TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 2

TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 2

 

Önceki yazımızda Hawking’in bu konudaki sözünü, yazarın düşünceleri üzerinden irdelemeye çalışmıştık. Bu makalemizde, Kur’an ayetlerini inceleyerek konu hakkında fikir serdedeceğiz. Ancak gerçeği, sadece ve sadece, tek olan Tanrı bilir.

Takdir edileceği gibi, bütün kâinatın ve canlı-cansız bütün varlıkların yaratıcısı olan bir Tanrı’nın, her istediğini yapma özgürlüğü vardır. Hüküm sahibi, yalnızca Yüce Yaradan’dır. Bütün yetki, tek olan Tanrı’nındır.

Bizim irdeleyeceğimiz husus, yetkilerini nasıl kullandığı, özgürlüğüne kendiliğinden sınır koyup koymadığıdır. Bu hususları araştırmaya başladığımızda, konuyla ilgili çok fazla sayıda ayet olduğunu gördük. Biz bu ayetlerden birkaçını buraya alacağız. İsteyen okuyucumuz Kur’an’ı okuyarak diğer ayetleri de irdeleyebilir.

Enam Suresi 6/12: De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” “Allah’ındır” de. O, rahmet etmeyi kendi nefsine yazmıştır. Hepinizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar.”

Yüce Yaradan, ayetin başında, göklerde ve yerde var olan her şeyin sahibinin Kendisi olduğunu vurguluyor. Şimdi, kendimizi bir düşünelim. Bütün insanlık olarak, göklerde hiçbir şeyin sahibi değiliz. Birey olarak dünyanın en zengin insanı olsak bile, yerdeki ve yerin altındaki cansız varlıkların, milyarlarda birinin sahibi dahi olamayız. Yeryüzündeki bitki ve hayvanların da milyarlarda birinin sahibi olmamız ihtimalimiz yok. Ne kadar zengin olursak olalım, sekiz milyar insanın hiçbirinin zihninin sahibiyiz diyemeyiz. Ama “sadece çevremizdekilere göre çok zengin insanız” diye kibirlenerek, kendimizi Tanrı gibi hisseder ve menfaatimizi artırmak için, her türlü zulmü yapmayı hak görürüz.

Şimdi bir de, her şeyin sahibi olan Tanrı nasıl bir tavır takınıyor diye bakalım. Yukarıda verdiğimiz ayetin hemen devamında cevabı görüyoruz. Yüce Yaradan diyor ki, “Allah, rahmet etmeyi Kendi nefsine yazmıştır”.

Eğer biz çok zengin insanlar olsaydık, Tanrı’nın bu sözünü okuyunca, “haydaa, bu rahmet etme de nereden çıktı, bize kötü örnek oluyor” diye düşünmez miydik? Yok, ben düşünmem diyen varsa, Yüce Yaradan’ın sözünü tekrar okuyarak ne anlama geldiğini anlarlarsa, mutlaka kötü örnek oluyor diye, Tanrı’ya içten içe kızacaklardır. Çünkü Tanrı, sadece rahmet edeceğim demiyor. Rahmet etmeyi Kendi üzerime yazdım diyor. Yani, Tanrı, nasıl biz insanlara yapmamız şart olan bazı farz davranışlara uymamızı söylüyorsa, Kendi Kendisine de, kullarına merhamet etmeyi, farz kılıyor.

Ayetten anlaşılan o ki, her şeyin sahibi olan ve her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, Kendi özgürlüğüne Kendisi sınır getiriyor. Hâlbuki evrendeki bütün hayvanlar, insanlar, cinler ve bizden de üstün olan diğer şuurlu varlıklar olarak hepimiz birleşsek, Tanrı’nın özgürlüğüne en ufak bir sınır koyamayız. Her şey bu kadar apaçık iken, tek olan Tanrı, Kendi özgürlüğünü sınırlıyor. Yarattıklarına rahmet etmeye –hiç talep yokken- söz veriyor. Tanrı, Kendi Kendisine verdiği, kullarına merhamet etme sözünü de, bizim bilmemizi sağlıyor.

Dikkat edilirse, yukarıdaki açıklamamda, Yüce Yaradan’ın, merhamet etme sözünü verdiği kimseleri tanımlarken, kulları terimini kullandım. Kulları terimini, sadece insanları kastederek kullanmadım. Çünkü ayette böyle bir açık vurgulama yok. Ayette bu husustaki vurgulama, ilk cümlesinde yapılmış. Diyor ki, “göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ındır”. Ayetin ikinci cümlesinde de, rahmet etmekten bahsediyor. Anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, göklerde ve yerde olanların hepsine merhamet etmeyi Kendi üzerine yazmış.

Ayetin devamında farklı bir konudan bahsederek; “Hepinizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır.” diyerek başka bir söz veriyor. Bir gün mutlaka kıyametin olacağını ve hepimizi toplayacağını söylüyor. Bu sözünden anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, Kendi özgürlüğünü sınırlayarak, kıyameti koparmama hürriyetinden vaz geçiyor. Hâlbuki kıyametin kopması demek, evrenin dürülüp yeniden oluşturulması ve içindeki canlı cansız varlıkların yeniden inşa edilmesi demektir. Yani, Yüce Yaradan, evrenle ilgili her yaratmaya sıfırdan başlamayı kabul ediyor anlamındadır.

Diğer taraftan, kıyamet gününde kimleri toplayacağından bahsederken, Arapça “kum” yani, hepinizi ifadesini kullanıyor. Hâlbuki Secde Suresi 32/13üncü ayette cehennemden bahsederken, insanları ve cinleri cehenneme dolduracağını vurguluyor. Ama Enam 6/12 de, hepinizi diyerek ayrım yapmıyor. Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki, Yüce Yaradan, kıyamet günü insanlar ve cinler dâhil, diğer bütün şuurlu varlıkları da toplayacaktır. (Bu hususla ilgili diğer birçok ayeti “Evrenin Yaratılış Sebebi Üzerine Düşünceler” başlıklı makalelerimizde ele almıştık.)

Ayetteki “hepinizi” ifadesini, ayetin başındaki sözlerle birleştirirsek, Yüce Yaradan’ın, sadece insanlara değil, insanlarla birlikte cinlere ve diğer şuurlu varlıklara da rahmet etmeyi, Kendi üzerine yazdığı şeklindeki düşüncemizi pekiştirmektedir. Dolayısıyla ayetin ilk cümlesindeki, “göklerde ve yerde ne varsa” sözünün hem tekrarı, hem de açıklaması “hepinizi” vurgusu ile netleştirilmiş oluyor.

Tek olan Tanrı’nın, Kendi hürriyetini yine Kendisinin sınırladığı bir diğer konu:

Şura Suresi 42/14: “Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra, ancak aralarındaki, çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından azabın ertelendiğine dair bir söz geçmemiş olsaydı aralarında mutlaka hüküm verilirdi…”

Yukarıdaki ayette, Yüce Yaradan, kimse Kendisinden bir talepte bulunmadan, bazı insanlara yapılacak azabı ertelediğini bildiriyor. Bu sözüyle Kendi özgürlüğünü, yine Kendisi sınırlamış oluyor ve hükmünü erteliyor.

Yüce Yaradan’ın, özgürlüğünü sınırlandırdığı bir başka husus:

Yunus Suresi 10/26: “İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzeli ve daha fazlasıyla karşılık vardır…”

10/27: ”Kötülük kazanmış olanlara gelince, kötülüğün cezası, misli kadardır…”

Enam Suresi 6/160: “Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.”

Yukarıdaki ayetlerde, yarattığı kullarının yaptıkları kötülüğün karşılığının aynısıyla verileceğini belirtiyor. Böylece Yüce Yaradan, Kendisine sınır koyuyor. Benzer sözü, iyilik yapanlar için de veriyor. İyilik yapanlara daha fazlası ve daha güzeli ile karşılık vereceğini ifade ediyor. Vereceği karşılığın miktarını da Enam 6/160’da, on katı olarak açıklıyor.

Yüce Yaradan’ın, özgürlüğüne sınır getirdiği bir diğer önemli konu;

10.44. Şurası kesindir ki Allah, insanlara zerre kadar zulmetmez. Ne var ki, insanlar kendi kendilerine zulmedip duruyorlar.

Nisa Suresi 4/40: “Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar zulüm etmez. Eğer yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onun sevabını kat kat artırır. Ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.”

Enbiya Suresi 21/47: “Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Öyle ki hiçbir kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek. (Yapılan iş) bir hardal tanesi ağırlığınca da olsa, onu getirip ortaya koyacağız.”

Göklerin, yerin, bunların aralarındakilerin ve yerin altındakilerin sahibi olan Yüce Yaradan, Kendisine inanmamakla yetinmeyip hakaretler eden insanlara bile sabrediyor. Hiç kimseye zulmetmiyor. Enbiya Suresi 21/47’de Yüce Yaradan, kıyamet günü de kimseye zerre kadar zulmedilmeyeceğinin sözünü veriyor. Böylece Kendi özgürlüğüne Kendisi sınır koyuyor.

Şimdi düşünelim, bırakın dünyanın en zengin insanını, çevresine göre daha zengin olan bir kişi, kendisine hakaret edenlere nasıl karşılık verir?

Tek olan Tanrı’nın, Kendi hürriyetini yine Kendisinin sınırlandırmasının gerçek sebebini biz bilemeyiz. Bize göre sebeplerden biri, muhtemelen şöyle olabilir. Yarın, Yüce Yaradan’ın huzuruna çıkan hiç kimsenin, Tanrı’ya sitayişte bulunarak, kendisine haksız davrandığını söyleyip, iddiasını savunamayacağı ortamı oluşturmak. Tanrı, özgürlüğüne Kendisi sınırlar getirerek, yarattığı kullarının yapabilecekleri haklı şikâyetlerinin önünü kesmiştir. Böylece adaletinde zerrece şaşma olmamasını sağlamıştır. Dolayısıyla Yüce Yaradan, yarattığı hiçbir kulunun itirazına, “haklısın” diyecek konuma düşmez.

Aşağıdaki ayet, Rabbinin sözünün hem doğrulukça hem de adaletçe tamamlandığını vurgulayarak, bu durumu gayet net bir şekilde açıklamaktadır.

Enam Suresi 6/115: “Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O’nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O, işitendir, bilendir.”

Her şeyin sahibi olan Yüce Yaradan’ın, Kendi özgürlüğüne yine Kendisinin sınır koyması, Onun lütfunun büyüklüğünü gösterir. Nitekim kullarına verdiği maddi ve manevi bütün nimetler, Onun lütfunun göstergesidir. Tanrı’nın verdiği nimetler sadece biz insanlarla ilgili değildir. Yarattığı bütün şuurlu ve akıllı varlıklar için geçerlidir. Yarattığı kullarına verdiği nimetlere daha çok sayıda akıllı ve şuurlu varlığın ulaşabilmesi için, hepsine iki hayat vermiştir. Birinci hayatlarını kısa tutarak, çok fazla sayıda şuurlu ve akıllı varlığın, yaşam sevincini tatmasını sağlamıştır. Bu kullarından hak edenleri de cennetine alarak, sonsuza yakın bir ömürde huzur içerisinde yaşamalarını temin etmiştir. Yüce Yaradan’ın, çok fazla sayıda akıllı ve şuurlu kullarına verdiği bu yaşam nimeti bile, başlı başına büyük bir lütuftur.

Bu sebeple dualarımızda, bu hususu dikkate almamızda fayda var. Dua ederken,  “şunu ver, şunu yap” şeklinde dua ederek, Kendi özgürlüğüne sınır getirdiği için, kâinattaki bütün kullarına yaşam sevinci lütfeden Tanrı’yı, bizim emir erimiz konumuna düşürmeden, “lütfunla şunu ver, lütfunla şunu yap” demeye gayret etmeliyiz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 2 için yorumlar kapalı

TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 1

TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 1

 

Stephen Hawking “Büyük Sorulara Kısa Yanıtlar” isimli eserinde; “Evrenin kendiliğinden, bilim yasaları uyarınca, hiçlikten yaratıldığını düşünüyorum. Bu yasalara Tanrı tarafından karar kılınmış ya da kılınmamış olabilir, fakat Tanrı, söz konusu yasaları ihlal etmek üzere müdahalede bulunamaz, zira böyle olsaydı, bunlara yasa demezdik. Bu durum, Tanrı’ya evrenin başlangıç durumunu seçme özgürlüğü tanır, fakat bu noktada bile öyle görünüyor ki belirli yasalar mevcut olabilir. Durum buysa, o halde Tanrı hiç de özgür olmayacaktır” demektedir.

Hawking, evrenin bir hiçlikten yaratıldığını söylerken, bu yaratılmanın bilim yasaları uyarınca olduğunu düşünüyor. Bu sözlerini kısaca irdelemeye çalışalım. Eğer, yazarın da ifade ettiği gibi, evren bir hiçlikten yaratıldıysa, yaratılmanın öncesinde bilim yasaları denilebilecek hiçbir yasanın da mevcut olmaması gerekir. Hiçlik sözünün anlamı, hiçbir şeyin olmaması demektir. Hiçbir şeyin olmadığı bir ortamda, bilim yasaları denilen ve bütün evreni kapsadığı gibi milyarlarca yıldır değişmeyen böylesine muhteşem yasaların, hem de kendiliğinden var olduğunu düşünmek, en hafif deyimle mantıksızlıktır.

Yazar, belki de, bu cümlesindeki çelişkiyi gördüğü için, anlatımının devamında, bu yasalara Tanrı tarafından karar kılınmasının da ihtimal dâhilinde olduğunu söylemek zorunda kalıyor. Fakat mecburiyetten de olsa, inanmadığı bir durumu ifade ettiğini düşünerek, ortamı dengeleyebilmek için Tanrı’ya sınır koyuyor. Tanrı’nın bu yasaları ihlal etmek için müdahalede bulunamayacağını net bir ifadeyle iddia ediyor. Bu iddiasını “böyle olsaydı, bunlara yasa demezdik” diyerek savunuyor.

Fizik yasaları ile sosyal yasalar farklı şeylerdir, ama bir karşılaştırma yapabilmek için, sosyal yasa kavramından yürüyeceğiz. İnsanlığın bütün yaşamı boyunca biliyoruz ki, insanların uyması gerekli yasaları kim veya kimler koyduysa, onlar değiştirmişlerdir. İster krallar veya sultanlar, isterse ülkelerin meclisleri olsun, bir yasayı koyanlar değiştirirler veya ihlal ederler. Dolayısıyla yasayı Tanrı koyduysa, yine Kendisi değiştirebilir. Nitekim kıyamet de, ancak yasaların değişmesiyle olacaktır. Çünkü kıyamet, yasalar gereği olacak olsa, zamanını tahmin edebilirdik. Hâlbuki Yazarın 14 paragraf aşağıdaki ifadesi şöyle: “Büyük Patlamaya hiçbir şey sebep olmadıysa, Büyük Büzülme, yani Kıyamet de, hiçbir şeyin sebep olmasına gerek olmadan gerçekleşebilir.“

Eğer kıyamet, yani sonsuz küçük bir kara deliğe dönüşme, hiçbir sebep yokken kendiliğinden olabilecekse, biz bir tahmin yürütemeyeceksek, yazarın bilim yasalarına “yasa” demesi, kendi anlatımına göre, geçersiz hale gelir.

Diğer taraftan Tanrı, ”kıyametin zamanının tayini, Bana aittir” diyor. Fakat kâinatı var eden, Tanrı değil de bilim yasaları ise ve eğer evreni oluşturan bilim yasaları kendiliğinden oluştularsa, onların da kendiliğinden değişebileceklerini düşünmek mantıklıdır. Dolayısıyla bunlara yasa dememiz, sadece bizim geçmişe bakarak verdiğimiz bir karardır.

Ayrıca, sosyal yasalar, bir amaçla konulur veya kaldırılırlar. Amacı belli olmayan her iş, akim kalır. İnsanlar birleşerek bir ticari şirket kurmak isterler. Ama “biz aramızda bir şirket kuralım da, bu şirketle ne yapacağımıza, kimin ne kadar sermaye koyacağına ve kârı nasıl paylaşacağımıza sonra karar veririz” diyerek kurulan bir ortaklık duydunuz mu?

