TASAVVUF ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

TASAVVUF ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Tasavvuf konusuyla dolaylı bağlantılı olarak, “Takva ve Allah’ta Son Bulma (Fenafillah) Anlayışları” ve “İmam Gazali Neden Önemli” başlıklı yazılarımızı daha önce bu sitede yayınlamıştık. Ayrıca “Türklerde ve Araplarda Müslümanlık Anlayışları Üzerine” başlıklı makalemizde de bazı açılardan tasavvuf konusunu irdelemiştik. Bu yazımızda daha farklı açılardan yaklaşmaya çalışacağız.

Yine bu sitede yayınladığımız “Doğu-Batı Sentezi Üzerine” başlıklı yazımızda, Rene Guenon’un fikirleriyle ilgili olarak Mustafa Tahralı’nın yazdığı “Çağ ve Hakikat” isimli kitabından bazı örnekler vermiştik. Guenon, İslâmi anlayışı anlatırken, manevi tefekkürün amelden üstün olduğunu savunmaktadır. Fransız düşünürün bu anlayışa sahip olmasının muhtemel nedenlerinden birisi, onun tasavvuf ehli insanlar aracılığıyla Müslümanlığı kabul etmesi olabilir. “Doğu-Batı Sentezi Üzerine” başlıklı makalemizde Guenon’un bu fikrine şöyle bir cevap vermiştik: “Allah’ın bize gönderdiği din anlayışında, elbette manevi tefekkür önemlidir. Ama uygulamaya ve salih amele dönüşmemiş bir kalbi sezginin, kendisi dışındaki insanlara faydası çok azdır.”

Diğer taraftan, Kur’an’da, Allah’ta son bulma yani fenafillah anlayışının yerinin olmadığı şeklindeki inancımızı, “Takva ve Allah’ta Son Bulma (Fenafillah) Anlayışları” başlıklı makalemizde, Kur’an ayetlerinden örnekler vererek ifade etmiştik. Kur’an’ın bütününe baktığımızda, yaratılan varlıklar ile tek yaratıcı ilâhi güç olan Tanrı arasında, kesin bir ayrım vardır. Eğer böyle bir ayrım olmasaydı, Allah’ta son bulmak isteyecek kişiler öncelikle peygamberleri olurdu. Hayatı hakkında en çok bilgiye sahip olduğumuz Hz Muhammed ile ilgili olarak, onun Allah ile kaynaşıp bütünleşmeyi düşündüğünü gösteren bir davranışı bilinmemektedir. Hz. Muhammed’in davranışlarına dayanmak isteyen mutasavvıflar, hadisleri örnek almıştır. Değişmemiş ve değiştirilememiş Kur’an, yani Yüce Yaradan’ın sözü ortada net bir şekilde dururken, söylenip söylenmediği belli olmayan bir söze itibar etmenin, bizi yanıltacağı açıktır.

Kur’an’daki, “sonunda Bize döndürüleceksiniz” sözünün anlamı, Allah ile bütünleşeceğiz değildir. Bütün kulları, sonunda Allah’ın huzuruna döneceklerdir anlamındadır. Huzura gelen kullardan hesap sorulacaktır.

Zaten, Allah’ın yeryüzündeki vekil yöneticiliği görevini layıkıyla yapmak için, Allah’ta son bulmaya gerek yoktur. Nefsine karşı mücadele ederek ve güzel işler yapmaya çalışarak, kâmil insan olmaya gayret etmek yeterlidir.

Tasavvufu, Allah’ı sıkça hatırlama ve güzel işler yapmaya gayret etme olarak değerlendirirsek, İslâm’a uygun bir tanım yapmış oluruz. Bu haliyle tasavvuf, takip edilecek faydalı bir yol olur. Ayrıca insanlar için, ulaşılabilir bir hedef haline gelir. Böyle olmayıp, Allah’ta son bulma fikri gibi, ne demek istediği pek anlaşılmayan ve gayri mümkün bir hedef önlerine konulduğu için, insanların gözleri korkup daha baştan vazgeçebilirler. Diğer yandan da, Allah’ta son bulacak kadar metafizik âlemde ileride olduğunu iddia edenler tarafından kandırılabilirler.

Tasavvuf, insanı derin bir düşünceye sevk ederken, aynı zamanda, salih amel işleme eylemi içerisinde olan olgun bir şahsiyet oluşturabilmelidir.

Yoksa Hz. Muhammed’in düşünmediği Allah’ta yok olma yöntemini, mutasavvıfların uyguladık demeleri, inandırıcılığını kaybeder. Tasavvufun zirve ismi İmam Gazali, kendisinin de bu yöntemi kullandığını şöyle anlatır (İhya, C4, s212): “(Tasavvufta) Dördüncü derece, Bir Tek varlıktan başkasını görmemektir. Bu, Sıddıkların, doğruluğa iyice ermişlerin tefekkürüdür. Mutasavvıflar, buna her şeyi birliğe indirerek, bu birlik içinde yok olma adını verirler.”

Gazali bu bilgiyi verdikten sonra, kendisiyle ilgili olarak şunu anlatır: “İki seneden daha fazla bir süre inzivaya çekildim. Yalnızlığa büründüm. Ruhi çabalar ve mücadelelere daldım. Kendimi bütünüyle ruhumu arındırmaya verdim. Mutasavvıfların talimatına uygun olarak kalbimi temizleyerek Allah’ı gönlümde tamamıyla hissetmeye çalıştım. Bu bir yol ki, bu yolda kalp Allah’tan gayri her şeyden arındırılıp temizlenir. Kalp, Allah’ın zikri içinde kaybolur. Sonunda bütünüyle Allah’ta yok olur.”

Cüneydi Bağdadi de tasavvufu şöyle tarif eder: “Tasavvuf, Allah’ın, seni sende öldürüp, seni tekrar Kendisinde dünyaya getirmesidir.”

Gerek Gazali’nin gerekse Bağdadi’nin yaptıkları bu tanımlar, insanların büyük çoğunluğunun kafalarını karıştıracak niteliktedir. Kuvvetle ihtimal ki, bu âlimlerin kastettikleri şeyler, halkın, onların söylediklerinden anladıkları değildir. Çünkü onlar, Hz. İsa’nın konumunu çok iyi bilen âlimlerdir. Hz. İsa, Allah’ın oğlu yani ete kemiğe bürünmüş bir Tanrı değil ve bir kul olduğuna göre, bir insanın pişerek Allah’ta son bulması, yani Allah ile bütünleşmesini düşünemezler.

Bu arada bir bilgi verelim. İmam Gazali’nin de beğendiği Hallacı Mansur’u, halife Muktedir’e şikâyet eden İbn Davud’a göre, Allah’a olan aşkı terennüm eden tasavvuf, Allah’ı insana indirgemektedir. Bu fikri doğru bulan ve kendilerine hakikat şahitleri denilen şuhudlar, Hallac’ın idamına hükmetmişlerdir.(Bağdat’ta o dönemde, 500 civarında şuhud varmış.)

İmam Gazali, iki seneden fazla inzivaya çekildiğini, yalnızlığa büründüğünü anlatmaktadır. Hâlbuki iki yıl süren inziva çok uzun olduğundan, büyük kurtuluşa ulaşma ihtimalinden daha çok, kafanın daha fazla karışması ihtimali vardır.

Buruc Suresi 85/11: “İnanan ve iyi amel yapanlar için de, altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur. “

Ayet gayet net bir şekilde büyük kurtuluşa erişmenin yolunu anlatmaktadır. Önce inanacaksın sonra salih amel işleyeceksin. Belki, inanmayan insan inzivaya çekilip, çevresinin baskısından kurtularak düşünmek isteyebilir. Ama inanan insan, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki halefliği görevini yerine getirmek için, aksine, inzivaya çekilmeden, toplum içerisinde kalarak, her zaman salih amel işlemeye çalışmalıdır.

Buruc Suresi14: “Bununla beraber çok bağışlayandır, çok sevendir.”

Demek ki, salih ameller işleyerek bağışlanma dileyeceğiz. İnanarak yaptığımız güzel işlerimiz arttıkça da, Yüce Yaradan’ın bizi sevmesini umut edeceğiz.

Muhtemelen, İmam Gazali’nin de, tasavvuf yöntemiyle ulaşmak istediği amacı, Allah’ın sevgisini kazanmaktır. Ama eserlerini dinleyen halk için durum, Gazali’nin arzu ettiği, Allah’ın sevgisini kazanma anlayışından daha farklı yöne gitmektedir.

Gazali, İhya-ı Ulumiddin adıyla topladığı eserinde, halka çok çeşitli tavsiyelerde bulunmuş, hayatın akışı içerisinde nasıl davranacakları konusunda ve neredeyse her alanda çok ayrıntılı fikirler beyan etmiştir. Belki de bu sebepten, kendisinden sonra gelen bazı âlimler, “Kur’an dâhil, İslâm ile ilgili olan bütün eserler kaybolsaydı, sadece Gazali’nin bu eseri kalsaydı, İslâmiyet bir şey kaybetmezdi” diyebilmişlerdir.

Gazali, hangi saatlerde hangi duaları yaparsak, ne kadar sevap kazanacağımızı geniş bir şekilde anlatmıştır. Belki de, insanları duaya alıştırmak için bu tavsiyeleri yapmıştır. Fakat halk böyle algılamamış, farklı konulardaki ihtiyaçları için belli zamanlarda yaptıkları duaları, dinin sevapmetresi olarak görmüştür. Salih amel işlemeyi geri plana atarak, sadece dualarla ve kalpten gelerek yapılmayan nafile ibadetlerle, Allah’ın sevgisini kazanmaya çalışmıştır. Ayrıca Gazali, hangi sıkıntıya düştüğümüzde, hangi duaları okuyacağımızı da tafsilatıyla aktarmıştır. Dolayısıyla, günlük yaşamımızın her anı için bizi sıkıntıdan kurtarıp cennete götüreceğini söylediği şekilcilik temelinde fikir beyan etmiştir.

Gazali’nin bu tavsiyelerini asırlardır din hocalarından dinleyen halk –bana göre- tasavvufu yanlış anlamıştır. Tasavvufu, şekilciliğe ve zikir ayinlerine dönüştürenler çoğalmıştır.

Hâlbuki tasavvuf, insanı, şekilcilikle ve ayinlerle Yüce Yaradan’ın sevgisini kazanabileceği inancından kurtarabilmelidir.

Tasavvuftaki zikrin rolü için benzetme yapan bazı araştırmacılar şöyle söylerler. Tasavvuftaki bu uygulama, Hıristiyanlıktaki İsa duası, Hinduizm’deki japa yoga, Budizm’deki nembetsu’ya benzemektedir.

Tasavvufa karşı fikirleri ve diğer dinlerle ilgili benzetmeleri dikkate aldığımızda, şu kanaate varabiliriz. Tasavvuf, Allah’ın sevgisini kazanmak isteyenlere, kafaları karıştırmadan, sadece Kur’an ayetlerinden örnekler vermelidir. Buruc Suresi 11inci ayeti veya Bakara Suresi 82inci ve 112inci ayeti göstermek yeterlidir. Yani, inanmak ve salih amel işlemek kâfidir. Salih ameller nelerdir diye soranlara, sadece Bakara Suresi 177 gösterilse bile yeterli olacaktır.

