GÜÇLÜ OLMAK İÇİN HER YOL MUBAH ANLAYIŞI

SADECE ŞAHSİ MENFAATİ İÇİN GÜÇLÜ OLMAK İSTEYENLER SONUNDA, KENDİ KENDİSİNİN TANRISI VE DOLAYISIYLA KULU OLUR

 

(Not: Bu yazı Ağustos 2014’te yayınlanmıştı. Silindiğinden tekrar yayınlıyoruz)

Hayattaki başarının güçlü olmaktan geçtiğini düşünen insanlar, Nietzche’nin ‘güçlülük istenci’ dediği hırsa kapılırlar. Bunlardan bazıları halk nezdinde bir süre kahraman görünmeyi bile başarabilirler.

Böyle insanlar hırslarını perdelemek için çeşitli bahanelere sığınırlar. Haksız, adaletsiz ve insanları ezen davranışlarına kolayca kılıf bulurlar.

Kimi, zenginliği sayesinde her şeyi yapabileceğini zanneder. Kimi, karizmatik lider inancını yayar. “Karizmanın sonunun kendini bilmezlik” olduğunu bilmeyen halk bu söylentiye inanır. Kimi, milli menfaatleri öne sürer. Bu iddia son iki yüzyılın en gözde anlayışıdır. Kimi, halka zulmedenlere karşı mücadele ettiğini anlatır. Demokrasi anlayışının henüz içselleştirilmediği ülkelerde bu iddia çok geçerlidir.

İddiaları ne olursa olsun güçlü olmak hırsına kapılanların hepsinin amaçları aynıdır. Gayeleri güç sahibi olmaktır. Yukarıdaki iddiaların hepsini birden savunanların gayeleri ise, tek güç sahibi olmaktır. Toplum tarafından kahraman olarak tanınmak isterler.

Sadece kendi çıkarı için tek güç haline gelmek isteyenin hırsının önüne geçmek çok zordur. Kişi hırsını, haset ve kin duygularıyla besler. Yolunun üzerine çıkanları hiç acımadan ezmeye çalışır. Kendi gücünün yetmediği yerlerde ittifaklar kurar. Ama içten pazarlıklı olduğu için, bütün ittifaklarında dostum dediklerini aldatmaktan çekinmez.

Böyle davrananlardan bazıları sonuca ulaşır. Ama artık, kendi kendilerinin tanrıları olmuşlardır. Ancak hırslarının temeli haset ve kin olduğu için, kendi hırsları içerisinde boğulmaya başlarlar. Çünkü aynı zamanda kendi kendilerinin kulu olmuşlardır. Yani kin ve hasetlerinin kulu haline gelmişlerdir.

Tarihteki ünlü şahsiyetlerden Firavun, Karun, Nemrut, Neron, Napolyon, Hitler gibi insanlar bu kapsam içerisinde değerlendirilebilir.

Hâlbuki bütün şan ve şeref, tek Yaratıcı olan Allah’a aittir. Övgüye en layık olan Yüce Yaradan’dır. Gücün tek sahibi O dur.

Fetih Suresi 7: “Evet, o göklerin ve yerin bütün orduları Allah’ındır ve Allah azizdir ve hikmet sahibidir.”

Yeryüzünde güç sahibi olmak ancak Allah’ın izniyle olur. Güçlü olmayı, Allah’ın rızasını kazanmak uğrunda adaletle hükmetmek için arzu etmek gerekir. Şahsi çıkar için değil.

Yüce Yaradan güç için dilediğine izin verir, dilediğine vermez. Ama ilmi, ihlaslı bir şekilde isteyene verir. Düşünen insan için elbette bunda bir hikmet vardır.

Allah’ım, Seni daha iyi anlamak ve anlatmak için ilim ve hikmetimizi artır, Senin yolunda harcanmak üzere mülk ve saltanatımızı artır. Hak ve adaletten ayrılmadığımız sürece bizlere yardım et, bizleri muvaffak eyle. Bozguncuların işlerini düzeltme, hainlerin hilelerini başarıya ulaştırma.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | GÜÇLÜ OLMAK İÇİN HER YOL MUBAH ANLAYIŞI için yorumlar kapalı

İSLÂMİ FİNANSTA PARA BASIMI

İSLÂMİ FİNANSTA PARA BASIMI

 

Para arzı üzerinde denetimi ve disiplini olmayan finansal sistemler, buhranlara davetiye çıkarırlar. Geleneksel finans sisteminde bu denetimin ve disiplinin yetersiz olduğunu, “Ekonomik Buhranın Tetikleyicisi, Hükümet ve Merkez Bankası Politikaları” başlıklı makalemizde daha ayrıntılı olarak ifade ettik.

Geleneksel sistemde para, itibari para niteliğindedir. Bu nedenle, para arzının miktarını belirlemek, tamamen siyasidir. Diğer taraftan, arz miktarını etkileyen bir başka husus daha vardır, o da borçlar konusudur. Bilindiği gibi, geleneksel sistemde para, alınıp satılabilen, yani borç sistemini oluşturan bir meta niteliğindedir. Geleneksel sistemin verilerine bakılınca, dünya üzerindeki borçların toplam miktarı, piyasada dolaşan paraya göre çok fazladır. Gerek devletlerin gerekse şahısların borçlanmaları sadece ülke içerisinden değildir. Hattâ borçların çoğunluğu dış ülkelerdendir. Dolayısıyla, hükümetlerin, para arzını, kendi arzu ettikleri ölçüde belirlemeleri çok zordur. Hükümetler ve merkez bankaları, para arzını istedikleri gibi belirlemekte mahir olduklarını iddia etseler bile, gerçek durum çoğunlukla öyle olmamaktadır.

İslâmi finansta ise para, önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi, emtia değildir. Alınıp satılmaz. Dolayısıyla para arzındaki artma ve azalmanın, sistemdeki borçla bir ilgisi olmaz.

İslâm’da, para basmakla yetkili kurum hükümettir. Eğer onlar, bu görevi merkez bankasına devretti ise, merkez bankası ancak o zaman yetkilidir. İslâmi anlayışta, para basımında yetkili olanlar, para basarken iki şeye dikkat etmek zorundadır. Birincisi, sahip olduğu metallerin değerine göre para basmaktır. İkincisi, paranın ekonomideki ticari değerini düşürmeden para basmaktır. Eğer yetkililer bu kurallara uymazlarsa, para basılmasıyla hiçbir bağı ve suçu olmayan halkın göreceği zarardan, sorumludurlar.

Yukarıda bahsettiğimiz İslâm’ın bu anlayışı, para basımının denetlenebilmesini sağlar. Çünkü paranın oluşturulmasını, tek kurum yapmaktadır. Borçlar konusu para arzını etkilemediğinden, bütün sorumluluk hükümetin olur.

Aslında geleneksel sistemde de, teorik olarak bakıldığında, para basmaya yetkili olan kurum yine hükümettir veya onun yetkilendirdiği kurumdur. Fakat borçlar konusunun, para arzı üzerindeki etkisi çok fazladır. Bu nedenle, Merkez bankaları tek başlarına sorumlu tutulamazlar. Çünkü geleneksel finans sisteminde parayı yaratan sadece merkez bankaları değildir.  Borç veren bütün bankalar, para arzını etkilemektedir.

Takdir edileceği gibi, İslâmi finans sisteminin temeli, ahlâktır. Eğer, İslâmi finans sisteminin uygulanışı sırasında, ahlâki değerlerden uzaklaşılırsa ve her hükümet kendi fetvasını kendi verirse, sistem aşınır. Şeklen İslâmi görünür, ama öz olarak, geleneksel sistemle aynı olur.

İslâmi anlayışta Kamu borcu, varlıkla desteklenmelidir. Aksi takdirde kamu borçlanamamalıdır. Hâlbuki geleneksel sistemde borç, bilhassa günümüzde, sadece vaat ile desteklenmektedir. İslâmi finansta, hayırseverlik dışında yapılan diğer bütün borç anlaşmaları, varlıkla desteklenmelidir. İslâmi Finans konusundaki yazılarımızdan İslâmi Bankacılık makalemizde, bu hususta daha ayrıntılı bilgi verdik. Eğer, varlık karşılığı borçlanma yapılırsa, para arzı da dolaylı olarak denetlenmiş olur.

Günümüzde, geleneksel sistemdeki itibari para uygulamasının aksaklıkları, net bir şekilde görülmeye başlandı. Bu sebeple, altın standardına geri dönülmesi tartışılmaktadır. Bu geri dönüş isteğinden maksat, para arzını denetleyebilmektedir. Ancak, bu geri dönüşün, sorunları ne kadar çözeceği bilinememektedir. Altın standardına dönüş, başlangıçta para arzını denetlemekte işe yarayacaktır. Fakat bu uygulama tek başına yeterli olmayacaktır. Çünkü eğer, borçlar da varlık temelli olmazsa, sistem bir süre sonra, nasıl olduğunun farkına bile varılamadan, şimdiki bozuk haline gelebilir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, karşılıksız borçlar bir nevi para basımı anlamına gelmektedir.

