EĞİTİMİN İNSANLIĞA FAYDASI ÜZERİNE

EĞİTİMİN İNSANLIĞA FAYDASI ÜZERİNE

 

Bu sitede eğitim konusunu birkaç yönden irdelemeye çalıştık. Eğitim görmüş bir insanın özelliklerinin ne olması gerektiği veya geleceğin eğitimi gibi hususlar hakkındaki fikirlerimizi paylaşmıştık. Bir başka yazımızda, öğrenimimizin üniversiteyi bitirdikten sonra başladığını savunan düşüncelerimizi aktarmıştık. Bu makalemizde de yine farklı bir açıdan irdelemeye çalışacağız.

Eğer eğitimi, sadece okullarda yapılan öğretim olarak düşünürsek,  insanlığa faydasının beklenilenin çok altında olduğunu söyleyebiliriz. Bunun anlamı, öğretimin insanları yetiştiremediğidir. Bir insanın nasıl yetiştirildiğini anlatan güzel sözlerden birisi, “çocuğu, bütün köy yetiştirir” şeklindeki bir Afrika atasözüdür.

Eğitimin başarısızlıklarından birisi, insanların psikolojilerini düzeltememesidir. Bu durumu intihar vakalarının karşılaştırmasından anlayabiliyoruz. İstatistiklere bakıldığında, öğretim seviyesi yüksek olan ülkelerdeki intihar oranı, onların yarı seviyesi kadar öğrenim görmüş ülkelerden 8 katı kadar fazladır.

Bu başarısızlığın nedenlerinin başında, eğitim sistemimizi, tamamen bilim temeline oturtma gayretimiz gelmektedir. Bilindiği gibi bilim, sayısaldır ve nicelikle ilgili konular üzerine araştırma yapar. Sayısal olmayan şeyler, yani vasıflar hakkında bilim yapmak imkânsızdır. Sayısal olmayan hususlarda bilimsel düşünce belirtmek, imkânsız olduğu kadar da, anlamsızdır.

Örnek olarak resim konusunu ele alalım. Bir ressamın, herhangi bir resim yaptığını düşünelim. Başka ressamlar da, bu resmin kopyasını yapsın. Veya günümüz teknolojisi kullanılarak, resmin renkli baskısı yapılmış olsun. Şimdi kendimize soralım. Orijinal resim ile diğerleri arasındaki farkı, nicelik açısından açıklamasını, hangi bilimsel yöntemle başarabiliriz? Diğer taraftan, insan yüzünü yapmaya çalışan ressam da kopyacılık yapmış olmakta değil midir? Onun bu eserini, nicelik açısından nasıl araştırabiliriz?

Komünizmin ilk olarak iktidara geldiği SSCB’de eğitim seferberliği yapıldı. Bu gayretlerin sonucunda, okuma yazma bilenlerin oranı hızla arttı. Ama 19uncu yüz yılda, yani komünizmden önceki dönemde yetişmiş Rus edebiyatçısı ve düşünürlerinin seviyesinde insanlar yetişmedi. Elbette arada çıkmaya çalışanlar oldu. Fakat onları da, komünist yöneticiler kendileri için tehlikeli gördüklerinden, ortadan kaldırdılar veya tasfiye ettiler.

Eğitimin, insanı yetiştirme ve insanlığa faydası konusunda daha iyi karar verebilmek için, geçmiş devirlerle karşılaştırmalar yapalım. Geçmiş dönemlerdeki mektep sayısı ile günümüzdeki karşılaştırıldığında, karşımıza inanılmaz rakamlar çıkmaktadır.

Eskiden, öğrenim görmüş insan sayısı az olduğundan, alet kullanımı ve teknoloji çok yavaş ilerliyordu. Son yıllardaki hızlı artıştan dolayı, alet kullanımı ve teknolojideki gelişmeler de hızla arttı. 1500’lü yıllardan önceki dünya, teknolojik gelişmelerde kendisini birkaç yüz yılda bir yenileyebiliyordu. Günümüzde ise, birkaç senede bir yenilemektedir.

Bu açıdan bakınca, eğitim sistemimizin, insanlara çok şey öğreterek, medeniyetimizi geliştirdiği düşünülebilir. Hâlbuki gelişen medeniyetimizin durumu, pek umut vermemektedir. Bu sitede yayınladığımız “Medeniyet ve İnsanın Maddeye Bağımlılığının İlişkisi Üzerine” başlıklı yazımızda örnekler vererek ifade ettiğimiz gibi, medeniyetimiz ilerledikçe, maddeye bağımlılığımız artmaktadır. Demek ki, eğitim sistemimiz, insanlığa katkı sağlayacak olan, maddeten değil, ruhen yüksek insanlar yetiştirememektedir. Ruhen yüksek insanlar, tabiri caizse, eğitimin ters imalatları olarak değerlendirilmektedir.

Eğitimimiz, ruhen yüksek insanlar yetiştirmek bir yana, çoğu zaman “insan” yetiştirmemize bile engeldir. Çünkü insanları özgürleştirmek yerine, verilen emirleri ve kuralları sorgulamadan uygulayan uyumlu insan yetiştirmeye yöneliktir. Bir “insan”, diğer insanlara karşı özgür, sadece Yüce Yaradan’ın isteklerine uyumlu olması gerekirken, neredeyse tam tersi olmaktadır. Onları “insancıl” duygulara sahip kılmaya çalışmak yerine, insanları, becerikli, daha çok verimli, daha uyumlu olan ve içinde bulunduğu guruba daha çok faydalı olacak şekilde yetiştirmekteyiz.

Okullardaki eğitim sistemimiz, insanımıza, araştırma yapmayı ve bu hususta düşünmeyi öğretebilir. Ama Abraham (İbrahim) Lincoln’un çocuğunun öğretmenine yazdığı mektuptaki isteklerini, maalesef, öğretmemektedir. Okulların görevi, sanki alet kullanımı ve teknolojik gelişmelerdeki verimliliği artıracak yönde, araştırma ve düşünme öğretmektir. Okullar, sanki, insandaki ruhun asaletini yükseltecek yönde çaba sarf etmeyi düşünmemektedir.

Ülkelerin büyük çoğunluğu, okullarındaki eğitimi, devleti yönetenlerin ideolojik anlayışlarına uygun insan yetiştirmek için yönlendirmektedir. Ülkedeki uygulama, kapitalist sistem ise, eğitimleri, insanları kapitalizmin alt yapısını oluşturacak şekilde yetiştirmeye yönelmektedir. Sosyalist sistemi savunanlar, kendi ideolojilerine uygun insanlar yetiştirmeye çalışmaktadır. Dini duyguları öne çıkararak iktidarda kalabilen yöneticilerin ülkelerinde, kendi yorumlarını ezberlemiş asker insanlar yetiştirme çabası vardır.

Okulların, insanlığa, ince ruhlu şahsiyetler yetiştirmeye katkıda bulunması için, eğitim sisteminde fikri bir değişikliğe ihtiyaç vardır. Aksi takdirde, günümüzdeki yüzeysel değişiklikler şeklindeki çabalar, demir bir malzemenin pasını, boyayarak kapatmaya çalışmak gibidir. Bizim bahsettiğimiz fikri değişiklikten maksat, insanların hür fertler olarak yetiştirilmelerini sağlayacak, yani malzemenin kendisini hem koruyacak hem de ışıldatacak yöntemlerdir.

Eğer eğitim sistemimiz konusunda, böylesine köklü değişikliği yapamazsak, insanların giderek kibar barbarlar haline geldiklerini, bilgilerini ve zekâlarını, insanları ezerek kendi menfaatleri yönünde kullandıklarını, acı bir şekilde müşahede edeceğiz. Böylece, kendi ellerimizle, çocuklarımız ve torunlarımız için “yaşanmaz bir dünya” oluşturacağız.

Gençlik, Sosyal kategorisine gönderildi | EĞİTİMİN İNSANLIĞA FAYDASI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DEVLET VE TERÖRİST FARKI

DEVLET İLE TERÖR GURUBU ARASINDAKİ FARK VE KUR’AN’IN MİSALLERİ

 

(Not: Bu makale Temmuz 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden, imlâ hatalarını düzeltmeye çalışarak aynen yayınlıyoruz.)

Terör gurubu, amacına ulaşmak için, kendilerince suçlu olduklarını düşündükleri insanlardan ziyade, ilgisiz masum insanlara saldırır.

Devlet ise, suçlu bulduğu insanların bizzat kendilerini (adalet kavramından sapmadan) cezalandırır. Eğer bir devlet bunu yapmıyor, teröristin yaptığı bir harekete cevap verirken, doğrudan ve bilerek masum insanlara saldırıyorsa, o devletin saygınlığı kalmaz. Devlet de, teröristin seviyesine doğru düşmeye başlar. İntikam hırsıyla yapılan ve masumları ayırt etmeyen böyle uygulamalar, Allah’ın istemediği davranışlardır.

Zaten böyle hatalı davranışların sonunda, Devlet haklı olsa bile, haksız konuma düşer. Ayrıca istemediği halde, terörün zeminini güçlendirir.

Böyle durumlarda yapılması gerekenler, istişare edilerek belirlenmelidir. Böylece hatalar azaltılır. Veya Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatında örnekler aranarak, ne yapılacağına karar verilmesi daha uygun olur.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Medine’ye hicret eden Müslümanların Mekke’deki mallarına el konulmasına içerlemiş ve Mekkelilere ait bazı kervanların mallarına el koymuştu. Ama onların (Mekke’nin ileri gelenlerinin) sadece mallarına ve misliyle el koymuş, kervanlardaki hiç kimsenin öldürülmesine izin vermemişti. Hz. Peygamber, Kur’an’da kendisine vahyedilenlere göre kısas uyguluyordu.

Eğer Mekkelilerin, hicret eden Müslümanların mallarına el koyan ve törelere uymayan bu davranışlarının önünü kesmek mecburiyetinde kalınmasaydı,  ayrıca mallarına el konulduğu için fakirleşen Müslümanların maddi ihtiyaçları olmasaydı ve hareket sadece Peygamberin kendisine yapılsaydı, affedebilirdi. Fakat genel ahlâk anlayışına uymayan davranışlar ve diğer şartların zorlamasıyla, affetmedi. Ama yine de sadece misliyle cevap verdi.

Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim’de, insanlar için örnek olması bakımından çok sayıda olay bahsedilir. Kutsak Kitapta verilen örneklerin biri hariç tamamı, Orta Doğu bölgesinde geçer. Sadece, Yasin Suresi 13-29. ayetler arasında anlatılan kıssadan hisse hikâyesi için, yer ve peygamber adı verilmez. Fakat İslâm bilginlerinin çoğu, bu olayın da Orta Doğu’ya yakın bir bölgede geçtiğini düşünürler.