Tasavvuf, kimseyi ötekileştirmemelidir. Aksine diğer dinlere ve anlayışlara hoşgörü ile bakmasını öğretebilmelidir. Eğer tasavvuf ehli, öğretimi böyle yapmayıp, Müslüman olduğunu söyleyen insanları bile, sırf kendisinin mensup olduğu tarikattan olmadıkları için ötekileştirir ve onu Müslüman olarak kabul etmezse, o kişi, Allah’ın sevgisini kazanayım derken, hiç ummadığı aksi durumlara düşebilir.

Eğer tasavvuftaki “Allah’ta yok olma” anlayışı, nereye bakarsak bakalım, Yüce Yaradan’ın izini görmek anlamında ise, bu anlayış Kur’an’a ve gerçeklere uygundur. Çünkü çevremizde gördüğümüz her şey, bize tek olan Tanrı’yı hatırlatır. Gördüğümüz cansız varlıklar, söz gelimi bir bina bile Allah’ı hatırlatır. Çünkü eğer Yüce Yaradan, o malzemeleri yaratmasaydı ve bize akıl ile birlikte iş görme kabiliyeti vermeseydi, biz bina yapamazdık. Çevremizde canlı veya cansız hangi varlığa bakarsak Yüce Yaradan’ın lütfunu ve rahmetini görürüz. İyi niyetle ve insanlara faydalı olacak hangi işe girişsek, Allah’ın rahmeti ve desteğiyle karşılaşırız. Dolayısıyla, fenafillah anlayışı ile bu bakışlar kastediliyorsa, aşağıdaki ayetten de anlaşılacağı gibi, Kur’an’a uygundur:

Bakara Suresi 2/115: “Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü işte oradadır (orası Allah’a çıkar). Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”

Tasavvufu, doğru anlayıp, doğru uygulamaya çalışırsak, Allah’ın sevgisini kazanmanın, ulaşılır bir hedef olduğunu görürüz. Ahlâklı bir anlayışla güzel işler yapmaya gayret edersek, hem kendimize, hem çevremize, hem Müslümanlara, hem de bütün insanlığa faydalı oluruz.

Sosyal kategorisine gönderildi | TASAVVUF ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

NASREDDİN HOCA 2

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 2

 

Geçmiş devirlerde, kültürlerin ve olaylara bakışların nesilden nesile aktarılması, hemen tamamen sözlü tarifler ve sözlü anlatılan hikâyeler yoluyla olurdu. Hikâyeleri en geniş coğrafyaya yayılan ve çocukluğumdan beri bildiğim bir isim olması hasebiyle, Nasreddin Hoca’yla ilgili fıkra şeklindeki hikâyeleri irdelemeye başlamıştık. Bu yazımızda da devam edeceğiz.

İlk makalemizde, yük taşıyıcı olarak yaygın bir şekilde kullanılan bir hayvan olan eşek ile irtibatlı hikâyeleri aktarmıştık. Yine eşek temalı, hem güldüren hem de düşündüren hikâyelerle devem edelim.

HİKÂYE: EL, ELİN EŞEĞİNİ…

Varlıklı bir adamın eşeği kaybolmuş. Adamları dört yana dağılıp eşeği aramaya başlamışlar. Bu sırada rastladıkları Hoca’ya da eşeği aramasını söylemişler. Hoca “Olur… Olur…” deyip yürümüş.

Biraz sonra Hoca’yı bağların arasında türkü söyleyerek dolaşırken görenler ne yaptığını sormuşlar. Hoca da:

_ Falan adamın eşeği kaybolmuş, onu arıyorum, demiş.

Adamlar şaşırmış:

_ Aman Hoca’m! demişler. Bu nasıl eşek aramak böyle?

Hoca işi pişkinliğe vurmuş:

_ El, elin eşeğini türkü çağırarak arar, demiş.

YORUM:

Hoca’nın cevaplarından çıkarabileceğimiz birkaç mesaj var.

Birincisi, Hoca, eşeği lakayt bir şekilde arayarak bir insanın zengin olmasının çevresinde sevilmeye yetmediğini vurgulamak istemiş. Çünkü sevdiği veya sevilen bir şahsın eşeği kaybolmuş olsaydı, daha bir içten arayacağı aşikârdı.

İkincisi, eşeği sadece adamlarının aramasından, çevresinde sevilmeyen zengin bir insanın gücünün, ancak kendi parasına ve parayla çalıştırdığı adamlarına yeteceğini göstermek istemiş. Eğer eşeği kaybolan kişi, çevresinde sevilen ama fakir birisi olsaydı, onu sevenlerin hep birlikte dolaşarak eşeği aramaları ihtimali yüksekti.

Ayrıca, hikâyenin sonunda Hoca “el, elin eşeğini türkü çağırarak arar” diyerek, bir insanın kendi işini yine kendisinin görmesinin, yani işinin başında olmasının en iyi sonucu verebileceğini, başkalarına havale edilen işlerde olumlu sonuç almanın zor olduğunu anlatmış.

Takdir edileceği gibi, herkesin işi, kendisi için birinci derecede önemlidir. Ama o şahsın işi, yapması için konuştuğu veya anlaştığı bir başkası açısından bakıldığında, öneminin daha alt sıralarda olabileceğini açıklamaya çalışmış. Dolayısıyla, bilhassa iş disiplini anlayışının eksik olduğu ülkelerde, işin sahibi tarafından doğrudan takip edilmeyen bir işin, zamanında ve olumlu sonuçlanması ihtimali düşüktür.

Benzer durum, hasta-doktor ilişkilerinde de geçerlidir. Doktora giden hastanın çektiği sıkıntı kendisi için birinci derecede önemlidir. Ama günde elli hastaya bakan bir doktorun açısından bakılınca, hastanın çektiği sıkıntıların pek bir önemi yoktur.

HİKÂYE: SEN BURADA MISIN?

Bir gün Nasrettin Hoca hayvan pazarına gitmiş. On eşek satın almış. Eve gelirken birine binip diğerlerini önüne katmış. Yolda eşekleri saymış. Dokuz eşek çıkmış. Meğer altındaki eşeği saymazmış.

_ Vay ahlâksızlar! Beni aldattılar, diyerek heyecanla eşekten inmiş. Sonra

_ Dur, bir daha sayayım demiş. Saymış, on.

Tekrar eşeğe binmiş. Evinin önüne gelince ne olur ne olmaz diye bir daha saymış. Yine dokuz çıkmış.

Kafası karışmış bir halde söylenirken bir komşusu görmüş.

_ Hayırdır Hoca, niye söyleniyorsun, demiş.

Hoca:

_ Pazardan on eşek aldım. Gelene kadar birini kaybettim, demiş.

Komşusu eşekleri saymış, bakmış on tane.

Komşusu:

_ Ee, tamam ya Hoca demiş. Hoca tekrar saymış, yine dokuz. Komşusu durumu anlamış.

Komşusu:

_ Peki, üstünde oturduğun eşek nedir? diye sormuş.

Hoca, altındaki eşeğe doğru eğilmiş,

_ Hay şaşkın! demiş, sen de burada mısın…

YORUM:

Bu fıkrada iki ana mesaj birden verilmek istenilmiş.

Birincisi, Hoca’nın eşekleri yerde iken farklı, bir eşeğin üzerinde iken farklı saymasıyla; insanların sahip oldukları konuma göre olaylara farklı bakabileceklerini, farklı yorumlayabileceklerini göstermek istemiş. Bilindiği gibi, insanların bakış açıları, masanın hangi tarafında olduklarına göre değişebilmektedir. Hattâ çoğu zaman, aynı insanın bakış açısı, masada karşı kısma geçtiğinde veya makamı yükseldiğinde değişebilmektedir.

İkincisi, komşusunun uyarısı üzerine Hoca, hatasını anlamasına rağmen eğilip eşeği suçlamasıyla; insanların en açık ve belirgin hatalarını bile kabul etmeyerek, suçu en olmadık yerlere atmaya hazır olduklarını göstermek istemiş. Gerçekten de hemen hepimiz, bir yanlışlık yaptığımızda, kabahati karşımızdakine atmaya meyilliyizdir. Olmadık bahaneler uydurarak, yaptığımız hatanın sebebini başkalarına yüklemeye çalışırız. Nitekim Nasreddin Hoca’nın bir başka hikâyesinde, söylediği düşünülen konumuzla bağlantılı olan şu sözü, bu gerçeği yansıtmaktadır:

“Kabahat, samur kürk olsa, kimse giymek istemez.”

Sosyal kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA 2 için yorumlar kapalı

İSTİŞARELERİN UYGULANABİLİRLİĞİ

İSTİŞARELERİN UYGULANABİLİRLİĞİ, İYİ NİYETLE VE BİLGİYE DAYALI ALINMALARINA BAĞLIDIR

 

(NOT: Bu makale, Kasım 2013 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen tekrar yayınlıyoruz.)

Yüce Yaradan bizlere, her alanda istişare yapmamızı öğütlemektedir. (Ali İmran Suresi 3/159) İstişareler sadece yönetim konularında değil, her ortamda yapılmalıdır.

İnsanlar birbirlerine danışmaya aile ortamında uygun bir üslupla başlarsa, bu anlayış olgunlaşarak bütün kurumlara kendiliğinden yayılır.

Rastgele ortamlarda, rastgele insanlarla yapılan istişareler yararlı olmazlar. Aksine amaca zarar verebilirler.

Bu sebeple, istişareye katılacak insanlar öncelikle konu hakkında bilgi sahibi olmalıdırlar. Sadece bilgi yetmez. Kişiler söyledikleri fikirlerde samimi olmalıdırlar. Ama iyi niyetli olmak da yetmez. Fikir söyleyenler, o konunun içerisinde olmalıdırlar.

Bu üç unsur birleşirse, istişarelerden çıkan sonuç uygulanabilir olur.

Yaptıkları istişari toplantıda bu üç unsurun da var olduğuna inanan insanlar, alınan kararlardan kendi paylarına düşen kısmını uygulamakla yükümlüdürler.

Kararları uyguluyormuş gibi görünürler ama yapmazlarsa, aşağıdaki hikâyede olduğu gibi bir sonuç çıkar.

Köyün birinde köylüler, cami ve hocasının masraflarını açıktan toplamanın yanlış olduğunu, fakir insanları rencide ettiğini düşünürler. Toplanırlar ve durumu istişare ederler.

Sonunda, caminin yanında bir havuz yapmaya karar verirler. Köylüler gece karanlıkta teker teker gelecekler, güçleri ölçüsünde bu havuza süt bırakacaklar, sabah cami hocası havuzdaki sütleri toplayıp satacaktır. Böylece kimse incinmeden masraflar karşılanacaktır.

Karara herkes sevinir. Elbirliğiyle havuz yapılır. Gece olur. Köylüler karanlıkta tek tek gelerek ellerindeki kapları havuza dökerler.

Sabah olur. Hoca havuzun başına gelir. Bir bakar ki, havuzda hiç süt yok! Havuzdakilerin hepsi su!

Çünkü herkes, bir başkasının nasılsa süt götürüp havuza dökeceğini, böylece kendisinin döktüğü suyun araya karışacağını düşünür. Herkes aynı uyanıklıkta olunca da sonuç su olur.

Bu hikâyeden ders almak isteyenler, köyün genel menfaati için, denetim mekanizması ve denetçisi olmayan çözümlerin başarıya ulaşamayacağında hemfikir olacaklardır.

Aslında dünyada yapılan her işi, düşünülen her fikri, Yüce Yaradan kayda aldırıyor. Ama insanlar; daha somut, daha görsel ve cezayı hemen verecek bir denetleme mekanizması olmadan şaşırabiliyorlar. Hatta iyi niyetli olanlar bile denetimsizlikten dolayı şaşırabilirler.

