DÜRÜST SOSYALİST İLE DİNDAR ARASINDAKİ FARKLAR

DÜRÜST SOSYALİST İLE DİNDAR ARASINDAKİ FARKLAR

 

Bu yazımızda, idealist sosyalistler ile ilâhi kaynaklı dinlerde Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürümeye çalışan dindar insanların anlayışları arasındaki farkları irdelemeye çalışacağız. Bilindiği gibi, her gurubun mensupları, genel anlamda üçe ayrılır. Sosyalist geçinenler, sosyalizmden geçinenler, idealist sosyalistler. Veya dindar geçinenler, dinden geçinenler, dindarlar.

İdealist bir sosyalist, eşitlik taraftarıdır. Eşitliği sağlamanın yek yolunun da, Marksizm ile mümkün olacağını düşünür. Marksizm’e göre, insanlar arasındaki eşitliği bozan tek şey, mülkiyettir. Dolayısıyla, mülkiyet şahıslardan alınır ve devlete verilirse, böylece insanlar arasında eşitlik sağlanmış olur.

Görüldüğü gibi, idealist bir sosyalistin eşitlik anlayışı, maddi açıdan eşitliktir.  Eğer, hiç kimse mülk sahibi olamaz ve herkes birbirine yakın kazanç sağlarsa, insanların eşit olacağını düşünür.

Hâlbuki hepimiz biliyoruz ki, insanlar sahip oldukları maddi özellikler açısından eşit değillerdir. Kiminin matematik zekâsı, kiminin sosyal zekâsı daha üstündür. Kimisi kabiliyetli bir sporcudur, ama bu becerisi bile sporun sadece belli dalındadır. Kiminin kulak yapısı, müziğe daha yatkındır. Kiminin sesi daha güzeldir, ama müzik dallarının hepsine uygun değildir. Demek ki, insanlar arasında maddi eşitlik yoktur.

İşte, idealist bir sosyalist, aslında fiziki olarak var olmayan bir eşitliği, sosyalizmin sağlayacağına inandığı için hayalperest bir yapıdadır. Eğer insanlar, idealist sosyalistin düşündüğü eşitlikte olsaydı, acaba toplum düzenini nasıl kurabilirdik? İdealist bir sosyalist, bu soruya cevap aradıkça, anlamsız hayalleri kovaladığını anlama ihtimali artacaktır.

Diğer taraftan ilâhi öğretiye göre, insanlar maddi açıdan eşit değildirler, ama Tanrı nezdinde eşittirler. Yüce Yaradan için, yönetici-yönetilen, zengin-fakir, doktor-çoban gibi ayrımlar yoktur. Tanrı için, her bir kişi, Onun kulu olan insandır ve doğuştan masumdur.

İdealist sosyalist ise, bir taraftan insanların maddi açıdan eşit olduğunu düşünürken, diğer yandan, parti yöneticisi-partili olmayan kişi, amir-memur arasında ayrım yapmaktadır. İnsanları eşitleyeceğim diye uğraşırken, çalışkan ile tembel arasında da eşitlik sağlayarak, hem çalışkan olana hem de topluma haksızlık etmektedir. Eşitliği sağlamaya çalışırken yaptığı bir başka hata da, sınıf mücadelesinden bahsederek, eşitliği kendisinin bozmasıdır.

İlâhi kaynaklı düşüncede, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, insanların maddi özellikleri eşit görülmez ama dindar bir insanın amacı, ayrım yapmadan, başka insanlara yardımcı olmaktır. Bir dindarın insanlara karşı yardımcı olmaya çalışılırken, onun eşitlik anlayışını bozacak temel unsur, o kişinin dâhil olduğu sınıf veya partili olup olmadığı değildir. Bir dindar için, karşıdaki şahsın, çevresindekilere zararlı olup olmadığı önemlidir. Bir dindar, insanları ezerek zulmedenlerle, insanlara hak ve adaletle davrananlara eşit davranmaz. Zulmeden insan ister zengin ve güçlü olsun, ister kendi yakın çevresinden olsun, dindar bir kişi, ona karşı mücadele eder, haklının hakkını savunur. Çevresindekilere zarar vermiş bir insana bile, onu kazanmak için, umudunu yitirene kadar yardımcı olur.

İdealist bir sosyalistin güzel bir vasfı vardır. O, maddeci bakış açısına sahip olmasına rağmen, bu onun kapitalist ile aynı anlayışta olduğunu göstermez. Çünkü o, bir kapitalist gibi sadece aklıyla düşünmez, kalbi ile de bakmaya çalışır. Dolayısıyla bu yapısıyla, paragöz birinin maddeciliğinden ayrılır, dürüst bir maddeci olur. Sosyalist bir insan, hem tarihteki hem toplum içerisindeki bütün olayları ekonomik temele oturtarak konuya yaklaştığı için, maddeten dürüst olunduğunda insanlığın bütün sorununun çözüleceğini düşünür. Çünkü onun için tek gerçeklik, bu dünyadaki maddi ve ayni hayattır. Dünya hayatına olan bu bakışına rağmen, idealist bir sosyalist, maddi menfaatini, inandığı ülküsü adına feda edebilir.

Bu fedakâr davranışlarına bakınca, idealist sosyalistin manevi bir yönünün olduğu görülür. Ancak, inandığı önderlerinin veya çevresindekilerin dürüst olmayan vicdansız davranışlarını gördüğü zaman, o sosyalistin idealistliği biter. Çünkü onun manevi yönünü oluşturan ülküsü, insanların maddi eşitliğidir. Hâlbuki şimdi, önderlerinin veya çevresindekilerin yolsuz ve soysuz davranışları, onun ülküsünü yerle bir etmiştir. Onlara karşı nasıl mücadele edeceğini şaşırmıştır. Çünkü ülküsünün temeli olan çıkış noktası yok olmuştur. Amaçsız kalmıştır. Psikologlara göre, insanın mücadelesi sırasında, düşünmesi ve ilerlemesi için, hiçbir afet, güvendiği dağlara kar yağmasından daha çökertici değildir. Dolayısıyla, artık idealist bir sosyalist için hayat, neredeyse, durmuştur. Mücadelesini verdiği değerler anlamsızlaşmıştır.

Öte yandan, ilâhi kaynaklı inanca samimiyetle sahip bir kişi, kendisinin ve diğer insanların manevi yönünün olduğunun farkındadır. Kendisini, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki vekil yöneticisi olarak görmektedir. Tek olan Tanrı’nın rızasını kazanabilmek ve Onun Cennetine girebilmek için, dürüst olma gayretindedir. Hak ve adaletle davranmaya çalışır. Eğer, takvaca kendisinden üstün gördüğü önder insanların dürüst olmayan vicdansız davranışlarını görürse, onun için her şey bitmez. Aksine, Allah’ın ipine daha çok sarılması gerektiğini düşünür. Çok değerli gördüğü insanın bile şeytana kanarak hata yapması, onu çok daha dikkatli davranmaya yöneltir. Yüce Yaradan’ın rızasını kazanabilmenin, daha rahmani tavır sergilemekten geçtiğini kavrar ve böylece, hayatı daha bir anlam kazanır.

Meselenin daha net anlaşılabilmesi için, konumuzla bir başka açıdan bağlantılı olan geçmiş bir vakayı nakledeceğim. Son Peygamber Hz. Muhammed, Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Bu duruma inanamayan insanlar, feveran etmeye başladılar. En dirayetli ve cesur olarak bilinen Hz. Ömer bile, şaşkınlık içerisinde “kim Hz. Muhammed öldü derse, onu kılıcımla cezalandırırım” diyordu. Fakat Hz. Ebubekir, halkın içine girdi ve şöyle seslendi. “Ey insanlar, eğer Hz. Muhammed’e inanıyorduysanız, biliniz ki o öldü. Ama eğer Allah’a inanıyorduysanız, biliniz ki, O daimdir, sonsuzdur.” Bu uyarı üzerine halk toparlandı ve Müslümanların, hem kendi nefisleriyle hem de tanrıtanımazlarla olan mücadeleleri çok seri bir şekilde devam etti.

Demek ki, güvendiği dağlara kar yağan idealist bir sosyalist ile bir dindar, aynı sarsıntıyı yaşamalarına rağmen, aynı sonuca ulaşmazlar. İdealist sosyalistin hayatı anlamsızlaşırken, dindar kişinin hayatı daha da anlamlanabilir.

Elbette, bizim ele aldığımız idealist örneklerden farklı davranan insanlar olacaktır. Bazı sosyalist veya dini yönü olduğu düşünülen insanlar, önderini veya şeyhini, uygunsuz bir pozisyonda gözleriyle görse veya yaptıklarını çok yanlış bulsa bile, “vardır onun bir bildiği” diyerek görmezden gelebilir. Çünkü insanların önemli bir kısmı, düşünmek istemezler. Onların adına düşünenlerin olması, kendilerini rahatlatır. Birçoğu böyle yaparak, sorumluluktan kurtulacağını düşünür. Bir süre böyle devam edince, artık önderleri ne diyorsa ona inanmak zorunda kalır. Sonunda, öyle bir inanç noktasına gelir ki, “bu budur, başkası yoktur” diyerek, diğer bütün fikirleri reddetmeye başlar. Başka düşünceleri batıl sayar. Kendi düşünce kalıbının dışındaki hiçbir fikri kabul etmez. Olayları yorumlarken, gelişmeleri kendi fikirlerine uydurmaya çalışır. Sorulara net cevaplar veremez hale gelir. Dereden tepeden dolaşarak, ipe un sererek cevap vermeye çalışır.

Bu şeklide kalıplaşmış insan; ister sosyalist, ister kapitalist, ister dindar olsun fark etmez, hepsinin dayandığı temel aynıdır. Hepsi için de, “düşünmek veya akıl erdirmek” uygulaması zor olan bir gayrettir. Sosyalist bir kişi, insanın şahsiyetini oluşturanın, ekonomik alt yapı olduğunu iddia eder. İnsanın düşüncelerinin ve iradesinin oluşumunu, doğaya ve ekonomiye bağlar. İnsanın; aklını,  iradesini ve vicdanını, yani aslında insanın kendisini yok sayar. Diğer yandan, akıl erdirmeyen bir din anlatıcısı, kaza ve kader anlayışında, insanın kendi cüzi iradesini yok sayar. Böylece o da, insanı ve dolayısıyla insanın sorumluluğunu göz ardı eder. Hâlbuki ilâhi kaynaklı kutsal kitaplar, insanları, her zaman “düşünmeye, akıl erdirmeye” çağırır.

İdealist bir sosyalist de, insanları “düşünmeye ve akıl erdirmeye” çağırır. Ama ilâhi olanla aradaki fark, düşünmenin dayanacağı temeldir. Sadece maddi temele oturan “akıl erdirmelerin” bizi huzura götürmesi ihtimali, madde ve manayı birlikte değerlendiren akıl erdirmelere göre, çok daha zayıftır. Anlaşılan o ki, idealist bir sosyalist, eğer, kâinatın bir Yüce Yaradan’ı olduğunu ve insanın ilâhi yönünü kavrayabilseydi, kendisinin iyi bir dindar olması ihtimali çok kuvvetli olurdu. Çünkü idealist bir sosyalist, Tanrı’nın gösterdiği yolda yürümeye yatkın bir yapıdadır.

İdealist bir sosyalist için sosyalist toplum, ulaşılması gereken erdemli bir toplumdur. Hâlbuki yukarıdaki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı gibi, insanın ilâhi kaynaklı manevi yönünü yok sayıp, sadece maddi eşitlik sağlamaya çalışarak, erdemli bir topluma ulaşmak mümkün görünmüyor. Gerçek anlamda faziletli olmanın dayandığı temel, manevi duygular ve anlayışlardır.