Geçmişte de görüldüğü gibi, altın standardının iki önemli kusuru vardır. Zaten uygulanışının terk edilmesinin sebepleri de bunlardır. Uygulama sırasında görüldü ki, altın standardı ekonomik büyümeyi sınırlandırmaktadır. Para arzının ve borçlanmanın sınırlı olduğu ortamlarda harcamalar kısıtlanmaktadır. Dolayısıyla az harcama, az ekonomik büyüme demektir. Hattâ geleneksel sistemin günümüzde borç ve büyüme ilişkisi açısından geldiği nokta bile ekonomik gelişmeyi kısıtlamaktadır. Çünkü alınan her birim borç, ekonomideki büyümeye artık eskisi kadar etki etmemektedir. Ekonomik büyüme sağlamak için eskisine göre daha fazla borç alınması gerekmektedir. Ancak, devletlerin ve vatandaşların borç alma kapasitelerinin de bir sınırı vardır.

Altın standardının ikinci kusuru, altına sahip olmadaki eşitsizliktir. Ülkelerdeki altın yataklarının miktarları çok değişkendir. Ayrıca elde ediliş imkânları arasındaki eşitsizlik, çok fazladır. Altın yataklarına sahip olan ülkelerin büyük çoğunluğu, altınlarını kendi teknolojileri ve firmaları ile elde edememekte, yabancılara yaptırmaktadır.

Altın standardındaki bu aksaklıklar bilindiği için, altın karşılığı para basımına tam olarak dönülmesini savunanlar, geri adım atmaktadırlar. Günümüzde altın standardına geri dönüşü hararetle savunanlar, yok gibidir.

Peki, hem geleneksel sistemin günümüzdeki uygulanışı, hem de altın standardına dönüş bize bir fayda sağlamayacaksa, ne yapmak gerekir? Yukarıda bahsettiğimiz gibi, varlık karşılığında veya ekonomideki ticari değerine göre para basılırsa ve varlık temelli borçlanma yöntemi uygulanırsa, altın standardının bu kusurlarından kurtulmuş olunur. Böylece, sistem daha planlanabilir bir hale gelir.

Günümüzde, hükümetlerin ve merkez bankalarının parayı idare etme becerilerine olan güven, her geçen gün azalıyor. Bu azalma belirli ülkelerle sınırlı kalmıyor, bütün dünya kamuoyunda aynı duygu yaşanıyor. Dolayısıyla, küçük çaplı bir ekonomik sıkıntının hızla büyüyerek dünyayı sarması ihtimali kuvvetlidir. Öncelikle zenginlerden başlayarak halka yayılacak bir hep birlikte dibe vurmayı yaşamadan önce, hep birlikte tedbir almamız daha mantıklıdır. Öncelikli görev, kaybedeceği varlıkları çok olanlara düşmektedir. Kaybedecekleri şeyleri az olanlar, zaten zorluklarla dolu yaşama alışkındırlar. Alacağımız tedbirler ahlâk temelinde olursa, hep birlikte huzurlu yaşayabiliriz.

Ekonomi kategorisine gönderildi | İSLÂMİ FİNANSTA PARA BASIMI için yorumlar kapalı

İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE  DÜŞÜNCELER 4

İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE  DÜŞÜNCELER 4

 

Ticareti teşvik eden İslâm, kartellere ve tekelleşmeye karşıdır. Önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi İslâm, kâr için alt ve üst sınır koymamıştır. Bu sınırı, karşılıklı olarak ve gerçek anlamda rıza gösterilmesi belirler. Tekel olmuş bir kuruluş, mallarını kendi istediği fiyatlarda satmaya kalkışırsa, İslâm’a aykırı hareket etmiş olur. Çünkü satışta karşılıklı rıza oluşmamıştır. Tekel olan kuruluşun, fiyatı kendi istediği gibi belirlerken, toplumda kabul gören ve ahlâki kâr oranlarının dışına çıkma ihtimali çok kuvvetlidir.

Alanında tekel olan bir kuruluşun istediği fiyattan satış yapabilmesinin sebebi, sahip olduğu parasal güçtür. Kuruluş, bu gücü dolayısıyla, ürettiği emtiadan, normal şartlarda kazanabileceğinden daha fazlasını, para gücü sayesinde elde etmiş olmaktadır. İşte bu sebeple, dolaylı olarak paradan para kazanmış, bir nevi para satmış konuma düşmüştür.

Günümüzdeki ticarette genel anlayış, mümkün olan en çok kârı elde etmektir. Tekel olmanın ve ortak tavır sergileyerek kartel oluşturup, kendi istedikleri fiyatlarla satış yapma gayretlerinin sebebi bu anlayıştır. Bu kâr hırsı, çok küçük olan firmaların bile çoğunu tesiri altına almıştır. Müşterinin o mala acil ihtiyacı olduğunu ve başka bir yerde hemen bulamayacağını düşündüğü bir emtiayı, normal değerinin çok üzerinde bir bedelle satmaya uğraşmaktadırlar.

Bu anlayışın toplumsal huzur açısından yanlış olduğunu, Osmanlı Türkleri uygulamalı olarak göstermiştir. Osmanlıda, rekabet içerisinde birbirini ezen bir ticaret anlayışı yoktur.  Aksine işbirliğine dayalı bir yapı oluşmuştur. Türklerde ticaretten birinci amaç, kâr değildir. Esas olan itibardır.

Osmanlı Türklerinde çöküş dönemi haricinde, zengin ile fakir arasında ciddi bir fark görülmez. Zaten, hiç kimsenin veya hiçbir gurubun aşırı zengin olmasına izin verilmemiştir. Bu durum sınıfların oluşmasını engellediği gibi, insanların birbirlerini ezmesini de engellemiştir.

Günümüzde, aşırı kâr elde etmenin bir başka yolu daha sergilenmektedir. Üründe yenilik yapanlar veya müşterilerce arzu edilen özelliklere daha fazla sahip bir ürünün buluşunu yapanlar da, aşırı kâr peşine düşmektedirler. Bu durumda, daha yüksek kâr elde edilebilmesinin nedeni, yeniliği sağlayan bilgidir.

İslâm, bilgiye önem verir. Zumer Suresi 9uncu ayette “…De ki; Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu…” diyerek bilgi sahibi olmak övülür. Diğer taraftan, ayetin başında, gece saatlerinde namaz kılmak ve Rabbinden rahmet umarak kulluk etmek de övülmüştür. Bir sonraki ayette de, “…Ey iman eden kullarım, Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlar için, ahirette de iyilik vardır…” denilerek, iyilik yapmak övülmüştür.

Tevbe Suresi 34üncü ayette, papazların ve hahamların bir kısmının, insanların paralarını haksız yere yediklerini bahseder. Papazlar ve hahamların bir kısmı, insanların mallarını ticaret yaparak yemediklerine göre, ya doğum ve ölüm olayı gibi dini törenlerde dini bilgilerini paraya çevirerek yemişlerdir veya Kiliseye ve Sinagoga yapılan yardımları yemişlerdir.

Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığına göre, bilgi sahibi olmamız gerekir. Ayetleri birlikte değerlendirdiğimizde, sahip olduğumuz bilgiyi iyilik yapma yönünde kullanmakla yükümlüyüz. Dolayısıyla bilgimizi, imkânımız var ise parasız, değilse en makul bir bedelle paylaşmalıyız. Dini bilgilerimizi ise, para karşılığı paylaşmamız, vaftiz, cenaze ve mevlit gibi törenlerde okuduklarımızdan para almamız, İslâm’a aykırıdır.

Demek ki, bilgimizi, makul miktardan daha fazla paraya çevirmemiz yanlıştır. Nitekim tarih içerisinde gerçek anlamda ilim sahibi insanlar bilgilerini parayla satmamışlar, sadece geçimlerini sağlamayı hedeflemişlerdir. Madam Curie de, bunlardan birisidir. Bu sitede yazdığımız bir makalede, bu hususta daha ayrıntılı bilgi verdik. Borçlanarak ve sağlığını tehlikeye atarak, yıllarca eşiyle birlikte çalıştı. Sonunda Radyumu elde ederek tıp dalında bir çığır açılmasına vesile olmasına rağmen, maddi menfaate dayalı patent tekliflerini kabul etmeyen Madam Curie, onur nişanlarını bile istemedi. Kendisine verilmek istenilen maddi hediyeleri kimsesizlere, çaresizlere bağışladı. Kendisi üniversiteden aldığı maaşla geçindi.

Bilgiyi paraya çevirmek sadece, ilmi konularda olmaz. Konuya bir örnek olarak, Mehmet Akif Ersoy’u verebiliriz. Para ödülü konulan İstiklâl Marşı yazılması yarışmasına katılmayan Ersoy’un, rica edilmesi üzerine yazdığı marş Büyük Millet Meclisinde ayakta alkışlanarak kabul edildi. Fakat Mehmet Akif Ersoy, o döneme göre çok büyük olan para ödülünü –kendisi maddi sıkıntı içerisinde olmasına rağmen- kendisi kabul etmemiştir. Yoksullara ve yetimlere yardım eden bir kuruluşa bağışlamıştır.

Bizim verdiğimiz bu güzel insanların sergiledikleri davranışlarını, insanların birçoğunun başaramayacağı düşünülebilir. Bu düşünce, doğrudur. Bilhassa günümüz şartlarında, bilgiyi paraya çevirmeye duyulan arzu, eskiye göre, daha çoktur. Fakat bilgi karşılığında hedeflenen kazanç, araştırmalar için harcanan paraya nispetle, ahlâki ölçülerde olmalıdır.