Hikâyemizdeki cami hocası veya köyün ileri gelenleri denetleyici olsaydı, yanlış yapanlara karşı yaptırım gücü olan bir mekanizma emirlerinde olsaydı, insanlar havuz başına doğru gösterişle yürüyüp, sonrasında süt yerine su bırakmazlardı.

Çünkü hocalar ve ileri gelenler, köyün en adil ve en güvenilen insanları olmaya en yakın adaylardır.

Ancak kurulan denetim mekanizmaları öyle olmalı ki, onlarda dahi bir aksaklık olduğunda işleyebilmelidir.

Yüce Yaradan’ın, benim ve isteyenlerin kalplerimizi nuruyla fethedip, gönlümüzü güzelliklere açması dileğiyle…

Sosyal kategorisine gönderildi | İSTİŞARELERİN UYGULANABİLİRLİĞİ için yorumlar kapalı

KUR’AN’IN DİLİNİN ÖRNEKLİĞİ

KUR’AN’IN DİLİNİN ÖRNEKLİĞİ

 

Bu sitede yayınladığımız “Kur’an, Arapça mı Okunmalı” başlıklı yazımızda konuyu irdelemeye çalışmıştık. Bu makalemizde daha farklı açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Bir kişi, bir kitap yazmak istediğinde, kendisinin de içinde bulunduğu toplumun diliyle yazmayı düşünür. Çünkü önce kendi toplumunda anlaşılmalı ki, bilinmeye başlasın. Bu şahsın, başka yabancı dilleri bilse bile, kendi cemiyetinin dilini tercih etmeyerek başka bir lisan kullanması halinde, kendi toplumu tarafından kabul görmeyeceği açıktır.

Şahıslar böyle düşünürlerken, her şeyi ve her dili bilen, bütün dillerin yaratıcısı olan Yüce Yaradan’ın başka türlü davranmasını beklemek mantıksız olur. Elbette, O da, insanların okumasını umduğu kitabını, görevlendirdiği peygamberinin içinde yaşadığı toplumun dilinde indirecektir. Yüce Yaradan’ın peygamberleri aracılığıyla kaleme aldırdığı bütün eserler, peygamberinin kavminin anlayacağı dil ile yazılmıştır. Hattâ, kavminin dilleri arasında farklılıklar varsa, peygamberin kabilesinin diliyle indirmiştir.

Elimizdeki kutsal kitapların içerisinden, indirildiği dilden farklı bir dille yazılanı, sadece İncil’dir. İncil’in orijinali ortada olmadığından, sonradan yazılan İncillerin dili, yazarının hangi dili kullandığına bağlı kalmıştır. Günümüzdeki İnciller, eski Helen dili olan Latince olmuştur. Hâlbuki Hz. İsa, Latince bilmiyordu. Zaten Latince bir süre sonra yaşayan bir dil olmaktan çıkmış, ölü bir dil haline gelmiştir. Bu sebeple halk, sonradan yazılan bu İncilleri okuyamamıştır. İncillerin başka dillere çevrilmesi için de, 1500 yıl gibi uzun bir süre beklenilmiştir.

Kur’an’ın koruyucusu bizzat Yüce Yaradan olduğundan, aynen muhafaza edilmiştir. (Bu muhafaza edilişin, uhrevi olmayan mantıklı açıklamaları bir başka yazı konusudur.)

Kutsal kitapta bir değişme olmamasına rağmen, İslâmiyet çok kısa süre içerisinde hızla yayılınca, Basra bölgesindeki Araplar bile aynı kitabı farklı okuyarak, başka anlamlara ulaşır hale gelmişlerdir. Bu nedenle, Kur’an’ın ilk yazmasına herekeler eklenmiştir. Böylece farklı okumaların önüne geçilmiştir.

Arapların, Kur’an’ı aynı şekilde okumaları sağlanmıştır. Ama Arapların dışında başka milletler de Müslüman olmalarına rağmen, yeni milletlerin dillerine tam metin olarak çevrilmemiştir. Fatiha Suresi gibi bazı kısa sureler Farsçaya çevrilmiştir. Bazen, Karahanlılar Devleti döneminde yapılan gibi, Arapçasının altına o kelimenin Türkçesi yazılarak tercüme edilmiştir. Ama bu şekilde bile olsa, yapılan tercümelerin yazılannın, birkaç nüsha dışında devamı gelmemiştir. Akkoyunlu Türk Devletinin sultanı Uzun Hasan, Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettirmiştir. Ancak, bunun da devamı gelmemiştir. Türklerde, hem tam tercüme olarak, hem de halkın da okuyacağı sayıda, devlet eliyle basılan Kur’an tercümesi ve tefsiri, Cumhuriyet döneminde Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır.

Yüce Yaradan’ın, görevlendirdiği peygamberinin kavimlerinin dilinde gönderdiği kitapları, o dili bilmediği için yazılanları anlamadan okumak, kutsal kitapların indiriliş sebeplerine aykırıdır. Bilhassa günümüzde, kendi dilinde yapılmış tercümelere çok rahatça ulaşabilecek imkânı var iken, anlamadığı halde, halen sadece Arapçasını okumakta ısrar etmek, insana manevi bir tatmin verebilir. Ama anlamadan okunduğu için, Yüce Yaradan’ın, Kamer Suresinin 54/17, 22, 32 ve 40ıncı ayetlerinde, “Andolsun ki biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” şeklinde dört defa tekrar ettiği buyruğunu hiçe saymak anlamına gelir.

Şöyle bir düşünelim. Bırakalım, Kur’an’ın tamamında yazılanları kendi dilimizde anlamayı, sadece namazda okuduklarımızı hatırlayalım. Yüce Yaradan’ın huzuruna vardığımızda, namaz kıldığımız için bize teşekkür etse, ama sonrasında bize, “kulum, namaz kılarken, Bana neler söyledin” diye sorsa, kaç insan tam anlamıyla şöyle söyledim diyerek cevap verebilir?

Gelelim kitaplarda kullanılan dilin yapısına. Bilindiği gibi, Kutsal kitaplar içerisinde aynen kalan tek kitap Kur’an’dır. Bu nedenle, Kur’an’ın dilinin anlatım yapısını incelersek, diğer kitapların orijinallerinin dilleri hakkında da fikir sahibi olmuş oluruz. Çünkü Yüce Yaradan’ın peygamberlerin hepsinin yapısı birbirine benzemektedir. Hepsi de, halkın içerisinde yaşayan, davranış şekli ve konuşma biçimleriyle halktan biri olan insanlardır.

Kur’an’ın anlatım diline baktığımızda, anlaşılması kolay olan ve halkın kullandığı dil olduğunu görürüz. Halkın anladığı dili, o memleketteki entelektüeller, basit olarak görseler de, anlarlar. Ama entelektüellerin kullandıkları dilin çoğunu, halk anlamayabilir. Dolayısıyla bir toplumdaki bütün kesimlerin anlayabileceği bir dil kullanılması, amaca daha uygun düşer. Nitekim çok satan kitaplara bakıldığında, halkın anlayacağı dilin kullanıldığı görülür. Eğer aynı yazar, aynı şeyleri sadece entelektüellerin anlayacağı bir dille yazsaydı, kitabının çok satanlar arasına değil, az satanlar arasına girmesi ihtimali artardı.

Takdir edileceği gibi, bir eserin çok satanlar arasına girebilmesi için, sadece dilinin halkın anlayacağı şekilde yazılması yetmez. Kitapta bahsedilen olayların, verilen örneklerin, halkın sıklıkla yaşadıklarından olması gerekir. Diyelim ki bir siyasetçi, gittiği bir kasabada ekonomik sıkıntılardan bahsediyor olsun. Halk günlük geçiminde zorlanırken, siyasetçi, kendisinin de yeni aldığı villasının parasını öderken çok zorlandığını söylerse, halk nasıl bakar? Halkın gündemi ile konuşma yapan siyasetçinin veya yazarın gündemine karşıdan bakılınca, ödeme sıkıntısı açısından, aynı gibi duruyor. Ama gerçekte aralarında çok büyük fark var. Örnekler ve kavrayışlar farklı olursa, taraflar anlaşamazlar. Görünüşte aynı dili konuşmalarına rağmen, aralarında sanki dağlar vardır.

Demek ki, aynı dilin konuşulması da yetmemektedir. Aynı yaşanmışlıkların paylaşılması gerekir. Nitekim günümüzdeki siyasetçilerin içerisinden bu gerçeğe uygun davrananlar veya aslında çok farklı olsalar bile, halkta öyle bir algı oluşturanlar daha çok oy toplamaktadırlar.

Kur’an’ın verdiği örnekler, halkın yaşadıklarıyla ve sohbetlerinde konuştuklarıyla tam anlamıyla örtüşmektedir. Örneğin, Firavun boğulacağını anlayınca “Şimdi inandım” der. Ama Yüce Yaradan’ın cevabı “ya, şimdi mi” diye başlar. Diğer taraftan, Kur’an’ın birçok tasviri, bölgenin coğrafi şartlarına uygun olarak yapılmıştır. Böylece, yapılan tasvirleri halk daha kolay algılamıştır.

Kur’an’ın dilinde bir başka özellik daha vardır. Birçok ayetinde, halkın dilindeki kelimeleri kullanmakla birlikte, derin anlatım sağlamıştır. Kur’an, benzer konuları anlatırken, sadece bir kelimesini değiştirerek, anlatılmak istenilen derinliğe dikkat çekilmiştir. Bu şekilde halkın kelimeleriyle yapılan derin anlatımlar, aslında, âlimlere yol gösterici niteliktedir. Kur’an’ın bu özelliği, benzerinin yazılamayacağının göstergelerinden birisidir. Bilindiği gibi, anlamı derin şiirlerin içerisinde yazımı en zor olanları, halkın kullandığı gündelik kelimelerle ifade edilenleridir.

Hem halka hem de entelektüellere hitap ederken etkili olabilmek ve güzel dönüşler alabilmek isteyenlerin, Kur’an’ın dilindeki yukarıda saydığımız özelliklerini taklit edebildikleri ölçüde, daha iyi sonuç alacakları aşikârdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | KUR’AN’IN DİLİNİN ÖRNEKLİĞİ için yorumlar kapalı

TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Bu makaleyi yazmamızın sebebi, Türkiye’de son dönemlerde hükümete yakın gurupların yaptıkları bazı garip uygulamalara kızarak, Türklerin, Araplaştığı şeklinde bir anlayışın oluşmaya başlamasıdır. Amacımız, tarihi inceleyerek, böyle bir iddianın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunu irdelemektir.

Gerek Türklerin ve gerekse Arapların büyük çoğunluğunun aynı anlayışlarda olmaları mümkün değildir. Bu sebeple biz burada sadece, devletler olarak yaptıkları uygulamaları esas alarak, daha baskın olan anlayışları ele alacağız. Ayrıca, mutasavvıflarının ve âlimlerinin dini yorumlamaları arasındaki farkları da kısaca inceleyeceğiz. Tasavvuf anlayışları arasındaki farklara da kısaca değineceğiz.