Bazı araştırmacılara göre Marks’ın kendisi, sosyalizmi, sadece bilimsel açıdan ele almaya çalıştı, ama onun takipçileri olan Marksistler, sosyalizmi bir ideoloji olarak gördü. Bize göre, sonuç açısından fark yok. Bu durumda Marks, tarihi olayların tabii gelişiminin insanlığı sosyalizme götüreceğini düşünmüş demektir. Marksistler ise, sosyalizmi, ulaşılması gereken bir sonuç olarak görmüşler ve bu sebeple ideoloji oluşturmuşlardır demektir. Bir başka anlatımla, Marks, sosyalizmi, insanlığın ulaşacağı bir sonuç, Marksistler ise, ulaşılması gereken hedef olarak görmüşlerdir. Fakat gerek Marks, gerekse Marksistler, eşitliğin sadece maddi açıdan sağlanarak, erdemli bir sosyalist toplumun gerçekleşeceğini düşündükleri için, yanılmışlardır.

Bu konuyu “Tito’dan Tarihi İtiraflar” makalemizde verdiğimiz, Mareşal Tito’nun şu sözleriyle noktalayalım:

“Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum:

Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükâfat yoksa benim yaptığım mücadelenin değeri nedir söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya alkışlanacakmışım neye yarar?

Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.

İtiraf etmek zorundayım;

Ben Tanrı’ya, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kâinatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir kanun koruyucusu olmalıdır…

Mazlumca gidenlerle, zalimce gidenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını alamadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette…

Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı… Yoksa insan teselliyi neren bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı…

Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi.”

Mareşal Tito da, tıpkı meşhur ateist filozof Antony Flew’un son dönemlerinde “Yanılmışım, Tanrı Varmış” adlı eser yazdığı gibi, sorgulama yapınca hakikatleri görmeye başlamış.

Allah’ım, Senin kâinattaki delillerini ve gönderdiğin ayetlerini anlayabilecek sorgulamalar yapabilmeleri için, insanlara zihin açıklığı ver.

Sosyal kategorisine gönderildi | DÜRÜST SOSYALİST İLE DİNDAR ARASINDAKİ FARKLAR için yorumlar kapalı

MARKS, TEORİSİNİ SAVUNMAK İÇİN NELERİ SUÇLADI

MARKS, TEORİSİNİ SAVUNMAK İÇİN NELERİ SUÇLADI

 

İnsanların çoğu, hatalı bir şey yaptıkları söylenildiğinde, kendilerini savunurken itiraz edilen fikirlerini anlatmazlar, kendilerini ikaz edeni suçlarlar. Bu anlayışı, günümüz siyasetçilerinin çoğunda görmemiz mümkündür.

Diyelim ki bir siyasetçi, rakibinin bir uygulamasını veya sözünü eleştirdi.  Normal şartlarda tenkit edilen kişiden beklenen, yaptığı uygulamayı haklı çıkaracak gerekçeleri, mantıklı bir şekilde anlatmaktır. Ama maalesef çoğunlukla böyle olmamaktadır.

Tenkide uğrayan politikacıların çoğunluğu, kendi uygulamasını savunmayı bırakıp, karşı siyasetçinin başka bir yönünü eleştirerek cevap vermektedir. Eğer, kendisini eleştiren kişinin o sırada yaptığı dişe dokunur bir hatasını bulamazsa, onun bağlı olduğu guruptan birilerinin hatalarını bulup onları öne sürmektedir. Onu da bulamazsa, rakibi olan gurubun geçmiş tarihlerdeki, belki de vefat etmiş temsilcilerinin yaptıkları bazı hataları bulur çıkarmaktadır. Ortaya çıkardığı bu yanlışların da, gerçekte öyle olmasına bakmamaktadır. Kendi anlayışına göre hatalı olması yeterlidir. Böylece “senin tencerenin dibi daha kara” diyerek, toplumun dikkatini rakiplerinin geçmişteki hatalarına yönlendirmeye çalışır. Dolayısıyla, kendi hatasının tartışılmasını engellemeye çalışır.

Benzer anlayış, bazı filozof, ekonomist ve sosyolog gibi insanlarda da görülmektedir. Söylediği bir fikri tenkit edilen bir sosyolog, hemen eleştirenin savunduğu teorinin hatalarını sıralamaya başlamaktadır. Benzer durum, bütün dinlerdeki mezhepler ve tarikatlar arasında da geçerlidir.

Sosyal hadiselerde tek doğru şudur denilemeyeceğini, daha fazla insana faydalı daha az insana zararlı yöntemlerin olduğunu, hemen hepimiz, yaşadıklarımızın sonunda kabul etmişizdir. Aynı durum, ekonomi, tarih gibi konular için de geçerlidir. Günlük geçimi peşinde mücadele vermekten yorulmuş bir insan bile bu gerçeği görürken, teori oluşturacak kadar bilgi sahibi olan insanların veya devleti yönetmeye talip kişilerin bilmemesi beklenemez.

Peki, gerçeği bildikleri halde, insanlar neden kendi fikirlerini savunmak yerine karşı tarafı suçlarlar? Muhtemelen, kendi fikirlerinin tek doğru gibi görünmesi için böyle yapmaktadırlar. Kendi fikirleri tek doğru olunca, diğer söylemlerin sahipleri batıl hale düşmektedir. Böylece, kendilerinin dışındakiler düşman olarak algılanmaktadır. Düşmanların da, hiçbir sözlerine itibar edilmez. Dolayısıyla -en azından kendi gurubu tarafından- bütün itibar kendisine gösterilir.

Siyasetçisinden din adamına, ekonomistinden filozofuna, amirinden memuruna kadar bütün guruplar bu şekilde tavır alınca, insanlar ve guruplar arasındaki düşmanlık çok keskinleşmektedir. Öyle ki, aynı gurubun bir üyesi, sonradan fikir değiştirdiğinde, önce kendi arkadaşları onu suçlamaktadır. Nitekim 20inci yüz yılın en önde gelen ateist filozoflarından Antony Flew, “Yanılmışım, Tanrı Varmış” isimli bir kitap yazınca, ilk önce kendi arkadaşları aforoz ettiler. Hemen hiçbir arkadaşı, “durun bakalım, söylediklerini bir irdeleyelim” demedi.

Hemen hepimizin sergilediği böyle hatalara, Karl Marks’ın düşmemesi beklenemez. Hattâ, onun daha çok hata yapması beklenir. Çünkü Marks, kapitalizme karşı radikal olarak nitelenebilecek bir teori oluşturdu. Radikal bir kuram oluşturabilmek için, kendi fikirlerini çürütebilecek her türlü fikre karşı, aynı radikallikle karşılık vermek gerekir. Hiçbir radikal teori her yönüyle savunulamayacağından, en uygun yöntemin, diğer anlayışların hatalarını ortaya koymak olacağı açıktır.

Marks’ın teorisinin temeli, sınıf çatışması üzerine idi. Ona göre, bir tarafta zalim kapitalistler, diğer yanda ezilen işçiler vardı. Marks, ezilen işçilerin konum değiştirip, kapitalistlerin yerlerini almalarını istiyordu. Yönetenler, işçiler olmalıydı. Bu durumda, akıllı bir teorisyenin yapacağı iş, sınıf çatışmalarını azaltan veya engelleyen her anlayışı kötülemek olacaktır. Marks da, belki kalpten yapmasa da, diğer anlayışları kötüleme yolunu seçmiştir.

Sınıflar arası çatışmaların önündeki engelin başında, din gelmektedir. Dinin etkisi tek yönlü olmayıp, daha karmaşıktır.

Bir kapitalist ile bir işçi, aynı dini anlayışa, aynı mezhebe veya cemaate bağlı görünümde iseler, bu ikisi arasında menfaat çatışmasının olması ihtimali azalmaktadır. Kilisede veya mescitte yan yana oturan, okunan dualara birlikte “âmin” diyen insanlar arasında düşmanlık oluşması ihtimali, dini yönü ve ortak gurupları olmayan insanlara göre daha azdır. Kilisede İsa Mesih’in çarmıha gerilişine birlikte ağlayan veya Hz. Ali’nin şehit edilişinin acısını hissetmek için kendilerine acı verme işlemini yan yan yapan patron ve işçinin, birbirlerine sınıfsal düşmanlık beslemeleri daha zordur.

Dini yönü olan bir patronun, fakirlere yardımcı olma ihtimali de yabana atılamaz. Patronlarının veya bazı diğer iş sahiplerinin fakirlere yardımcı olduğunu gören işçilerin, sınıf çatışmasına sıcak bakmamaları ihtimali kuvvetlidir. Diğer taraftan, dini duyguları sebebiyle fakirlere yardım eden bir patron, işçilerin haline karşı şefkatle bakmaya başlar. Bu yapıdaki bir patron, işçilerin içerisinden, sadece anarşist ruhlu davrananlara karşı tavır alır. Bu yapıdaki bir iş sahibi, diğer patronların içerisinden de, fakirlere yardım etmeyen kapitalistlere karşı olumsuz bakmaya başlar. Dolayısıyla, işçi ve patronların dini duygularındaki ortaklık, Marks’ın teorisinin iflas etmesine sebep olur.

Marks’a göre, dinin etkisi sadece bununla kalmamaktadır. İlâhi dinlerdeki ahiret inancı da, sınıf çatışmasına engel olmaktadır. Ona göre fakirler ve işçiler, bu dünyada sabırlı olup hallerine şükrederlerse, bunun mükâfatını ahirette alacaklarını düşünmektedirler. Dindeki bu anlayış, ezilenlerin bu dünyadaki çilelerine karşı sabretmelerini sağlamaktadır. Dolayısıyla, ahiret inancına sahip işçilerin başkaldırmaları ve Marks’ın beklediği ihtilali yapmaları ihtimali çok zayıflamaktadır.

Marks’ın sınıflar arası çatışma tezinin önündeki bir başka engel, milliyetçilik anlayışıdır. Patronlarla işçiler aynı toplantılara katılırlar ve milliyetçilik anlayışında ortak tavır alırlarsa, birbirlerine karşı sınıfsal bir mücadele etme ihtimalleri çok zayıflar. Bir patronun, içinde olduğu milliyetçi guruplara yardım yaptığını gören bir işçi, ona kapitalist gözüyle bakmaz. Patronunu, kendinden birisi gibi görür. Benzer ortam, tersi durum için de geçerlidir. Aynı gösteri yürüyüşünde işçilerle yan yana yürüyen milliyetçi bir patron, işçilere düşman olarak bakmaz. Aksine, milliyetçi anlayışta olmayan diğer bazı patronları düşman olarak görebilir.

Görüldüğü gibi, Marks, kendi savunduğu sistemin kabul görmesi için, insanların manevi alandaki anlayışlarına itiraz etmesi gerekir. Marks’ın kendisinin dini duyguları veya milliyetçi bir yönü de olsa, kendi sistemini kabul ettirebilmek için, dini bir afyon, milliyetçiliği insanlığın aleyhine olan, uydurma bir düşünce olarak nitelemesi şarttır.

Bu şart, gerek şarttır, ama yeter şart değildir. Yeter şart için, tarihe bakışın açısının da, kendi kurmaya çalıştığı sisteme uygun olması gerekir. Bu sebeple, tarihi de ekonomi temeline oturtması gerekiyordu. Böylece, “tarih belirlenmiş” bir yapıya bürüneceği için, menfaat mücadeleleri halinde oluşan tarih hakkında, geleceğe yönelik fikir yürütmek kolaylaşacaktı. Dolayısıyla, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf arasındaki mücadele kaçınılmaz hale gelecekti. Kaçınılmaz olan bu mücadeleden de, kapitalistlere göre sayıları mukayese edilemeyecek kadar çok olan işçi sınıfının galip çıkması da, tarihi gelişimin normal bir sonucu olacaktı.