İslâm’ın bu tavrının amacı, fakir ile zengin arasındaki farkın açılmasını önlemektir. Günümüzde fakir ile zenginin arasının, hem insanlar hem de ülkeler bazında, hızla açılmasının önemli bir sebebi, bilginin, gereğinden çok daha pahalıya satılmasıdır. Diğer taraftan, bilgi sahibi olan her kişi de, gerçek hayatta, bilgisini paraya çevirememektedir. Paraya çevirenler, maddeten çok güçlü olan kişi veya kuruluşlar olmaktadır. Bunlar, kendileri haricindeki bilgili insanlar ile anlaşamazlarsa, onları derhal engellemektedirler. Dolayısıyla paraya dönüştürülen olgu, bilgi olmamakta, bilgiyi değerlendirecek parasal güç sahipliği olmaktadır. Bu durum da göstermektedir ki, para kazanan olgu, bilgi ve tecrübeden ziyade, sahip olunan parasal güçtür, yani bir nevi para satarak para kazanılmaktadır.

Bilginin ve tecrübenin paraya çevrilebileceği bir başka alan, ortaklıklardır. Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm, bilginin ve dolayısıyla tecrübenin –bilhassa doğrudan- paraya çevrilmesine sıcak bakmaz. Dolayısıyla para koymadan, sadece bilgi koyarak ortak olmak yanlıştır. Ancak, eğer ortaklık anlaşmasının başlangıcında, bu durum karşılıklı olarak ve rıza ile belirlenirse, bilgi ve tecrübe karşılığında pay sahibi olunabilir.

İslâm, sadece varlıklara ve eşyalara ödeme yapılmasını ister. Bu açıdan bakılınca; haklar, vaatler ve anlaşmaların ücretsiz olmaları gerekir. Günümüz şartlarında, patent ve telif hakları gibi, fikri koruyan yasalar, genellikle, zenginlerden yanadır. Fakir bir insan patent alsa, üretime geçmek için zenginlere ve hattâ patenti alabilmek için zenginliğe ihtiyacı vardır. Yoksul bir insan kitap yazsa, basılması ve tanıtılması için zengin yayınevlerine ve reklam yapacak paraya ihtiyacı vardır. Gariban bir ressam resim yapsa, sergi açabilmesi için paraya, tablolarını zenginlere satabilmesi için yine zengin destekçilere ihtiyacı vardır. Resimlerinden sağlığında para kazanamayan Vincent Van Gogh bile, kardeşinin maddi desteği olmasaydı, sonradan da olsa, en beğenilen resimlerini yapma imkânı bulamamıştı.. Dolayısıyla, genel uygulamada, haklar, vaatler ve anlaşmalar fakirleri korumamaktadır.

Haklar, vaatler ve anlaşmaların paraya çevrilişinin yoğun uygulandığı yerlerin başında borsa gelir. Ekonomi konusunda yazdığımız makalelerimizde görüldüğü üzere borsalar, dünya genelinde, ekonomik buhranların başlamasına veya hızlanmasına sebep olmuştur. Borsalarda kazananların büyük çoğunluğu, yüksek paralarla oynayan zenginler olurken, kaybedenlerin çoğunluğu fakirler olmuştur.

1719 yılında Fransa’daki Missisipi şirketinin, Amerika’daki Missisipi vadisiyle ilgili hisse senetleri balonunun patlaması ile Fransa uzun süren bir ekonomik sıkıntının içerisine girmişti. Bu olaylar Fransa devletinin zayıflamasına ve sonuçta Amerika’yı İngilizlere karşı kaybetmesine, diğer bazı sömürgelerinde de gerilemesine sebep olmuştur. 1873’teki Viyana Borsasının çöküşü ile başlayan olaylar, Karl Marks’ın fikirlerinin kabul görmesine ve sonunda Rusya’da Bolşevik Devrimine neden olmuştur. Hâlbuki Marks, Komünist Manifestosunu 1848 yılında yazmasına rağmen, 25 yıl boyunca çok az tanınmıştı.

Ekonomi tarihindeki olaylar incelendiğinde, haklar, vaatler ve anlaşmaların fakirlerin lehine gelişmediği anlaşılmaktadır. Ancak, üretimden uzaklaşan insanların şehirlere yığıldığı dünyamızda, haklar, vaatler ve anlaşmalar hususu, günümüz şartlarına göre, uzmanlar ve din insanları tarafından tekrar ele alınmalıdır.

İslâm, büyük çaplı mal alan ile küçük çaplı mal alan arasında ayrım yapılmasını istemez. İslâm’ın bu talebi, öncelikle müşteriye karşı gösterilecek ilgi ve alâka içindir. Bilindiği gibi Kur’an, zengin bir insanı İslâm’a kazanmaya çalışırken, gözleri görmeyen bir fakire gerekli ilgiyi göstermeyen peygamberi uyarmaktadır. Demek ki, insanları İslâm’a kazandırmayı kazanç olarak görürsek, İslâm’a girdiklerinde çok veya az faydası olacağı tahmin edilen kişiler arasında ayrım yapmak yanlış olmuştur. Bu değerlendirme yöntemi ticarette de yanlıştır. Çünkü bugün az mal alan bir müşterinin, yarın çok fazla mal almayacağını iddia etmek mümkün değildir.

İslâm’ın, küçük ve büyük çaplı mal alan müşteriler arasında fark gözetilmemesini istemesinin ikincil talebi, fiyat açısındandır. Az miktarda mal alan ile çok miktarda alana, aynı fiyatın verilmesini ister. Ancak, çok miktarda mal alacak müşteri için yapılacak imalatın, birim üretim başına maliyeti düşüyorsa, çok mal alana daha düşük fiyat verilebilir. Çünkü her iki halde de, yani az mal alınması veya çok mal talep edilmesi durumunda, birim zamanda ve birim üretim başına elde edilmesi düşünülen kâr birbirine yakın olacaktır. Eğer, sadece satıcılık yapan bir firma, imalatçıya daha çok mal sipariş ettiğinde, yukarıda açıkladığımız sebepten dolayı, girdi fiyatını düşürmüş ise, çok mal alan müşterisine imalatçının yaptığı aynı indirimi uygulayabilir.

Ekonomi hususunda yayınladığımız makalelerimizde örnekleriyle ifade ettiğimiz gibi, yaşanan bütün ekonomik buhranların temelinde, aynı düşünce yatıyor. Çalışmadan, emek harcamadan, oturduğumuz yerde ve sadece yatırım yaparak zengin olmak hevesimiz, bütün buhranların temel sebebidir. Paranın bir değişim aracı olarak değil, bir emtia gibi görülmesi sebebiyle, paradan para kazanma gayretleri buhranların oluşma aralıklarını kısaltmakta, şiddetini ise artırmaktadır. Sonuçta, bazı insanları paradan para kazanmalarının cezasını, diğer insanlar ve gelecek nesiller çekmektedir.

Gelecek nesillerin içerisinde, bugün paradan para kazananların çocukları veya torunları da mutlaka olacaktır. Çünkü dünyada batmamış veya el değiştirmemiş bir kuruluş yoktur. Eskiden bazı kuruluşlar, daha uzun ömürlü olabilmekteydi. Ancak günümüz şartlarında, para hırsı içerisindeki kuruluşların darboğaza girme süreleri kısalmaktadır.

Ekonomi kategorisine gönderildi | İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE  DÜŞÜNCELER 4 için yorumlar kapalı

İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3

İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3

 

Bir önceki yazımızda ifade ettiğimiz gibi, İslâm’da paranın zaman değeri yoktur. Çünkü paranın bizatihi kendisinin hiçbir ihtiyacı karşılaması mümkün değildir. Fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılayamayacağı gibi, yazı yazmak için kâğıt olarak bile kullanamayız.

Geleneksel sistemin temeli ise, paranın zaman değeri üzerine kurulmuştur. Bankacılık ve finans kuruluşlarının temeli, paranın zaman değerini muhafaza ve artırma gayretleridir. Bu sebeple, doğrudan faiz alınarak, borsa ve döviz işlemleriyle uğraşarak, paraya para kazandırmak için gayret edilir.

Peki, paraya, doğrudan para kazandırmak yöntemi İslâm’a uygun değilse, varlığımızın muhafazası ve artırılması için nasıl bir yol izlememiz uygun olacaktır? Aslında bu sorunun cevabı daha önceki yazılarımızda verdiğimiz ayetlere bakılınca, basittir. Parayı, bir zaman değeri oluşturacak hale getirmek gerekir. Bunun da yolu, üretime katmak, bir emtiaya bağlamaktır. Üretimden veya ticaretten elde edilecek kâr, varlığımızın artmasına sebep olacaktır. Böylece, paranın zaman değerinin dolaylı olarak artmasına vesile olacaktır.

Bu yöntemle, hem para sahibi kazanmış olacak, hem de yapılan üretimin veya ticaretin çeşitli basamaklarında emeği geçen insanlar kazanmış olacaktır. Yani kazanç paylaşılacaktır. Fakat gerek paranın kendisini ve gerekse parayı değişim aracı olarak kullanarak aldığımız emtiaları, üretimde kullanmayıp biriktirirsek, yine İslâmi anlayışa ters düşmüş oluruz. Üretimde kullanarak veya ticaretini yaparak kazandıkça, kazandıklarımızın zekâtını vermez ve infak etmezsek, yine İslâm’a ters davranmış oluruz.