Belirli bir amaçları olmadan, insanlar bile bir araya gelmezken, bilim yasaları denilen; fiziksel, kimyasal, biyolojik yasaların kendiliğinden oluşacaklarını ve bir araya gelip aralarında anlaşma yaparak evreni yaratacaklarını nasıl düşünebiliriz?

Eğer bilim yasaları kendiliğinden oluştular ve bir araya gelerek evreni yarattılar diyorsak, bu yasaların şuurlu ve insanların ulaşamayacağı derecede akıllı varlıklar olduğunu kabul ediyoruz demektir. Zaten Hawking de, “eğer tanrıdan bahsetmek istenilirse bu Tanrı, insanlarla iletişim kuran kişisel bir Tanrı değil, bilim yasalarıdır” diyerek, bilim yasalarının şuurlu ve üst akla sahip olduklarını düşündüğünü göstermektedir. Yazar devamla şöyle demektedir: “Yine de böyle bir Tanrı var olsaydı, kendisine on bir boyutlu M-kuramı kadar karmaşık bir şeyi nasıl düşündüğünü sorardım.” Hawking’in, Tanrı’ya soru sormak istemesinin nedenini, insanların anlayamayacağı kadar karmaşık ve on bir boyutlu bir şeyi nasıl düşündüğünü öğrenmek olduğuna göre, evreni yaratan şeylerin hem şuurlu hem de muazzam bir üst akla sahip olduklarını kabul etmiş olduğu anlaşılıyor.

Hawking’in açıklamalarını irdelemeye devam edelim. Yazar, yazımızın başında verdiğimiz ifadesinin sonrasında, “Bu durum Tanrı’ya evrenin başlangıç durumunu seçme özgürlüğü tanır, fakat bu noktada bile öyle görünüyor ki belirli yasalar mevcut olabilir. Durum buysa, o halde Tanrı hiç de özgür olmayacaktır” demektedir.

Yazar, bir taraftan bu yasalara Tanrı’nın karar kılması gerçek bile olsa, bu noktada, başka belirli yasalar da mevcut olabilir diyerek, yasalar konusunda Tanrı’ya ortaklar oluşturuyor. Yani diyor ki, “Tanrı, bazı yasalara karar kılmış olsa bile, başka bazı mevcut yasalar olduğundan, Tanrı, özgür bir şekilde evreni oluşturmamıştır. Mevcut yasalar (bahsettiği bazı bilim yasaları), Tanrı’nın özgürlüğüne sınır koymuşlardır.”

Zannedilir ki bu mevcut yasalar, Tanrı’ya seslenerek, “hoop, istediğini yapamazsın, bizimle birlikte ortak olmazsan sana evreni oluşturtmayız, seni engelleriz yahut karşına çıkar, senin yarattığın evrene rakip evrenler oluştururuz” demişlerdir.

Hawking, söylediklerinin ucunun nereye kadar varabileceğini düşünmüş olmalı ki, fikrini ifade ederken, “öyle görünüyor ki belirli yasalar mevcut olabilir. Durum buysa” gibi muğlak ifadeler kullanmak zorunda kalmış ve sözlerine yapılacak itirazları yumuşatmak istemiş. Ama zevahiri kurtarayım derken, kendi söyledikleriyle çelişmiştir.

Bilindiği gibi bilim, daha önce ulaşılan bulguları ve teorileri yanlışlayarak ilerlemektedir. Bunu en iyi bilenlerden olması beklenen Hawking, bir taraftan bilimsel gerçek gibi sunduğu teorilerini net vurgularla anlatırken, diğer yandan muğlak ifadeler kullanmıştır. Tanrı’nın varlığını kabul etmek zorunda kaldığını görerek, kendisini, böyle kaçamak yollara başvurmak mecburiyetinde hissetmiş olabilir.

Hâlbuki bir bilim insanı olarak Hawking’den beklenen, teorisini anlatırken bilimsel ve gerçek bir bulgu olarak değil, tahmin şeklinde ifade etmesidir. Yazar bunu yapmayıp aksine teorisini şöyle açıklamaktadır: “Büyük Patlamadan sonra evren genişledikçe soğumaya başladı. Büyük Patlamadan yaklaşık bir dakika sonra sıcaklık aşağı yukarı bir milyar derece düştü. Bu sıcaklıkta nötronlar, daha fazla protona bozunmaya başlarlar.”

Hawking’in bu açıklamaları karşısında insanın aklına birçok soru geliyor. Bahsedilen bir dakika, aşağıda aktardığımız, Einstein’ın zaman kavramıyla ilgili göreceli teorisine göre mi, yoksa bizim yaşadığımız zaman dilimine göre mi? Ayrıca evrendeki, bir dakikada bir milyar derece (güneşin sıcaklığının yüz katı) soğumayı hangi deneyle tespit etmiş olabilir? Bir milyar derece sıcaklıkta, nötronların daha fazla protona bozunmaya başladığını hangi deney veya bulgulara dayandırmış olabilir?

Yukarı paragrafta anlattığımız gibi Hawking, evrenin var oluşunu Büyük Patlama (Bing Bang) ile açıklamaktadır. Yazar, evrenin, bir protondan bile küçük olan bir varlıktan bu patlama sayesinde oluştuğunu vurgular. Fakat protondan bile küçük olmasına rağmen sonsuz yoğunluktaki bu varlığın kendiliğinden nasıl var olduğu hususunda hiçbir fikir beyan etmez. Evreni oluşturabilmek için üç şeye ihtiyaç olduğunu söyler. Bunlar; madde, enerji ve uzaydır. Einstein’ın E=mc2 formülüne göre madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşebilmektedir. Dolayısıyla, evreni oluşturmak için iki şeye ihtiyaç vardır. Enerji ve uzay. İşte, Hawking’e göre, enerji ve uzay, Büyük Patlama sonucunda kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Yazara göre, Büyük Patlama devasa miktarda pozitif enerji üretirken, aynı zamanda ve aynı miktarda negatif enerji de üretmiştir. Dolayısıyla, pozitif enerji ile negatif enerjinin toplamı, her zaman, sıfır olmuştur. Bu sonuç, bir başka doğa yasasıdır.

Hawking, Büyük Patlamayı bir doğa yasasıyla (enerji toplamı sıfırdır şeklindeki doğa yasasıyla) açıklarken, herhangi bir yardıma gerek olmadan evrenin oluşa geçebileceğini vurgular. Yani, Büyük Patlamaya hiçbir şey sebep olmamış olmasının, çok büyük bir ihtimal olduğunu söyler. Yazara göre, Büyük Patlamaya hiçbir şey sebep olmamış ise, zaten Tanrı’ya ihtiyaç da yoktur. Dolayısıyla, Büyük Patlamaya izin veren kuantum yasalarını da, Tanrı’nın yaratmasının düşünülemeyeceğini savunur.

Hawking’e göre, Büyük Patlamaya hiçbir şey sebep olmadıysa, Büyük Büzülme, yani Kıyamet de, hiçbir şeyin sebep olmasına gerek olmadan gerçekleşebilir. Böylece bütün evren sonsuz küçük ve sonsuz yoğun tek bir kara delik haline dönüşebilir.

Yazar, Büyük Patlama öncesinde zaman diye bir şeyin olmadığını vurgular. Zamanın, Büyük Patlama ile başladığını savunur. Büyük Büzülme sonucu, evren, tekrar sonsuz küçük ve sonsuz yoğun bir varlığa dönüştüğünde zamanın yine duracağını iddia eder. Konuya bu açıdan bakan Hawking, zamanın olmadığı, zamanın durduğu bir ortamda, yaratıcının var olması için mevcut bir zaman olmadığını söyleyerek, Tanrı’nın var olamayacağını savunur.

Zaman diye bir şeyin olmadığı Büyük Patlama öncesi bir ortamda, Tanrı’nın var olamayacağını, çünkü Tanrı’nın var olacağı bir zamanın olmadığını savunan Hawking, zamanın olmadığı aynı ortamda, doğa yasalarının olabileceğini savunmakla kalmamakta, Büyük Patlamaya izin veren kuantum yasalarının varlığından net bir şekilde bahsetmektedir.

Eğer, zamanın olmadığı Büyük Patlama öncesi ortamda Tanrı’nın var olması, zaman olmadığı için mümkün değilse, kuantum yasaları (doğa yasaları) zamanın olmadığı aynı ortamda nasıl var olmuşlardır?

Evreni oluşturan proton ve nötron, zamanın olmadığı bir ortamda nasıl var olmuşlardır?

Hawking’in, bir taraftan inanmadığını vurguladığı, ama var olma ihtimalinden de bahsettiği Tanrı’nın, özgürlüğünü bile kısıtlayacak ölçüde güçlü yasaların varlığını savunması, net bir çelişki değil midir?

Tanrı var olabilmek için zaman bulamazken, şuurlu ve akıllı varlıklarmış gibi anlatılan doğa yasaları, zamanı kendileri mi oluşturmuşlardır? Eğer doğa yasaları zamanı oluşturdularsa, yani Büyük Patlamadan önce zaman varsa, Hawking’in bütün teorisi çökmez mi?

Uzayı inceleyen Hawking, Einstein’ın genel görecelilik kuramını kendi araştırmalarına temel yapıyor. Bu teoriye göre uzay ve zaman, artık mutlak değildir. Uzay ve zaman, evrendeki madde ve enerji tarafından şekil verilen dinamik niteliklerdir. Hawking ve Einstein, zamanın göreceliliği konusunda haklıdırlar. Ama keşke Kur’an’ın aşağıdaki ayetlerini okusalardı, kendileri için daha güzel olurdu:

Mearic Suresi 70/4: “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde Ona çıkar.”

Secde Suresi 32/5: “O, gökten yere, işleri düzenler, sonra da o işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir.”

Einstein, evrene şansın hükmettiği fikrine şiddetle karşı çıkmıştı. Hawking, Einstein’ın bu düşüncesini “Tanrı zar atmaz” şeklinde özetler. Ama bu anlayışa karşı çıkarak şöyle der: “Mevcut bütün kanıtlar, Tanrı’nın tam bir kumarbaz olduğunu gösteriyor.” Bu durumda yazara şunu sormak gerekiyor: “Eğer evreni Tanrı yaratmadı ve bilim yasaları oluşturdu ise, bilim yasaları kumarbaz mıdır? Cevabı evet olmalı ki, evrendeki Belirsizlik İlkesi fikrine katıldığını söylüyor.

Bilim yasalarının kumarbaz olarak nitelenmelerinin sebebi, evrendeki Belirsizlik İlkesidir. Bu ilke, bir parçacığın hem konumunun hem de hızının aynı anda tutarlı bir şekilde öngörülemeyeceğini savunur. Bu iddia doğru bile olsa, Tanrı’nın zar atmasıyla bir bağlantısı yoktur. Çünkü bilim insanlarının büyük çoğunluğu, evrendeki muazzam simetriye ve belli sabitlerin var olmasına hayranlıkla değinirlerken, zar atma bunun neresindedir?”

Aslında Hawking de, bilim insanlarıyla aynı fikirdedir. Nitekim yazar, evrende başka akıllı yaşamlar var mı diye irdeleme yaparken, Tanrı’nın kumarbaz olduğu şeklindeki kendi ifadesiyle çelişen şu fikirlerini aktarıyor: “İlk bakışta evrenin böylesine tıkırında işlemesi olağanüstü görünür. Belki de bu, evrenin insan ırkını üretmek için özellikle tasarlandığının kanıtıdır. Fiziksel sabitlerin ince ayarlanmış olduğundan şaşkınlık duymamamız gerekir. Çünkü bu şekilde olmasalardı, bizler burada olmazdık.”

Kendisini, büyük sorular soran adam olarak niteleyen Hawking’in ulaştığı cevapların, çok daha fazla karşıt sorular ürettiği açıkça görülüyor. Eğer Hawking, evren konusunu ve uzayı incelediği kadar, sadece kendi halini ve yapısını inceleseydi ne olurdu bir düşünelim.

Bir parmağından başka bir uzvunu oynatamayan bir insanın beyninin, diğer insanlara göre çok daha iyi bir şekilde çalışmasını, hangi doğa yasalarının sağladığını sorgulasaydı, ulaştığı sonuçlarda daha gerçekçi olurdu. Aslında Hawking, farkında olmadan zihin konusuna değinirken bazı güzel sorular sormuş, fakat cevaplarını aynı güzellikte irdeleyememiş ki düşüncelerinde değişiklik olmamış. Hawking şöyle soruyor:

“Nasıl olur da sonlu zihinlerimiz, sonsuz bir evreni kavrayabilir? Böylesi bir girişimde bile bulunmak, özümüzü beğenmişlik değil midir?”

Hawking; duygularının, üzüntülerinin, sevinçlerinin kızgınlıklarının, mutluluklarının hangi doğa yasaları ile oluştuğunu, diğer insanlardan farklı olmasında hangi doğa yasalarının etkili olduğunu inceleseydi, kendisi için de daha tatmin edici cevaplara ulaşabilirdi. Gelmiş geçmiş hiçbir insanın parmak izinin birbirine benzememesinin, hangi doğa yasalarının eseri olduğunu inceleseydi, herhalde Tanrı hakkında farklı bir fikre ulaşırdı.

Eğer kendisini incelemek istemediyse, çevresini tetkik etseydi, yine olurdu. Yeryüzündeki, çeşit sayısı on bini aşan bitkileri inceleyip, aynı toprakta yan yan duran bitkileri farklı özelliklerde oluşturanın hangi doğa yasaları olduğunu sorgulasaydı, hakikate yaklaşabilirdi. Aynı özelliklere sahip denizlerde, yüz binlerce çeşit canlı türünü, hangi doğa yasasının sağladığını merak etseydi, belki hatasını anlardı. Sayıları milyonla ifade edilen hayvan türlerini hangi doğa yasalarının yarattığını araştırsaydı, Tanrı hakkında gerçeğe ulaşabilirdi.

Belki de Hawking, yukarıdaki iki paragrafta verdiğimiz konuları araştırmayıp, kitabında hayatını anlatırken kurduğu ”ancak, sevdiğim ve beni seven insanlar olmasaydı, boş bir evrende yaşıyor olurdum”  şeklindeki duygusunun hangi doğa yasalarıyla yönetildiğini irdelese bile, yeterli olabilirdi. Bir taraftan, hem, sevginin her insanda değil, ama bazılarının arasında olduğunu kabul eden, hem de, sevginin büyük gücünden bahseden yazar, bir sonraki paragrafına şöyle başlıyor: “yalnızca doğadaki temel parçacıklardan oluşan biz insanların…”

…Keşke çelişkilerini görebilseydi.

Hawking, kitabında evrende akıllı yaşam var mı diye sorduktan sonra şöyle söyler: “Ciddi olmak gerekirse, başka bir yerde akıllı yaşam varsa bizlerden oldukça uzak olmalıdır, aksi takdirde şimdiye kadar Dünyayı ziyaret etmiş olurlardı.”

Anlaşılan o ki, Hawking, yaptığı irdelemeler sonucunda, evrende başka akıllı varlıklar olabileceğini düşünüyor. Onların bizi ziyaret etmemiş olmalarından destek alarak, bizden çok uzaklarda olduklarını söylüyor. Eğer, bu akıllı varlıklar Dünyayı ziyaret ederlerse, bizim, Amerika’yı ve Afrika’nın orta ve güneyini keşfeden Avrupalılar karşısındaki yerliler durumuna düşeceğimizi ifade ediyor. Dolayısıyla, başka bir yerdeki akıllı varlıklar, insanlardan daha akıllı ve teknolojik olarak çok daha ileriler demektir. Bu nedenle, bu akıllı varlıklar Dünyayı ziyaret ederlerse, bizim kendimizi büyük görüp, Tanrı’nın varlığına itiraz etmemiz anlamsızlaşır. Çünkü bizden daha akıllı varlıkların da evrende yaşıyor olmaları, Tanrı’nın yaratıcılığını, gücünü ve muazzam aklını net bir şekilde bize gösterir.

Yazarın, Tanrı’nın özgürlüğünün kısıtlı olabileceği şeklindeki sözünü, bir başka açıdan bakarak, kutsal kitapların ışığında irdelemeye çalışacağız. Ama bunu, bir başka yazımızda ele alacağız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | TANRI’NIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE 1 için yorumlar kapalı

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 4

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 4

 

Aşağıda yapacağımız irdelemeler, yazımızın başlığıyla doğrudan değil, ama dolaylı olarak ilgili olduğu için, başka bir makale başlığı yapmadan ele aldık.