Marks, bu sebeple tarihe de bambaşka bir gözle bakılmasının şart olduğunu anlamıştı. Aksi takdirde, kendi teorisinin gerçekleşeceğine, yani, işçilerin devrim yaparak kapitalistleri alt edeceğine inananlar çok az sayıda kalacağından, işçileri harekete geçirmek mümkün olmayacaktı. Marks da bu engelleri kaldırmak için, tarihe bakışı, kendi teorisinin ihtiyacı doğrultusunda oluşturdu.

Marks’ın neden böyle davrandığını tam bilmiyoruz. Belki, önce kapitalizme karşı kendi radikal önerisini oluşturup, daha sonra önündeki engeller için karşı fikir yürütmüş olabilir. Veya din, milliyetçilik ve tarih gibi konularda, gerçekten böyle düşündüğü için, teorisini böyle kurgulamış olabilir. Hangisi doğru olursa olsun, kendi fikrinin işleyişini tartışmaya açmadan, savunduğu sistemdeki aksaklıkları irdelemeden yaptığı radikal önerinin sonucu, insanlık adına çok acı verici bir tecrübe oldu.

Sosyal kategorisine gönderildi | MARKS, TEORİSİNİ SAVUNMAK İÇİN NELERİ SUÇLADI için yorumlar kapalı

KARL MARKS’IN ARTIK DEĞER YANILGISI ÜZERİNE

KARL MARKS’IN ARTIK DEĞER YANILGISI ÜZERİNE

 

Bu sitede yayınladığımız “Osmanlılar, İbni Haldun ve Karl Marks’ın Tezlerinin Yanlışlığını Gösterdi” ve “Karl Marks’ın Yaşadıklarından Kaynaklanan Hataları” başlıklı makalelerimizde konuya çeşitli açılardan bakarak irdelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda, bir başka zaviyeden bakmayı deneyeceğiz.

Bilindiği gibi Marks, insan hayatına yön veren asıl unsuru, ekonomi olarak görür. Ekonomik sistemdeki en büyük sorunu da, artık değerin paylaşılması olarak belirtir. Bütün teorisini de, bu temel üzerine inşa eder.

Bu sitede, sosyologların kuram oluştururken yaptıkları hatalar üzerine makaleler yazdık. Bizim kendimize göre tespit ettiğimiz, teknik hatalardan bir kısmı şunlardı.

Her insanın yaşayarak gördüğü gibi, sosyal olayların tek bir etkeni yoktur. Dolayısıyla, sosyal bir vakanın oluş sebeplerinden birisini ele alıp, bütün teoriyi o neden üzerine inşa ettiğimizde hataya düşeriz. Basit bir zayıflama hadisesinde bile, tek etken az yemek değildir. Hareketlilik, sindirimi hızlandırmak için acı biber yenilmesi, yiyeceklerin kalori hesapları, her bir kişinin vücudunun tepkisindeki farklılık gibi unsurlar dikkate alınmazsa, sonuç başarılı olmayacaktır.

Ekonomi sistemi de, sosyal bir vakadır. Dolayısıyla birçok bileşeni vardır. Her bileşen, ayrı bir sorun kaynağıdır. Dolayısıyla, etkenlerden bir tekini ele alıp, teoriyi onun üzerine kurarsak, daha başlangıçta hataya düşmüş oluruz. İşte, Marks’ın düştüğü hatanın birisi de, bu yöntem yanlışlığıdır. Bu makalemizde, asıl olarak bu hususu irdelemeye gayret edeceğiz.

Sosyologların, teorilerini oluştururken hata yapmalarının bir başka sebebi ise, inceledikleri sosyal olayları ve yapıyı, sadece kendi çevreleriyle sınırlı tutmalarıdır. Nitekim Marks da, kendisinin içinde yaşadığı Batı toplumunun yapısına göre kuram oluşturmuştur. Dolayısıyla, teorisinin dayandığı temel çoğu yerde geçersiz olunca, geliştirdiği kuramının, daha baştan hatalı olması ihtimali kuvvetlenmektedir. Marks’ın bu konudaki hatasıyla ilgili olan fikrimizi, “Karl Marks’ın Yaşadıklarından Kaynaklanan Hataları” başlıklı makalemizde ifade ettik.

Sosyologların, teori oluştururken içine düştükleri bir başka kısır döngü, sosyal olayları, sadece tarihin kısa bir kesiti içerisinde bakarak incelemeye çalışmalarıdır. Sosyal yapının geçmişi üzerinde yeterli araştırma yapmadıklarından, mevcut şartların gelecekte hangi yöne doğru meyledebileceğinin tahmininde yanılmaları ihtimali artmaktadır.

Sosyologların büyük çoğunluğu, teorilerini oluşturmaya çalışırlarken yaptıkları bu hataların farkında değildirler. 19uncu asrın sosyologlarının bir başka açıdan yanlışlarını, 20inci yüzyılın ünlü Fransız sosyoloğu George Gurvitch şöyle ifade etmektedir: “19uncu yüz yıldaki bir sosyolog, sosyoloji ilminde 198 kanun keşfetmişti! Fakat bugün modern sosyoloji, bir tek genel yasayı bile keşfettiğini iddia etmez. Bilim, ilerledikçe daha mütevazı hale gelmektedir. “

Gurvitch’in bu görüşü, kendisinin şahsi uygulaması için doğru olabilir. Ama halen hem sosyoloji alanında, hem de ekonomi ve felsefe gibi sahalarda aynı temele dayanan hatalar devam etmektedir. Bizim yukarıda sıraladığımız ve teori oluştururken yapılan hataları, sosyologların çoğunluğu halen yapmaktadır.

Bu makalemizde yapacağımız irdelemelerin daha iyi algılanabilmesi için verdiğimiz bu bilgilerden sonra, şimdi yazımızın başlığıyla ilgili incelemeye geçelim.

Karl Marks, işverenlerin yani kapitalist olarak niteledikleri insanların zenginlemelerinin sebebini, artık değer olarak görüyordu. Bu yargısı, elbette doğru idi. Ama yanılgısı, artık değerin nasıl oluştuğu hususunda idi. Marks’a göre, artık değeri oluşturanlar, işçilerdi.

Hâlbuki artık değeri artıran unsurlar, çok sayıda etkene bağlıdır. Bu bileşenlerin içerisinde, belki de sonuca en az tesiri olanı, işçinin gayretli çalışmasıdır. Makineleşme veya ihtisaslaşma bile işçiden daha etkilidir, ama yine de tesiri fazla değildir. Asıl tesirli olan unsurlar; başlangıç sermayesi, hammaddenin ucuza temini ve satışın pahalıya yapılabilmesidir.

Bilindiği gibi, keşifler öncesinde Batı Avrupa’da sermaye birikiminden bahsettirecek bir ortam yoktu. O dönem için sermaye, toprak idi. Eğer artık değer, işçinin çalışması ile Marks’ın düşündüğü kadar artsaydı, topraklarında karın tokluğuna ve esir gibi çalıştırdıkları köylüleri ezen derebeyleri veya lortlar hızlı sermaye birikimi sağlarlardı. Bu gurubun sermaye birikimlerinin hızlı olmaması, kazandıkları ile yeni yatırım yapacak alanlarının yetersiz oluşu ve üretilenleri satacak yeterince pazar olmaması idi. Bu sebeple bunlar, kazançlarını şato benzeri ölü yatırımlar için harcadılar.

Her şeydeki değişime, 1492’de Cenovalı denizci Kristof Kolomb’un başlattığı deniz seyahati sebep oldu. Venedikliler, Osmanlılardan kopardıkları imtiyazlar sayesinde deniz ticaretinde ilerlemişlerdi. Onların gerisinde kalan Cenovalıların yeni yollar araması sonucu, 1492 öncesinde bilinmeyen yeni ve çok geniş toprakların keşfi, belki Cenova için değil ama Batı Avrupa için büyük bir şans oldu. Yeni keşfedilen topraklarda yaşayan insanların, baruta sahip olmamaları ve hattâ kılıçlarının bile olmaması, bu keşiflerin, Batı Avrupalılar için mucize niteliğine bürünmesine sebep oldu. O günden beri, yeni bulunan yerler ve o sırada baruta sahip olmayan bölgelerin gaddarca sömürülmesi devam etmektedir.

İşte Marks’ın yanılgısı, bu sömürü düzenini görmemesinden kaynaklanıyordu.

Eğer, sömürülen ülkelerden elde edilen ve maliyeti çok düşük olan sermaye olmasaydı, Batı Avrupa, bugün Türkiye’den veya Çin’den daha kalkınmış olamayabilirdi. Nitekim 1500 yılında bu durumu iddia edecek bir kişi bile yoktu. Eğer biri çıksaydı, deli olarak nitelenmesi çok kuvvetli ihtimaldi.

Eğer, çok düşük maliyetlerle sömürüyü devam ettirmek ve kazancı artırmak için, üretimde ve nakliyede verimliliği artırma ihtiyacı olmasaydı, teknik gelişmeler bu hızda olur muydu? Teknikteki gelişmeler olmasaydı, sermayedarlar, yeni yatırım yapacak alanlar bulabilirler miydi? Teknikteki gelişmelere ihtiyaç olmasaydı, sermayedarlar, yatırım ihtiyacı hissederler miydi?

Eğer, ucuza hammadde temini olmasaydı, sermayedarlar ürettiklerini, kendi ülkelerinde bu kadar rahat satabilirler miydi? Eğer, sömürülen ülkelerin halkları –ki, Çin hindi bölgesini de düşündüğümüzde, nüfusları Batı Avrupa’nın en az on katı civarındadır- olmasaydı, sermayedarlar ürettiklerini sadece kendi ülkelerine satarak sermaye birikimlerini artırabilirler miydi? Bırakın fazlasıyla kâr etmeyi, kendi ülkeleri ile sınırlı kalsalardı, dar alandaki rekabetten dolayı, zarar etmeleri ihtimali yüksek olmaz mıydı?

Son iki sorumuzun daha iyi anlaşılması için, sadece bir konuda rakam vermemiz yetecektir. Paul Kennedy’nin verdiği rakamlara göre, sömürgelerden biri olan Hindistan, 1814 yılında, İngiltere’den 1 milyon yarda pamuklu dokuma ithal ederken, 1870’te tam 995 milyon yarda gibi akıl almaz bir rakam ithal eder hale gelmişti. Şimdi düşünelim, eğer diğer sömürgeler var olmuş olsalardı bile, sadece Hindistan olmasaydı, İngiliz sermayedar, ürettiği malını bu yoğunlukta satabilir miydi?

Bahsettiğimiz bütün bu gelişmeler, Marks’ın gözünün önünde cereyan ediyordu. Ama o, bunların hiçbirini göremedi. Artık değeri oluşturanın, sadece, çalışan işçi olduğunu düşündü. Artık değerin paylaşımı için çözüm teklifini, yani teorisini, bu temele dayandırdı. Dolayısıyla kuramı, daha baştan yanlış başlamış oldu.

Marks’ın artık değer kuramının yanlış olduğunu, Rusya ve Çin’deki Marksist uygulamalar, bize net bir şekilde gösterdi. Bu devletlerde, işçilerin oluşturdukları artık değerler, kapitalist patronların değil, işçilerin adına devletin oldu. Ama yaşayarak görüldüğü üzere, işçiler de, devlet de, bu artık değerlerden bir fayda görmedi. Rusya ve Çin’in ortak özelliklerinden birisi, sömürgelerinin olmaması idi. Dolayısıyla dışarıdan gelen artık değer çok az idi. Dışarıdan ucuz destek gelmeyince, sadece işçilerin oluşturduğu artık değer, kimseye yaramadı.