İşte İslâmi Banka veya finans kuruluşu anlayışı, paranın değil, emtianın zaman değeri üzerine inşa edilmelidir.

Bu ihtiyaçtan dolayı, önceleri İslâmi Banka olarak kurulan, sonra bazı ülkelerde katılımcı banka ismine dönüştürülen kuruluşlar kuruldu. Bunlar, geleneksel sistemin işleyişine uydukları için her geçen gün mevduatlarını artırıyorlar. Ancak henüz, bankacılık sisteminin %5’inden az kapasiteye sahipler. Mevduatlarının da büyük kısmı, Müslüman olmayan yatırımcılardan gelmektedir. Bu kuruluşlar, bankalarına vadeli mevduat yatıran mudilerine, faiz değil, kâr payı verdiklerini söylüyorlar. Bilindiği gibi, pay verilecek bir kârın olabilmesi için önce ortada bir ticaretin olması gerekir. Ticaretin ana kuralı, kâr ve zararın ortak kardeş olmasıdır. Garanti kârlı bir ticaret, ticari anlayışın dışındadır. Dolayısıyla eğer kâr payı veriliyorsa, ortada hem bir ticaret olmalıdır, hem de de zarar edilmesi durumunda zarar da paylaşılmalıdır. Zarar paylaşılmıyorsa, o işlemin adı ticaret değildir.

İslâmi adı altındaki bankaların, mudilerine kâr payı vaat ederlerken, genellikle sabit oranlar söylediklerine şahit olmaktayız. Vadeleri bir ay, üç ay veya bir yıl olan mevduata sabit kâr payı verilmesi, ticari olarak mümkün değildir. Dolayısıyla ortada şeklen bir ticaret ortamı olsa bile, sabit oranda verilen kâr payı nedeniyle, durum tamamen paradan para kazanmaktır. Yani faizdir.

İslâmi adı atındaki bankalar, kâr payı verebilmek için ticaret yapmakla yükümlüdürler. Bu kuruluşlar para değil, emtia satmalıdır. Uygun gördükleri tüccarlar veya imalatçılarla ortaklıklar tesis etmelidir. Fakat yapacakları ticaretin çeşidinden de sorumludurlar. Ticaretleri İslâmi kurallara uygun olmalıdır. Kur’an’ın yasakladığı uyuşturucu, insanların ahlâklarını bozan emtialar, domuz eti, kumar gibi ticaretten gelir sağlanması İslâm’a aykırıdır. Yapılacak ticaretin İslâm’a uygunluğu hususunda din âlimlerinin onayının alınması gerekir. Onayı alınacak din âlimlerinin, yaptıkları ile söylediklerinin mümkün olduğunca birbiriyle örtüşmesine dikkat edilmelidir. Kendi uygulamaları İslâm’a uymayan kişilerin fikirlerine itibar edilmemelidir.

Ayrıca, geleneksel sistemdeki bankacılık ürünleri ile ilgili yapacakları alışverişlerde de İslâmi kurallara uygun davranılmalıdır. Örneğin, geleneksel bankalara paraları yatırıp faiz almaları yanlıştır. Veya geleneksel sistemin, karşılığı olmayan türev ürünlerinden olan kredi temerrüt takası anlamındaki CDS’leri satın alarak, mudilerine satmaları İslâm’a uygun değildir. Türev ürünlerin –aynı para gibi- kendi içsel değerleri yoktur. Bir finansal ürünün yönü üzerine bahis şeklindeki sözleşmedir. Sözleşmelerin çoğunluğu borsa dışında satılmaktadır. Bilgiler halka açık olmadığından, şeffaf değildir. İslâm ise şeffaflık ister.

Geleneksel sistemin işlemlerinin birçoğunda ters bir gelişme başladığında, satın almak için yatırdığınızdan daha fazlasını kaybetme riskiniz vardır. İslâm ise, satın alınan bir emtiadan daha fazlasının kaybedildiği bir alımı uygun görmez. En fazla aldığınız bir emtiayı, yani evi veya arabayı kaybedebilirsiniz. Aksi durum kumar şekline dönüşmüş olur. Ama geleneksel sistemde hızlı değer düşüşlerinin yaşandığı ortamda, evin elinizden gitmesi dışında borçlanılabilmektedir. Borsalardaki hisselerin alınıp satılması işlerini yaparak para kazanmaya çalışmak da uygun değildir. Borsaya yeni açılmış bir şirketin hisselerini satın alıp, ortak konumuna girerek şirketin kazancını beklemek uygundur.

İslâmi Finans Kuruluşlarının dikkat etmeleri gereken bir husus, İslâm’a göre sahip olmadıkları bir şeyi satamayacaklarıdır. Müşterilerine satacakları emtiayı önce kendileri almalıdır. Geleneksel sistemdeki gibi açığa satış yapmak yanlıştır. Açığa satışlarda kâr garantisi yoktur. Zarar da edilebilir. Bu açıdan bakıldığında bu ticaretin uygun olacağı düşünülebilir. Fakat yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İslâm’da, yatırdığınız para ile aldığınız emtiadan daha fazlasını kaybetme anlayışı yoktur.

Yanlış bir ticaretle, yatırdığınızdan daha fazlasını kaybedebilirsiniz. Fakat borçlanarak aldığınız bir emtiadan, sizin hiçbir tesiriniz olmadan gelişen olaylar sonucunda, daha fazlasını kaybetmek İslâm’a uygun değildir. Diyelim bir kişi İslâmi Finans Kuruluşundan taksitle bir ev aldı. Ekonomik ortamdaki ani değişmeler sonucunda borcunu ödeyemedi. Bu şahsın yaşayacağı en büyük zarar, ödediklerini geri aldıktan sonra, satın aldığı evi finans kuruluşuna geri vererek evini kaybetmesi olmalıdır. Evin değerinin çok fazla düşmesi sonucu oluşacak zararı, evi taksitle satan finans kuruluşu üstlenmelidir.

Dünya ekonomisindeki bütün uygulamaların İslâmi Finans anlayışına uygun olması düşünülemez. Geleneksel sistemle birlikte yürümelidirler. Muhtemeldir ki, türev ürünlerinin başına gelebilecek ciddi bir olumsuzluk, geleneksel sisteme olan güveni temelden sarsacaktır. Çünkü hiçbir hükümet, bu türev ürünlerin zararlarını karşılayacak güce sahip değildir. Türev ürünlerle ilgili olarak bütün dünyada yatırılan para 700 trilyon dolar civarındadır. Bu rakam bütün dünya GSYİH’sının 11 katı kadardır. Türev ürünlerdeki bir buhran, bahsedilen bu değerin sıfırlanması anlamına gelmektedir. Sebebi, yukarıda belirttiğimiz gibi, türev ürünlerin kendilerinin içsel bir değerinin olmamasıdır. Dolayısıyla, böyle bir para dünyada olmadığından zararları karşılamak mümkün değildir. Zararları karşılamak için para basmak, ileride daha büyük zararlara yol açabilir.

İşte böyle bir felâket ortamının oluşması halinde –ki kapitalizm, buhranları doğasında barındırdığı için, uzak bir ihtimal değildir- insanlar, daha insancıl ve daha ahlâklı çözümler arayacaklardır. Bu çözüm, ancak, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yol olabilir.

Para ve borç konusuna, insanın nefsani bakışıyla değil, Allah’ın bize öğütlediği nazarla bakılmasıdır. Aksi takdirde gidişat insanlığın felâketine doğrudur. İnsanlığı toparlayacak yol, ne sadece bizim bu konudaki makalelerimizde ifade ettiklerimizdir, ne de günümüzdeki İslâmi finans kuruluşlarının şekli uygulamalarıdır. Çözüm, bütün dünyadaki dürüst din insanlarının ve düzgün uzmanların birlikte istişare ederek oluşturacakları ve dolayısıyla, Allah’ın gösterdiği yola en yakın olacak sistemdir. İnsanların içerisinden Yüce Yaradan’ın yoluna yönelenlerin artması oranında sistem işleyecektir. Sistemdeki sorunlar, yine dürüst din insanlarının ve düzgün uzmanların ortak istişareleriyle çözülebilir. Uzmanların sadece ekonomi alanından olmaları sorunları çözmek yerine büyütebilir. Para-maliye-üretim politikaları birlikte değerlendirilmelidir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3 için yorumlar kapalı

İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2

İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2

 

Ticareti teşvik eden İslâm’ın yasakladığı tek alışveriş, paradan para kazanmaktır. Çünkü İslâm’a göre para, bir emtia değildir. Bir değişim aracıdır. Takas usulü ticaretin zorluklarını aşmak için kullanılan bir araçtır. Dolayısıyla alınıp satılamaz.

