AHLÂKLI OLMAK İSTİYORSAK, BİLGİLİ OLMALIYIZ

AHLÂKLI OLMAK İSTİYORSAK, BİLGİLİ OLMALIYIZ

 

Ahlâklı olabilmenin birçok temel şartı vardır. Bunlardan birisi de bilgili olmaktır. Bilgili olmak, ahlâklı olmanın, olmazsa olmaz şartlarından birisidir.

Elbette, bilgisi çok yetersiz olan insanlar da ahlâklı olabilirler. Kendilerinin doğrudan yapacağı işlerde ve davranışlarda erdemli insan tavrı sergileyebilirler. Ancak, bunlar, kötü niyetli insanlar tarafından kandırılmaya daha açıktırlar. Elbette, her insan kandırılabilir. Abraham Lincoln’un dediği gibi: “Her insanı bir süre kandırabilirsiniz. Bir kısım insanları her zaman kandırabilirsiniz. Ancak, her insanı her zaman kandıramazsınız.”

Her insanın bir süre kandırılabilmesi mümkündür. İster bilgili ister bilgisiz olsun, her insan, kısa bir süreliğine kandırılabilir. Bir insanı kandırmak için, yalan söylemek gerekir. Bir yalanı söylerken, hep yalan konuşmayıp, araya doğruları da katan ve yalan söylerken, yalan değil de gerçekmiş gibi tavır sergileyen bir kişi, herkesi kandırabilir.

Ancak uzun süre kandırılmamamız için, Yüce Yaradan bize yol göstermektedir. İsra Suresi 36: “Bir de bilmediğin bir şeyin ardınca gitme; çünkü göz, gönül ve kulağın her birinin onda sorumluluğu vardır.”

Demek ki, öncelikle bilmediğimiz bir şeyin ardınca gitmeyeceğiz. Eğer bilmediğimiz şeylerin peşinden gidersek, kötü niyetlilerin bizi kuşatmalarından kurtulamayız. Sadece menfaatinin peşinde koşan kötü niyetli insanların en sevdiği kişiler, cahil ve umursamayan yapıdakilerdir. İşte her zaman kandırılabilecek insanlar, bilgisiz ve umursamaz yapıdaki şahıslardır.

Umursamamak, bilgisizliğin bir sonucudur. Konu hakkında bilgisi olan her insan, sonunda vicdanıyla başbaşa kalır. Kandırılmanın toplum için doğuracağı kötü sonuçlarını umursamaya başlar. Umursamaya başlayan insanların bazıları, tepkilerini dışarıya vurur, bazıları kendi içinde tutar. Ama her ikisi de -en azından- aynı kişi tarafından veya benzer şekilde kandırılmazlar.

Dolayısıyla, her zaman kandırılamayacak olanlar, bilgili insanlardır. Allah, bu hususta da bizlere yol gösteriyor. Zumer Suresi 9: “… De ki; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak özü temiz olanlar anlar.”

Ayet, bilenlerin, bilmeyenlere göre daha üstün olduklarını vurguluyor. Ayetin devamında ise, bilginin önemine yapılan bu vurguyu, ancak özü temiz olanların anlayabileceği ifade ediliyor. Demek ki, özümüz temiz değilse, cahil olmaktan hicap duymuyoruz. Cehaletimizi örtmek ve bilgili bir insanı küçümsemek için de, “ben onun gibi elli tanesini cebimden çıkarırım” diye böbürleniyoruz. Böbürlendikçe, bilgi sahibi olmaya ihtiyaç duymayacağımız için, öğrenmeye gayret etmiyoruz.

Biz cahil olarak kaldıkça, aynı kişiler bizi her zaman kandırabilirler. Eğer bizler, aynı insanlara her zaman kanıyorsak, ayetlerin ifadelerine göre, hatalı olan biziz. Bizim hatamızın sebebi de, özümüzün temiz olmaması. Eğer özümüz temiz olsa idi, öncelikle, bilmediğimiz bir şeyin ardınca gitmezdik. Gözümüzün, kulağımızın ve gönlümüzün (kalbimiz ve aklımızın birlikteliği) gördüklerinin, işittiklerinin ve kavradıklarının sorgulamasını yapardık. Göze, kulağa ve gönle sahip olmanın sorumluluğunu yerine getirirdik.  Getirmiyorsak, biz de bizi kandıran ile aynı anlayıştayız demektir. Bu durumda biz kandırılmış olmuyoruz.

Bazı siyasilerin, din tüccarlarının, mesnetsiz ideoloji bezirgânlarının sürekli kandırdığı çok sayıda insan vardır. Aynı insanları, bu defa da biz kandırmaya çalışalım. Meselâ ticari bir alışverişte, sülale içerisindeki bir miras konusunda veya tavla oynarken onları kandırmaya çalışalım. Acaba, siyasilerin kolayca kandırdıkları bu insanların yüzde kaçını kandırabiliriz? Demek ki, bu insanlar aslında, siyasiler ve diğerleri tarafından kandırılmıyorlar. Bu insanlar, siyasilerin ve diğerlerinin kendilerini kandırmalarını istiyorlar.

Yıllarca, birinin veya bir düşünceyi savunanların peşinden gitmiş bir insanı düşünelim. Bu insanın, ardından gittiği kişinin veya fikrin yıllar sonra yanlışlarını gördüğünü farzedelim. Bu şahıs, kendisini boşlukta hissedecektir. Çevresinde kendisini uyaran insanlara karşı şimdi ne diyecektir? Çevresindeki bu insanlara mahcup olacak, başı önde dolaşmaya başlayacaktır. Bu duruma düşmüş insanların çok küçük bir kısmı, aptallıklarını kabul edeceklerdir. Çok az insan aptallığı kabul eder. Belki de bu sebeple, “kişinin noksanını bilmesi gibi irfan olamaz” denilerek, hatasını bilmek çok fazla övülmüştür.

Çevresindekilere mahcubiyetten kurtulmasının tek bir yolu vardır. Bu yol, yıllarca peşinden gittiği liderin bir yalan daha uydurması, şahsı ve fikri hakkında söylenenlerin bir iftira olduğunu haykırması, rakiplerinin hatalarını –iftira da olsa- ortaya koymasıdır. Böylece, takipçilerinin çevre baskısından kurtulmalarının yolu açılır. Liderin takipçisi olan vatandaş, çevresindekilere mahcup olmaktan kurtulur ve göğsünü gererek dolaşmaya devam eder.  Bu durumda, takipçinin gözü, kulağı ve gönlü, takipçisi olduğu liderinkiyle benzer demektir. Dolayısıyla sorumlulukları da benzerdir.

Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımızın çözüm önerileri bölümünün eğitim ile ilgili kısmında şunları ifade etmiştik:

“Bir insanın kendisine ve çevresine faydalı olabilmesi için şahsiyetli olması gerekir. Şahsiyetli olması, yani kendisine sahip çıkması, hayatla olan ilişkilerinde dürüst ve hareketli olmasına bağlıdır. Bunun için ise, bilgili olması, bilgiyi kullanmasını bilmesi ve ayrıca çaba göstermesi şarttır. Bilgili olmak için eğitim, bilgiyi kullanmak için irade, çaba göstermek için istek gerekir.”

Bu sitede yayınladığımız, “Halk, Hayrını, Şerrini Nasıl Bilebilir?” başlıklı makalemizde, Mehmet Akif Ersoy’un 14 Şubat 1913 Süleymaniye Camii Vaazında söylediği; “Halk hayrını şerrini bilmiyor, çünkü büsbütün cahil” tespitini aktardıktan sonra, yazımızı şöyle bitirmiş idik:

“Demek ki, kimseye bağlı kalmadan kendimiz bilgi sahibi olmaya çalışacağız. Önder olarak bildiğimiz veya yönetici durumundaki insanların söylemlerini ve eylemlerini sorgulayacağız. Sorgulayabilmek, düşünebilmek için de “özü temiz” olmaya çalışacağız. Yoksa Benjamin Franklin’in “insanlar, yalanla avutanı, gerçekle korkutana tercih eder” sözündeki gibi davranırsak, desteklediğimiz önderlerimizin ve yöneticilerimizin her söylem ve eyleminden sorumlu oluruz.”

Allah’ım, Seni ve yarattıklarını daha iyi anlayabilmemiz için, ilim ve hikmetimizi artır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AHLÂKLI OLMAK İSTİYORSAK, BİLGİLİ OLMALIYIZ için yorumlar kapalı

YALAN TEKRARLANDIKÇA, HAKİKAT ZANNEDİLMEYE BAŞLANIR

YALAN TEKRARLANDIKÇA, HAKİKAT ZANNEDİLMEYE BAŞLANIR

 

Bu durumu en güzel şekliyle anlatan halk deyişi şöyledir: “Birisi, aşağı mahallede bir yalan uydurmuş, yukarı mahallede kendisi inanmış.”

Günümüzde, bu tarihi gerçeği kavrayarak en güzel değerlendirenlerin başında, reklamcılar gelmektedir. Reklamların amacı, insanları tüketim toplumu haline getirmektir. Hedef böyle olunca, reklamdan beklenilen, insanların ihtiyacı olmayan ürünleri satın almalarını sağlamasıdır. Hatırlanacağı gibi, şekerli ve gazlı içeceklerin, atletik gençlerin neşelerine neşe kattığı intibaını uyandıracak reklamlar yapılmaktadır. Hâlbuki çok tüketildiklerinde bu içecekler, aksine insanları şişmanlatırlar. Ama reklamlar sayesinde, yalan hakikat gibi algılanmış ve gazlı içecekler gençlerin tutkusu haline gelmiştir. Reklamlarla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Reklamın Amacı Üzerine” başlıklı makalemizde başka örnekler de verdik.