Dışarıdan gelen artık değerin büyüklüğünü görememesi, Marks’ın kurduğu kuramın bir başka açıdan da geçersiz olmasına vesile oldu. Marks, ezilen işçilerin devrim yapmalarının kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Eğer dışarıdan, ucuz maliyetli yüksek artık değer gelmeseydi, bu düşüncesinde gerçeklik payı olma ihtimali vardı.

Fakat sömürülen ülkelerden gelen artık değerler, işçilerin daha çok kazanmalarına sebep oldu. Eğer, dışarıdan artık değer gelmeseydi, işçilerin konumları da, geçmiş asırlardaki serflerin halleri gibi olurdu. Bilindiği gibi serfler, uzun asırlar boyu derebeylerin tarım kölesi olarak çalıştılar, durumlarını düzeltemediler. Hâlbuki sömürgelerden gelen artık değerler, işçilerin konumlarını değiştirdi. İşçilerin önemli bir bölümü, aldıkları yüksek ücretler sayesinde, sınıf atlayarak, küçük burjuva durumuna geldiler. Giderek zenginleşen ve sahip oldukları araç gereç miktarı artan işçiler, artık Marks’ın düşündüğü konumdan çıkmış oldular. Hemen hiçbir ülkede, işçiler devrim yapmadı.

Sonuçta Marks, hem artık değerin sebepleri konusunda yanılmış oldu, hem de toplumların tarihi gelişimi hususunda yanlış tahmin yapmış oldu. Marksistler de, belki de Marks’a rağmen, tanrıtanımaz politikalar uygulayınca, başarı şansları kalmadı.

Ekonomi, Sosyal kategorisine gönderildi | KARL MARKS’IN ARTIK DEĞER YANILGISI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KENDİNİ BEĞENİP BÖBÜRLENENLER  

KENDİNİ BEĞENİP BÖBÜRLENENLER

 

(Not: Bu makale, 2014 yılı Şubat ayında bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden, sonuna dua ekleyerek aynen yayınlıyoruz.)

Kur’an, çeşitli ayetlerinde, kendini beğenip kibirlenenleri uyarır. Bu kişiler mümin bile olsalar, yeryüzünün bütün genişliğine rağmen onlara dar geleceğini anlatır.

Tevbe Suresi 9/25. ayet: “Andolsun, Allah, birçok yerde ve Huneyn Savaşı gününde size yardım etmiştir. Hani, çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, böbürlendirmiş, fakat (bu çokluk) size hiçbir yarar sağlamamış, yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihayet (bozularak) gerisin geriye dönüp kaçmıştınız.”

Yukarıdaki ayet, din uğruna gözünü kırpmadan savaşa giden mümin insanlar için söyleniyor. Fakat burada Allah, müminler aracılığıyla, kibirlenip böbürlenen bütün insanlara sesleniyor. Bizleri uyarıyor.

Nur Suresi 24/64. ayet: “Uyanın! Şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa hep Allah’ındır. Muhakkak O, sizin ne üzerinde bulunduğunuzu bilir. Hele O’na döndürülecekleri güne ki, ne yaptıklarını kendilerine haber verecektir ve Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”

Yüce Yaradan bu ayetleri böyle açıklayarak, “O bizleri sorguya çekip yaptıklarımızı haber vermeden, bizim kendimizi sorgulamamızı” istiyor. Böylece yanlıştan dönmemizi ve Allah’ın merhametine sığınmamızı bekliyor ki, kullarına yardım etsin.

Bizlere, yeryüzünde kaçacak yer olmadığını, ancak Allah’ın yardımıyla galip gelinebileceğini örnekle hatırlatıyor.  Allah’ın yardımını beklemek için, Allah’a ve Resulüne hem inanmak hem de itaat etmek, yani söylenenleri yapmak gerektiğini bizlere ayetle açıklıyor.

Nur Suresi 47. ayet: Bir de “Allah ve Resulüne inandık ve itaat ettik!” diyorlar da sonra bunun arkasından yan çiziyorlar; bunlar mümin değillerdir.

Mümin olmanın kolay olmadığını, diğer birçok ayetten anlıyoruz. Öyle ki, sadece davranışlarımıza değil, sözlerimize bile dikkat etmemiz gerektiğini belirten ayetler var.

Nur Suresi 19. Ayet: “Müminler içinde edepsizce sözlerin yayılmasını arzu edenler için muhakkak dünya ve ahirette acı bir azap vardır ve siz bilmediğiniz halde Allah bilir.”

Sonuç olarak Allah’ın yapma dediğini yaparak kamu ve kul hakkı yiyenler, insanları birleştirmeleri gereken mevkilerde olmalarına rağmen ayrıştırmaya çalışanlar, müminler içinde edepsizce sözlerin yayılmasını öncülük edenler, eğer Allah’ın “Uyanın!” ikazına rağmen uyanmazlarsa, dünya bütün genişliğiyle onlara dar gelecektir. Böylelerinin Ahiret hayatları ise, düşündükçe insanın kanını donduracak kadar kötü olabilir.

Umulur ki, böyleleri, Allah’ın bildiklerini kullardan saklamazlar. Gerçekleri söyler, halktan özür dilerler, tövbe ederler, namuslu davranmaya başlarlar, köşelerine çekilirler ve Allah’tan mağfiret dilerler.

Af dileyip düzelmezlerse, iki dünyada da şiddetli azaba muhatap olmaları ihtimali kuvvetlidir. Bazılarının bu dünyadaki azapları, insanlık tarihi boyunca şer ile anılarak sürebilir.

Allah’ım, Senin gönderdiğin delilleri anlayanların, yanlışlarından dönmeleri ve salih amel işlemeye başlamaları için, lütfunla, insanlara irade gücü ver.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KENDİNİ BEĞENİP BÖBÜRLENENLER   için yorumlar kapalı

RUHBANLIK ÜZERİNE

RUHBANLIK ÜZERİNE

 

Birçok konunun afeti olduğu gibi, tabiat bilimleriyle uğraşanların bir kısmında ve dini bilgiler edinenlerin bazısında, kendilerini başkalarından çok üstün görme anlayışı, yani afeti vardır.

Fizik, kimya, biyoloji gibi fen bilimlerinde veya felsefe, sosyoloji, psikoloji gibi alanlarda bir takım araştırmalar yapan insanların bir kısmı, kendilerini seçkin olarak görmeye başlıyorlar.

Bir kişinin, kedinin karaciğerinin kendisini yenilemesi üzerine doktora tezi çalışması yaptığını düşünelim. Bu şahıs, araştırdığı konuyla ilgili olan az sayıdaki insan arasına girmiş olur. Eğer, kendi konusuyla ilgili az sayıda kişi arasına girmenin itibarlı konumunu taşıyamazsa, kendisine yeni tatmin yerleri arayabilir. Dar alandaki ihtisas bilgisinin etkisiyle, zamanla kendisini, kâinatın sırlarına vakıf olmakta olan bir insan gibi görmeye başlayabilir. Kedinin karaciğerinin çalışma sistemiyle karşılaştırmalar yaparak oluşturacağı örneklerle, çeşitli konular hakkında konuşmaya başlayabilir. Toplum, insan, evren gibi konular hakkında, kesinlik ifade eden söylemlerde bulunabilir. İşte bu durum, bilginin afetidir.

Bilimle ciddi anlamda uğraşan dâhi insanlar, bu durumlara düşmemek için gayret sarf ederler. Çünkü bu insanlar araştırdıkça, kâinattaki varlıklar hakkında ulaştıkları bilgilerin, bilmediklerinin yanında  “ çölde bir yol ağzı” kadar olduğunu anlarlar. Ama az bilenlerin çoğu, aksine çok şey bildiklerini zannedebilirler. Nitekim az şey bildiği için Tanrı’nın var olmadığını düşünenler, araştırmacı olan Darwin’i kendi düşüncelerine ortak ederek güç kazanmak isterler. Darwin’in “Türlerin Kökeni ve Doğal Seçilim” adlı eserini, Tanrı’nın olmadığına, doğa kanunlarının geçerli olduğuna işaret olarak algılarlar.  Bu nedenle, Darwin’e, Tanrı’nın varlığı hakkındaki düşüncesini sorarlar. Ama Darwin’in cevabı hiç hoşlarına gitmez. Çünkü Darwin’e göre, Tanrı hakkında fikir yürütmek, bir köpeğin, Newton’un zihni yapısı hakkında fikir yürütmesi ile aynı şeydir.

Darwin, bilmediklerinin ne kadar devasa çoklukta olduğunun farkında iken, bazı din adamları maalesef farkında değiller. Müslüman din adamlarının bazıları, biraz dini bilgiler öğrendikten sonra, eğer, Arap dili ve edebiyatı üzerine de bir şeyler öğrenirler ve eski İslâm âlimlerinin eserlerinden bazılarını okudular ise, artık kendilerini üst insan olarak görmeye başlamaları ihtimali artıyor. Kendilerini sadece nakli ilimlerde değil, akli ilimlerde de en önlerde görmeye başlıyorlar. Kendilerini dinleyecek bir çevre de bulduktan sonra, artık kendilerini, İslâm’ın en büyük dayanağı ve koruyucusu zannediyorlar. Kendilerinin cismani olmaktan çıktıklarına, ruhani olduklarına insanları inandırmaya çalışıyorlar. Bunun için, Hz. Muhammed’in sözü olduğunu iddia ettikleri hadisleri uyduruyorlar. Bazı Kur’an ayetlerini de, sanki kendilerini işaret ediyormuş gibi aktarıyorlar.

Aslında, İslâm’ın ilk dönemlerinde, bu şekilde kendilerine ruhaniyet yakıştıran bir anlayış yoktu. Bu anlayış, Katolik Kilisesinde vardı. Kilise çalışanları, kendilerini Tanrı’nın dünya üzerindeki halifelerinin sadece kendilerinin olduklarını düşünüyorlardı. Bu sebeple, kendilerini Tanrı’nın yerine koyarak, insanları günahlarından arındırdıklarını söyledikleri, günah çıkarma işlemini yapıyorlardı. Kilise çalışanlarına uygulanan evlenme yasaklarını da, cismaniyetten sıyrılıp, ruhaniyete yükseldiklerinin bir göstergesi olarak görüyorlardı. Onlardaki bu anlayış, Müslümanlara da sirayet etti. Hem Sünni anlayışta hem de Şia’da din adamlığı ve ruhaniyet makamları oluştu. Yahudilikteki hahamların, Hıristiyanlıktaki papazların, Müslümanlıktaki hocaların ve mollaların büyük çoğunluğu, insanlar ile Tanrı’nın arasına girdiler. Yüce Yaradan’ın adına hareket ettiklerinin izlenimini verdiler.

Hâlbuki ilâhi kaynaklı dinlerde, insan ile Tanrı arsında hiç kimse yoktur. Her insan kendinden sorumludur. Yüce Yaradan, her insanın duasına ayrı icabet eder. Ama icabet etmenin şartlarını da Kur’an’ında belirtir. Diliyle tövbe edenleri değil, ama tövbe ederek salih ameller işleyenler için bağışlayıcı olduğunu sıkça vurgular.

Benzer yanlış anlayış Hinduizm’deki brahmanların bir kısmında ve Budizm’deki rahiplerin bazısında da vardır. Ama bizim bu makalemizdeki ilgi alanımız, tek olan Tanrı ile ortak hareket ediyorlarmış intibaını veren ruhbanlık anlayışıdır.

Bu sitede yayınladığımız “Şefaat Konusu Üzerine” başlıklı makalemizde Kur’an’dan örnekler vererek konuyu irdelemiştik. Hz. Nuh, Yüce Yaradan’ın oluşturduğu büyük tufanda, oğlunu kurtarması için Allah’a dua etti. Hz. Peygamberin, oğlu için yaptığı duaya, Allah, ret cevabı verdi. Bunun üzerine Hz. Nuh şöyle dua etti: Hud Suresi 47: Nuh: “Ey Rabbim! Ben (ilmini) bilmediğim bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen ben hüsrana uğrayanlardan olurum.”