Yüce Yaradan’ın Katında olabileceği hususunda tahmin yürüttüğümüz Cennette, özgürlük olup olmadığını bilmiyoruz. Bu konuda fikir yürütebilmek için yine, Kur’an ayetlerini incelemeye çalışacağız. İnceleyebileceğimiz iki net konu var.

Birincisi, Hz. Âdem ve eşinin durumu.

Bakara Suresi 2/35: Dedik ki: “Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”

Ayetten anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, Hz. Âdem ve eşine özgürlük vermiş. Ama bir de sınır koymuş. Bu durum, biz insanların dünyadaki konumuna benzemektedir. Tek olan Tanrı, bizlere de özgürlük vermiş, ama bazı sınırlar da koymuş. Hz. Âdem ve eşi, kendilerine verilen özgürlüğü hatalı kullanmışlar ve sınırı aşmışlar. Onların bu halleri de, bizim dünya hayatımızdaki davranışlarımıza benziyor.

Cennetteki özgürlük hususunda fikir yürütebileceğimiz ikinci konu, şeytanın durumudur. Bu sitede, şeytan hususunda çeşitli makaleler yayınladık. Konumuzla bağlantılı olanı “İslâm’da Şeytan Konusu” başlıklı yazımızdır.

Bu makalemizde Kur’an ayetlerinden çok sayıda örnekler verdikten sonra, aynen şu kanaate vardığımızı ifade ettik:

“Araf Suresinin 10-25inci ayetlerindeki benzer ifadeler, Hicr Suresi 28-42inci ayetlerinde de vardır. Gerek Araf, gerekse Hicr Suresinin ilgili ayetlerinden anlaşıldığına göre, Yüce Yaradan, insanlara özgürlük tanıdığı gibi, aslında bir melek olan şeytana da, onu uyararak, aldığı kararın yanlış olduğunu ve neden böyle düşündüğünü sormakla, özgürlük tanıdığını gösteriyor. Şeytan da, kendisinin yaratılış maddesinin insanınkine göre daha üstün olduğunu düşündüğünden, kendinden daha düşük gördüğü insana saygı göstermek istemiyor.”

Nitekim İsra Suresinin aşağıdaki ayetleri de bu durumu teyit ediyor.

17 İsra Suresi 61: (Yine unutma ki) Bir vakit meleklere: “Âdem’e secde edin” demiştik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler. O ise: “Ben bir çamurdan yarattığın kimseye mi secde ederim?” demişti.

Ayetleri irdelememizin sonunda görülen o ki, şeytan da bir melek. Hattâ, bizim bildiğimiz dört melek gibi bir baş melek. Bir baş melek olmasına rağmen, Yüce Yaradan’ın isteğine karşı çıkması, belli bir özgürlüğünün olduğunu gösterir. Ancak, tıpkı Hz. Âdem ve eşi gibi, şeytan da, özgürlüğünü yanlış kullandığı için cezalandırılıyor. Ama bir baş melek olduğu için de, insanlarla ilgili olarak yapmak istedikleri konusunda kıyamete kadar izin veriliyor.

Bu durumları, dünya hayatındaki bazı konumlarla karşılaştırırsak, belki daha kolay bir fikir sahibi olabiliriz. Bilindiği gibi, orduların karargâhları, fabrikaların büro katlarının önderleri, diğer bölümlerdekilere göre daha sadıktırlar. Özgürdürler, ama özgürlüklerini çalıştıkları kurumun aleyhine kullanmaları ihtimali daha zayıftır. Çünkü büro katının önderleri veya karargâhtakiler, kurumlarının içerisinde bulunduğu gerçeği daha yakından bilir ve yaşarlar. Bu sebeple, rastgele fikir beyan etmezler. Kurumun başındakine güvenirler. Çoğunlukla, yapılması gerekenin yapıldığını düşünürler. Ama diğer bölümlerdeki insanlar, gerçeği bilmediklerinden “bekârların eşlerini boşaması” gibi konuşurlar ve bazı hususlarda itiraz ederler. Dolayısıyla, diğer bölümlerdeki bir insanla aynı yapıda olan büro katı önderinin daha sadık olması, kurumsal yapının bir sonucudur.

Bizim bu değerlendirmelerimizin, art niyetlileri değil, iyi niyetle çalışanları kapsadığı açıktır. Kutsal kitapların anlatımlarından anladığımız kadarıyla, meleklerin ve aslında bir melek olan şeytanın, art niyetli olmaları düşünülemez. Dolayısıyla biz de, Kur’an’da anlatılanları insanların yaşamlarıyla karşılaştırırken, iyi niyetli çalışmalardan örnekler verdik.

Melekler de, karargâh veya büro katının önder personeli gibi düşünülebilir. Özgürlüklerini, kurumun başındakinin veya sahibinin zararına olmayacak, aksine kurumun lehine olacak şekilde kullanmaları beklenir. Ama emri verenin hilafına kullanmaları durumunda alacakları ilk ceza, büro katından aşağıya indirilmeleri olur.

Şeytanın durumunu bu açıdan irdelersek; karargâh personelinden, alt kademeden herhangi birine secde etmesinin, yani saygı göstermesinin istenmesine benzemektedir. Kendisini özgür hissetmeyen karargâh personeli, verilen emre itiraz edemez. Şeytan itiraz ettiğine göre, fikrinde hür olduğunu düşünüyor demektir.

Ayrıca, Bakara Suresi 2/30uncu ayetin anlatımına göre, başlangıçta, sadece şeytan değil, bütün melekler de itiraz ediyorlar. Bunun üzerine Yüce Yaradan, aynı ayetin sonunda “şüphesiz Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim” diyor. Bir sonraki 31inci ayete göre, Hz. Âdem’e isimleri öğretiyor ve meleklere dönerek; “haydi iddianızda doğru iseniz, bana şunları isimleriyle haber verin diyor”. İşte bu noktada diğer dört melek, 32inci ayette: ”Yücesin sen ey Rabbimiz! Bizim için, Senin bize bildirdiğinden başka ilim ne mümkün. Şüphesiz en iyi bilen, hâkim olan Sensin” diyerek itirazlarından vazgeçiyorlar. Ama şeytan, kapıldığı kibrini sürdürdüğünden, itirazını geçersiz bir sebebe dayandırarak cezayı hak ediyor. Karargâhtan indiriliyor.

Kutsal kitapları incelediğimizde, konumuzla dolaylı bağlantılı olarak ulaştığımız bir sonuç da şu:

Yüce Yaradan’ın katındakiler, başta bizi yaratan Tanrı’mız olmak üzere, bütün melekler bizim iyiliğimizi istemektedirler. Tıpkı, karargâhta çalışanların, diğer bölümler olmadığı takdirde kendilerinin bir anlamının olmadığını bildikleri gibi, melekler de, evrendeki şuurlu varlıkların olmasını isterler. Meleklerden Azrail bile bizim iyiliğimizi ister. Ama melekler, emir verildiğinde, görevlerini yapmaktan da hiç geri durmazlar. Nasıl, birlik komutanları, aldıkları emir gereği, savaştan kaçan kendi erlerini vurdularsa, melekler de aldıkları emri uygularlar.

Diğer yandan, eskiden Tanrı katında bir melek olan, ama sonrasında cezalandırılarak aşağıya (evrene) indirilen şeytan bile, bize dolaylı olarak doğru yolu göstermektedir.  Bunu daha iyi anlayabilmek için, kendi hayatımızdan bazı kesitler düşünelim. Bir çocuğu iyi yetiştirmek istiyorsak, önce o çocuğu kötü yetiştirmenin yolunun ne olduğunu bilmeliyiz. Örneğin, bir çocuğu kötü yetiştirmenin ilk yolu, anne ve babanın, çocuğa, birbirlerinden farklı davranmaları ve çocuğa anlatırken birbirlerini kötülemeleridir.  O halde, ebeveynler olarak çocuğu iyi yetiştirmek istiyorsak, ortak davranış sergilemeli ve birbirimizi çocuğa kötülememeliyiz. Şeytanın da bizden istediği; çocuklara kendimizi daha çok sevdirebilmek için, çocuğa karşı eşimizden daha sevecen davranmamız ve çocuğa eşimizi kötülememiz yönündedir. Eğer, şeytanın bize fısıldadığı ve nefsimize hoş gelen bu davranışları yapmazsak, doğru yolu kendiliğinden bulmuş oluruz.

Bizim dikkatten kaçırmamamız gereken bir başka husus, Tanrı Katındakilerle evrendekilerin, bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları olduğudur. Yüce Yaradan’ın, önce evreni yaratması, sonra Kendi Katındakileri yaratması ve sonrasında da, kâinattaki şuurlu varlıkları yaratması ihtimali mantıklı görünüyor. Tanrı’nın, Kendi Katındakileri önce yaratmasının, sonra da, kâinattaki şuurlu varlıkları yaratmasının muhtemel sebebi, bütünü mükemmel bir sistem içerisinde tamamlamaktır.

Konuya ve ilgili ayetlere bu açıdan yaklaşınca, mutlaka oluşacağı net bir şekilde vurgulanan kıyamet sonrasında da, tek olan Tanrı’nın, kâinatı yeniden inşa edeceği ve yeniden şuurlu ve özgür varlıklar yaratacağı fikrine ulaşılmaktadır. İbrahim Suresi 14/48inci ayette; yer başka yere, gökler başka göklere çevrilecek denilmesi de, bizim bu düşüncemizi kuvvetlendirmektedir. Ayrıca Yüce Yaradan’ın rahmetinin ve lütfunun genişliği dikkate alındığında, evrendeki bütün yaşamları tamamen sonlandırması ihtimali, devam ettirmesi fikrine göre, daha düşüktür.

Tek olan Tanrı, kâinatı yeniden yaratsa da yaratmasa da, evrendeki kıyamet sırasında ve sonrasında Kendi Katındaki meleklerin ve cennetindekilerin yaşamaya devam edeceklerini tahmin ediyorum. Çünkü Cennetinde ve Cehennemindeki yaşam için, ayetlerde “orada ebedi kalacaklardır” ifadesi geçmektedir. Ancak, ayetlerde geçen ebedi sözü, sonsuz olarak algılanmamalıdır. Çünkü zamanı tayin eden Yüce Yaradan’dır. Sonsuzluk, sadece ve sadece tek olan Tanrı’ya mahsustur. Ama tek olan Tanrı, kıyamet sonrasında evreni yeniden yaratsa da yaratmasa da, Yüce Katındakilerin yaşamlarının, Kendi belirleyeceği bir süre kadar daha devam etmesine izin vermesi mantıklıdır.

Bilgisi tamamen Yüce Yaradan’a ait olan kıyamet sonrasında, cennetteki yaşamın devam edeceğini tahmin ettiğimi, yukarıda ifade ettim. Fakat kıyamet sonrasında cehennemindekilerin, yaşamlarına cehennemde devam edip etmeyecekleri hususunda fikir beyan edebilmek için, sadece, bazı ayetlerdeki “orada ebedi kalacaklar” sözüne değil, Kur’an’ın diğer bazı ayetlerinde ve Kitabın bütününde anlatılmak istenileni dikkate almak gerekiyor. Diğer bazı ayetlerde ve dolayısıyla Kur’an’ın bütününde, Yüce Yaradan’ın rahmetinin azabından geniş olduğu sıkça vurgulanır.

Yusuf Suresi 10/64: “…O, merhametlilerin en merhametlisidir.” Yüce Yaradan’ın bu sözünü pekiştiren bir diğer ayet şöyledir:

Araf Suresi 7/156: “…Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır…”

Enam Suresi 6/128: “…Allah da: ‘Sizin (cinler ve insanlardan, birlikte iş çevirenler) durağınız cehennemdir. Orada, Allah’ın dilemesi müstesna, ebedi olarak kalacaksınız’ der…”

Yukarıdaki üç ayet ve Kur’an’ın bütünü dikkate alındığında, kıyamet sonrasında, Yüce Yaradan’ın uygun göreceği bir sürede, cehennemdekilerin birçoğunun çektikleri cezalarının yeterli görülüp, cennetine nakledilmeleri ihtimali vardır. Çünkü Araf Suresi 7/156’ya göre, azabını dilediğime isabet ettiririm sözünün devamında, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır denilmesinin bir anlamı vardır. Nitekim Enam Suresi 6/128 de “Allah’ın dilemesi müstesna” diyerek, bazıları için farklı uygulama yapabileceğini net bir şekilde ifade etmektedir. Muhtemelen, tam anlamıyla hak edenlerden azabını kaldırmayabilir. Ama yaptıkları yanlışın cezasını çektiklerini düşünerek affedilmelerini bekleyenlerin birçoğunu, her şeyi kuşatan rahmetiyle affedebilir.

Kıyamet sonrasında yeniden yaratılacağını düşündüğümüz, insanlar, cinler ve diğer şuurlu varlıklar; mevcutlarla aynı yapılarda olabileceği gibi, yepyeni vasıflardaki varlıklar da olabilir. Veya tek olan Tanrı, yepyeni özelliklerde yeni şuurlu varlıklar yaratabilir. Bütün bunlar, tamamen, Yüce Yaradan’ın bilgisi ve arzusu sonucu oluşabilir veya oluşmayabilir. Hüküm ve hikmet sahibi olan, sadece ve sadece tek olan Tanrı’dır. Diğer bütün şuurlu varlıklar ve biz insanlar, O’nun, bazı özellikler vererek yarattığı, günaha meyilli kullarıyızdır.

Yazımızın başlığındaki konuyu irdeledikçe, insanın şu duygulara ulaşmaması mümkün değil. “Evrende, insanlar âlemi ve cinler âlemine benzer başka özgür ve şuurlu varlıkların âlemlerinin de olması güzel bir şey. İnşallah, mümkün olduğu kadar çok sayıda varlık, hem evrendeki, hem de Cennetteki hayatlarında, yaşam sevincini tatmaktadırlar ve tatmaya devam ederler.”

Rabbim neylerse, güzel eyler.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 4 için yorumlar kapalı

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3

 

Şimdi, bir önceki yazımızın başında verdiğimiz Enbiya Suresinin 16ıncı ayetine geri dönelim. Yüce Yaradan, ayetinde diyor ki: “Biz, evreni boş bir eğlence için yaratmadık”. Bu sözün doğru olduğuna, bir önceki yazımızdaki irdelemelerimize dayanarak hemfikir olduğumuzu düşünerek, ilk sorumuzu tekrar soralım: “Yüce Yaradan evreni, boş yere yaratmadığına göre, neden yaratmış olabilir?”

“Evrenin Yaratılışı Üzerine 1 ve 2” ve “Evrenin Var Olma Sebebi Üzerine” başlıklı makalelerimizde, bu hususta bazı cevaplar aramaya çalışmıştık. Einstein’ın da sorduğu “evrenin ve bizlerin neden yaratılmış olabileceği” sorusuna kutsal kitaplardan faydalanarak, kendimizce bir fikir oluşturmaya gayret etmiştik.

Bir önceki makalemizde, konumuzla ilgili ayetlere dayanarak, evrende birbirinden farklı özelliklerde şuurlu varlıklar olduğundan bahsettik. Biz, sadece kendimizi ve kutsal kitaplarda bildirilen melekleri ve cinleri biliyoruz. Ama İsra Suresi 17/70inci ayetten de anlaşıldığına göre, bu varlıklardan başka da ve hattâ insanlardan da üstün vasıflarda canlılar mevcut.

Diğer yandan, Kur’an ayetlerin birçoğunda “göklerdeki kimseler (Arapçası, men)” şeklinde bahsedilir. Ayrıca, evrende bizim yaşadığımız bölge için de, yakın gök tabiri kullanılır. Hâlbuki ayetlerde, yedi gök ifadesi geçer. Belki de diğer göklerde başka şuurlu kimseler (men) var. Biz bunların hakkında bilgi sahibi değiliz. Ama bizim bilgi sahibi olmamamız, onların var oldukları gerçeği değiştirmiyor. Kur’an’ın anlatımlarına göre, başka şuurlu ve kuvvetle muhtemelen özgürlük de verilmiş canlılar olarak yaşıyorlar.