Bazı siyasiler ve bazı topluluklar da, reklamcılar gibi, yalanlara başvurmayı adet haline getirmişlerdir. Bunların uydurdukları yalanlar, bazen bir topluluğun mahvına sebep olabilecek kadar, hakikat olarak algılanabilmiştir. Tarihte bu durumun çok fazla örnekleri vardır. Biz burada, sebep ve sonuçları açısından birbiriyle bağlantılı olması hasebiyle ilginç olanlarını kısaca bahsedeceğiz.

Bilindiği gibi, Yahudiler, Roma İmparatorluğu tarafından dünyanın çeşitli bölgelerine sürüldüler. Gittikleri bölgelerde, nispeten uzun bir süre geçtikten sonra başlayan olaylar sonucunda Yahudi topluluğunun başlarına gelen acıların bir kısmı, bölgenin yerli halkının Yahudiler hakkında uydurduğu yalanların bazılarının, hakikat gibi algılanması sebebiyle oluşmuştur. İşin ilginç tarafı, Yahudilerin vatanlarından sürülmelerine sebep olan şey de, Yahudilerin, kendilerinin uydurdukları yalanlara kendilerinin inanmalarıdır.

Yahudiler, kendilerinin Tanrı tarafından seçilmiş ırk olduklarını düşünmüşlerdir. Dolayısıyla, Tanrının, kendilerini her zaman rakiplerine karşı koruyacağı yalanını uydurdukları ve sonunda kendi yalanlarına inandıkları için, Roma Devletine karşı büyük bir isyan başlatmışlardır. Sadece Tanrıya güvendikleri ve hazırlıksız oldukları bu başkaldırı sonrasında, vatanlarından sürülmüşler, başka ülkelere parçalar halinde dağıtılmışlardır. Böyle bir durum, başka bir milletin başına gelmemiştir. Bu sonuç, inandıkları şeyin, hakikat değil, bir yalan olduğunu açıkça göstermiştir. Zaten, Yahudilerden başka, kendilerinin Tanrı tarafından seçilmiş üstün ırk olduklarına inanan bir millet de görülmemiştir.

İnsanlar, kötü sonuçlanan olaylardan sonra, kendilerini sorgulamaya meylederler. Yahudiler de, bu olaydan sonra, muhtemeldir ki, durumlarını sorguladılar. Büyüklük taslamayı azalttılar. Ancak aradan uzun yıllar geçince, eskiyi unuttular. Tekrar kibirlenmeye başladılar. Kendi uydurdukları hikâyelere, başkaları değil, dönüp yine kendileri inandılar. Bu yapıları, bulundukları ülkelerde sevilmelerini engellemekle kalmadı, yerli halk tarafından, Yahudilerin aleyhlerine olacak yalanlar uydurulmasını tetikledi. Bu yalanları hakikat zanneden yerli halklar, Yahudilere karşı hareket ederek onlara olmadık acıları yaşattılar. Tanrı, seçilmiş ırk olduklarına inanan bu insanlara, yine yardım etmedi. Yahudilerin tarih boyunca gördükleri tek yardım, onların bu yalanlarına değil, Allah’a inanan ve zalimlere karşı mücadele edip mazlumları korumaya çalışan Osmanlı Türklerinden geldi.

Yakın tarihte de, insanlar, kendi yalanlarına kendileri inandıkları için, çok kötü sonuçlar doğuran çok sayıda olaylar yaşanmıştır. Bunlardan birisi, Stalin döneminde yaşananlardır. Stalin önderliğindeki komünist muhafızlar, çok sayıda yalanlar uydurdular. Sonunda kendi yalanlarına kendileri de inandılar. Kendileriyle birlikte mücadele etmiş milyonlarca insanı gözlerini kırpmadan infaz ettiler. Eğer, kendi uydurdukları yalanlarına kendileri inanmasalardı, bu kadar çok insanı ve arkadaşlarını öldüremezlerdi. Bugün ise, onların bir zamanlar söyledikleri yalanlara inanan kimse yok gibi.

Günümüzde ise, yalan uydurmayı dünya çapında ve sistemli olarak yapanlar, (vahşi) kapitalist sistemin savunucularıdır. Bunlar, her sorunun, liberal ekonomik sistemin kendi işleyişi içerisinde çözüleceği yalanını uydurmaya devam ediyorlar. Oluşan bunca ekonomik buhrana, çekilen bunca acıya, yaşanan bunca adaletsizliğe, insanlarda görülen iç ve dış huzursuzluğa rağmen, yalanlarını sürekli tekrarlayarak, hakikat gibi algılanmasını sağlama uğraşına devam ediyorlar.

Bu yalanları çıkaranlar mercek altına alınarak incelendiğinde, bunların, ahlâki temele dayanmadan yürütmek istedikleri liberal ekonomiden en çok fayda sağlayanlar olduklarını görmekteyiz. Bunların birinci amacı, küreselleşmeyi savunurken, küresel ahlâkı ve adaleti savunan küresel topluluk oluşmasını engellemektir. Çünkü küreselleşmeyi istedikleri gibi yönetip, kârlarına kâr eklemeye devam edebilmeleri için, her insanı fert olarak ayrıştırıp, onların birlikte hareket etmelerini engellemeleri gerektiğini çok iyi biliyorlar. Bu nedenle, bir taraftan kendilerinin bozdukları liberal sistemi güzel göstererek, asıl hedeflerini perdelemeye çalışıyorlar, bir yandan da, karşılarına çıkabilecek küresel gurupları içten parçalamak için, gurup mensupları hakkında, her türlü yalan ve iftirayı söylemekten çekinmiyorlar. Yalan ve iftiralarını çokça tekrarlarlarsa, bir gün hakikat gibi algılanabileceğini düşünüyorlar.

Tarih içerisinde, uydurulan bazı yalanlar, bir süre sonra hakikat gibi algılanmıştır. Ama her yalan sonunda anlaşılmıştır. Değişen tek şey, yalanların ortaya çıkış zamanlarıdır. Geçmişte, asırlar sonra ortaya çıkan yalanlar da olmuştur. Ancak günümüzde, kitle iletişim ve ulaşım araçları teknolojisindeki hızlı gelişmeler, yalanların daha kısa sürede anlaşılmasını sağlamaktadır. Çünkü artık, bilgi kirliliğini sorgulamak, içten pazarlıklı ile düzgün olanı ayırmak kolaylaşmıştır. Belki halkın bir kısmını kandırmaya devam edebilirler, ama konular hakkında bilgi sahibi olanları kandırmaları ihtimali çok zayıftır.

Allah’ım, yalan ve iftira atmayı huy edinenlerin doğru yolu bulabilmeleri için, onlara yardımcı ol.

Senin gösterdiğin yolda mücadele edenlerin ayaklarını sağlam tut. Onların, şeytanın vereceği vesveseye kapılmamaları için, kendilerine yardımcı ol.

Senin her şeye gücün yeter.

Sosyal kategorisine gönderildi | YALAN TEKRARLANDIKÇA, HAKİKAT ZANNEDİLMEYE BAŞLANIR için yorumlar kapalı

ORDULARIN KUTSALLIĞI VE EVRENSEL VİCDAN

ORDULARIN KUTSALLIĞI VE EVRENSEL VİCDAN

 

Orduların kutsallığının nereden geldiği hususunda, İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun 1940 yılında Ankara radyosundaki konuşmasında söylediklerinden bir bölümü şöyledir.

“Bu savaşma niçin oluyor? Yeryüzünde toprak mı yok? Denizlerin suyu mu çekildi? Yer altındaki madenler mi tükendi? Sebep şu; insan toplulukları, insan topluluklarını yutarak çoğalırlar genişlerler…

Şimdi soruyorum; ordu nedir? Ordu, insan topluluklarının, kendileri için en kutsal bildikleri kültür ve medeniyet mirasını korumak için asker, silah, subay, disiplin, feragat şeklinde beliren toplam iradedir. Orduyu teşkil eden fertler, orduyu idare eden yeni bireylerdir. Fakat bu bireyleri kımıldatan ne kendi fizikleri, ne kendi fizyolojileri, ne de kendi psikolojileridir. Belki, toplumsal vicdanın kendisidir. Ordunun kutsallığı da, gayesinin kutsallığından ileri gelir.

Törel bir şahsiyet olarak asker nedir? İki cevher: Birincisi, toplumun dil, töre, hukuk, sanat gibi en yüksek kültür değerlerini taşıyan bir vicdan. İkincisi, bilgi, fen, teknik gibi topluma en faydalı medeniyet kurallarını taşıyan uygar insanın kendisidir.”

Şimdi de, Pulitzer ödülünü iki defa kazanmış Amerikalı kıdemli gazeteci Walter Lippmann’ın, İkinci Dünya Savaşından sonra yaptığı bir konuşmadan bazı bölümlere dikkatinizi çekeceğiz.

“Biz şimdi bin yıllık bir bölünmeyi birleştirmeye çalışıyoruz. Asırlar boyunca birbirinden ayrı bulunan ve bu yüzyıllar boyunca birbirinden farklı gelişen medeniyetleri birleştirmeye çalışıyoruz…

Kanaatimce bu görevin kapsamı ve zorluğu üzerinde durmak gereklidir. Çünkü bunu anladığımız ve takdir ettiğimiz zamandır ki, bizi mağlup edebilecek hatalara karşı kendimizi savunabiliriz. Biz, beşer ırkının tarihinde öyle bir noktaya eriştik ki, insanlık, bir iyilik uğrunda olmaktan daha çok, bir kötülük uğrunda daha sıkı birleşmiş haldedir. Ama insanlığın birliği o derece ilerledi ki, bir askeri gücün karışacağı herhangi bir savaş, kaçınılmazcasına, evrensel bir harbe dönüşecektir. Woodrow Wilson ve Franklin Roosevelt, barış uğrundaki evrensel bir kurumu kuramadılar. Ama Hitler, dünyayı evrensel bir savaşa sürüklemeyi başardı.