Zumer Suresi 44: De ki: “Bütün şefaat Allah’ındır. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra hep döndürülüp O’na götürüleceksiniz.”

Yüce Yaradan, tufan oluşturduğu dönemdeki ve 950 yıl yaşattığı peygamberinin, oğlu için yaptığı duasına icabet etmezken, din adamlarının ruhbanlık anlayışı, Allah’a şirk koşmak ile aynı anlamı taşır. Her ferdin sorumluluğu ayrıdır ve kendisinindir.

Nur Suresi 24/54. “De ki: Allah’a itaat edin; Peygambere de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamberin sorumluluğu kendine yüklenen, sizin sorumluğunuz da size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygambere düşen, sadece açık açık duyurmaktır.”

Bu yazımızı da, şefaat üzerine yazdığımız makalemizin sonunda yaptığımız dua ile bitirelim.

Allah’ım, bizlerin, (kullarının bazısından) şefaat beklentisiyle, gevşek davrananlardan olmayıp, Kur’an’ı anlamaya yönelerek, Kur’an’ı içselleştirebilmemiz için, bizlere irade gücü ver.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | RUHBANLIK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

AYDIN VE ENTELEKTÜEL KAVRAMI ÜZERİNE

AYDIN VE ENTELEKTÜEL KAVRAMI ÜZERİNE

 

Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın sunuş yazısında, aydın ile cahil kavramlarına kısaca değinmiş ve şöyle demiştim.

“Cahil, kendisinde bilgi eksikliği olmadığını zanneden insandır. Dolayısıyla öğrenme ihtiyacı duymaz ve kendisini geliştiremez.”

Aydın için en kısa ve öz olan tanım, ‘aydın, dönüştüren insandır’ şeklinde idi. Diğer bir tanımı da, ‘aydın, yaşadığı toplumdan etkilenen ve sonrasında toplumları etkileyip yönlendiren insandır’ şeklinde vermiştim.

Bu yazımızda, entelektüel ile aydın kavramlarını biraz daha ayrıntılı olarak ele alacağız. Aralarındaki farklar konusunda, Ali Şeriati’nin verdiği örneklerden yararlanarak, kendi fikirlerimizi ifade edeceğiz.

Entelektüel kavramının yaygın tanımı, öğrenim görmüş kişi olarak yapılmaktadır. Bir insan, öğrenim görerek; doktor, mühendis, bilim insanı, filozof, sosyolog olabilir. Ayrıca mesleki konularının dışında da, çok sayıda kitap okuyabilir. Fakat entelektüelin, bu vasıflara sahip olmasına ve ayrıca meşhur bilginleri, filozofları tanımasına veya takip etmesine rağmen, içinde yaşadığı topluma ve bilhassa halka yabancı olması ihtimali kuvvetlidir. Bu durumda, entelektüelin, içinde yaşadığı topluma faydasının olması bir yana, belki zararı bile olabilir.

Bu yapıdaki entelektüellerin durumu, Kur’an’da şöyle bahsedilir: Cuma Suresi 62/5 ”Kendilerine Tevrat yükletilip de (Tevrat’ı okuyup da) sonra onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir…”

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, filozoflar, sosyologlar ve tarihçiler, öğrenim görmüş entelektüellerdir. Bunların ortak özellikleri, düşüncelerini, bilim ve akıl temeline oturtmalarıdır. Dolayısıyla bu entelektüellerin; kendilerine de, topluma da, tarihe de bakışları aynı temele dayanır. Entelektüeller, çok kitap okuyan insan olduklarından, toplumun yapısıyla ilgili çok sayıda teori geliştirebilirler. Toplumları ve insanları, anlamaya çalışmak yerine, onları kendilerince tanımlayarak yeni kuramlar oluşturmaya uğraşırlar. Yaptıkları şey, kısmen başkalarının kuramlarına benzer de olsa, yeni bir teori geliştiren entelektüellerin çoğunluğu, kendisini diğerlerinden üstün görmeye başlar. Bunlar konuşmalarında, kendi kendilerini aydın olarak tanıtırlar. Onların kuramlarını okuyan ve kendilerini dinleyen insanlar da, entelektüelleri, aydın olarak görmeye başlar.

Hâlbuki entelektüellerin, söylemlerine bakılınca, büyük çoğunluğunun yaptıkları şeyin, hayatın gidişatına uymak olduğu anlaşılır. Bunlar, öncelikle kendilerinin zenginliğini artırmaya çalışırlar, sonrasında toplumun refah seviyesini artırmak için fikir beyan ederler. Hemen hiçbir entelektüel, insanlara, kanaatkârlık, sadece ihtiyacı kadar tüketme, ailelerin büyükleriyle birlikte yaşaması gibi hususları tavsiye etmez. Fakat hemen hepsi, konuşmalarında, insanları, bilime biat etmeye çağırırlar. İnsanlara, akli olmayan bir şeyi kabul etmemelerini öğütlerler. Böyle yaparken de, insanları, onlara iyilik yaptıklarına inandırmaya çalışırlar. Kendilerine iyilik yapıldığına inanan insanların çoğunluğu da, entelektüellerin, aydın olduklarını kabul ederler.

Entelektüelin asıl göstergesi, öğrenim görmek iken, aydın olmanın emaresi, bilimsel ve teknik bilgilere sahip olmaktır denilemez. Aydın olmanın tek göstergesi, yükseköğrenim görmek de değildir. Aydın olmanın yolu, bazı meşhur entelektüellerin teorilerini onaylamaktan veya aynı temele dayanan, ama farklı imiş gibi izlenim veren teoriler oluşturmaktan da geçmez.

Aydın olmanın göstergeleri, entelektüellerinkinden farklıdır. Aydın, manevi değerleri kavrayarak, içselleştirmeye çalışan bilge bir insandır. Aydın, içinde yaşadığı toplumdan kendini soyutlamadığı gibi, üyesi olduğu cemiyetteki farklı gurupların vasıfları hakkında doğru bilgi sahibi olmaya gayret edendir. Aydın, hakikate ulaşmak için yol arayandır. Aydının peşine düştüğü bilgi, hakikattir. Ulaştığı bu hakikatin doğruluğuna, önce kendisinin inanması gerektiğini düşündüğünden sorgulamasını sürdürür. Aydının gayesi, hayatın yaşanmakta olan gerçeklerinin sohbetini yapmak değildir. Aydın, insanın, manevi ve ilâhi yönünün olduğunu kabul edendir. Aydın, Yüce Yaradan’ın, insanların huzurlu bir ömür sürmeleri için gösterdiği yol üzerinde olmaya gayret edendir.

Aydın, ulaştığı bilgileri ve kavradığı hakikati, toplum ile paylaşmaktan çekinmeyendir. Aydın, bu paylaşımı yaparken, söyledikleri anlaşılır olandır. Aydın, vaziyeti idare etmeye değil, hayatı organize etmeye çalışandır. Aydın, toplumun olgunlaşması için, “en iyi nasihat, örnek olmaktır” şiarıyla hareket edip, örnek olmaya çabalayandır. Aydın; heyecanından, coşkusundan, üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmeden, mücadelesini mümkün olduğunca sürdürendir.

Entelektüel, genel tanımla, çağdaştır (modernisttir). Hâlbuki aydın, çağdaş olarak nitelenemeyeceği gibi, gelenekçi olarak da yaftalanamaz. Çünkü aydın, kalıpların insanı değildir. Entelektüel ise, eleştirirken de, teori oluştururken de, yenilikçiliğin kalıplarının içerisinden çıkmaya muvaffak olamaz. Aksine, çoğunlukla onları taklit etmeye çalışır. Oysaki aydın, kalıplara sığmaz. Aydın, mümkün olduğunca kendi yolunda yürür. Bu yürüyüş sırasında aydın, uygun gördüğünde çağdaş, uygun bulduğunda gelenekçi yöntemlere uyar. Bunu yaparken, her iki tarafın da makul yönlerini, şuurlu olarak seçer.

Entelektüele göre tarih, ekonominin ve kahramanların oluşturduğu olaylar zinciridir. Aydına göre tarih, yaşamını geçmişten geleceğe sürdüren canlı bir varlık gibidir. Tarih; dünü anlatır, bugünü açıklar, yarını aydınlatır. Tarih, hem kişilerin hem de toplumun ruhunun derinliklerinde yaşamakta olan duygular, düşünceler ve geleneklerdir.

Entelektüelin bir başka özelliği, bir konuda görüş açıklarken “bilmiyorum” kelimesini kullanmamasıdır. Bu sebeple, ifadeleri nettir. Onun lügatinde “kuvvetle ihtimal veya zayıf ihtimal, belki, muhtemelen, çoğunlukla” gibi sözcükler yoktur. Bu açıdan bakılınca, Kilise papazı, Cami imamı, Havra hahamı ile benzeşir. Bilindiği gibi bunlar da, halkın sorduğu bütün sorulara, net cevaplar verirler. Aydın ile entelektüelin veya cahilin farkını ortaya koymak açısından Ali Şeriati’nin verdiği bir örnek, konuyu daha anlaşılır hale getirecektir. İmamı Azam olarak bilinen Ebu Hanife’ye, bir gün yaşlı bir kadın gelir ve beş tane soru sorar. Ebu Hanife, bunlardan üçüne “bilmiyorum”  diye cevap verir. Hâlbuki bu kadın, aynı soruları mahalle camisinin hocasına, bölge müftüsüne veya o dönemin entelektüeline sorsaydı, sorularının hepsine de net cevaplar alma ihtimali çok fazla olurdu.

Yukarıda sıraladığımız aydının vasıfları açısından bakılınca, peygamberlerin hepsi için, aydın niteliğine sahip kişilerdir denilebilir. Ama aydınlar, sadece peygamberler değildir. Peygamberlerin gelmedikleri ara dönemlerde de, son Peygamber Hz. Muhammed’den sonrasında da, aydınlar hep var olmuştur. Yukarıda bahsettiğimiz Ebu Hanife, bunlardan birisidir.

Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki vekil yöneticiliği görevini layıkıyla yapmaya çalışan kâmil insanlar, aydın adaylarıdır. Bunlar, aydın olmaya, bir entelektüelden daha yakındır. Bir entelektüelin, aydın olma yoluna girebilmesi için, hatasını görerek “sil baştan” anlayışıyla hakikate ulaşmaya çalışması gerekir. Tolstoy, böyle yapacaklar için bir örnektir.

Allah’ım, Senin gösterdiğin yolda yürürken, insanlığa daha faydalı olabilmemiz için, ilim ve hikmetimizi artır.

Sosyal kategorisine gönderildi | AYDIN VE ENTELEKTÜEL KAVRAMI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

CARİ AÇIĞIN SEBEP VE SONUÇLARI

CARİ AÇIĞIN SEBEP VE SONUÇLARI

 

Cari dengenin sağlanabilmesi dış ticaret, hizmetler, yatırım gelirleri ve cari transferlerdeki dengeye bağlıdır. Ödemeler dengesi, bütün bunların dengesinin toplamından oluşur. Cari açık ise, genel anlamda, bir şahsın veya devletin, ürettiğinden çok harcamasıyla oluşur.

Ülkeler için cari açığın genel göstergesi, ihracatından çok ithalat yapmasıdır. Bu durumda ülkeler kayba uğrarlar. Fertler ve aileler için de aynı durum geçerlidir. Bir aile, üretip sattığından daha çok şey satın alırsa, bütçesi açık verir. Bu açığı kapatmak için, ya daha çok çalışıp üretimini artırması veya borç alması gerekir.