Allah, başka bölgelerden örnek verebilirdi. Fakat Allah, Kur’an’ın indiği bölgedeki insanların kısmen de olsa duyduğu olaylar olmasını istemiş olabilir. Böylece insanlar, daha çabuk ders alacaklar ve kendilerini düzeltebileceklerdir. Veya bu bölgede çok farklı guruplar yaşadığı için, diğer bölgelere göre örnek olacak çok daha fazla olay meydana gelmiş olabilir.

Kur’an’da verilen örneklerin ortak yönleri vardır. Nitekim bölge insanı ve ileri gelenleri, önce uyarılır. Bu ikazlar, farklı yönlerden ele alınarak birkaç defa tekrarlanır. Bu uyarıları bazı insanlar anlarlar ve kendilerini düzeltirler. Böylece kurtuluşa ererler.

Bazıları ise anlamazlar. Kibirlerine yenilirler ve kendi bildiklerini yapmaya devam ederler. Fakat kibirli davranan bu insanlar ve böbürlenen kavimlerin birçoğunun, sonunda helâk edildikleri Kur’an’da anlatılır.

Dolayısıyla, hareketlerine en çok dikkat etmesi gereken bölge, Orta Doğu civarıdır. Bölgede çok uzun süredir yaşayan gurupların ve insanların, atalarının düştüğü hatalara düşmemeleri umulur.

Bölge insanının, atalarının hatalarını yapmamaları için, bir şansları var. Hepsi, aynı Yüce Yaradan’a yani Allah’a inanıyoruz diyorlar. Bu sebeple, inşallah kendilerini düzeltirler, eğer gerçekten inanıyorlarsa!

Ama gerçekte Allah’a değil de, dünyevi menfaatlere inanıyorlar, kendilerini çok büyük ve güçlü görüyorlarsa, sonlarının ne olacağını anlamaları için, Kur’an’a bakmaları yeterlidir.

Her insan, kendi geleceğini kendi seçer ve kendi elinde tutar. Allah, kimseye zulmetmez. Sadece yaptığının karşılığını verir. Düşünen her insan, bu gerçeği yaşar. Fakat Kur’an, özü temiz olmayanların düşünemediğini anlatır.

Allah’ım, insanların ve oluşturdukları guruplarının hidayete erebilmeleri için onların iradelerine güç ver, onların Senin gönderdiğin ayetleri anlayabilmeleri için anlayış ihsan eyle. Onların kalplerini nurunla fetheyle, gönüllerini güzelliklere aç Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter Allah’ım.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEVLET VE TERÖRİST FARKI için yorumlar kapalı

BİYOTEKNOLOJİDEKİ GELİŞMELER ÜZERİNE

BİYOTEKNOLOJİDEKİ GELİŞMELER ÜZERİNE

 

Günümüzde yetiştirilen hayvanlar ve bitkilerin bir bölümünde, büyüme hormonu kullanılmaktadır. Bu şekilde yetiştirilen hayvan ve bitkilerde bir süre sonra, beklenmedik hastalıklara rastlanmaya başlanmıştır. Bu hastalıkların çok azı, insanları doğrudan etkilemektedir. Doğrudan tesir eden böyle vak’alarda da, bütün dünya konunun üzerine hassasiyetle eğildiği için, sonunda pahalıya mal olsa da, bir çözüm bulunmaktadır.

Ancak hayvanlarda görülen hastalıkların çoğu, insanları doğrudan etkileyen cinsten olmamaktadır. Hayvanlarda görülen mide ülseri, deri hastalıkları ve artrite denilen iltihabi hastalıkların belirtileri önemsenmemekte ve hastalıklı hayvanlar kesilmektedir. Bu etleri tüketen insanlarda, zaman içerisinde benzer hastalıkların oluşması ihtimali kuvvetlidir. Tabipler, insanlarda görülen ülser, deri ve iltihabi hastalıkların menşei olarak, daha önceden öğrendikleri sebepler üzerinde durmaktadırlar. Dolayısıyla, hastalıkların sebepleri sayılırken, hayvanların durumu hiç dile getirilmemektedir. Henüz bu konularda ciddi araştırmalar yapılmadığından, kesin bir şey söylenemez. Ama hayvanlardaki hastalıkların, insanlar üzerinde etkilerinin olacağı muhakkaktır.

Günümüzde, çiftçilerin bilinçlendirilmeleri için yapılan çalışmalar çok yetersizdir. Bu durumun bir sonucu, zararlı otlara ve haşerelere karşı kullanılan ilaçlarda görülmektedir. Bilinçsizce kullanılan ilaçlar, toprağı, suyu ve havayı kirlettiği gibi, zararlı otlar ve haşerelerin de direnç oluşturmalarına vesile olmaktadır.

Bitkilerde, üretimi artırmak adına, zararlı otlar ve zararlı haşereler için geliştirilen ilaçlara karşı mukavemet oluştuğunda, tek çıkar yol olarak, daha kuvvetli bir ilaç oluşturmak kalmaktadır. Her kuvvetlendirilmiş yeni ilacın, doğaya daha çok zarar vereceği aşikârdır. Ayrıca, kuvvetlendirilen bu ilaçlar, üretimi artırmak amacıyla kullanıldığı meyve, sebze ve hattâ tahıllardan, daha zor atılmaktadır. Bilinçsizce ilaç kullananlar veya daha çok para kazanmak için bilerek ürünün toplanmasına yakın dönemde ilaç kullananlar, çok daha büyük sorun oluşturmaktadır. Dolayısıyla, kuvvetlendirilmiş ilaçlar, insanlara da doğrudan zararlı hale gelebilmektedir.

Her yeni oluşturulan ilaç, uzun araştırmalar sonucunda elde edilmektedir. Dolayısıyla, ilaçların maliyetleri giderek artmaktadır. Ancak, pahalı olmasına rağmen, yeni elde edilen bu ilaca da, zararlı bitki ve haşerelerde mukavemet oluşması ihtimali kuvvetlidir. Bu durumda, tabiatı egemenliğimiz altına alma mücadelemiz, kısır bir döngüye dönüşmektedir.

İnsanların nüfusları, düşüncesizce bir anlayıştan dolayı, hızla çoğalmaktadır. Artan nüfusu besleyebilmek için, tarımda verimliliği artırma çalışmaları da hızla sürmektedir. Bu alanda yapılan çalışmaların ortak yönleri, ürün çeşidini azaltma gayretidir. Laboratuvar imkânlarının ve maddi gücün sınırlı olması sebebiyle, üzerinde çalışılan yiyecekler, bir veya iki çeşit olmak zorundadır. Örneğin, yüzlerce patates çeşidi arasından, sadece iki tanesi üzerinde çalışılmaktadır. Aynı durum, mısır, biber, domates, salatalık ve hattâ çimen gibi bitkiler için de geçerlidir.

Neredeyse tek tip hale gelen tohumlarla üretim yapmak, tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Bu ürünlerde oluşabilecek bir hastalık veya bunlara musallat olacak tek bir zararlı haşere, bir bölgedeki aynı tip ürünlerin hepsini birden etkileyebilecektir. Nitekim ABD dâhil, birçok ülkede bu durumlar yaşanmıştır.

Biyoteknolojideki gelişmeler, karşılaşılan sorunların bir kısmına çözüm üretebilmektedir. Meselâ, insanların hataları yüzünden çoraklaşmış topraklarda, biyoteknoloji sayesinde yeni ürünler yetiştirebiliriz. Hattâ, biyoteknoloji sayesinde, kirlenmiş sularda yetişen balık türleri oluşturabiliriz. Ancak bütün bu pahalı gayretler, insanların doğayı tahrip etmelerini artıracaktır. Çünkü çoğu kimse, tabiatı tahrip etmenin zararlarını tam olarak kavrayamayacaktır. Anlayanların bir kısmı da, biyoteknolojideki bu çözümler sebebiyle, doğayı tahrip etmekten üzüntü duymayacaklardır.

Anlaşılan o ki, biyoteknolojideki gelişmeler, zenginlerin daha çok tüketmesine ve orta hallilerin yiyeceklere daha kolay ulaşmasına vesile olabilir. Fakat yukarıda izah edildiği gibi, beklenilmeyen kıtlıklar oluşturabilir ve insanlarda daha önce bilinmeyen yeni hastalıklar görülmesine sebep olabilir. Dolayısıyla, biyoteknolojideki gelişmelerin insanlığa maliyeti, başlangıçtaki düşünülenden çok daha yüksek olabilir.

Biyoteknolojideki gelişmeler, ciddi laboratuvar araştırmaları gerektirdiğinden, genelde zenginler bu çalışmaları yapabilir. Dolayısıyla asıl kazanç da, zenginlerin olacaktır. Fakirler, zenginlere göre çok daha az yararlanabileceklerdir. Zenginlerin kazançları, onları ürünlerden geçecek hastalıklardan korumayacaktır. Yeni ortaya çıkacak hastalıkların tedavileri hem daha pahalı olacaktır, hem de tedavilerdeki başarı oranı azalacaktır. Fakirler ise, hem hastalıktan, hem de giderek pahalılaşan biyoteknolik ürünlere ulaşmanın zorluğundan dolayı gıdasızlıktan perişan olacaklardır.

Bilindiği gibi, biyoteknoloji alanındaki gelişmeleri, insanlığa faydalı olmak için çabalayan bilim insanları değil, kâr hırsıyla hareket eden ve daha çok kazanmaktan başka hedefleri olmayan şirketler sağlamaktadır. Dolayısıyla insanların sağlığı değil, kazanç ön plandadır. Şirketlerin bu hırslarını, bazı zengin ülkeler kurallar koyarak törpülemeye çalışmaktadırlar. Ancak bu kuralların konulup uygulanması bile, aradan uzun süre geçtikten sonra olmaktadır. Fakirler ise, bu kuralları koyamamakta veya uygulayamamaktadır. Dolayısıyla, halkın sağlığı, şirketlerin kâr hırsındaki insaflarına terk edilmiştir.

Biyoteknoloji alanında çalışan şirketler, yaptıkları araştırmaları, devlet sırrından daha gizli tutmaktadırlar. Genelde zenginlerin oluşturdukları patent yasaları sayesinde, araştırma sonuçlarını uygulamaya başladıkları sırada, kazançlarını teminat altına almaktadırlar. Fakirlerin biyoteknoloji alanında araştırma yapmaları ihtimali giderek azalmaktadır. Nadiren böyle bir araştırmayı başarıyla sonuçlandıranlar da, ya patent yasalarına takılmaktadırlar veya araştırma sonuçlarını uygulayacak maddi güç bulamamaktadırlar.

Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler, insanlığın bilinen tarihinden çok farklı olarak, ilginç noktalara doğru gitmektedir. Artık üreten, toprak olmaktan çıkmaya başlamıştır. İnsanlık, giderek, laboratuvar araştırmalarına ve topraksız üretime bağlı hale gelmektedir. Arıyı görmeyen bal, toprağı görmeyen sebze, hayvanı görmeyen süt üretilmektedir. Diğer taraftan, sentetik yiyecekler oluşturulmaktadır.   Yiyeceklerdeki bütün bu gelişmelerin, insanların bağışıklık sistemleri üzerindeki etkileri henüz net olarak bilinmemektedir. Ancak olumsuz tesirinin olduğu hususunda fikir birliği vardır.

Biyoteknolojideki gelişmelerin ülkeler bazındaki sonuçlarını incelersek, şöyle bir ortamla karşılaşabiliriz. Biyoteknoloji alanındaki gelişmelerin, zenginler arası rekabeti artıracağı muhakkaktır. Bu rekabetten, ABD ve Avusturalya olumsuz etkilenebilir. Çünkü bu ülkelerin en büyük alıcıları olan Avrupa ve Japonya, kendilerinin oluşturacakları biyoteknoloji alanındaki gelişmeler sayesinde, daha az ithalata ihtiyaç duyabilir. Bütün zengin devletler üretimlerini, yeterli toprakları olmayan orta halli ülkeler dâhil olmak üzere, fakirlere satmaya çalışacaklardır. Ancak fakirler, bu ürünleri ancak borç karşılığında alabileceklerdir. Fakir ülkelere verilecek bu borçları, biyoteknoloji şirketleri sağlamayacaklardır. Ürünleri satmak isteyen devletlerin bizzat kendileri ve finans kurumları sağlayacaklardır. Dolayısıyla, biyoteknoloji şirketleri her halükârda kazanırken, borçlar geri ödenmediği zaman zarar edenler, zenginlerin finans kurumları ve fakir ülkeler olacaktır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, biyoteknoloji alanındaki gelişmelerden fakir ülkeler de faydalanıyormuş gibi bir ortam vardır. Teknoloji sayesinde daha ucuza üretilen ürünleri satın almak daha kolay olacaktır. Fakat bu durum sadece, fakir ülkeler doğrudan ithalat yaptıklarında oluşacaktır. İthalatı da, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, faiz oranı giderek yükselen borçla yapacaklarından, sonunda fazla bir kazançları olmayacaktır. Fakir ülkelerin çiftçileri ve hayvan yetiştiricileri açısından da durum pek iç açıcı değildir. Bu çiftçiler, kazançlarının büyük bölümünü, biyoteknoloji şirketlerinden aldıkları malzemelere vereceklerdir.

Bilindiği gibi, biyoteknoloji ile geliştirilen tohumlardan, yeni ürün için tohum elde edilememektedir. Dolayısıyla çiftçiler, tamamen biyoteknoloji şirketlerine bağımlıdır. Benzer bağımlılık, ilaçlar, gübreler ve hormonlar hususunda da mevcuttur.  Bu malzemelerin fiyatlarını şirketler belirlediklerinden, üretim giderek pahalanmaktadır. Fakir ülkelerin çiftçilerinin girdilerindeki fiyatlar artarken, sattıkları ürünlerin fiyatları düşmektedir.

Bu durumun iki sebebi vardır. Birincisi, zengin ülkeler, kendilerinin ürettikleri girdiler sayesinde ve toplu üretim yaptıklarından ucuza mal ettikleri ürünleri, fakir ülkelere, kısa süreliğine de olsa, onların maliyetlerinden daha ucuza teklif etmektedirler. Böylece fakir ülkelerin çiftçilerini kendileriyle rekabet edebilir konumdan çıkarmaktadırlar. İkinci neden şöyle gelişmektedir: Fakir ülkelerde, çiftçilerden ürünleri satın alan şirketler, çiftçilerden daha güçlüdürler. Bu şirketler, çiftçilerden aldıklarını hem iç pazarda hem de dış pazarda satmaktadırlar. Bu sebeple, zengin ülkelerin tüccarlarına da bağlıdırlar. Dolayısıyla, yerli satıcılar, hem zengin ülke tüccarlarına bağlı olmaları, hem de zengin şirketlerin, çiftçileri değil kendi kârlarını azamileştirecek güce sahip olmaları nedeniyle, çiftçilerin ürünlerini daha ucuza alabilmektedirler. Sonuçta, bilhassa küçük çiftçiler, kendi emekleri karşılığı olan yevmiyelerini bile kurtaramamaktadırlar.

Diğer taraftan, zenginlerin laboratuvarda yaptıkları üretimler, fakir ülkelerin ihracat kaynakları olan tarım ürünlerindeki kazançlarını sekteye uğratabilir. Şeker kamışı ve şeker pancarından elde edilen şekerin yerini, izoglükoz veya diğer süper tatlandırıcılar alabilir. Bu durumda, fakir ülkelerin şeker kamışı ve şeker pancarı üreticileri, olumsuz etkilenecektir. Benzer durum, başka birçok ürün için de geçerlidir. Örneğin, tabii bir ürün olan vanilyanın, kimyagerler tarafından laboratuvarda üretildiğini düşünelim. Bu durumda vanilya ihracatına bağımlı olan ülkeler gelir kaybına uğrayacaklardır. Kakao ve hindistancevizi yağı gibi ürünler için de, aynı durum geçerlidir. Çünkü bu ürünlerin muadilleri, laboratuvar ortamında veya soya fasulyesi ve kolza tohumundan elde edilebilmektedir.

Dünya nüfusundaki hızlı artış ve her mevsim her yiyeceğe ulaşma hırsı, insanlığı, biyoteknoloji alanındaki gelişmelere mahkûm etmektedir. Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler de, tıpta, sosyal alanlarda ve ekonomide sorunlar oluşturmaktadır. Daha önce bilinmeyen yeni hastalıklar veya eski hastalıkların farklı türevleri ile karşılaşılmaktadır. Teknolojideki gelişmeler, toprağın ve emeğin değerini düşürdüğü için, sosyal sıkıntılar oluşturmaktadır. Biyoteknolojiyi zenginler geliştirdiği için, kazancın büyüğünü zenginler elde etmektedir. Bu durum insanlar arasındaki ekonomik eşitsizliği artırmaktadır.

Dolayısıyla, bu konunun üzerinde, bütün insanlık olarak, birlikte, çok yönlü ve ciddi bir şekilde durulması gerekmektedir. Patent yasaları, kartel oluşturulmasını engelleme, insanları bilinçlendirme, tabiatın tahribatını azaltma gibi konulardan, nüfus artışını denetleme ve kanaatkârlık anlayışını yayma gibi konulara kadar, çok farklı alanlarda ortak çalışma bizleri beklemektedir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BİYOTEKNOLOJİDEKİ GELİŞMELER ÜZERİNE için yorumlar kapalı

YENİ YIL MESAJI

YENİ YILDA, DAHA HUZURLU BİR DÜNYADA YAŞAMAK UMUDUYLA

 

Her insanın yaşamında, üzerinde düşünmeden geçip giden çok sayıda olay vardır. Eğer sonradan geriye doğru düşünürsek, bu olaylardan çıkardığımız çok ders olduğunu görürüz. Geçmişimizden ders aldığımız ve çıkardığımız bu “hisseleri” hayatımıza uyguladığımızda, daha başarılı olduğumuzu da yaşayarak görmüşüzdür.

Geçmişte yaşadığımız olayları irdelerken, bazen tam anlayamadığımız sebep-sonuç ilişkisi olduğunu görürüz. Böyle olayları kavrayabilmemiz için, aslında, biraz farklı bir pencereden bakmamız yeterlidir.

Bu pencere, insanın ve doğanın kendiliğinden olmadığını, bir Yüce Yaradan’ın olduğunu düşündüğümüzde, tamamen açılır. Biz nasıl, sahip olduklarımızı başıboş bırakmıyor, sürekli kontrol ediyorsak, bizleri ve kâinatı yaratan Yüce Yaratıcı da, bizleri ve doğayı başıboş bırakmaz. Biz nasıl, çocuklarımız iyi bir şey yaptıklarında onları ödüllendirirsek, Yüce Yaradan da, güzel işler yaptığımızda bizleri ödüllendirir. Biz nasıl, çocuklarımız iyi şeyler yaparken onlara destek verirsek, Allah da, bizlere güzel işler yaptığımız sırada yardım eder.

O halde, her yeni bir günde ve her yeni bir yılda, eğer güzel işler yapmak için gayret gösterirsek, Yüce Yaradan da bizim önümüzü açacaktır. Bize, hiç düşünmediğimiz yönlerde yardımcı olacaktır. Bazen, hiç aklımıza gelmeyen işleri önümüze çıkaracaktır. Bazen, hiç düşünmediğimiz sevgi bağları ile bizi destekleyerek, bizleri hiç tahmin etmediğimiz dostluklar veya evliliklerle tanıştıracaktır. Bazen, bulunduğumuz görevde yanlış işler yaptığımızı fark ettirerek, bizim görevi kendiliğimizden bırakmamızı sağlayarak bize huzur verecektir. Yüce Yaradan’ın bize sağladığı huzur, hem bu dünya, hem de yarı yolda yanlışa geri dönmediğimiz takdirde, ahiret için de geçerli olacaktır. Bütün bunlar, bizim güzel düşünüp güzel işler yapmamızla başlayacaktır. Güzel düşünerek güzel işler yapanlar çoğaldıkça, dünya daha yaşanabilir hale gelecektir.

İşte, geçmişte kendi kendimize yaptığımız sorgulamalar sırasında, anlayamadığımız sebep-sonuç ilişkilerini, Yüce Yaradan, bizim güzel veya kötü düşünmemize göre oluşturmaktadır.

Dolayısıyla, yeni yılda daha huzurlu olmak istiyorsak, Yüce Yaradan’ın hoşuna gidecek şekilde hayatımızı sorgulayalım. Hatalarımızı ayna karşısında kendimize söyleyelim. Akabinde hemen güzel işler yapmaya başlayalım. Böylece Yüce Yaradan’ın desteğini alabilelim inşallah.

Allah’ım, kalplerimizi nurunla fetheyle, gönlümüzü güzelliklere aç Allah’ım.

Allah’ım, ufkunla idrakimizi genişlet, kudretinle takatimizi artır, hıfzınla bizleri koru Allah’ım.