Harp, artık evrenseldir. Savaş patladığı zamanki dünya, tek bir dünyadır. Yine, kesincesine tek bir dünya olmasa da, bolluk ve kıtlık yıllarında, enflasyon ve devalüasyon senelerinde, üst-istihsal ve alt-tüketim yıllarında, az-üretim ve işsizlik dönemlerinde dünya, hemen hemen tek bir dünya halindedir.

Biz, bir barış ve mutluluk dünyasından ziyade, bir harabe ve ıstırap dünyası kurmasını daha iyi beceriyoruz… Eğer esasta bir barış dünyası kurulacaksa, birleşmiş fakat yeknesak olmayan bir dünya olmalı… Eğer biz, fark ve ayrılıklara tahammülü, Birleşmiş Milletlerin ilk ilkesi yapmazsak, ortaya, evrensel bir barış değil, evrensel bir savaş çıkar.

Medeniyetler geliştikçe, milletler hoşgörülü olmayı öğrenir. Ama medeniyet yavaş gelişir. İnsanlar uygar olmayı öğrenirlerken de, onları, tecavüz savaşlarından engelleyecek şey, bu harpleri kazanamayacaklarını bilmeleridir.”

Günümüzde milletler, kültürler ve ekonomi, Walter Lippmann’ın dönemine göre, daha bir iç içe geçmiş haldedir. Hiçbir devlet, kendi sorununu kendi başına çözebilecek durumda değildir. Bir ülkedeki ekonomik sıkıntılar ve sokak hareketleri gibi hususlar kısa sürede diğer ülkelere de yayılmaktadır.

İkinci Dünya Savaşından günümüze kadar geçen dönemde, hiçbir güçlü devlet, sınırları dışındaki küçük bir devletle olan mücadelesini kazanamamıştır. Vietnam, ABD için bataklık olmuştur. Afganistan, Sovyetler için korkulu bir sonun başlangıcını oluşturmuştur. İran-Irak savaşı 8 yıl sürmüş, savaşanlar perişan olurken, savaşmayanlar kazanmıştır. Sonrasında Irak, ABD için dipsiz bir kuyu haline gelmiştir. İsrail, 1967 savaşında teknolojik üstünlüğü sayesinde toprak almıştır. Ama aldığı topraklar, kendi kalkınmasını engellemekten, başındaki sıkıntıyı artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Eğer, İsrail’in geliri, sadece ülke içerisinden olsaydı, şimdiye kadar fethettiği toprakları, kendiliğinden geri vermesi ihtimali yüksekti. Herhangi bir devlet, şimdiki gelirlerinin uzun süre devam edeceğini garanti edebilir mi?

Ülkelerin yaptıkları bu savaşlar, orduların kutsallığı kavramına çok ciddi zarar vermiştir. Orduların kutsallığı, gayesinin kutsallığından geliyorsa, bu gaye de, toplumsal vicdanı temsil etmeliyse, küreselleşen dünyada da toplumsal vicdan, evrensel vicdan halini almışsa, çıkacak bir savaş, hangi vicdanı temsil edecektir? Çıkacak herhangi bir harp, bırakın dünya çapında olmayı, bölgesel olması durumunda bile, bütün dünya ekonomisini kötü yönde etkileyecektir. Bütün insanlığa cefa çektirecek ufak bir savaşa sebep olmak, nasıl bir ulvi amaç taşıyabilir?

Bir Sırp gencinin Avusturya-Macaristan krallığının bir prensine yaptığı suikast, bütün dünyayı savaşın içerisine soktu. Günümüzde basit bir şekilde başlayacak bir olayın, bütün insanlığın mahvına sebep olması durumunda, savaşı çıkaran orduların gayelerine kutsallık atfedilebilir mi?

Günümüzde ülkelerin büyük çoğunluğu, en kapasiteli beyinlerini kalkınmış ülkelere kaptırmaktadırlar. Siyasi liderlerin ve orduların görevi, ülkelerinden beyin göçünü azaltmak için, içeride barış ve huzur ortamı oluşturmak olmalıdır. Ülkeleri için böylesine kutsal bir gayeyi bırakarak, en kapasiteli insanlarını kaptırdıkları ülkelerle söz yarışına girip savaş peşinde koşmaları, devletlerinden beyin göçünü hızlandırmaz mı? Bu sorumsuzca davranışlarıyla, düşman gördükleri ülkenin kutsal gayesine hizmet etmiş olmazlar mı?

Bu hususlarla bağlantılı olarak, daha önce yayınladığımız “Savaşlarda Yenilen Sadece Ordular Değildir” başlıklı makalemizde şöyle bir ifade kullanmıştık.

“Kibirli bazı önderlerin basiretleri bağlanarak böyle bir olayı başlatmalarının sonucunda, önceden hiç tahmin edilemeyecek kadar insan ölebilir. Burada unutulmaması gereken tarihi örnekler, Nuh Tufanı ve Firavunun ile Musa’nın mücadelesinin sonuçlarıdır.

Her iki olayda da Yüce Yaradan, bizim anlayamayacağımız şekilde, iyileri kurtarmış, zalimleri suların altında cezalandırmıştır… Demek ki, kibirli insanların sebep olacağı kargaşalarda, ilk ziyana uğrayan kendileri olmaktadır. Sonra orduları, devletleri ve halkları zarar görmektedir.”

İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun tanımladığı, törel bir şahsiyet olan ve orduyu temsil eden asker; topluma en faydalı medeniyet kurallarını taşıyan uygar insanın kendisi ise, hem toplumsal hem evrensel vicdana sahipse, gayesi de, kutsal olmalıdır. Asker, sadece, kutsal olan bir gaye için aldığı emri, kayıtsız ve şartsız yerine getirmeye çalışmalıdır. Aksi takdirde, asker ile terörist veya çapulcu arasında fark kalmaz.

Sosyal kategorisine gönderildi | ORDULARIN KUTSALLIĞI VE EVRENSEL VİCDAN için yorumlar kapalı

İNSANLIK, GÜZELLİKLERE DAHA YAKIN

GÜNÜMÜZ İNSANLIĞININ SORUNLARI GÖZÜMÜZÜ KORKUTMAMALI

 

İnsanların, tek yaratıcı olan Yüce Yaradan tarafından yaratıldığının delillerinden birisi de, insanların özelliklerinin ve sorunlarının –en azından bilinen tarihte- hiç değişmediğidir.

Kutsal kitaplarda, Hz. Âdem’in çocukları Habil ve Kabil arasındaki kavga ve sebepleri anlatılır. Bu anlatılanların bilimsel bir ispatı yok diyenler çıkabilir. Bu sebeple, biz de bilinen tarihteki yazılı eserlerden kısa örnekler vereceğiz.

ABD Cumhurbaşkanlığına, arka arkaya iki defa aday olan ve kaybeden Adlai Stevenson, aynı zamanda bilgili bir hatip idi. Nejat Muallimoğlu’nun aktardığına göre, muhtemelen 1955 yılında, Illionis Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunlarına bir konuşma yapması istenildiğinde, bizim konumuz açısından örnek olacak şu sözleri söyler. ‘Son günlerde Hıristiyan azizi Paul’un Karantiyalılar’a, onlardaki ahlâki yozlaşma hakkında söylediklerini bir defa daha okudum. Gerçekte günümüzdeki ahlâki yozlaşma hastalığının örneklerini çok daha önceki çağlarda da görüyoruz. Yaklaşık 4.700 sene önce, bir Asuri kitabesinde şu satırlar yazıldı: “Bu son günlerde dünyamız soysuzlaşmaya doğru kayıyor. Rüşvet ve yozlaşma her tarafta. Çocuklar ebeveynlerine itaat etmiyor. Herkes kitap yazmak istiyor. Ve öyle görünüyor ki, dünyanın sonu yaklaşmakta.”

Eğer yukarıdaki sözlerin kaynağını belirtmeden, kendi fikrimmiş gibi yazsa idim, okuyucularımın çoğunluğu, günümüzü anlatıyor diyebilirdi.  Demek ki, sorunlarımız hep aynı imiş.

Hitit kitabelerinde de, benzer serzenişler var. Onlar da, çocuklardan şikâyetçiler. Hitit kitabelerinde, ilaveten, fiyat artışlarıyla ilgili şikâyetler var. Benzer tartışmalar, bundan 2500 yıl önce, hem Antik Helen’de hem de Güney Asya’daki fikir akımları arasında da yapılmış.

Hıristiyanlığın yeni yayılmaya başladığı dönemdeki şikâyetlerin benzerleri, daha da şiddetli haliyle, Hıristiyanlığın en görkemli dönemlerinde de yaşanmış. Benzer şikâyetler, Müslümanlıkla ilgili olarak da yapılmış. Sahabelerden Ebu Zer’in, yine bir sahabe olan Halife Muaviye ile kavgaları güzel bir örnektir. Ayrıca benzer şikâyetleri, Yusuf Has Hacip’in 1069 da yazdığı Kutadgubilig adlı eserinde de görebiliyoruz.

Beyit 6458- Helalin adı kaldı, göreni yok; haram kapışıldı, doyanı yok.

Beyit 6466- Halktan vefa gitti, cefa kaldı; aranıldığında güvenilecek bir kimse kalmadı.