Devletlerin de vaziyetleri aynıdır. Devletler bu kaybı azaltmak için, birkaç yöntem uygularlar. Bunlardan biri, turizm konusudur. Turistleri ülkelerine çekmeye çalışırlar. Turistlere yapılan satışları, yani bir turistin o ülkede harcadığı paraları, ihracat olarak değerlendirirler.

Ülkelerin cari açıklarını azaltan bir başka unsur, o devletin iş adamlarının yurt dışında yaptıkları işlerden, ülkelerine getirecekleri para transferleridir. İş insanlarının getirecekleri bu paralar da, yurt dışına yapılmış ihracat gibi değerlendirilir. Ayrıca hizmetler sektörünün yurt dışındaki çalışmaları da, ihracat gibi görülür. Bütün bunlar ülkenin cari açığını, yani kaybını azaltır.

Devletler, bütün bu gayretlerine rağmen, cari açığı düşüremeyebilirler. Bu durumda önlerinde bir seçenek kalır. Paralarının değerlerini düşürürlerse, ihracatları artar. Buna karşılık ithalatları mecburen azalır. Dolayısıyla cari açık azalır.

Eğer bir ülkede cari açık, uzun yıllar devamlılık arzederse, ülkenin kaybı önlenemez hale gelir. Ülke, varlıklarını kaybetmeye başlar. Bu kayıp hem özel sektörde olur, hem de devletin varlıklarında gerçekleşir.

Özel sektörde, öncelikle sanayi şirketleri yabancılara satılmaya başlar. Sonra diğer alanlardaki şirketlerin hisseleri de yabancılara geçmeye devam eder. Daha sonra konutlar ve araziler de, yabancılara satılmaya başlar. Hattâ yabancıya satabilmek için, özel teşvikler verirler. Bu teşviklerin içerisinde vergi desteği gibi maddi unsurların yanında, vatandaşlık hakkı gibi manevi destekler de olabilir.

Sermaye payları giderek el değiştirir. Cari açık devam ettikçe, bu el değiştirmeler, ülkenin en ihtiyacı olan alanları da kapsamaya başlar. İletişim alanındaki firmalar yabancılara devredilir. Bankalar hisselerini, yabancılara satabilmek için gayret sarf ederler. Bununla da kalınmaz. Araştırma laboratuvarları da el değiştirmeye başlar. Varsa ilaç firmaları da bu değişimden nasibini alırlar. Cari açık devam ettikçe, artık hemen her alandaki şirketler, hisselerinin bir kısmını veya tamamını yabancılara devretmek zorunda kalırlar. Ancak, hisseleri el değiştiren şirketlerin büyük çoğunluğunun isimleri aynen kalır. Dolayısıyla halk, yabancılara satışları anlayamaz. O şirketlerin ürünlerini ve hizmetlerini, sanki eski yerli firma imiş gibi, satın almayı sürdürür.

Cari açığı kapatamayan ülkelerde, ilk önce devletin varlıkları yabancılara satılmaya başlar. Devletin sahip olduğu ve ticari yönü olan kuruluşlar ile fabrikalar el değiştirmede başı çekerler. Bunlar yetmedikçe, gemi limanları, havayolları limanları, karayolları, demiryolları gibi asli varlıklar da yabancıların eline geçmeye başlar. Hattâ bu alanlarda çalışan kuruluşları veya firmaları varsa, onlar da el değiştirir.

Cari açık sürdükçe, devletin bankaları, madenleri ve tabii kaynakları da yabancılara satılmaya başlar. Cari açık uzun süre devam ederse, yabancılar, devletin asli görevi olan alanlara da el atarlar. Eğitim ve sağlık işlerine de girerler. Halkın eğitimini ülkesine hizmet edecek şekilde sağlaması gereken okullar, yabancıların eline geçer. Vatandaşlarından hasta olanların şifa aradıkları hastaneleri de yabancılar işletmeye başlarlar. Yabancılara satıştan, savunma sanayinde üretim yapan devlet kurumları da nasibini alırlar.

Uluslar aşırı firmaların, son dönemlerde hızla çoğalmalarının ve kazançlarını katlamalarının en önemli sebebi, ülkelerin verdikleri cari açığın uzun süre devam etmesidir.

Peki, ülkeler neden verdikleri cari açığı uzun süre önleyemezler? Devletlerin cari açık vermelerinin bir sebebi, GSYİH’larının içerisinde hizmetler sektörünün payının, azalacağına artmasıdır. Hizmetler sektörünün doğası gereği, ihracat imkânı, sanayi ve imalat sektörüne göre daha azdır. Çünkü bilhassa kalkınma mücadelesi veren ülkelerdeki hizmetler sektörü; hazır yemek, toplu taşımacılık, çevre düzenlemesi, peysaj mimarisi, binaların temizliği gibi alanları kapsamaktadır. Bu tür hizmetlerin ihracat kabiliyeti, yok denecek kadar azdır.

Maddeten kalkınmış ülkelerdeki hizmet sektörünün yapısı, daha fakirlere göre biraz farklıdır. Teknik veya diğer müşavirlikler, hukuk hizmetleri, patent hakları, banka komisyonları gibi hizmet alanları da vardır. Ancak bunların yurt dışına açılabilmeleri ihtimali, hazır yemek gibi hizmetlere göre daha fazla olmasına rağmen, kazancı azdır. Belki yurt dışına açılan bu hizmetler, yurt içindeki sahiplerine daha çok kazanç sağlayabilir. Fakat yurt dışından ülkeye getirebilecekleri gelir, sanayi ve imalat sektörüne göre, çok azdır.

Bir devlette, hizmet sektörü gelişip imalat sanayi gerilemeye başladığı zaman, o ülkedeki araştırma ve geliştirme faaliyetleri de azalır. Eskiden kurulmuş olanlar da, yabancıların eline geçmeye başlar. Böylece ülkedeki, katma değeri yüksek imalat alanları yabancıların, katma değeri düşük imalat alanları ise, yerli firmaların olur.

Bütün bu gelişmeler, içinden çıkılamayacak bir kısır döngü oluşturur. Ülke her yıl cari açık vermeyi sürdürür. Çünkü artık, o ülkenin sermaye kârları, sürekli olarak yurt dışına aktarılmaktadır.

Devamlı cari açık veren devletlerin yöneticileri, bu durumu düzeltebilmek için, ekonomik bir tedbir alamadıklarını görürler. Ancak halkı kandırabilmek için, “yerli malı kullan” kampanyaları düzenlemeye başlarlar. Hâlbuki yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, hangi ürünün yerli malı, hangisinin yabancı olduğu birbirine karışmıştır.  Çünkü yabancılar tarafından satın alınan şirketin ismi, çoğunlukla, değişmemiştir. Dolayısıyla, ülkeyi yöneten siyasilerin halktan kullanmalarını istedikleri yerli malları, aslında yabancılara para aktarımına sebep olacaktır. Bu ortam, tarım ürünleri için de geçerlidir.

Zaten bu gerçekler, halkın bir kısmı için de anlaşılmaya başlandığı için, son yıllarda “yerli malı kullan” kampanyaları azaldı. Bu kampanyalar yerine, mağaza isimlerinde “yerli dil kullan” kampanyaları başladı. Fakat son dönemlerde çoğu ülkenin halkının, kendi memleketinin ürünlerine güveni azalmıştır. Bu nedenle halkın, yabancı markalara talebi artmıştır. Dolayısıyla, yerli markalar ve mağazalar da, yabancı isim kullanmak mecburiyetinde kalmaktadırlar. Bunun sonucu olarak, son yıllarda başlayan “yerli isim kullan” kampanyaları da bir işe yaramamaktadır.

Demek ki, cari açık vermeyi tehlike olarak görmeyerek tedbir almaya kalkışmayan devletlerin, ekonomilerini toparlamaları ihtimali, her yıl azalmaktadır. Ekonomilerini kendi ayakları üzerinde durduramayan devletlerin, özgürce hareket etmeleri düşünülemez.

Uzun yıllardır cari açık veren ülkeleri bekleyen bir başka sorun daha vardır. Yerli diye bilinen şirketleri, bankaları ile ülkenin varlıklarının çoğu yabancıların eline geçtiğinden ve yabancıların tek amacı kâr olduğundan, ekonomik sıkıntının baş gösterdiği anlarda, iktidarlar, ülke içerisinde almak istedikleri bazı ekonomik önlemleri bile uygulatamazlar. Bilhassa, dünya çapında borç bulmanın zorlaştığı, turizmin gerilediği ortamlarda, cari açıklar çok daha tehlikeli hale gelirler.

Ekonomi kategorisine gönderildi | CARİ AÇIĞIN SEBEP VE SONUÇLARI için yorumlar kapalı

KARL MARKS’IN, YAŞADIĞI ŞARTLARDAN KAYNAKLANAN HATALARI

KARL MARKS’IN, YAŞADIĞI ŞARTLARDAN KAYNAKLANAN HATALARI

 

Takdir edileceği gibi, insanlar, yaşadıkları döneme göre davranmaya meyillidirler. Hem o dönemdeki hem de tarihteki olayları, yaşarken gördüklerine göre değerlendirirler. İnsanların büyük çoğunluğu, çevrelerindeki arkadaşlarından etkilenerek düşünürler. İçinde olduğu fikri çevresinden farklı düşünebilenlerin sayısı çok azdır. Çevresindekiler de, tıpkı kişinin kendisi gibi, yaşadıklarına göre karar oluştururlar.

Dolayısıyla, insanların çoğunluğunun ulaştığı çözümler, yaşadıklarından esinlenerek oluşur. Bu sebeple, çözümlerinin büyük çoğunluğu, kendilerinin itiraz ettikleri şeylerle aynı temele dayanır. Çünkü toplumun genel anlayışının tamamen dışına çıkacak şekilde tam zıt fikirler söylemek ve bu düşüncelerini kabul ettirmek, bir insanın kendi gücüyle başarabileceği bir şey değildir.

Tarihe baktığımızda, getirdikleri çözümlerin toplumun anlayışına zıt olduğu durumlar, sadece peygamberler tarafından oluşturulmuştur. Eğer peygamberler de yalnız kendi düşünceleriyle hareket etmiş olsalardı, onların da benzer hatalara düşmeleri ihtimali, fikir insanlarınınkinden, bilginlerden daha fazla olurdu.

Bu yargımızın geçerli olup olmadığını anlamak için, eser sahibi fikir insanlarıyla peygamberleri karşılaştırmamız yeterli olacaktır. Eser sahibi insanlar, dönemlerinde yaşayanlara göre daha çok okuyan ve yazan kimselerdir. Dolayısıyla, çevrelerindeki kişilerle bilgiye dayalı tartışmalar yapmış olmaları ihtimali kuvvetlidir. Bu nedenle, aralarındaki tartışmalardan esinlenerek, daha farklı fikirler geliştirebilme imkânına sahiptirler.

Peygamberler ise, eser sahibi insanlardan daha farklı yapıda insanlardı. En azından bilinen peygamberler arasında felsefeci, hukukçu, ekonomist, sosyolog, bilgin olarak tanımlanabilecek insanlar yoktur. En meşhur peygamberlerden olan Hz. Musa, uzun süre çobanlık yaptı. Hz. İsa, marangozluk ile meşgul idi. Hz. Muhammed ise, ümmi bir kervan tüccarıydı. Dolayısıyla, hiç birinin bir fikri devrim yapması düşünülemezdi. Bu açıdan bakılınca, insanların düşüncelerinde devrim yapanlar, Yüce Yaradan’ın desteklediği güzel insanlardı.

Yazımızın başından itibaren bu açıklamaları yapmamızın nedeni, Karl Marks’ın, baştan hatalı olmadığını gözler önüne sermektir. Marks, yaşadığı devrin sorunlarına, radikal olarak tanımlanan çözümler üreten ender insanlardandır. Bu radikal duruşa rağmen 1848’de arkadaşı Friedrich Engels ile birlikte yayınladıkları Komünist Manifestosuna pek itibar eden olmadı.