Öncelikle, Türklerin ne zaman ve hangi süreçler sonrasında Müslüman olduklarını dikkate almak gerekir. Türklerin Müslümanlıkla ilk tanışmaları Arap Hilafet Ordusunda köle ve paralı askerlik şeklinde 674 yılından itibaren başlamıştır. Bu askerlerin bazılarının komutanlıklara kadar yükselmiş olmalarına ve Hilafet Ordusunda etkili olmalarına rağmen, Türklerin Müslümanlığa geçişlerinde hemen hiç tesiri olmamıştır denilebilir. Bu durumu, Karahanlı Türk Devleti hükümdarı Saltuk Buğra’nın iki yüz bin çadırıyla birlikte 944 yılı gibi çok geç bir tarihte Müslümanlığa geçmesiyle anlıyoruz. (İlk Müslüman Türk devleti, İdil (Kama) Bulgar Türk Devletidir. Ancak onlar Karadeniz’in kuzeyinde kaldıklarından, Türk dünyasının Müslümanlığa geçişinde fazla bir etkileri olmadı.)

Gerek Karahanlı Türk Devletinin ve gerekse Gazneli Türk Devletinin Müslüman oluşunda, Araplarla devlet olarak çatışma ve temas yok gibidir. Müslüman bir devletle ilk temas eden Karahanlı Hükümdarı Musa Baytaş’tır. Güneye doğru inen Karahanlılar, 999 yılında Samanoğulları Devletini yıkarak İran bölgesine giriş yapmışlar ve bölgenin 1926 yılına kadar hâkim sakini olmuşlardır. Dolayısıyla, Türklerin Müslümanlarla iç içe yaşamaları Farslarla olmuştur.

Bu makalemizin konusu, Türklerin ve Arapların Müslümanlık anlayışı olduğundan, Türklerin İslâmiyet’e girişlerinden sonra, İslâm âleminde oluşturdukları etkileri ve gelişmeleri başka yazılarımızda ele alacağız.

Türklerin tarihteki uygulamalarına bakıldığında, yeni gittikleri yerlerdeki diğer dinlere mensup olanlara hoşgörülü davrandıklarını görmekteyiz. Araplar da, başlangıçta gittikleri bölgelerde sadece yöneticileri cezalandırmışlar, halka hoşgörülü davranmışlardır. Ama sonrasında, Türkler diğer halkları Müslüman olmaya zorlamazken, Araplar bölge halklarını Müslüman olmaya zorlamışlardır. İnsanları Müslüman olmaya zorlamak, tek olan Tanrı’nın peygamberine bile yasakladığı bir husus olup, Kur’an’ın ruhuna ve anlatımına aykırıdır.

Türkler yeni gittikleri yerlerdeki insanların dinlerine karışmadıkları gibi, onları Türkleştirmeye de çalışmamışlardır. Araplar ise, yeni gittikleri yerlerdeki halkı Müslümanlığa zorladıkları için, bunun sonucunda aynı halkın Araplaşması olayı, zaman içerisinde kendiliğinden gerçekleşmiştir. Asurlular, Babilliler, Firavunların Mısır’ı, Kartacalılar ve diğerleri bugün kendilerini Arap olarak görmektedirler. Kur’an, Hucurat Suresi 49/13’te “…birbirinizle tanışmanız için sizleri kavimlere ve kabilelere ayırdık…” denilmesi, Türklerin uygulamalarının, Yüce Yaradan’ın isteklerine uygun olduğu anlaşılmaktadır.

Türkler, Müslüman olduktan sonra da, farklı soylara mensup insanları yönetici yapmaya devam etmişlerdir. Araplar ise, Emeviler devrinde hemen hiçbir yabancıyı yönetici yapmamışlardır. Abbasiler döneminde ise, bazı mecburiyetler dışında, yabancıları yönetici yapmamışlardır. Görüldüğü gibi Türklerin uygulamaları, Yüce Yaradan’ın, “emaneti ehline veriniz” emrine uygun bir davranıştır.

Türklerde, Hz. Peygamber sevgisi hep önde olmuştur. Halen de aynen geçerlidir. Bu durumun belirgin bir uygulaması, namazlarda kılınan Hz. Peygamberin sünneti rekâtlardır. Bu uygulama Araplarda yoktur.  Müslüman Türklerin, Araplar için “kavmi necip” demelerinin bütün sebebi, Hz. Peygamberin, Arapların içerisinden çıkmasıdır. Yoksa Arapları üstün gördükleri için değildir. Hâlbuki Türklerin, Ermeniler için “milleti sadıka” demeleri, Ermenilere karşı besledikleri sevgidendir. (Türklerdeki bu ince insanlığı göremeyen bazı Arapların ve Ermenilerin büyük hatalar yaptıkları, sonradan söyledikleri itiraflarından anlaşılmaktadır.)

Arapların ilk fetihlerinde, peygamberin kendi soylarından olmasının etkisi açıkça görülür. Bu durum Araplara ayrı bir güç kaynağı olmuştur. Ancak, fetihler bitip, zevk ve sefaya düşerek birbirleriyle uğraşmaya başladıktan sonra, peygamber konusunu geri plana itmişlerdir. Günümüzde Araplardaki Hz. Peygamber sevgisinin, Türklerinkinden daha önde olduğunu söylemek mümkün değildir. Türklerin bu sevgileri, Ali İmran Suresi 3/31: De ki, “siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” ayetine uygundur.

Türkler, Müslümanlığı, devlet dini haline getirmemişlerdir. Dini, kişisel bir kavram olarak görmüşlerdir. Günümüz Türkiye’sinde Arap Müslümanlığı yaptıkları iddia edilen bazı tarikatların, devlet kurumlarında etkin olmaya çalışmalarının sebebi, dini, kendi anlayışları doğrultusunda devlet dini haline getirmektir.

Arapların, dini, kişisel bir algı olarak görmeyip, devlet dini haline getirdikleri, herkesi Müslüman yapmaya ve Müslüman olanlardan da, kendileri ile aynı anlayışta olmayanlara baskı yapmalarından anlaşılmaktadır. Bu hususta Kur’an bize ışık  tutmaktadır.  Bakara Suresi 2.272: “Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dileyeni yola getirir. Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz içindir…”. Demek ki, dini, devlet dini gibi görmek Kur’an’a aykırıdır.

Türklerdeki, ulema Müslümanlığı ile halk Müslümanlığı, birbirinden bazı hususlarda ayrılmıştır. Bunun bariz örneği, türbe geleneğidir. Türklerdeki halk Müslümanlığında, türbelerin özel bir yeri vardır. Türbe dediğimiz velilerin mezarları saygıyla ziyaret edilir. Bedeninin mezarda yattığı düşünülen veli kişiden, o andaki dertlerinin çözümü için yardım istenilir. Bu durum Türklerin ilk Müslüman olmaya başladıkları dönemlerden itibaren günümüze kadar geçerliliğini korumuştur. Araplar ise, Müslümanlıkta mezar anlayışının olmadığını düşünürler. Belki de bu sebeple, velilerin kabirlerini ziyaret hususu Türklere göre çok az sayıdadır. Endülüs doğumlu bir Arap olan İbni Arabi’nin, Şam’daki (Dımaşk) mezarını bulup türbe haline getiren, Yavuz Sultan Selim ve şeyhülislam Kemal Paşazadedir (İbni Kemal).

Kabir konusu İslâmiyet’te var mıdır diye bakalım. Tövbe Suresi 84: “Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabrinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.”

Önceki ayetlere bakıldığında bu ayet, münafıklar için ne yapılması gerektiğini anlatıyor. Münafıklardan biri ölürse, namazını kılma deniyor. Demek ki, bir Müslüman ölünce, önce onun namazı kılınacak. Sonra defnedilecek. Defnedileceğini de “münafıkların kabrinin başında durma” emrinden anlıyoruz. Demek ki, münafık da olsalar kabir olacak. Ayet münafıklara kabir yapın, ama Müslümanlara yapmayın demiyor. Aksine kabrinin başına gidip durma denildiğine göre, Müslümanlardan vefat edenlerin kabirlerinin başına gidip durulacak demektir. Başında durulacak bir kabrin en azından baş taşı ile belirlenmesi gerekir.

Bu konuda Türk halkının hatası, Tanrı’dan isteyeceği şeyleri, türbelerde sadece bedeni bulunan insanlardan istemesidir. Arapların hatası, İslâm’da kabir yoktur demeleridir.

Türklerdeki Müslümanlık anlayışı, yaşadıkları bölgelere göre bazı farklılıklar gösterir. En azından Anadolu’daki Türkler olarak incelediğimizde, Erzurum’daki, Bursa’daki ve Üsküp’teki Müslümanlık anlayış ve uygulamaları farklılık arz eder. Bursa, bilhassa 16ıncı yüzyılda, uluslararası bir hüviyete girmiş ve bir süre çeşitli halkların etkili bir şekilde yaşadığı bir şehir olmuştur. Ama Erzurum ve Üsküp arasındaki bariz fark, Erzurum’da sadece Müslümanların, Üsküp’te ise farklı dinlere mensup insanların, uzun süre bir arada yaşamasıdır.

Araplarda ise, İspanya’daki Endülüs Devletinde biraz farklı anlayış vardı. Ancak onlar da yıkıldıktan sonra, farklı uygulamalar görülmedi. Fikir olarak ise, Mutezile taraftarlarının etkin oldukları dönemde bazı farklılıklar oluştu. Ancak, Mutezile taraftarları sert bir şekilde bastırıldıktan sonra, tek düze bir fikri yapıya dönüştü denilebilir. Şii Fatımilerin bile, Abbasilerle egemenlik mücadeleleri hariç tutulursa, yukarıda bahsettiğimiz uygulamalar açısından çok farklı olduklarını söylemek zordur.

Türklerin Müslümanlık anlayışında, akıl ve vahiy birbirinin zıttı ve rakibi olarak düşünülmemiştir. Farabi, İmamı Azam Ebu Hanife, Maturidi, İbni Sina, Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi Veli, Aşık Paşa, İsmail Hakkı Bursevi, hattâ Mevlâna Celaleddini Rumi gibi din ulularında bu durum görülebilir.

Araplarda ise, Mutezilenin aklı çok öne çıkardığı iddiasına karşı, aklı dışlayan fikirler etkili olmaya başlamıştır. Sonraları ise, aklı dışlamakla kalınmamış, vahiyleri de sessizce saf dışı bırakabilmek için, Hz. Peygamber adına hadisler uydurulmuştur. Bu uydurma hadisler sadece Arapları değil, giderek Türklerin de bir kısmını etkilemiş ve Kur’an’ın özünden uzaklaşılmaya başlanmıştır.

Akıl, vahiy ve iman konularında bu sitede yayınladığımız “Akıl Vahiy Dayanışması” ve “Akıl İman İlişkisi” başlıklı makalelerimizde fikirlerimizi ifade ettik. Burada söylenebilecek şey, akıl ve vahiy dayanışmasının, insanları huzura götüren en uygun yol olduğudur.

Türkler, cennete girebilmek için, salih amel işlemeye, ibadete göre öncelik vermişlerdir. Bu durum Türklerin yapılarıyla uyuşmaktadır. Türklerin Müslümanlığı Bakara Suresinin 177inci ayetindeki tanıma uygundur. Araplarda ise, bol bol nafile ibadetler ve riyazatlarla cennete girmeyi hedeflemek daha yaygındır.

Ancak İmam Gazali’den sonra, Orta Doğu bölgesine yakın Türklerin bu anlayışlarında değişiklik olmuştur. İbadetler ve dualar, cennete girmekte daha öncelikli hale gelmiştir. Bu duruma rağmen Türklerdeki tasavvuf anlayışı, sadece zühtçü (ibadet ve riyazat ağırlıklı) bir algılama değildir. Türklerin tasavvuf anlayışlarında; salih amel, ahlâk, ilâhi aşk ve züht anlayışı harmanlanmış gibidir. Araplarda ise, zühtçü tasavvuf anlayışı daha baskındır.