Bilhassa, kâğıt paranın bizatihi kendisi, doğrudan hiçbir işe yaramaz. Yenilmez, içilmez, giyilmez. Yani insanın fizyolojik ihtiyaçlarını doğrudan karşılayamaz. Eski dönemlerde paralar, altın, gümüş veya bakır madenlerinden metal olarak basılırdı. Dolayısıyla madeni paranın kendisinin –en azından madeni bir eşya olarak- bir değeri vardı. Şimdiki madeni paralar, sadece bozukluk olarak tanımlanan, değeri çok küçük miktarlar için kullanılmaktadır. Günümüzdeki metal paraların, basıldıkları madenlerin emtia olarak değerleri de, paranın üzerinde yazan miktardan çok daha düşüktür.

Kâğıt para, bir değişim aracı olarak kullanıldığı takdirde, İslâm’a aykırı değildir. Fakat İslâmi anlayışa göre, paranın kendisi, bir tasarruf aracı değildir. Çünkü yukarıda ifade ettiğimiz gibi, para, yenilmez, içilmez, giyilmez. Yani doğrudan fizyolojik bir ihtiyacı karşılamaz. Ancak, ihtiyaçlarını giderebilmek için herhangi bir şey satın almak isteyenlere veya kendisinin ihtiyacı olan bir emtiayı almakta değişim aracı, hesap birimi olarak tasarruf edilebilir. Fakat bu tasarrufun da sınırı vardır. Kur’an, malları üst üste yığmamızı istemez. (Fecr Suresi 20, Mearic Suresi 18, Tevbe 43)

Paranın zaman değeri, para olarak tutulduğunda, yoktur. Takdir edileceği gibi, para üretim faaliyetine girerse, zaman değeri oluşur. Konuyu daha iyi kavramak için piyasa şartlarına bir bakalım. Eğer ürettiğimiz bir malı peşin ödeme ile satarsak değeri daha düşük olur. Çünkü vadeli satışta, tahsilatı yapmanız her zaman mümkün olmaz. Zamanında tahsil etsek bile, eğer enflasyon varsa, sattığımızı yerine koyup koyamayacağımız belli değildir. Dolayısıyla peşin satmak daha garantili bir ticaret olur.

Bazı mücbir sebeplerden dolayı zararına satış yapmak durumunda kalınmadıkça, belki az kâr edilir, ama mutlaka kâr elde edilmiş olur. Bu sebeple ticaretle uğraşanlar, parayı para olarak tutmak yerine üretime veya bir emtiaya bağlamak isterler. Bu anlayışla yapılan ticaret, İslâm’a aykırı değildir. Çünkü para tasarruf edilmemekte, emtia tasarruf edilmektedir. Gerek üretimde kullanılan gerekse doğrudan satış işleminde kullanılan emtia, alınması, işlenmesi, depolanması ve satılması sırasında, istihdam oluşturur. Bu nedenle sadece iş sahibine değil, başkalarına da faydalı olur. Hâlbuki paradan para kazanılması durumunda, kendisinin dışında hiç kimseye bir yararı olmaz.

Bilindiği gibi İslâm, Necm Suresi 39uncu ayette “Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur.” şeklindeki ifadeden anlaşılacağı gibi, çalışarak para kazanılmasını hedef alır. Bu nedenle, çalışmadan, karşılığında bir şey verilmeden elde edilen kâr, haksız kazanç olarak değerlendirilmiştir.

Dikkat edilirse İslâm’ın amacı, insanları, borcunun veya alacaklısının kölesi olmasını engellemektir. Bir insanın veya devletin bir başkasının kölesi konumuna düşmesinin en önemli sebebi, aradaki parasal bağımlılıktır. Alacaklının gaddar olması durumunda, borçlunun ezilmekten başka seçeneği yoktur. Bu ortam halk arasında “alacaklı mısın, Azrail’sin” sözüyle ifade edilir.

Borç alan kişi, aldığı borçla yaptığı işte zarar edebilir. Fakat geleneksel sistemde, alacaklı olan “beni ilgilendirmez” diyerek, parasını faiziyle tahsil etme hakkına sahiptir. Bu ortam, alacaklı ile borçlunun şartlarının eşit olmadığını gösterir. Böyle bir durumda, İslâm, borçlu sıkıntıda ise, borçluyu sıkıştırmamasını ve hattâ hali vakti yerindeyse, alacağından vazgeçmesini öğütler.

Bakara 280: “Eğer borçlu darlık içindeyse, ona ödeme kolaylığına kadar bir süre tanıyın. Ve bu gibi borçlulara alacağınızı bağışlayıp sadaka etmeniz eğer bilirseniz sizin için, daha hayırlıdır.”

İslâm, bu uygulama ile eşit olmayan şartların ortadan kalkmasına vesile olur. İslâm’da borç faiz karşılında verilmez. Borcun verilmesi, tamamen hayırseverlik kapsamı içerisindedir. Be nedenle, borçlu iyi niyetli olmasına rağmen dara düşmüşse, borcu veren insan, hayırseverliğin gereğine göre davranır.

Alacaklının izni olmadan, borç başkasına devredilemez. Alacaklı kabul etmeden borçta indirim yapılamaz. Alacaklının bilgisi olsa bile, borç başkasına satılamaz. Bütün bunların yapılması İslâm’a aykırıdır.

Kur’an, ribayı yasaklamıştır. Bakara Suresi 275: “Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara, “alışveriş de faiz gibidir” demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a kalmıştır. Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır.”

276: “Allah faizi mahveder, oysa sadakaları bereketlendirir. Allah günahta ve inkârda direnen hiç kimseyi sevmez.”

İslâm’da yasaklanan riba, paranın doğrudan para kazanması işleminin sonucudur. Bazı İslâm düşünürleri, ribanın alanını tanımlarken daha katı yaklaşmaktadırlar. Onlara göre, borç para alan bir kişi, bu borcu faizsiz olarak almış olsa bile, eğer borç verene sırf para verdiği için hediyeler verirse, bu hediyeler riba kapsamına girmektedir. Bu kanaate varmalarının sebebi olarak, bu hediyelerin sırf para ilişkisinden verildiği ve alacaklıya fayda sağladığı fikrini ileri sürmüşlerdir.

Bize göre, verilen hediyelerin maddi değeri, aradaki dostluğu pekiştirecek nitelikte ve borç alınan paranın faiz getirisi ile mukayese edilemeyecek kadar düşük ise, riba alanına girmemesi gerekir. Fakat bazı insanların, Hz. Muhammed’in “aranızda hediyeleşiniz” düsturunu bahane ederek, konuyu rayından çıkarmaları mümkündür. Bazı insanlar, kendilerini çok akıllı olarak görerek, verdikleri borcun karşılığında faiz istemediklerini, buna karşılık borç verdikleri kişinin kendilerine hediye vermesini isteyebilirler. Böylece İslâmi açıdan şeklen uygun davrandıklarını düşünerek, faiz almadıklarını, hediye verildiğini söyleyebilirler. Nitekim İslâmi Bankacılık yaptıklarını söyleyen bazı kurumların yaptıkları da, şekilciliktir. (Bu konu bir başka makalemizde kısaca incelenecektir.) Dolayısıyla, bazı İslâm âlimleri, insanların bu yola başvurmaları ihtimalinin önünü kesmek için, böyle bir yorum yapmış olabilirler.

Faiz alınmasını yasaklayan Kur’an’da, faiz verme konusunda net bir tavır ortaya koyan ayeti ben bulamadım. Kur’an’da, faiz verilmesi hususunun, açık bir şekilde, işlenmemesinin muhtemel sebebi, faizin alınmadığı, faizsiz ve hayırsever anlayışla borç verildiği, zekât ve infak uygulamasıyla, fakirlerin ve güçsüzlerin korunduğu bir ortamda, faiz vermeyi gerektirecek bir konumun olmayacağıdır. Bu sebeple, İslâmi anlayışa uygun şartlarda, faiz alınmadığından faiz veren de olmayacaktır.

Ancak, geleneksel ekonomik sistemin temeli, faiz üzerinedir. Günümüzde kazanılan paraların %80’e yakını, üreterek ve çalışarak elde edilmemektedir. Kazançlar, sair gelirler denilen borsa-döviz-faiz ile uyuşturucu-silah-kadın gibi yasadışı ticaretin gelirleridir. Bu sebeple, kendisi faiz almayan insanlar bile, geleneksel sistemde, faiz vermek zorunda kalmaktadırlar. Hattâ faiz almamak için direnen insanların birçoğu, geleneksel sistemin zorlamalarına dayanamayarak, faiz almak mecburiyetinde kalmaktadırlar.

Ayrıca enflasyonun olduğu ortamlarda, çalışma imkânı olmadığı için ticaret yapamayan ve mevduatına faiz almayan insanlar, kendilerinin sebep olmadığı zarara uğramaktadırlar. Onların bu durumlarının sorumluları, devleti yönetenlerdir. Eğer devleti yönetenler, sıfır enflasyon ortamı sağlasalardı, kişilerin paralarının değeri düşmeyeceğinden faiz almak zorunda kalmazlardı. Fiyat artışlarının olmadığı bir ortamda faiz almaya kalkışan bir insan, İslâmi açıdan kesinlikle suç işlemiş olurdu. Bu konuyla ilgili düşüncelerimizi devam eden yazılarımızda daha ayrıntılı ifade edeceğiz.

Genel kategorisine gönderildi | İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2 için yorumlar kapalı

İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 1

İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 1

 

Başlıktaki “İslâmi” sıfatı, Kur’an’dan bizim anladığımız fikirlerimizi ifade eder. İslâm olarak ifade edilen kuralların ve kurumların özünde yatan ilkelerden, mümkün olduğu kadar bütünü niteleyen düşüncelerimizi isimlendirmek amacıyla kullanılmıştır. Hap niteliğinde hazır bir çözümü sunmak için değildir. Konulara yaklaşım yöntemini tartışmaya açmak için bu sıfat kullanılmıştır.

İslâm, arz ve talebin serbest piyasa şartları tarafından belirlenmesine izin verir. Fakat ahlâk kurallarının dışına çıkılmasını reddeder. Enam Suresi 152inci ayette, ölçü ve tartıyı tam adaletle yapmamız istenilmektedir. Benzer uyarı, Araf Suresi 85inci, İsra Suresi 35inci ve Rahman Suresi 9uncu ayette de yapılmaktadır.

Demek ki, ticaret yapmak İslâm’ın tavsiye ettiği bir şey. Bunu yaparken de ahlâk kurallarına titizlikle uyulmasını istiyor. Eğer arz ve talep, gerçek anlamda serbest piyasa şartlarına göre belirlenmezse, güçlü olanların tesiriyle belirlenirse, yani ahlâka uygun değilse, İslâm’a da uygun olmaz. Bu durumda devlet, fakirleri ve güçsüzleri korumak için müdahale edebilir.

Çünkü İslâm’ın amacı, sosyal adaleti oluşturmaya çalışmaktır. Sosyal adaletin sağlanmasını yalnızca hayırsever insanlara veya diğer insanların insafına bırakmamıştır. Devlet eliyle de müdahalede bulunabilmek için, devlet hazinesine (Beytülmal) pay ayırır. Enfal Suresi 41inci ayette, ganimetlerden beşte biri, Allah adına devlet hazinesine ayrılmıştır. Ayrıca, zekât şartı ile de, devlet hazinesi güçlendirilmek istenilmiştir.

Sosyal adaleti sağlama görevi sadece devlete verilmez. İnfak, sadaka ve benzeri yardımlar yapmak, gücü olan her Müslümanın sorumluluğundadır. İslâm, insanları, sevap kavramlarıyla, yardımsever ve hayırsever olmaya teşvik eder. Günah kavramıyla da, nefsini tatmin ederken insanları ezenler engellenmeye çalışılır.

Diğer taraftan, din insanlarından ve devleti yönetenlerden, hazineye toplanan paraları Allah yolunda harcamayanlar şiddetle eleştirilir. Tevbe Suresi 34üncü ayet, hem din insanlarına hem de devleti yönetenlere yönelik ciddi bir ikazdır. Toplanan paraları Allah yolunda harcamayanlar için, acıklı bir azap olacağı vurgulanır. Fakat maddi gücü olup da, insanlara yardım etmeyenler için, bu dünyada verilecek bir cezadan net bir şekilde bahsedildiğine –münafıklık yapmadıkları takdirde- rastlamadım. Ancak böyle davrananların ahirette cezalandırılacaklarına dair ayetler mevcuttur.

İnfak ile ilgili ayetlerde ve diğerlerinde, Bakara 177, 215, 219, 262, 267 ve diğerlerinde görüldüğü gibi, fakir insanlara yardım teşvik edilir. Fakat münafıkların yapacakları infaklar ve yardımların kabul edilmeyeceğini Tevbe Suresi 53üncü ayet net bir şekilde ifade eder. Diğer taraftan bilindiği gibi, zekât mecburi kılınmıştır. Bu yapısıyla zekât, hem devleti güçlendirmek içindir hem de bir nevi varlık vergisidir.

Ticaret teşvik edilmiştir. Nahl Suresi 80inci ayette, bizim ticaret yapmamız için gerekli olan eşyaları ve malları, Allah’ın verdiği, yani yarattığı anlatılır. Ancak, Tevbe Suresi 24üncü ve Nur Suresi 37inci ayete göre ticaretin kârı, Allah’ı anmaya ve Onun yolunda savaşmaya engel olmamalıdır. Kur’an, bir ticaret el kitabı olmadığından, ticaretteki kâr oranları için alt ve üst sınır belirtilmemiştir. Ancak, anlaşmalarda mutlaka karşılıklı rıza olması istenilmiştir. Dolayısıyla kârın sınırı, varılacak karşılıklı rızadır. Ancak bu rıza, kalpten gelmelidir. Mecburiyet karşısında olmamalıdır. Mecbur kalındığı için gösterilen rıza sonucu elde edilen kâr, helâl kabul edilmemiştir. Nisa Suresi 29 da bu durumlar net bir şekilde ifade edilir.

Karşılıklı rıza çok önemlidir. Hattâ, Bakara Suresi 233’te, çocuklarının memeden kesilmesine karar vermek için bile, hem annenin hem de babanın rızasının olması istenilmektedir.

İslâm’da, batmayan bir ticaret umudunun, sadece Yüce Yaradan ile yapılan anlaşmanın şartlarına uymamız durumunda olabileceğini, Fatır Suresi 29uncu ayetten anlıyoruz. Demek ki, dünya şartlarında yapacağımız her ticaretin batma ihtimali vardır. Çünkü İslâm’da kâr ve zarar, kardeştir. Fakat Allah’ın gösterdiği yolda yürüyenler için, ahiret hayatında karşılığını alacakları, “asla zarar etmeyen bir ticaret” umudu olduğunu, Yüce Yaradan, ayetinde ifade etmektedir.

İslâm’a göre, hidayetin yerine sapkınlığı satın alanların ticaretleri, kâr etmez. (Bakara 16) Böyleleri kendilerini toparlayıp doğru yolu bulamazlar.

Demek ki ticareti, İslâm’ın ahlâk kurallarına uygun yaparsak, hem dünyevi ticaretimizden kâr etmemiz, hem de ahiret hayatımızda kazanmamız ihtimali kuvvetlidir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | İSLÂMİ FİNANSIN TEMELLERİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 1 için yorumlar kapalı

İNSANLIĞA FAYDAMIZ KENDİMİZİ SORGULAMAKLA BAŞLAR

İNSANLIĞA FAYDAMIZ KENDİMİZİ SORGULAMAKLA BAŞLAR

 

(Not: Bu yazı Kasım 2013’te yayınlanmıştı, silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Mareşal Tito’nun itiraflarında “Düşünün, şu kâinatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koruyucusu olmalıdır.“ “Mazlumca gidenlerle, zalimce gidenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını alamadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum.” dediğini aktarmıştık.

Yunus Süresi 4. ayet, sanki Tito’nun düşüncesine cevap veriyor. “Allah’ın hak olan vaadi gereğince dönüşünüz hep O’nadır! Çünkü O, ilk önce yaratıyor sonra iman edip iyi işler yapan kimselere karşılık vermek için onu geri çevirecek. Küfredenlere ise küfrettikleri için kaynar bir içecek ve acı bir azap vardır.”

Kur’an 23 yılda parça parça indi. Bazı ayetler olaylara göre vahyedildi. Böylece insanlar, Hz. Muhammed’in de örnekliği ve yardımıyla anlatılanları içselleştirebildi. Sonunda hem insanlık ve duyarlık üst seviyede oldu, hem de ilimde ilerlendi. Kuran’da diğer peygamberler ve kavimler için anlatılan kıssaların hepsinin bugüne yansıyan anlamları vardır.

Allah’ın başkalarına hitaben buyurduğu ayetleri dahi biz doğrudan kendimize söylenmiş olarak algılarsak, önce kendimizi düzeltir sonra insanlığa faydalı oluruz.

Nisa Suresi 58: “Haberiniz olsun ki Allah size şunları emrediyor: Emanetleri ehline veresiniz ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmedesiniz! Hakikat, Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah işiten ve görendir.”

Dünyanın neredeyse her yerinde, emanetlerin ehline verilmediği, emaneti alanların adaletle hükmetmediği şeklinde şikâyetler vardır.

İsra Suresi 100: “De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, o vakit elden çıkarmak korkusuyla tutar, kimseye bir şey vermezdiniz. “İnsan zaten pek cimridir.”

İnsanlar ne kadar çok mala sahip olurlarsa, o kadar mutlu ve güçlü olacaklarını zannederler. Hâlbuki zengin olmak hırsıyla kazanılan para, çoğunlukla mutsuzluk getirir. Türkçe’ deki bir atasözü de bunu işaret eder: “parayla saadet (mutluluk) olmaz.”

Zenginliğin ve makamın, başka destekler olmadan insanlara güç vermediğini, çoğu insan yaşayarak görmektedir. Hattâ aşırı zenginliğin, kişinin başının belâsı olduğunu anlamaktadırlar. Hümeze Suresi 1-2: “Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkasından çekiştirip kaş göz hareketleriyle alay edenlerin vay haline!”  

Sadece zengin olmak amacıyla zengin olanlar, sonunda çıkış yolu bulamamaktadırlar. Bu nedenle girdikleri fasit daireden (kısır döngü) çıkabilen çok az kişi, kendilerinin şanslı olduklarını haklı olarak düşünmektedirler.

Enam Suresi 160: “Kim bir iyilik ile gelirse ona on misli verilir, kim de bir kötülük ile gelirse ona da misliyle ceza edilir ve hiçbirine haksızlık edilmez.”