Çünkü Jean Jacques Rousseau’dan itibaren gelişen bu fikirlerin serpilmesi için uygun ortam henüz oluşmamıştı. Kapitalist sistem, sorunlarına rağmen kabul görüyordu. Henüz, kapitalist sistemdeki sorunlar, çözülmesi zor bir düğüm oluşturmamıştı. Fakat 1873 yılında Viyana Borsasının çöküşüyle başlayan ve kısa sürede bütün Batıyı kuşatan ekonomik buhran, kapitalizm için ilk ciddi düğümü oluşturdu. Kısa bir süre önce 1857’de ABD’de başlayıp Avrupa’ya sıçrayan büyük mali kriz, belki de Amerikan İç Savaşının etkisiyle çabuk geçiştirilmişti. Fakat 1873 buhranı uzun sürdü. Ekonomistler, bu buhrana, Büyük Depresyon adını verdiler.

İşte tam da bu ortamda, kapitalizme karşı o güne kadar yapılan en radikal eleştiri ve en radikal çözüm önerisi sahibi olan Marks hatırlandı. Radikal önerileri sebebiyle de, ölümüne kadar geçen on yıl içerisinde Batılı seçkinler tarafından tanındı.

Marks’ın radikal teklifleri, görünüşte kapitalizmin tam zıttı gibi görünüyordu. Acaba öyle mi idi? Çözümleri ile kapitalizmin arasında benzerlikler var mıydı?

Benzerlikler hususunda, bu sitede yayınladığımız “Marksizm’in Çelişkileri Üzerine” başlıklı makalemizde ve “Osmanlı, İbni Haldun ve Marks” adlı yazımızda bazı açılardan fikirlerimizi ifade etmiştik.

Bu yazımızda, kısmen farklı bir pencereden bakmaya çalışacağız.

Makalemizin başlangıcında, insanların, dönemlerinde yaşadıklarına göre fikir beyan ettiğini söylemiştik. Bu sebeple, Marks’ın düşüncelerinin de, kendi dönemi ve kendi çevresi bağlamında ele alınması gerekir.

Dolayısıyla, Marks’ın fikirlerinin bugünün sorunlarına uyarlanması mümkün değildir. Çünkü o dönemin ve günümüzün şartları birbirinden farklıdır. Onun yaşadığı dönemde, günde 12 saat çalışan ve hiçbir sosyal güvencesi olmayan sanayi işçileri vardı. Diğer taraftan, zenginlerin şatolarında, konaklarında çalışan ve sayıları sanayi işçilerinden muhtemelen daha çok olan, hizmetçi gurubu vardı. Ayrıca, toprak sahiplerinin arazilerinde çalışan fakir köylüler vardı.

Karl Marks, bu guruplar için çözüm aramıştı. Onun bütün derdi, üretimin asıl yapıcısı olduklarını düşündüğü bu gurupların, ezilmeleri ve gelişememeleriydi. Bu durumun sebebinin, kapitalizmin sosyal yapısından kaynaklandığına inanıyordu.

Dikkat edileceği üzere, Marks’ın takip ettiği ve çözüm aradığı bütün olaylar, Batı’da yaşananlar idi. Diğer bölgeler, Lâtin Amerika, Afrika ve Asya, onun fikir üretme alanının dışında idi. Marks’a göre, bu toplumlar (diğer bir bakış açısıyla, Doğulu toplumlar), durağandırlar ve değişmezler. Ona göre, Doğudaki anlayış, genelleşmiş köleliktir. Dolayısıyla, bu toplumlar kendi rehavetine bırakılamazlar. Gerekirse zorla, Batıya bağlanmalıdırlar.  Nitekim Marks ve benzer düşüncedekiler, Çarların, Orta Asya’yı topraklarına katmalarını, Fransa’nın, Cezayir’i işgal etmesini, ABD’nin, Kaliforniya’yı Meksika’dan almasını, “oralara uygarlığın götürülmesi” olarak nitelemişler ve alkışlamışlardır.

Demek ki, Marks ve etrafındakilerin fikirlerinin, günümüzün sorunları için ilham kaynağı olması, düşünülemez. Aynı mantıkla irdelendiğinde, Marks’ın çözümlerinin, o dönemde bile Doğulu, Afrikalı, Güney Amerikalı toplumlarda geçerli olacağını söylemek mümkün değildir. Çünkü Batılı toplumlar ile Doğulu toplumlardaki anlayış, Marks’a göre, birbirine bu kadar zıt ise, aynı çözümün her iki anlayış için de geçerli bir hakikat olacağını iddia etmek mantığa ters düşer.

Batılı toplumlar ile Doğulu toplumların insana bakışlarındaki en önemli fark, kişilerin manevi yönünün varlığının kabul edilip edilmediğindedir. Batı, Hıristiyan olmasına, yani ilâhi kaynaklı bir din anlayışına sahip olmasına rağmen, kapitalizmle birlikte, insanın aşkın yönünü inkâr etmiştir. Hâlbuki Doğulu milletlerden Müslüman olanlar, (bazıları uygulamada farklı davransalar da) insanın manevi yönünü kabul ederler. İlâhi kaynaklı olmayan Budizm’de de, insanın bilgelik yönü ve arzuları yenme çabası öne çıkarılır.

Dolayısıyla, insanın manevi yönünü yok sayan fikri çözümlerin, manevi yönü olan insanlar için geçerli olması mümkün değildir. Nitekim tanrıtanımaz bir anlayışla uygulanan Marks’ın fikirleri, etkili olduğu her ülkeyi sıkıntıya düşürmüştür.

Burada bir hususu belirtmekte fayda var. Marks’ın fikirlerinde tanrıtanımazlık olup olmadığı net değildir. İnsanların Marks hakkında, tanrıtanımaz olarak düşünmesinin en önemli nedeni, onun “din halkın afyonudur” sözüdür. Marks bu ifadeyi, dinin, insanları kandırmak için kullanılmasına kızarak söylemiş olabilir. Ama kendisi, Tanrı kavramına karşı çıkmamış olabilir. Bu konuda net bir fikir sahibi olabileceğimiz bilgilere sahip değiliz. Kendisini takip edenler arasında bu hususta bir fikir birliği yok.

Bu nedenle, bizim dikkate alacağımız husus, Marksizm’in uygulanışıdır. Marks’ın yolundan gittiklerini söyleyen SSCB, Çin ve diğer ülkelerdeki uygulamalar, tanrıtanımazlık olarak gerçekleşmiştir. Muhtemelen bu tanrıtanımaz uygulama şekli, İkinci Dünya Savaşı sonrası acılı ortamda Marksizm’in dünya genelinde etkili olmasını önleyen hususlardan birisidir. Fakat komünistlerin bu uygulamaları, insanları tanrıtanımaz yapamamıştır. SSCB, 74 yıl sonra dağıldığında, bütün ömürleri tanrıtanımaz düzen içerisinde geçmiş olan insanlar, ister ilâhi kaynaklı bir dinin mensubu olsunlar, ister Budist olsunlar, hemen ve eskisinden daha fazla olarak dini ibadethaneler açtılar.

Marks, Batıda yaşayan bir düşünür olduğu için, ekonomi konusuna, kapitalizm ile aynı pencereden bakmak yanlışına düşmüştür. Adam Smith gibi Marks da, ekonomiyi pozitif bilim olarak görmüştür. Her ikisi de ekonomiyi, servetin üretimi, servetlerin tüketimi ve servetlerin paylaşımı hususlarını inceleyen bir bilim dalı olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla, insanı da, üreten ve tüketen bir eşya veya makine olarak değerlendirmişlerdir. Bu nedenle, birbirlerinden, sadece üretim ve tüketim yöntemleri hususunda ayrılmışlardır.

İnsanın manevi yönünü görmeyen ve insanı, üreten ve tüketen makine gibi değerlendiren Kapitalizm ile Marksizm, her girdiği ülkede insanların çoğunluğunun ezilmelerine sebep oldu. Dünya küreselleştikçe yayılan bu iki uygulamanın aynı temele dayanması, insanlığın geleceğini karartmaktadır. Çıkış yolu -ister kabul edelim, ister etmeyelim- Yüce Yaradan’ın, peygamberleri aracılığıyla bizlere öğütlediği yoldur.

Sosyal kategorisine gönderildi | KARL MARKS’IN, YAŞADIĞI ŞARTLARDAN KAYNAKLANAN HATALARI için yorumlar kapalı

İNSANLIĞIN ORTAK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

İNSANLIĞIN ORTAK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

İrdeleyeceğimiz anlayışlardan birisi, yaratıcı Tanrı konusudur.

Bütün ilâhi dinlerde yaratıcı Tanrı tektir. Eğer birden fazla tanrı olsaydı, insanlık kargaşa içerisine düşerdi. Her tanrı, kendi hükmünü geçerli kılmaya çalışacağından, önce tanrılar arasında kavgalar olurdu. Bu kavgalar, insanlara daha şiddetli olarak yansır ve kargaşa bitmezdi.

İlâhi kaynaklı olmayan dinlerde Tanrı anlayışını irdelemeye Hinduculuk’tan başlayalım. Roger Graudy’nin aktardığına göre, Rig Veda I, 164 ve 70; III, 5; V, 3 ve bilhassa X, 145’te şöyle denilmektedir:

“Onlar, O’na pek çok ad verirler, gerçekte O, Bir’dir.”

Bilindiği üzere, Hinduculuk’ta 11 farklı tanrı gurubu olduğu söylenir. Fakat yukarıdaki ifadelerden anlaşılan o ki, farklı tanrı isimlerinin olması, Tanrı’nın birden fazla olduğunu göstermemektedir. Aksine çok sayıda tanrı ismi olsa da, Tanrı’nın tek olduğu anlayışı vardır.

Budizm ile ilgili olarak, yazılı kaynaklarda bir bilgi verildiğini bilmiyorum. Bu nedenle irdelemeyi, Budizm’deki anlayış hakkındaki bilgimizi inceleyerek yapacağız. Budizm’de, bir insan için asıl amaç, Nirvana’ya (Nibbana) ulaşmaktır. Budizm’e göre, ölüm ve doğum çevrimlidir. Bu çevrimin sonu, Nirvana’dır. Nirvana, son dirilişten sonra yaşanacak ideal yaşamdır. Takdir edileceği gibi, bir yaşamın ideal ölçülerde olabilmesi için, yaratıcı Tanrı’nın tek olması gerekir. Birden fazla tanrının olması durumunda, hiçbir insan ideal yaşama ulaşamaz. Çünkü birbirleriyle çatışan tanrılar, insanların ideal yaşama ulaşmasını engellerler. Her tanrı, kendi anlayışı açısından bir ideal yaşam tanımı yapacağından, zaten insanlar, Nirvana’ya ulaştıklarını bile anlayamazlar ve hiçbir zaman Nirvana’ya ulaşılamaz. Dolayısıyla, Budizm’in öğretisi olan, nefsimize hâkim olup, ideal hayatı yaşayacağımız Nirvana’ya ulaşabilmek için, Tanrı’nın tek olması gerekir.

İrdeleyeceğimiz anlayışlardan bir diğeri, insanlığın birliği konusudur.

Bütün ilâhi kaynaklı dinlerdeki anlayışa göre, insanlık birdir. İnsanlar arasındaki tek fark, Yüce Yaradan’ın isteklerine uygun davranma hususundadır. Diğer bir anlatımla, insanları, Yüce Yaradan nezdinde derecelendiren şey takvadır. Yani, Allah’ın gösterdiği yolda inançlı bir şekilde yürüyenler farkı oluşturur. Dolayısıyla, insanların arasında, dindarlık derecesi dışında bir fark veya üstünlük yoktur.