Yukarıdaki beyitler, Türklerin kitleler halinde Müslüman oldukları dönemde kaleme alınmış. Yani, Müslüman olmanın heyecanının halen hissedildiği bir ortamda ve İslâm’ın bin yıl bayraktarlığını yapmış Türkler arasındaki yaşanan olayların sonucunda yazılmış.

Türklerin en görkemli devletinin padişahı olan Muhteşem Süleyman (Kanuni Sultan Süleyman) dönemindeki bir olay, o dönemdeki insanlığın durumu hakkında bize bilgi verecek niteliktedir. Sultan Süleyman, 1534 yılında Bağdat’ı fethettiğinde, Türklerin meşhur divan şairi Fuzuli’yi tanıştırırlar. Padişah, Fuzuli’yi İstanbul’a davet eder ve Bağdat’tan ayrılır. Aradan bir süre geçtikten sonra Fuzuli, İstanbul’a padişahı görmeye gider. Ancak kimseye dert anlatamaz ve saraya alınmaz. Geri döner. Meşhur divanının başlangıcına şu beyti ekler: “Selam verdim, rüşvet değildir deyi almadılar.”

Daha önce yayınladığımız bazı yazılarımızda bahsettiğimiz, Cemel Vakası ve Sıffın Savaşlarının, Müslüman sahabeler arasında geçtiğini dikkate aldığımızda,  aslında günümüz insanlığının daha iyi durumda olduğunu görebiliriz.

Kitle iletişim ve ulaşım araçlarındaki hızlı gelişmeler, insanlık için çabalayan bizler için, güzel fırsatlar oluşturmaktadır. İnsanlardaki mal biriktirme hırsı ve dünya zevklerine tamah, dünya barışını korumamıza faydalı olabilir.

Tarihte güzel anılmak isteyen ve Yüce Yaradan’ın sevgisine mazhar olmayı hedefleyen şahısların oluşturabilecekleri güzel örnekler, insanlar için yol gösterici olabilir. Bilindiği gibi, insanlar tek kimlikli değiller. Hemen her insanın içerisinde, hem evliyalık hem de eşkıyalık vardır. Bunların hangisinin, insan davranışında etkili olacağı tam olarak bilinemez. Ama oluşturacağımız güzel örneklerle, insanlara yol göstererek, evliyalık tarafını etkili kılacak insanların sayıları artırılabilir.

Zaten de biz, insanların, yani kendimizin yapısını değiştiremeyiz. Bizim özelliklerimizi değiştirmek, sadece ve sadece Yüce Yaradan’ın uhdesindedir. Bizim yapabileceğimiz, insanları dürüstlüğe yönlendirecek güzel sistemler kurmak, güzel örnekler oluşturarak insanları ikna etmeye çalışmaktır. Böylece, güzelliklerin, üzüm salkımı gibi çoğalmasına vesile olmaya gayret etmektir. Gerisi, insanın kendisine ve insanın davranışlarına karşılık olarak, Yüce Yaradan’ın tavrına bağlıdır.

İnsanlığın geleceğiyle ilgili yapılacaklar, elbette ayrıntılara ihtiyaç duyar. Ayrıntılarla ilgili düşüncelerimi, bu sitede yayınladığım yaklaşık 600 civarındaki makalelerimin birçoğunda ifade ettim. İnşallah, bundan sonrasında da, değişik alanlarla ilgili olarak, çözüm konularındaki fikirlerimi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim.

Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANLIK, GÜZELLİKLERE DAHA YAKIN için yorumlar kapalı

NİETZCHE’NİN ‘ÜST İNSANI’ ÜZERİNE

NİETZCHE’NİN ‘ÜST İNSANI’ ÜZERİNE

 

Nietzche, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı eserinde, üst insan olmanın yolunu şöyle tarif eder: “Merhamet, vicdan ve affetmek gibi insanın iç tiranları ile mücadele edin; güçsüzleri ezin, onların gövdelerinin üzerinden yükseklere uzanın. Çünkü sizler, yüksek bir türün çocuklarısınız, çünkü sizin idealiniz, üst insandır.”

Nietzche’nin ilham kaynağının, Darwin’in “Türlerin Kökeni ve Doğal Seçilim” adlı eserinin olduğunda fikir birliği vardır. Darwin, hayvanları inceleyerek, kendince bir görüş oluşturmaya çalışmıştır. Hayvanların hayatta kalma mücadelelerini kendince yorumlamıştır.

Darwin de, bizler de biliyoruz ki, hayvanlar acıktıklarında, hayatta kalmak için sadece karınlarını doyuracak kadar bir başka hayvanı avlarlar. Karınları tok iken, avladıkları hayvanın diğer arkadaşları yanlarından geçseler, dönüp bakmazlar. Hâlbuki Nietzche’nin üst insanı, tok iken daha tehlikelidir. Daha çok şeye sahip olmak için, Nietzche’nin bütün tavsiyelerini eksiksiz yerine getirmeye çalışır. Sadece bir insan gurubuna karşı değil, bunlarla bir ilgisi olmayan ama kendileri için engel gördükleri bütün insan ve guruplarına karşı merhametsizce ve vicdansızca davranmaktan çekinmezler.

Darwin de, bizler de biliyoruz ki, hayvanlar, hayatları tehdit altında iken tehlikelidirler. Bir aslan bile, bir insandan tehdit görmezse ve aç değilse, o insana durup dururken saldırmaz. Hâlbuki Nietzche’nin üst insanı, kendilerine karşı hiçbir tehdit yokken, bile saldırabilirler. Bazen daha meşhur olmak için, bazen “benim kim olduğumu anlasınlar” düşüncesiyle insanlar için tehdit oluştururlar.

Tarihe baktığımızda, bu durumun çok sayıda örneklerini görmekteyiz. Hem işlenen ferdi suçların hem de çıkarılan savaşların önemli bir bölümü, Nietzche’nin övdüğü, tok ve güçlü pozisyonda olup, kendisini üst insan zannedenler tarafından oluşturulmuştur.

Albert Camus’a göre insan, kendisi olmayı reddeden tek hayvandır. Bu açıdan konuya yaklaşılırsa, insanların içlerinde isyankârlık anlayışının olduğu görülür. Maddi refahı ve makamı artan insanların çoğu, ruhen tatminsiz bir duruma düşmektedir. Yani maddi standardı artan çoğu insanın, ruhi standardı düşmektedir. Ruhi standardı düşenlerde isyankârlık artmaktadır.

İsyankârlık duygusu, en çok Nietzche’nin üst insanında kendisini gösterir. Günlük geçim derdinde olan insan daha kanaatkârdır. Oysaki kendilerini ülkesinin en önemli insanı zanneden bazı siyasiler, “alkış hastası” ve “konuşma hastası” olduklarından, kendilerinin, dünyanın da en önemli kişisi olması gerektiğini düşünmeye başlarlar. Kendisini, yaşayan insanların en önemlisi olarak görmeye başlayan bir insan veya siyasi lider, bilinen tarihin en etkili kişisi olmayı düşünmeye başlar. Dolayısıyla, hangi konumda olurlarsa olsunlar hep isyankârdırlar.

Konumuna isyankâr olan bir insan, Nietzche’nin tavsiyelerini aynen uygulamakla kalmaz, ilaveler yapar. Sadece güçsüzleri ezmekle yetinmez. Güçlüleri de etkisiz hale getirmeye çalışır ki, kendi önü açılsın. Normal bir insan için söylenen “bükemediğin bileği öpeceksin” sözü, onun için geçersizdir. O, bükemediği bileğe karşı, her türlü hileye başvurarak, mücadele eder.

Kendisini en önemli adam olarak gören bir insan ve siyasi liderin, bükemediği bileğe karşı yapacağı birinci hamle, fitne çıkarmaktır. Hem kendi ülkesinin insanları arasında, hem de bükemedikleri insanlar arasında fitne çıkarmaya çalışırlar. “Çalışırlar” dediğime bakmayın, fitne çıkarmak, böylelerinin bildiği en iyi iştir. Çünkü mevcut konumlarına oluşturdukları fitneler sayesinde gelmişlerdir. Hem kendi astları arasında hem de rakipleri ve rakip ekipler arasında fitne çıkararak, aradan sıyrılmışlardır.

Bazen, “sureti haktan” görünürler. Yani, güçlülerle birlikte hareket ediyormuş gibi intiba oluştururlar. Bazen yalanlar uydurarak, karşılarındaki güçlü gurubun arasını bozmaya çalışırlar. Kendi konumlarına yakın gördükleri diğer insanları ve siyasi liderleri de rakip olarak değerlendirirler. Onlara da güvenmezler. Ama çok güveniyormuş gibi davranırlar. Bu davranışlar, onlar için çok kolaydır. Zaten fitne çıkarmak ve yalan, yaşamlarının bir parçası haline gelmiştir. Yüce Yaradan, böylelerini bize şöyle tanıtıyor:

Haşr 14: “Size hepsi toplanarak savaş yapamazlar, ancak müstahkem mevkilerde veya duvarlar, siperler arkasından yaparlar. Aralarında çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, hâlbuki kalpleri dağınıktır. Bu onların akıl etmez bir topluluk olmalarındandır.”

Ayette anlatılan topluluk, Allah’ı inkâr edenlerdir. Kendilerinin üst insan olduklarını zanneden, kendilerini ülkelerinin ve dünyanın en önemli insanı olarak gören insanların ve siyasilerin durumu, ayette anlatılanlardan daha kötüdür. Kendilerini üst insan zannedenlerin aralarındaki çekişme, daha şiddetlidir. Kalpleri daha dağınıktır. Hiç akıl erdirmezler.