 

Genel kategorisine gönderildi | YENİ YIL MESAJI için yorumlar kapalı

EĞİTİM (ÖĞRETİM) İLE SİYASETÇİLER ARASINDAKİ BAĞ ÜZERİNE

EĞİTİM (ÖĞRETİM) İLE SİYASETÇİLER ARASINDAKİ BAĞ ÜZERİNE

 

Bir ülkedeki eğitimin kalitesinin düşük olmasının o devletin zararına olduğunu, konuyla bağlantılı olarak yazdığımız makalelerimizde, rakamlarla göstermeye çalıştık. Peki, devletler, kalitesiz eğitimden zarar görmelerine rağmen, acaba, sadece maddi imkânları yetersiz olduğu için mi öğretimin kalitesini yükseltme çalışmalarını ciddiyetle yapamazlar. Elbette, maddi gücün önemi vardır. Ancak, maddeten yeterli gücü olmayan nice devletler, eğitime verdikleri öncelik ve önem sayesinde, ülkelerinin kaderini değiştirmeye başlamışlardır.

Demek ki, maddi gücün etkisinden daha önemlisi, eğitimin önemini kavrayan ve kalitesini artırmayı hedefleyen zihniyet değişikliğidir. Konuya bu açıdan bakılınca, bir ülkedeki eğitimin kalitesi düşük ise, o devletin yöneticilerinin zihniyetleri, ülkenin değil, kendi menfaatlerinin peşinde demektir.

Liseyi bitirmiş vasat bir seçmeni düşünelim. Eğer, kaliteli bir eğitim almışsa, siyasetçilerin söylemlerinin mantık hatalarını görebilecektir. Dolayısıyla, bazı yalanları fark edeceklerinden onlara itibar etmeyecektir. Bu sebeple, kendi çıkarı peşinde koşan siyasetçiler, az veya kalitesiz eğitim görmüş ve düşünme kabiliyeti yetersiz olan insanları tercih edeceklerdir.

Bu tercihlerinin sebeplerini, çoğu ülkenin siyasetçilerinin bazı söylemlerinden anlayabiliriz. Birbirine benzeyen bu söylemlerin bazıları şunlardır: “kandırıldım”, “şaka yaptım”, “söylediklerime değil, gözlerime bakın”, “gözlerime bakın, ne dediğimi anlarsınız”, “dün dündür, bugün de bugün”, veya siyasetçinin yaptığını yanlış bulan mahkeme ve diğer kurumlar hakkında “sözde hâkim”, “sözde …” gibi tanımlar ülkelerin çoğundaki insanlara tanıdık gelebilir.

Eğer, okuryazar oranı %70’in üzerinde olan bir ülkenin siyasetçisi, böyle sözler sarfetmesine rağmen, görevinde devam ediyor ve oy oranında ciddi bir düşüş olmuyorsa, o devletin eğitim sisteminde ciddi bir sorun var demektir.

Ülkelerin çoğunluğundaki eğitim, yapboz tahtası gibi, deneme yanılma yöntemiyle kurgulanmaktadır. Dolayısıyla eğitim sistemleri çok bozuktur. Öyle ki, uyguladıkları bu eğitim sistemini onlara bir başka ülke dayatmış olsa, düşman devlet olarak addedilmeyi gerektirir. Yani ülkelerin çoğu, uyguladıkları eğitim sistemiyle kendi kendilerine yaptıkları kötülük, düşmanlarının onlara yapabileceğinden daha fazladır.

Maddeten kalkınmış ülkelerden ABD’deki eğitim sistemi, yukarıda bahsettiğimiz bozuk sisteme benzemektedir. Ancak ABD, zararını azaltmak için, üniversite eğitimine daha çok yatırım yapmaktadır. Böylece, ülkelerine dışarıdan gelecek beyinleri cezbetmeye çalışmaktadırlar. Dışarıdan gelenler, eğitim sistemindeki bozukluğun zararını azaltmaktadır.

Eğer bir devlet, eğitiminde güzel bir sistem kuramamış ise, o ülkenin maddeten güçlü olması da, okuryazar kesimdeki kalitenin düşük olmasını engellemiyor. Kişi başına düşen milli gelirin yüksek olduğu ülkelerin bazılarında ve çoğu devlette, okuryazarların üçte biri, bir mektup zarfının üzerini doğru yazamamaktadır. Üniversite mezunları da dâhil, okuryazar insanların en az yarısı, düzgün bir şekilde dilekçe yazamamaktadır.

Ortaokul mezunu olmuş insanların içerisinde, dünya haritası üzerinde kendi ülkelerinin yerini kolayca gösterebilenlerin sayısı, çoğu ülke için, hayal kırıklığıdır.

Ortaokul mezunu insanların ne kadarı, bir yiyecek maddesinin üzerindeki ikaz yazısını anlayabilmektedir? Bu uyarı yazısını anlayabilenlerin ne kadarı, bir ilacın kullanım kılavuzunu anlayabilmektedir?

Üniversite mezunlarının yüzde kaçı, büyük marketlerden aldıkları bir eşyanın kurulum kılavuzundaki anlatılanları kavrayarak, aldıkları eşyayı kendi başına kurabilir? Üniversite mezunlarının ne kadarı, evindeki basit tamiratları yapabilir?

Hâlbuki çocukların kapasitelerine bakıldığında, daha farklı bir durumla karşılaşmaktayız. Çocuklar, küçükken daha zekiler ve kavrayışları daha fazladır. Fakat maalesef, bu çocuklar eğitildikçe, okulda sınıf atladıkça, çok azı hariç, anlayışları ve kabiliyetleri ilerlememektedir.

Okullarda verilen eğitim seviyeleri düşük olunca, şirketler de ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Bazıları, üniversiteden yeni mezun olmuş kişileri veya lise mezunlarını işe almak istemiyorlar. Bazı şirketler ise, işe aldıkları şahıslara, kendileri ayrıca eğitim vermek zorunda kalıyorlar. Çünkü işe almak için yaptıkları imtihanda, şirketin ihtiyacı olan beceriye sahip kişi sayısı çok yetersiz kalıyor. Şirketlerin imtihanda istedikleri hususlar, teknik ayrıntılar değil, basit hayat bilgisi olmasına rağmen böyle bir durumla karşılaşılmaktadır. Şirketlerin, işe aldıkları insanları eğitim için harcadıkları ek paralar, maliyetleri artırmaktadır.

Ülkelerin çoğundaki eğitimin hali maalesef olması gerekenden çok uzaktır. Bu durumun müsebbibi, sadece siyasiler değildir. Milli eğitim bakanlıklarının bürokratları, öğretmenler ve öğretmen sendikaları da sorumludur. Öğretmenleri yetiştiren üniversitelerin yetkilileri ve öğretim üyeleri de sorumludur. Öğrencilerin okudukları mekteplerdeki veliler ve kurullar da sorumludur. Anneler ve babalar ile birlikte, onların bilgilerini artırma yönünde gayret etmeyen medya gurubunun yetkilileri de sorumludur. Bilhassa televizyonda aileler ve çocukları için zararlı konuları işleyenler de sorumludur. Çocuklarla ilgili televizyon kanallarının yapımcıları ve yetkilileri de sorumludur. Bilhassa dememizin bir nedeni, çocukların, televizyon ve bilgisayarlarındaki çocuk programları karşısında geçirdikleri vaktin, okulda geçirdiklerine yakın olmasıdır.

Çocuklarının geleceklerini ve ruhi yapılarını düşünmeden boşanan ebeveynler de sorumludur. Parçalanan ailelerde, çocukların yükü, genelde, annelerin üzerine kalmaktadır. Annelerin bu yükü tek başlarına kaldırmaları mümkün değildir. Parçalanmış aileler, eğitimin kalitesi üzerinde olumsuz tesir yapmaktadır.

Bilhassa parçalanmış aileler ve bilinçsiz aileler, çocuklarını eğitmek için uğraş veremiyorlar. Kendilerine daha kolay geldiği için veya ayrılmış eşler çocuk üzerinde daha etkin olmak amacıyla, çocuklarının AVM’lerdeki eğlence ve alışveriş yerlerine götürüyorlar.

Anlaşılan o ki, kötü eğitim, toplumun çoğunluğunun sorumsuzca davranmasının bir sonucudur. Eğer ciddi bir neşter vurulmazsa, sorun, tavuk-yumurta misali kısır bir döngüye dönüşür. Toplum mu bizi kötü eğitiyor, yoksa geçmişte kötü eğitilmiş insanlar mı toplumu inşa ediyor tartışması bitmez.

Eğitimin bu makalede ele aldığımız tarafı, hayat mücadelesi için gerekli olan beceri ve bilgilerin öğretilmesi, menfaati peşinde koşan siyasiler tarafından kandırılmaması ile ilgilidir. Eğitimin diğer alanlarında başarısız olunduğu gibi, bu hususta da maalesef, dünya genelinde başarısız durumdayız. Sorunun çözümüne başlamak için menfaatini değil, ülkesini ve insanlığı düşünen önderlerin harekete geçmesi şarttır. Eğer, eğitim meselesinin çözümü, siyasilere veya günlük geçimi peşinde koşan insanlara bırakılırsa, hiçbir sonuç alamayız, kısır döngüden çıkamayız.

Gençlik kategorisine gönderildi | EĞİTİM (ÖĞRETİM) İLE SİYASETÇİLER ARASINDAKİ BAĞ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İNSANLIĞIN SU SORUNU ÜZERİNE

İNSANLIĞIN SU SORUNU ÜZERİNE

 

Yeryüzündeki tatlı su kaynakları hakkında, konuyu istatistiki verilerle işleyen çok sayıda yayın var. Her gün yeni bir yayın çıkıyor. Bir konuda bu kadar çok yayın varsa, gün geçtikçe de bunlara yenileri ekleniyorsa, o konu çok önemlidir. Yayınlanan bu eserlerin, yapılan söyleşilerin hepsi, mevcut su kaynaklarının, gelecekte çok yetersiz kalacağını vurgulamaktadır.

Biz bu yazımızda, konunun neden önemli olduğunu irdelemeye çalışacağız.

Su sorunu denilince, sadece insanların ihtiyacı akla gelmektedir. Hâlbuki insanlarla birlikte diğer bütün canlıların suya ihtiyaçları vardır. Denizlerde yaşayanların dışındaki bütün hayvanlar ve bitkiler tatlı su olmadan yaşayamazlar.

İnsanlığın nüfusu, son yıllarda, neredeyse parabolik olarak artmaktadır. Artan insan nüfusunun beslenebilmesi için, hayvanların ve bitkilerin miktarlarının da aynı oranda artması gerekmektedir. Dolayısıyla, tatlı suya olan ihtiyaç daha fazla artmaktadır.