Bakara Suresi 263: “Bir tatlı dil, bir mağfiret arkasına eza takılacak sadakadan daha iyidir. Allah zengindir. Halimdir.”

İyilik yapmak insanların mutlu olmasına vesile olur. Bir tatlı dil, her iki tarafı da mutlu eder. Yani iyilik yapmak için mutlaka zengin olmak gerekmez. Aksine ayette belirtildiği gibi, arkasından eza gelen bir maddi yardım daha kötüdür.

Dolayısıyla “bizler zengin olmalıyız, zengin olmazsak insanlara yardım edemeyiz, bu sebeple zengin olmak için her yol geçerlidir” düşüncesi yanlıştır, sadece kendi nefsini tatmin içindir. Allah Al-i İmran Suresi 92. ayette “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe asla iyiliğe eremezsiniz” diyerek bize iyiliğin ve mutluluğun yollarını gösteriyor.

Dünya hayatında hep yükseliş veya her zaman güzellik yoktur. Sürekli yükselmek isteyenler, mutlu olamazlar. Mutluluk, kaybettiklerine sabrederek sahip olduklarına kanaat edebilmektedir. Tekrar yükselişe geçince şükredebilmektedir. Yoksa insan, sadece kendini kemiren kurt olur. Bakara Suresi 155:Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”

Furkan Suresi 67: “Ve onlar ki infak ettikleri (harcadıkları) vakit israf etmezler cimrilik de yapmazlar, ikisi arası denk giderler.”

Demek ki, cimrilik de yapılmayacağı gibi, saçıp savrulmayacaktır. Dengeli davrananlar ruh zenginliğine daha kolay ulaşırlar. Asıl zenginlik de ruh zenginliğidir.

Ruh zenginliğine giden yollardan birisi hatalardan dönmektir. Furkan Suresi 71: ”Ve her kim tövbe edip de, iyi iş yaparsa o muhakkak Allah’a kabul edilmiş olarak döner.”

Cezalandırmak kolaydır. Ama ruh zenginliğinin bir diğer yolu insanları kazanmak için makûl bir çaba sarfetmektir. Şura Suresi 40: ”Kötülüğün cezası da misliyle kötülüktür. Fakat her kim affedip ıslah ederse, onunda mükâfatı Allah’adır. Şüphesiz O, zalimleri sevmez.”

Başkalarının açığını aramakla bir yere varılamaz. İnsanların başkalarına zarar vermeyen ayıplarını örtmek gerekir. Şuara Suresi 43: “Her kim de sabreder, ayıp örterse işte o üstün davranışlardandır.”

İnsanlar, davranışlarından kendileri sorumludur. İsra Suresi 36: “Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardınca gitme; çünkü kulak, göz gönül; bunların her biri ondan sorumlu bulunuyor.” Demek ki, peşinde gittiğimiz kişilerin veya fikirlerin yanlışlarından biz de sorumluyuz. Bilmiyordum diyerek kurtulamayız.

Allah Kalem Suresi 52. ayette: ”Hâlbuki o Kur’an bütün akıllı âlemler için bir uyarıdır.” diyerek aklı olan her insana hem yol gösteriyor hem uyarıyor. Kuran’da çok geçen “hiç akıl erdirmez misiniz?”, “hiç düşünmez misiniz?” sözleri bize ışık olmaktadır. İnsan aklıyla doğruyu-yanlışı kendisi bulabilir. Yeter ki düşünsün.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANLIĞA FAYDAMIZ KENDİMİZİ SORGULAMAKLA BAŞLAR için yorumlar kapalı

YOL VE MÜRŞİT ÜZERİNE

YOL VE MÜRŞİT ÜZERİNE

 

Mürşit ve yol bağlantısı hayatın bir gerçeğidir ve hattâ yaşamın kendisidir bile denilebilir. Anne veya babalar, çocuklar için birer mürşittir. İnsanların çoğunluğu, ilerleyen yaşlarında, aile büyüklerinin dışında da bir mürşit yani yol göstericilerinin olmasını arzu ederler. Bu arzular hemen her alanda kendini gösterir. İster ideolojik çalışmalarda, ister ticarette, ister sporda olsun, insanlar yol gösterici ararlar.

Ancak mürşit ve yol bağlantısı, genellikle ideolojik konularda ve dini konularda birbirini daha çok etkiler. Fikri açıdan bakılınca dünya genelinde yaygın olan ideolojilerin en belirginleri; komünizm, kapitalizm ve ırkçı milliyetçiliktir. Bu alanlarda, yol gösterici olan önderlerin söylemlerinin sorgulanması, sorgulayan insanın dışlanmasına sebep olur.

Benzer durum dini hususlarda da geçerlidir. Gerek semavi dinlerde ve gerekse Budizm gibi öğretilerde, mürşitlerin söylemlerine itiraz edilmeden kabul edilmeleri beklenilir. Mürşitlerin söylemlerini sorgulayanlar, küçümsenir. Hattâ, sorgulamasalar bile, biraz farklı fikir söyleyenlerin dâhi, mürşidin tesir gücüne göre, din dışı olarak kabul edildikleri görülmüştür.

Ancak, tarih içerisinde, tam tersi tavır sergileyerek, sorgulamayı teşvik eden mürşitler de olmuştur. Kendisi kitap yazmadığı halde, mürşitlerin en eski ve meşhur olanlarından birisi, Sokrates’tir. Sokrates’in önemi, öğretilerinde, kendisinden önceki ve sonraki mürşitlerin büyük bir kısmından farklı yöntem izlemesidir. Sokrates, çevresindeki her yaştan ve her kesimden öğrencileriyle sohbet ederken, onlara –şöyle seslenir:

“Sokrates’e değil, gerçeklere önem verin ve bana söylediklerimin doğru olması durumunda hak verin. Bütün savlarınızı kullanarak bana karşı çıkın ve coşkuya kapılarak, hem sizi hem de kendimi aldatarak, iğnesini içeride bırakan arılara benzememi engelleyin.”

Sokrates bu sözleriyle, aynı zamanda insanlığa seslenmiş oluyor. Siz yola bakın, mürşitlere değil diyor. Eğer mürşidin yolunu doğru buluyorsanız, onu dinleyin. Doğru olduğunu düşünmüyorsanız, mürşidi değil, doğru bulduğunuz yolu izleyin diyor.

Semavi dinlere göre, asıl yol gösterici, Yüce Yaradan’dır. Allah, yarattığı insanlara yol göstermek için, yine insanlardan elçiler seçmiştir. Müslüman âlimlerdeki genel kanaate göre, yaklaşık 124.000 peygamber görevlendirmiştir. Fakat Yüce Yaradan’ın bütün peygamberleri aracılığıyla gösterdiği yol –biz farklı isimlerle bahsetsek bile- aynıdır. Yani yol sabittir, değişen şey mürşitlerin kimlikleridir.

Peygamberlerin dışında da, çok daha fazla sayıda mürşit, insanlara yol göstermek için çabalamışlardır. Mürşit ve yol arasındaki sorun da, peygamber olmayan bu insanların bazılarının tavırları sonucu çıkmıştır. Hıristiyanlıkta azizler, Sünni İslâm’da evliyalar, Şii İslâm’da Ayetullahlar, Budist rahipler -genel anlamda- sorgulanmadan doğru kabul edilmiştir. Yol değil, mürşit önemli olmuştur. Böyle olmasında, bazı mürşitlerin, onların altında olup gurubu yöneten öncülerin ve dönemin iktidarlarının tavırları etkili olmuştur.

Buna karşılık, bazı gurupların anlayışlarında, mürşit, yoldan önemli görülmemiştir. Nitekim Müslümanlar arasında, Yesevilik, Bektaşilik gibi bazı görüşlerde, genel anlayışın tam tersine olarak, mürşitlerin bazılarının söylemlerinde faklılıklar olabileceği, dolayısıyla yolun esas alınması gerektiği vurgulanmıştır.

Bilindiği gibi, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yol sabittir. Değişen şey, peygamberlerin cisimleri ve isimleridir. Dolayısıyla Yesevilik ve Bektaşilikteki bu anlayış, İslâm’a, yani Yüce Yaradan’ın gösterdiği tek yola, daha uygundur. Sokrates’in uyarıları da, İslâm’daki anlayışa uygundur. İslâm, insanlık anlayışıdır. İslâm, iyiliği emreden, kötülüğü yasaklayan ahlâklı bir toplum oluşturmayı hedefler.

Nitekim Yüce Yaradan, Kur’an’ında, bizlerden, sorgulamadan kabul etmememizi çağrıştıran ayet ile bize seslenmektedir. Bakara Suresi 260’ta Hz. İbrahim, Allah’tan, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini talep ediyor. Böylece kalbinin mutmain olmasını sağlamaya çalışıyor. Yüce Yaradan, bu talep üzerine kızmıyor ve ona kalbini yatıştıracak yolu gösteriyor. Hz. İbrahim’den bir kuşu dörde bölmesini, parçaları iyice belledikten sonra her birini bir uzak tepeye bırakmasını istiyor. Sonra onları çağırmasını söylüyor ve çağırınca parçalar geliyor.