Böylelerinin fitneleri; düşünen, karşılaştıkları konuları sorgulayıp araştırmadan karar vermeyen, kendilerine ilim gelmiş olan, birbirini kardeş gören ihlaslı insanlara etki yapmaz. Yeter ki, Allah’ın ipine sarılsınlar. Yüce Yaradan, bu konuda ihlaslı insanları rahatlatacak şekilde şöyle destek veriyor:

İsra Suresi 65: “Doğrusu benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin (şeytanın), hiçbir hâkimiyetin yoktur. Vekil olarak Rabbin yeter.”

Allah indinde, kulları arasındaki fark, Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarına uyma becerisindedir. Nietzche’nin tanımladığı anlamda üst insan diye bir şey yoktur. Böyleleri, insanlık için tehlikeli, boş ve kibirli insanlardır.

Allah’ım, kibirlenmekten Sana sığınırız.

Allah’ım, Senin ihlaslı kullarından olabilmemiz ve insanlığa hizmet edebilmemiz için, bizlere zihin açıklığı ve irade gücü ver.

Sosyal kategorisine gönderildi | NİETZCHE’NİN ‘ÜST İNSANI’ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

PARA VE MAKAM, HER ŞEYDİR DİYENLERE

PARA VEYA MAKAM HER ŞEYDİR DİYENLER, BİR GÜN BUNLARA DAHA ÇOK SAHİP OLMAK İSTEYEN YAKINLARI TARAFINDAN HARCANIRLAR

 

(Not: Bu yazı Haziran 2014 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

İnsanlar güçlü olmak için, para ve makam peşinde koşarlar. Bunları elde edebilmek için de, kimseye acımamak gerektiğini düşünürler. Kendilerine göre haklıdırlar. Çünkü kendilerinden daha zengin veya daha üst makamda olanlar, kendilerine acımamaktadırlar.

Böyleleri, hayvanlar âlemindeki mücadeleyi kendilerine örnek alırlar. Güçlü olan hayvanların, güçsüzlere acımadıklarını söylerler. “Doğanın kanunu böyle” derler.

Ama örnek aldıklarının, hayvanlar olduğunu hiç düşünmezler. Doğa kanunu dediklerini, yakından incelemezler. Hâlbuki Allah, her hayvana bir görev vermiştir. Hepsinin insanlar açısından faydalı bir işlevi vardır.

Bazı hayvanların diğerlerinden fazla çoğalmaları, tabiatın dengesini bozar. Bu sebeple Allah, hayvanlar âleminde böyle bir düzen kurmuştur. Yiyeceğini kendisi taşıyamayacak olanların dahi rızkını vermiştir.

Bu düzende, hiçbir hayvan zevk için veya kendisinin güçlü olduğunu göstermek için avını öldürmez. Karnı tok iken aynı av yanından geçse, ona dokunmaz. Avladığı hayvanı yiyip karnını doyurduktan sonra, kenara çekilir. Aynı avdan kalanları, diğer hayvan gurupları onun gözü önünde yerler. Hiçbirine “bunu ben avladım, siz dokunamazsınız” demez.

Bu açılardan bakılınca, insanların birçoğu, örnek aldıkları hayvanlardan daha bencil bir davranış sergilerler. Fakat düştükleri bu feci konumu hiç akıllarına getirmezler. Aksine, yaptıkları ufak-tefek iyilikleri abartarak, kendilerinin nasıl güzel bir insan olduklarını hayal ederler.

Henüz yolun başlarındakiler de, zirveye ulaşmak için acılara katlanmak gerektir diye düşünürler. Kendilerine yapılan haksızlıklara sabrederler. Kendilerini ezenlere katlanmayı sabretmek olarak algılarlar.

Hâlbuki sabır, katlanmak değildir. Aksine sabır, hayatın güçlüklerine göğüs germektir. Güce ulaşmak için ahlâkın kestirme yollarına başvurmak, zayıflığın işaretidir. Bu zayıflık, iki yöndendir.

Birincisi, insanın kendisi açısındandır. Mücadelenin en zor olanı olan nefsiyle mücadelede, kolay olanı seçmiştir. Yani zayıf tabiatlı olduğunu göstermiştir.

İkincisi, yaşadığı olayların doğası açısındandır. Kendisini ezenlere bir şey yapamayınca, o da kendinden daha güçsüzleri ezerek intikam aldığını düşünmüştür. ”Biz buralara kolay gelmedik” diyerek, kendinden güçsüzleri ezmeyi bir hak olarak görmüştür.

Hâlbuki ezmek için yaptığı her hareket, kendisine kin ve nefret olarak geri gelmiştir. Ama kendi kini ve nefreti, bunları görmesini engellemektedir. Kendi peşine taktığı her kin ve nefret, onun zayıflığıdır.

Zirveye çıktığında, dağın her tarafı kin ve nefretle kaplanmıştır. Zirvenin aşağısındakiler içerisinde, kendisi gibi hırslı çok sayıda insan mevcuttur. İşte ipini onlar çeker. İpinin çekildiğinin farkına bile varmaz. O, halen, çevresindekilerin dalkavukluklarını görmeden, onlara güvenmeyi sürdürmektedir.

Darbeler almaya başladığında, çevresine güveni azalır. Öyle ki, dünyada güvenilir bir insan kalmadığını düşünür. Bunu söylerken, kendisini güvenilir insan olarak tanımlar. Bunları Allah bize şöyle anlatır: A’raf Suresi 30: “Bir kısmına hidayet buyurdu, bir kısmına da sapıklık hak oldu; çünkü bunlar Allah’ı bırakıp şeytanı dost edindiler. Bir de kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler.”

Hâlbuki geçmişte yaşadıklarını bir düşünse çevresindeki insanları nasıl ezdiğini, onları nasıl korkuttuğunu, nasıl konuşturmayıp susturduğunu görecektir. Kendisinin onlardan daha güvenilmez tavırlar sergilediğini anlayacaktır. Ama düşünemez.

Çünkü Allah Kur’an’ı Keriminde Zumer Suresi 9. ayette: “……Ancak özü temiz olanlar (temiz akıllılar) düşünürler (anlarlar).” demektedir.

Allah’ım, kendilerine hayvanları örnek alan ve hayvanlardan daha kötü davranan kullarına merhamet et, onların kalplerini nurunla fetheyle, gönüllerini güzelliklere aç Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | PARA VE MAKAM, HER ŞEYDİR DİYENLERE için yorumlar kapalı

MİMARLIK VE İSLÂM ANLAYIŞLARI ARASINDAKİ BENZERLİK

MİMARLIK VE İSLÂM ANLAYIŞLARI ARASINDAKİ BENZERLİK

 

Bilindiği gibi, gerçek anlamıyla mimarlık, hem sanattır hem de tekniktir. İyi bir mimar, iki alanda da bilgi ve kabiliyet sahibi olmalıdır. Tek başına tekniği, yani binanın fonksiyonel olmasını hedefleyenler, binanın yapım bilgisinin dışına çıkamazlar. Dolayısıyla, estetiği olan bir eser oluşturamazlar. Eğer bir mimar, sadece sanatı hedeflerse, insanların işlerine yaramayan bir eser oluşturmaktan ileri gidemez. Demek ki, daha başarılı bir mimar olabilmek için, sanat ile tekniği birleştirmeleri gerekmektedir. Veya sanat ile tekniği birlikte işleyecek bir ekip olarak çalışmalıdırlar.

Avrupa’nın en meşhur mimarları, Rönesans dönemindeki mimarlardır. Rönesans döneminin mimarları, daha çok, sanatçılar arasından çıkmıştır. Bu dönemdeki ressam veya heykeltıraşların arasından, fonksiyonelliği de dikkate alanlar, mimarlıkta başarılı olmuşlardır. Bu durumun tersi de olmuştur. Pozitif bilimle uğraşırken başarılı bir mimar olanlara en güzel örnek, İngiliz Christopher Wren’dir. Wren, en büyük İngiliz mimar olarak kabul edilmesine rağmen, ilk mesleği matematiktir. Osmanlı Türklerinin en meşhur mimarı, Mimar Sinan’dır. Sinan’ın ilk mesleği, dülgerlik, yani ahşap işlemeciliği ve oymacılığıdır. Daha sonra, gemi yapımında çalışmıştır. Ordu ile seferlere çıktığında, gittiği yerlerdeki mimari eserleri inceleyerek, teknik alandaki bilgisini geliştirmiştir.

Mimarlıktaki sanat ve teknik ikiliği gibi, İslâm’da, beden ve ruh şeklinde ikilik kendisini gösterir. Beden fonksiyoneldir. İnsanların işlerine yarayacak maddi fonksiyonları gerçekleştirir. Ruh ise, işin, zarafet, incelik ve sanat kısmıdır. İslâm’daki ikiliğe bir başka açıdan baktığımızda, hem düşünce hem de hayat tarzı olduğunu görürüz.

Yukarıda ifade ettiğimiz İslâm’daki bu anlayış, mimari alanda güzel eserler verilmesinde etkili olmuş olabilir. Bilhassa, Müslümanlığı kabulden sonra Türk mimarisinin başarısında, bu ikili anlayışın daha fazla tesirinin olması ihtimali kuvvetlidir. Bilindiği gibi, günümüze kadar ayakta kalmış İslâm kaynaklı mimari eserler içerisinden, bütün Türk devletlerinin yaptığı eserleri çıkarırsak, geriye önemli bir şey kalmaz.