Günümüzdeki hayvan yetiştiriciliği, çiftliklerde yapılmaktadır. Çiftliklerde yetişen hayvanların su ihtiyaçları ise daha fazladır. Hem içmeleri için su gereklidir, hem de hareketsiz olduklarından, yaşadıkları ortamın temizliği için gereklidir. Bu su ihtiyacı da, hayvanların içerisine girerek içecekleri ve temizlenecekleri nehirlerden karşılanmamaktadır. Çiftliklerin hayvanları yetiştirebilmeleri için, suların borularla taşınması şarttır.

Hayvanlar, eskiden otlatma yöntemiyle yetiştiriliyorlardı. Ancak bilgisiz ve sadece şahsi menfaatini düşünen insanların yanlış uygulamaları yüzünden, otlaklar çok azaldı. Azalan otlaklar, yağmurları da olumsuz etkilemeye başladı.

Bitki yetiştiren çiftçiler de, benzer bilgisizlik ve menfaat çarkının içine düştüler. Daha çok su vererek daha çok ürün alacaklarını zannettiler. Aşırı sulanan topraklar çoraklaşmaya başladı.

Hem hayvan yetiştiricilerine hem de çiftçilere göz yuman hükümet yetkilileri, yeryüzünün bizlere bahşettiği imkânları israf ederek gelecek nesilleri zor duruma düşürdüklerini göremediler.

Bu hatalarından ders almayan hükümetler ve çiftçiler, yer altı su kaynakları olan akiferleri de, bilinçsizce kullanmaya başladılar. Yerin merkezine doğru rastgele borular salınarak, akiferlerden yeryüzüne su çıkarıldı. Ancak, doğa, yukarıya çıkarılan suların yerine yenisini yeterince karşılayamadı. Hâlbuki doğanın kendisini tamir gibi bir özelliğinin olduğunu, bilim insanlarının ifadelerinden öğreniyoruz. Buna rağmen doğanın kendisini tamir ederek, akiferleri tekrar eski haline gelecek şekilde  dolduramamasının iki sebebi vardır. Birincisi, azalan ormanlar ve otlaklar, daha az yağmur yağmasına sebep oldular. İkincisi, ormanların olmadığı bölgelere rüzgârlarla sürüklenen bulutların getirdiği yağmurlar aniden ve çok yağdıklarında, sel olup denizlere aktılar. Sonuçta su, yerin çok altındaki akiferlere yeterince inemedi.

Bilindiği gibi, dünyadaki insan nüfusu, fakir ülkelerde çok daha hızlı artmaktadır. Bu ülkelerin çiftçileri, yeterince bilinçli değiller. Küçük çaplı üretim yapmak zorundalar. Üretimlerinde, yeni teknolojileri kullanmak için maddi güçleri çok zayıf. Dolayısıyla, zengin ülkelerin çiftçilerinin mahsullerinin fiyatlarıyla rekabet edemiyorlar. Kazanamayınca, şehirlere göç ediyorlar. Fakir ülkelerde yaşayan insanların %70’lere varan çoğunluğu, şehirlere sığınmışlar.

Nüfusu hızla artan şehirlerin su ihtiyaçlarını karşılamayı, fakir ülkeler tek başlarına başaramazlar. Ülke tatlı su kaynakları açısından zengin olsa bile, bunları şehirlere getirmenin maliyeti yüksek olmaktadır. Bu maliyete, birde kullanılan suyun geri toplanması demek olan kanalizasyon masrafı eklenmektedir. Ülkelerin hem içme suyunu hem de kanalizasyonu yeterince sağlayamaması, hastalıklara davetiye çıkarmaktadır.

Nitekim 19uncu ve 20inci yüz yılın bazı yaygın hastalıkları, yeniden görülmeye başlamıştır. Her hastalığın tedavisi ilaçla yapılmaktadır. Ancak, fakir ülkelerin ilaç sanayileri yok gibidir. İlaç ve hastalığı teşhis edecek tetkikler için gerekli malzemeler konusunda, çoğunlukla yurt dışına yani zengin ülkelere bağımlıdırlar. Dolayısıyla, su azlığından dolayı ortaya çıkabilecek kolera gibi salgın hastalıklara dikkat edilmelidir. Eğer zengin ülkelerin desteğindeki Dünya Sağlık Örgütünün müdahalesi yetersiz kalırsa, tehlike, insanlık açısından büyüyebilir.

Bütün ülkelerde, işsizlerin çoğunluğu şehirlerde yaşamaktadır. Şehirlerdeki su kaynakları yeterli olsa bile, işsiz insanların sağlık şartlarına uymaları daha zordur.

Eğer, şehirlerdeki içme suyu azlığı, kanalizasyon yetersizliği, işsizlerdeki artış, beslenmedeki zafiyet, işsizlerin zengin ülkelere olan kaçak göçleri ve kuraklık şartları aynı anda oluşursa, Dünya Sağlık Örgütünün müdahalesi, salgın hastalıkların bütün dünyaya yayılmasını engelleyemez.

Demek ki su sorunu, sadece fakirlerin veya su kaynağı yetersiz olan devletlerin meselesi değildir. Küreselleşen dünyada, sorun bir anda herkese sıçrayabilir. Bu sebeple, sorun insanlığın bütününe aittir. Dolayısıyla, çözüm de birlikte gerçekleşebilir.

Çözüm için sadece, su kaynakları ve suyun idareli kullanılması konusuna yoğunlaşmak, bizi bir sonuca ulaştırmaz. Çözüm için, su sorununa yol açtığını makalemizin içerisinde bahsettiğimiz hususlar da, birlikte değerlendirilmelidir.

Hızlı nüfus artışını düşürmek, hayvan ve bitki ihtiyacını da azaltacağından, su ihtiyacını da azaltacaktır. Hayvan ve bitkilerin yetiştirme yöntemlerinde yapılacak yenilikler, su ihtiyacını azaltma yönünde olursa, sorunun çözümü daha kolaylaşır. Şehirlere göçü azaltacak tedbirler de, çok yönlü ele alınmalıdır. Akiferlerin şuurlu bir şekilde kullanımı, çözüme katkı sağlayacaktır. Sadece ağaç dikme şeklinde olmayıp, ağacı büyütmeye yönelik olarak ağaçlandırmaya verilecek özel destekler de, yağmurların artmasına ve sellerin azalmasına vesile olarak, su sorununun çözümüne yardımcı olacaktır. Sağlık konusunda insanları bilgilendirme ve ilaç sanayisini veya vakalara hızla müdahale edilmesini, dünya çapında yaygınlaştırmak da, çok faydalı olacaktır.

Biz, su uzmanı değiliz. Biz, sorunun çözümünün, konuya çok yönlü yaklaşılmadan gerçekleştirilemeyeceğini vurgulamaya çalışıyoruz. Ayrıntılar, farklı alanlardaki uzmanların birlikte çalışmaları ve istişare etmeleri sonucunda oluşturulursa, daha çabuk ve daha güzel sonuç alınabilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANLIĞIN SU SORUNU ÜZERİNE için yorumlar kapalı

ÖĞRENİMİMİZ, ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLUNCA BAŞLAR

ÖĞRENİMİMİZ, ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLUNCA BAŞLAR

 

Üniversiteden mezun olunca, öğrenimimiz bitiyor mu, yoksa yeni mi başlıyor tartılması yeni değildir. En azından yüz yıldır tartışılan bir husustur. Birçok mezuniyet töreni konuşmacıları, öğrencileri bu konuda uyarmışlardır. Biz bu yazımızda örnek olarak, Peyami Safa’nın 1942’de üniversite mezunlarına yönelik olarak yazdığı bir makalesini alacağız. Safa, şöyle seslenir:

“Tahsiliniz bugün sona eriyor değil mi? Ellerinize tutuşturulan diplomalarınızın en büyük yalanı budur. Öğreniminiz, bugün bitmiyor, aksine bugün başlıyor. On altı, on yedi yıldır size öğretilenlerin çoğu, ihtisas bakımından gereksizdir.

Ellerinizdeki diploma, “öğretim” denilen, ne yazık ki, ilacı henüz keşfedilmemiş müzmin bir hastalığın raporudur.

Şu mahalle doktoruna bakınız, niçin mi kazanamıyor? Muayenehanesine girip bakınız; cevap, yaldızlı bir çerçeve içerisinde duvarda asılıdır. Diploma!  Zavallı hekim, bu diplomayı oraya astıktan sonra, hastalara bakmaktan başka bir işi kalmadığına inanmıştır. Kütüphanesi tamtakırdır. Orada, unutulmuş okul bilgilerini hatırlatan birkaç tıp lügatinden ve arkadaş tavsiyesiyle alınarak okunmayan birkaç eserden başka bir şey göremezsiniz.

Asıl bugün okula başlıyorsunuz. Notları ve imtihanları olmayan bu büyük mektepten mezun olmak ve diploma almak yoktur. Çünkü ilim bitmez ve öğrenmek ihtiyacımız, varlığın sırları ve cehlimizin (cehaletimizin) karanlıkları kadar sonsuzdur.”

Peyami Safa’nın 1942’de ele aldığı konuya uzun yıllar sonra, bir başkası, Harvard Üniversitesinin mezuniyet töreni sırasında ve farklı bir açıdan yaklaşmış. Bahsedeceğim olayın videosunu on iki yıl kadar önce seyretmiştim. Ama öğrencilere soruyu soran kişinin kim olduğunu hatırlamıyorum.

Olayı kurgulayan şahıs, eline iki kutuplu dikdörtgen prizma bir pil, bir lamba ve bir kablo alır. Mezuniyet töreni sırasında birinci olarak bitiren en başarılı öğrenciden başlayarak, sırayla diğerlerinden de aynı şeyi ister. Kendilerine verdiği bu malzemeler ile lambayı yakmalarını söyler.

Lambayı yakabilmek için, iki kablo gereklidir. Kablonun biri lambanın altına diğeri yandaki metal kısmına bağlanacak, böylece devre tamamlanacağından devre yanacaktır. Ama kablo bir tanedir ve ikiye bölünmesi yasaktır. Harvard Üniversitesinin en başarılı öğrencileri bu işi denerler. Ama hiçbiri lambayı yakmayı başaramaz.

Sonunda siyahi bir öğrenci başarır. Kablonun bir ucunu pilin bir kutbuna bağladıktan sonra, diğer ucunu lambanın yan tarafındaki metale de bağlar. Sonra lambayı, doğrudan pilin diğer kutbunun üzerine koyar. Böylece devre tamamlanır ve lamba yanar.

Anlatınca bu kadar basit mi diye sorulan bu fikir, en zeki ve en başarılı öğrencilerin aklına gelmemiştir. Araştırmayı yapan kişi, lambayı yakan siyahi öğrenciye, hayatı hakkında sorular sorar. Öğrenci, üniversitenin çok yüksek olan bursunun parasını biriktirebilmek için piyasada çalıştığını söyler.

Okulun, en zeki insanlara veremediği basit bir uygulamayı, hayat mücadelesi vermiştir. Hâlbuki bu öğrencilerin hocaları da zeki insanlardır. Ama öğrencilerini hayat mücadelesine iyi hazırlayamamışlardır. Bu durumun sebebi nedir?

Okuyucularımız sebep üzerinde düşünürlerken, konuyla ilgili bir hatıramı aktaracağım. 19 Mayıs 1976 günü, Ülkücü Teknik Elemanlar Derneğinde bir konuyu işlemiştim. Konunun başlığı, “Üniversiteler ile Sanayi Arasındaki İlişkiler” idi. Bu konuşmamda aradaki ilişkilerle ilgili olarak fikirlerimi söylerken, makalemizin konusuyla ilgili olan şu düşüncemi ifade etmiştim. O günden sonra da çeşitli ortamlarda aynı fikrimi savunmaya devam ettim.

Üniversitedeki öğretim üyelerinin yetişme yöntemlerinin hatalı olduğunu ve değişmesi gerektiğini söylemiştim. Neler yapılabileceği konusunda da fikir beyan etmiştim. Bana göre değişim şart idi. Çünkü öğretim üyesi olmanın yolu, sadece üniversiteden geçiyordu. Lisans öğrenimini bitiren öğrenci, lisansüstü öğrenime devam ediyordu. Eğer devam ederse, doktorasını yine üniversitede tamamlıyordu. Sonra doçentlik (yardımcı profesör) ve profesörlük geliyordu. Bütün bu çalışmaları sırasında üniversitenin dışına çıkmıyordu.

Hangi alanda çalışırsa çalışsın, konusuyla ilgili olarak iş hayatındaki faaliyetler hakkında bilgi edinmesini sağlayacak bir sistem yoktu. Tıp fakültelerinin dışında, diğer alanlardaki hiçbir öğretim üyesi uygulamayı görmüyordu. Kendileri böyle yetişen hocaların öğrencileri de, mezun olduklarında tabiri caizse, “sudan çıkmış balığa” dönüyordu.

Günümüzde bazı mühendislik fakülteleri –ki bunların oranı %1’ri geçmez- hiç olmazsa, öğrencileri kurtarabilmek için farklı yöntem uygulamaya başladılar. Yıl içerisindeki öğrenim, üç döneme ayrılıyor. İki dönemini okulda okuyan öğrenci, bir dönemini okul dışında konusuyla ilgili bir iş yerinde geçiriyor. Böylece uygulamanın içerisinde olduğundan mezuniyetten sonra, diğer üniversitelerin öğrencilerine göre daha başarılı oluyor.

Fakat bu uygulama sadece öğrencileri kapsadığından, hocalarında bir farklılık olmuyor. Hâlbuki öğretim üyeleri de iş hayatında yaşamış olsalar, hem kendileri, hem öğrenciler hem de ülke için çok daha faydalı olacağı aşikârdır. Öğrencilere verecekleri proje ve laboratuvar ödevleri bile farklılaşacaktır.

Ayrıca iş hayatından öğretim üyelerine gelen araştırma taleplerinde daha güzel sonuçlar alınabilecektir.

1976’daki konuşmamda, eğer öğretim üyelerinin yetiştirilme tarzı değiştirilemezse, hiç olmazsa öğrencilerin yetiştirilmelerinde değişiklik yapılmasını istemiştim. Öğrenciler üçüncü sınıfa kadar aynı dersleri alabilirlerdi. Fakat üçüncü sınıfta, öğrencilere mezuniyet sonrası düşünceleri sorularak yönlendirilmeliydi. Akademik kariyere kalmak isteyenlerle, iş hayatına atılacakların derslerinin bazıları farklılaştırılmalıydı. Akademik kariyer yapmak isteyenler, ileride alacakları derslere temel olacak teorik ağırlıklı dersler alabilirlerdi. Ama piyasaya gideceklere bu dersler verilmeyip, uygulamaya yönelik dersler verilmeliydi.

Eskiden insanlar, iş bulmalarını kolaylaştırmak için okurlardı. Günümüzde ise, bilhassa teknoloji geliştiremeyen ülkelerde, insanlar okudukça işsiz kalma ihtimalleri artıyor. Üniversite mezunları hayat mücadelesinde başarısız olup işsiz kaldıkça, o ülke teknoloji geliştiremiyor. Böylece kısır bir döngü oluşuyor.

İşsiz kalan bu okumuş insanların çoğu, maalesef, yetenek isteyen işlerde başarılı olamıyorlar. Çünkü sadece diplomaları var, ama bileklerinde altın bilezikleri yok. Eğer üniversiteler, mezunlarının başarılarıyla değerlendirilse, öğretim üyelerinin de birçoğu işsiz kalırlardı. Paralı üniversitelerin birçoğunun ayakta kalmasının sebeplerinden birisi, ebeveynlerin, çocuklarını okutmak mecburiyetinde olduklarını düşünmeleridir.

O halde, üniversitedeki öğrenim sistemi ve öğretim üyelerinin yetişme yöntemi mutlaka yenilenmelidir. Bu yenilenme ihtiyacı, sadece üniversiteler için değil, diğer alanlarda da geçerlidir. Hayatın bizzat kendisiyle, en azından işiyle ilgili alanda, doğrudan irtibatlı olmayan her sistem, hatalı sonuçlar vermeye mahkûmdur.

Gençlik, Genel kategorisine gönderildi | ÖĞRENİMİMİZ, ÜNİVERSİTEDEN MEZUN OLUNCA BAŞLAR için yorumlar kapalı

DEVLETLERİN GÜCÜ NEREDEN GELİR

DEVLETLERİN GÜCÜ NEREDEN GELİR

 

Takdir edileceği gibi, devletlerin gücü tek bir etkene bağlı değildir. Buna rağmen, ordusu güçlü olan devletin kendisinin de güçlü olduğu yönünde bir genel kanaat vardır. Ancak, orduların büyüklüğü, tek başına devletin de güçlü olduğunu göstermez. Sovyetler Birliğinin dağılmasından kısa süre önce ABD’de yapılan yayınlarda, Kızıl Ordunun çok güçlü olduğunu ifade eden rakamlar yayınlanıyordu. Gerek asker sayıları gerekse tank ve top sayıları karşılaştırması yapılıyordu.

Fakat bu karşılaştırmalar yapılırken, Sovyetler Birliği dağılım sürecine girmişti. Demek ki, ordunun gücü, tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Ayrıca asker sayısı da önemli değildir. Hattâ elindeki silahların sayısı değil, teknolojik üstünlüğü önemlidir.

Bir devletin gücü, tabii kaynaklarının varlığına da bağlıdır. Ancak yeraltındaki zenginlikler, tek başına ülkelerin güçlü olmalarını sağlamaz. Sağlamadığını, birçok Afrika ülkesi, Suudi Arabistan, Rusya ve diğer çok sayıda devletin durumu, bizlere net olarak göstermektedir.

Bir devletin gücü, vatandaşlarının okuma yazma bilme oranlarıyla bağlantılıdır. Bilhassa ekonomik açıdan fert başına düşen milli gelirler ile okuryazarlık karşılaştırıldığında, bağlantının çok güçlü olduğu görülür. Nitekim Afrika ülkeleri, Hindistan, Bangladeş gibi ülkelerin okuryazarlık oranları ile Japonya, Güney Kore, Yeni Zellanda gibi devletler karşılaştırıldığında, bu bağlantı daha net anlaşılır. Aynı farklı durum, 1913 yılında, Batı Avrupa devletleri halkları ile Osmanlı devletinin halkının okuryazarlık oranlarında da geçerli idi.

Fakat okuryazarlık oranının yüksek olmasının, devletin ekonomik gücünü tam olarak göstermediğinin örnekleri vardır. Stalin dönemindeki Sovyetler Birliğinde okuryazarlık oranı, muhtemelen Japonya ile benzerdi. (Bu konuda net bir bilgi elde edemedim. Ama farklı bilgileri birleştirerek bu kanaate vardım.) Aynı dönemde Sovyetler, tabii kaynaklar açısından Japonya ile kıyaslanamayacak kadar çok zengindi. Bu iki etken birleşmesine rağmen, Japonya’daki kişi başına milli gelir, Sovyet vatandaşlarından çok daha fazla idi.

Nitekim bazı araştırmacıların kanaati, 1930’lardaki Japon ekonomik kalkınmasının 1970’lerden sonraki gelişmelerden daha mucizevi olduğu yönündedir. 1913’lerde başlayan Japon ekonomik kalkınması, 1929 Dünya Ekonomik Buhranına rağmen, 1938’e kadar, ABD ekonomik büyümesinin üç katı büyüklüğünde gerçekleşmiştir. Bu gelişme, Japonya’da 1920’lerde yaşanan ve 1927’de çok sayıda bankanın batmasına sebep olan sıkıntılara rağmen sağlanmıştır.

Bir devletin gücü, halkının hayal gücüyle doğru orantılıdır. Devleti yönetenlerin uygulamaları halkın hayal gücünü sınırladıkça, devletin gücü de, gerçek anlamda, zayıflar. Sovyetler Birliği ve Japonya karşılaştırması bu duruma verilebilecek güzel bir örnektir. İki farklı sistemle yönetilen bu ülkelerin uygulamalarının halk üzerindeki etkileri çok net olarak görülebilmektedir.

1917’de Komünist Bolşeviklerin, Rusya’da iktidarı ele geçirmelerinden önceki yıllarda (1913), bir Rus vatandaşı, bir Japon’a göre 3,5 kat daha verimli idi. Ancak 1928’e gelindiğinde bu durum tam tersine dönüşmüştü. Japonların verimliliği, Rusların 4 katına çıkmıştı. Bu devasa farkın oluştuğu ortam, Stalin’in sanayileşmeyi sağlamak için başlattığı büyük gayretlere denk gelmiştir. Bu sonuçlar, Stalin’in ülkesinde uygulanan sistemin yanlışlığını gözler önüne sermeye yeterlidir. Demek ki, ülkelerin gücü, halkının hayalleriyle doğru orantılıdır.

Bir devletin gücü, halkının fert olarak kabiliyetinden ve halkın birbirleriyle olan bağlarının gücünden de gelir. Amerika’nın başlangıçtaki gelişmesine bakalım. Yaşadıkları ülkelerdeki yaşamı yeterli görmeyen hırslı maceraperestlerin Amerika’ya göçleri, bu ülkenin ekonomisinde çok etkili olmuştur.  Daha sonraki dönemde bu kabiliyetli insanlar, aralarındaki ilişkileri hukuken düzenledikçe ülke kalkınması hızlandı.