Diğer taraftan ilâhi aşk konusunda bazı yanlış anlaşılmalara vesile olacak gelişmeler olmuştur. Önce Hallacı Mansur, sonra İbni Arabi “vahdeti vücud” derken, kendilerini derinlere sürüklemişler ve böylece, bazı insanların, Tanrı’yı insanlaştırmasına, insanı da Tanrılaştırmasına vesile olmak durumuna düşmüşlerdir.

Tek olan Tanrı, hepimizin yaratıcısıdır. Yarattığı kullarına rahmet etmeyi Kendi üzerine yazdığını Enam Suresi 12inci ayetinde bahsetmektedir. Bizler, bizi yaratmayan ama dünyaya gelmemize vesile olan babamızla arkadaş gibi dertleşip, sıkıntılarımızı açıkça anlatıp yardım isteyebiliriz. Ama sınırı aşıp laubali olursak, babamız bize yardımcı olmak istese bile, istediği gibi bir faydasının olması mümkün değildir. Ayrıca bizim hayat dersinde başarısız olmamıza sebep olur.

İşte, biz de yaratıcımız olan Yüce Yaradan ile bir dostumuzla dertleşir gibi konuşabiliriz. Ama sınırı aşıp laubali olarak, eşitmişiz gibi davranmamalıyız. Tek olan Tanrı karşısında bir hiç olduğumuzu, ama Onun yolunda ve Onunla dertleşir gibi yürürsek, bir insan olarak da çok güçlü olduğumuzu unutmamalıyız.

İsmail Hakkı Bursevi’ye göre, Yüce Yaradan’ın halifesi olmanın sırrı, yaratılış özelliklerindedir.

“Allah insanı Kendi zatının sıfatlarının suretinde hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.”

Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın vekil yöneticisi olma gayretinde olmalıyız. Bu sebeple, Türklerin bir bölümünün tasavvuf anlayışlarındaki gibi; iyi işler yapma, ahlâklı davranma, ilâhi aşkı yüreğinde hissetme ve gönülden ibadet etme gibi anlayışları harmanlamalıyız. Böyle yapmamız,  bizim, hem dünyada yaşarken cenneti, hem de ebedi hayat olan ahiretteki cenneti yaşamamıza vesile olacaktır inancındayım.

Sosyal kategorisine gönderildi | TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DÜNYA MİTOLOJİ VE ANLAYIŞLARI BENZERLİKLERİ

DÜNYA MİTOLOJİLERİNDEKİ BENZERLİKLERİN ANLAMLARI ÜZRİNE

 

Bu anlamda bir yazı yazmak istememizin sebebi, insanların yapılarının bütün yeryüzünde benzer olduğunu düşünmemizdir. Gerek tarihi bilgilerden, gerek yazılı ve sözlü destanlardan, gerek kutsal kitaplarda anlatılanlardan yürüdüğümüz zaman bu kanaate varmaktayız. Bu kanaatimiz, günlük yaşamımızda karşılaştığımız olaylar, duyduklarımız ve izlediklerimizle birleştirilince, daha bir kesinlik kazanmaktadır.

Ben de bu kanaatimden dolayı, uzun yıllardır kendi küçük şirketimin bünyesindekilerle Türkiye’deki olaylar arasında karşılaştırma yaparak şöyle bir sonuca varmıştım: “Bizim küçük firmamızdaki çalışanların anlayışları, olaylara bakışları ne ise, Türkiye’deki anlayış da neredeyse aynıdır.” Diğer ülke insanlarıyla temasımız arttıkça bu fikrimizin alanını genişleterek şöyle söylemeye başladık: “Bizim küçük firmamızdaki anlayış ile Türkiye’deki benzer, dünyadaki anlayış da çok küçük bir farkla aynı.”

Bu fikrimize bazı itirazlar olur. Bilhassa Türkiye’deki ekonomik, siyasi ve hukuki uygulamalarla, maddeten gelişmiş ülkelerdekiler arasındaki görünür bariz farklardan dolayı fikrimiz yanlış bulunur. Böyle düşünülmesinin sebebi, insanların, konuları incelerken görünüşe bakmalarıdır. Eğer insanları, psikologlar gibi daha derinden incelersek, benzerliği daha kolay görebiliriz.

Her insanda, nefis yani benlik duygusu vardır. Nefsinin isteklerine uyma hususu çoğu insanda farklıdır. Yani bir insan için değişen, sadece evliyalık ile eşkıyalık arasındaki yeridir. Her insan, kendi aklını beğenir. Dolayısıyla akıllar eşittir. Konu menfaati olunca, her insan kendini daha akıllı olarak görür.

Bizim küçük firmamızdaki personel arasında da, nefislerine uyma konusunda çeşitlilik vardır. Kimisi aldığı maaşını hak etmeye kendiliğinden gayret eder. Kimisi, sadece vakit doldurmaya bakar ve çalışırmış gibi yapar. Kimisi işini yaparken kendisine tarif edilen veya yazılı verilen şekilde yapar. Kimisi, kendisine verilene uymaz, kendi kafasına göre yapar, ama sorulduğunda, “filan kişi söyledi” diyerek suçu üzerinden atmaya çalışır. Kimisi, kendisinden fazla maaş alanları kıskanır. Kimisi, kendisinin en çok çalıştığını düşünür ve diğerlerini beğenmez. Kimisi, kendisi olmasa firmanın başarısız olacağını ve hattâ batacağını düşünür. Sonuçta, personel ile tek tek ayrı ortamlarda konuşulduğunda, hemen her personel diğerlerini şikâyet eder.

Firmamızın müşterileri arasında da benzer yapı vardır. Hattâ, aynı tür imalatı yapan diğer firmalarla bizim aramızda da, rakiplerimizin olmadığı ortamlarda konuşurken,  benzer sohbetler olur.

Yani, bizim firmamızdaki anlayışlar ve bakışlar ne ise, Türkiye’de de, dünyada da aynısı vardır. Dışarıdan baktığımızda, insanların davranışlarını değiştiren ve baskılayan unsur, kuralların uygulanmasının gücü ve toplumsal baskıdır.

İnsanların, anlatılanlara inanma meyilleri de benzerdir. Günümüzde mantıklı düşünüldüğünde anlamsız görülen destanlar için, tarihin derinliklerinde kaldı diye düşünürüz. Ama günümüzdeki bazı hususları incelediğimizde böyle olmadığını anlamakta gecikmeyiz.

Meselâ, Müslüman ülkelerde halen, dünyanın, öküzün boynuzu üzerinde durduğuna, Hıristiyan ülkelerde ise, dünyanın, kaplumbağanın üzerinde durduğuna inananlar var. Hemen her ülkede dini tarikatlar vardır. Bu tarikatların çoğunda yapılan ayinler, davranışlar, anlatılanlar, tarikat başkanına karşı gösterilen tavırlar, mantık çerçevesinde değerlendirilince, insanların inanma meyillerinin tarihten beri değişmediği anlaşılır. Hemen her ülkede siyasi partilerin ve spor kulübü taraftarlarının olayları değerlendirişine baktığımızda, en azından, belgeli tarih ile aynı olduğunu görürüz. Roma İmparatorluğu dönemindeki araba yarışlarında maviler ve yeşiller arasındaki taraftarlık neye dayanıyorsa, günümüzde her ülkede görülen ezeli rekabetin temeli aynı değil diyebilir miyiz? Siyaset konusunda bundan 2300 yıl önce söylenen “siyasetçilerin söylediklerine inanarak birbirinizi kırmayın, yoksa dostsuz kalırsınız ama onlar, keyiflerine bakmaya insanları yalanlarıyla kandırmaya devam ederler” sözü bugün için de geçerli değil midir?

Destanlara inanma meyilleri sadece halk için değil, devletler için de geçerli olduğunu, bazı gelişmelerden anlıyoruz. 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs harekâtı sırasında ele geçirdikleri bir Yunan askeri birlik flamasında, Aya Yorgi’nin, yani Saint Georges’in at üzerindeyken ejderhayı öldürürken ki resmi bulunmaktadır. Anadolu ve Balkanlardaki Hıristiyanlarca aziz olarak bilinen Aya Yorgi’nin, halen kurtarıcı olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Hâlbuki Aya Yorgi, gerçekten yaşayıp yaşamadığı hususunda, tarihçilerin fikir birliğine varamadığı bir şahıstır.

İlginç olan, Anadolu’ya gelen Türklerin de Aya Yorgi’yi “Bozatlı Hızır İlyas” olarak kabul etmeleridir. Bu bakışları nedeniyle Türkler, Aya Yorgi efsanelerini kendi velilerine uyarlamışlardır. Hattâ bazen aziz ve veliler iç içe girmişlerdir. Hem Hıristiyanlar hem de Müslüman Türkler, aynı kişinin mezarını saygıyla ziyaretgâh edinmişlerdir. Ziyarete giden Hıristiyanlar, orada kabri bulunan şahsı, “görünürde Müslüman, ama içten Hıristiyan” olarak telâkki etmişlerdir. Müslüman Türkler de aynı kabri ziyaret ederken orada yatan kişinin “görünürde Hıristiyan, ama içten Müslüman” olduğunu düşünmüşlerdir.

Bu örneklerden anlaşılan o ki, insanların inançları arasında benzerlikler vardır.

Şimdi de daha eski dönemlerdeki mitolojilere bakalım. Dünyadaki milletlerin mitolojilerini yakından incelediğimizde aralarında benzerlikler olduğunu görmekteyiz. Ancak biz bu yazımızda onlardan bahsetmeyeceğiz. Bizim ele almak istediğimiz konu, günümüzde tek Tanrılı sistemi düşünmeyen milletlerin mitolojileriyle, tek Tanrılı sistemin benzerlikleri olacak.

Önce Hint mitolojilerine bakalım. Hint yarımadası çok büyük olduğundan çok sayıda mitoloji vardır. Biz bunlardan daha yaygın olanını buraya aldık.

Ele aldığımız Hint mitolojisinde zaman kavramı olarak “kalpa” kelimesi geçer. Bir Kalpa, insan zamanına göre, 8,64 trilyon yıldır. Brahma (Tanrı) zamanına göre ise, bir gündüz ve bir gecedir. (Kur’an’da bahsedilen Mearic Suresi 70/4: “Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde Ona çıkar.” sözünde de, insanların zamanı ile tek olan Tanrı’nın indindeki zaman arasındaki fark olduğu anlaşılıyor.) Hint mitolojisine göre, her Kalpa’nın sonunda yaratılanlar yok edilir. Her yıkımı yeni bir yaratılış izler. (Bu anlayış, tek Tanrılı dinlerdeki kıyamet ve yeniden dirilme anlatımı ile benzeşmiyor mu?) Hint mitolojisi, bu yaratılış döngüsünü; Brahma, Vişnu, Şiva üçlemesiyle anlatır. Brahma yaratılışı başlatır, Vişnu devam ettirir, Şiva (tek Tanrılı dinlerdeki şeytan) ise, yaratılışa tekrar imkân sağlayan yok edicidir.