Bu konudaki düşüncelerimi, Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın “Türklerde Bilim, Sanat ve Mimarlık” adlı bölümünde paylaşmıştım. Bu bölümde, Türklerin, sadece Anadolu ve Balkanlarda yaptığı eserleri ele almadık. Orta Asya, Ortadoğu, Mısır gibi bölgelerde verdikleri eserlerden de örnekler sunmuştuk. Türklerin, gittikleri her bölgede meydana getirdikleri eserlerinin, görsel olarak ve fonksiyonel açıdan birbirinden farklı olduğunu belirtmiştik. Verdiğimiz bu örneklerin bir kısmını, diğer devletlerin ortaya koydukları eserlerle karşılaştırmaya çalıştık. Bu karşılaştırmaları, hem fonksiyonellik hem de sanatsal bakış açısından ifa ettik. Böylece Müslüman Türklerin mimari eserlerinin hem fonksiyonel hem de görsel açıdan insanlar hitap etme hususunda, çağdaşlarından daha başarılı olduğunu gözler önüne sermiştik.

Müslüman Türklerin mimari eserlerinin, diğer İslâm eserlerine göre daha başarılı olmasının sebepleri, sadece maddi güç ile açıklanamaz. Benzer maddi güç, diğer İslâm devletlerinin bazılarında da olmuştur. Dolayısıyla, sebepleri, Türklerin o dönemlerdeki düşünce yapılarında aramak gerekir. Genel kabul gören bir anlayışa göre Türkler, hem analitik hem de mistik düşünmekteydiler. Günümüz biliminin açıklamasına göre, beynin sağ ve sol loblarını birlikte kullanma, Türklerde daha yaygındı. Bilindiği gibi, Avrupalılar, ağırlıklı olarak analitik düşünürler. Doğulu milletler ise, ağırlıklı olarak mistik düşünürler. Muhtemeldir ki, Türkler, coğrafi olarak, doğu ve batı arasında hareketli oldukları ve iki tarafla da temasları oldukları için böyle bir farklılaşma olmuştur.

Demek ki, yaşadıkları şartlar gereği olarak, Türkler, mistik ve analitik düşünceyi bir arada değerlendirerek, birleştirmeye çalışmışlardır. Müslüman Türklerin mimari eserlerini, genel olarak incelediğimizde, eserlerin çoğunda, fonksiyonelliğin ve insanlara mesaj verme eğiliminin daha ağır bastığını gözlemlemekteyiz. Örneğin, Kiliseler, daha çok mistik bir yapıdadır. Camiler ise, daha çok fonksiyoneldir. Diğer bir anlatımla, Cami, insana yöneliktir. Kilise ise, daha çok Tanrı’ya yönelikmiş gibidir.

Bu durum, İslâm anlayışı ile uyuşmaktadır. İslâm, bir düşünce tarzı olmakla birlikte, daha ziyade bir hayat tarzıdır. Bilindiği gibi, İslâm’ın Mekke’deki hali, mistisizm ağırlıklıdır. Medine’de ise, siyaset ve devlet yönetimi eklenmiştir. Tarihi olaylara baktığımızda, devlet yönetiminin, Türklerin asıl işleri olduğunu görürüz. Müslümanlığı kabul eden Türkler, bu kabiliyetlerine mistisizmi eklemişlerdir. Yahya Kemal Beyatlı’nın ifadesine göre, Türk’ün kahramanlığı, İslâm’ın sonsuzluk duygusu ile birleşerek daha bir anlamlanmıştır.

İslâm, hem ilham hem tecrübedir. Konuya bu açıdan yaklaşınca, Fransız Türkolog Jean Paul Roux’nun Türkler hakkındaki kanaatleri dikkati çekmektedir. İki bin yıllık Türk tarihini inceleyen Roux, şöyle demektedir: “Türkler, çevrelerinden aldıklarını, kendi inançlarıyla birleştirerek, onları geliştirip, daha ileriye taşıdılar.”

Son iki bin yıl içerisinde, bilinen dünyanın önemli bir bölümüne dağılarak, gittikleri yerleri vatan yapıp, yaşamlarını sürdüren tek millet olmaları, Türklere böyle bir avantaj sağlamış olabilir. Türkler, vardıkları yerlerdeki sanatkârları ve yöneticileri kendi hedefleri doğrultusunda değerlendirmişlerdir. Bazen, yönettikleri insanların ilhamlarını kendi tecrübeleriyle birleştirmişler, bazen, kendi ilhamlarını onların tecrübeleriyle mecz etmişler. Sonuçta ortaya, hem işe yarayan hem de görsel yönü olan eserler çıkarmışlardır. Konuya yönetim açısından baktığımızda ise, ortaya, farklı kökenden gelen halkların bir arada huzur içerisinde yaşadıkları bir uygarlık anlayışı çıkmıştır.

Avrupalıların, keşiflerden sonra zenginleşmelerine karşılık, Türklerin giderek fakirleşmeleri, onların güzel mimari eserler vermelerinin önünü kesmiştir. Ancak, her türlü aleyhte şartlara rağmen, devletin ayakta kalmasının sebeplerinden birisi İslâm’daki beden ve ruh ayrımının hayata uygulanmasıdır. Bu uygulama, mistik ve analitik düşüncenin birlikte kullanılmasına vesile olmuştur.

Günümüz insanlığının da, ortak uygarlık için, ihtiyacı olan anlayış budur. Gün içerisinde karşılaştığımız herhangi bir meseleye, hem analitik hem de mistik bakış açısıyla, aynı anda yaklaşıldığı sürece, insanlık daha huzurlu olacaktır.

Genel kategorisine gönderildi | MİMARLIK VE İSLÂM ANLAYIŞLARI ARASINDAKİ BENZERLİK için yorumlar kapalı

ŞEYTANIN VESVESELERİNDEN KORUNMA YOLLARI ÜZERİNE

ŞEYTANIN VESVESELERİNDEN KORUNMA YOLLARI ÜZERİNE

 

Bu sitede şeytan hususunda iki ayrı makale yayınlamıştık. İlk makalemiz, “İslâm’da Şeytan Konusu” hakkında idi. Bu yazımızda, şeytanın neden insanlara musallat olduğu konusunda Kur’an ayetlerinden istifade ederek, fikirlerimizi ifade etmiştik. Yüce Yaradan’ın, meleklerden sonra yarattığını, meleklerden de, insanlara saygı göstermelerini istediğini görmüştük. Aslında bir melek olan şeytanın, Yüce Yaradan’ın bu isteğine karşı çıkmasıyla gelişen olaylar sonucu, insanlar ile şeytan birbirlerine düşman konuma gelmişti.

Birbirine düşman olan bu iki gurubun çatışmasında, Yüce Yaradan –bu makalemizde verdiğimiz Kur’an ayetlerinden anlaşıldığına göre- taraf olmamıştır. Her iki tarafa da özgürlük vermiştir. Ancak, insanlara karşı rahmetinden dolayı, her fırsatta insanları uyarmıştır. Fakat insanları, şeytana karşı koruma altına almamıştır. Yüce Yaradan, yine de insanlara şeytandan korunmanın yollarını göstermiştir. Şeytan ve şürekâsına karşı, özgür iradeleriyle ve ciddiyetle mücadele eden insanlara ise, Allah, rahmetiyle muamele etmiştir. Dolayısıyla böyle insanları lütfuyla korumuştur.

Bu sitede şeytan konusunda yayınladığımız bir diğer makalemiz “Şeytan, Hayatı Anlamlandıran Olgudur” şeklindeydi. Bu yazımızda şu fikre varmıştık:

“Eğer şeytan olmasaydı, insanlar, melek gibi olurlardı. Bu durumda, hem insanın hem de kâinatın yaratılmasındaki anlam çok değişirdi. Hattâ Yüce Yaradan’ın, Kur’an’da bahsedilen isim ve sıfatlarının bazısı anlamsızlaşırdı. Dolayısıyla Allah’ın mutlak kemali ve güzelliği tam olarak tecelli etmemiş olurdu ve bu durum Yüce Yaradan’ın hikmetine uygun düşmezdi.

Demek ki, insanın tamamen masum olması, yaratılış maksadına da uymuyor. Hattâ şeytanın olmaması, ahiret hayatının da varlığının anlamını düşürüyor. Cennet ve cehennemin anlamı kalmıyor.”

Şeytan, hayatımıza anlam kattığına göre, şeytanla mücadelemizin de, bu hayatta yapabileceğimiz en anlamlı işlerden olacağı açıktır. Bu mücadeleden galip çıkabilirsek, hem şimdi yaşadığımız hayatı anlamlandırmış oluruz, hem de ahiret hayatımızda huzuru bulma ihtimalimiz artar.

Peki, insan olarak bizler, Nisa Suresi 28inci ayetteki ifadeyle, zayıf yaratıldığımıza göre, şeytanla mücadele ederken nasıl bir yol takip etmeliyiz? Öncelikle moralimizi bozmamalıyız. Çünkü Nisa Suresi 76ıncı ayetiyle Yüce Yaradan, bizlere bildirdiğine göre, şeytanın hileleri de zayıftır.

Eğer bizler, yani şeytana karşı mücadele ederek, hem hayatımızı anlamlandırmak hem de ahirete umutla bakmak isteyenler, birlikte çabalarsak, şeytanın zayıf hileleri etkisiz kalır. Şeytanın elindeki en önemli silâh, insanlara vesvese vermektir. Bir diğer silâh ise, bizlerin şükredenlerden olmamızı engellemektir. Bunun için, bize, içi boş vaatlerde bulunur. Bizleri, İsra Suresi 64üncü ayette anlatıldığı gibi, aldatmaktan başka bir vaatte bulunmaz.

