İSLÂMİYET’TE TAKİYE

İSLÂMİYET’TE TAKİYE

 

(Not: Bu makale, Eylül 2013 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Müslüman kelime anlamı olarak, teslim olmak, boyun eğmektir. Dini açıdan Allah’a teslim olmaktır. Allah Ahzab Suresi 35. ayette Müslüman ve Mümin kelimelerini ayrı ayrı kullanır. Bazı ayetlerinde mealen, “Onlar inandık dediler. Sen onları inandı mı zannettin? Onlar Müslüman oldular (teslim oldular). İman kalplerine yerleşmedi” diyerek iman edenle teslim olan arasındaki farkı gösterir. Birçok ayet ‘Ey iman edenler’ diye başlar. ‘Ey Müslümanlar’ diye başlamaz.

Allah’a teslim olmak, iki şekilde olur. Birincisi korkudan, başka çaresi kalmadığındandır. İkincisi ise kalpten inanaraktır. Kalpten inanarak Müslüman olanlara, Mümin denilir. Mümini diğerlerinden ayıran özelliği, sadece imanı değildir. Sergilediği duruş ve davranış tarzıdır.

Takiye, zorda kalınca yalan söylemek anlamındadır. İslamiyet’te takiyeye izinin tek şartı vardır. Kişinin dayanılmaz işkence gördüğü bir durumda hayatını kurtarması söz konusu olduğunda kalbi iman dolu olmak şartıyla izin verilmiştir.

Sahabeden Yemenli genç Ammar’ın başına gelenler bu konuya en güzel örnektir. Ammar’ın babası ve annesi (Yesir ve Sümeyye) gözünün önünde, günlerce işkence gördükten sonra Allah’ı inkâr etmedikleri için öldürüldüler. Daha sonra aynı işkenceler kendisine de yapıldı. Bir gün dayanamayıp, Allah’ı inkâr etti. Ama kalbi iman dolu olduğu için, serbest kalır kalmaz ağlayarak Peygamberimize koştu. Hz. Muhammed (s.a.v.) onun yaptığını haklı buldu. Ama bir daha aynı şeyi yapmamasını tembihledi. Onun durumu üzerine Nahl Suresi 106. ayet indi.

Kureyşlilerin baskısı iyice artınca, Hz. Muhammed (s.a.v.) bir gurup Müslüman’ı Habeşistan’a gönderdi. Mekkeliler de, iki kişiyi kral Necaşi’ye yolladılar ve gelenleri geri göndermesini istediler. Mekkeli Amr bin As, Necaşi’ye Müslümanların Hz. İsa hakkındaki düşüncelerinin Hıristiyanlık anlayışıyla bağdaşmadığını söyledi. Necaşi, gelenlerin sözcüsü Cafer’e bu durumu sordu.

Habeşistan’a gelen Müslümanlar çok zor durumdaydılar. Geri gönderilirlerse, Mekkelilerce öldürüleceklerdi. Ama Cafer yalana başvurmadı. Doğru bildiğini söyledi. Kralın sorusuna: “Biz peygamberimizin bize öğrettiğini söyleriz. İsa, Allah’ın kulu ve peygamberi olup, Kutsal Bakire Meryem’e üflediği ruh ve kelâmdır” dedi. Hâlbuki o dönemde Hıristiyan din adamları, İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylüyorlardı.

Necaşi, yerden bir çöp aldı ve “Meryem oğlu İsa sizin söylediklerinizden şu çöp kadar bile fazla değildir” diyerek Mekkelileri reddetti. Müslümanları korumasına aldı.

Müslümanlar, hayatlarının söz konusu olduğu bir ortamda yalan söylememişlerdi. Necaşi, onların söylediği gerçekleri, huzurundaki Hıristiyan din adamlarının kuru öksürüklerle protesto etmelerine rağmen, çok doğru bulmuştu.

Demek ki, her iki tarafta da gerçekleri kabul edenler ve yalan söylemeyenler vardı. Ama Hıristiyanlıkta da, peygamberimizden sonrasında Müslümanlarda da, yalana başvuranlar çoktu. Yalana başvurmanın başlangıcı, takiyenin sınırlarını kendine göre çizmekle oluşuyordu. Yani kendine fetva vermekle başlıyordu. Fetvaların çoğu da nefsani oluyordu.

Takiyeler giderek “Bu ülke İslâmi kurallarla yönetilmiyor. O halde yaşadığımız yer İslâm ülkesi değil, ‘dar-ı harp’tir. O halde her yol mubahtır (sakıncasız) anlayışı” ile çoğaldı. Böylece neredeyse geri dönülemez bir hal aldı.

Böyle anlayışların, ne Hıristiyanlıkta ne de Müslümanlıkta yeri yoktur. Nitekim Romalılar, ilk Hıristiyanları arenalarda parçalatırken, onlar inançlarından dönmediler.

Takiye ile başlayıp yalanı sürdürenlerin, kâr hırsıyla dünyayı zehirleyenlerden, insanları çatıştıranlardan pek bir farkı yoktur.

Aslında böyle davrananların hayatları, artık korku içerisinde geçiyor. Yaptıkları yanlışların başkaları tarafından bir gün bilinebileceğini ve her şeylerini kaybedeceklerini düşünerek korku içerisinde yaşıyorlar.

Böylelerinin yakınlarındaki insanlara güvenmeleri de mümkün değil. Çünkü öncelikle en yakınındakiler, onların yanlışlarının çoğunu zaten ya biliyorlar ya da anlıyorlar. Yakınlarındaki insanlara kötü örnek oldukları ve bazen onları ezdikleri için, çevresindekiler de onların yüzlerine gülüp, arkalarından kuyularını kazıyorlar.

Kötü insanın yanındaki iyi insan ya ayrılır ya da mecburen kötüye uyar. İyi insanın yanındaki kötü insan ya ayrılır ya da iyiye uyar.

Sonuçta böyle insanlar korku içerisinde yaşadıktan sonra çoğu, “su testisi, su yolunda kırılır” özdeyişine uygun bir şekilde bu dünyadan ayrılıyorlar. Ama öbür dünyaya gittiklerinde, bu dünyadaki korkulu yaşantılarını mumla arayacaklarını, Allah bize anlatıyor.

Dolayısıyla, iman kalesinde gedik açtırmamak gerekir. Yoksa çöküş durdurulamaz olur. Ama yanlıştan samimiyetle dönenler için Allah, ‘rahmetinin bitmeyeceğini’ ferman ediyor.

Müslümanlar, bedeli ne olursa olsun, her şartta kendilerini kurtarmak için yalan söylememelidirler. Yalan ancak savaş şartlarında, toplumun genel menfaati için ve hainlik düşünmeden söylenebilir. Şahsi menfaatler için asla söylenmemelidir.

Günümüzde yalan söyleme oranı, Müslüman ülkelerde daha yüksek. Dolayısıyla hem insanlarının, hem ülkelerinin güvenirlilik oranları daha düşüktür. Bu konuda ilk görev, bu ülkelerin yöneticilerine düşüyor. Yoksa görev, bu ülkelerin güzel insanlarına düşecektir.

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.