Şimdide Çin mitolojisinden birini ele alalım. Bir çiftçi, gök gürültüsünü yakalar ve hapseder. Ona su vermez ki büyümesin ve fırtına oluşturmasın. Ama bir işi için gittiğinde iki çocuğu (Fu ve Xi) su verirler. Gök gürültüsü serbest kalır ve çocuklara diş verir. Dişten su kabak çıkar, büyür. Çiftçi döndüğünde durumu anlar. Fırtınanın geleceğini düşünür. Demirden gemi yapmaya başlar. Fırtına başlayınca, çiftçi gemiye, iki çocuğu su kabağının içine girerler. Sular gemiyi cennete kadar yükseltir. Çiftçi cennetin kapısına vurur. Cennettekiler kızarlar ve altından suyu çekerler. Gemi de kabak da dünyaya düşer. Gemi parçalanır, çiftçi ölür. Kabak yumuşakça iniş yaptığından çocuklar kurtulur. Ama dünyada sadece iki kardeşi kalmış olur. Bu kardeşlere bundan sonra Fu Xi kardeşler ismi verilir. İkisi evlenir ve kız kardeşi hamile kalır, bir et parçası doğurur. Et parçasını küçük parçalara ayırırlar. Fakat esen bir rüzgâr, et parçalarını etrafa dağıtır. Bu et parçalarından da insanlar oluşur.

Bu Çin mitolojisindeki anlatım ile kutsal kitaplardaki anlatım arasında benzerlik dikkati çekiyor.

Devletleri yöneten hakanlar, krallar, sultanlar, tarih boyunca, kendilerini Tanrı’nın (ister tek olan Tanrı, isterse göğün oğlu veya güneşin oğlu olsun) temsilcisi olarak görmüşler ve göstermişlerdir.  Arada Firavun gibi, kendini tanrı zannedenler de çıkmıştır, günümüzde de çıkmaktadır.

Demek ki, insanların yapıları aynı olduğundan ve tek Tanrı’nın gönderdiği elçilerin anlattıklarının bir kısmı kulaklarda kaldığından, mitolojiler ve destanlar arasında benzerlikler oluşmuş. O halde günümüzdeki dini ve fikri farklılıkları azaltabilmek için eski destanların ve mitolojilerin benzerliklerinden yararlanmak faydalı olabilir. Çünkü günümüzde de insanların yapıları aynıdır. Dolayısıyla birbirimizle ilişkilerimizde, bizi birbirimize düşüren görünür bilgilerden daha çok, insanlık olarak ortak anlayış ve duygularımız üzerinden yürümekte fayda var.

Sosyal kategorisine gönderildi | DÜNYA MİTOLOJİ VE ANLAYIŞLARI BENZERLİKLERİ için yorumlar kapalı

İLK MÜSLÜMANLARIN FETİHLERİ ÜZERİNE

İLK MÜSLÜMANLARIN FETİHLERİ ÜZERİNE

 

Hz. Muhammed döneminden önce, Arabistan yarımadasında, Yemen’deki krallık dışında devlet yoktu. Hendek Savaşı için Mekkeli müşriklerin topladıkları 10.000 kişilik ordu, yarımadada o güne kadar görülen en büyük ordu idi. Demek ki, Arabistan halkında savaş tecrübesi çok yetersizdi. Yarımadanın kuzeyinde ise, Arap Yarımadasındaki bu ortamla karşılaştırılınca, o devrin iki süper gücü olarak değerlendirilebilecek Doğu Roma İmparatorluğu ve Sasani Devleti vardı.

Bölgenin büyük kısmı çöl idi. Dolayısıyla verimli arazileri çok az olduğundan, gelirlerinin çoğunluğunu ticaretten elde ediyorlardı. En büyük şehir olan Mekke’nin geliri, Kâbe’deki putlar için gelen ziyaretçilerdi. Bu ziyaret döneminde kurulan panayırların, Mekkelilerin gelirlerinde önemi büyüktü. Ortada bir devlet otoritesi olmadığından, kabileler arasındaki ihtilâflar, küçük çaplı savaşlara sebep oluyordu. Küçük de olsa bu savaşların, bilhassa Kâbe’nin ziyaret edildiği dönemde ticarete engel olmaması için, kabileler arasında savaşılmayan aylar anlayışı ihdas edilmişti.

İşte böylesine elverişsiz ortamın insanları, İslâmiyet’le şereflendikten sonra, çok kısa sürede büyük askeri başarılar elde ettiler. Sasani Devletini tamamen yıktılar. Roma İmparatorluğunun hâkim olduğu yerlerin, bir kısmını ele geçirdiler. Tarihte o döneme göre görülmemiş bir başarı elde ettiler.

İlk Müslümanların fetihler yaparak hızla yayılmalarının, zahiri olarak birkaç sebebi vardır. Biri, gerek Sasani Devletinin ve gerekse Bizans Devletinin güçlerinin tam o dönemde zayıflamış olmasıdır. Arabistan’da, Hz. Peygamberin Medine’ye göç etmesiyle, Müslümanlığın tutunmaya çalıştığı dönemde, önce Sasanilerin Bizans’a saldırıp ağır bir yenilgi vermesiyle başlayan ve Bizans ile Sasani Devleti arasında 15 yıl sürecek ve Bizans’ın Sasanileri yendiği zorlu mücadeleler oluyordu.

Bu ortam Kur’an’da Rum Suresinin başlangıcında şöyle ifade edilmiştir:

30/2,3,4,5: Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Önce de, sonra da emir Allah’ındır. O gün Allah’ın (Rumlara) zafer vermesiyle müminler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir. Allah, (onlara zafer konusunda) bir vaatte bulunmuştur. Allah, vaadinden dönmez. Fakat insanların çoğu bilmezler.

Yukarıdaki ayetlerden anlaşılan odur ki, Yüce Yaradan, Müslümanların fetihlerde bulunabilmesi için şartları hazırlamıştır. Ayette geçen “Allah’ın Rumlara zafer vermesiyle müminler sevinecektir” sözü, gerçekleşmiştir. Nitekim o dönemde Arapların ortamına göre iki süper güç olan bu devletler, 15 yıl boyunca birbirlerinin güçlerini kırdılar. Bu durum, I. Ve II. Dünya Savaşının sonundaki ortama benzetilebilir.

İşte Müslümanların, Sasaniler üzerine ilk seferlerine başladıklarında, Sasanilerin merkezi hükümeti iyice zayıflamış, valiler kendi başlarına hareket etmeye başlamış, sanki derebeylikler gibi feodal krallıklara ayrılarak güç parçalanması oluşmuştu. Hem mecburen konulan ağır vergilerin, hem de merkezi hükümetin çok zayıflamasının, Arap fetihlerinin gerçekleşmesinde ciddi etkisi olmuştur. Nitekim fetihler için uygun olan bu parçalanmışlık hali, yalnızca Sasani bölgesinde değil, Bizans’ın hâkimiyetindeki Güney ve Doğu Anadolu’da oluştu. Zaten, Mısır ve Afrika’nın kuzey bölgesinde de benzer şartlar vardı.

Fetihlerdeki bir diğer sebep, ilk Müslümanlardaki heyecanı oluşturan en etkili anlayış olan, Allah’ın adını yayma gayretidir. Müslümanların bir kısmı, canlarını hiçe sayarak yaptıkları bu mücadelelerin sonucunda, şehit veya gazi olarak, Yüce Yaradan’ın Cennetine girmeyi hedeflemişlerdir.

Fetihlerin hızlı olmasındaki bir başka neden, Arapların, Müslümanlığı, tıpkı Yahudiler gibi, kendilerine ait bir din olarak görmeleridir. Bu anlayışları, yani Arapların, İslâmiyet’i, kendi içlerinden çıkmış bir din olarak sahiplenmeleri sonucu, Müslümanlığı, millileşmek gibi bir konuma getirmelerine vesile olmuştur. Bu anlayış, Arap kabilelerindeki soy üstünlüğü arayışıyla birleşince, Arap önderlerine ayrı bir güç vermiştir.

Bu fikre ulaşmamızda, Sıffın Savaşlarının sebepleri etkili olmuştur. Bu savaşlarda, Müslümanlık öncesindeki Araplardaki gerçek ortamın, soy üstünlüğü tartışmaları şeklinde olmasının etkisi görülür. Muaviye’nin, Hz. Ali yaptığı mücadelelerin arkasında yatan sebebin, sadece Allah’ın şanını yüceltme çabasının olmadığı artık bilinmektedir. Muaviye’nin mücadelesini tetikleyen asıl unsurun, kendi kabilesini üstün kılma anlayışı olduğu hususu reddedilemeyecek kadar açıktır. Yoksa Yüce Yaradan’ın şanını, Hz. Ali’nin yapacağından daha çok yücelteceğini düşünmek safdillik olur.

Müslüman Arapların hızlı yayılmalarının bir diğer sebebi, gittikleri yerlerdeki uygulamalarıdır. Müslüman yöneticiler, fethettikleri yeni yerlerde, halka karşı değil, halkı ezen guruplarla mücadele etmişlerdir. Köylüleri değil, köylüleri ezen derebeyi anlayışındaki önderleri cezalandırmayı hedeflemişlerdir. Halkı sömüren papazları ve Kilise mensuplarını saf dışı etmişlerdir. Elbette olaylar tamamen böyle gelişmemiştir. Ancak, bu yönde bir gayret gösterildiği açıktır.

Gittikleri yerlerdeki halka, mümkün olduğunca az eziyet etmeye çalışmışlar, onlarla askeri anlamda savaşmamaya gayret etmişlerdir. Bu sebeple fakir halk, Müslümanları kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Mısır ve ilerisindeki Kuzey Afrika’daki ilerlemelerinde güçlü direnişlerle karşılaşmamışlardır. Aynı durum bugünkü Anadolu’nun sınırlarına kadar yaptıkları fetihler için de geçerli olmuştur. Roma İmparatorluğunun yöneticilerinin, bölge halklarını insan yerine koymayan davranışları, halkların Müslümanları kurtarıcı görmelerinde etkili olmuştur. Sasani Devletinin topraklarının fethi için aynı şeyi söylemek biraz zordur. Nitekim İran’ın ilk fethi sırasında yerli halkta başlayan burukluk, günümüze kadar sürmüştür.

Ancak ilk Müslümanların, fethettikleri yerlerdeki halkların desteğini almaya yönelik bu uygulamaları, ilk dört halifeden sonra değişmeye başlamıştır. Muaviye ile başlayan Emevi sülâlesi döneminde halka eziyet etmeye başlanmış ve Arap olmayan Müslümanları dışlamaya çalışmışlardır. Emevi hanedanı, bu yanlışlarının faturasını ağır ödemişlerdir. O dönemde Müslümanların heyecanı ile fethedilen yerlerden gelen ganimetlerle, Emevi Sülalesi yönetimindeki devlet zenginlemiştir. Bu zenginliğe ve Müslüman olmanın halklarda oluşturduğu heyecana rağmen, 90 yıl sonra bir ayaklanma sonucu yıkılmışlardır. Hâlbuki o döneme bakıldığında, yeni kurulan ve sürekli fetihler yaparak zenginleyen bir devletin yönetici sülalesinin iktidarlarının ortalama süresi 300 yıldan fazladır.

Selçuklu Türklerinin Anadolu’yu fetihlerinde de, bazı sebepler etkili olmuştur. Müslümanlığı yeni kabul eden Selçuklular, daha önce Müslüman olmuş Karahanlı Türkleri ve Gazneli Türk Devleti arasında sıkışıp kalmışlardır. Yüzlerini mecburen Batıya çeviren Selçuklular, 1040’ta Dandanakan Savaşında Gaznelileri yenerek ilerlemeye başlamışlardır. 1078 yılında, Bizans’tan aldıkları İznik’i başkent yapacak kadar hızla ilerlemişlerdir. Bu başarının bir sebebi, heyecanlarıdır. Bir diğer nedeni, askeri anlayışlarıdır.

Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat’a gelerek, Abbasi Halifesini, Şii Büveyhlilerin elinden kurtarmıştır. Bu hadise ve kısa sürede gelişen Selçuklu fetihleri, Müslüman yönetimlerin anlayışında yeni bir devrim oluşturmuştur. Türkler, Müslüman devlet yönetimlerinin giderek askeri hüviyet kazanmalarına sebep olmuşlardır. Bu yapı, Müslüman Türklerin fetihlerinde çok önemli bir etkeni oluşturmuştur. Aslında Türklerin bu anlayışları, Abbasiler döneminde anlaşılmıştı. Bizans bölgesindeki fetihlerde ve iç isyanların bastırılmasında, Abbasi ordusundaki Türk komutanların ve askerlerin etkisi büyük olmuştu.

Türkler de, Müslüman Arapların fetihlerinin ilk başlangıcında gittikleri yerlerdeki uygulamaların benzerlerini yapmışlardır. Böylece, Bizans Devletinin ve Bizans tekfurlarının ezdiği halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmışlardır. Bölge halkı tarafından desteklendiklerinin bir göstergesi, meşhur Haçlı Seferlerine rağmen Anadolu’da tutunabilmiş olmalarıdır. Bu tutunmayı, İran’da hâkim olan Büyük Selçuklu Devletinden herhangi bir destek güç almadan, kendi başlarına başarmışlardır.

Nitekim Selçukluların, güçlü Haçlı ordularına rağmen Anadolu’da tutundukları bu dönem, ana kol olan bugünkü İran’daki Büyük Selçukludan ayrılarak, sadece Anadolu Selçuklu devleti şeklinde tek başlarına ve daha güçsüz kaldıkları devirdir. Hattâ tek başına Anadolu Selçuklu Devleti değil, Sivas dolaylarında güçlü bir Danişmendliler Beyliğinin de olduğu bir ortam mevcut idi. Yani, Anadolu’daki Türklerde iki başlılık vardı. Ayrıca, pek dikkat çekmeyen bir başka olumsuzluk daha vardı. Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu’daki boyların kendi bölgeleri olan İran’a geri gelmelerini istemiyordu. Çünkü Anadolu’ya geçen beyleri ve boyları, evin haşarı çocuğu gibi görüyorlardı. Geri gelirlerse, evin düzenini bozacaklarından korkuyorlardı.

İşte, ana koldan ayrı ve tek başlarına olmalarına ve ana kol tarafından istenilmemelerine rağmen, güçlü Haçlı Seferleri karşısında başlangıçta biraz gerilediler. Ama bölgeyi terk etmediler. Bir süre sonra tekrar ilerliyerek kaybettikleri yerleri geri aldılar. Bizans İmparatorunun son bir gayretle kurduğu büyük orduyu, 1176’da Miryakefalon’da yenen II. Kılıçaslan, Malatya başpiskoposuna yazdığı mektupta, savaşı onun duaları sayesinde kazandığını söylemiştir. Bu mektup, Türklerin, fetihler sırasındaki hoşgörülü ve adaletli uygulamalarını göstermek açısından tek başına yeterlidir.

Peki, ilk Müslümanların önemli bir bölümü, baş döndürücü bir hızla fetih yapacak ve gittikleri bölgelerde kalıcı olacak bu anlayışa nasıl sahip olmuşlardı? Bunun nedenlerinden en önemlisi, onların, Yüce Yaradan’ı gerçek anlamda kavramalarıdır. Tabiri caizse, tek olan Tanrı’yı “bulmuş” olmalarıdır. Allah’ın varlığına ve yüceliğine kalpten inanan bu insanların, ibadetlere verdikleri anlamlar da günümüzden farklı olmuştur.

Fetih zihniyetini içselleştirmiş bir Müslümanın, namaz ibadetine bakışı, günümüzdeki çoğunluğun bakışından farklıdır. İlk Müslümanların çoğuna göre namaz, Yüce Yaradan’a olan bağlılığın bir simgesi idi. Onlar, insanın kendi kendine yetmediğinin farkına varmışlardı. Allah karşısında bir hiç olduklarını, namaz ibadeti sırasında daha çok hissediyorlardı. İlk Müslümanlar, yüklendikleri sorumluluğun da farkında idiler. Namaz onlar için, bu sorumluluklarını yerine getirebilmek amacıyla, Yüce Yaradan’dan yardım isteme vasıtasıydı. Yapacakları mücadelenin üstün enerji gücünü, kıldıkları namaz sırasında Allah’tan almaya çalışıyorlardı. Namaz onların çoğu için, nefislerinin arzuladığı şan, şöhret, servet gibi nimetleri feda edip, tevazu sahibi olmaya hazır olduklarını anladıkları bir an idi.

Bu güzel insanlar için, orucun da anlamı farklıydı. İlk Müslümanların çoğuna göre oruç, Allah’ın çağrısına kendilerini hazırlama vesilesi idi. Oruç sayesinde, kendilerine, yani nefislerine karşı hâkim olmayı öğrenmeye çalışmışlardır. Kendilerine hâkim olmayı başardıktan sonra, yukarıda bahsettiğimiz uygulamaları yapmak onlar için, sıradan bir tutum olmuştur.

Bizlere örnek olacak işler yapan bu Müslümanların, zekât ibadetine bakışları da değişik idi. Zekât onlar için, ekonomiyi, manevi hayatla bütünleştirmeye yarayan bir ibadet idi. Böylece insanlarla kaynaşabiliyorlar ve zekât verdiklerinin mutluluklarına ortak olarak, kendileri de huzur buluyorlardı. Sonuçta, hem fakirler azalıyor hem de toplum huzurlu oluyordu.

Demek ki, gerek ilk Müslüman Arapların ve gerekse Müslüman Türklerin fetihleri, sadece askeri temele dayanmamaktadır. Fetihlerin önemli bir sebebi, tek olan Tanrı inancına dayalı kültürel anlayıştır. Fetihler peşinde koşan bu güzel insanlar, hayatın derin anlamını, gittikleri yerlerin halklarından daha iyi kavramışlardı. Başarılarının bir nedeni bu kavrayış farkı idi. Bu insanların istekleri değil, gayeleri vardı. Dolayısıyla, mücadelelerinin ve yaşamlarının anlamı vardı. Müslüman olmak, onlar için tek olan Tanrı’ya teslim olmak anlamındaydı. Tolstoy’un dediği gibi “Ölüm korkusunu bırakıp, hayatı tek olan Tanrı’ya bağışlayınca taş gibi yüreğin uysallaştığını, yumuşadığını ve boyun eğdiğini” anlamışlardı.

Sosyal kategorisine gönderildi | İLK MÜSLÜMANLARIN FETİHLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BU DÜNYADAKİ CENNET VE CEHENNEM

BU DÜNYADAKİ CENNET VE CEHENNEM

 

İster inanalım, ister inanmayalım, yaşadığımız olayları ve çevremizi inceledikçe, bütün kâinatı ve dolayısıyla da bizleri yaratan bir üst aklın olduğunu hissederiz. Yaratıldığımız hususunda bazen tereddüde düşmemizin sebebi, bizim özgür bırakılmamızdır. Bize verilen özgürlüğü, sahip olduğumuz akılla değerlendirdiğimizde, bazen, kendimizde bazı güçler olduğunu düşünürüz. Tanrı fikrine inansak bile, yarattıklarıyla ilgilenmeyeceğini varsayarız. Hâlbuki hiçbirimiz, kendi emeğimizle yaptığımız cansız bir şeyi bile başıboş bırakmak istemeyiz. Bahçemize diktiğimiz bir fidanı veya çiçekleri ise, sağlıklı bir şekilde büyüsünler diye daha sıkı takip ederiz.

Biz böyle takip yaparken, bizleri yaratan Yüce Yaradan’ın, bizleri başıboş bırakması, pek mantıklı görünmüyor. Bu hususu anlamak için, Kutsal kitaplarda okuduklarımızı mantığımızla değerlendirmeye çalışalım.

Tanrı, önce evreni yarattığını, sonra bu kâinatta akıllı ve şuurlu varlıklar yarattığını anlatıyor. Yarattığı bu kullarına iki ömür verdiğinden bahsediyor. Verdiği birinci ömrü kısa tuttuğunu ifade ediyor. Bu uygulamasından, yaşama sevincini tadacak kullarının sayısının artmasını sağladığını anlıyoruz.

Tanrı, bütün evrende yarattığı akıllı ve şuurlu varlıklara, özgürlük verdiğini vurguluyor. Aslında, bize verdiklerinden sadece bu özgürlük bile, Onun yüceliğinin bir kanıtıdır.

Tanrı, özgürlük verdiği kullarının bazılarının verdiği hürriyeti, kendi menfaatinin doğrultusunda kullanarak, diğer kullarına haksızlıklar ve zalimlikler yapabileceğini görüyor. Hem böyle davranan zalimlerin sayılarını azaltabilmek hem de iyilikler ve güzel işler yapanların sayılarını artırabilmek için tedbir alıyor. Çünkü Kendi yarattığı kullarının, kısa olan ilk yaşamlarında huzur içerisinde yaşamalarına katkıda bulunmak istiyor. Bizlerin huzur içerisinde yaşayabilmemiz için, bize verdiği ikinci ömrümüzün, birincisinde yapacaklarımıza bağlı olduğunu net bir şekilde ifade ediyor.

Cennet ve cehennem diye bir sistem kuruyor. Kurmakla da kalmıyor ve kullarına elçiler ve kitaplar göndererek, bilgilendiriyor. Böylece kullarına hem yol gösteriyor, hem de kullarını uyarıyor. Bu uyarıları yapan bir Yaratıcının, yarattığı kullarından bazılarına haksızlıklar ve zalimlikler yapanları cehennemine atarak cezalandırmayacağını düşünmek, abesle iştigal olur. Tıpkı, iyilikler ve güzel işler yapanları cennetine alarak onları mükâfatlandıracağının çok mantıklı olması gibi. Bu uygulamaları yapması, Tanrı’nın kulları arasında adaletle hükmetmesinin bir göstergesidir. Dolayısıyla, Tanrı’nın bize açıklattığı bütün bu bilgiler, tamamen mantık çerçevesi içerisindedir.

Bu makalemizin amacı, ikinci yaşamımız değil, bize verilen ve kısa olan birinci yaşamımız olduğundan, bu dünyadaki cennet ve cehennem hususunu kısaca irdelemeye çalışalım.

Sahip olduğumuz özgürlükten dolayı, bu dünyada da cennette gibi veya cehennemde gibi yaşamak, bizim elimizde. Çünkü cennet ve cehennem, bizim yaşadığımız dış şartlar değildir. İçimizde, yani beynimizde ve dolayısıyla kalbimizde yaşarız.

Maddeten çok zorluklar çekmek, cehennem hayatı yaşadığımız anlamına gelmez. Maddi refah içerisinde yaşamamız da, cennette yaşadığımız anlamına gelmez. Önemli olan iç huzurumuzun olup olmadığıdır.

Amacımız, bu dünyada da cenneti yaşayabilmek olduğu için, bunu gerçekleştirebilmenin yollarını çok kısa olarak irdelemeye çalışacağız.  

Bir insanın cenneti yaşayabilmesinin önemli yapı taşlarından biri, yaptığı işi anlamlı bulmasıdır. Anlamsız ve hattâ insanlığın aleyhine iş sonuçlanacak işler yaptığını düşünen bir kişinin cenneti yaşaması çok zordur.