İnsan, kendi başına, şeytan ile mücadelesinde başarılı olamayabilir. Ancak başarma yolunda, önce, kendimiz mücadeleyi başlatmalıyız. Sonra, Yüce Yaradan’dan, bize verdiği zihin açıklığını, irade gücünü, mücadele azmini artırmasını niyaz etmeliyiz. Sabır ve sebat vermesi için dua etmeliyiz. Daha sonra, aynı yapıdaki kardeşlerimizle samimi bir şekilde görüşmeliyiz. İçten pazarlıklı davranmamalıyız. Çünkü kardeşlerimiz bilmese bile, Yüce Yaradan her düşüncemizi ve yaptığımızı biliyor. Eğer biz, içten pazarlıklı davranırsak, Yüce Yaradan, şeytanla mücadelemizde, bize olan lütfunu ve rahmetini keser, bizi şeytanla başbaşa bırakır.

Eğer bizlere, içimizden bazılarına karşı, onlardan umulmayacak tipte yanlış bilgiler verilirse, bu fikirlere itibar etmemeliyiz. Hiç vakit kaybetmeden, içimizdeki vesvesenin gerçeğini öğrenmek için gayret etmeliyiz. Gerçek hakkında şüpheye düşersek, kendi kendimize düşünerek sorgulamalıyız. Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl, vicdan ve iradeyi kullanmaya gayret etmeliyiz. İçimize düşen vesvesenin sonuçlarından sonraki adımlarının neler olabileceğine dair akıl yürütmeliyiz. Bu akıl yürütmeler sonunda, hem kendimizin hem de birlikte olduğumuz insanların faydasına olacağına inandığımız işleri yapmalıyız. Yine de kararsız kalırsak, kardeşlerimize danışmaktan çekinmemeliyiz.

Bu hususta Nisa Suresi 83üncü ayet bize yol göstermektedir: “Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu peygambere ve aralarında yetkili kimselere götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, onu anlarlardı. Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız.”

Bizlerin sergilediğimiz birlikteliğimize rağmen, içimizden şeytanın vesvesesine yenilenler çıkabilir. Bu duruma düşenlerin cezasını, Yüce Yaradan şöyle aktarıyor:

İsra Suresi 63: Allah buyurdu ki: “Haydi git! Onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz ki, cezanız cehennemdir, hem de mükemmel bir ceza. “.

Ayete göre, şeytan da ceza alıyor. Aslında, şeytan, Araf Suresi 13üncü ayete göre, verilecek cezayı baştan kabul etmiş durumda. 13: (Allah) buyurdu: “Öyleyse oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın.”

Demek oluyor ki, şeytan zaten ceza alacak. Bu durumda, şeytanın yaptığı şey, yanına yoldaş bulmaya çalışmaktır. Eğer, bizler birbirimize sarılır, düşünerek ve sorgulayarak hareket edersek, şeytanın değil, bizim yoldaşlarımız artacaktır. Bizim yoldaşlarımızın sayısı ve kalitesi arttıkça, şeytan ve şürekâsının hileleri daha da zayıflayacaktır. Böylece karşılaşacağımız zorluklar azalacaktır.

Eğer bizlerin içerisinde, Yüce Yaradan’ın ilim verdikleri insanlar var ise, bunların durumu daha ciddidir. İlim verilen veya bazı hakikatleri yaşayarak gören insanlar, şeytana uyarlarsa, cezaları diğer sıradan insanlara göre daha fazladır. Bu insanlar, zaten ceza alacağı kesin olan şeytana yenilerek, kendi güzel geleceklerini kendi elleriyle mahvetmiş olurlar. Hem bu dünyalarını hem de ahiretlerini kaybederler.

Allah’ım, şeytan ve taraftarlarına karşı yaptığımız savaşta kazanabilmemiz için, bizlere verdiğin zihin açıklığını artır, irademizi ve mücadele gücümüzü artır. Bizim gibi düşünenlerle olan kardeşliğimizi artır.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ŞEYTANIN VESVESELERİNDEN KORUNMA YOLLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KAPİTALİZM İLE TEKNOLOJİ ARASINDAKİ KISIR DÖNGÜ

KAPİTALİZM İLE TEKNOLOJİ ARASINDAKİ KISIR DÖNGÜ

 

Bilindiği gibi, insanlar bireysel menfaatleri için çaba gösterirler. Bu durum, en azından, bilinen tarih boyunca böyle olmuştur. Ancak toplumlar, bireysel menfaat mücadelesine sınırlar koymaya çalışmışlardır. Kapitalist anlayış ise, bu sınırlamaları kaldırmıştır. Kendi menfaati peşine düşen insanların içerisinden, her ne şekilde olursa olsun, maddeten güçlenme başarısını gösterenlerin, toplumu da yukarıya çekeceği fikrini savunmuştur.

Bazı insanlar için, tek hedefin zenginleşmek olması, rekabeti körüklemiştir. Rekabet ise, bir taraftan hile yarışına dönüşmekle birlikte, diğer yandan teknolojinin gelişmesine vesile olmuştur. Teknolojinin gelişmesi de, kapitalistlerin zenginlemelerine zemin hazırlamıştır. Böylece, kapitalizm ile teknoloji arasında bir döngü oluşmuştur.

Bu ikili birbirlerini tetiklemelerine rağmen, birbirlerinin sorunlarına faydaları olmamıştır. Ne, kapitalizm anlayışı, teknolojinin oluşturduğu sorunları çözebilmiştir, ne de, teknolojik gelişmeler, kapitalizmin eksiği olan eşitsizlik meselesine çözüm üretebilmiştir. Dolayısıyla aralarındaki döngü, kısır bir döngü halini almıştır.

Günümüzde, kapitalistlerin ve kapitalist olmak isteyen siyasilerin güçleri, devletlerin gücünü de kontrol altına almıştır. Bu sebeple, dünya genelinde, sıkıntılı bir ortam vardır. Kapitalistler olmasa, teknoloji sıçrama yapamayacak, teknoloji sıçrama yapmazsa, kapitalizm anlayışı ayakta kalamayacak durumdadır.

Kapitalistlerin anlattıkları liberal ekonomi tanımları, kulağa hoş gelmektedir. Ancak liberal ekonominin uygulanışı sonrasında, insanlar arasındaki eşitsizlik giderek artmıştır. İnsanlığın sorunlarına da, belirli bir gurubu rahat yaşatma dışında, bir çare olamamıştır.

Kapitalizmin ekonomi kuramcıları, 1930’larda sanayi alanındaki teknolojik gelişmeleri övmekteydiler. Teknolojideki bu gelişmelerin, insan hayatını çok kolaylaştıracağını ve 2030’lara gelindiğinde, haftada 15 saat çalışmalarının, hayat standartlarını sürdürmeleri için, yeteceğini iddia ediyorlardı. Sanayi sahasındaki teknolojik gelişmeler, kapitalizmin kitabını yazanların bile tahmininden daha hızlı oldu. Ama çalışma saatlerindeki düşüş beklenenin yarısı kadar bile olmadı. Hattâ kolay para kazanan finans sektöründe, çalışma saatleri artış gösterdi.

Kapitalizmin savunucuları, muhtemelen, kapitalizmin temel anlayışını dikkate almadan, tahmin yürütmüşlerdi. Kapitalizmdeki, daha çok bireysel menfaat elde etme hırsını hesaba katmamışlardı. Bu nedenle daha çok kazanan guruplar, çalışmak için daha fazla zaman ayırdılar. Dolayısıyla, gelişen teknolojinin insanlara gereğince faydasının olmamasının temelinde, kapitalizmin anlatısındaki çelişki var.

İlginç olan, 1930’lardan yüz yıl sonrasında, çalışma hayatı hususunda yine benzer savunmaların yapılmakta oluşudur. Bu defa bu iddiaların temelinde, teknolojideki farklı gelişmeler var. Bazıları, bilişim teknolojisindeki hızlı gelişmelerin bu sonuçları doğuracağını söylüyorlar. Bazıları ise, biyoteknoloji ve yapay zekâ çalışmalarındaki ilerlemelerin, insanları işsiz bırakacağını veya çalışma saatlerinin mecburen azalacağını düşünüyorlar. Bu fikir giderek dünya genelinde yaygınlaşıyor.

Bu fikrin savunucularının verdiği belirgin bir örnek var. Şöyle diyorlar: “Yüz yıl önce otomobiller çoğalmaya başlayınca, işini kaybeden at arabası sürücüleri, ya araba sürmeyi öğrendiler veya otomobil fabrikasında çalışmaya başladılar. Atlar ise, tamamen sistemin dışına itildiler. İşte bilişim teknolojilerindeki, biyoteknolojideki gelişmeler, yapay zekâ çalışmaları, günümüz insanlarını, yüz yıl önceki atlarda görüldüğü gibi, sistemin dışına itebilir. İnsanlar işsiz kalabilir.”

Yukarıdaki iddiaların da dikkat etmediği husus, kapitalizmin, insanlarda oluşturduğu, aşırı kâr etme ve daha çok kazanma hırsının artmakta oluşudur. İşsiz kalma konusunda haklı olabilirler. Fakat işsizliğin sebeplerinin en önemlileri, biyoteknolojideki gelişmeler veya yapay zekâ olmayacaktır. Zengin ile fakirlerin varlıklarının arasının her geçen gün açılması ve zenginliğin, üreterek değil, sanal ekonomik ortam sayesinde elde edilir olması gibi sebeplerle işsizlik artacaktır. Ayrıca, sorumluluk sahibi olarak yetiştirilmeyen, her istediği yapılan, anne-babaları ayrı yaşasın veya bir arada olsunlar, ebeveynlerini birbirine kırdırarak geçimini sağlayan, eskilere göre daha tembel olan nesiller, mevcut işlerde bile çalışmak istemeyeceklerinden işsizlik olabilecektir.