Bahsettiğimiz bu şuurlu varlıklarla ilgili olarak daha ayrıntılı bir bilginin bize verilmesinin, insanlara bir faydasının olduğunu düşünmüyorum. Muhtemelen bu varlıklar, insanlar âleminden bağımsız ve bağlantısız bir şekilde uzakta oldukları için, Yüce Yaradan, bizlere bilgi vermeyi gerek görmemiş olabilir. Hâlbuki cinler, insanlar âlemi ile kısmen de olsa bağlantılı oldukları için, çok az da olsa, bilgi verildiği kanaatindeyim. Melekler ve bir melek olan şeytan da, insanlık âlemi ile sürekli bağlantılı oldukları için, az da olsa, bilgi verilmiş olması mantıklıdır. Cinler ve melekler hakkında verilen bilgilerin, bizim için yeterli ve yol gösterici olduğu kanaatindeyim. Cinlerin ve meleklerin ve diğer şuurlu varlıkların, ne şekil bir varlıklar olduğu, beslenip beslenmedikleri, nasıl hareket ettikleri, nasıl bir ortamda yaşadıkları gibi hususlar hakkında bilgi sahibi olmamızın, bize ilave bir faydasının olacağını zannetmiyorum.

Bizim bildiğimiz canlılar âlemleri; bitkiler, hayvanlar, insanlardır. Bizim görmediğimiz, ama varlıkları hakkında bize kutsal kitaplarda bilgi verilenler ise, cinler ve meleklerdir. Yüce Yaradan, İsra Suresi 17/70inci ayette, insanları, yarattıklarının bazılarından üstün kıldığını bahsediyor. İnsanların, bitkiler ve hayvanlar âleminden üstün olduğunu biliyoruz. Kur’an’ın diğer ayetlerinde bahsedilenleri dikkate aldığımızda, tek olan Tanrı’nın, insanları, cinlerden ve meleklerden üstün kıldığını anlıyoruz. Yani bizim bildiğimiz ve bize bildirilen bütün âlemlerden üstün kılınmışız.

Bu durumda, eğer başka şuurlu varlıkların oluşturduğu âlemler olmasaydı, İsra Suresinin 70inci ayetinde, “yarattıklarımızın hepsinden üstün kıldık” vurgulamasının net olarak yapılması beklenirdi.  Ama Yüce Yaradan, “yarattıklarımızın bazısından üstün kıldık” şeklindeki bir ifadeyi amaçsız söylemeyeceği aşikâr olduğuna göre, insanlardan daha üstün olan şuurlu varlıklar var demektir.

İnsanlardan üstün olan şuurlu varlıkların olması, bizim insanlar olarak, Tanrı ile olan konumumuzu net bir şekilde ortaya koyan göstergelerden birisidir. Biz insanlar olarak; süper bilgisayarlar yaptık, bazı hücreleri kopyaladık ve yapay zekâ yapmaya çabalıyoruz diyerek, kendimizi Tanrı ile karşılaştırmaya başlamıştık. İşte, kâinatta, insanlardan üstün şuurlu varlıkların olması, bizim Tanrı karşısındaki acizliğimizi anlayarak kendimize gelmemiz için güzel bir fırsattır.

Şimdi konumuzu irdelemeye bir başka açıdan devam edelim. Bu sitede yayınladığımız, “Kendi isteği olmadan dünyaya gelen bir insanın, imtihan edilmesi yanlış mıdır” ve “İnsanlara özgürlük verilmesi, insan için kötü mü olmuştur?” başlıklı makalelerimizde ulaştığımız sonuç, insanların çok çok az bir kısmı hariç, hemen hepsinin bu dünya hayatını yaşadığına memnun olduklarıdır. Hayatı sırasında acı çeken ve fakir bir ömür süren insanların bile, bir gün daha fazla yaşayabilme isteğinin olması, dünya yaşamından memnuniyetin gerçek olduğunu göstermektedir. İnsanların sayılarıyla kıyaslanamayacak kadar az olan intihar vakalarının sebeplerinin başında da ruhi bunalıma girmeleri gelmektedir.

Bu dünyaya doğmuş olmak ve hayatı yaşamak, insanlar için bu kadar güzelse, cinler ve diğer şuurlu varlıklar için de aynı şeyin geçerli olması beklenir.

Ayrıca bu dünya hayatında, Yüce Yaradan’ın gösterdiği düzgün yolda yürüyerek Cennete girmeyi hak edenlerin durumu, çok daha arzu edilir bir yaşamdır. Çünkü bu güzel insanlar, ebedi sayılabilecek bir uzunlukta, sıkıntısız, huzurlu ve mutlu yaşayacaklardır.

Şöyle bir düşünelim. Eğer Tanrı, biz bu dünyaya gelmeden önce bizi yaratsa ve bize  “ebedi olarak yaşayacağınız Cennetime girebilmeniz için, bazı kurallara uymak şartıyla yeryüzünde bir süre yaşamanız gerekiyor” deseydi, biz, bu dünyaya gelmeyi mutlaka ve özellikle isterdik diye düşünüyorum. Hattâ yüz kişilik gurubun içerisinde sadece birinizi göndereceğim demiş olsa bile, yüz kişinin de, o bir kişi olabilmek için can atacağı inancındayım.

İnsanlarda böyle olan arzunun, cinler ve diğer şuurlu varlıklarda da aynen geçerli olması ihtimali kuvvetlidir. Dolayısıyla, insanlardaki iyi-kötü, doğru-yanlış gibi kavramların, hak ve adaleti tesis çabalarının, cinler âleminde ve diğer şuurlu varlıkların yaşamlarında da olması mantıklıdır.

Konuya bu açıdan yaklaşınca, Yüce Yaradan’ın kâinatı yaratmasından istifade eden, insanlar ile cinler ve diğerleri dâhil, geçmişte yaşamış ve halen yaşayanlar hesaba katılınca, sayıları yüz milyarlarla ifade edilebilecek şuurlu varlıkların olduğu görülüyor.

Biz insanlar olarak, çalıştığımız iş yerinde, yardımcımıza bile doğru dürüst bir özgürlük veremezken, Yüce Yaradan’ın çok çeşitli şuurlu varlıklar yaratıp, bunlara özgürlük vermesi, O’nu Tanrı olarak görmemiz için yeterlidir. Tek olan Tanrı’nın, yarattığı evrendeki özgürlük verdiği ve birbirinden farklı özelliklerle donattığı insanlar, cinler ve diğer şuurlu varlıkların her ihtiyacını karşılayacak düzen oluşturması, O’nun rahmetinin delilidir.

Biz insanların bütün ihtiyaçlarımıza uygun oluşturduğu yeryüzünde, huzurlu ve mutlu olabilmemiz için, her zaman yol göstericiliğini, desteğini ve yardımını esirgememesi, Yüce Yaradan’ın rahmetinin ve lütfunun büyüklüğünü gösterir. Biz insanlar için, sürekli olarak rahmetini ve yol göstericiliğini esirgemeyen Yüce Yaradan’ın, diğer şuurlu varlıklar için de aynı uygulamaları yapacağı aşikârdır.

Anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, kâinatı eğlence için yaratmamış. Yarattığı evrende, yüz milyarlarca şuurlu ve özgür varlığın yaşayabilmesi ve sonrasında da, hak edenlerin, Cennetinde huzur içerisinde ebedi olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri için, lütfunun ve rahmetinin büyüklüğünün nişanesi olarak yaratmış. Yarattıklarına iki hayat vermiş. İlk yaşamlarının süresini kısa tutmuş. Dolayısıyla, yarattıklarının imtihanda başarılı olma ihtimallerinin fazla olmasını sağlamış. Ayrıca, ölümün olması, Tanrı’nın lütfuna ulaşacak şuurlu varlık sayısının çok fazla olmasına vesile olmaktadır.

Serdettiğimiz bu fikir, kutsal kitaplardan istifade ederek, bizim, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akılla ulaştığımız bir sonuçtur. Gerçeği, sadece ve sadece, tek olan Tanrı bilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 3 için yorumlar kapalı

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2

EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2

 

Yazımızın başlığıyla doğrudan ve dolaylı bağlantılı olan bazı makaleleri daha önce yayınlamıştık. Bu yazımızda, konuya daha farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Önce, konumuzla ilgili olan, ama daha önce bu husustaki yazılarımızda kullanmadığımız bazı ayetleri vererek başlayalım.

Enbiya Suresi 21/16: “Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri, boş bir eğlence için yaratmadık.”

17: “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik. Yapacak olsaydık öyle yapardık.”

19: “Göklerde ve yerde olan bütün varlıklar O’nundur. Katında olanlar O’na kulluk etmekten ne çekinirler, ne de yorulurlar.”

Ayette bahsedilen “Yüce Yaradan’ın Katı” sözü ile ne kastedildiğini aşağıdaki ayete bakarak anlamaya çalışalım.

Yunus Suresi 10/3: “Rabbiniz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva etti, işi tedbir eyliyor. O’nun izni olmaksızın hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’na ibadet ediniz! Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?”

Demek ki, Yüce Yaradan, yarattığı bütün kâinatı denetimi altında tutmaktadır. Dolayısıyla her yerdedir. Hattâ, aşağıdaki ayetin anlatımına göre, insanlara şah damarlarından daha yakındır.

Kaf Suresi 50/16: “Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız.”

Dolayısıyla, ayetlerde bahsedildiği gibi, her yer Yüce Yaradan’ındır ve O, her yerdedir. Ama “O’nun Katı” ifadesinin anlamı farklı olmasaydı, böyle bir vurgulama ayetlerde yer almazdı. Diğer taraftan, birçok ayette “Rablerinin huzuruna geldikleri zaman” ifadesi geçer. Hâlbuki normal olarak her an, Rabbimizin huzurundayızdır. Bilhassa ibadet ederken, bu durumun şuuruna varmaya çalışırız. Yüce Yaradan’ın her yerde olması gerçeğine rağmen, pek çok ayette “Rabbinin Huzuru” ifadesinin olması da, Yüce Yaradan’ın katının ayrı olduğu anlamını pekiştirmektedir.

O’nun katı ile evrenin işleyiş kuralları bile farklı olabilir. O’nun katındaki zaman ile evrenin diğer yerlerindeki zaman kavramı arasında çok fark olabilir. Secde Suresi 32/5: “O, gökten yere, işleri düzenler, sonra da o işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir.”

Mearic Suresi 70/4: “Melekler ve Ruh miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.”

Melekler ve Ruh, O’nun Katından bizlerin bulunduğu yerlere sürekli inip çıktıklarına göre, onların indindeki zaman kavramı ile bizimki arasında çok ciddi fark var demektir. Veya Yüce Yaradan’ın Katında zaman kavramı olmayabilir. Yeryüzüne inen meleklerin bazıları sürekli bizi takip ettiklerine göre, yeryüzüne inen meleklerin uydukları zaman ile insanların uydukları zaman farklı olabilir. Bu durumlar, bizim anladığımız izafi ve referans noktasına göre farklı olan zaman kavramı ile izah edilemeyecek kadar karmaşıktır.

Bütün bu farklı zaman kavramları, bizim bilemeyeceğimiz ve Yüce Yaradan’ın kudretinin büyüklüğünü gösteren hususlardır. Bu hususla ilgili olarak insanların söyleyebileceği sözün en uygununu, Orhun Abidelerinde Bilge Kağan şöyle söylemiştir: “Zamanı Tanrı yapar, Tanrı yaşar”.

Dolayısıyla biz, anlayabileceğimiz konuları irdelemeye çalışmalıyız. Makalemizle bağlantılı olan ayetlerden anladığımız, Evren ile Tanrı’nın Katının farklı şeyler olduğudur.

Şimdi gelelim “Biz, boş bir eğlence için yaratmadık” sözüne. Bir insan eğlenmek istediğinde ne yapar? Eğlenmek için, kendi kafa yapısına uygun insanlarla beraber olur. Kendisiyle çatışacak fikirlere sahip veya özgürlük ile anarşiyi karıştıran insanlarla birlikte eğlenmeye çalışırsa sonuç ne olur? Muhtemelen bırakın eğlenmeyi kavga bile çıkabilir.

Şimdi Yüce Yaradan’ı düşünelim. Kendi katında olanlar (bize bildirilen sadece meleklerdir), O’na kulluk etmekten çekinmiyor ve yorulmuyorlarsa, tek olan Tanrı’nın her isteğini yerine getiriyorlarsa, onlarla birlikte eğlenmesi daha mantıklıdır. Kendisinin her emrini yerine getiren melekler dururken, özgürlük verdiği için bozgunculuk yapan insanlar veya cinler, Yüce Yaradan’ı bile inkâr ederlerken, niye onlarla birlikte eğlensin?

Ama zaten, eğlenmek bir Tanrı’ya yakışmayacağı için, eğlenmez. Dolayısıyla, eğlenmek amacıyla veya oyun için bir şey yaratmaz. Yüce Yaradan’ın, eğlence yapmayacağını, “boş bir eğlence” veya “oyun olsun diye yaratmadık” nitelemesinden anlıyoruz. Ayrıca, ayetin sonundaki “yapacak olsaydık, böyle yapardık” sözü de, yapmayacağını yani eğlenmeyeceğini net bir şekilde açıklıyor.

Enbiya Suresi 21/17’yi bizim verdiğimiz gibi “Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu katımızdan edinirdik”. olarak değil de, şöyle tercüme edenler var: “…eğlence isteseydik, onu şanımıza uygun yapardık.”

Eğer eğlence veya oyun kavramından maksat, kâinatın yaratılması ise, bu yaratış zaten Yüce Yaradan’ın şanına uygundur. Yok, bizim anladığımız anlamda eğlence ise, insanları ve cinleri yaratırken özgürlük vermezdi. Her şeye gücü yettiği için, özgürlük vermeden yarattıklarıyla, istediği gibi görkemli eğlenceler yapardı. Bu eğlenceleri de, özgürlük vererek yarattığı kulları şaşkınlık içerisinde izlerlerdi. Ama yukarıda da, ayetin açıklaması sırasında ifade ettiğimiz gibi, tek olan Tanrı, eğlenmeyi düşünmediğinden, eğlenmez. Zaten ayette, Yüce Yaradan’ın katı ifadesinin Arapçası “ledünne” olduğu için, yukarıdaki gibi “şanımıza uygun” şeklindeki bir tercüme, aslına uygun düşmemektedir.

Yüce Yaradan eğlenmeyi ve oyun oynamayı düşünmez, ama sevinebilir. Sevinmesi de, yarattığı ve özgürlük verdiği kullarının, haleflik görevlerini yerine getirerek, Cennetini hak etmeleri durumunda olur. Yani, özgürlük vererek yarattığı insanlardan ve cinlerden ne kadar çoğu Cennetine girerse, Yüce Yaradan da, o kadar çok sevinir.

Acaba sevinmesi, sadece insanların ve cinlerin içerisinden, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yoldan gidenlerin artmasıyla mı olur? Acaba kutsal kitaplarda bahsedilenlerin dışında başka şuurlu varlıklar var mıdır? Varlarsa, onlar bizim yaşadığımız evrenin içerisinde mi yaşıyorlar, yoksa Yüce Yaradan’ın katında mı?

İsra Suresi 17/70. Andolsun ki biz, insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Karada ve denizde taşıtlara yükledik ve temiz yiyeceklerden onları rızıklandırdık. Onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.

İsra Suresi 70inci ayete göre, Yüce Yaradan’ın yarattığı mahlûklar sadece insanlar ve cinler değiller. Ayete göre, meleklerden bile saygı göstermesini istediği insanlardan da daha üstün olan varlıkları da yaratmış. Ama bunlar, O’nun katında mı yaşıyorlar, yoksa bizim de içinde bulunduğumuz evrende mi bilmiyoruz. Muhtemeldir ki, özgürlük verdiği bütün kulları, yani, insanlar, cinler ve diğerleri, bizim de içinde olduğumuz evrende yaşıyorlar. Çünkü aşağıda verdiğimiz İbrahim Suresi 48inci ayete göre, onlar da kıyamet günü Rablerinin Huzurunda toplanacaklar.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Enbiya Suresinin 17 ve 19uncu ayetlerine göre Yüce Yaradan’ın Katı ile evren farklı. Yunus Suresi 3üncü ayette de gökleri ve yeri yarattıktan sonra arşa istiva etti (oturdu) derken böyle bir farklılıktan dem vuruluyor.