Bilindiği üzere, peygamberler dâhil, bütün mürşitler insandır. Hepsi de, her insan gibi nefis taşımaktadır. Dolayısıyla -küçük günahlar şeklinde de olsa- hata içerisinde olabilirler. Mürşitlerle karşılaştırıldığında peygamberlerin şansı, hata yaptıklarında Yüce Yaradan tarafından uyarılmalarıdır. Nitekim değişmemiş tek kutsal kitap olan Kur’an ayetleri incelendiğinde, bu husus müşahede edilmektedir.

O halde, asıl olan, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yoldur. Dolayısıyla, tam bağlılık gösterilecek olgu, mürşitler değil, yol olmalıdır. Bir taraftan mürşitlerin söylediklerini, yol hakkındaki bilgimiz ve mantığımız ile birlikte sorgulamalı, diğer yandan -mümkün olduğunca- Allah’ın yolunda ilerlemeliyiz.  Bilhassa, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yol ile ilgili olarak bazı gerçekleri yaşayarak gördükten sonra, şeytanın yolunu seçersek, sorumluluk –mürşitlerin değil- tamamen bize ait olur.

Sosyal kategorisine gönderildi | YOL VE MÜRŞİT ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BÜTÜN İNSANLIĞIN RAMAZAN BAYRAMINI KUTLARIM

BÜTÜN İNSANLIĞIN RAMAZAN BAYRAMINI KUTLARIM

 

Bayramların, adına uygun olarak yaşanabilmesi, biz insanlara bağlıdır. Bizler, şeytanın yoluna değil, Allah’ın yoluna yöneldikçe, bayramlar daha bir güzelleşecektir. Ne kadar çok insan Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda ilerlemeye başlarsa, bayramlar, bütün dünyada gerçek anlamda bayram olacaktır.

Bayramların güzelleşmesinde her insan sorumludur. Fakat öncelikle sorumluluk, yetkili konumdaki insanlardadır. Sonra, önder durumundaki insanlardadır. Önderlik, sadece bazı gurupların ön saflarında olmak değildir. Önderlik, aile içerisinden başlar.

Sevgi duygusu, önce insanın kendisinde gelişir. Sonra, ailesinden başlayarak, çevresine, milletine ve bütün insanlığa doğru yayılır. İşte o zaman bayramlar, hem kendisi için, hem de çevresi için bayram olur.

Bayramları, önce kendi benliğimizde yaşatmak, sonra çevremize yaymak dileğiyle, bütün İnsanlığı Sevgiyle kucaklıyor, hak edenlerin bayramını kutluyor, şimdilik hak etmeyenlerden de, en kısa sürede Yüce Yaradan’ın gösterdiği yola girme gayretinde olanlar için, Allah’tan, rahmetiyle muamele etmesini niyaz ediyorum.

Sosyal kategorisine gönderildi | BÜTÜN İNSANLIĞIN RAMAZAN BAYRAMINI KUTLARIM için yorumlar kapalı

KUR’AN BÜTÜN AKILLI ÂLEMLERE UYARIDIR

KUR’AN BÜTÜN AKILLI ÂLEMLERE UYARIDIR

 

(Not: Bu makale, Eylül 2014’de yayınlanmıştı. Silindiğinden, anlamını etkilemeyen küçük değişikliklerle tekrar yayınlıyoruz)

Kalem Suresi 52. ayetteki bu sözüyle Yüce Yaradan, Kur’an’ın, insanlar dışındaki âlemlere de uyarıcı olduğunu belirtiyor.

Önceki yazılarımızdan birinde, Kur’an’daki beyanlardan anladığımıza göre, evrendeki tek şuurlu varlığın insanlar olmadığını, bizim bilmediğimiz ve insanlardan üstün şuurlu varlıklar olduğunu, ayetlerle belirtmiştik. İnsanlık olarak bizim sorumluluğumuzun, öncelikle, yeryüzü olduğunu vurgulamıştık.

Yüce Yaradan’ın bizlere bahşettiği dünyamızda, O’nun kurduğu, gerek doğal gerekse toplumsal düzeni korumakla yükümlüyüz. O’nun kurmak istediği toplumsal düzene karşı mücadele yapan hiçbir fani, başarılı olamamıştır. Olması da mümkün değildir. Nitekim aşağıdaki ayet, bu durumu anlamamız için iyi bir yol göstericidir.

Fetih Suresi 7 : “Evet, o göklerin ve yerin bütün orduları Allah’ındır ve Allah azizdir ve hikmet sahibidir.”

Bu ordular, elbette sadece insanlardan oluşmamaktadır. Göklerin orduları, bizim bilmediğimiz ve tamamen Yüce Yaradan’ın emrinde olan, insanlara göre süper kabiliyetli güçlerden müteşekkildir. O halde, yol yakınken aklımızı başımıza alalım. Eğer almazsak, başımıza neler geleceğini, Yüce Yaradan bize, aşağıdaki ayetleriyle bildiriyor.

E’nam Suresi 42. “And olsun ki senden önce birtakım ümmetlere elçiler gönderdik, dinlemediler de onları darlık ve zaruretle sıktık, gerek ki yalvarsınlar diye.”

  1. “Hiç olmazsa böyle tazyikimiz geldiği vakit bari yalvarsaydılar. Ancak kalpleri katılaşmış şeytan da her ne yapıyorlar ise kendilerine süslü göstermiştir.”

44: “Ne zaman ki yapılan ihtarları unuttular, üzerlerine her şeyin kapılarını açıverdik; nihayet kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlik ile tam ferahladıkları sırada ansızın tuttuk kendilerini yakalayıverdik. (ne bakarsın hepsi) bir anda bütün ümitlerinden mahrum düştüler.”

Yüce Yaradan’ın son peygamberi ile bizlere ulaştırdığı bu bilgilerden, lütfen ders çıkaralım. Helâk edilenlerin durumuna düşmemek için, vaktiyle tövbe edip, güzel işler yapmaya başlayalım. Böylece Allah’ın geniş olan merhametine sığınalım. Geçmiş yaptıklarımız için af dileyelim. Fakat af diledikten sonra, geri dönmeyelim.

Tövbe Suresi 66: “Boş yere özür dilemeyin. İman ettiğinizi söyledikten sonra küfrünüzü açığa vurdunuz. İçinizden bir kısmını affedersek de bir kısmını (suçlarında) ısrar ettiklerinden dolayı azabımıza uğratacağız.”

Ayetten de anlaşılacağı gibi, iman ettikten sonra dahi Allah’ın yapma dediklerini yaparak; insanlara zulmeder, Beytülmalden para aşırır, yalanla insanları kandırır, söz verdiğimiz halde tutmazsak, affedilmeyebiliriz. Zira artık suçlarımızda ısrar etmiş oluruz.

Ayette Allah, geri dönüş yapmamıza rağmen, içimizden bazılarının affedilebileceğini müjdeliyor. Affedilebilecekler, kuvvetli ihtimal, eski suçlarında ısrar etmeyenler arasından olacaktır. Fakat tövbe ettikten sonra suçlarımızda ısrar edersek, bizleri azaba uğratacağını net bir şekilde belirtiyor. Çekeceğimiz azabın sadece ahirette olacağını düşünüp, bu dünyada istediğimizi yapabileceğimizi zannetmeyelim.

Rad Suresi 34: “Onlara dünya hayatında bir azap vardır, ahiret azabı ise daha zordur. Onları Allah’tan koruyacak da yoktur.”

Tövbe Suresi 74: “………..Bunun üzerine tövbe ederlerse haklarında hayırlı olur. Yok, yan çizerlerse Allah onlara dünyada ve ahirette gayet acı bir azap ile azap eder. Ve yeryüzünde onlar için ne bir himaye ne de yardım edecek kimse bulunmaz.”

Dolayısıyla ister fert olarak, ister gurup olarak, ister devlet olarak yanlışta ısrar edersek, dünya hayatında da perişan oluruz. Ahiretimizi de kaybederiz.

Allah, kavimleri topluca cezalandırırken, içlerindeki, az sayıda da olsa, var olan düzgün insanları kurtarmaktadır. Bizim, ısrarlı gayretimiz ve amacımız ise, dünya ve ahiret hayatında huzura kavuşacak insan sayısının artmasına katkıda bulunmaktır. Bu gayretimizin sebebi, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmaktır.

Fakat bizim gayretimiz, bir yere kadardır. Allah dilemezse, biz dileyemeyiz. Dolayısıyla, sadece bizim dilememiz yeterli değil. Yüce Yaradan’ın dilemesi lâzım. Allah’ın dilediğini de, kimse engelleyemez. O’nun dilemesi ise, insanın kendi gayretiyle doğru orantılıdır. Bu sebeple, asıl olan muhatapların gayretleridir. Unutulmasın ki, tövbe edip güzel işler yapanların, Yüce Yaradan’ın affına mazhar olacakları hususunda çok sayıda ayet vardır.

Allah’ım, düştüğü bataklıktan çıkmak isteyen kullarına ve toplumlara yardımcı ol, onlara yol göster, onları tövbelerinden engelleyen nefislerine ve onları yanlışa sürüklemek isteyen insanlara karşı, kendilerine mücadele azmi ver.

Allah’ım Senin her şeye gücün yeter.

Genel kategorisine gönderildi | KUR’AN BÜTÜN AKILLI ÂLEMLERE UYARIDIR için yorumlar kapalı