Son dönemlerde hızla gelişen teknoloji, insanlığın sorunlarına çok az çözüm üretebilmiştir. Teknolojik gelişmelerin en faydalı olduğu alan sağlıktır. Fakat sağlık alanındaki gelişmelerin faydaları, fakir ülkeler için çok yetersizdir. Diğer ülkelerde ise, yeni sorunlar oluşturmaktadır. Çocuklar kreşlerde, ömrü uzayan büyükler ise huzur evlerinde sevgiden ve mutluluktan uzak yaşamaktadırlar. Anne ve babalar ise, her tarafa yetişebilmek için çok daha fazla çalışmak zorundadırlar ve genellikle mutsuzdurlar.

Teknolojinin bozduğu ekolojik sistemi düzeltmek için, yine teknolojiden medet umulmaktadır. Hâlbuki çevreyle ilgili sorunu çözmek için, ek olarak ve kâr getirmeyen para harcamak, teknolojinin gelişmesinde en büyük paya sahip olan kapitalistlerin menfaatlerine terstir. Bu yapıdaki zenginlerden, yapacakları çevre yatırımından ayrıca para kazanmadan, insanlığın faydasına çaba göstermelerini beklemek için, kapitalizmin anlayışında köklü bir değişiklik olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, kapitalizm kendisini inkâr etmelidir.

Biz, öncelikle, kapitalizm-teknoloji kısır döngüsünden kurtulmanın yollarını aramalıyız. Kanaatkâr insanlar yetiştirebilmek için, parası olanın değil, şahsiyeti olanın itibar gördüğü ortamlar oluşturmaya çalışmalıyız. Daha çok para kazanma hırsıyla, yeni teknolojileri oluşturmak isteyenlere değil, yeni bir buluş yapmanın zevkini tatmak için ve kendi ruhunu tatmin için çabalayanlara destek vermeye çalışmalıyız.

Çözmemiz gereken sorunlardan birisi de, teknolojilerin uygulanması hususundaki tavırlarımız dır. Teknolojiyi geliştirenler, çok iyi niyetli insanlar olabilirler. Fakat geliştirilen teknolojinin, insanlığın hayrına değil de, şahsi veya gurup menfaati doğrultusunda kullanılması durumu, insanlığın sıkça yaşadığı bir vakıadır. Geliştirilen teknolojilerin, insanlığın faydasına kullanılabilmesi, devletlerin, kurumların ve gurupların ortak tavırlarıyla mümkündür.

Sosyal kategorisine gönderildi | KAPİTALİZM İLE TEKNOLOJİ ARASINDAKİ KISIR DÖNGÜ için yorumlar kapalı

MEDENİYET VE MADDİ GÜÇ İLİŞKİSİ

MEDENİYET VE İNSANIN MADDEYE BAĞIMLILIĞININ İLİŞKİSİ

 

1492 keşifleri sonrasında sömürgeler oluşturan Avrupalılar, maddeten güçlendiler. 1500 yılındaki Avrupa’ya ve Avrupa’nın fiziki kaynaklarına bakan hiç kimse, onların maddeten bu kadar güçlenebileceğini düşünemezdi. Güçlendikçe medeniyette ilerleyen Avrupalılar, 1914 yılında tarihin o güne kadar gördüğü en kapsamlı savaşı başlattılar.

Dünya Savaşını çıkaran bu medeni ülkeleri eleştiren Mehmet Akif Ersoy, “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” ifadesini kullanmıştır. Fakat Avrupalılar ve maddeten kalkınmış ülkeler, böylesine eleştirilere kulaklarını tıkamışlardır. İlk büyük savaşın üzerinden 20 yıl geçince hemen çok daha kapsamlı olan II. Dünya Savaşını çıkardılar. Bu savaş, insanlığa, bilinen tarihteki en büyük acıları yaşattı.

Mehmet Akif, medeniyeti hem manevi yükselme hem de teknik gelişme olarak düşünmüştür. Fakat öyle olmamıştır. Bir taraftan evrim teorisinin savunucuları, diğer yandan Nietzche gibi düşünürlerin etkisiyle, manevi temel sarsılmış, yıkılmaya yüz tutmuştur. Dolayısıyla Batı Medeniyeti, tek ayak üzerinde durmaya çalışmaktadır.

Batı anlayışı, medeniyet ile kültürü birbirinden ayırmıştır. Medeniyeti, sadece doğaya ve eşyaya hükmetmeye çalışan teknik gelişme çabası olarak görmüştür. Kültürü ise, manevi duyguların ve tavırların bileşimi olarak değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeler açısından bakılınca, medeni insan tanımı yanlış olur. Medeni toplum tanımı daha gerçekçi olur. Aynı bakış açısına göre, kültürlü toplum terimi de yanlıştır. Kültürlü toplum değil, kültürlü insan olur.

Batı anlayışının yukarıda ifade ettiğimiz tanımına göre, günümüzde en medeni toplum, ABD’de yaşayanlardır. ABD toplumu, günümüz rakamlarına göre, kişi başına tüketimi en çok olandır. Aynı zamanda israf açısından da, dünya birincisidir. Bu veriler gösteriyor ki, bir toplum medeniyette ilerledikçe, insanlarının maddeye olan bağımlılığı artmaktadır. Kendilerini yönetim tarafında gören insanları, hayat mücadelesini, tüketme becerisi olarak değerlendirmektedir. İsrafı ise, maddi gücün doğal bir sonucu olarak görmekte, israf olarak bakmamaktadır. ABD toplumundaki maddeten daha güçsün olan insanların bile birçoğu, orta ve üst seviyedekilere özenmektedir.

ABD’de görülen bu durumun benzeri, tarihteki bazı imparatorluklarda da görülmüştür. Avrupalıların kurduğu ilk imparatorluk, Roma Devletidir. Asya’da da imparatorluklar olmuştur. Fakat kendilerini devletin sahibi gören insanların, günümüz ABD toplumuna en çok benzeyeni Roma İmparatorluğunun yönetim gurubudur. Diğer devletlerde, sadece iktidardaki yönetim gurubu israf ederken, Roma Devletinde iktidarıyla muhalefetiyle bütün yönetim gurubu tüketim ve israfın öncüsü olmuştur. Belki de bu sebeple, Romalılar, tarihe, kültürsüz ama yüksek medeniyet oluşturan bir gurup olarak geçmiştir. Uyguladıkları resmi kölelik sistemi, insanları, halk (pleb) ve yöneticiler (patrici) olarak ayırmaları, kültürsüzlüklerinin en önemli göstergesidir. Arenalardaki gladyatör gösterileri ile esirleri, vahşi ve aç hayvanlara parçalattırırlarken zevklenmeleri de kültürsüzlüğün göstergelerindendir.

Avrupa’nın maddeten güçlenmesini sağlayan 1492 keşifleridir. Bu keşifler sonrasında yeni bir dünya ile karşılaşıldı. Yeni keşfedilen bu dünyanın toplumları, medeniyette, Avrupalıların çok gerisinde idiler. Ama insanları kültürde ileriydiler. Medeni Avrupa’nın, Amerika Kıtasına ulaşan insanları, altın için kendi arkadaşlarını öldürdüler. Kızılderililer, İnkalar ve Mayaların kültürlü insanları, onların bu tavırlarını büyük bir şaşkınlık içerisinde seyrettiler. Medeni Avrupa’nın insanlarına, “şu dağların arkalarında altın tarlaları var” diyerek, onların binbir meşakkatle yollara düşmelerini ihtihza ile izlediler.

Avrupalılar ise; Kızılderililer, İnkalar ve Mayalar gibi Amerika Kıtasının yerlilerini, insan olarak bile görmüyorlardı. Fakat Avrupalı düşünürlerin ve insanlarının birçoğunun günümüzde geldikleri anlayışa göre, insanlık açısından, yerliler, o dönemdeki Avrupalı maceraperestlerden ve yöneticilerden daha ileri idiler.

Günümüzde, birçok insanın medeniyet ve kültür konusundaki düşüncelerinde değişim vardır. Ancak, medeniyetin ilerlemesiyle hızlanan maddeye bağımlılık halen devam etmektedir. Eski tarihte ve keşifler sonrasında yapılanlar ayıplanırken, günümüzde benzer uygulamalar, daha ince yöntemlerle sürmektedir.

Maddi güce bağımlılık, insanlığın güzel geleceğini tehdit etmektedir. Medeniyet ilerledikçe, insanların dostlarının sayısı azalıyor veya hiç dostu olmuyor. İnsanlar yalnızlaşıyor.

Medeniyet ilerledikçe, yani maddi güce bağımlılık arttıkça, ergenlikten itibaren tiyatro oynayan insanların sayısı artıyor. Maddi güce bağımlılık arttıkça yani medeniyet ilerledikçe, hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvet, soysuzluk, şiddet kullanımı artıyor.

Medeniyet, insanın yaşamını kolaylaştıran bütün gelişmelerine rağmen, insanları mutlu edemiyorsa, bilimin, insanların kökeni ve yapısıyla ilgili olarak söyledikleri anlamsızlaşır.

Maddi gücün artmasına paralel gelişen medeniyet, insanlığın var oluşunu anlamsızlaştıracak yönde ilerliyor.

Medeniyet ilerledikçe, bir gurubun maddi gücü artıyor. Maddi güç arttıkça, toplumun medeniyet seviyesi artıyor. Sorun “tavuk ve yumurta” konusuna dönüşüyor. Görülen o ki, insanlık bu kısır döngüden, maddeten güçlenme ile değil, ruhen yükselme ile çıkabilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEDENİYET VE MADDİ GÜÇ İLİŞKİSİ için yorumlar kapalı