Bu durumda akla gelen bir başka soru, Cennet ehli nerede yaşıyor sorgusudur. Ayetlerde geçen “huzurumuza geldiğinizde” sözlerine göre Cennet ve Cehennem de, Yüce Yaradan’ın katında olabilir. Bizim yaşadığımız evrende olmayabilir? Ama tek olan Tanrı, bütün şuurlu varlıkları huzurunda topladıktan sonra başka bir tarafa da sevk edebilir. Bütün bunlar sadece ve sadece Yüce Yaradan’ın bilgisi ve yetkisi dâhilindedir. Bizim yaptığımız iş, bazı konuları anlamaya çalışırken, fikir jimnastiği yapmak gibi düşünülebilir.

Şimdi, İbrahim Suresi 48inci ayete bakalım:

İbrahim Suresi 14/48: “O gün yeryüzü bir başka yere, gökler, başka göklere çevrilecek ve bütün varlıklar, bir ve gücüne karşı durulmaz olan Allah’ın huzuruna toplanacaklardır.

Ayetteki anlatımdan, o gün, yani kıyamet günü, sadece yeryüzünde kıyamet kopmayacağı anlaşılıyor. Gökler de başka göklere çevrilecek deniliyor. Bu durumda, kıyamet bütün evrende veya evrenin önemli bir bölümünde olacak anlamı doğuyor. Ayetin devamındaki bütün varlıklar ifadesi de önemlidir. Bizim de aktardığımız, “bütün varlıklar” olarak tercümesi yapılan ifade için, ayetin Arapçasında, sadece gelirler (berazu) denilmektedir. Eğer, huzuruna, sadece insanların gelmelerinden bahsedilseydi, bu durum açıkça belirtilir ve “gelirler” sözü yerine, “bütün insanlar gelirler” denilirdi.

Kıyamet günü, bütün varlıkların Yüce Yaradan’ın huzurunda toplanacağı fikrimizi destekleyen başka iki ayet şöyle:

Neml Suresi 27/87: “Sur’a üfürüleceği ve Allah’ın dilediği kimselerden başka göklerdeki herkesin, yerdeki herkesin korkuya kapılacağı günü hatırla. Hepsi de boyunlarını bükerek O’na gelirler.”

Zumer Suresi 39/68: “Sur’a üflenir ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar.”

Diğer yandan, Yüce Yaradan, cehenneme cinleri ve insanları dolduracağını ifade etmektedir:

Secde Suresi 32/13: Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidayetini verirdik. Fakat Benden, “Bütün insanlar ve cinlerden cehennemi elbette dolduracağım.” sözü hak olmuştur.

Yukarıdaki ayetin açıklaması dikkate alındığında, İbrahim Suresi 48inci ayette, “cinler ve insanlar huzuruna toplanacaklar” diye açık bir ifadenin kullanılması gerekirdi. Bu ikisinden de bahsedilmeyip, sadece “gelirler” denilmesinden, kâinatta var olan ama bizim bilmediğimiz diğer varlıkların da, insanlar ve cinler gibi kıyamet günü Yüce Yaradan’ın huzurunda toplanacağı anlamını çıkarırsak, yanlış yapmış olmayız kanaatindeyim. Nitekim Zumer Suresinin 68inci ayetinde, Sur’a üflendiğinde, göklerdeki herkesin ve yerdeki herkesin öleceğinden bahsedilmektedir.

Şimdi, Tanrı’nın katı konusuna tekrar gelelim. Kıyamet günü, bütün varlıklar Yüce Yaradan’ın huzurunda toplanacağına göre, tek olan Tanrı’nın Katı, aynen kalacak demektir. Dolayısıyla O’nun katında bulunan melekler de, aynen devam edecekler anlamı çıkar. Zaten de birçok ayette bahsedildiğine göre, melekler, o gün Yüce Yaradan sorduğunda şahitlik yapacaklar. Enbiya Suresi 21/28’e göre de, melekler, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkası için şefaat etmezler. Meleklerin hepsi, O’nun korkusundan titrerler. Dolayısıyla, melekler için bizim anladığımız anlamda ölünüp dirilinen kıyamet olmayacak demektir.

Kıyamet günü ile ilgili çok sayıda ayet vardır. Biz, konumuzla ilgili gördüğümüz ikisini aşağıya alacağız:

Hakka Suresi 69/16: “O gün gök yarılmış, sarkmıştır.”

17: “Melekler de O’nun etrafındadır, O gün Rabbinin Arşını bunların da üstünde sekiz melek yüklenir.”

Demek ki melekler, kıyamet günü Yüce Yaradan’ın etrafında olacaklar ve sekiz tanesi arşını taşıyacaklar. Bu arşı taşıma ifadesinin, Yüce Yaradan’ın büyüklüğünü gösteren temsili bir durumu anlatmak için olduğunu zannediyorum. Meleklerin de üstünde oldukları söylenen sekiz melek sözüyle ne kastedildiği hususunda -Yüce Yaradan’ın bize verdiği akılla- fikir yürütmemiz mümkün görünmüyor.

Makalemizin başlığıyla ilgili irdelememize, iki adet makalemizle devam edeceğiz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN YARATILIŞ SEBEBİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER 2 için yorumlar kapalı

DOĞRU İMAN SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE

DOĞRU İMAN SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE

 

Dini açıdan iman söz konusu olduğunda, anlamı hakkında fikir beyan edebilmek için kutsal kitaplara bakmak gerektiği açıktır. Kutsal kitapların içerisinde değişmeden kalan tek kitap Kur’an olduğu hususunda genel bir kabul vardır. Bu nedenle biz de, yazımızın başlığı konusunda açıklayıcı olduğunu düşündüğümüz bir Kur’an ayetini aşağıda verelim:

Ali İmran Suresi 3/110uncu ayet: “Siz insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı ümmet oldunuz. İyiliği emreder (öğütler), kötülükten vazgeçirmeye çalışır (men eder) ve Allah’a inanırsınız. Eğer kitap ehli de inanmış olsaydı, kendileri için iyi olurdu. Onlardan inananlar da var, ama çokları yoldan çıkmışlardır.”

Ayetin başlangıcındaki “siz” sözü, peygamberlerinin aktardığı vahiyleri dinleyen Hz. Muhammed’in sahabelerini tarif etmektedir. Ayetin devamında ise, bu ümmetin belirgin özelliklerini anlatmaktadır.

“Siz, insanlar içerisinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz” ifadesi, bahsedilen bu topluluğun başlangıçta en hayırlı ümmet olmadıklarını vurgulamaktadır. Bilindiği gibi, Ali İmran Suresi iniş sırasına göre 89uncu ayettir. Yani zaman olarak, Hz. Muhammed’e peygamberliğin gelişinden itibaren bakıldığında, peygamberliğinin son çeyreğinde inmiştir.

Peki, bu sürede nasıl bir gelişme olmuştur ki, bu topluluk, Yüce Yaradan tarafından ve geçmiş ümmetler de dikkate alındığı halde, “en hayırlı” olma vasfına layık görülmüştür.

Bunun sebebini, ayetin devamındaki cümle bize açıklamaktadır: “İyiliği emreder, kötülükten sakındırır (vazgeçirmeye çalışır) ve Allah’a inanırsınız.”

Demek ki, Hz. Muhammed’in sahabelerinin (yol arkadaşlarının) oluşturduğu topluluk, kendilerini sürekli geliştirmişler. Sonunda, insanlara iyiliği emreder (öğütler) ve onları kötülükten men ederek sakındırır hale gelmişlerdir.

Cümlenin sonundaki Allah’a inanırsınız sözünü de irdelemekte fayda var. Takdir edileceği gibi, bu topluluğun üyelerinin hemen hepsi, başlangıçtan itibaren Allah’a inanıyorlardı. Dolayısıyla cümlenin sonundaki “Allah’a inanırsınız” sözünde, başka bir vurgulama olması ihtimali kuvvetlidir. Bu vurgu şöyle olabilir. Muhtemelen, Hz. Muhammed’in ümmeti, İslâm ile tanışmalarının başlarında, müşriklere karşı kendilerini koruyabilmenin gayretinde oldukları için, başka bir güce sahip olmadıklarını düşünüyorlardı. Ancak zaman ilerledikçe, güçleri arttıkça, insanlara iyiliği emredip (öğütleyip), onları kötülükten men ederek sakındırmaya başlamak gibi zor bir mücadeleye koyuldular. Bu davranışlarıyla, Yüce Yaradan’a olan inançlarının, kalplerinden gelen bir imandan kaynaklandığını göstermiş oldular. Hz. Muhammed ve arkadaşlarının yaptıkları bu mücadeleler neticesinde, imanları kalplerine yerleşerek iyice pekişti ve inançları sağlamlaştı. Böylece, tek olan Tanrı tarafından, en hayırlı ümmet vasfına layık görülmüş oldular.

Ayetteki bu net anlatımlara göre, günümüzde de, “insanlara iyiliği öğütleyip, kötülükten men ederek sakındıran” kişilerin oluşturduğu topluluğun, Yüce Yaradan tarafından, “en hayırlı ümmet” olma vasfına layık görüleceğine inanıyorum. Diğer yandan, ayetin anlatımının farklı bir yorumu şöyledir. Eskiden veya günümüzde, ayette bahsedildiği gibi davranmayanların, “Hz. Muhammed’in ümmetindeniz” deseler bile, Yüce Yaradan tarafından, “en hayırlı ümmet” nitelemesine layık olmaları ihtimali çok zayıftır.

Yazımızın başlığıyla ilgili olması dolayısıyla, ayetin devamını irdelemeye devam edelim. Ayetin devamında, kitap ehlinden bahsedilir. Bilindiği gibi, kitap ehli ifadesi Yahudileri ve Hıristiyanları nitelemektedir.

Ayette; “kitap ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için iyi olurdu” denilmesi anlamlıdır. Bilindiği gibi Yahudiler ve Hıristiyanlar da, Yüce Yaradan’ın gönderdiği peygamberlerin ümmetleridir. Yani aslında onlar da, inanmış kimseler sınıfına dâhildir. Ama ayette, “kitap ehli de inanmış olsaydı” ifadesi olduğuna göre, Kur’an’ın indiği dönemde, kitap ehli, Yüce Yaradan’a göre, “inanmış” olarak vasıflandırılmıyordu. Cümlenin sonundaki “kendileri için iyi olurdu” ifadesinden anlaşılan, eğer kitap ehli de, Hz. Muhammed’in o dönemdeki ümmetinin ulaştığı gibi inanmış olsalardı, yani, “iyiliği öğütleyip, kötülükten sakındırsalardı”, onlar da en hayırlı ümmet olabilirlerdi.

Konuyu, bir başka bakış açısıyla irdelersek, eğer kitap ehli, gerçek anlamda inanmış olsaydı, Yüce Yaradan yeni bir peygamber ve kitap göndermeyebilirdi diye düşünülebilir. Ama bu hususlarda karar, tamamen Yüce Yaradan’a aittir. Tek olan Tanrı, Kur’an’ında, rahmetini üzerine yazdığından bahsetmektedir. Dolayısıyla, belki de, Cennetine girecek insanların sayılarının artması için, yine de uyarıcılar gönderirdi.

Yukarıda verdiğimiz Ali İmran Suresinin 110nuncu ayetinin her bir cümlesi, bize ayrı bir yönden yol gösteriyor. Ayetin son cümlesine göre, kitap ehlinden inanalar da var, fakat çokları yoldan çıkmışlar. Yani kitap ehli içerisinde, insanlara iyiliği öğütleyip, kötülükten sakındıran kişiler de mevcut. Fakat çoğunluğu bunun tersini yapıyorlar. Dolayısıyla tersini yapanların, Yüce Yaradan nezdinde iyi bir gelecekleri görünmüyor. Hâlbuki kitap ehlinin de çoğunluğu inanmış olsalardı, ümmet olarak, tek olan Tanrı nezdinde, kendileri için iyi bir yere sahip olacaklardı.

Yazımızın başlığına dönersek, ayetlerden anlaşıldığına göre doğru iman, insanlara iyiliği emredip, onları kötülükten sakındıracak mücadeleleri yapacak derecede Yüce Yaradan’a inanmaktır. Yine ayete göre, doğru iman sahibi olmak da, kimsenin veya gurubun tekelinde değildir. Hattâ doğru iman, ayette adı geçen Hz. Muhammed’in ümmetinin de inhisarında değildir. Nitekim ayetin anlatımına göre, eğer kitap ehli de Hz. Muhammed ümmeti gibi davranmış olsalardı, onlar da doğru iman üzerine olmuş olacaklardı.

Dolayısıyla, her insan veya her gurup, doğru imana sahip olabilir. Yeter ki, insanlıkla yakından ilgilensinler. İnsanlara güzel örnek olsunlar. İnsanları iyiliğe yöneltsinler. İnsanların içerisinden kötülük yapacak olanları engellemeye çalışsınlar.

Nitekim aynı surenin devamındaki ayetlerde bu durum daha net bir şekilde açıklanır.

113: “Onların (Kitap ehlinin) hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta duran, secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerini okuyan bir topluluk da vardır.”

114: “Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.”

Yukarıdaki 114üncü ayette, doğru iman edenlerin bir özelliğinden daha bahsediliyor. Bu güzel insanların, hayır işlerinde birbirleriyle yarıştıklarını söylüyor. Ayete göre, ayette bahsedilen bu üç vasfa sahip olan insanlar, 113üçüncü ayette bahsedilen kitap ehli gurubunun içerisindekilerden bir guruptur. Eğer çoğunluk böyle olsaydı, onlardan da “hayırlı ümmet” olarak bahsedilirdi.

Demek ki, doğru imana sahip olabilmek için, Hz. Muhammed’in ümmetinden biri olmak gerekmiyor. Başka ümmet mensuplarından da doğru imana sahip olunabilir.

Bir sonraki ayette, doğru iman sahiplerinin yaptıklarının karşılıksız kalmayacağı vurgulanıyor.

115: “Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.”

Ayetin son cümlesinde Yüce Yaradan, Kendisine karşı gelmekten sakınan insanları bildiğini ifade ederken, muhtemelen bize başka bir mesaj vermek istiyor. Şöyle ki, tek olan Tanrı’ya inanan her kişi, insanların ne yaptıklarını ve ne düşündüklerini Allah’ın bildiğine inanır. Zaten Yüce Yaradan, surenin 110 ve 113üncü ayetlerinde, kitap ehlinin bir kısmının inandığını, çoğunun ise yanlış yolda olduğunu söylerken, her insanın yaptığını bildiğini bize göstermiş oluyor. Buna rağmen, 115inci ayetin sonunda “Allah, Kendisine karşı sakınanları bilir” demesinin muhtemel sebebi, “sakınanları siz bilemezsiniz, Ben bilirim” vurgusunu yapmaktır.

Yüce Yaradan’ın, bu vurguyu yapmasındaki maksadı ne olabilir? Amacın, elimize kendimizin oluşturduğu bir imanmetre alıp, insanların imanlarını, kendimize göre ve sadece dışarıdan bakarak ölçmeye kalkışmamızı engellemek istemesi olduğu kanaatindeyim. Belki de bu sebeple atalarımız, “paranın ve imanın kimde olduğu belli olmaz” demişlerdir.

Allah’ım, Senin nezdindeki en hayırlı topluluğun, hayırlı bir ferdi olabilmemiz için, bizlere, zihin açıklığı, irade gücü ve mücadele azmi ver.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | DOĞRU İMAN SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

SİLAH SANAYİ YATIRIMLARININ SAVAŞLARA KATKISI

SİLAH SANAYİ YATIRIMLARININ SAVAŞLARA KATKISI

 

Bu hususla ilgili olarak yayınladığımız “Silah Sanayisinin Kalkınmaya Etkisi” başlıklı makalemizde, konuyu ekonomik açılardan irdelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda doğrudan, savaşların sonuçları hususunu inceleyeceğiz.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde silah sanayine yatırım yapan ülkelerin sayısı çok sınırlı idi. Bunlar; İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya gibi ülkelerdi. ABD ise, silah sanayi yatırımında, bu ülkelere göre çok gerilerde idi. Bu özelliğinden dolayı, 1880’lerde ekonomik olarak İngiltere’nin çok gerisinde iken, 1919 yılında İngiltere’yi geçtiler. Büyük Savaş öncesinde, Japonya da silah sanayine yatırım yapmıştı. Ama onların da şansı –tıpkı ABD’nin olduğu gibi- savaşın kendi bölgelerinden çok uzakta ve büyük güçler arasında olmasıydı. Dolayısıyla kendileri hiç saldırıya uğramadılar. Aksine, savaş öncesinde İngiltere ile müttefik olmanın avantajlarını kullandılar. Sonunda, büyük borçlarla girdikleri bu savaş ortamdan, borç verecek hale gelerek çıktılar. Yani, savaşın uzakta olması ve diğer etkenler, Japonya için şans oluşturdu.