İlâhi kaynaklı olmayan Hinduculuk’ta, uygulanmakta olan kast sistemi insanları ayrıştırmaktadır. Fakat ilginç olan, Hinduculuğun yazılı kaynakları olan Vedalarda, Upanişadlarda ve Bagavat Gitalarda, kast sistemiyle ilgili hiçbir beyan yoktur. Dolayısıyla kast sisteminin, din adamları olan Brahmanlar tarafından sonradan uydurulduğu tahmin edilmektedir.

Hinduculuğun, insanlık hususundaki fikrini, yine Graudy’den aktaralım. Graudy’ye göre, Hindistan’ın büyük kutsal metinlerinden olan Upanişadlardan Svethara Upanişad, VI, 5’te şöyle denilmektedir: “Tanrı yegânedir, bütün varlıklarda gizlidir. Her şeye nüfuz eder. Bütün yaratıkların iç Bilincidir. Her eylemin şuurudur. Bütün varlıklarda mevcuttur. Şahit’tir, Koruyan’dır, şekilsiz ve eşsiz Mutlak’tır.”

Yukarıdaki metinlerde ifade edildiğine göre, Tanrı, bütün varlıklarda gizli ise, her şeye nüfuz ediyor ve bütün yaratıkların iç Bilinci ise, o zaman, Hinduculuk’ta da insanlar birdir. Bu durumda, Hinduculuk’ta, insanlar arasındaki fark, bütün varlıklarda gizli olan Bir’e, hangi ölçüde uygun davranıldığı hususundadır.

Bilindiği gibi Budizm, insanlara, arzularını yani nefislerini yenmenin yollarını gösteren bir öğretidir. Başlangıçta kendisi de bir Hindu olan Buda, Brahmanların dini uygulamalarına tepki koymuştur. Muhtemelen Hinduculuktaki kast sistemine karşı çıktığı için, kendi öğretisini geliştirmiştir. Buda’nın, insanlara arzularını yenmenin yollarını göstermesinden anlaşıldığına göre, insanlar birdir. Buda’ya göre, insanlar arasındaki tek fark, arzularını yani nefislerini yenme derecelerindedir.

Üçüncü olarak irdeleyeceğimiz anlayış, insan hayatının anlamı konusundadır.

Bütün ilâhi kaynaklı dinlere göre insanlar dünyada başıboş bırakılmamışlardır. Dolayısıyla insanın bu dünyada yaşamasının bir anlamı vardır. Eğer hayatın ilâhi bir anlamı olmazsa, her şey manasızlaşır. İnsanın hayatını, salih amel işlemek anlamlandırır. İnsanlar Yüce Yaradan’ın yap dediklerini ne kadar çok ifa ederse, yapma dediklerinden ne kadar kaçınırlarsa, hayatları o ölçüde anlamlanır.

Hinduculuk’ta, yukarıda örneğini verdiğimiz Svethara Upanişad metnine göre, insan hayatı, insanın Bir’e olan katkısıyla, yani Tanrı’nın insanda oluşturduğu şuura uygun davrandıkça, anlamlanmaktadır.

Budizm’de ise, insan hayatı, arzularını yendikçe anlanmaktadır.

Anlaşılan o ki, gerek ilâhi kaynaklı dinlerin, gerekse Hinduculuk ve Budizm gibi öğretilerin ilk ortaya çıkışlarındaki anlayışlar, ortaktır. Bu ortak anlayışa göre, yaratıcı Tanrı tek olmalıdır, insanlar yaratılıştan birdir, insan hayatının bir anlamı vardır.

Genel kategorisine gönderildi | İNSANLIĞIN ORTAK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BEYİN VE ZİHİN, ZEKÂ VE BİLİNÇ

BEYİN VE ZİHİN, ZEKÂ VE BİLİNÇ

 

Bilim insanlarına göre beyin, milyarlarca nörondan oluşan karmaşık yapıda bir ağdır. Biz de, bilim insanlarının hepsinin, beyni, aynı şekilde tanımlamalarından hareketle, beynin yapısının böyle olduğunu kabul ediyoruz. Ancak, zihin konusundaki tariflerde, bilim insanları arasında aynı ortak tavır yoktur. Bazılarına göre, beyin ile zihin, aynı şey olarak değerlendirilmektedir. Bazı bilim insanları ise, beyin ile zihni ayırmaktadır. Beynimizin bedenimizi yönettiğini, zihnimizin ise duygularımızı idare ettiğini savunmaktadır.

Bilim insanlarının ortak görüşüne göre, beynimiz bedenimizi yönetme işlevini, elektrik sinyalleri göndererek yerine getirmektedir. Ancak, bazı bilim insanları, gönderilen bu sinyallerin sebep oldukları düşünülen sonuçlara bakarak, zihnin farklı olduğunu savunmaktadır. Bu bilim insanlarına göre, gönderilen bu sinyaller, eğer bizim ruhumuzda, acıya veya zevke, öfkeye veya sevgiye, nefrete veya aşka sebep oluyorsa, ayrıca bir zihin var demektir. Dolayısıyla, beyin ve zihin farklı şeylerdir. Böyle düşünenlerin savunmalarına göre, eğer beyin ile zihin aynı şeyler olsaydı, beynin gönderdiği sinyaller, açlık veya tokluk gibi daha somut hislere sebep olurdu. Hâlbuki yukarıda bahsedilen acı, öfke, sevgi gibi duygular soyuttur. Ve insanların konumuna, gelişen olaylara göre, aynı şahısta bile anlık değişebilir. Bazı bilim insanlarının bu savunmalara bakılınca, beyin ile zihnin aynı şey olmadığı açıktır.

Zekâ, bir şeyi düşünerek analitik açıdan değerlendirme ve çözüme yönelme becerisi olarak tanımlanabilir.

Bilinç, yani şuur ise, yaşadıklarımızdan zevk alma veya öfke duyma, acıyı veya neşeyi hissetme becerisidir. Bilinç ile zekânın farklı olduğunu net bir şekilde anlatan bir husus, merhamet konusudur. “İnsan” olmanın bilincine varan bir kişide, merhamet hissi oluşur. Zekâ, analitik düşündüğü için, merhamet duygusunu hissetmez.

Bilinç ile zekâ arasında fark olup olmadığını, insanların yaptıkları bilgisayarları ve bilgisayarlı robotları inceleyerek de kavrayabiliriz. Bilindiği gibi, bilgisayarların matematik hesaplama güçleri, insanlarla mukayese edilemeyecek kadar yüksektir. İnsanların çözemeyeceği ve matematik zekâ gerektiren problemleri, bilgisayarlar inanılmaz kısa sürede çözebilmektedirler. Dolayısıyla bilgisayarlar, analitik soruların çözümünde insanlardan daha zekidirler.

Bir insanın, bilgisayarla karşılıklı olarak oynadığı satranç oyununda, hemen her defasında bilgisayarlar galip gelmektedir. Eğer böyle bir oyunda, insan, bilgisayara önceden yüklenmemiş olan bir hamle yaparsa, bilgisayar bunu algılayamadığı için, nasıl karşılık vereceğini şaşırmaktadır. Böylece, insan bilgisayarı yenebilmektedir.

Demek ki bilgisayarlar, kendilerine verilen programın dışında bir başka olguyu kavrayamamaktadır. Aslında, insan zekâsı da benzer konumdadır. İnsanlar da, Yüce Yaradan’ın onlara yüklediği program kadar kavrayabilmektedir. Bu sebeple, bize anlaşılmaz gelen mucizevi bazı olayları, kavrayamamaktayız. Bunun muhtemel sebebi, bizim beynimizin yazılımının, evrendeki fiziki kurallara göre inşa edilmiş olmasıdır. Biz nasıl, insan beyninin yazılımında olmadığı için, “olamaz” dediğimiz olaylar karşısında yeniliyorsak, bilgisayarlar da yazılımlarında olmayan konularda şaşırmaktadırlar.

Ancak, bilinçli yani şuurlu insanlar, karşılaştıkları mucizevi olayları, bilinçleri yani hisleri ile süzebilirler. Böylece, şaşırdıkları bu olaylar karşısında çaresizlik ve şaşkınlık içerisinde kalıp perişan olmak yerine, kendilerini o olayla irtibatlandırarak, hakikate ulaşmaya çalışabilirler. Ama gerçeğe ulaşmayı, zekâlarını kullanarak başarmaları mümkün değildir. Çünkü zekâ, sadece analitik düşünür. Zekâ, mucizevi olaylarla karşılaşan insanlara, hayal gördüklerini düşündürtür. Böylece, insanlar gerçeğe ulaşamaz.

Bilinç ile zekâ arasındaki farkı kavrayabilmek için, sadece insanları izlemek yeterli olmasına rağmen, memeli hayvanları da irdelememiz, bize daha net bir karşılaştırma yapma imkânı sağlayacaktır.

Bilinç ile zekâ arasındaki farkı daha net kavramak için, belgesel çekimlerdeki bazı olayları irdeleyelim. Belgesel çekiminde, bir aslan, yakaladığı ceylanı yiyerek karnını doyurmaya başlar. Fakat ceylanın karnında yavrusunun olduğunu görünce, hemen durur. Ceylanın başında uzun süre üzüntülü bir şekilde ve ne yapacağını bilemeden bekler. Sonrasında ceylanı bırakarak gider.

Bu olay sırasında aslanın beyni, açlığını gidermesi için aslana emir vermektedir. Ama aslanda var olan bilinç, yavruya karşı merhamet hissini oluşturur. Sonunda, merhamet duygusu ağır basar. Karnını doyuramadan, ceylanı bırakır ve gider.

Bir başka belgeselde, bir köpek, sahibinin öldüğü yerde aylarca bekler, bir yere ayrılmaz. Bir başka belgeselde ise, yine bir köpek, karlı bir gecede soğuktan donmak üzere olan kedi yavrularını görünce, onların üzerine doğru ve yavruları ezmeyecek şekilde yatar. Yavruları ısıtırken, kendisinin donabileceğini bildiği halde, köpek, annesiz olan kedi yavrularını korumaya çalışır. Bu ve benzeri olaylar, memeli hayvanlarda bile, zekâ ile bilincin, beyin ile zihnin farklı şeyler olduğunu göstermeye yeterlidir.

Bilim insanlarının, gelecekte insanlara kolaylık sağlayacağını ve yardımcı olacağını düşündükleri bir başka konu, yapay zekâ çalışmalarıdır. Günümüzde bilgisayarlar ve robotlar insanlara nasıl faydalı oluyorlarsa, giderek geliştirilen yapay zekâların da yararlı olmaları normaldir. Buradaki sorun, yapay zekâların da bilinçlerinin olmamasıdır.

Kendi bilinçleri olmayan yapay zekâlar, onları kullanan insanların emirlerini aynen yerine getirirler. Verilen emri sorgulayamazlar. Dolayısıyla emrin dışına çıkamazlar. Eğer geliştirilmiş ama bilinçleri olmayan bu yapay zekâlar, bilinçlerini kendi menfaatleri doğrultusunda kullanan ve insanlığa merhamet etmeyen kötü kişilerin emrinde olursa, insanlığın geleceği için ciddi bir tehlike teşkil edebilirler. İnsanlığı böylesine büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışmak, insanlığa merhametle yaklaşan ve adalet savaşçısı olduğunu, yani Yüce Yaradan’ın halefi olduğunu düşünen her insanın sorumluluğundadır.

Allah’ım, sadece beynimizle değil zihnimizle de, yalnızca zekâmızla değil şuurumuzla da davranabilmemiz için, bizlere yardımcı ol.

Allah’ım, rahmani düşüncelere ulaşabilmemiz için, bizlere zihin açıklığı ve bilinçli irade ver.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | BEYİN VE ZİHİN, ZEKÂ VE BİLİNÇ için yorumlar kapalı