Amerika’nın bir başka avantajı da insanların kökenleri açısındandı. Göçmenler, sınırlı sayıdaki ülkelerden geldiler. Bu sebeple konuşulan dil sayısı da az idi. Hâlbuki aynı dönemde Rusya’da veya Osmanlı’da yüz civarında dil konuşuluyordu.  Çok fazla dilin olması, fertler arasındaki bağların zayıf olmasına ve hattâ arada kin oluşmasına ortam hazırlayabilmektedir.

Japon halkında da, bireyler arasındaki bağlar daha güçlüydü. Çünkü Osaka bölgesindeki bazı farklılıklar hariç, homojenlik vardı. Konuya bu açıdan bakılınca, fertlerin kabiliyetleri kadar aralarındaki bağların da önemli olduğu anlaşılır. Osmanlı veya Rusya’daki bireylerin kabiliyetleri, Japonya veya Güney Kore’dekiler ile aynı olsa bile, fertler arasındaki bağın kuvveti çok farklı olduğundan, kalkınmaları da farklı oldu.

Bir devletin gücü, teknolojik üstünlüğü ile doğru orantılıdır. Teknolojideki gelişmeler de, mühendis ve bilim insanlarının sayıları ve kaliteleri ile doğru orantılıdır. Bu konuda, bu sitede yayınladığımız “Mühendis le Bilim İnsanı Sayıları ve Kalkınma Üzerine” başlıklı yazımızda bazı örnekler verdik. Bilindiği gibi, Türkiye ve birçok kalkınmakta olan ülkede okuryazar oranı, teknolojik açıdan üstün ülkelere yaklaştı. Ancak iki gurup arasındaki teknoloji farkı kapanmak yerine açılmaya devam ediyor. Demek ki, önemli olan okuryazarlık değil, mühendis ve bilim insanı sayısı ile kalitesi.

Bir devletin gücü, bireylerinin sürekli öğrenme mücadelesi içerisinde olanların sayısıyla doğru orantılıdır. Ancak öğrenme gayreti, uygulamaya yönelmezse, yeterince etkili olmaz. Öğrenilenlerin uygulanması, üretim ile gerçekleşir. Üretimden maksat, sadece mal imalatı değildir. Hizmet ve bilgi üretimi de önemlidir. Sonuç olarak, mal, bilgi ve hizmet üretiminden en az birini yapan insanlara sahip ülkeler, daha güçlü olurlar. Bu üçlü üretimin ikisini veya üçünü bir arada yapan insanlara daha çok sahip olan ülkeler, çok daha güçlü olurlar.

Bir devletin gücü, yöneticilerinin, kabiliyetli ve şahsiyetli olmalarıyla doğru orantılıdır. Her devlet kendi tarihine baktığında, bu gerçeği görür. Aynı ülke, benzer şartlara sahip iken, farklı yöneticilerin idaresinde farklı sonuçlar almıştır. Bir ülkenin, kabiliyetli ve şahsiyetli yöneticilerin idaresinde iken ki gücü ile beceriksiz ve şahsiyetsiz oğulların yönetimindeki gücü arasında dağlar kadar fark olmuştur.

Bir devletin gücü, adalet mekanizmasının işleyişine bağlıdır. Kutadgubilig adlı eserinde Yusuf Has Hacip, “Türk için adalet esastır, devlet adalettir. Adalet sarsılınca, devlet parçalanır” der. Birçok devletin yıkılışı, halkına karşı adaletsiz davranan iktidarlara kızan insanların, düşmanlarla işbirliği yapması sebebiyle gerçekleşmiştir.

Bir devletin gücü, çocuklarına ve gençlerine verdiği eğitimle bağlantılıdır. Eğitimin amacı, insanların kafalarını kütüphanenin bir şubesi yapmak olursa, o insan bilgisini kendi menfaati doğrultusunda kullanır.

Bir devletin gücü, fakir ve düşkün insanlarını koruyup kollamasıyla bağlantılıdır. Fakirlerini kollamayan devletler bir süre sonra iç kargaşa ile karşılaşmışlardır. Her kargaşa, devletlerin güçlerini tahmin edilenden fazla zayıflatmıştır.

Bir devletin gücü, halkının tasarruf eğilimi ile bağlantılıdır. Japonya, Güney Kore gibi ülkelerin kalkınmalarının sebeplerinden birisi de halklarındaki tasarruf eğilimi olmuştur.

Bir devletin gücü, insanlarının birbirlerini ve doğayı korumalarıyla bağlantılıdır. Bir ülke halkı, aralarındaki dil, din, mezhep, soy, zenginlik, soyluluk gibi farkları sorun ederse, birbirlerine karşı güvenleri kaybolur. Birbirine güvenmeyen halklar, gerek barış ve gerekse savaş ortamlarında, birbirlerini korumazlar. Birçok savaşın kaybedilmesinin sebebi, ordu mensuplarının birbirleri ile olan iç çekişmeleri olmuştur. Birbirlerini korumayan insanlar, doğayı hiç korumazlar.

Demek ki, bir devletin gücü, ayrıntılardaki başarısıyla bağlantılıdır.

Dünyanın ve insanlığın da gücü, ayrıntılardaki başarısıyla bağlantılıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEVLETLERİN GÜCÜ NEREDEN GELİR için yorumlar kapalı

MÜHENDİS İLE BİLİM İNSANI SAYISI VE ÜLKE KALKINMASI ÜZERİNE

MÜHENDİS İLE BİLİM İNSANI SAYISI VE ÜLKE KALKINMASI ÜZERİNE

 

Bu yazımızda, bir ülkedeki mühendis ve bilim insanı sayılarının ve kalitesinin, devletin kalkınması üzerindeki tesirini irdelemeye çalışacağız.

ABD, tarihinde ilk cari açığını 1971 yılında verdi. Halen hemen her sene açık vermeye devam ediyor. Sürekli cari açık veren bir ülkenin kalkınmasını sürdürmesi için başka bazı etkenler gerekir. Bunlardan birisi de konumuzla ilgili olan, mühendis ve bilim insanı sayılarıdır.

Bilindiği gibi, ABD, sadece kendi ülkesinin öz insanlarının kabiliyetleriyle kalkınmamaktadır. Diğer ülkelerden gelen beyinler sayesinde ilerlemektedir. ABD’ye gelen beyin göçünün yapısına baktığımızda, mühendis sayısının diğer alanlara baskın olduğunu görüyoruz. Benzer oran, bilimsel alandaki çalışmalarda da geçerli. Fen bilimleri olarak nitelenebilecek konularda çalışan insan sayısı daha fazla. Bu oran, bilimsel alanda ABD’de yaşayan insanların aldıkları Nobel ödülüne de yansımaktadır.

Japonya, en hızlı kalkındığı dönemler olan 1980’lerde mühendis sayısının oranı olarak daha iyi durumda idi. Ancak bu gücünü bilimsel çalışmalarla destekleyemedi. Bu sebeple, Paul Kennedy’nin verdiği rakamlara göre, ABD’nin 142 Nobel ödülü aldığı dönemde (1987 ye kadar) sadece 4 ödül alabildi. Böyle olmasının bir nedeni, eğitime ayırdığı payın, diğer zenginlere göre daha az olmasıdır. Bir diğer sebebi, lisansüstü programlardan ziyade, lisans eğitimine ağırlık vermeleridir.

Japonya, mühendis ve bilim insanı sayısında, kişi başına düşen oran açısından G8’in Avrupalı üyelerinden daha fazladır. Ancak eğitimde, ağırlıklı olarak uygulamaya yönelik düşünmeleri ve beyin göçü almamaları nedeniyle, bekledikleri sonucu almalarını engellemiştir.

Bilindiği gibi, Japon halkındaki tasarruf anlayışı yüksektir. Ayrıca insanlarında, çalıştığı şirkete karşı sadakat anlayışı vardır. Bu iki güzel özelliklere rağmen, 1990’lı yıllardan itibaren Japonya’nın ekonomik anlamda borç yükü giderek artmaktadır. Bu durumun önemli sebeplerinden biri, gençlerin artık mühendislik alanlarını değil, daha çok para kazandırdığını düşündükleri finans eğitimini tercih etmeleridir.

Çin 1980’lerin ikinci yarısından itibaren hızla kalkınmaya başladı. Aynı dönem için, Çin’de üst yönetimdeki mühendislerin oranına baktığımızda, diğer mesleklere göre baskın bir fark olduğunu görmekteyiz. Hattâ Çin Komünist Partisinin politbüro üyeleri içerisinde de, mühendis kökenliler, diğer mesleklere göre çok daha fazladır. Bu durum, halen geçerliliğini korumaktadır.

ABD’nin yerli gençleri (en azından üç nesildir orada yaşayanların çocukları), mühendislikten ziyade, finans sektörü, avukatlık ve psikologluk gibi kazancı daha yüksek olan alanları seçmektedirler. Bu nedenle, ABD’ye, yurt dışından, mühendislik ve bilim alanında çalışmak üzere gelen insanlar olmasaydı, ABD’nin kalkınmasının sekteye uğraması ihtimali kuvvetli olurdu.

Kalkınma gayretinde olan orta halli ve fakir ülkelerin, bilimsel alanlardaki etkileri giderek azalmaktadır. Çünkü bu ülkeler az sayıda yetişen kapasiteli insanlarını daha zengin olan ülkelere kaptırmaktadırlar. Zenginliğe doğru yönelen beyin göçüne rağmen, bazı devletler kalkınmalarını hızlandırabilmektedir. Bu ülkelere bakıldığında, mühendis ve bilim insanı sayılarının, rakiplerinden daha fazla olduğu görülür. Bu duruma ilaveten, eğer bu ülkelerde yöneticiler arasında da mühendislerin oranı fazla ise, kalkınmaları daha hızlı olmaktadır. Mühendisleri yeterli sayıda ve kalitede olmayan ülkelerin GSYİH içerisindeki hizmet sektörünün payı, daha yüksek olmaktadır.

Bir ülkedeki avukat sayısının nüfusa oranı arttıkça, o ülkedeki eşitsizlik, hukukun uygulanışındaki aksaklık da artmaktadır. Bu konuda “Avukat Sayısı İle Eşitsizlik ve Kalkınma Arasındaki Bağ” başlıklı makalemizde örnekler vermiştik. Demek ki, avukat sayıları ile nasıl eşitsizlik ve hukuksuzluk arasında bir bağ var ise, mühendis ve bilim insanı ile kalkınma arasında da bir bağ vardır.

Mühendis ve matematikçi yetiştirmesiyle ünlü ülkelerden birisi de Hindistan’dır. Ancak yetişen bu insanların oranı genel nüfus içerisinde düşük kalmaktadır. Ayrıca ülkede oturmuş güzel bir sistem olmadığından, yetişen bu insanların bir kısmı, bilgilerini kendilerini zenginleştirmek için kullanmaktadırlar. Bir kısmı da yurt dışına gitmeyi tercih etmektedirler. Bu sebeple, yetişen bu insanların, kendi ülkelerine faydaları beklenilenin çok altında kalmaktadır. Bu insanların ülkelerine olan katkıları azaldıkça, ülkedeki zengin ve fakir arasındaki fark, giderek artmaktadır. Bir tarafta yoksullukla boğuşan büyük bir kitle, diğer yanda sahip oldukları yüksek geliri savurganca harcayan küçük bir gurup oluşmaktadır.

Mühendislerin ve temel bilimlerle uğraşan insanların, ülkelerinin ekonomilerine katkılarını daha iyi anlamak için, ülkeler arasında karşılaştırma yapmak yerinde olacaktır. Bu konuda Paul Kennedy’nin verdiği örneği aynen aktarıyoruz. Yazar, Doğu Asya’daki Güney Kore ile Afrika’daki Gana’yı karşılaştırmış. Her iki ülkenin de 1960’larda kişi başına milli gelirleri 230 dolar civarında imiş. Bilindiği gibi, her iki ülke de sömürge hayatı yaşadı. Her ikisinde de tek sektör, tarım idi. Her ikisinde de yeraltı kaynakları yetersizdir. Fakat 1990’lara gelindiğinde, Güney Kore, Gana’yı on kat fazla gelir ile geride bırakmıştı.

Böyle olmasının çeşitli sebepleri vardır. Silahlı kuvvetlere ayrılan pay, bürokrasinin konulara bakışı, KİT’lerin durumu gibi etkenler de vardır. Ancak en önemli sebebi, iki ülkenin mühendis ve bilim insanı sayıları arasındaki farktır. Burada bir hakkı teslim etmek gerekirse, Japonya, Güney Kore’yi bağımlısı ilân ettikten sonra, oranın modernleşmesi için çok gayret sarf etmiştir. Güney Kore’nin sonraki hamlesinin temelinde bu gayretler vardır. Gana ve diğer pek çok Afrika ülkesi, aynı şansa sahip olmadılar.

Güney Kore’de yükseköğrenimde okuyan öğrenci sayılarını başka bazı ülkelerle karşılaştırması verilmiş. Meselâ, Güney Kore’den %25 daha kalabalık olan İran’ın yükseköğrenimdeki öğrenci sayısı, aynı yıl, Güney Kore’nin onda biri kadar. Yani Koreli öğrencilerin sayısı on kat fazla. Aynı karşılaştırma Güney Kore ile Etiyopya arasında yapıldığında durum çok daha kötü. Aradaki fark yüz katı kadar.

1980 yılında Güney Kore ile Avrupalı devletlerin karşılaştırması da verilmiş. Güney Kore’de yükseköğrenim kurumlarının mühendislik alanlarında mezun olan öğrenci sayısı; İngiltere, Batı Almanya ve İsveç üçlüsünün aynı alandaki toplam mezun sayısı kadar imiş. Anlaşılan o ki, Avrupalılar ülkelerine gelen beyin göçü sayesinde aradaki farkı kapatıyorlar.

Bu konuda verilebilecek bir başka örnek Tayvan’dır. Kennedy’ye göre, 1988 yılında Tayvan’da Bakanlar Kurulunun 14 üyesinin 12si yurt dışından doktoralı imiş.

Demek ki, bir ülke ekonomik olarak kalkınmak istiyorsa, öncelikle yöneticilerini seçerken dikkatli olacak. Mühendis ve bilim insanı olanlara daha çok değer verecek. Sonrasında eğitime önem verecek. Eğitimde de, mühendislik ve temel bilimlere öncelik verecek. Eğer sadece eğitime ve eğitimde de mühendis yetiştirmeye önem verir, ama bu durumun önemini kavrayamayan yöneticiler başta olursa, o ülkenin beyinleri, zengin ülkelere gitmek zorunda kalır.

Genel kategorisine gönderildi | MÜHENDİS İLE BİLİM İNSANI SAYISI VE ÜLKE KALKINMASI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KERİM DEVLET, KÂMİL İNSAN

KERİM DEVLET, KÂMİL İNSAN

 

Osmanlı Türk Devleti, “kerim devlet” anlayışındadır. Tebaasının dilindeki adı “Devleti Âli Osman”dır, yani yüce devlettir. “Soylu”dur, ama insanlara tepeden bakmaz. “Muhteşem”dir, ama insanları ezmez. “Büyüktür”, ama insanları ürkütmez. Mazlumların koruyucusudur. Zalimlerin ve zorbaların korkulu rüyasıdır. Yeni fethettiği yerlerdeki halklar için de aynı anlayıştadır. Eşitlikçidir, ayrım yapmaz. Hoşgörülüdür, ama ihaneti affetmez.

Neden böyle olduğunu daha iyi kavramak için, Osmanlıdaki genel yapıyı ve anlayışı kısaca tanımak gerekir. Aşağıda irdeleyeceğimiz konular genel anlamda Tanzimat döneminden sonra değişikliğe uğramaya başlamış, zaman içerisinde Avrupa bütün kurumlarıyla beraber Osmanlıyı kuşatmıştır.

Osmanlı, Avrupa ile tanıştıkça, onları madde olarak görür. Kendisini, ruh olarak tanımlar. Bu sebeple, bazı aydınlarının gayretlerine rağmen, Avrupa’ya hemen intibak edemez. Halen, madde ve ruh ayrımı geçerlidir. 1492’de maddeye önem veren Avrupa’nın uzaklaştırdığı Yahudilerin melce bulabildikleri tek yer, “ruh” olan Osmanlı idi. Günümüzde de benzer anlayış vardır.

Osmanlının yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir. Zevkleri, basitlikleri, kutsalları ile halka benzerlerdi. Aydınların imtiyazları yoktu. İmtiyaz peşinde de koşmamışlardı. Bu yüzden daha çok saygı görürlerdi.

Osmanlı’nın, saklayacak yaraları yoktur. Başkalarının yaralarını da teşhir etmeyi düşünmez. Hikâyelerinde bu durum açıkça görülür. Hikâyeleri, ya bir cengâveri destanlaştırır veya “hisse alınacak kıssa” şeklindedir. Belki de bu sebeple, Osmanlıda roman oluşmadı, Batıdan ithal geldi. Yüzyıllarca devam eden Divan Edebiyatında, roman yoktu. Osmanlıya göre anlatılanlar, ya geçmiş insanları övmeli ya da hisse alınması için kısa olmalıdır. Osmanlıya göre roman, gevezeliktir. Başkalarının hayatını, bütün çıplaklığıyla insanların önüne atmaktır.

Avrupa’da roman, sınıf kavgalarıyla birlikte ortaya çıktı. Hâlbuki Osmanlı, genel anlamda, kalpten inanan bir toplumdu. Bu nedenle sınıf oluşmadı. İnanan ve sıkıntılarını kendi içinde çözen bir toplumda, romandaki gibi hayali çözümlere ihtiyaç yoktu. Vakıflar, tarikatlar insanların sıkıntıları için çözüm üreten yerlerdi. Tasavvuf anlayışı, en büyük acıları yaşayan sıkıntıya düşmüş çilekeş insanları, hayata bağlıyordu.

Osmanlıda şiir, nezih olmak zorundadır. Tamamen halkın ürettiği türkülerde bile, aynı nezih anlatım vardır. Şiir hak ve hakikati müdafaa etmelidir. Dolayısıyla şair, vakur ve selim bir zevke sahip olmalıdır. Bu sebeple, Osmanlıda hiciv pek yer bulmaz. Heccav olanlar bile, hicivlerini kısa tutarlar ve nezih olmasına dikkat ederler. Bu yönleriyle ünlü Romalı hiciv şairi Horace’a benzerler. Hem bilgedirler hem de zariftirler. Osmanlıda böyle olmasının bir başka nedeni de, heccavın, insanlara vereceği farklı bir değerler anlayışı olmamasıdır.

Osmanlıya, Avrupa’dan giren kavramlardan bir tanesi de, polemiktir. Polemik, Latincede savaş demektir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, açık tartışma anlamındadır. Ancak polemiğin anlamı giderek sertleşmiştir. Hâlbuki Osmanlıda, polemik yani açık tartışma yoktur. Onun yerine istişare vardır. Çünkü imanın olduğu yerde savaşa veya dalaşmaya gerek yoktur.

Polemik yapan insanda yumuşak kalplilik olmaz. Polemik ustalarından Voltaire, ölenler için şöyle düşünür: “ölenlere tek borcumuz kalmıştır; hakikat”  Hâlbuki İslâmiyet’in öğüdü, ölülerimizi hayırla yadetmektir. Sağlığında iken kızdığımız bir kişi için bile, böyle davranılması istenilir. Halen uygulanan bir anlayıştır.

Osmanlının Batıdan bir diğer farkı, okuma konusundadır. Osmanlı okuyarak değil, duyarak ve görerek öğrenmeyi yeğ tutar. Okumak elbette çok güzel bir şeydir. İçimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar olarak tanımlanmıştır. Ancak, okumak insan zihnini uyandırmak yerine, insan zihninin yerini alırsa, fayda yerine zarar verebilir. Okuduğumuz kitapta bulduğumuzu, doğrudan hafızamıza yükler, onu sindirmeye çalışmazsak, okuduğumuzu hayatımıza katıp anlamlandıramayız.  Okumak için okursak, bir faydası olmaz. Aksine, okumak için okumamız arttıkça, hafızamız da, düşünce mekanizmamız da bozulabilir. Hâlbuki okumak, zihni hayatımızı derinleştirmeli, zekâmızı kibarlaştırmalıdır.

Aslında günümüzde de bütün dünyadaki şikâyet, okumadığımız şeklindedir. Bazı ülkelerin aydınları bu konuda karşılaştırmalar yaparken şöyle sorarlar. “Bir İngiliz’in veya bir Fransız’ın içkiye verdiği para, kitaba verdiğinin kaç mislidir?” Bu soruyu sorduktan sonra şu yargıya varırlar: “Tek hedefi para olan bir insan veya kitle (yığın) yaşayamaz. Kendini yığın haline getiren bir millet ölümsüz olamaz.” Bu yargı her ülke için geçerlidir.

Hemen her milletin tarihinde, devletlerinin kerim devlet olarak tavır aldığı dönemler vardır. Ama bunların içerisinde halktan başlayarak devlet yönetimine yansıyan ve daha uzun ömürlü olanı Osmanlıda görülmüştür. Bu anlamda halk ve devlet bütünleşmiştir.

Sosyal kategorisine gönderildi | KERİM DEVLET, KÂMİL İNSAN için yorumlar kapalı