Silah sanayine yatırım yapan İngiltere, Almanya, Fransa ise doğrudan katılarak birbirleriyle yaptıkları bu savaştan, büyük ekonomik kayıplarla güçsüz düşerek çıktılar. Rusya ise iç çatışmalar da yaşadığından, tabiri caizse, perişan bir vaziyette çıktı. Birinci Dünya Savaşı, doğrudan savaşanların kaybettiği, dolaylı karışanların kazandığı bir harp özelliğindedir.

Bu durumdan ders almayan Avrupalı aynı ülkeler ve onlara katılan Japonya, silah sanayi yatırımlarına hız verdiler. Fakat hepsi de, İkinci Dünya Savaşından çok daha büyük yaralar alarak çıktılar. Tarih tekerrür etti. Tıpkı Birinci Dünya Savaşında olduğu gibi zararla oturdular. Eğer, savaşın son dönemlerinde ABD’nin yardımları olmasaydı, silah sanayine yaptıkları yatırımların bir faydası olmamıştı. Silah sanayi yatırımları, sadece birbirlerine kafa tutmaya yaramıştı. Sonuçta zararı, hem yöneticiler hem de halk çekti.

ABD, 1941 Aralık ayında savaşa girdiği zaman, silah sanayi üretimi diğer güçlere göre çok düşük kapasitedeydi. Dolayısıyla, geri dönüşü olan alanlara yatırım yaparak ekonomik olarak gelişmelerini sürdürdükleri için, dünyanın en büyük ekonomisi oldular. Hattâ açık ara ile dünyanın ekonomik liderliğini yapıyorlardı. Eğer bu savaşa Avrupalılar katılmasa ve ABD kendi başına ve diyelim ki, sadece Japonya veya Güney Amerika devletleriyle savaşsaydı, ABD’nin silah sanayi yatırımlarının da bir işe yaramaması ihtimali kuvvetliydi. Nitekim savaşı bitiren hamle, atom bombasının ilk defa kullanılmasıydı.

Bu savaştan sonra ise, ders almama hasleti, sanki bulaşıcı bir hastalık gibi bütün dünyayı sardı. Büyük-küçük demeden ülkeler silahlanma yarışına katıldılar. Böyle olmasında, NATO ve Varşova Paktı’nın etkileri oldu. Doğrudan savaşlar olmayınca, kurdukları silah sanayilerinin işe yaramaz duruma düşmeleri büyük ülkeleri yeni bir arayışa yönlendirdi. Adını “soğuk savaş” koydukları bir ortamı oluşturan büyük ülkelerin, küçükleri silah almaya ikna etmeleri büyüklerin ekonomik gelişmelerine geçici olarak olumlu yansıdı. Ama bu sırada kendileri de silah sanayine yatırım yapmaya devam ettikleri için, büyükler de bu durumdan yeterince faydalanamadılar.

ABD, Reagan döneminde Rusya’ya karşı “Yıldızlar Savaşı” denilen bir proje başlattı. Maksat, Rusya’nın gereksiz alanlara yatırım yapmasını sağlayarak ekonomisini çökertmekti. Sonunda başardılar. Rusya, Gorbaçov döneminde ekonomik olarak bitmekte olduğunu ilan etti. Ama gereksiz yatırımlarla yarışılan bu ortamdan ABD de kötü etkilendi. Ekonomisi sıkıntıya girdi. 1987’de Reagan ihracatı artırmak için doların değerini %10 civarı düşürmek istedi. Ama doların düşüşünü durduramadı ve dolar, Japon Yeni karşısında %50 değer kaybetti. Böylece, tıpkı silah sanayi gibi, halka bir faydası olmayan bir başka yarışın, her iki tarafa da zarar verdiği anlaşıldı.

İkinci Dünya Savaşından sonra bir daha aynı büyüklükte savaş olmadı. Bu defa bölgesel savaşlar oldu. Bunların bir kısmı büyükler ile küçükler arasında, bir kısmı da küçükler arasında oldu.

Kore Savaşı, Büyük Harbin arkasından oldu. ABD ve müttefikleri silah gücü ve ekonomik güç açısından rakiplerinden çok üstündü. Ama savaş berabere bitti.

Fransa, sömürgesi olan Cezayir ile savaşa tutuştu. Aradaki güç farkı çok belirgin olarak Fransa’dan yanaydı. Ama Fransa, Cezayir’den çekilmek zorunda kaldı. Aynı şekilde Fransa -ABD’nin desteğine rağmen- kuzey Vietnam’dan çekilmek zorunda kaldı.

ABD, bir süre sonra Vietnam konusuna doğrudan kendisi dâhil oldu. Ama sonuçta, yenilerek Vietnam’ı terk etmek zorunda kaldı. Sonra aynı şeyi Çin denemek istedi. Onlar da kaybetti.

Bu durumlardan ders almayan Rusya, Afganistan’a girdi. Onlar da uzun uğraşmalarına rağmen, diğer büyük devletlerle aynı akıbete uğradılar. Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldılar.

Büyüklerle küçüklerin yaptıkları bu savaşlarda,  büyüklerin ellerindeki silahların tahrip güçleri, İkinci Dünya Savaşına göre çok daha yüksekti. Ama başarılı olamadılar.

İsrail, Araplarla yaptığı dört savaşı kazandı. Ama güvenliği açısından, bu dört savaşın öncesine göre daha iyi konumda değiller.

İran ile Irak 8 yıla yakın savaştılar. Savaş öncesindeki şah döneminde İran ordusu, silahlara yaptığı muazzam yatırımlarla göz kamaştırıyordu. Ancak, savaşta bir varlık gösteremedi. Kazanan çıkmadı. Ama her ikisi de büyük zarar gördüler. Hattâ Irak’a maddi yardım yapan petrol zengini diğer Arap ülkeleri de zarar gördüler. Kazananlar ise, her iki tarafa da silah satanlar oldu.

İngiltere, Falkland adaları savaşında, ezici gücüyle sonunda başarılı olmasına rağmen, askeri açıdan fiyaskoya çok yaklaşmıştır. Ancak, karşı tarafın hatalarını iyi kullanarak, eksiklerinin görünmesini engellemişlerdir. Arjantin devletinin başındaki askeri yönetimin hem Falkland adalarını plansız işgal etmesi, hem de aceleyle barışa razı olmasından faydalanarak, sonuçta başarılı görünmüşlerdir.

ABD, Irak’a girdi. Halkın önemli bir kısmı tarafından alkışlara karşılandı. Ama sonunda Irak’tan askerlerini çekmek için çaba göstermeye başladı. ABD çekilirken, Irak’ta eskisinden güzel olan bir şey de olmadı.

Afrika’da, Orta ve Güney Amerika’da silah tüccarlarının desteklediği iç mücadeleler oldu. Bölgesel savaşlar oldu. Ama silah satın alıp bunları birbirlerine karşı kullananlar hep kaybederlerken, silah satanlar maddeten kazanç sağladılar.

Benim yaşadığım ülke olan Türkiye, terörist PKK ile uzun yıllar mücadele etti. Bu uzun senelerin sonunda, ne teröristlerin durumu ne de Türkiye’nin durumu mücadelenin başladığı dönemden daha iyi değil. Aksine çok daha kötü durumdalar. Türkiye, bu mücadeleye ayırdığı parayı yatırımlara ayırsaydı, şimdiki durumuna göre çok daha kalkınmış olurdu. Teröristlerin de –işin kaymağını yiyen yönetici kadrolar hariç- bu mücadele sırasında kendilerini kışkırtanlardan aldıkları paraların, kendilerine değil, kışkırtıcılara yaradığını anladıkları umulur.

Bugünlerde ise, Rusya ile Ukrayna arasında savaş var. Onun da seyri, yukarıda bahsettiğimiz kör dövüşlerine benziyor. Tarihten ders almayanların sebep olduğu bu savaşın sonucunun farklı olması beklenmemelidir. Sonunda, hem her iki tarafın, hem de taraflara destek verenlerin zararla çıkmaları kaçınılmazdır.

Görüldüğü üzere, sahip oldukları klâsik silah gücünün yüksek olmasının, devletlere sağladığı belirgin bir üstünlük yoktur. Aksine orta vadede, hem siyasi hem de ekonomik olarak zararları olduğu geçmişteki örneklerden anlaşılmaktadır.

Yukarıda çok kısa aktardığımız savaşların sonuçlarının farklı geliştiklerini varsayalım. ABD, müttefikleriyle birlikte yaptığı Kore Savaşından galip çıkmış olsaydı, acaba Fransa, Cezayir ve Vietnam’da başarılı olabilir miydi? Hattâ ABD’nin kendisi Vietnam’da başarılı olabilir miydi?

ABD, Vietnam’da başarılı olsaydı, Rusya, Afganistan’da kalabilir miydi? Irak, İran’ı işgal etseydi veya İran, Irak’ı işgal etseydi, girdikleri yerlerde kalabilirler miydi?

İsrail, Arapları değil de, Araplar, İsrail’i yenseydi, İsrail Devleti son bulur ve bütün İsrailoğulları bölgeyi terk ederler miydi?

Bu gibi sorulara gönül rahatlığıyla evet cevabını vermek mümkün değil.

Eğer, yukarıda aktardığımız olaylardan ders alırsak, güzel sonuçlara ulaşabiliriz.

Yaşanan örnekler, bize gösteriyor ki, silahlar artık siyasi araç olarak işe yaramamaktadır. Ülkelerin işgal edilmeleri artık çok zordur. Aradaki güç farkı bile işgali sağlayamıyor. Ayrıca, çok küçük bir ihtimal olarak, işgal başarılı olsa bile, orta vadede işgal eden ülkenin zararına sonuçlanıyor. Küreselleşen dünyamızda, bir ülkeyi işgal etmek isteyenler, hem karşı tarafa hem de kendi ülkelerine zarar veriyorlar. Çünkü askeri kuvvetler, ancak tek bir düşmana karşı, tek bir savaş yöntemi için eğitilebilir ve yönlendirilebilirler. Nereden geleceği belli olmayan çoklu düşmana ve her çeşit savaşma yöntemine göre eğitilmeleri, donatılmaları çok zordur.  Dolayısıyla, ülkeleri işgal etmeye kalkışmak mantıksızdır ve anlamsızdır.

Geçmiş dönemlerde güçlü silahlara sahip olmak, caydırıcılık konusunda işe yaramıyordu. Sadece o devletlerin yöneticilerini kibirlendiriyordu. Dolayısıyla büyük devletler, karşılarındakilerin silah güçlerini bildikleri halde, birbirleriyle kıyasıya savaşabiliyorlardı. Günümüzde ise caydırıcılık oluşturan tek unsur, nükleer silahlardır. Nitekim İkinci Dünya Savaşını bitiren de atom bombasının varlığı ve kullanımıdır. Günümüzdeki savaşlar, nükleer silahlara sahip olanlar arasında olmamaktadır. Nükleer silahı olanla olmayan arasında veya iki tarafında nükleer silahının olmadığı durumlarda savaş çıkmaktadır. Ama nükleer silahlar kullanılamadığı için, güçlü ülkeler sonunda kaybetmektedir.

Diğer taraftan, silahlanma yarışı yapabilmek için, insanların yiyeceklerini kısmak gerekir. Küreselleşen dünyamızda, insanları, en temel haklarından mahrum ederken, alınan silahlarla halkı korumaktan bahsetmek bir çelişkidir. Çünkü artık karnını doyurmakta zorlanan insanlar için vatan anlayışı, doğduğu değil, doyduğu yer olarak değişmiştir. O halde silahlanmaya değil, insanların yaşamaları için elzem olan konulara yatırım yapılmalıdır.

Silahlanma yarışının sona erdirilmesinde başarılı olabilmek için, bütün dünyanın birlikte çaba göstermesi gerekir. Savaş çığırtkanlığını yapanlar; askerler değildir. Siyasetçi-iş insanı-basın mensubu-bürokrat gurubudur. Bu gurubun bir kısmı, menfaati gereği bilerek yanlış yapmaktadır. Bir kısmı ise, anlayış eksikliğinden dolayı hata yapmaktadır. Onların yanlışlarının ve hatalarının azaltılması ve içlerinden bazılarının kendilerini düzeltebilmesi için de, bütün dünya olarak birlikte hareket edilmelidir.

Her türlü gayrete rağmen, bundan sonra da bazı yöneticiler, kibirlerine yenilerek veya oy avcılığı yapabilmek adına savaşmaya kalkışabilirler. O halde, gerek devletlerarası savaşların çıkmasını, gerekse terörist eylemleri engellemek veya azaltmak için de, bütün dünya birlikte hareket etmelidir. Aralarındaki bazı sorunları çözmeye uğraşmak ve bu hususta dünyadan talepte bulunmak yerine, meseleleri büyüterek çatışmaya kalkışanlara veya teröristleri kışkırtanlara farklı bir uygulama yapılmalıdır. Vuruşanların haklı veya haksız olduklarına bakılmadan, silahı ilk ateşleyenler ve emri verenler, kimliklerine bakılmadan derhal cezalandırılmalıdır. Akabinde, tarafları kışkırtanlara da derhal gerekli karşılık verilmelidir.

Amacımız, silahlara harcanacak paraların çoğunun, insanlığın geleceğini güzelleştirmeye harcanması için çaba sarf etmektir.

Amaç, büyüklerin güçlerini kırarak herkesi eşit hale getirmek değildir. Amaç, güçlü ülkelerin, büyümelerini sürdürmeleri için, zayıf ülkelerin insanlarının da faydasına olacak işler yapmanın gayreti içerisine girmelerini sağlamaktır.

Amaç, zenginlerin varlıklarını azaltmak değildir. Amaç, zenginlerin, insanların faydasına işler yaparak ve makul ölçülerde zenginleşmelerini sağlayabilmeleri için ortam hazırlamaktır.

Aksi takdirde, insanlık bir gün nükleer silahları kullanacak ve kendi kıyametini kendisi oluşturacaktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | SİLAH SANAYİ YATIRIMLARININ SAVAŞLARA KATKISI için yorumlar kapalı

SİLAH SANAYİSİNİN KALKINMAYA ETKİSİ

SİLAH SANAYİSİNİN KALKINMAYA ETKİSİ

 

Bir ülkenin silah sanayi üretiminin hızlı artışı, durgunluk içerisinde fiyat yükselmelerine sebep olma ihtimali yükselir. Bilhassa, ihracat yapmayarak, kendi ordusu için üretim yapan silah sanayi, diğer sanayi imalatlarına göre, bu sonuca sebep olabilir. Bunun nedeni, ülke ekonomisine katkısının da daha az olmasıdır. Bilindiği gibi, silah olarak üretilen tank, füze, bomba gibi şeyler, başka bir malın üretiminde kullanılamaz.

Diğer taraftan, yiyecekler ile bazı ev ve büro eşyaları, doğrudan tüketilen mallar olmasına rağmen, insanlara bazı faydaları vardır. Bu açıdan bakıldığında, silah sanayindeki malların insana bir faydası da yoktur. Silah sanayi mamulleri, üretildikten sonra depolarda muhafaza edildiğinden, imalatı tamamlanan silahların, sanayiye katkısı da bitmiş olur.

Dolayısıyla, doğrudan tüketime yönelik üretimler arasında, silah sanayindeki ürünlerin tüketimi, diğer tüketimlere göre çok daha az yararlıdır. Bilhassa, tarım alanındaki üretimle karşılaştırma yaparsak, görünür hiçbir faydası yok gibidir. Tarım ürünleri, insanın vücudunun enerjisini sağladığından, silah sanayinin ürünleriyle kıyaslandığında, ara mal üretimi olarak nitelenebilir.

Silah sanayinin mamullerini diğer alanlarla karşılaştırmasını yaparsak;

Eğer, ara malları üretimi olsaydı, başka bir malın üretiminde kullanılırdı. Dolayısıyla sanayinin gelişimine katkı sağlardı.