İkinci bir önemli husus, iyilikler ve güzel işler yaparak hayatını anlamlandırmasıdır. İnsan, yaptığı işten mutlu olursa, cenneti yaşamaya başlamış demektir.

İnsanların bu dünyada cenneti yaşıyor gibi olmasına vesile olacak bir başka önemli şey, yaptığı evliliktir.

Eğer bir insan, anlamlı bir iş yapıyor, iyilikler ve güzel işler yaparak hayatını anlamlandırıyor ve eve geldiğinde sevdiği biri tarafından karşılanıyorsa, işte o kişi, bu dünyada cenneti yaşıyor denilebilir.

Bütün bu güzelliklere sahip olan bir insan, cenneti yaşamayı her zaman sürdürebilmesi için, yapacağı tek bir şey vardır. O da nefsine yenilmemektir.

İşini anlamlı bulan, ama yeterince para kazanamayan bir insanın nefsi, onu kışkırtır. “Maddi sıkıntı çektikten sonra, işim anlamlı olsa ne olur?” diye düşünmesini sağlar.

İyilikler ve güzel işler yaparak hayatını anlamlandırmış bir insanın nefsi, “bu kadar zorluklarla boğuştuktan, çok yorulduğu için kendine ve sevdiklerine vakit ayıramadıktan sonra, hayatımın anlamı olsa ne olacak?” diye bizim moralimizi bozar.

Aslında nefsimizi tetikleyen şey, şeytandır. Çünkü şeytan, bizim yaptığımız anlamlı ve güzel işlerden hoşnut değildir. Kendisini de yaratmış olan Tanrı’dan aldığı izni kullanarak, insanları Tanrı’nın yolundan ayırmaya çalışmaktadır. Eğer biz anlamlı işler yapmayan ve hayatını anlamlandırmamış birileri olsaydık, şeytan bizimle pek ilgilenmezdi bile. Ama hayatını anlamlandırmış ve güzel işler yapan insanlarla özel olarak ilgileneceği aşikârdır.

Böylesine güzel insanları yollarından çevirebilmesi için, şeytanın kullanabileceği en önemli ortam, o kişilerin evlilik hayatıdır. Evde sevdiği bir eşle buluşacağı umuduyla ve sevinçle evine gelen kadın veya erkeğin mutsuz olacağı bir ortamı oluşturmak, şeytanın en büyük başarısıdır. Bunu bilen şeytan, eşleri birbirine düşürmek için, nefsimizi okşayacak bazı sözler fısıldar. Beynimize fısıldadığı bu sözlerin bizde etkisini hemen gösterebilmesi için, şeytanın başvuracağı birinci yöntemin, bize bir anda kıskançlık duygusu veya üstünlük duygusu fısıldamak olacağı açıktır. Şeytanın, bizde oluşturacağı bu kıskançlık veya üstünlük fikrinin gerçek bir temele oturmaması gerekir ki, karşımızdaki eşimizin tepkisi sert olsun.

Takdir edileceği gibi, eşimizin bize söylediği kıskançlık veya üstünlük ifade eden fikirlerin temeli olsa, biz de susar veya ne yapacağımızı şaşırırız. Aslında, Tanrı’yı bulmanın oluşturduğu şevkle, iyilikler ve güzel işler yaparak hayatını anlamlandırmış bir eşimizin, bizim kıskançlıkla bahsettiğimiz şeyleri yapmış olmasını düşünmemiz, abesle iştigaldir. Dolayısıyla, verilen sert tepkinin sebebi de, kıskançlıkla veya kibirlenmeyle bahsedilen konunun bir temelinin olmamasıdır.

Hepimiz, Yüce Yaradan’ın yarattığı kullarız. Özgürlüğümüzün karşılığında bize verilmiş olan bir nefse sahibiz. Eğer, bu dünyada cenneti yaşamak istiyorsak, nefsimize hâkim olmaya çalışmalıyız. Bir an nefsimizin esiri olduysak bile, sonrasında durumumuzu toparlamak için, sakince düşünmeliyiz. Bilhassa, severek birlikte çalıştığımız ve severek birlikte yaşadığımız insanları üzmemeliyiz. Üzdüğümüzü anladığımızda, derhal özür dileyebilmeliyiz.

Unutmamalıyız ki, şeytanın, hayatını anlamlandırmış ve mutlu bir yuva kurmuş olan insanların düzenlerini dağıtmaktan daha önemli bir işi yoktur. Biz şeytanı ve şürekâsını görmüyoruz, duymuyoruz. Ama o ve şürekâsı, güzel işler yapanların ve cenneti bu dünyada yaşamaya başlayan mutlu insanların her zaman yanındadırlar. Mutluluğumuzu ve yaptığımız güzel işleri bozmadan da, yanımızdan ayrılmazlar. Bizim mutluluğumuzu bozup, bugüne kadar yaptıklarımızı boşa çıkardıklarında ise, hepimizi yaratan Tanrı’mıza doğru gururla bakarak, bizi perişan etmiş olmanın sevinciyle yanımızdan ayrılırlar.

Bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, her insanın içerisinde, evliyalık ve eşkıyalık olduğunu vurgulamıştık. Bu iki özelliği ayıranın ise, ince bir çizgi olduğunu belirtmiştik.

Evliyalık, hep iyi şeyler düşünmek ve hep güzel işler yapmak değildir. Evliyalık, yanlışı da bilmesine rağmen güzel işler yapabilmektir. Bir anlık gafletle güzel işler değil, yanlış şeyler yaptığını anladığında da hemen geri dönebilmektir.

Eşkıyalık, sadece zalimlik yapmak değildir. Karşıdakinin onurunu kırmak ve başkasına haksızlık yapmak da eşkıyalıktır. Yaptığı yanlışlığı kavradığı anda dönüp özür dileyerek, karşısındakine sevgi gösteren kişi, anında evliyalığa geçmiş olur.

İşte şeytan, evliyalık ile eşkıyalık arasındaki bu ince çizgide durmaktadır. Böylece, bizim bu dünyada cenneti değil, cehennemi yaşamamız için Tanrı’dan aldığı izinle görevini yapmaktadır.

Şeytan, bu dünyada cenneti yaşarken, bize cehennemi yaşatarak, hem Tanrı’nın karşısına gururla çıkar, hem de bizim ikinci hayatımızda da cehennemi yaşamamıza vesile olur.

Fakat unutmayalım ki, bu dünyada cenneti veya cehennemi yaşamak, aslına şeytanın değil, bizim elimizdedir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | BU DÜNYADAKİ CENNET VE CEHENNEM için yorumlar kapalı

SOKRATES

SOKRATES’İN ÜNLÜ OLMASININ SEBEPLERİ

 

(Not: Bu yazı Nisan 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden tekrar yayınlıyoruz.)

Sokrates’in yaşadığı dönemde çeşitli fikir akımları ve düşünürlerin sayısı dünya ortalamasının üzerindeydi. Antik Çağ için bahsedilen yedi bilge kişi arasında ismi yoktu. Gerçi bu yedi bilgenin isimleri bazı kaynaklarda tam olarak aynı değil, ama Sokrates yok.

Sokrates hep konuştu. Hiç yazmadı. Sofistler diye bilinen okuldan yetişmişti. Ama kendisini Sofist olarak nitelemezdi. Hâlbuki ünlü sözü olan “Ben bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken Sofistlerle aynı taraftadır.

Hatta aynı çağın bütün şüphecileri (Scepticisme) onun gibi düşünmektedir. Protagoras’ın başını çektiği bu düşünceden Sokrates bir noktada ayrılıyordu. Diğerleri kişinin iyiliği üzerine teorilerini kurmuşlardı. Fakat Sokrates, kişisel yani özel iyiliğin üzerine, toplumsal yani genel iyiliği işleyen ilk düşünür oldu.

Hiçbir şey bilmiyorum diyen Sokrates’in tek inandığı bilgi, töre bilgisiydi. Bu bilgiye de, Devleti sağlam temeller üzerine oturtmak gerektiğini düşünerek vardı. Kaderin bir cilvesi olarak Devletin Tanrılarına inanmadığı gerekçesiyle, savunuculuğunu yaptığı Devlet eliyle öldürüldü.

Sokrates, matematiği boş ve yararsız bulurdu. Fizik alanında kesinliğe inanmazdı. Cinlere ve perilere inanırdı. Nitekim ölürken de Tanrıya kavuşacağını düşündü. O dönemde ölülerin sonsuz yaşama geçtikleri ve ölünce onlarla birlikte sonsuza kadar kalacaklarını düşünenler vardı. Thebai kralı Kreon’a karşı gelerek öldürülmeyi seçen genç Antigone, bu düşüncede olduğundan ölüme mutlulukla gitmişti.

Sokrates’in bir düşünür olarak temel hatası, sadece soru sormasıydı. Aldığı cevapları da çürütmeye çalışarak karşısındakinin aslında hiçbir şey bilmediğini göstermeyi amaçlardı. Sofist öğretmenlerden Thrasymakhos, Sokrates’in bu eksiğini yüzüne vurmuştu. Sokrates’e “Sormak, karşılık vermekten kolaydır. Sen de karşılık ver bakalım. Doğru neymiş bir de sen söyle” diyerek onu uyarmıştı.

Fakat Sokrates, sadece sorgulamaya devam etti.  Ama yine de o dönemin en ünlüleri arasına girdi. Çağdaşları olan Buda ve Konfüçyüs ise, hem sorgulamış hem karşılık vermiş hem de uygulamışlardı.

Sadece sorgulayan Sokrates’in ünlü olmasının birinci sebebi, doğrudan ve dolaylı öğrencileri Platon, Ksenefan ve Aristo’nun yazdıkları eserlerinde Sokrates’i övmeleri ve onun düşüncelerini yaymalarıdır.

İkinci sebep ise, ölüm şeklidir. Suçlandığında kaçabilirdi. Ama kaçmadı. Baldıran zehrini kendisi içerek, Shakespeare’in trajedilerindeki gibi kendini öldürdü. 18-19. yüzyılın Sokrates’ci felsefecileri onun bu davranışını yanlış buldular.

Hâlbuki Sokrates böyle bir yolu seçerek, kendisinden daha bilgili olan düşünürlerin önüne geçti. Birkaç yıllık dünya hayatını tercih etmedi. İnsanlık var oldukça anılmanın önünü açtı.

Eğer Sokrates üç günlük dünya hayatını tercih etseydi, kaçak bir şekilde ve korku içerisinde biraz daha yaşayacaktı. Ama adı, kuvvetli ihtimal silinip gidecekti. Nitekim şu anda o dönemin yedi bilgesinin adlarını ilgililer dışında kimse bilmemektedir.

Sokrates ölümden korkmadan mücadele ettiği için, yazmamasına, sorulara çözüm üretmemesine rağmen ölümsüzleşmiştir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | SOKRATES için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

BAŞKALARININ HAYATINI KOLAYLAŞTIRMAK İÇİN GÜZEL İŞLER YAPARLARKEN, YARDIMCILARININ YÜCE YARADAN OLDUĞUNUN ŞUURUYLA HAREKET EDEN BÜTÜN DOSTLARIMIN, İNSANLIĞIN VE TEK OLAN TANRI’NIN YARATTIĞI EVRENDEKİ AKILLI, ŞUURLU, ÖZGÜR KULLARINDAN HAK EDENLERİN, BAYRAMINI KUTLARIM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı