellemek amacıyla, fiyatları sınırlayan narh sistemini uygulamışlardır.

Eğer devleti yönetenlerin amacı, kendi imkânları olmayan halka, insan şeref ve haysiyetine uygun yaşayabilecekleri bir yurt oluşturmak olmasaydı, yukarıdaki uygulamaları yapmaya çalışmazlardı. Halk arasında yaygın olan “kerim devlet” anlayışı, yukarıda saydığımız ve aktarmadığımız uygulamaların yapıldığının göstergelerindendir. (1815 Büyük Avrupa Barışı sonrasında ve bilhassa 1865 ABD İç Savaşından sonra 1914 yılına kadar, devlet olarak zenginleşmiş Birleşik Krallık’ tan 20 milyon insan göç etti. Okyanustaki her türlü ölümüne şartlara rağmen göç ettiler. Çok zor şartlar altında yapılan ve bir kısmı macera ama çoğu fakirlikten kaçış için yapılan bu yolculuklara sebep olan devlet uygulamaları, Türklerin bu uygulamalarıyla karşılaştırılabilir.)

Devleti yönetenler ve halkın ileri gelenleri; mazlumları ve mağdurları korumaları gerektiği şeklindeki bir görevin omuzlarına yüklendiğinin şuurlarında olduklarında, yukarıdaki uygulamalar sürdürülmüştür.

Elbette, devleti her yöneten bu anlayışta olmamıştır. Yukarıdaki uygulamalara uymadan devleti yöneten hakanların, beylerin, sultanların, padişahların ve onların altındaki idarecilerin nasıl davranmaları gerektiği hususunda bilge insanlar zaman zaman ikazlarda bulunmuşlardır. Müslümanlık öncesi dönemde bu görevi, toy denilen, boyların ileri gelenlerinden oluşan danışma kurulları yapmışlardır. Sonrasında “aksakallılar” heyeti gibi istişare kurumları oluşturulmuştur.

İslâmiyet sonrasında yöneticilere yapılan uyarılardan bir kısmı yazılı olmuştur. Farabi’nin, Yusuf Has Hacib’in, Şeyh Edebalı’nın, Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın yaptıkları uyarılar bunlardan birkaçıdır. Bu mümtaz kişilerin bu hususlardaki fikirleri hakkında, bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde bilgi verdiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.

Yazımızın başlarında ifade ettiğimiz Osmanlı Türklerindeki savaşçılığın; toplumun her kesimince benimsenerek hayata yansıtılması, askeri savaşçılığın, belli bir zümrenin tekelinde olmasını engellemiştir. Bu konum, Osmanlıda devlet ile toplum yapısının esasını teşkil etmiştir. Diğer yandan, eli kılıç tutabilecek her insan, en azından bir Cuma veya cenaze namazını kıldırabilecek şekilde dinin ameli bilgileriyle de teçhiz olacak şekilde yetiştirilmeye çalışılırdı. Böylece, askerler ile toplum arasında bir birliktelik oluşurdu.

Askeri savaşçılıktaki bu denge, 1585’ten sonra değişmeye başladı. Akıncı dediğimiz ve halktan oluşan ordu gücü neredeyse yok oldu. Buna karşılık, Yeniçeri veya Kapıkulu dediğimiz toplama ordunun nüfusu çok fazla arttı. Sonuçta denge çok bozulunca, Yeniçeriler devlete bile başkaldırmaya başladılar. Devlet, tarihte görülmemiş bir şekilde, kendi ordusunu top atışlarıyla yok etmek zorunda kaldı (1826). Türklerde, ne zaman askeri savaşçılık belli bir zümrenin etkisinde kalmışsa, devlet ile toplum yapısındaki denge bozulmuş ve sorun olmuştur.

İslâmiyet’teki cihad kavramı, Türklerde, Kur’an’daki anlamına uygun olarak algılanmıştır. Önce kendi nefsine karşı savaşılmaya çalışılmıştır. Kendi iç cihadını kazanan için cihad; sömürüye ve zulme karşı, ihlasla ve zamanının tekniğini kullanarak, hakkı tesis yolunda savaşmak olarak değerlendirilmiştir. Karşı tarafa yapılan hücumların bile çoğunluğu, zulme karşı durmak, sömürüyü engellemek ve hakkı tesis etmek için, meşru müdafaa anlamında yapılmıştır.

Müslüman olduktan sonra Türklerin, imparatorluk kurarak geniş halk kitlelerini adaletle yönetmek uğruna savaş iradesini göstermelerinin temelinde yatan önemli bir sebep, yukarıdaki anlamdaki cihad anlayıştır.

Eğer amaç, kendi topraklarını genişletmek ve gittikleri yerleri sömürmek olsaydı, oralardaki halkları (Anadolu dâhil) dinleri, dilleri, örf ve adetlerinde, hem de asırlarca, serbest bırakmazlardı. Yatırımlarını, yeni gittikleri yerlere değil, kendi öz yurtlarına yaparlardı. (Bu durum; İngilizlerin, Fransızların, Rusların, Hollandalıların, Belçikalıların, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, egemenlikleri altındaki ülkelerden kazandıklarını, kendi öz ülkelerine yatırmalarıyla karşılaştırılabilir.)

Eğer amaç; farklı kesimlerden, farklı dillerden farklı örf ve adetlerden olan mazlum halkları huzur içerisinde yaşatmak olmasaydı, 1911 yılında farklı davranırlardı. Osmanlı Türklerinin, bırakın savaş gemisini, askerleri taşıyacak gemileri bile yokken, Enver Paşa, “orada tek umudu bizler olan mazlum insanlar var” diyerek, her türlü zorlukla boğuşarak ve ülkenin umudu olan az sayıda arkadaşıyla kendilerini ateşe atarak, Trablusgarp’a gitmezdi.

Osmanlı Türklerinin bir başka örnekliği, kendi kurumlarını oluşturmuş olmalarıdır. Bu kurumların bazıları şunlardır:

Yeniçeri Ocağı, Osmanlıya has bir kurumdur.

Halkın içerisinden zeki çocukları toplayarak Enderun denilen okulda eğitip üst yönetici yapmaları da, kendilerine özel bir kurumdur.

Örfi hukuk ile şeri hukuk kurallarını ayırmaları da, Müslümanların içerisinde Osmanlı Türklerine ait bir kurum olarak sayılabilir.

Ayrıca, dindeki ruhban sınıfın etkisini, başka dinlerdekine göre çok azaltmışlardı. Dinde en yüksek makam olan Şeyhülislam, dini gurupların ve kuruluşların kendi içlerinde yaptıkları seçimle değil, padişahın tayiniyle göreve başlardı. Diğer dinlerle karşılaştırıldığında, bu uygulamaları da, kendilerine özel kurumlaşma olarak değerlendirilebilir.

Yavuz Sultan Selim’den itibaren başlayan halifelik de (1517), zaten padişahın uhdesinde idi. Bu yapısıyla da halifelik kurumu, dini açıdan sadece sembolik hale getirilerek, Osmanlı Türklerine has bir kurum gibi görülebilir.

Vakıflar sistemini halka hizmet edecek şekilde geliştirmeleri, kurallarını koymaları da kurumlaşma olarak nitelenebilir.

Yusuf Has Hacib’in 1069 yılında yazdığı Kutadgu Bilig adlı eserindeki devlet anlayışını inceleyen Şaban Teoman Duralı, aşağıdaki kanaate ulaşır:

“Türk; mazlumların ve mağdurların yardımına koşmanın, bunu yaparken zalime karşı durmanın, zalime karşı mücadele ederken kendisinin hiçbir maddi fayda görmeyeceğini bilmenin, insanları yedirip içirmek gibi ulvi amaçlar peşinde koşmasının, boynunun borcu olduğunu düşünür. Türk, bu günler ve bu dava için dünyadadır.”

Bu yazıyı kaleme almaktaki amacımız, yukarıda saydığımız özelliklerin ve uygulamaların benzerlerine günümüzde ihtiyaç olduğunu düşünmemizdir.

Yusuf Has Hacib, eserinde dünyadaki kötülüklerin çokluğundan bahseder. Anlatılan kötülüklerin benzerleri, günümüzde de daha yaygın olarak vardır. Yazar, fazilet, adalet, mutluluk ve kanaatkârlık gibi değerlerin üzerine akıl ve bilgi ekleyecek ideal yönetimin kurulabileceği kanaatindedir.

Yusuf Has Hacib, böylesine ideal bir yönetimin, kötü olan bu dünyayı yaşanabilir hale getireceğine inanmaktadır.

Eğer biz de inanıyorsak; Yüce Yaradan’ın yolunda büyük bir cesaretle yürürken, hem bu değerlere sahip olmaya gayret etmemiz, hem de yukarıda aktardığımız uygulamaların daha faydalılarını, günümüz şartlarında gerçekleştirme çabası içerisinde olmamız gerektiği açıktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | MÜSLÜMAN TÜRKLERDEKİ BAZI ÖRNEKLİKLER için yorumlar kapalı

MUT’A NİKÂHI ÜZERİNE

MUT’A NİKÂHI ÜZERİNE

 

Yüce Yaradan’ın sözü olan ve değiştirilememiş tek kutsal kitap olarak kalan Kur’an’ın Arapçasında, “mut’a” kelimesi geçmez. Apaçık olan bu gerçeğe rağmen, acaba tercümelerde mut’a kelimesi neden kullanılmış olabilir?

Neden mut’a kelimesinin kullanıldığına net bir cevap vermemiz mümkün değil. Mantıklı bir cevap oluşturabilmek için, tercümelerde mut’a teriminin geçtiği ayetleri incelemememizin doğru bir yaklaşım olacağı kanaatindeyim.

Bu ayetlerden birisi, Bakara Suresinin 236ıncı ayetidir Bu konuda, Diyanet İşleri Başkanlığının tercümesini aşağıya alıyoruz.

2/236: “Kendilerine el sürmeden ya da mehir belirlemeden kadınları boşarsanız size bir günah yoktur. (Bu durumda) -eli geniş olan gücüne göre, eli dar olan da gücüne göre olmak üzere- onlara, aklın ve dinin gereklerine uygun olarak mut’a verin. Bu, iyilik yapanlar üzerinde bir borçtur.”

Ayetin tercümesini bu şekilde veren Diyanet, dipnot olarak mut’a kelimesinin anlamını açıklamak ihtiyacını hissederek, şu bilgileri vermektedir.

.Mut’a, yararlandırmak ve yararlanılan şey demektir. Terim olarak ise mehir belirlenmeksizin kıyılan nikâhtan sonra, ona dokunmadan ve “halvet”te bulunmadan boşanan kadına, boşayan tarafından verilmesi gereken, giyim eşyası, mal, ya da bunların karşılığıdır. Mut’anın miktarını, bununla yükümlü kimsenin malî durumu belirler.

Şimdi, hem ayetin başındaki ifadeleri hem de Diyanetin mut’a tarifini aklımızın iyi bir köşesine yazarak, irdelemeye devam edelim.

Ayetin başlangıcında, “kendilerine el sürmeden” dedikten sonra, “kadınları boşarsanız size bir günah yoktur” diyen bir hüküm geliyor. Demek ki, kendilerine el sürdükten sonra kadınları boşamamamızda, bize bir günah var. Fakat bu husus ve şartları, ayrı bir yazı konusu olduğundan bu makalemizde ele almayacağız.

Peki, tefsircilerin ve tercüme yapanların önemli bir bölümü, mut’a sözünü tercümelerine neden eklemiş olabilirler diye bakalım. Ayetin başlangıcındaki, “mehir belirlenmeden kadınları boşarsanız” ifadesi üzerine böyle bir ekleme yapıldığını tahmin ediyorum. Çünkü kadınlarla evlenirken mehir belirlenmediği için, boşayınca onlara bir pay verme durumu doğmamış oluyor. Bu durumu değerlendiren İslâm Âlimlerinin bir bölümü, kadınları boş göndermemek ve onlara iyilik yapmak düşüncesiyle, adına mut’a dedikleri bir maddi yardım verilmesini uygun görmüş olabilirler. Bu yardımın da, ayni olabileceği gibi nakdi de olabileceğini vurgulamışlar, ama bir sınır koymamışlar.

İnsanlara bu tavsiyeleri yapan İslâm Âlimleri, bu konuda erkekleri uyarmak için, önemli bir açıklama yapmayı da ihmal etmemişler. Mut’a yardımının verilebilmesi için, “kadının, mehir belirlenmeksizin kıyılan nikâhtan sonra, ona dokunmadan ve halvette bulunmadan boşanmış olması gerektiğine” dikkat çekmişler.

Bu açıklamaları yapan İslâm Âlimlerinin söylediklerinde, Kur’an’a aykırı bir husus görünmüyor. Onların açıklamaları, 236ıncı ayette bahsedilen “bir günah yoktur” sözünden sonra ayetin sonundaki “iyilik yapma” hükmüne uygun düşmektedir.

Diyanetin tercümelerinde, mut’a kavramını kullandığı bir başka ayet de şöyle:

Ahzap Suresi 33/49: “Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâh edip de sonra onlara dokunmadan boşadığınız zaman, sizin için üzerlerinde sayacağınız bir iddet (bekleme) hakkınız yoktur. Derhal mut’alarını (mehirleri belirlenmediği takdirde yararlanacakları bir mal) verip onları güzel bir şekilde salıverin.”

Görüldüğü gibi bu ayette, iman edenlere hitap ederek, mümin kadınları nikâh etmekten bahsedilmektedir. Bu ayette de Bakara 236’da olduğu gibi, kadınlara dokunmadan boşanma durumu ele alınmaktadır. Mut’a, yani yardım verilmesini de, parantez içerisine aldıkları mehirlerin belirlenmemesi şartına bağlamaktadır. Amaç, kadınları, güzellikle salıvermek, onlara iyi davranmaktır.

Şimdi tekrar düşünelim.

Ayetlerde, mut’a kelimesi geçmiyor. Bazı İslâm Âlimlerinin de bu konudaki açıklamaları Kur’an’la çatışmıyor. Ama Kur’an’da olmayan bir kelimeyi -muhtemelen- iyi niyetle de olsa, bazı Âlimlerin, gereksiz yere ve kendi düşünceleri olarak, Kur’an tercümelerinde kullanmalarının, günümüzdeki sonuçlarını irdeleyelim. Asırlardır ve günümüzde, mut’a nikâhı nasıl biliniyor?

Bunu da, mut’a nikâhının varlığını savunan ve anlatanlardan dinleyelim. “Mut’a nikâhı, bir kadınla, ücret mukabilinde onun cinsel yönünden yararlanmak üzere, belli bir süre için yapılan sözleşmedir.”

Bu açıklamayı yapan ve kendilerini İslâm’la bağlantılı olarak tanıtan web siteleri, bu durumun İslâm’ın başlangıcında var olduğunu, peygamberimizin de buna onay verdiğini yazmaktadırlar. Ancak bu siteler bile, daha ileri gitmeyerek, bu durumun sonradan nesh edildiğini açıklamak zorunda kalmışlar.

Ama İslâm Âlimlerinin –en hafif deyimle- bilinçsiz davranarak yaptıkları bu kelime ekleme ve nesh gibi yanlış tefsirlerinin sonucunda, asırlardır ve günümüzdeki uygulamalara bakıldığında, maalesef, mut’a nikâhı, tamamen ücret karşılığı olarak yapılmaktadır. Mümin kadınlarla değil de vücudunu satarak para kazanmak isteyen kadınlarla yapılmaktadır. Dolayısıyla mut’a nikâhı, geçici zevklerini zina konumundan çıkaracak bir kılıf için uydurulmuş bir yorum durumuna düşülmüştür ve yaygın durumdadır.

Peki, bazı sitelerin, eski İslâm âlimlerine dayanarak anlattıkları nesh ne demektir? Nesih-mansuh fikrini savunanlar, sonradan inen ayetlerin öncekilerin geçerliliğini ortadan kaldırdığını öne sürmektedirler.

Nesih anlayışını savunanların iddiasının, aslında, net olarak: “Allah’ın, insanlara bir tavsiyede bulunduktan sonra, ‘tüh be, dalgınlıkla yanlış bir öğütte bulundum, geç aklıma geldi ama olsun, hemen eskisini iptal edeyim de yeni bir tavsiyede bulunayım’ demesinden başka bir açıklaması yoktur.”

Eğer, “Tanrı’nın, kafasının karışabileceğini, hata yapabileceğini, sonradan hatasını düzeltmek için kullarından özür dileyerek yeni tavsiyelerde bulunacağını” düşünenlerden isek, parası karşılığında mut’a nikâhı yaparak, kadınlarla cinsel ilişkiye girilmesi hususunu, kendi menfaatimize göre değerlendirmemiz, karakterimize uygun düşecektir. Çünkü Tanrı’nın kafasının karışık ve dalgın olduğu, zaman zaman hata yaptığı bir din anlayışına sahipsek, bizim, kendi menfaatlerimizin peşinde koşmamız, anlayışımızın ve karakterimizin bir göstergesi olacaktır.

Şimdi düşünelim. Bütün kâinatı, en ince ayrıntısına kadar düşünerek yaratan, kâinatın içerisinde akıllı, şuurlu ve özgür varlıklar oluşturan bir Tanrı var. Yarattığı kullarının hiçbir ihtiyacını eksik bırakmayan, her türlü tabii güzellikleri gözlerinin önüne seren bir Yaradan var. Kullarına sevgi, nefret gibi ihtiyaçları olan her türlü duyguyu veren, onların huzurlu olmaları için sürekli yol gösteren bir Yaratıcı var. Dolayısıyla bütün eksikliklerden münezzeh bir Tanrı’ya inanıyorsak, günümüzdeki anlamıyla mut’a nikâhından bahsedilemez. Mut’a nikâhı, Yüce Yaradan’ın hoşlandığı davranışlara, yarattığı kullarının onuruna aykırıdır ve kesin olarak Kur’an dışıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | MUT’A NİKÂHI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

GASPIRALI (BAHÇESARAYLI) İSMAİL’İN ÖRNEKLİĞİ

GASPIRALI (BAHÇESARAYLI) İSMAİL’İN FİKİRLERİ VE KİŞİLİĞİ

 

(Not: Bu yazı 2010 yılında, diğer web sitem olan ihkupcu.com’da yayınlanmıştı. Bu sitede tekrar ve aynen yayınlamamın nedeni, insanlığın güzel geleceği için çalışan, Yüce Yaradan’ı doğru anlama ve doğru anlatma çabasında olan insanlara yol gösterebilmesi içindir. Bahçesaraylı İsmail’in, hem fikir üreten, hem de fikrini bizzat kendi uygulayan kişiliği, çözüm için birleştirici olarak seçtiği yöntemleri ve sabrı, bizlere sunduğu güzel örneklerdir. “Her işin bir zamanı, her zamanın bir işi olduğu” anlayışı, “dilde, fikirde, işte birlik” çağrısı, hepimiz için yol göstericidir. Kendisine yapılan eleştirilerin nitelikleri ve çalışmalarında neden istediği sonucu alamadığı hususu da, bizlere ışık tutacaktır.)

     Öncelikle yazının başlığındaki Bahçesaraylı sözünü açıklayalım. Ünlü Türk düşünürü İsmail Beyi anlatan bütün eserler, Gaspıralı veya Gasprinski olarak bahseder. Sebebi, babasının köyünün adının Gaspra ve Rus ordusundan emekli bir teğmen olan babasının namının Gasprinski olmasıdır. Kendisi de resmi hüviyetli yazışmalarında, genellikle bu şekilde kullanmıştır. Ancak Prof. Dr. Ömer Turan’ın bir makalesinde yayınladığına göre, Bulgaristan Türklerine yazdığı ve bütün Türklerin bir olduğunu anlatan mektubunda “Bahçesaraylı İsmail” şeklinde imza atmıştır. Nitekim İsmail Bey, Bahçesaray yakınında Avcıköy’de doğmuştur. Aslında bütün Türk Dünyası tarafından tanınan büyük fikir adamını bundan böyle “Bahçesaraylı İsmail” olarak, ama Gaspıralı sözünü parantez içerisine alarak zikretmek herhalde daha anlamlı olacaktır.

     Bahçesaraylı İsmail için verilen doğum ve ölüm tarihleri arasında eski ve yeni takvimlerle olan 13 günlük fark vardır. İsmail Bey 8(21)Mart 1851- 11(24)Eylül 1914 tarihleri arasında her yönüyle mücadeleli dopdolu bir hayat yaşamıştır.

    Doç Dr. Pınar Akçalı’nın aktardığına göre Bahçesaraylı İsmail “Her işin bir zamanı vardır. Her zamanın bir işi, zemin olmayınca aşığı saçmaz kişi” demiştir. İşte ünlü fikir adamının faaliyetlerini ve yazdıklarını irdelerken bu söz mutlaka beynimizde durmalıdır. İsmail Beyin kişiliğini anlatan diğer bir sözü: “Milletine hizmet etmek istiyorsan, elinden gelen işle başla” ne kadar gerçekçidir.

     Rus hükümetinden izin alarak 1883 yılında Tercüman Gazetesi çıkarmaya başladığı yıllarda bölgesindeki olaylara bakarsak, yukarıdaki sözlerinin önemi daha iyi anlaşılır. Ayrıca 1918 yılında Bolşevikler tarafından kapatılıncaya kadar, 35 sene yayın yapan o dönemin belki de birkaç gazetesinden biri olması da dikkate değerdir. O günler Rusya’da Batılılaşma taraftarları ile Slavcıların mücadelesinde Pan-Slavistlerin etkin olduğu dönemdi. Dolayısıyla geniş ufuk sahibi bir düşünür ve uygulamacı olarak Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail yazılarını sürdürebilmek için çok dikkatli bir üslup kullanmak zorundaydı.

     Ünlü fikir adamı şöyle diyordu: “Bize yasak olan bazı fikirler vardır. Bunları gelecek kuşaklara bırakalım. Biz önce manevi birliği sağlayalım, dillerimizi birleştirelim. Siyasi birliği başkaları düşünsün.”  Bu ince davranışlarına rağmen Rus yetkililer, Ortodoks misyonerler, bürokratlar ve Rus milliyetçileri Bahçesaraylı İsmail’i kurnazlıkla suçluyorlar ve büyük bir kuşku ile izliyorlardı. Hatta yine Pınar Akçalı’ya göre düşünürün kurduğu okulların etkisini azaltabilmek için yalnızca Müslümanlara eski yöntemle eğitim veren yerel okullar (russkotuzemnoya) bile kurdular.

     Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in bütün dikkatine rağmen Osmanlı topraklarına bile Tercüman Gazetesinin girmesine bir dönem izin verilmedi. Doç. Dr. İsmail Türkoğlu’nun bu konudaki makalesine göre, 1888 yılında İstanbul’daki Tercüman okurlarının sayısı 15.000’ni geçmişti. Ama 11 Ekim 1888’de çıkarılan irade-i seniyye ile Tercüman Gazetesinin Osmanlı topraklarına girmesi yasaklandı. Bu durumu düzeltmek için çok uğraşan Bahçesaraylı İsmail 29 Nisan 1894’te II. Abdülhamit Han’ı ziyaret etmiş, tarihi önemi olan çeşitli eserleri hediye olarak getirmiştir. Böylece muhtemelen yasak kalkmıştır.

     Yine Doç. Dr. İsmail Türkoğlu’nun aktardığına göre, hassas davranışlarına rağmen 1907 yılındaki “Dünya Müslümanları Kongresi” toplama düşüncesi için II. Abdülhamit Han’ı ikna edememiştir. Yıldız Sarayı dünyanın o günkü şartlarında böyle bir teşebbüsü uygun bulmamıştı. Bu konuyu aktarmamın sebebi; kendisi Pan-İslâmist bir anlayıştaki II. Abdülhamit Han’ın bile, şartlar tarafından nasıl zorlandığını görerek Bahçesaraylı İsmail’in yaptıklarının değerinin daha iyi anlaşılması için okuyucuyu düşünmeye sevk etmektir.

     Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in günümüzde de yaygın olarak bilinen sözü “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” şiarıdır. Doç. Dr. Hakan Kırımlı’nın aktardığına göre bu deyiş ilk defa 1911 yılında Tercüman Gazetesinin başlığının altına yerleştirilmiş olarak ortaya çıktı. Ünlü düşünürün fikirlerini daha rahat dile getirip uygulamaya da başladığı dönem 1905 yılında Rusya’da ilan edilen “Ekim Manifestosu” sonrasıdır. Bu yıldan sonra İsmail Beyin diğer bir güzel yönü daha belirgin olarak ortaya çıkmıştır. Artık Bahçesaraylı İsmail, düşündüğünü ve gazetesinde yazdığı yöntemleri hayata geçiren bir yapıya bürünmüştür.

     Bir düşünür için bu derecede çok yönlü kişiliğe ve kabiliyete sahip olmak çok az insana nasip olmuştur. Bu sebeple de düşünürlerin etkileri kendileri vefat ettikten çok yıllar, belki de asırlar sonra kendini göstermiştir. Bizim yakın tarihimize bakacak olursa büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp’in fikirlerini önce İttihat Terakki yönetimleri sonrasında da Büyük Atatürk uygulama alanına taşımasaydı, etkisi çok daha az olurdu. İsmail Beyi diğer önemli düşünürlerden ayıran büyüklüğü, fikirlerini bizzat kendisinin uygulama alanına taşımasıdır.

     Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail, birliği sağlamanın ilk adımının dilde birlik olduğunu, geri kalmışlıktan kurtulmanın ilk yolunun da muasır (çağdaş) eğitim sistemine geçmek olduğunu görmüştür. Bütün ömrünü de bu düşüncelerini fiiliyata taşımakla geçirmiştir. Hedefi; ortak edebi Türkçenin bütün Türk halklarına benimsetilmesi ve %5’lerde olan okuma yazma oranının hızla artırılıp kadınlarla erkeklerin eşitliğinin sağlanması idi.

     Dil birliğinin hangi temelde sağlanacağı konusunda Bahçesaraylı (Gaspıralı)  İsmail’in iki farklı düşünceye sahip olduğu konusunda iddialar vardır. Pınar Akçalı ve Nail Tan’a göre hem Ziya Gökalp hem Bahçesaraylı İsmail, bütün Türklerin Osmanlı Türkçesinde birleştirilmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Hedefleri önce, Osmanlıcadaki Arapça ve farsça kelimeleri atmak, sonra diğer Türklerin kullandığı mahalli kelimeler yerine Osmanlıca karşılığını yerleştirmekti. Kazak Türkü olan araştırmacı Amankos Mektep ise, tam tersini iddia ederek, Zeki Velidi Togan’ın Ebubekir ağa Divayev’den duyduğunu şöyle aktarır: “ İsmail iki yerde yanlış yaptı. Birincisi Ruslara güvendi, ikincisi Kırım Tatar dilini Müslümanların ortak dili yapmaya çalıştı.”

     Eğer Bahçesaraylı İsmail’in bütün hayatını, yazılarının ve eserlerinin tamamını dikkate almazsak Ebubekir Ağa’nın teşhisine katılabiliriz. Çünkü bazı yazılarında bölge halkını ikna etmek, bazı yazılarında gazetesinin devamını sağlamak için Rusları ürkütmemek adına kendi hedefinden farklı görünen düşünceler serdetmiştir. Ama bu özel maksatlı yazıları hiçbir zaman bütüne şamil edilemez. Nitekim halklara özgürlük sloganıyla gelen Bolşevikler (Komünistler) yine Amankos Mektep’in yazdığına göre, onu Pan-Türkist ve Pan-İslâmist olmakla suçladılar. Bahçesaray’daki evi, değerli kabri ve mezartaşı yerle bir edildi. Kazan’da ve Almatı’da İsmail Bey’in adını taşıyan okulların, Bahçesaray’daki müze ve diğer kültürel mekânların kapılarına kilit vuruldu.

    Diğer taraftan Kazak Türkü olan yazar Ahmet Baytursun ortak Türk dilinin, bozulmamış ve orijinal olarak değerlendirdiği Kazak dili olması gerektiğini savunarak, her konuda takdir ettiği İsmail Beyi sadece bu hususta eleştiriyordu.

     Bahçesaraylı İsmail’in az bilinen diğer bir yönü, başarılı bir roman ve hikâye yazarı, edebiyatın nazari problemleri ve eleştiri konularında önemli görüş bildirmiş bir edebiyatçı olmasıdır. Prof. Dr. Yavuz Akpınar bunun az bilinmesinin önemli bir sebebini, İsmail Bey’in birçok yazısı ve eserinde mahlas isim kullanmış olmasına bağlar. En ünlü mahlâs adının “Molla Abbas Fransevi” olduğunu yazar.

     Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in bir diğer yönü de tiyatro destekçiliğidir. Kırım Muhtar Cumhuriyeti Kültür Bakan Yardımcısı iken Dr. İsmet Zaat’ın aktardığına göre, 14 Ekim 1901’de Bahçesaray’da İsmail Beyin teşebbüsüyle ilk Kırım-Tatar tiyatrosu açılmıştır.

     Amankos Mektep’in aktardığına göre Bahçesaraylı İsmail vefat edince, Kazak Muhamedcan Seralin duygularını şöyle dile getirir: “Rusya Müslümanları birbirinde habersiz, geri kalmış, kimliğini bilmeyen, dünyadan ve bilimden nasibini almamış kültürsüz bir halk idi. Bunların bir millet olduğunu anlatan, bize dünyaya varlığımızı gösteren, başka dünyadaki bilimin ve kültürün temellerinin bizim Müslüman ecdadımız tarafından atıldığını ortaya koyan, on yıl okuyup doğru dürüst mektup yazamayan halka, bir yılda yazabileceklerini öğreten, ‘dilsiz halk dünyada var olamaz’ deyip halka kendi dilinin kutsal olduğunu hatırlatan merhum Gaspıralı idi…Dilsiz halkın cansız halk olduğunu anladık. Biz önceden ölüydük, ölü bedenimize ruh getirdi…”

     Bahçesaraylı İsmail Osmanlı yönetimi dışındaki Türk Dünyasında belki de Muhamedcan’ın söylediğinden daha çok etkili oldu. Bolşeviklerin bütün baskılarına rağmen İsmail Beyin yaptıklarının tesiri içten içe devam etti ve günümüzdeki anlayış oluştu.

     Eski eğitim sistemimizde gerçekten insanlarımız okumayı çok zor öğreniyorlar, yazmayı ise on yılda ancak öğreniyorlardı. Ayrıca okullarda sadece bazı dini bilgiler veriliyor, bilimin temeli olacak dersler ile tarih ve coğrafya gibi konular bile okutulmuyordu. Ancak burada bir hakkı teslim etmek gerekirse, Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in uyguladığı eğitim sistemi ilk defa Osmanlı’da başladı.

     Doç Dr. Fahri Temizyürek’in aktardığına göre Osmanlı Devletinde, 1866 yılında Selim Sabit Efendinin Risale-i Elifbaiyye adlı eseri daha sonra sıbyan mekteplerinde Elifbayı Osmanî adıyla okutulur. Buna göre p,ç,j,ñ harfleri eklenir. Cim-dal-zel diye okunuş yerine ce-de-ze diye okunur. İsmail Bey, Selim Sabit Efendiden 28 yıl sonra 1894’te Yañı Elifbayı Türkî adlı eserini yayınlar. İlk kurduğu cedit okulunda Selim Sabit Efendinin yöntemini uygulayarak öğrencilerini kısa sürede yetiştirir.

    Selim Sabit Efendi 8 Mayıs 1870 tarihinde Takvim-i Vekayi gazetesinde “Ulum-ı Terbiye-i Eftal” adıyla bir rapor yayınlar. Böylece Osmanlı mekteplerinde usul-i cedid reform eğitiminin temeli atılır.

     Fakat Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail, Osmanlı’da birçok aydının uzun yıllar birlikte mücadele ederek başardıklarını tek başına yaptı. Açtığı yenilikçi (cedit) okullarının sayısının 5–6 bini bulduğundan bahsedilir. Tercüman Gazetesini, tek başına, vefat edinceye kadar 31 yıl sürdürür. Ayrıca Rusya Türkleri arasında ilk kadın dergisi olan ve resimli basılan Âlem-i Nisvan’ı, kızı Şefika Hanım vasıtasıyla çıkarır. Yine ilk mizah dergisi olan “ha, ha, ha” yayınlar. İlk tiyatronun açılmasına vesile olur.

     Kazan Devlet Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mirkasım Osmanov, Doğu Türkistan’da cedidciliğin İsmail Bey tarafından başlatıldığını anlatır. Bunların Uygur eğitimine, Uygur kültürüne olan tesirlerini yâd eder. Diğer taraftan İsmail Bey 1912’de Hindistan Müslümanlarınca açılan ilk cedit okuluna giderek, maddi ve manevi destek verir. Bütün bu sonuçlar Bahçesaraylı (Gaspıralı) İsmail’in büyüklüğünü gösterir.

     Bahçesaraylı İsmail Beyi eleştirebilmek için önce onun gerçekleştirdiklerinin onda birini yapmak, sonra konuşmak gerekir. Çünkü o zaman bazı işleri başarmanın zorluğu görülür. Ayrıca sizin yaptıklarınıza yüzeysel bakanların nasıl haksız eleştiri yaptıkları anlaşılır. İsmail Beyin farklı anlaşılmasının bir başka nedeni o dönemde yaşanan cedidci-kadimci tartışmasının hararetidir. Kadimciler muhafazakâr insanlar, cedidciler ise yenilikçi insanlar olarak değerlendirilir. Hâlbuki bu tanımlama iki tarafı da tam tarif etmez. Nitekim Prof. Dr. Ahmet Kanlıdere’nin aktardığına göre Alimcan Barûdi gibi Nakşibendî şeyhi olan en muhafazakâr reformcular ile Mercani, Rızaeddin Fahreddin ve Musa Carullah gibi dini ıslahçılar da cedidci yelpazesi içinde yer alıyorlardı. Yani cedidcilerin içerisinde muhafazakârından liberaline, dindarından ateistine geniş bir anlayış vardı. Bunları eleştirenlere de, kadimci deniliyordu.

  1. yüzyılda güçlü bir Türk Dünyası isteyenler için Bahçesaraylı İsmail’in “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” düsturu, ulaşılmak için fedakârlık gerektiren “Kızıl Elma”  olmalıdır. (Not: İnsanlığın güzel geleceği için çalışanlar, bu paragrafın başlangıcını, “Huzurlu bir dünya isteyenler için” şeklinde düşünebilirler.)

Sosyal kategorisine gönderildi | GASPIRALI (BAHÇESARAYLI) İSMAİL’İN ÖRNEKLİĞİ için yorumlar kapalı

ÖLMEDEN ÖNCE PİŞMANLIK DUYULAN 5 ŞEY ÜZERİNE

ÖLMEDEN ÖNCE PİŞMANLIK DUYULAN 5 ŞEY ÜZERİNE

 

Başlığımız, Bronnie Ware’in kitabının ismiyle aynıdır. Uzun yıllar boyunca ölümü bekleyen hastaların yanında bakıcılık yapan hemşire Bronnie Ware, hastalarla yaptığı konuşmaları kitap haline getirmiş.

Ware ve bu kitabı övenler, pişmanlık duyulan bu beş şeyi dikkate alarak yaşamamızı öğütlüyorlar. Böylece, benzer pişmanlıkları duymayacağımızı düşünüyorlar. Gerçekten de güzel bir amaç.

Ancak konuya bir başka yönden yaklaşmak istiyorum. Eğer aynı hastalar, hayata ve olaylara farklı açıdan bakabilmiş olsalardı, kitapta yazılan bu beş pişmanlık duyulan davranışları yaptıklarında, acaba “iyi ki böyle yapmışım mı” derlerdi? Yoksa bu defa da, pişmanlık duyduklarını söyledikleri davranışları sergiledikleri için mi pişmanlık duyarlardı?

Bu hususta daha gerçekçi bir karara varabilmemiz için, en çok pişmanlık duyulan beş maddeyi tek tek irdelemeye çalışalım. Maddelerin irdelemelerini yaptıktan sonra, kendi fikrimizi ve çözüm teklifimizi okuyucularımızın irdelemesine sunacağız.

  1. Keşke, başkalarının benden beklediği gibi değil de, kendi istediğim gibi yaşama cesaretine sahip olsaydım.

Kulağa hoş gelen bu söz, psikologların da çoğunun yaptığı tavsiyelerle benzeşmektedir. Yani, çoğu insanda bu pişmanlık görülebilir. Böyle bir pişmanlık duyan insanlara, “kendin gibi yaşamaktan kastın nedir” diye sorduğumuzu düşünelim. Belki de her sorduğumuz insandan, diğerlerinden farklı cevaplar alabiliriz.

Alacağımız cevaplardaki farklılıkları bir tarafa bırakarak, konuyu irdelemeye devam edelim. Biz insanlar olarak toplum içerisinde yaşıyoruz. İnsanlığın bilinen tarihinden itibaren, toplumların huzurunu sağlamak için kurallar oluşturulmaya başlanmış. Kural konulmakla yetinilmemiş, kuralları uygulayacak devlet organizasyonları kurulmuş. Demek ki, insanlar, kendi istedikleri gibi yaşama özgürlüğüne sahip değiller.

Kendi istediğimiz şeyleri yapmamıza sınır konulmuş. Devletin veya diğer insanların aleyhine olacak davranışları sergilersek, yakalandığımızda cezası var. Diyelim ki, kendi istediğimiz gibi yaşarken, devlete ve başkalarına bir zararımız olmayacak. Peki, bu durum, başkalarına zarar vermemek adına, nefsimizin isteklerine gem vuracağız demek değil midir? Eğer biz, nefsimizin isteklerine gem vuruyorsak, kendimiz gibi olmaktan nasıl bahsedebiliriz?

Diyelim ki, kendi istediğimiz gibi yaşarken, devlete ve insanlara zarar vermemeyi başardık. Bunu başarırken, nefsimizin isteklerinin başkalarına zarar verenlerine gem vurduk. Başkalarına zarar vermediğimiz için de kendi istediğimiz gibi yaşamanın cezasından kurtulduk. Böylece kendimizi, sırf başkasına zarar vermedik diye, “kendimiz gibi olduğumuz” hususunda ikna ettik diyelim. Peki, arkadaşlarımızla birlikte iken, hep kendi istediğimizi yapmaya kalkışırsak, birlikte ne kadar vakit geçirebiliriz? Birlikte gideceğimiz yerleri nasıl belirleyebiliriz? Arkadaşlarımızda, bizim gibi düşünerek “kendileri olmaya, kendi istediklerini yapmaya” kalkışırlarsa, arkadaşlığımız devam eder mi?

Ailemize sormadan kendi istediğimiz gibi yaşamayı sürdürdüğümüzde, işlerimizi kendi kafamıza göre değiştirdiğimizde, eşimizin değil her zaman kendi istediğimiz şeyleri yaptığımızda, aile fertlerimizle nasıl iletişim kurabiliriz? Hangi yemeğin pişeceği, televizyon seyredilirken hangi programın setredileceği, eve ne alınacağı gibi konularda hemen her gün aile fertleri arasında tartışma yaşanmaz mı? Böyle devam ederse, ortada aile kalır mı?

Konuyu irdeledikçe anlaşılmaktaki, pişman olduklarını söyledikleri davranışı sergilemiş olsalardı, muhtemelen ölmeden önce daha çok pişman olacaklardı. Yanlarında kimseyi bulamamanın yalnızlığıyla, pişman oldukları şeyin ne olduğu hakkında daha farklı konuşacaklardı.

  1. Keşke, bu kadar çok çalışmasaydım.

Eğer bu pişmanlığını belirten insan, sadece daha çok tüketebilmek amacıyla para kazanmak için çok çalıştıysa, pişmanlığında haklıdır. Çünkü kazandığı paraları, şimdi kendi istediği gibi tüketememektedir. Çok çalışarak biriktirdiği paraları da, şimdi kendisiyle ilgilenmeyen ve onun ölmesini hevesle bekleyen mirasçılarına bırakmak durumundadır.

Bu sitede yayınladığımız bir makalemizde, 2002 yılında yayınladığım “Tarihin Aydınlattığı Gelecek” isimli kitabımdan alıntı yaparak, bu hususla bağlantılı olan fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bilhassa gençlere yönelik olarak tavsiyelerde bulunmuştuk. Gençlere, yaşamları süresinde dört konu üzerinde dengeli olmaları, zamanlarını ayarlamaları hususunda tavsiyelerimizi aktarmıştık.

Denge sağlamaya çalışacağımız bu dört konu şöyleydi:

  1. Rızkını kazanmak için zaman ayırmak
  2. Ailesi için zaman ayırmak
  3. İçinde yaşadığı toplumun sorunları için zaman ayırmak
  4. Neye inanırsa inansın, ibadet için zaman ayırmak (iç huzuru için zaman ayırmak)

Bu tavsiyelerimizi yaptıktan sonra şöyle demiştik: “Eğer bu şekilde dengeli yaşamazsak, yaşlandığımızda, kendimize, ben niye yaşadım ki diye sorarak mutsuz oluruz”. Tıpkı, sadece tüketmek ve güçlü olmak için çok çalışan insanın pişmanlığı gibi pişman olurduk. Hâlbuki yukarıda bahsettiğimiz dört konudaki dengeyi kurmuş olanların, ölüm yaklaştığında kendilerini mutlu hissetmeleri ihtimali çok kuvvetlidir.

Oysaki saydığımız dört konuda birden zaman ayırıp çalışmanın, sadece para kazanmak için çalışmaktan daha çok olacağı aşikârdır. Dolayısıyla, “keşke çok çalışmasaydım” diyen insanın asıl pişmanlığının, sadece para kazanmak için çalışmak olduğu açıktır.

  1. Keşke, duygularımı ifade etmek için daha cesur olsaydım.

Eğer, sevdikleri insanlara, onlara olan sevgilerini ifade edemedilerse, bu pişmanlığı duymaları normaldir. Sevgimizi ifade edebilmek için, ölüm döşeğini beklemememiz gerektiği açıktır.

Eğer, nefretlerini, kızgınlıklarını, öfkelerini yansıtamadıkları için pişmanlık duyuyorlarsa, pişmanlık duymaları anlamsızlaşır. Nefretimizi ve öfkemizi çok daha önce yansıtsaydık, belki de şimdi hayatta bile olamazdık. Yaşıyor olsak bile, belki de bir hapishanede olurduk.

  1. Keşke, arkadaşlarımla bağlarımı koparmasaydım, onlarla daha çok vakit geçirseydim, kendimi paylaşsaydım.

Bu maddedeki pişmanlık, birinci maddedeki pişmanlıkla çelişiyor. Eğer, kendimizi arkadaşlarımızla paylaşırken, kendi istediğimiz gibi yaşasaydık, arkadaşlarımızla uyuşabilir miydik?

Ayrıca üçüncü maddede belirtilen “keşke duygularımı ifade etmekte daha cesur olsaydım” pişmanlığıyla da çelişme görülüyor. Eğer, arkadaşlarımıza olan anlık kızgınlıklarımızı ve öfkemizi anında ifade etseydik, sonuç ne olurdu?

Arkadaşlarla bağımızın devam etmesi, onlarla daha çok vakit geçirebilmemiz için en önemli şart, “alıcı” değil, “verici” olmamızdır. Yani fedakârlık yapmamızdır.

  1. Keşke, daha mutlu bir hayat yaşamak için kendime izin verseydim.

Eğer, bu sözle kastedilen, sorumluluklarımızdan sıyrılarak, hayatımızı rutinden ve alışkanlıklarımızdan kurtararak, kafamıza göre yaşamaksa, bu şekilde elde edeceğimiz mutluluk, sadece bizi ilgilendirir. Sadece bizimle kaim olan mutluluk ise, geçici olur. Çünkü bir insanın kendini mutlu hissedebilmesi, mutluluğunu paylaşacak birisini bulmasına bağlıdır. Mutluluklar ve sevinçler, paylaşıldıkça büyür. Acılar ise, paylaşıldıkça azalır. Eğer biz başkalarına mutluluğumuzu aktardığımız halde, içten bir paylaşımla karşılaşmamışsak, mutluluğumuzu nasıl sürdürebiliriz? Aksine hiç kimsenin içten gelen bir duyguyla paylaşmadığı mutluluğumuz, bizden nefret edilmesine bile vesile olabilir.

Zaten sorumluluklarımızdan sıyrılarak yaşamaya kalkıştığımızda, çevremizdekiler tarafından sevilmeyeceğimiz açıktır. Evdeki bir tamirat için çağırdığımız bir usta, sorumluluğundan sıyrılıp, bize gelmezse, sözlerinde durmazsa, kim mutlu olur? Biz mutsuz oluruz, ama tamirci de mutlu olmaz inancındayım.

Pişmanlık duyulan bu sözden anlaşılan o ki, mutlu olmamız kendi elimizdedir. Çünkü sözün gelişinden anlaşılan o ki, mutlu bir hayat yaşamak için kendisi izin vermemiş. Peki, bir insan, kendi elinde olduğu halde, mutlu olmak için kendisine neden izin vermez? Kendisinin düşmanı mıdır?

Elbette mutlu olmak kendi elimizdedir. Ama unutmayalım ki, mutlu olmak istiyorsak, başkalarından az şey isterken, asıl fedakârlığı kendimiz yapmalıyız.

Pişmanlık duyulan maddeleri irdeledikten sonra, insanların Ware’in aktardığı şekilde pişmanlık duymalarının sebepleri neler olabilir diye düşünelim. Hemen hepimiz psikologların insanlara tavsiyeleri konusunda biraz bilgi sahibiyiz. Psikologların, insanlara tavsiyelerinin bir kısmı şöyledir: “kendiniz olun”, “başkaları için değil, kendiniz için yaşayın”, “hiçbir şey sizden daha önemli ve daha değerli değil”, “duygularınızı içinize atmayın”, “hayatta hiçbir şeyi çok fazla ciddiye almayın” “önemli olan şu andır, istediğiniz gibi kullanın”

Görüldüğü gibi, öğütlerinin temeli, tamamen dünyevi bakış açısıdır. Dolayısıyla insanlar, bu tavsiyelerden farklı anlamlar çıkarabilmektedirler. Her bir insanın uygulaması diğerinden farklı olabilmektedir. Çünkü verilen öğütler dünyevidir ve hem insanlara hem de ortamlara göre değişkenlik gösterir.

Pozitif Psikoloji anlayışının kurucusu sayılan Martin Seligman diyor ki; “Hayatın getirdiği zorlanmalar ve sorunlar karşısında gereksiz olumsuz tutumlar, başarımızı ve mutluluğumuzu sınırlandırır.”

Hâlbuki bana göre, başarı ve mutluluk her zaman paralel giden şeyler değildir. Başkalarının haklarını yiyerek elde edilen bir başarı, önceleri bizi mutlu eder. Ancak insanların bir bölümü için zaman geçtikçe, mutsuzluğa dönüşür. Ayrıca, başarılı olmak hedefine kilitlenen birisi, başarmak için kendini zorladıkça, hayatı da zorlaşmaya başlar. İç huzuru azalır. Bilhassa, başarı geciktikçe, mutsuzluk başlar. İlk hedefini başarsa bile, çevresindekilerle kendisini karşılaştıkça, mutsuzluğu artar.

İnsanlığın sorunlarının tamamının çözümü diye bir şey olmaz. Bazıları, ulvi bir amaç olarak, dünyayı değiştirmeyi hedeflerler. Ama değiştirmekten ne kastettiklerini net bir şekilde anlatamazlar. Çünkü hedefledikleri şey, dünyevidir. Hâlbuki amaç, daha huzurlu bir yaşam ortamı sağlamak olmalıdır. Bu hedefe doğru yürüyebilmek için, idealist insanların, yani fedakâr şahısların daha etkin konumlarda olmaları gerekir. Fakat sadece bu yetmez. İdealistlerin, tek olan Tanrı’ya teslim olmuş bir vaziyette, Onun gösterdiği yolda yürüyor olmaları şarttır.

Psikologların çoğunun tavsiyeleri arasında, şükretmek, sabretmek gibi hususlara çok az yer verilmektedir. Vefa, paylaşma, gönül kazanma, karşılıksız iyilik, fedakârlık gibi kavramları tavsiye eden psikolog sayısı ne kadardır bilemiyorum.

Psikologların yukarıda birkaç paragraf önce bahsettiğimiz tavsiyelerine bakılınca, bunlara uyan bir insanın, ölüm döşeğinde iken geçmişte yaptıklarından pişmanlık duymaması pek mümkün görünmüyor.

Fakat önemli olan, Firavunun, ölürken ki pişmanlığını yaşamamaktır.

Diğer taraftan, Yüce Yaradan’ı gerçek anlamda bulmuş ve bu yönde çalışmalar yapmaya başlamış bir insanın, ölürken pişmanlık duyması ihtimali yok gibidir. Hattâ ölüm, onun için düğün günüdür. Sadece, neden daha erken bir yaşta Tanrı’nın gösterdiği yolda, yalnızca Ondan umut ederek hayatını sürdürmediği ve daha çok hizmet etmediği hususunda hayıflanır.

Ama tek olan Tanrı’nın rahmeti çok geniş olduğu için, geçmişinde çok yanlışlıklar yapmış ama tövbe etmiş o kişi, elinden geldiğinin daha fazlasını yapmayı sürdürdükçe, Yüce Yaradan’ın, kişinin geçmişine sünger çekerek, ona rahmetiyle muamele edecektir inancındayım.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ÖLMEDEN ÖNCE PİŞMANLIK DUYULAN 5 ŞEY ÜZERİNE için yorumlar kapalı

EŞİTSİZLİK ÜZERİNE

EŞİTSİZLİK ÜZERİNE

 

Eşitsizlik, insanlık tarihinin başlarından itibaren var olduğu tahmin edilen bir olgudur. Bu sitede, eşitsizliğin çeşitli yönleri üzerine yazılar yazdık. Bunlardan bazıları; “Avukat Sayısı ile Eşitsizlik ve Kalkınma Arasındaki Bağ”, “Tolstoy’un, Din Konusundaki Bazı Tespitleri Üzerine”, “Maaşlardaki Farklar”, “İnsanları Tanrı Yaratmasaydı, Manevi Eşitlik Olur muydu?”

Bu makalemizde, bazen daha farklı pencereden, bazen de diğer yazılarımızda bahsettiğimiz açılarla birleştirerek konuyu irdelemeye çalışacağız.

Öncelikle, insanlar arasındaki eşitsizliğin, hangi alanlarda olduğunu irdelemeye çalışalım. Aklımıza gelenlerin bazıları şunlar:

  1. İnsanların özellikleri arasında eşitsizlik vardır.
  2. İnsanların yaşadıkları ortamın, zihinsel bantları arasında eşitsizlik vardır.
  3. İnsanların servetleri arasında eşitsizlik vardır.
  4. İnsanların, çabalarını sonuçlandırırken, fırsat eşitsizliği vardır.
  5. İnsanların, vicdanlarında ve iradelerinde değil, ama iradeyi kullanmalarında eşitsizlik vardır.

Şimdi bu maddeleri birer birer irdeleyelim.

1. İnsanlara, birbirimizden farklı çeşitli özellikler veren, bizleri yaratan Tanrı’dır. Eğer herkesi eşit özelliklerde yaratacaksa, Yüce Yaradan’ın, milyarlarca insan yaratmasının ne anlamı kalır. Bizlere verdiği farklı özelliklere ilaveten, özgürlük de vermesiyle, bizi yaratan ve tek olan Tanrı’nın yüceliği, daha belirginleşmektedir.

Bizlere farklı özellikler vermesi hususundaki açıklamamızı, “İnsanları Tanrı yaratmasaydı, Manevi Eşitlik Olur muydu” başlıklı makalemizde yapmaya çalışırken şöyle demiştik:

“Allah, insanları fiziksel ve zihinsel olarak farklı özelliklerde yaratmasının sebebini Kur’an’da açıklamaktadır. Zuhruf Suresi 32inci ayette, Yüce Yaradan, birbirimize iş gördürebilmemiz ve böylece toplum düzenini oluşturabilmemiz maksadıyla, insanlara farklı özellikler verdiğini anlatır.”

İnsanlara farklı fiziksel ve zihinsel özellikler verilmesine rağmen, akıl, eşit verilmiştir. Bu durumu en iyi anlatan veciz söz, “Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış” şeklindedir. Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği bir başka vasıf da, sahip oldukları özelliklerini, kendi akıllarını kullanarak geliştirebilme kabiliyetidir.

Dolayısıyla, insanların doğuştan sahip oldukları vasıfların farklı olması eşitsizliktir, ama sosyal düzeni kurabilmemiz için gereklidir ve faydalıdır.

2. İnsanlar, yaşadıkları ortamdan etkilenerek düşünürler. Bu etkilenme; politik, ideolojik ve dini açılardan olduğu kadar, ekonomi alanında da geçeridir. Politik, ideolojik ve dini açılardan çevremizin etkisinde kalmamız, bazen baskı gördüğümüz için, bazen de kendi duygusal tercihimizdir. Aynı kişiyle, onun yaşadığı ortamdan uzak ve başka bir ortamda konuşulursa, o şahsın iki ayrı ortamdaki fikirleri arasındaki fark daha net görülecektir.

Ekonomiyle ilgili olarak zihinsel bandımızın etkilenmesi ise, bizim tercihimizdir. Çevremizdeki insanlarla maddi güç ve varlık yarışına girersek, zihinsel bant aralığımız daralır. Arkadaşlarımız şöyle bir telefon almışlar diye biz de aldığımızda bütçemizi sarsarsak, yaşayacağımız sıkıntılar bizim tercihimiz sebebiyledir.

Komşumuzun, şöyle güzel eşyaları veya arabası veya evi var diye bizim imkânımız yetersizken, kendimizi zorlarsak, zihnimizin bant genişliğini daraltırız. Arkadaşlarımızın yeni model cep telefonları var diyerek biz de almak istersek, kendi zihnimizin bant genişliğini daraltmış oluruz. Daralan zihnimiz, bizi, daha çok bilgi sahibi olup çalışarak, daha çok kazanmaya yönlendirmez. Çünkü bu yol, çok uzun bir yoldur. Daralan zihnimiz, kısa yoldan hedefe ulaşmamızı tavsiye eder. Bizi, bütçemize göre aşırı harcama yaparak borçlanmaya veya helal olmayan yollardan kazanmaya zorlar.

Maddi olmayan konularda da çevremizin zihinsel bant ortamı bizi etkiler. Çevremizdekiler sigara içiyorlarsa, bizim de içmemiz, içmiyorlarsa bizim de içmememiz ihtimali çok kuvvetlidir. Nitekim “bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” deyişi de bu durumu anlatır. Dolayısıyla çevremiz, bizim zihinsel bandımızı etkiler. İnsanlar birbirlerinden farklı ortamlarda yaşadıkları için, şahısların zihinsel bantlar arasında da eşitsizlik oluşur.

Bu nedenle, çevreden etkilenerek zihnimizin kapsama alanını daraltırsak, diğer ortamlarda yaşayan insanların birçoğunun zihinleriyle aramızda eşitsizlik oluşur. Bu eşitsizliğin nedeni de, çoğunlukla kendimizizdir.

3. İnsanların servetleri arasındaki eşitsizlik, aralarındaki kavganın sebebidir. Atalarımız, “biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar” diyerek bu durumu veciz bir şekilde özetlemişlerdir.

Bütün evreni ve kâinattaki canlı, cansız her şeyi yaratan, tek olan Tanrı’mız, bize bu konuda şöyle yol göstermektedir:

Nahl Suresi 16/71: “Allah, rızık yönünden bir kısmınızı diğerlerinden üstün kıldı. Kendilerine bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?”

Demek ki, sahip olduğumuzu zannettiğimiz varlıkların sahibi biz değiliz. Nitekim ölürken yanımızda hiçbir şey götüremiyoruz. Helâl yollardan kazandığımızda bile, bu bol rızkın sahibi görünümünde olmamızın sebebi, Yüce Yaradan’ın, onu bize vermesidir. Yoksa biz, sadece kendi becerimizle kazanmış değiliz. Haram yollardan, başkalarını ezerek ve kandırarak kazanma durumunda da, bizim servet toplamamıza izin veren, yine Yüce Yaradan’dır. Bunun da sebebi, organizasyon oluşturup, işleri yürütebilmemizdir.

Bize sahip olduğumuz servetimizi veren Yüce Yaradan, bunu paylaşarak insanlar arasındaki servet farkını eşitlemeye çalışmamız gerektiğini, yukarıda verdiğimiz Nahl Suresi 16/71inci ayette vurguluyor. İnsanlara pay verirken de, insanca davranmamızı Bakara Suresi 2/262inci ayetiyle öğütlüyor.

Servetlerinden, diğer insanlara pay ayıranların ve Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda harcayanların, servetlerinin azalmayacağını da, çeşitli ayetlerde ifade ediyor. Bu şekilde insanca davrananlara ayrıca, ebedi yaşamlarında cenneti vaat ediyor.

Demek ki, servet eşitsizliği, insanlığın temeline konulan dinamit gibidir. Bunu engelleyebilmek için, Yüce Yaradan’ın tavsiyelerini dinlersek, hem bu hayatımızda, hem de ikinci hayatımızda kazanmamız söz konusudur.

4. İnsanların çabaları sırasında fırsat eşitsizliği vardır. Hâlbuki Yüce Yaradan’ın, yarattığı kulları yarın Onun huzuruna geldiklerinde, aralarında hiçbir ayrım yapmadan, bu dünyadaki çabalarının karşılığını eksiksiz vereceğine inancımız tamdır. Çünkü Yüce Yaradan’ın, adaletsiz davranmak için hiçbir nedeni ve menfaati yoktur.

Dolayısıyla, Tanrı’mız, bizim yaptıklarımızı sorgularken, çabalarımıza fırsat eşitliği verdiğine, bizi kolaylıkla ikna edecektir. Kutsal Kitabına bakılınca, bizden zenginliğimizin miktarını, üst yöneticiliğe çıkıp çıkmadığımızı sormayacağı anlaşılıyor. Bizden sorulacak olan, elimizdeki imkânları hangi yönde kullandığımız olacaktır. Sorulara verdiğimiz cevapların, gerçek hallerini bize göstermek için, kendimize yapılmasını istemediğimizi, başkasına yapıp yapmadığımızı önümüze koyacaktır. Kendimize yapılmasından hoşlandığımız şeyleri, başkasına yaptıysak, onları da bize gösterecektir. Yani; yalanları, aldatmayı, iftira etmeyi, zulmetmeyi israf etmeyi mi seçtik, yoksa sevgiyle davranmayı, başkasına yardımcı olmayı, güler yüzlü olmayı mı tercih ettik.

İster fakir olalım, ister zengin olalım, Tanrı, bizim yukarıda saydığımız uygulamalarımız için bize eşit fırsat vermiştir. İyilik yapmak isteyen bir kulunu “dur bakayım, sen, Benden izinsiz nasıl iyilik yaparsın” diye azarlayacak bir Tanrı olabileceğini düşünenimiz var mıdır? Yahut da, başkasına iftira etmemiz için, Tanrı’nın bizi zorladığını söyleyebilecek bir kişi çıkar mı?

Ama insanlar, güçlerinin yettiği başka şahısları, neredeyse her konuda zorlayabilirler. Bırakın güçlü olanların böyle bir şey yapmalarını, kendi eşimiz bile, bize bu hususlarda zorlayabilir veya biz eşimizi zorlayabiliriz.

Örneğin, kendi kan bağımız olan birisine veya sevdiğimiz bir dostumuza, eşimizin haberi olmadan yardım etsek, öğrenince, eşimizin bize kızma ihtimali kuvvetlidir. Bilhassa yardıma ihtiyacı olan kişi, eşimizin hoşlanmadığı bir şahıs ise, aile bütçesinden kendi payımıza düşenden yardım edebilmek için bile izin istesek dahi, eşimizin bize müsaade etmesi ihtimali çok zayıftır. Veya eşimiz birisine bir yalan söylemek durumunda kalmışsa, bizden onun yalanını devam ettirmemizi isteyebilir. Eşimizin bize olan bu davranışının benzerini, biz de eşimize yapabiliriz.

Dolayısıyla, kendi çabalarımızda fırsat eşitliğine sahip olmamızı engelleyen, yine biz insanlarız.

5. İnsanların, Tanrı’nın verdiği vicdanlarında ve iradelerinde değil, ama iradeyi kullanmalarında eşitsizlik vardır.

İnsanlara irade ve vicdan veren, bizleri yaratan Tanrı’mızdır. Ama bunları nasıl kullanacağımız konusunda, hepimizi özgür bırakmıştır. İşte eşitsizlik, vicdanımızın sesini dinleme ve irade kullanımında gösterdiğimiz davranışlarımızdadır.

Kimimiz, vicdanımızın sesini tam dinleriz, kimimiz hiç dinlemeyiz. Çoğunluğumuz; tam dinleyenlerle, hiç dinlemeyenler arasında bir yerlerde sıralanırız. Bazı anlarımızda vicdanımızla hareket ederiz. Benzer olaylar karşısında bile, bazı anlarda, vicdansız gibi davranabiliriz. Yani, aynı fert olarak da, zaman içerisinde ve ortam farklılaştığında, çelişkili tavırlar sergileyebiliriz.

Yukarıdaki irdelemelerimizin sonucunda görmekteyiz ki, sahip olduğumuz vasıflarımızdaki eşitsizlik, insanlar için sorun teşkil etmiyor ve mutsuzluk nedeni değildir. Eğer sorun teşkil etseydi, gençler, ebeveynlerinin özelliklerini beğenirler, ebeveynler de, çocuklarınkini beğenirlerdi. Ama birbirlerinin özelliklerinin tamamına yakınını beğenen kimse, sadece destanlardaki hayali âşıklarda vardır.

Demek ki, özelliklerimizdeki eşitsizlik bizi mutsuz etmiyor. Bizi mutsuz kılan eşitsizlik, insanların birbirlerine karşı yaptıkları ve oluşturdukları ortamlardır.

Tanrı’nın bize eşit vermediği bir şey de, maddi güç konusudur. Bu farklılığın, insanların birbirlerine iş gördürebilmeleri için geçerli olduğu da, açıktır. Yüce Yaradan, başkalarına iş gördürerek zenginleyen insanlardan, rızkı az verdikleriyle paylaşmalarını istemektedir. Böylece, birkaç fayda birden sağlanmaktadır. Bu uygulama, bu yaşamımızda, aramızdaki eşitsizliğin mutsuzluğa dönüşmesini engellemektedir. Rızkı az verdikleri de, yardım aldıkları için, mutlu olmaktadır. Aynı zamanda, yardım edenler de mutlu olmaktadır. Ayrıca Yüce Yaradan, samimiyetle yardım edenleri diğer yaşamlarında mükâfatlandırarak, orada da mutlu olmalarını sağlamaktadır. Sonuçta, rızıklardaki eşitsizlik, sosyal hayatımızı ve iş ortamımızı düzenleme görevini yerine getirirken, Yüce Yaradan, eşitsizliğin, bazı insanların aleyhine olan kısımlarını düzeltmektedir.

O halde bize düşen görev de, insanlar olarak bizim oluşturduğumuz diğer eşitsizlikleri azaltmaya gayret etmektir. Bunun için, öncelikle, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yoldan samimiyetle yürümeye çalışmalıyız. En büyük organizasyonumuz olan Devlet yönetimimizi de, Kerim Devlet anlayışıyla sürdürmeye çalışmalıyız.

Fırsat eşitliğinin ortamı oluşturularak ve servetin paylaşılarak, maddeten fakirliğin azaltılması ve yaşayan her insanın gelecekle ilgili hayal kurar hale gelmesi, her şahsın layık olduğu bir haktır. Bu hakkı engellemeye kalkışanların, hak ettikleri cevabı er ya da geç alacakları hususunda hiç şüphemiz yoktur.

Sosyal kategorisine gönderildi | EŞİTSİZLİK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KIYAMETTEN ÖNCE DİRİLME VAR MI?

KIYAMETTEN ÖNCE DİRİLME VAR MI?

 

Bu soruya kimse net cevap veremez. Bizim yapabileceğimiz, Kur’an ayetlerini yorumlayarak tahmin yürütmek olacaktır. Dirilmek kavramından kastımız, ahiret hayatındaki diriltilmedir. Bu durumda sorulacak soru, ahiret hayatının biz ölünce mi, yoksa bütün evrendeki kıyametten sonra mı başlayacağıdır.

Kur’an’da, göklerin ve yerin savrulduğu kıyamet günü konusunda yapılan anlatımlarda, bütün kulların, Sur’a üflenince kalkacakları vurgulanır. Bu husustaki bütün ayetlere ve hesap günü ile ilgili bazı ayetlerin tercümelerine bakınca, ahiret hayatındaki dirilmenin, Kur’an’da “o gün” olarak tanımlanan kıyamet günü olacağı izlenimi oluşmaktadır.

Ancak, yine Kur’an’da bulunan aşağıdaki ayetler, bu konuda bizi daha farklı düşünmeye ve daha derin fikir yürütmeye yöneltmektedir.

Bakara Suresi 2/154: “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz sezemezsiniz.”

Ali İmran Suresi 3/169: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında rızıklanmaktadırlar.”

Ayetlerdeki ifadeler nettir. Allah yolunda öldürülenler diriltilmişler ve Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar. Demek ki -en azından- Allah yolunda öldürülenlerin diriltilmeleri, genel kıyamet gününden önce olacaktır. Ayetlerden anlaşılan o ki, bu güzel insanların dirilmeleri, bu dünyadan ahiret hayatına intikal ettikleri dönemde ve Yüce Yaradan’ın uygun gördüğü bir anda olacaktır.

Peki, Allah yolunda ölenler denilirken kimler kastedilmiş olabilir? Sadece, Allah yolunda yapılan bir savaşa katıldıklarında, harp sırasında şehit olanlardan mı bahsedilmektedir? Ömrünün –en azından- son yıllarını kalpten gelen bir inanışla Allah yolunda mücadele ile geçiren, çok çeşitli çarpışmalara katılan ama savaş sırasında değil de başka bir ortamda ölen kişi, hangi gurupta kabul edilecektir? Bu soruya cevap bulabilmek için, yine Kur’an’a bakalım.

Araf Suresi 7/188: De ki: “Allah dilemedikçe ben kendime bir zarar verme ve bir fayda sağlama gücüne sahip değilim…”

Enam Suresi 6/61: O, kullarının üstünde mutlak hâkimiyet sahibidir. Üzerinize de koruyucu melekler gönderir. Nihayet birinize ölüm geldiği vakit (görevli) elçilerimiz onun canını alır ve onlar görevlerinde asla kusur etmezler.

Secde Suresi 32/11: De ki: “Sizin için görevlendirilen ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”

Yukarıda verdiğimiz üç ayette bahsedilen hususlara benzeyen konuları işleyen, çok sayıda ayet vardır. Ayetlerden anlaşılan o ki, bir insanın ölümüne sadece Yüce Yaradan karar verir. O dilemezse, kimse ölemez.

Tek olan Tanrı, kullarının ölüm zamanlarını sadece Kendisi tayin ettiğine göre, Allah yolunda savaşan bir kişinin harp sırasında ölmesi şahsın kendi elinde değildir. Bu durumda, katıldığı mücadelelerde değil de, savaş dışı ortamda vefat eden bir insanın, harp sırasında ölmemesi, Yüce Yaradan’ın takdiridir. Bilindiği gibi, savaşlara bizzat katılan Hz. Muhammed bile, harpte değil yatağında vefat etmiştir. Tek olan Tanrı’nın, kullarına zerre kadar haksızlık yapmayacağına bütün kalbimizle inanıyorsak, Allah yolunda çabalayan ama başka ortamda vefat edenlere de, adaletiyle muamele edeceği kesindir. O halde, Allah yolunda yürüyen ama savaş sırasında değil de, başka ortamda iken Yüce Yaradan tarafından Onun huzuruna getirtilen bir kişinin de, ahiret hayatında Rabbinin katında rızıklanıyor olması beklenir.

Peki, Allah yolunda olmak, sadece savaşlara katılmakla mı olur? Bu hususta da Kur’an’a bakalım.

Bakara Suresi 2/82: “İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.”

112: “Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah’a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.”

Yukarıda verdiğimiz ayetlerden anlaşılan o ki, iman edip salih ameller işleyenler de, savaşlara katılmamış olsalar bile, Yüce Yaradan’ın cennetine gireceklerdir. Burada akla gelen soru, bu insanların cennete ne zaman girecekleri hususudur. Cenneti hak edenlerin bir kısmının hemen öldükten sonra cennete girecekleri, bir bölümünün de kıyameti bekleyeceklerini düşünmek, Yüce Yaradan’ın adilliğinden şüphe etmek anlamına gelebilir.

Peki, Allah yolunda yürümeyenlerin durumu için, bizlere yol gösterebilecek bir ayet var mıdır?

Enam Suresi 6/27: Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: “Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık” dediklerini bir görsen!

Ayetteki ifadelere bakılınca, bu konuşmaların kıyamet gününden çok daha önceki bir dönemde yapıldığı izlenimi uyanmaktadır. Eğer cehennemdeki bu konuşmalar, kıyamet gününden sonraki dirilmede yapılmış olsaydı, artık geriye dönülecek bir yeryüzünün kalmadığını bileceklerinden, geri dönme talebinde bulunmazlardı.

Nitekim aynı surenin devamındaki ayet, bu konuda bize daha net bir fikir vermektedir.

28: “Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan, yoksa geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeyi yapmaya dönerlerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar.”

Yüce Yaradan, cehennemine attığı kişilerin, geri yeryüzüne gönderilseler bile, yalancı oldukları için, aynı hataları yapacaklarını ifade etmektedir. Bu ifadelerden, cehennemden geri çevrilecekleri bir yeryüzünün mevcut olduğu, yani genel kıyametin henüz olmadığı fikrine ulaşılması yanlış olmaz. Ancak, biz yine de daha net bir karara varabilmemiz için, Kur’an’ı irdelemeye devam edelim.

Kur’an meallerinin çoğunda, “kıyamet” olarak tercüme edilen kelimelerin Arapçası, ya  “saatu” veya “yevm” olarak geçmektedir.

Enam Suresi 6/31: Allah’ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyamet günü ansızın gelince onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: “Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!” Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür!

Bu ayette “kıyamet” olarak tercüme edilen kelimenin Arapçası, “saatu” şeklindedir. Bu durumda, aynı surenin yukarıda verdiğimiz 27inci ayetiyle birleştirerek fikir yürütünce, cehenneme gidecekler için de o saat kelimesiyle vurgulanmak istenilenin, kişinin öldüğü an olduğu anlaşılmaktadır. Ayette bahsedilen “o saatin ansızın gelmesi” ifadesinden kıyametin ansızın geleceği anlamını çıkarmak yanlıştır. Çünkü insanların kişisel ölümleri de ansızın gelmektedir ve ansızın gelecektir.

Göklerin ve yerin savrulacağı kıyamet gününde Sur’a üflemenin bahsedildiği ayetlere bakarak, düşünmeyi biraz daha sürdürelim.

Zumer Suresi 39/68: “Ve sur’a üflenmiştir. Göklerde kim var, yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır. Ancak Allah’ın dilediği müstesna. Sonra ona bir daha üflenmiştir. Bu defa da hep onlar kalkmışlar bakıyorlardır.”

Bu ayetle ilgili bazı tercümelerde bahsedilen, “mezardan çıkmak” şeklinde bir ifade, bu ayetin Arapçasında yok. “Kıyamun” yani “kalkmış” ifadesi var.  Bu ayetten önceki ayete bakıldığında, kıyamet günü (Arapçası, yevmel kıyameti) göklerin dürüldüğünden bahsedilmektedir. Sonraki ayetlerde de Sur’a üflendikten sonra kurulan divandan söz edilmektedir. Dolayısıyla, göklerin ve yerin savrulduğu kıyamet günü bütün kulların hepsi birden öleceğinden, kıyamet olayı sebebiyle o anda ölenlerin tamamının mizanının yapılması anlatılmaktadır.

Zumer 68inci ayetteki bu anlatım, kıyametten önce ölmüş olanları kapsasaydı, ayette “Sur’a üflenmiştir, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır” ifadesine gerek kalmadan sadece, “Sur’a üflenmiştir, göklerde ve yerde kim yaşadıysa, kaldırılıp huzura toplanmışlardır” gibi bir ifade olması daha net anlatım olurdu. Dolayısıyla, bu ayetteki ifadeler kıyamet sonrasındaki ortamı anlatmaktadır. Bu nedenle yukarıda verdiğimiz Enam 6/27 de, cehenneme gidenlerin dünyaya geri döndürülmeyi istemelerinin, kıyametten çok daha önce vefat edenleri kapsaması ihtimali güçlenmektedir.

Ayrıca, eğer herkesin sorgusu sadece kıyametten sonra yapılacak olsaydı, Bakara Suresi 2/154 ve Ali İmran Suresi 3/169’da Allah yolunda öldürülenlerin diri oldukları ve Allah katında rızıklandıkları şeklindeki ayetlerin olmaması gerekirdi.

Konumuzla dolaylı bağlantılı bir başka ayet şöyledir:

Araf Suresi 7/19: (Sonra Allah, Âdem’e hitap etti): “Ey Âdem! sen ve eşin cennette durun, dilediğiniz yerden yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”

Ayete göre Yüce Yaradan, cenneti, insanlığı yarattığı dönemde ve Hz Âdem’i yaratmadan oluşturmuş. Eğer cennetine veya cehennemine, kıyamet kopmadan önce kimseyi almayacak ve herkes o günü bekleyecekse, cennet ve cehennemi oluşturmuş olmasının bir tek sebebi kalır. O da, haksızlık yapacakların sayısını azaltmak, iyilikler ve güzel işler yapacakların sayısını artırmak için, kullarını uyarmak ve onlara yol göstermektir. Ancak, takdir edileceği gibi, Yüce Yaradan’ın, bir konuyu bizim gibi tek veya iki yönden ele almayıp, bütün yönleriyle değerlendirdiği bir gerçektir. Dolayısıyla tek olan Tanrı’nın, kullarını cehennemde cezalandırmak veya cennetiyle mükâfatlandırmak için, insanlığın başlangıcında cennet ve cehennemi oluşturduğu halde, içini doldurmak için insanlığın sonu olan kıyameti beklemesine pek ihtimal vermiyorum. Eğer tek yönlü düşünseydi, cennet ve cehenneme koyacağı bilgisini kullarına vermekle yetinir ve cennet ile cehennemi, kıyameti oluşturduktan sonra yaratırdı. Çünkü yaratmak, Onun için çok basit bir şeydir.

Akla gelebilecek bir başka soru da şudur. Eğer, insanlığın başlangıcından sonuna kadar yaşayıp ölen bütün insanlar, hesap için kıyameti bekleyeceklerse, daha önceleri ölen insanların ruhları ne olacaktır. Kur’an’da çok sayıda ayette “dönüşünüz Rabbinizedir” şeklinde ayetler vardır. En hak vaat, Yüce Yaradan’ın vaadi olduğuna göre, vefat etmiş insanların ruhları Rablerine dönmek için kıyamete kadar bekleyeceklerse, bu uzun dönemde nerelerde ve neden bekleyeceklerdir?

Konumuzla dolaylı bağlantılı bir başka ayet de şöyledir: Cuma Suresi 62/6: De ki: “Ey Yahudi olanlar! Eğer insanlar arasında yalnız sizin, Allah’ın dostları olduğunuzu sanıyorsanız, o halde ölümü temenni edin, doğru iseniz?”

Eğer, herkesin hesabı kıyametten sonra sorulacak ise, Yahudilere şimdiden ölümü temenni edin denilmesinin tek sebebi, onların, Allah’ın dostları olmadığını göstermek midir? Tek sebebin bu olup olmadığını daha iyi kavramak için başka ayetlere bakalım:

Mümin Suresi 40/17: “Bugün her nefis kazandığı ile cezalanacaktır. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.”

Ayette bugün olarak tercüme edilen kelimenin Arapçası, “el yevm” dir. Ayetin sonundaki ifade “şüphesiz Allah, hesabı seri görendir” denilir. Bakara 2/202, Ali İmran 3/19, Ali İmran 3/199, Maide5/4, Enam 6/165, İbrahim 14/51, Nur 24/39 da aynı şekilde “Allah, seri hesap görendir” ifadesi vardır. Ancak hesabın ne zaman görüleceği belirtilmez. Seri görüldüğünden bahsedilen hesap gününün, bütün kâinatın kıyamet günü olacağını düşünmek pek mantıklı durmuyor. Dolayısıyla, bahsedilen günün, kişinin öldüğü gün olması ihtimali daha yüksektir. Zaten Mümin Suresinin 17inci ayetinin Arapçasında da, kıyamet kelimesi değil, yevm (gün) sözü geçmektedir.

İslâm âlimlerinin yaptıkları tercümelerinde bazı ayetlerde, “kabirlerinden fırlayacaklar” terimi kullanılmaktadır. Böyle ayetlerden birisi Mümin Suresinin 16ıncı ayetidir. Benim de meallerini sıkça kullandığım Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu ayeti tercümesi aşağıdadır:

O gün onlar kabirlerinden meydana fırlarlar. Kendilerinin hiçbir şeyi Allah’a karşı gizli kalmaz. “Bugün mülk kimindir?” (diye sorulur. Cevaben): “Tek ve kahhar olan Allah’ındır.” (denir).

Ayetin Arapçasına baktığımızda “kabir” kelimesi yoktur. Arapçasında “yevme hum barizune” denilir. Bunun da anlamı, “o gün onlar ortaya çıkarlar” demektir.

Mezarlarından fırlarlar şeklinde tercüme edilen ayetlerin hiçbirisinde, mezar kelimesi geçmemektedir. Eğer, gelmiş geçmiş bütün insanları düşünürsek, büyük çoğunluğunun mezarlarının kalmadığı, insanların önemli bir bölümünün cesetlerinin yakıldığı bir ortamda mezarlardan fırlamak sözünün yanlışlığı anlaşılır. Zaten, diriltilecek olanlar, ruhlardır. Ruhlar, Yüce Yaradan tarafından yeni bir bedene konulacak ve yeni bir bedene can vereceklerdir. Bu bedenin özelliklerinin, cehenneme gideceklerde farklı, cennete gireceklerde farklı olması ihtimali vardır. Cehennemdekilerin bedenleri, cehennem ortamında ölmeyerek yaşamalarını sağlayacak yapıda olacağı ayetlerde vurgulanmaktadır. Cennettekilerde ise, menfaat, kin ve nefret gibi duyguların olmayacağı güzel bir ortamda yaşanacağı, ayetlerde ifade edilmektedir. Dolayısıyla, cennet ve cehennemdekilerin bedenleri aynı olmayabilir. Veya aynı beden olur, fakat tek olan Tanrı, aynı bedene cennet ve cehennemde farklı özellikler verir. Bu, tamamen bütün kâinatın yaratıcısı, tek olan Tanrı’nın takdirine bağlıdır.

Yukarıdaki irdelemelerimizden de anlaşılmaktadır ki, diriltilme zamanı konusunda bizi tereddüt ettiren husus, ayetlerin tercümelerindeki hatalardır.

Kur’an’da, Sur’a üflenmenin bahsedildiği her ayette, Arapça olarak “kıyameti” kelimesi geçmektedir. Ancak, hesap günü anlamındaki ayetlerin Arapçalarında “yevm” veya “saat” kelimeleri geçmektedir. Bu ifade firavun hanedanıyla ilgili olan Mümin Suresi 40/46 da net olarak görülmektedir. Nitekim bu ayetin tercümesinde verilen “kıyamet kopacağı gün de” sözünün Arapçası da, “yevme tekemus saat” şeklindedir. Yani “o saatin gerçekleşeceği gün” anlamındadır. Dolayısıyla bu ayette de, kıyamet sözü geçmemektedir.

Tercümelerdeki, yevm, saat ve kıyamet kelimelerinin anlamlarında yapılan yer değiştirme şeklindeki hatalar düzeltilerek tercümeler yapıldığında, şöyle bir sonuca varmak mantıklı durmaktadır. Her insanın hesap günü, kişinin kendisinin ölüm dönemidir. Yerin ve göklerin savrulduğu anlamındaki kıyamet gününde, o anda yaşayan ve hep birlikte ölen bütün insanlar için ise, hesap günü, Sur’a ikinci defa üflendiği gündür.

Bizim serdettiğimiz fikirler, sadece, Kur’an ayetlerinin anlamları hakkında akıl yürütme sonucu ulaştığımız bir tahmindir. Gerçeği, sadece ve sadece, her şeye gücü yeten Yüce Yaradan bilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KIYAMETTEN ÖNCE DİRİLME VAR MI? için yorumlar kapalı

EKONOMİDE TÜRKİYE ÖZELİNDE YAPILABİLECEKLER 1

EKONOMİDE TÜRKİYE ÖZELİNDE YAPILABİLECEKLER 1

 

(Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın, Mayıs 2006 baskısından kısaltılarak yayınlanmaktadır.)

 

Türkiye’nin, Batı ile kıyaslandığında sermaye gücü yok sayılır. Türklerin sömürgeleri de yok. Başka milletler Türkleri kalkındırmayacaklarına göre, Türkiye’nin yapabilecekleri, kendisinin maddi ve manevi imkânlarıyla sınırlıdır.

Türklerin en önemli sermayeleri “insanları”dır. Bu nedenle, eğitimle ilgili öneriler bölümünde, insana yatırım konusunda titizlikle durdum. Türk insanının bilinçaltındaki özelliklerini hayata yansıtabilecek sistemler önermeye çalıştım.  Çünkü kalkınma yalnız kanun ve tüzüklerle sağlanamaz. Gelişme ve başarı insanların düşüncelerinden başlar.

         Türk insanı ticarete yatkınlığını gösterir bir şekilde, müteşebbislik kabiliyetini öne çıkarmış durumdadır. Gözü pek Türkler, günümüz dünyasının hemen her tarafında dolaşarak iş yapmanın yollarını aramaktadırlar. Belki de kaçak işçi olarak gittikleri ülkelerde iş sahibi olmaktadırlar. 1999 yılında İzmir ilinde düzenlenen İktisat Kongresi’ne, 51 değişik ülkede iş yapan Türk iş adamları katıldı.

Türk insanının bu özelliğinden yararlanılması şarttır. Girişimcileri desteklerken müteşebbislerin hem kendi, hem de toplum yararına işler yapabilmesi sağlanmalıdır. Girişimcileri desteklemek için aşağıdaki bazı tedbirler uygulanabilir.

Müteşebbisleri desteklemek için kurulan bugünkü kredi (borç) sistemi hatalıdır. Bugün devletten ve bankalardan uygun faizle borç alabilmesi için, kişinin önce “kredi almaya ihtiyacı olmadığını”, yani mal-mülk zengini olduğunu ispatlaması gerekir. Eğer bu şekilde davranmaz ise, normal yollardan ucuz kredi alması çok güçtür. Normal olmayan yollara başvurmak zorunda kalır.

Hâlbuki yapılması gereken; iyi bir projesi, geliştirmeye yönelik işi olan, maddeten güçsüz ama bilgili ve manen güçlü insanları desteklemektir. Verilecek kredilerin yerlerini bulması, uygun harcanması için başka tedbirler de alınmalıdır. İster teşvik kapsamında isterse teşviksiz yatırımlarda, müteşebbislere verilecek krediyi kullandıran kurum farklı olmalıdır. Bu kurumun yönetimi; devlet, meslek odaları, üniversiteler ve işçi sendikaları tarafından oluşturulabilir. Kurum ülke çapında önemli merkezlerde teşkilatlanmalıdır. Yatırımcılara ciddi danışmanlık hizmeti verecek şekilde bilgilerle donatılmalıdır. Verilen yatırım kredilerinin, her adımı takip edilmelidir. Bütün bu tedbirlere rağmen, istismar edenler şiddetle cezalandırılmalıdır.

         Sermaye şirketlerinin yapısı, Türklere uygun değildir. Türklerde ortaklık anlayışı zayıftır. İki kişilik ortaklığın dışındaki birliktelikler uzun ömürlü olmamaktadır. Türkler arasındaki yardımlaşmanın etkili olabilmesi için, ya iki kişi ya da sülâle akrabası olmalıdırlar. Türklerdeki yüksek onur ve bağımsızlık isteği uzun süreli birliktelikler için engel teşkil eder. Türklerin özelliklerine en yatkın olan şirketler; şahıs, aile, sülâle firmalarıdır. Başarılı olanlar da bunlardır. Ancak aile ve sülâle şirketlerinde de, yetki ve sorumluluk alanlarını düzenleyen şirket anayasası oluşturulmalıdır. Türkler tek başlarına ister kişi, ister aile olsunlar çok daha başarılıdırlar. Savaşçı özellikleri ticarete yatkındır. Ama belirli savaşlar yani işler hariç, sürekli işbirliği yapmaya meyilli değillerdir. Bir Türkün başardığını üç Türk başaramayabilir. Aksine üç Türkün ortak olması kargaşa ortamı oluşturabilir. Bu nedenle sermaye şirketlerine değil, şahıs firmalarına öncelik verilmelidir.

Şahıs firmalarında, kişi, maddi ve manevi bütün varlığı ile sorumludur. Hâlbuki sermaye şirketlerinde sorumluluk, sermayeleri kadardır. Türkiye’de ise şirket kuruluşlarında sermaye genelde az gösterilmektedir. Dolayısıyla tek kişi, çok sayıda paravan şirketler kurdurarak, her türlü yolsuzluğu yapabilme şansına sahip olmaktadır.

Yüzlerce ortağı olan şirketler de, uzun vadeli olamayabilirler. Çünkü firmanın sahibi yoktur. Sadece ortaklar adına şirketi sahiplenmeye çalışan iyi niyetli olan ve olmayan yöneticiler vardır. Böyle bir yapının uzun süreli olması, nesilden nesile devredilebilmesi ihtimali azdır. Bu nedenle yurt dışında çalışan Türklerin birikimlerini Türkiye’de değerlendirmeleri için, sermaye şirketleri dışında başka yöntemler uygulanmalıdır.

         Ticari firmalarda uygulanan vergi sistemi de hatalıdır. Yanlış uygulamalar insanları dürüst davranmaktan uzaklaştırır. Buradaki vergi kaçaklarını azaltmak için, başka yöntemler kullanılmalıdır. Bu konuda yapılabilecekler çok farklı başlıklar altında toplanabilir. Bu nedenle tekliflerimi konu içerisinde daha ilgili olan diğer çözüm önerisi bölümlerine de yaydım.

İş sahiplerinin, bilhassa hakiki şahıs firmalarının, özel harcamalarının önemli bir kısmı masraf kabul edilmemektedir. Bu durum, masrafları yapan esnafı başka yollara başvurmaya zorlar. Hâlbuki girişimciler harcamalarını ve ödedikleri cezaları gerçek şekilde işleyebilse, KDV uygulamasının da yaygınlaşmasına yardımcı olur, naylon faturanın da azalmasını sağlar.

         Özelleştirme yapılacağında, öncelik verilecek Türk firmasında, dürüst köklü kuruluş veya güvenilir aile olması aranılmalıdır. Yabancılarla ortak olan Türk firmasında da benzer özellikler aranılmalıdır. Bu firmalara teknik yardım, ödemede kolaylık yaparak destek verilmelidir. Yoksa özelleştirmelerde hayal kırıklığı artar.

Yabancı yatırımcılara toplu satış yapılması hatadır. Özelleştirilecek kuruluşların hisselerinin önemli bir bölümünün satışı düşünülüyorsa, ancak yerli ve köklü firmalara yapılmalıdır. Yabancılar sadece yerli Türk firmalarıyla ortak olarak katılabilmelidir. Özelleştirme sonucu devir alınan bir iş yerindeki yerli firmanın hisselerini, sonradan yabancılara devredilmesini önleyecek hükümler konulmalıdır. AB ile yapılan antlaşmalarda bu konulara özel dikkat harcanmalıdır. Aksi takdirde sadece milli hassasiyetler açısından sıkıntı yaratmaz, vergi kaybına da neden olabilir.

Yanlış özelleştirmeler ve iyi incelenmemiş yabancı sermaye yatırımları, kapitülâsyonlardan daha zararlı olabilir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİDE TÜRKİYE ÖZELİNDE YAPILABİLECEKLER 1 için yorumlar kapalı

DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

 

(Türkiye Ekonomisi ile birlikte birkaç makale şeklinde yayınlayacağımız bu yazılar, Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın, Mayıs 2006 baskısından biraz kısaltılarak alınmıştır. Yayınlamamızın amacı, mevcut sistemi irdeleyerek, eksiklerini ve hatalarını düzeltmek için çözüm önerileri oluşturmaktır. Ancak asıl olan, köklü çözümleri istişare etmektir. Makalelerimizdeki tekliflerimizin temelinde yatan sebepleri iyi gözlemlersek, köklü çözümlere ulaşarak, insanlığın huzuru ve mutluluğu için ciddi adımları hep birlikte atacağımıza inanıyorum.)

(Çözüm tekliflerinin bazısı Türkiye ile ilgilidir, ama diğer devletlerde de uygulanabilir. Ancak, tekliflerimizin bir kısmı diğer ülkeler için aynen geçerli olmayabilir.) 

Önce bir durum tespiti yapalım.

Gelişmiş ülkelerin en önemli meseleleri, Dünya Ticaret Hacmindeki artış konusudur. Gelişmemişlerin durumları onları ilgilendirmez. Sadece kendilerine yapacakları katkı açısından ilgilendirir. Japonya dâhil, gelişmiş ülkelerin nüfusları %15-16 arasındadır. Ancak aynı 2005 yılında Dünyanın gelirinden aldıkları pay, %82-84 arasıdır. Bu durum dünyadaki adaletsizliğin derinliğini göstermektedir.

         Para kazanma ve kâr hırsı genelde, Batılı milletlere has özelliklerdir. Doğulu insanlar için huzur ve itibar daha önemlidir. Bugün, maalesef, Batılıların çoğunda hâkim olan bu kâr hırsı, bütün dünyaya yayılmaktadır. Doğunun bir kısım insanlarını da sanki büyülemiştir. Ekonomide küreselleşen dünya için en büyük tehlike, bu anlayışın yayılmasıdır. Bunu, ileri görüşlü bazı Batılılar da ifade etmektedir.

Tehlike sadece gelişmekte olan ülkeler için değildir. Batı ekonomisi için de tehlike vardır. Kâr hırsı, sanal (hayali) ya da saymaca denilen bir ekonomik yapı oluşturmak üzeredir. Borsa, faiz, döviz ve rant (emeksiz kazanç) şeklinde kendini gösteren bu ekonomi, üretime ciddi bir katkı yapmamaktadır. Aksine, kimi zaman üretimi engellemektedir. Sanal ekonomiyi spekülatörler (yani hayali değer yaratıcıları) yönlendiriyorlar. Politikacıların dikkatsizce sarf ettikleri sözler de etkili oluyor. Ayrıca basının, olacakmış gibi yansıttığı ama gerçekleşmeyen bazı olaylar ve üretimle ilgisi olmayan konular, sanal ekonomiye yön vermektedir.

Sanal yani hayali ekonomi ile gerçek yani üretici ekonomiyi uzlaştırmak zorundayız. Aksi takdirde insanlar, kendi duygu ve heyecanlarının fasit dairesi (sarmalı) içerisine girebilirler. Bu daireden çıkmaları çok zor olur ve insanlık can çekişebilir. Sanal ekonomi gerçek üretimin olmadığı ekonomidir. Aklın, mantığın, duyguların, duyarlığın yeri yoktur. Dolayısıyla sanal ekonomi, insanlığın geleceği için çok tehlikeli hale gelmektedir. Baudrillard’a göre spekülatörler, hayali değer yaratarak kazandıkça büyüyorlar. Büyüdükçe birbirleriyle birleşiyorlar. Birleştikçe karşı konulamaz oluyorlar. Böyle giderse, hem insanlar hem de devletler, hayali değer yaratıcılarının oyun alanı olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. (Bu konuda İslâmiyet’in bize öğütlediğinin kendime göre yorumunu, kitabın Türklerin Medeniyetinin Bugünkü Durumu bölümünde yaptım.)

Günümüzde bile sanal ekonomi alanında dönen günlük para akışı, mal ve hizmetler alanındaki dünya ticaretini finanse etmek için gerekli miktarın kat kat üstündedir.

Dünyanın bugünkü karmaşık şartlarında ekonomi biliminin genel bir çözüm getirmesi çok zor. Peter F. Drucker’e göre (s.167) küreselleşen dünya, Fransız Leon Walras’ın ekonomiyi matematiksel bir kalıba oturttuğu 1870’li yıllardan çok farklı yapıdadır. Yeni bir ekonomi kuramı geliştirebilmek için ekonomistler, aşağıdaki dört farklı yapıya tek bir ilke geliştirmek zorundalar:

  1. Fertlerin ve firmaların mikro (öz) ekonomik anlayışları (yani paranın devir hızı, kâr hırsı ya da girişimcilik yapıları, bazen alınan duygusal kararlar vb.),
  2. Milli devletlerin uyguladıkları makro (genel) ekonomi uygulamaları (yani para, kredi ve faiz oranları),
  3. Uluslar aşırı işletmeler (gerek sanal ekonomide gerekse üretimde süper güç ve tekeller oluşturmaya çalışan, milli olmayan şirketlerin farklı amaçları),
  4. Dünya ekonomisi (teknolojik gelişmelerin oluşturduğu küreselleşmenin, insanlar üzerindeki henüz belirlenemeyen etkisi).

         Bütün bu birbirinden farklı yapıları tek bir “ilke” ile açıklayıp kuramsal hale getirmek çok güç görünüyor. Belki de bu fiili durum, ekonomiyi matematiksel bir denge bilimi olmaktan çıkaracaktır. Ekonominin sadece bölgesel ve kısa süreli kuramlar geliştirilmesine yol açacaktır. Nitekim 1984-87 arasında ABD ekonomisinde uygulanan bazı politikalar, daha o zaman ekonomi kuramcılarını şaşırtan ve teorilere tamamen ters olan sonuçlar doğurdu. Hattâ aynı uygulamanın ABD halkı tarafından algılanışı ile Japonlar tarafından yorumlanışı birbirine tamamen zıt oldu. Ülkelerin anlayışları arasında her zaman böyle farklar vardır. (ABD Başkanı Reagan, işsizliği azaltmak ve ihracatı artırmak için karar aldı. Bir dolar 250 yen civarında idi. Bunu 220 Yen’e düşürmek istedi. Ama düşüşü durduramadılar ve 16 ay içerisinde bir dolar 125 Yen civarına indi. Bu durumda Japonların, ABD’den iki misli fazla ithalat yapmaları beklenirdi. Fakat böyle olmadı. Japonlar, ABD’den yine eskisine yakın mal aldılar. Yani ekonomistlerin düşündüğünün tersini yaptılar.)

Gelecekte, sanal ekonomi ile gerçek ekonomi arasında bir mücadele olabilir. Benzer şekilde kâr ile itibar anlayışı arasında da dünya çapında bir çatışma olabilir. Dolayısıyla bu iki ayrı anlayışın, bazı konularda bağdaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Olaylara sadece “kâr” hırsı açısından bakan bazı Batılı yazarlar, bu birlikteliğin mümkün olamayacağını söylüyorlar.

Hemen her konuda planlar yapılırken kısa, orta ve uzun vadeli hesaplar, aynı anda yapılmalıdır.

         Batılılar esas itibarıyla 1492’den sonra, sömürgelerinden elde ettikleri artık değerlerle geliştiler. Günümüzde de, daha güçsüz ülkelerden, haksız rekabet sonucu ticari kazanç elde ediyorlar. Elde ettikleri bu artık değerler sayesinde gelişmelerini sürdürüyorlar. Ancak dünya zenginleşmedikçe, gelişmiş ülkelerin kendi başlarına zenginleşmeleri sürekli olamaz. Gelişmiş ülkeler bunu bilirler. Bu nedenle gelişmekte olanlara ve hatta savaştıkları ülkelere bile borç vererek onları çalışmaya ve kendileriyle alış verişe zorluyorlar. Verilen borçlar, gelişmekte olan ülkelerin başlarındaki “yiğidin kamçısı” olmaktadır.

Ekonomi kategorisine gönderildi | DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU için yorumlar kapalı