Eğer, takım tezgâhları imalatı olsaydı, başka bir makine veya aletin imalatında kullanılırdı. Böylece faydası katlanarak devam ederdi. Ekonomiyi zincirleme olarak tetiklerdi.

Eğer, enerji üretimi olsaydı, en azından bir kısmı sanayi üretiminde kullanılırdı. Dolayısıyla bir başka üretime faydası olurdu.

Bilindiği gibi, inşaat yapmanın da ekonomiye katkısı azdır. Sadece inşaat yapılana kadar faydası vardır. İnşaatlar için gerekli malzemelerin üretilmelerine vesile olur. Ancak, inşaat bittikten sonra eğer içeride veya üzerinde bir üretim yoksa kalkınmaya faydası o noktada bitmiş olur. Bu özelliğine rağmen, inşaat işleri bile, silah sanayi üretimlerine göre, çok daha faydalıdır.

Silah sanayini, hangi üretim alanıyla karşılaştırırsak karşılaştıralım, diğerlerinin ülke ekonomisine faydası, silah sanayine göre daha fazladır. Bu nedenle ayrıntılı örnekler vermeye gerek yoktur. Okuyucularımız, bu hususları çok daha net ve rakamlarla karşılaştırarak irdeleyebilirler.

Bütün bunları devleti yönetenlerin bilmediklerini düşünemeyiz. Peki, buna rağmen, silah üretimine neden yatırım yaparlar? Hattâ diğer alanlarla karşılaştırıldığında, en çok önemi, silah sanayini geliştirmeye verirler.

Silah sanayinin ülkeye faydası, bütüncüldür. Ülkeyi düşmandan korumak amacını taşır. Eğer ülke, düşman bir memleketin esiri haline gelirse, diğer üretimlerin bütün faydaları, önemsiz duruma düşer. Silah sanayinin bir başka yararı da, başka ülkelere saldırarak, onların tabii kaynaklarına ve zenginliklerine el koyarak, kendi ülkesine taşımak olarak düşünülmektedir.

Yirminci yüz yıla kadar olan tarihe baktığımızda, silah sanayine ağırlık verenlerin bazılarının, göreceli olarak bazı faydalar sağladıklarını görmekteyiz. Ancak bu durumu günümüzle karşılaştırmamızın gerçekçi olması için, keşifler sonrası sömürgeciliği ayrı tutmamız gerekir. Hattâ bu sömürgecilik sisteminde, İngilizlerin yükselişini daha ayrı değerlendirmek gerekir.

Bilindiği gibi, keşifleri ilk başlatanlar ve yeni bölgelerde ilk sömürgeleri oluşturanlar, İspanyollar ve Portekizliler idi. Sonra Hollanda bu kervana katıldı. Aztekleri, gaddar Cortes yönetimindeki 168 kişi ile İnkaları, acımasız Pizarro idaresindeki 550 askerle esir eden İspanyollar, 1558 yılında, borçlarını ödeyemeyecek duruma düştüler. Dönemlerinin önemli devletlerinden olan bu üç ülke, günümüzde keşifler sırasındaki ehemmiyetlerini kaybetmiş durumdalar. Hollanda, finans sistemini ve ticareti öncelemesi sayesinde ayakta kalmayı başardı.

Keşiflerden en çok faydayı İngilizler sağladı. Onlar da bu yararı sağlamalarının sebebi olarak silah sanayindeki üstünlüklerinin olduğunu iddia etmek zor. İngiltere, sömürge sistemini kurarken bütçesinde askeriyeye ayırdığı pay %3’ü geçmemiştir. Aynı dönemlerde Rusların orduya ayırdıkları pay ise %25’in altına inmemiştir. Demek ki, İngilizlerin sömürü düzeni kurmalarında çok daha faydalı olan başka etkenler vardır. İngilizler, sömürgelere, onları zapturapt altına alarak yönetmek olarak değil, en üst seviyede ticaret yapmak olarak baktılar.

Tarihteki olayları incelediğimizde, silah sanayine ağırlık veren ülkelerin, başlangıçta yarar sağladıklarını görmekteyiz. Ama “etki, tepkiyi doğurur” anlayışı ile gelişen olaylar sonrasında, durum çoğu zaman terse dönmüştür. Karşı saldırı daha güçlü gelmiştir. Veya savaşlar çok uzun yıllar sürmüştür. Bilhassa sömürgeleri sayesinde zenginleşmeye başlamadan önceki dönemlerde Avrupalılar arasındaki harplerin sürelerinin uzunluğu, dünya ortalamasının üzerindedir. Sömürgeler oluşturduktan sonra da, Avrupa’da birbirleriyle savaşlarını sürdürmeleri sebebiyle, İspanya, Portekiz, Fransa ve Hollanda, beklenen kalkınmayı sağlayamadılar. İngiltere, denizle tecrit edilmiş olmanın ve komşularına göre, deniz kuvvetleri üstünlüğünün avantajından faydalandı.

Silah sanayinin kalkınmaya olan etkisinin günümüzdeki durumunu daha iyi kavramak için, devletlerin durumlarına kısaca bakalım.

Bilindiği gibi, II. Dünya Savaşından sonra, Almanya ve Japonya’nın ordu kurmaları yasaklandı. Dolayısıyla bu ülkeler, askeriyeye bütçelerinden pay ayıramadılar. Silah sanayine de pay ayırmamaları için, galip devletler tarafından, azami denetim yapılmaya çalışıldı. Bu engeller, Almanya ve Japonya’ya yaradı. Bütün devletlerden daha hızlı kalkındılar. Sanayilerini geliştirdiler. Bugün, bu iki ülke de herhangi bir ihtiyaç olduğunda, silah sanayine hızla geçiş yapabilirler. Tıpkı, ABD’nin İkinci Dünya Savaşına girince yaptığı gibi bir durumla karşılaşılabilir.

Demek ki, silah sanayi üretimine yatırım yapmak, ülkelerin kalkınmalarında düşünüldüğü kadar etkili olmuyor.

Silah sanayinin ülkelere faydasının, teknolojinin gelişmesine katkı yapması olduğu iddia edilir. ABD bu duruma örnek gösterilir. ABD’deki teknolojik gelişmenin, Almanya ve Japonya’dan çok ileri olduğunu iddia etmek zordur. Ayrıca ABD, teknolojideki gelişmeleri ülke dışından gelen kapasiteli beyinler sayesinde başarmaktadır. ABD’de mühendislerden yaklaşık üç kişiden birinin dolaylı veya doğrudan silah sanayinde çalıştıkları doğrudur. Ama ABD’nin ihracattan elde ettiği gelirlerinin -1970’lerin sonlarından itibaren ufak bazı değişiklikler dışında yarısından fazlası- patent, lisans ve knowhow yani, yapım bilgisi satışından elde edilmiştir. Kalan gelirler içerisinde, gemiler, uçaklar, makineler gibi büyük çaplı satışlar yapıldığı dikkate alınırsa, silah sanayinin satışlarının ihracat içerisindeki payı, tahmin edilenden daha düşük kalıyor. Demek ki, silah sanayinin ülke kalkınmasına faydası, beklenenden çok düşüktür.

Diğer yandan, hiçbir ülkenin, silah sanayinde geliştirdiği bir bilgiyi başka ülkeye vermesi düşünülemeyeceği için, silah sanayinin, yapım bilgisi satışı içerisindeki payı çok azdır. Ancak modası geçmiş silahların bilgilerinin satışı, ülkenin, bu alanda bir pay almasına sebep olabilir. Nitekim ABD’nin ihracat gelirlerinin yarısından fazlasını sağlayan, patent-lisans-yapım bilgisi gelirlerinin içerisinde, silah sanayinin payı tahmin edilenden çok daha azdır.

Silah sanayi üretimi yapan ülkelerin savunabilecekleri bir yön vardır. Silah geliştirme araştırmalarının sonuçlarının bazılarının, sivil teknolojide de kullanılıyor olmasını göstererek, ekonomiye katkısından bahsedilmektedir. Bu doğrudur. Ama bunun karşı şıkkı da vardır. Sivil teknolojideki gelişmeler, silah geliştirmelerinde de kullanılmaktadır. Hangi yöndeki çalışmanın daha baskın olduğu yönünde araştırma yapmak mümkün değildir. Çünkü silah geliştirme araştırmaları gizli yapılmaktadır. Dolayısıyla, silah geliştirme çalışmalarının sivil teknolojiye faydasının çok olduğunu iddia etmenin bir geçerliliği yoktur. Eğer ABD’de, silah sanayinde çalışan mühendislerin çoğu sivil sanayide çalışsaydı, ABD, bugün teknolojik olarak geçildiği alanlarda geçilir miydi diye düşünmek gerekir.

Bizim yukarıda anlattıklarımız, silahların üretimini kendileri yapmak için, silah sanayi yatırımına ağırlık veren ülkelerin durumlarını karşılaştırmak içindi. Kendisi üretim yapmayıp, dışarıdan doğrudan silah ithal eden ülkelerin halleri ise, çok daha kötüdür. Onlar, ülkelerindeki iş hayatına bir katkı sağlamamışlardır. Aksine, iş hayatını geliştirecek maddi kaynakları, depolarda bekleyecek mallara yatırarak, ülkelerinin kalkınmasını engellemişlerdir. İlginç olan, günümüzdeki silahların teknolojik yapısının üstünlüğünden dolayı, satın aldıkları bu silahlardan yeterince faydalanamayacaklarıdır. Çünkü birincisi, bu teknolojik silahları yerli yerinde kullanacak bilgi ve kültüre sahip insanları yetersizdir. İkincisi, silahların bilgisayar yazılımları, yani kullanım kılavuzları satın aldıkları ülkenin elinde olduğundan, satışı yapan ülke istemezse, o silahları işlerine yarayacak yönde kullanamazlar.

Silah sanayi yatırımlarının bir başka yönü daha var. Bunca silah yatırımı yapan ülkelerin girdikleri savaşlarda, yaptıkları yatırımın ve harcadıkları paranın karşılığını alabiliyorlar mı? Bu hususu bir başka yazımızda irdelemeye çalışacağız.

Sosyal kategorisine gönderildi | SİLAH SANAYİSİNİN KALKINMAYA ETKİSİ için yorumlar kapalı

KUR’AN’I ANLAMA YÖNTEMİ VE BAZI YORUMLAR

KUR’AN’I ANLAMA YÖNTEMİ VE BAZI YORUMLAR

 

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Kur’an Yorumları Üzerine” ve “Kur’an’ı Anlama Yöntemi” başlıklı makalelerimizde konuya bazı yönlerden yaklaşmaya çalıştık. Bu yazımızda hem biraz daha faklı açılardan ele almaya çalışacağız, hem de ayetlerin bazılarını kendimizce yorumlayarak örnekler vereceğiz.

Kur’an, bilinen kutsal kitapların içerisinde, indirilişi en uzun yıl sürendir. 23 sene içerisinde peyderpey inmiştir. Bu özelliğine rağmen, bilinen insanlık tarihinin süresiyle karşılaştırıldığında, çok kısa olduğu aşikârdır.

Diğer taraftan, Kur’an’ın indiği bölge, bilinen kutsal kitapların içerisinde en geniş coğrafi bölge niteliğindedir. Kur’an, hem Mekke şehrinde hem de Medine’de inmiştir. Bu geniş alana karşın, yeryüzünün büyüklüğü ile karşılaştırıldığında, küçük bir alan olarak kalır.

Takdir edileceği gibi, peygamberler aracılığıyla bölge halkına gönderilen bir kutsal kitabın, öncelikle, o halkın anlayacağı bir dilde olması gerekir. Ayrıca, kutsal kitapta yapılan benzetmeler, bölgenin tabii özelliklerine ve halkın yapısına uygun olmalıdır.

İşte, Kur’an’da da ayetler, hem bölge halkının dilinde, hem de çevrenin vasıflarına ve kültürüne uygun ifadeler şeklindedir. Yapılan tasvirler ve tarifler, tamamen bölgenin özellikleriyle özdeşleşmiştir. Birkaç örnekle, konuyu daha netleştirelim.

Kur’an’da en çok yapılan tasvirlerden birisi, Cennetle ilgilidir. Cennet, altından ırmaklar akan bir yer olarak anlatılmıştır. Bu tasvirin indirildiği bölgenin arazisinin büyük çoğunluğunun çöl olduğu yerler olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, altından ırmaklar akan bir yer, çevre halkının hayallerini süsleyen, ulaşmayı çok arzu edecekleri bir ortamdır. Eğer, Yüce Yaradan, Kur’an’ı bir başka bölgede, örneğin Urallar tarafında bir yerdeki halka gönderseydi, Cennet tasvirini daha farklı yapacağı muhakkak idi. Çünkü bölge, zaten akarsuların ve yeşilliklerin bol olduğu bir yerdir.

Kur’an’daki Cennet tasvirini okuyan Ural Dağlarındaki bir insan, ne düşüneceğini şaşırır. Kur’an’ın, dilbilgisi kuralları yöntemiyle yapılan tercümesindeki Cennet tasviri, onun hayallerini süslemez. Hâlbuki bütün evreni yaratan, tek olan Tanrı’nın, yeryüzünün farklı bölgeleri hakkında bilgi sahibi olmaması düşünülemez. Çünkü zaten her yeri yaratan O’dur. Demek ki, Kur’an’ın yorumunu, sadece kelimelerin anlamlarına sadık kalıp, Kur’an’ın özü ile karşılaştırmadan yaparsak, insanları yanlış yönlendirmiş olma ihtimalimiz artar.

Cennet tasvirindeki benzer durum, abdest konusunda da vardır. Maide Suresi 5/6ıncı ayette: “…Su bulamamışsanız, .temiz toprakla teyemmüm yapın. Yüzlerinizi ve ellerinizi toprakla meshedin…” Yüce Yaradan, su bulmanın zor olduğu çöl bölgesinde yaşayan insanlara, kolaylık için bir yol göstermiştir. Fakat toprak ile teyemmüm etme kolaylığı, Kuzey Kutbunda yaşayan Eskimolar için geçerli değildir. Çünkü Eskimoların, temiz ve kuru toprak bulmaları, su elde etmelerinden çok daha zordur. O halde, toprak ile teyemmüm yapılmasını tavsiye etmenin farklı bir maksadı olmalıdır. Amacın ne olduğunu, ayetin devamını okuyarak anlamaya çalışalım. Ayetin devamında şöyle denilmektedir: “…Allah’ın muradı, sizi sıkıntıya koşmak değildir. Ancak, O sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesiniz”. Yüce Yaradan, bize kolaylık sağlamak istediğini başka ayetlerinde de ifade etmektedir. Bakara Suresi 185inci ayet: “…Allah size kolaylık diliyor, zorluk irade buyurmuyor…”

Demek ki, Allah, insanlara kolaylık yolunu göstermeye çalışıyor. Her şeyi yaratan, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Yüce Yaradan’ın, Eskimolardan habersiz olması tasavvur edilemez. O halde, toprak ile teyemmüm ayetini okuyan Eskimo’nun, kendi hayat şartlarına göre, bir kolaylık yolunu uygulamasında sakınca yoktur. Eskimolar da, örneğin, temiz kar veya buza el sürerek teyemmüm yapabilir.

Maide Suresinin 6ıncı ayetinde Yüce Yaradan, teyemmümü anlattıktan sonra, bizleri temizlemek istediğini ifade ediyor. Hâlbuki kuru bir toprağı ellerimize yüzümüze sürmekle, maddi açıdan temizlenemeyeceğimiz açıktır. O halde, Allah’ın, bizi temizleme isteği, ne anlama gelebilir?

Bilindiği gibi abdest, namazdan önce alınır. Namaz, insanın, Yüce Yaradan’ın huzurunda olduğunu en çok hissedeceği andır. Aslında, her an Allah’ın huzurundayız, ancak, günün telaşesi içerisinde böyle bir duyguyu çok az hissederiz. Fakat namaz öyle değildir. İşte, Yüce Yaradan’ın huzuruna çıkacağımızın bilincinde olduğumuz namaz öncesinde, bizden isteten şey, bir arınma ayini olabilir. Amaç, O’nun yüce huzuruna, zihnimizdeki her türlü yanlış düşünceden temizlenerek çıkmamızdır. Bu temizlenme işlemini gün içerisinde defalarca yaparak, kendimizi yani zihnimizi, kötü niyetlerden arındırarak temiz tutmaya gayret etmemiz istenmektedir.

Kur’an ayetlerinde lafza ve yapılan tasvire değil, öze dikkat etmemiz gereken bir başka husus, oruç sırasında yeme içme yasağının süresidir.

Bakara Suresi 2/187: “Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizler için yazdığını isteyin. Ta fecrin beyaz ipliği siyah iplikten size seçilinceye kadar yiyin, için. Sonra da ertesi geceye kadar orucu tam tutun. Bununla beraber siz mescitlerde itikâf halinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. Allah, ayetlerini insanlara böyle açıklıyor ki sakınıp korunsunlar.”

Oruç tutmaya başlama ve bitirme zamanı, Kur’an’ın indiği bölgenin coğrafi şartlarına göredir. Ayrıca, Kur’an’ın gönderildiği yöredeki halkın ay takvimi kullanılması da, yılın her gününde oruç tutulmasına imkân verir. Böylece, oruç tutulmasında adaleti sağlar. Eğer o bölgede güneş takvimi kullanılsaydı, Ramazan ayı belli bir dönem olduğu için, aynı tarihlerde başka bir bölgenin şartları farklı olduğundan, insanlar arasında adalet sağlanamamış olurdu. Bir taraf yaz sıcağında oruç tutarken, bir başka bölge için daha kolay şartlar olurdu. Bu durumda muhtemelen Yüce Yaradan, adaleti sağlamak için, oruç tutma günleriyle ilgili emrini başka bir anlatımla verirdi.

Oruç tutma saatleri ile Kur’an hükmünü gördükten sonra kendimize şu soruyu sormalıyız. Eskimolar oruç tutarken ne yapacaklar? Onların yaşadıkları bölgelerde 6 ay gece 6 ay gündüz olmaktadır. Bu durumda orucu nasıl tutacaklar? Bu sorunu çözmek için bazı bölgelerdeki insanlar, Mekke şehrinin oruç tutma zamanlarına uyuyorlar.

Abdest konusundaki irdelememiz sırasında yukarıda söylediğimiz gibi, Yüce Yaradan’ın, kutuplara yakın bölgelerde yaşayanları ve bölgenin özel şartlarını bilmemesi düşünülemez. Diğer taraftan, Allah, insanlara kolaylık sağlamak istediğine göre, Kur’an’ı incelemeye devam edelim.

Oruç zamanını nasıl tayin edeceğimizi anlatan Bakara Suresinin 187inci ayeti, saat vermez. Ama ayetin başlangıcında bir başka kolaylıktan bahseder. “Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü durumundasınız. Allah, nefsinize güvenemeyeceğinizi bildiği için müracaatınızı kabul buyurdu ve sizi bağışladı. Şimdi onlara yaklaşın ve Allah’ın sizler için yazdığını isteyin…”

Ayete göre Yüce Yaradan, bizim nefsimize hâkim olamayacağımızı ve Ramazan ayı boyunca eşlerimizden uzak kalmakta çok zorlanacağımızı bildiği için, günaha girmemizi önlemek amacıyla, oruç gecesi kadınlarımıza yaklaşmamıza izin veriyor. Yani bize kolaylık sağlıyor.

Ayetin anlatımından anlaşılan o ki, orucun yeme içme yasağının olduğu zaman dilimi içerisinde, kadınlarımıza yaklaşmamız yasak. Kadınlarımıza yaklaşmak için, bizim günlük yaşantımızda gece kavramı hangi saatler içerisinde ise, o zamana uymamız isteniyor. Bu demektir ki, Eskimoların veya yakın bölgelerdekilerin, bir şey yememe anlamında oruç için uymaları gerekli süreler de, o dönemde günlük yaşamlarında uydukları sürelerle bağlantılı olmalıdır. Önemli olan, insanın bedenine zarar vermeyecek, ama Tanrı’ya saygısını da gösterecek kadar nefsine hâkim olacağı makul bir süre oruç tutmaktır.

Dolayısıyla, günlük hayatımızda işe giderken, ülkedeki insanların ortalamasının sabah kalkma zamanından, âlimlerce belirlenecek makul bir süre öncesinde orucu başlatabiliriz. Akşamki iftar yemeği için de, aynı yöntemi ve uygulamayı yapabiliriz. Aksi takdirde kutup bölgelerinde güneşe göre oruç tutarsak, hem vücudumuza zarar vermiş oluruz, hem de nefsimize yenilme ihtimalimiz çok artar. Bu nedenle, istesek de oruç tutamayız. Dolayısıyla arzu ettiğimiz halde, orucun faziletlerinden mahrum kalırız.

Hâlbuki Yüce Yaradan, ilgili ayetinde, müracaatımızı kabul ederek bize kolaylık sağladığını ve bizi affettiğini söylüyor. O halde, bölgedeki bilginler aracılığıyla bizler, Ramazan ayı sırasında günlük yaşamımızdaki sürelere uyarak belirlenen zaman diliminde oruç tutma gayretinde olursak, Yüce Yaradan’ın bizi affetmesi ve oruç süremizi kabul etme ihtimali, bizim oruç sırasında dürüstçe davranmamızla doğru orantılıdır.

Dolayısıyla, birçok konuda olduğu gibi, oruç konusunda da, bir ayetin Kur’an’ın özüyle çelişki olduğunu düşündüğümüz durumlarda, sadece lafzını değil, Kur’an’ın özünü dikkate almalıyız. Çünkü Kur’an’da çelişki olmaz. Bu özüne uygun uygulama anlayışını, orucun sadece yeme içme şartlarına uyarken değil, ruhumuzla tuttuğumuz orucun diğer anlamlarına uyarken de sergilemeliyiz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN’I ANLAMA YÖNTEMİ VE BAZI YORUMLAR için yorumlar kapalı

TOLSTOY’UN DİN KONUSUNDAKİ BAZI TESPİTLERİ ÜZERİNE

TOLSTOY’UN DİN KONUSUNDAKİ BAZI TESPİTLERİ ÜZERİNE

 

Tolstoy yaşamı boyunca, birbirinden farklı anlayışlara sahip olmuştur. Zengin bir muhitte dünyaya gelmiştir. Dünyanın kendilerinin etrafında döndüğünü zanneden yazarlar ve şairler gurubuyla birlikte, kibirlendiği bir dönem yaşamıştır. Ancak sorgulayıcı bir yapıya sahip olduğu için, bir süre sonra kendisine bazı sorular sormaya başlamıştır. Kendisine soru sormaya devam ettikçe, eski savunduğu anlayışları reddederek yenisine yelken açmıştır. Orada da durmamış, sorgulamaya devam etmiş ve yeni guruplara katılmıştır. Denilebilir ki, fikri arayışlarını ölünceye kadar sürdürmüştür.

Tolstoy’un hayatında yaşadığı değişimleri, bu sitede yayınladığımız “Yaşamın Anlamı Üzerine Düşünceler” başlıklı makalemizde ele almıştık. Bu sebeple burada bahsetmeyeceğiz. Bu yazımızın amacı, yazarın yaptığı bazı tespitler hakkında okuyucularımızı bilgilendirmek ve varsa, aynı konuyla ilgili olan kendi fikrimizi ifade etmektir.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, çok farklı hayatlar yaşamış olması, Tolstoy’un, halkın sosyal yapısının hemen her tarafı hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, yaşadıklarından esinlenerek yaptığı tespitler, birçok yazarınkine göre daha mantıklıdır.

Bu makalemizde, Tolstoy’un din hakkındaki fikirlerini ele alacağız. Tolstoy’a göre, insanlar nasıl kalpsiz yaşayamıyorlarsa, din olmadan da akılcı bir hayat yaşayamazlar.

Peki, insanların hayatında bu kadar önemli olan dinler, neden, doğup büyüdükten sonra ölüme doğru sürüklenmişlerdir?

Bilindiği gibi, dinlerdeki bu evreler, sadece tek Tanrılı dinlerde görülmemiştir. Çok tanrılı dinlerde de görülmüştür. Hattâ tanrısı olmayan dinlerde de benzer evreler yaşanmaktadır. Tek Tanrılı dinlerle, Budizm ve Hinduculuğun bugünkü halinin, ilk çıkışıyla aynı olduğunu hiç kimse söyleyemez.

Tolstoy, dinlerdeki değişimin iki nedeni olduğunu söyler. Birincisinin, Tanrı veya tanrılar ile insanlar arasında aracılık ettikleri düşünülen ve seçilmiş oldukları söylenen aracı kişilerdir. İkincisi, bu aracıların, söylediklerinin doğruluğuna insanları inandırabilmek için, kendilerince, deliller sunmalarıdır.

Yazarın birinci sebep olarak gösterdiği aracıların, günümüzde hangi guruplar olduğunu bir düşünelim. Hahamlar, Papazlar, Hocalar, Mollalar, Brahmanlar, Budist Rahipler bu gurupların en önemlileridir. Bu guruplardaki din insanlarının önemli bir bölümünün, insanları din konusunda doğru yönlendirdiklerini söylemek çok zordur. Nitekim Yüce Yaradan, Kur’an’ında bu hususta şöyle buyuruyor:

Tevbe Suresi 9/34: “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, Yahudi hahamları ile Hristiyan rahiplerinin birçoğu, insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Bir de altın ve gümüşü hazineye doldurup, onları Allah yolunda sarf etmeyenleri bu yüzden acıklı bir azap ile müjdele!”

Ayette tanımlanan yapıdaki din insanlarının bir kısmı, muhtemelen kendilerinden önceki din insanlarından etkilenerek yanlış yolda olduklarını bilememiş olabilirler. Bu konuda Kur’an şöyle söyler:

Araf Suresi 7/30: “Allah, bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapıklık lâyık oldu. Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edinmişlerdi. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını sanıyorlardı.”

Ancak her kesimde olduğu gibi, din insanları arasında da art niyetli olanları mutlaka olmuştur ve insanlık var oldukça, olacakları söylenebilir. Aslında şeytanı dost edinmiş olan bazı din insanları, kendilerinin söylediklerinin doğru olduğunu ispatlamak için, kendilerince deliller uydururlar. Somut delil bulamayacakları için bunların çoğu, bu görevin kendilerine rüyalarında verildiğini söylerler. Bir kısmı ise, peygamber için söylenmiş bazı ayetleri, kendileri için söylenmiş gibi sunarlar. Bazı ayetleri de, nasıl yaptıklarını anlayamadığımız bir şekilde değiştirerek sunarlar.

Kendisinin evliya olduğuna dair deliller sunduğunu, yazdırdığı kitaplarda anlatan bir şahsın kitabından bazı alıntılarla bu hususu biraz açıklayalım.

Zariyat Suresi 51/21: “Kesin olarak inananlar için, yeryüzünde ve kendi nefislerinde nice ibretler vardır. Hiç görmüyor musunuz?”

Yukarıdaki bu ayeti kendilerinin evliya olduğuna delil olarak kullanan bu zat, kitabına koyduğu bu ayeti, sadece şu haliyle yazıyor: “İçinizde… Görmüyor musunuz?” Ayeti böyle garip bir şekilde yazdıktan sonra, kitabının devamında, Allah’ın böyle buyurduğunu ve inananlara duyurduğunu söylüyor.

Yukarıda aslını verdiğimiz bu ayeti, ”İçinizde… Görmüyor musunuz?” şeklinde değiştirip, kendisinin evliyalığına delil olarak göstermek, sahtekârlıkta sınır tanımayan ciddi bir marifet gerektirir.

Yine bir başka ayetin yorumunu nasıl yaptığının örneğini verelim.

Araf Suresi 7/181: “Yine bizim yarattığımız insanlardan öyle bir ümmet var ki, onlar hakka yol gösterirler ve o hak ile adaleti yerine getirirler.”

Evliya olduğundan dem vuran bu şahıs, bu ayeti doğru haliyle yazdıktan sonra, arada nasıl bir bağ kurduğunu anlayamadığımız bir şekilde şöyle yorumluyor:

”Bu tertemiz vazife, manevi bir miras olarak nebilerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibar-ı evliyaullahtır. Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakişbendiye’de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır.”

Kitabından örnek verdiğimiz ve evliyalığı kendinden menkul olan bu zat, anlatımına güya deliller vererek şöyle devam etmektedir:

“Abdülkadir Geylani ve Muhyiddin İbn-ül Arabi Hazretleri gibi birçok şeriat ve tarikat büyüklerinin eserlerinde ‘şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır’ sözü sık sık ifade ve beyan buyurulmuş ve bunun manasının doğruluğu, pek çok Ayet-i kerime ile sabit olmuştur.”

Sözde evliya olan bu şahıs yazısına, şeyhliğiyle ilgili deliller sunduğunu düşünüp aşağıdaki ayeti vererek devam eder.

Yasin Suresi 36/60: “Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın, o size apaçık bir düşmandır ve bana kulluk edin, doğru yol budur, diye size emretmedim mi?”

Kendinden menkul evliya bu ayeti yazdıktan sonra, bir de “kalpler Allah’ı zikredince, şeytan ümitsiz olarak geri çekilir” anlamında bir hadisi vererek açıklamasına şöyle devam eder: “Zikrullah şeytanı uzaklaştırır. İşte bunun içindir ki, dünyada iken bir Tarikat-ı aliye’ye intisab etmek ve mürşidin öğretip telkin edeceği zikir ile kalbini ihya eylemek her mümin için önemli ve lüzumludur.”

Yukarıda kısaca verdiğimiz örnekler ve okuyucularımın vereceği misaller, Tolstoy’un tespitini doğruluyor. Dinleri bozanlar, Tanrı veya ilahlar ile insanlar arasında aracı olanlardır. Ve böylelerinin, söylediklerinin doğru olduğunu savunabilmek için –aklı başında insanlar açısından saçma da olsa- cahil insanları kandırabilecek deliller göstermeleridir.

Bilindiği gibi, Tolstoy, insan hayatının değişik alanlarıyla ilgili birçok fikirlerini doğrudan veya hikâyeler yoluyla ifade etmiştir. Bunların bazılarını daha önceki bazı makalelerimizde ele almaya çalıştık. Bundan sonrasında da, fırsat bulursak yenilerini irdelemeyi sürdüreceğiz.

Tolstoy’un, yazımızın konusuyla ilgili çözüm teklifi şöyle:

“İnsanlar neden birbirlerini kazıklayarak yaşıyor da, daha kazançlı olabilecek ortak çalışmalar yapmak yoluna gitmiyorlar?

Eşitsizlik ortadan kalksaydı, çatışmalar da ortadan kalkmış olurdu.

Bütün insanlar birbiriyle kardeştir ve eşittir. Herkes, kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa, başkalarına da öyle davranmalıdır. Bu yüzden bütün sorun, uydurma bir din ve din düzeni yerine, gerçeğinin konulması ile çözülebilir.”

Tolstoy’un uydurma bir din ve düzeni yerine, gerçeğinin konulmasının sorumluluğu kimlerde olabilir. Bu konuda Kur’an bize şöyle yol gösteriyor:

Ali İmran Suresi 3/19: “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah hesabı çok çabuk görendir.”

Demek ki, konular hakkında bilgisi olanlar sorumludurlar. Çünkü bunlar, kendilerine ilim gelmiş olanlardır. Eğer, kendilerine ilim gelmiş olanlar, “sırf aralarındaki aşırılık ve ihtiras yüzünden” sessiz kalmayı ve insanları kandırmayı sürdürürlerse, ayet net bir şekilde uyarıyor.

Tanrı hakkında bilgi sahibi olanların ve kendilerine ilim gelmiş kişilerin, “Allah, hesabı çabuk görendir” ikazının önemini, diğer insanlardan daha iyi kavramış olacakları düşünülür. Bu sebeple, bu konumdaki insanların, yanlışlıklara sessiz kalmaları bile kabul edilemez.

Buna rağmen, Tanrı’nın varlığını bilenler ve kendilerine ilim gelmiş olanlar, ihtiraslarına yenilerek, uydurma bir din ve düzeni yerine gerçeğini koymaya uğraşmazlarsa, Yüce Yaradan huzurunda sorumluluk sahibidirler.

Sosyal kategorisine gönderildi | TOLSTOY’UN DİN KONUSUNDAKİ BAZI TESPİTLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı