OSMANLIDA BİR NASİHATNAME, 1822 YILI

OSMANLIDA BİR NASİHATNAME, 1822 YILI

 

Nasihatnamenin yazıldığı yıllar, Osmanlıların savaşlarda yenildikleri ve toprak kayıplarının hızla arttığı, devlet gücü olarak çöküşün başladığı dönemdir. Avrupa’dan gelen baskıların, içerideki menfaatperestleri harekete geçirip halkı kandırmaya çalıştıkları devirdir. Bu sebeple hem insanların fakirleştiği, hem de kaybedilen topraklardaki insanların yaşamlarında ve onların bir kısmının göçleri sırasında acıların yoğunlaştığı yıllardır. Nitekim bu nasihatnameden sadece dört yıl sonra, devlet ricali, halkın bir kısmını arkasına alarak, kendi ordusunu yok etmek durumunda kalmıştır. Tarih içerisinde böylesine sıkıntılı bir durumu, tam olmamakla birlikte, kısmi şekilde Japonya, Samuraylara karşı mücadelesinde yaşamıştır.

Gültekin Yıldız’ın çevirisinin bir kısmını vereceğimiz nasihatnameyi, öyle bir dönemde yazılmış olmasının önemine dikkat ederek irdelemek gerekir.

“Huda’ya emanet eylemek lâzımdır. Zira memalik-i Osmaniye cesim olup, büyük memlekettir. Yedi iklimde eli vardır. Her yerde dindar ve sadık birer vezire muhtaçtır. Bu cihan küfr ile yıkılmaz, zulm ile yıkılır. Adaleti sağlamak, zulme set çekmekle güzelleşir.

Al-i Osman efendilerimizin ecdadı Osman Gazi hazretleri, bu kadar vilayetleri ve kaleleri asker-i İslâm ile feth eyledi. Rüşvet ve akçe ve hediye ve pişkeş ve rica ve şefaat ve ‘fulan bu adama iyi’ dedi deyu kullanmadı.

Ve Rumili ve Anadolu’da olan zulmü kaldırmak (lâzımdır). Ve bu zulmün kaldırılması, himmet-i padişahiyle olur. Eğer bizlere kalırsa, vay hâle. Zira bizler her birimiz derebeyi kapu-kethudasıyız. Akçe tatludur, padişah sormadıktan sonra bizler dâhi bir taraftan akçe alırız.

Bu Devlet-i Al-i Osman gibi nazik devlet dâhi, dünyada misli olmayıp…

Dünya fani, ahiret bakidir. Bu cihan, Süleyman’a kalmadı ve kimseye kalmaz. Netice, padişah cümle ibadullahın hizmetkârıdır, zevke ve sefaya sülûk etmek caiz değildir. Daima umuru düşünüp, fukarayı gözetmeli. Sultan Süleyman Han hazretleri, fukarayı hıfz etmek için ömrü ahir oluncaya dek seferden kalmadı.”

Bu sitede, Osmanlı Türklerinin uygulamaları üzerine bazı makaleler yazdık. Bu yazılarımızdan birisi olan “Osmanlı Türk Devletini, Batı Kapitalizminden Ayıran Özellikleri” makalemizin ilk paragrafında şöyle demiştik:

“Osmanlı Türk Devletinin, kendiliğinden üstlendiği görev, doğusundaki ülkeleri batının saldırılarına karşı korumaktı. Bunu başarıyla yerine getirdiler. İkinci başarıları, dünyanın en karışık, netameli bölgesinde ve tarihinin en karışık döneminde Orta Doğu Bölgesinde ve Balkanlarda huzuru sağlamalarıdır. Böyle bir bölgede, batıdan Haçlı Seferleri ve doğudan Moğol akınlarıyla sarsılan bir yapıdan sonra, toparlanıp, devleti kurmakla kalmayıp, kökleştirmek ve geliştirmek çok ciddi özellikler ister.”

1822 yılındaki nasihatnameden de anlaşıldığı üzere, Türklerin devlet yönetimlerindeki anlayışta pek bir değişiklik olmamış.

Osmanlı Türk Devletinin yönetimi, yenilgilerin hızlandığı 18inci yüz yılın ikinci yarısından itibaren, iktisadi uygulamalarında, Avrupalılarınkine benzer çözüm yollarına gitmedi. Mal ve hizmet arzını artırmak için, yatırımları teşvik etmedi. Kaynaklarını, üreticileri korumaya ve tam istihdamı sağlamaya yönlendirmedi. Yani Batı Avrupa’da heyecanlı bir şekilde uygulanan kapitalist sistemi benimsemedi. Benimsememelerinin önemli bir sebebi, kapitalist sistemin, yukarıda bir kısmını verdiğimiz nasihatname ile uyuşmamasıdır.

Bu sebebin aksini iddia etmek, o dönemin yöneticilerinin, olayları süzme yeteneklerinin olmadığını söylemek anlamına gelir. Eğer yöneticilerin olayları süzme kabiliyetleri olmasaydı, Osmanlı devletinin, sömürgecilikten dolayı aşırı zenginlemiş Avrupalıların baskıları karşısında kısa sürede yıkılıp gitmesi gerekirdi. Ama devlet, topraklarından bir kısmını kaybetmesine rağmen, bir asırdan fazla yaşadı. Hem kendi ayakta durdu, hem de çevresini korumaya çalıştı.

Kapitalist sistemi, anlayışlarına uygun görmeyen Osmanlı yöneticileri, çözüm yollarını, kendi anlayışlarına uygun sistem içerisinde aradılar. İktisat tarihçisi Mehmet Genç’in ifadesine göre, Osmanlı, merkantilist bir politika uygulamayı uygun görmedi. Aksine ihracatı kısıtlayıcı, ithalatı teşvik edici tedbirler almayı sürdürdü. .Yani kapitalist ekonominin kurallarının tam tersine davranmaya devam etti. Ta ki, 1838 Balta Limanı Antlaşmasına kadar kapitalist anlayışa direndi. Hattâ, Mehmet Genç, Osmanlının, Balta Limanı Antlaşması sırasında pazarlık gücünü ithalatı değil, ihracatı sınırlandırmak için kullandığını söyler. Yani Osmanlı, en zora düştüğü ortamda bile, kapitalist anlayışa karşı direnmesini sürdürmeye çalışmaktadır.

Halkın mal darlığı çekmemesi ve fakirlerin kollanması amacıyla, gümrük vergilerinin oranları %3-5 arasında tutuluyordu. Aksine bazı mallarda, ihracattan vergi alınıyordu.

Fiyatlarda üst sınır olan “narh” sistemi uygulanıyordu. Ortalama kâr, işin özelliğine göre, %10-20 arasında değişiyordu. Fiyatlar ve ticari kararlar, hem kadılar aracılığıyla yayınlanır, hem de halka duyurulurdu. Kararların takibini kadılar yaparlardı. Fahiş kâr ettiği belirlenenler, cezalandırılırdı.

Toprakların verimli kullanılmasına azami dikkat gösterilirdi. Ancak, toprak ağalığına izin verilmezdi. Toprak ağalığına temayülü olanlardan tespit ettiklerini, uzak yerlere sürerlerdi.

Yukarıda bahsettiğimiz bakış açıları, kölelerle ilgili tutumlarda da kendini göstermiştir. Bursa’da 15inci yüz yılsonu ile 16ıncı yüz yılın başlarında dokuma sanayinde hızlı bir gelişme yaşandı. Bu sebeple, dokuma sanayinde köle çalıştırılarak, kalifiye işçi sorunu çözülmeye çalışıldı. Fakat bu kölelik, Roma’da veya ABD’de görülen kölelikten çok farklı idi. Hacı Sahillioğlu’nun araştırmalarına göre, köle ile iki çeşit anlaşma imzalanıyordu. Bunlardan birinin adı “tedbir” idi. Bu anlaşmaya göre, efendi ölürse, köle hürriyetine kavuşuyordu. Diğer anlaşmanın adı “mükatebe” idi. Bu anlaşma uyarınca, köleler, belli bir süre hizmet verdikten veya belli bir miktarda mal ürettikten sonra hürriyetlerine kavuşabiliyordu.

Ücret karşılığı işçi çalıştırmak yerine, köle satın alınıyordu. Köle ile çalıştıran işveren arasında mükatebe anlaşması yapılıyordu. Kölenin, anlaşmada belirtilen değerde işi yerine getirilmesi durumunda azat ediliyordu. Yerine, yeni bir köle satın alınıyordu. Fakat bir süre sonra kölelerin maliyetleri, giderek pahalıya gelmeye başladı. Bunun için, köle satın almaktan vazgeçilip, ücretli işçi çalıştırma yoluna gidilmiştir. İstanbul’da ve Bursa’da konaklarda köle çalıştıranlar olmuştur. Fakat konak sahipleri, köleleri, konağın fertlerinden birileri olarak görmüşler ve öyle muamele etmişlerdir. Osmanlı bölgesine köle getiren tacirlerin içerisinde Türkler, yok denecek kadar azdı. Köle ticaretini, çoğunlukla Osmanlı Devletinin uyruğunda olmayan yabancılar ile bazen Arap tacirler yapıyorlardı.

Osmanlı Türk Devletinin yönetiminin iktisat anlayışı, tek başına gelir gider hesabı değildir. Yönetimin ekonomi anlayışı, hayata bakışın bir yansımasıdır. Osmanlıya göre; dinin bekası, güçlü bir devletin varlığıyla; güçlü bir devletin varlığı ve bekası, güçlü bir orduyla; güçlü bir ordu, yeterli vergi gelirleriyle; yeterli vergi gelirleri, reayanın refah düzeyinin yüksek olmasıyla; reayanın refahının yüksekliği, adil ve güçlü bir devletin varlığıyla mümkün olur.

Belki de bu anlayıştan dolayı, Osmanlılara, Avrupalılar, kendi sömürgeci anlayışları açısından bakarak, Osmanlı İmparatorluğu yakıştırmasını yaparken, onlar kendilerine, Devlet-i Al-i Osman demişlerdir.

Sosyal kategorisine gönderildi | OSMANLIDA BİR NASİHATNAME, 1822 YILI için yorumlar kapalı

SAVAŞLARI ÇIKARANLARIN YAPILARI ÜZERİNE

SAVAŞLARI ÇIKARANLARIN YAPILARI ÜZERİNE

 

Günlük sohbetler sırasında, hemen hiç kimse savaş yanlısı değildir. Hattâ savaş çıkaranları, barbar insanlar olarak nitelerler. Bunların barbar olarak niteledikleri kişiler; cahil, Tanrı’ya inanmayan, görgüsüz, zorba ve avam olarak gördükleri insanlardır.

Oysaki tarihin kaydettiği harplere baktığımızda, bu bakış açısının yanlış olduğunu görürüz. Bilhassa, dünyanın gördüğü en büyük harpler olan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını incelediğimizde, bu anlayışın tam tersinin geçerli olduğunu anlıyoruz. Çünkü savaşları çıkaranlar, cahil veya köylü insanlar değildiler. Bunlar, şehirlerde ve medeni şekilde yaşadıkları düşünülen insanlardan oluşuyordu.

Bilinen tarihin en kapsamlı iki harbini çıkaranlar, Afrikalılar veya Asyalılar değildi. Bilindiği gibi, Avrupalı elitler, (Aristo’dan Karl Marks’a kadar) Afrikalıları ve Asyalıları insan olarak bile görmüyorlardı. Hâlbuki Afrikalı ve Asyalıların, savaş çıkarmaları için makul sebepleri vardı. Bu bölgelerde yaşayanlar, insan yerine konulmayarak ezilen insanlardı. Batı Avrupalıların nüfusu, ezdikleri Afrika ve Uzak Asya’nın toplamının beşte birinden daha az idi. Bilhassa Hindistan ölçeğinde ise, İngilizlerin, Hintlilere göre nüfusların oranı çok komik rakamlardı. (1857’de çıkan büyük Hint isyanı sırasında, 4.000 Hintliye karşılık sadece bir Birleşik Krallık mensubu vardı.) Dolayısıyla, ezilen ve sömürülen bu halkların, konumlarına isyan etmeleri makul karşılanırdı. Ama savaşı onlar çıkarmadı.

Savaşları, barbar denilen ve ezilenler çıkarmadığına göre, kimler başlattı? Her iki harbi çıkaranlar da, Batı Avrupa’nın yöneticileriydi. Bu idarecilerin bazı ortak özellikleri vardı. Çok büyük çoğunluğu Kiliseye gidiyordu. Tanrı’nın varlığına inanıyor ve Yüce Yaradan’a dua ediyorlardı. Çoğu, kendisini dindar olarak niteliyordu. Güzel giyiniyorlardı. Sık banyo yapıyorlardı. Pişmiş et yiyorlardı. (Avrupalıların, Atilla komutasındaki Türklere barbar demelerinin sebebi, Hun Türklerinin kurutulmuş et olan pastırma yemeleri idi.) Savaş çıkaranların hepsi, dış görünüşleri itibarıyla, en medeni görünümlü insanlardı.

Batı Avrupalı yöneticilerde görülen bu “medeni!” anlayış, daha sonra onları örnek alan bütün dünyaya yayıldı. Artık, bütün dünyada benzer anlayıştaki insanlar yönetimlere geldi. Günlük sohbetlerinde bırakın savaş çıkarmayı, kavga etmeyi bile çok yanlış bulan bu yöneticiler ve zenginler, tam ters davranıp savaş çıkarabiliyor ve maalesef, milyonlarca insanın ölümünden hiçbir üzüntü ve sorumluluk duymuyorlar.

Medeni görünüşlü bu insanların bazıları, geçmişte, yaptıkları hatalarından dolayı kendileri de zarara uğradılar. Fakat günümüzün medeni! yöneticileri, geçmişte bazı idarecilerin başlarına gelen sıkıntılardan ders almışlar ki, artık savaşların kendilerini vurmaması için başka yöntemler deniyorlar. Başka ülkelerin içlerini karıştırıyorlar. Terör guruplarını maddeten destekliyorlar. Dünyanın hangi bölgesinde bir kargaşa varsa, arkasında medeni görünüşlü insanlar var. Görünüşte, kargaşa çıkaranların önemli bir bölümü, cahil ve fakir insanlar belki, ama onları kışkırtanlar ve destekleyenler medeni görünüşlüler.

Demek ki, günümüzdeki kargaşa çığırtkanlarının ortak özelliklerinden birisi, edindikleri tecrübelerin ışığında, daha sinsice planlar yapmayı öğrenmiş olmalarıdır. Çıkan çok küçük çaplı savaş veya kargaşadan kendileri zarar görmedikleri gibi, şahsi kazançlarını daha da artırmayı öğrendiler. Tecrübeleri ve birbirleriyle dayanışmaları sayesinde, kargaşadan ve acılardan beslenmeyi başarıyorlar.

Bu yöneticilerin diğer bir ortak kabiliyeti, bulundukları makama yükselirken uyguladıkları yöntemlerdir. Daha yüksek mevkilere çıkabilmek için, insanlar arasındaki düşmanlıkları körüklemeye alıştıklarından, makamlarında kalabilmek adına, aynı oyunu oynamaları zor olmuyor.

Bu tavırları sergileyen günümüz yöneticilerinin bir başka ortak özellikleri de, halkın nabzını iyi tutabilmeleridir. Halk, hayatın normal akışındaki sohbetlerinde, savaşa karşı görünür. Ama kargaşa ortamlarında, olaylara bakışları farklılaşır. Böyle keşmekeş ortamlarında, halkın büyük çoğunluğu, siyasetçilerin içerisindeki efendi davranışta olanları değil, saldırgan bir tavır sergileyerek daha çok bağıranı haklı görür. Yaşadığı sıkıntılara çözüm bulamayan ve ezildiğini düşünen kişilerin çoğunluğu, muhtemelen, zorbalık veya savaş çığırtkanlıklarıyla tatmin olmaktadır. Kitle psikolojisi, bu anlayışı yaygınlaştırmaktadır. Bu tip insanlar bu tavırlarıyla, sanki kendisinin veya bağlı olduğu gurubun, rakiplerinden intikam aldığını zannetmekte ve bu sebeple, haz duyabilmektedir. Bilindiği gibi, savaş filmleri veya kin, nefret ve intikam konularını işleyen filmler, diğerlerinden daha çok ilgi görmektedir.

Kargaşa ortamlarıyla ilgili olarak, halkın düşüncelerini, Atilla Han şöyle ifade etmektedir:  “Zor günlerde ulus, her zaman en acımasız komutanın önderlik etmesini ister.” Dolayısıyla makamlarını korumak isteyen siyasi liderler de, kitlelerin bu yapısını çok iyi bildiklerinden, saldırgan tavır sergilemeyi adet haline getirmişler. Politikacıların çoğunluğu, kendisini destekleyen kitleyi kışkırtarak ayakta kalmaya çalışmaktadır.

Savaş çıkaranların büyük çoğunluğunun, bir başka ortak tarafları, karınlarının tok, ama gözlerinin aç olmasıdır. İşin ilginç yanı, savaştırdıklarının ve savaşlarda ölenlerin çoğunluğunun ortak vasıfları, yöneticilerinkinin tam tersidir. Onlar, karınlarını zor doyuran, ama gözleri daha tok insanlardır.

Görüldüğü üzere, savaşları çıkaranların genel olarak ortak özellikleri, içleri ile dışlarının bir olmamasıdır. Yani, dürüst olarak tanımlanamamalarıdır. Onların gerçek tavırlarını bilenlerin, bu insanlar için, “namuslu insan” demeleri pek mümkün değildir. Kargaşadan beslenenlerin, çoğunlukla, tek bildikleri yol, şantajdır. İnsanları korkutma yöntemlerini, çok iyi bilirler. Makamlarını ve zenginliklerini korumak için, dünyayı kargaşaya sürüklemekten başka yolları olmadığını zannederler. Kalpleriyle göremeyen ve düşünecek zihinleri körelmiş olan bu insanların etkilerini azaltabilmek için, dünya genelinde ortak olan bir söze kulak verelim:

“Namuslular da, namussuzlar kadar cesur olmalıdırlar.”

Fakat ilginç olan, namussuzların çoğunluğu cesur değildirler. Tıpkı Kur’an’da ifade edildiği gibidirler. Haşr Suresi 59/14: “Onlar, müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır.”

Allah’ım, insanların içerisinden, Senin gönderdiğin delilleri anlayıp, gösterdiğin doğru yola girerek, güzel ameller işleyenlerin sayılarının artması için, onlara anlayış ihsan eyle.

Allah’ım, onlara, Senin aciz kulların olduklarını anlayabilmeleri için, zihin açıklığı ver.

Senin, her şeye gücün yeter.

Sosyal kategorisine gönderildi | SAVAŞLARI ÇIKARANLARIN YAPILARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

SALGINI MERHAMET VE YARDIMLAŞMA OLMADAN YENEMEYİZ

SALGINI MERHAMET VE YARDIMLAŞMA OLMADAN YENEMEYİZ

 

Salgın hastalığın sebeplerini kavrayabilirsek, insanlığı salgından kurtarabilecek çözüm üretmeye başlayabiliriz demektir. Salgının nedenleri üzerine, tıbbi açıdan çok sayıda makale yayınlandı. Dolayısıyla biz burada, konunun tıbbı ilgilendiren kısmına ve ayrıntılarına girmeden, diğer sebepler hakkındaki fikrimizi paylaşacağız.

Salgına yol açan sebeplerin temelinde, “kalkınma dinine” iman düşüncemiz yatmaktadır.

İnsanlığın çoğunluğu olarak bütün amacımız, kalkınmamızı hızlandırmak oldu. Kalkınmayı hızlandırabilmemiz için, yeryüzünün bütün imkânlarından faydalanmaya çalışıyoruz. Dünyamızın milyonlarca yıldır oluşmuş varlıklarını, birkaç asırda tüketmeye çalışıyoruz. Bununla da yetinmiyoruz. Daha çok kazanabilmek için, tarım ürünlerimiz, hayvanlarımız, insan olarak kendi sağlığımız dâhil, her şeyi tahrip ediyoruz. En son tahrip ettiğimiz bilgi, salgın döneminde ne kadar insanın vefat ettiği bilgisidir. Resmi verilere inanan sayısı çok azdır. Çoğu insan kendisine göre bir rakam söylemektedir.

Tahrip ettiğimiz bu varlıkların ilki ormanlardır. Ormanlarımızın durumunun, en azından, yüz yıl öncesine göre ne hale geldiğini tespit ettikçe, son dönemde yapılan tahribatın miktarı ortaya çıkıyor. Ormanların tahrip olmasının sonuçları hakkında çoğumuz, uzun uzadıya konuşabiliriz. Çünkü rakamlar çok açık. Fakat tarımdaki denetimsiz genişlemenin sonuçları hakkında, net bir bilgiye sahip değiliz. Bilgimiz yetersiz olunca, geçerli bir fikre de sahip olmamız zor. Bilgimiz yetersiz olunca, çözüm üretebilmemiz de zorlaşıyor. Dolayısıyla, merhamet duygumuz oluşmuyor ve tahribat artarak devam ediyor.

Madencilik çalışmalarındaki aşırı kâr hırsının sonuçlarını görebiliyoruz. Ama vahşi tabiat olarak tarif edebileceğimiz doğadaki canlı türler üzerinde yaptığımız müdahalelerin sonuçlarını hesaplayamamaktayız. Dolayısıyla tahribatı sadece kâr açısından değerlendiriyoruz. Diğer canlılara merhamet etmiyoruz ve bu merhametsizliğimizin insanlığın geleceğine etkisini göremiyoruz.

Sera gazlarının salınımı hakkında çok ciddi araştırmalar yapabiliyoruz. Fakat tarımda kullandığımız ilaçların ve hormonların, insan sağlığı üzerindeki tesirleri hakkında net bir araştırma yapamıyoruz. Dolayısıyla kâr hırsı içerisinde devam ediyoruz ve merhamet duygumuzu giderek köreltiyoruz.

İnsanların bağışıklık sistemini güçlendirmek için, neleri yemesi veya hangi destek vitaminleri alması gerektiği hususunda fikir verenlerimiz çok fazla. Ama giderek betonlaşan şehirlerin, insanları doğal ortamdan uzaklaştırmasının sonuçları hakkında fikir üretemiyoruz. Dolayısıyla, bir taraftan tarım alanlarını bozup betonlaştırmaya diğer yandan insanları betonların içerisine hapsetmeye devam ediyoruz. Yani ne tarım alanlarına ne de insanlara merhamet etmiyoruz.

İnsanlığın gerçek sorunları üzerine fikir üretmekte çok zorlandığımız halde, ekonomi yönetiminde, kimseye düşüncesini sormadan, kararlar alıyoruz. Salgın döneminde uygulanan yasaklar ve iş yerlerinin kapatılması sonucunda, ekonomide ciddi ölçüde düşüş yaşanmıştı. Salgın biraz gevşeyince, hemen kalkınma dini devreye girdi ve ekonomideki düşüşü durdurmayı hedefledi. Ekonomiyi yeniden canlandırmak için, insanlara, faiziyle birlikte geri ödemeleri gereken borçlar verdik.

Çünkü ekonomiyi yönettiklerini zanneden dehaların iman ettiği bir fikir var. Onlara göre, kalkınma dininin motoru, borçtur. İnsanlar borçlandırılmadıkları zaman, ekonominin motorunun duracağını düşünürler.

İlginç olan, bu borçların hangi harcamalar için verildiğidir. Faiziyle verilen krediler, yine şehirlerdeki betonarme inşaatları alarak, insanların doğadan daha çok uzaklaşmalarına vesile oldu. Faiziyle verilen borçların bir kısmı da, otomobil alımında kullanılmak üzere planlandı. Böylece içinde yaşadıkları şehrin havasını daha çok kirletmelerine ve yeni masraf kapısı açılarak, daha çok borçlanma ihtiyacını hissetmesine sebep olundu.  Diğer yandan tatil yapılabilmesi için verilen faizli borçlar da yekûn tutuyordu. Böylece insanlar kalabalık mekânlarda bir arada olmaları ve tatil rehavetiyle tedbir almalarının zorlaştığı ortamlar oluşturuldu. Yani verilen borçların neredeyse hiçbir kısmı, tabiatın kendisini toparlaması için harcanmadı.

Hâlbuki salgın döneminde, daha farklı davranmamız gerektirecek çok olaylar yaşamış ve bazı yeni düşüncelere ulaşmıştık. İnsanlar arasındaki yardımlaşma duygusunun önemine ve kanaatkârlığın gerekliliğine inanmıştık. Bu yeni fikirlerimizi uygulamak ve geliştirmek için, devletler öncü olmalıydı. Doğaya merhamet ederek, onu korumayı hedeflemeliydik. İnsanlara merhamet ederek, onları sağlıklı yaşatmaya çalışmayı gaye edinmeliydik İnsanlara borç verirken bir kısmını karşılıksız, bir kısmını da faizsiz vermeliydik. Ama parayı verirken, harcama yerlerini yeniden düzenlemeliydik.

Eğer salgından kurtulmak için, bütün umudumuzu, aşının bulunmasına bağlarsak, sonraki salgınlara davetiye çıkarmış oluruz.

Salgın nedeniyle artan sağlık harcamalarımızı düşürmek istiyorsak, bunu yaşlı insanları ölüme terk ederek başaramayız. İnsan hakları ilkelerine uygunluk açısından ilk sıralarda görülen bazı ülkelerin, yaşlılara kötü davranmaları, o ülkelerin insan hakları savunuculuğunun, gösteriş için yapıldığı izlenimi oluşturdu.

Eğer biz insanlara, çocuklara ve yaşlılara merhamet etmezsek, Yüce Yaradan’dan merhamet bekleyemeyiz.

Salgının en çok zarar verdiği ülkeler arasında ilimde, teknolojide, tıpta, ilaç sanayinde en ileri olanlar var. Fakat bu salgında, hepsi de çaresiz kaldı. Demek ki, bilim ve teknik her şeyi çözmüyormuş. Yalnızca bilim ve tekniğin yeterli olduğu, başka bir şeye ihtiyacımız olmadığı söylemi geçersizmiş. Dolayısıyla, bu salgın döneminde, insanlığın sorunlarını çözebilmek için, merhamet ve yardımlaşmaya da ihtiyacımızın olduğu, net bir şekilde ortaya çıktı. Salgın vesilesiyle, bilim ve tekniğin, insanlığın değil, maalesef, paranın emrinde girdiğini ve daha çok, para sahiplerine hizmet ettiğini, daha net kavradık.

Bilindiği gibi, geliştirilen teknoloji sayesinde uzayda yeni imkânlar aranılmaktadır. Bir taraftan da, gelecekte yaşanabilecek yerler de araştırılıyor. Fakat bu gayretler için çok ciddi paralar harcanırken, bu paraları yeryüzünü tahrip ederek elde etmekteyiz. Bu garip gayretimize rağmen, yeni yaşam alanları bulalım derken, elimizdeki yeryüzünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Çünkü son teknoloji ile yapılmış mikroskoplarla ancak görülebilen küçücük bir virüs karşısında, bilim ve teknoloji çaresiz kaldı. Bu çaresizlik, inşallah, insanlar için hayırlı bir uyarı olur. Bizlerin yeryüzüne sevgi ve merhametle yaklaşmanın gayreti içerisine girmemize vesile olur inşallah. Eğer gezegenimize sevgi ve merhametle yaklaşırsak, yaşam için yeni yerler aramaya gerek kalmadan, dünyada huzur içerisinde yaşayabiliriz.

Salgın döneminde yaşanan olaylar, her insanın içerisinde, hem evliyalık hem de eşkıyalık anlayışının bir arada olduğunu net şekilde gösterdi. Birçoğumuz evimizde otururken kendi kendimizi sorguladığımızda, içimizdeki eşkıyalık anlayışını daha çok öne çıkardığımızı fark ettik. Bu farkındalığımızı sonuçlandırarak, evliyalık tarafımızı öne çıkarmanın gayreti içerisinde olmalıyız. Bizler, bu değişikliği gerçekleştiremediğimiz sürece, salgın hastalıklar, ekonomik krizler, kıtlıklar hayatımızın bir parçası olmaya başlayabilir. Bütün bu musibetlerle baş edebilmek için, sadece bilim ve teknolojiden medet ummamız bizi hüsrana uğratabilir. Salgına sebep olan kalkınma dininin ve doğadaki tahribatın bir sebebi de, ulaştığımız teknolojinin seviyesidir. İçlerindeki eşkıyalığı öne çıkaran insanların kullandıkları yöntemlerin çoğu, bilim ve teknoloji sayesinde ulaştığımız bilgilerdir. Bu durumu değiştirebilmek için, muhtemelen tek şansımız var. O da, insanlarda var olan evliyalık, yani merhamet ve yardımlaşma duygusunu daha etkin hale getirmek için ortaklaşa hareket etmektir. İnsanlık olarak dikkatimizi ve fikri istişarelerimizi bu alana yöneltmemiz gerekmektedir. Bütün insanlık olarak aynı şeyi yapmamız çok zor olacağı için, burada da ilk sorumlular, toplumun önderleri konumundaki zenginler ve yöneticilerdir.

Salgın konusuyla dolaylı bağlantılı olan bir husus daha var. Bilhassa fakir insanlar, yeterince bakamayacaklarını, iyi yetiştiremeyeceklerini bildikleri halde, çok çocuk sahibi olmaya çalışıyorlar. Bu durum, hayatın zor şartları içerisine attıkları çocuklarına merhamet etmediklerinin bir göstergesidir. Tıpkı, yüzme bilmeyen bir insanı derin denize itmek gibi, çocuklarına karşı merhametsiz davranmış olmaktadırlar.

Salgının bize öğrettiği bir başka husus da şudur. Gördük ki, salgın karşısında bütün insanlar eşitler. Tıpkı, Yüce Yaradan karşısında hesap verirken ki gibi eşitler. Salgının etki alanında, zengin-fakir, yönetici-yönetilen, asker-sivil gibi ayrımlar yok. Salgın, büyük devlet-küçük devlet diye de ayırmadı. İnsanların, (yalnızca dilleriyle ifade ettikleri) dini inançlarına da bakmadı. Sadece tanrıtanımaz olanlara da musallat olmadı. Yahudi’yim, Hıristiyan’ım, Müslüman’ım diyenleri de öldürdü.

Salgının ayırdığı tek şey, yaşımız idi. Salgında ölenlerin yaşlarının ortalaması, ülkelere göre değişmekle birlikte, 70 civarında idi. Bilim insanları, bu durumun sebepleri olarak, yaşlı insanların başka hastalıklarının olması dolayısıyla, bünyelerinin zayıf olmasını göstermektedirler. Bilimsel açıdan bakınca, bu sebep doğrudur.

Biz konuya, yazımızın başlığı açısından yaklaşmaya çalışacağız. Takdir edileceği gibi, 65 yaşını geçmiş insanların daha merhametli olmaları beklenir. İnsanlara davranışlarının, torunlarına gösterdikleri sevgiyle benzer olacağı düşünülür. Fakat maalesef, böyle olmamaktadır. Bilhassa, zenginler ve yöneticiler arasında, merhametli insan sayısı giderek azalmaktadır. Günümüz dünyasındaki zulümlerin asıl kaynağı, bu yaşlardaki insanlardır. Yaşlı insanların yaptıkları zulümler üzüm salkımı yöntemiyle yayılmaktadır. Zenginler veya üst yöneticilerden zulüm gördüğünü düşünen insanlar, aynı zulmü kendi astlarına, onlar da silsileyi takip ederek, kendi astlarına aktarmaktadırlar.

Yaşlıların yaptıkları zulümlerin etkisini artıran bir başka sebep daha vardır. Takdir edileceği gibi, zalim olan kişi genç birisi ise, onu yakalamak ve cezalandırmak daha kolay olur. İnsan yaşlandıkça, tecrübesini ve bilgisini hinlik temelindeki uygulamalarında kullanmaya meyletmektedir. Yani, fark ettirmeden zulüm yapabilmektedir. Ayrıca, yaşı ve maddi imkânı ilerledikçe, etki alanı daha da genişlemektedir. Dolayısıyla, aynı zalimliği yapan bir gence göre tesiri, çok fazla olmaktadır.

65 yaşını aşmış insanların bir başka özellikleri, fiilen çalışma imkânları azaldığı için, kazançlarını daha kısa yollardan elde etmeye çalışmalarıdır. Bu kısa yollardan birisi, yukarıda bahsettiğimiz zalimlikleridir. Ama 65 yaş üstü nüfusun önemli bir bölümünde, günlük yaşam mücadelesindeki halkın içerisinde daha yaygın olanı, para oyunlarıyla kazançlarını artırmalarıdır. Yaşlılıkları için biriktirdikleri paraları, borsa-faiz-döviz üçgeninde dolaşarak çoğaltmaya çalışmaktadırlar. Bu davranışları, çevresindeki insanlara yardımcı olmalarının önünde engel oluşturmaktadır. Kendilerinden yardım isteyen akraba veya dostlarına, aynı maddi getiriyi onlardan alamayacaklarını düşündükleri için, olumsuz cevap vermektedirler. Bu anlayış, insanlar arasındaki güvenin kaybolmasına ve kazanç hırsıyla zalimliklere bulaşılmasına sebep olabilmektedir.

Dolayısıyla, merhametli davranmadıkları için zalimliğin önünü açan 65 üstü yaş gurubu, oturdukları yerden para kazanma hırsları nedeniyle, yardımlaşma anlayışının da yok olmasına vesile olmaktadırlar.

Salgın hastalık, bu yazımızı yazdığımız günlerde biraz tavsamış durumdadır. Ancak, her an geri nüksedebilir. Çünkü salgın dönemindeki hapis hayatından kurtulanların büyük çoğunluğu, hemen eski hallerine döndüler. Ne bilim insanlarını dinlediler, ne de vicdanları dinlediler. Yine, nefislerinin istekleri peşinde koşmaya devam ettiler. Hattâ, yeniden kısıtlamalı günler gelirse, o günlere maddeten daha güçlü olarak girelim düşüncesiyle, zalimliklerini ve paragöz tavırlarını artırdılar. Tıpkı, denizin ortasında fırtınaya yakalanınca, Yüce Yaradan’a enine boyuna dua eden, ama karaya ayak basınca her şeyi unutan insanlar gibi oldular.

Hâlbuki tam tersini yapmamız gerekmektedir. Bilhassa 65 yaşının üstündeki insanların, daha merhametli ve yardımsever olmaları halinde gelecek daha farklı olabilecektir. Onlardaki bu güzel duygular, toplumun diğer kesimlerine sirayet edecek ve bilim insanlarının istedikleri maske-mesafe-temizlik uygulamasını kolaylaştıracaktır. Diğer taraftan, merhamet duygumuz sayesinde, fakirlere yapılacak maddi yardımlarla, fakirlerin de bağışıklık sistemlerinin güçlendirilmesi çabaları artacaktır.

Günümüzde bazı psikologlar, hastalarının hallerinden edindikleri tecrübeyle, iyilik yapmanın, iyilik yapan insanın bağışıklık sistemini güçlendirdiğini söylemektedirler. Halkın maddi ve manevi bağışıklık sistemi güçlendikçe, hem hastalığa yakalanan sayısı azalacaktır, hem de hastalığa yakalansa bile kurtulanların sayıları artacaktır. Merhametli ve yardımsever olmazsak, salgının ilacı bulunsa bile, insanlara faydası beklenenden çok az olur. İlaçlara belli kesimler çok daha kolay ulaşırken, çoğunluğun ulaşması çok uzun zaman alır.

Burada dikkat edilecek bir başka husus var. Salgından ölenlerin çoğunun 65 yaş üstü olmasına rağmen, onlara virüsü bulaştıranların büyük çoğunluğu, daha genç insanlar. Dünya küreselleştiği için de, kimin kime bulaştırdığı bilinememektedir. Yukarıda bahsettiğimiz merhamet ve yardımlaşma sayesinde, hem bedenen hem de ruhen güçlü olan insan sayısını artırarak, salgının etkisini azaltabiliriz.

Bilindiği gibi insanlar, salgın öncesi dönemde cenazelere kalabalık olarak katılabiliyorlardı. İnsanlar, cenaze törenleri sırasında ruhen farklı bir hale gelirler. Törene katılanlar olarak bizler, birbirimizle konuşurken, başlangıçta, genel olarak, “ölümlü dünya, her şey boş, esas olan arkamızdan hayırla anılacağımız işler yapmak” şeklinde ifadeler kullanırız. Ama tören bittikten sonra, bulunduğumuz ortamı bile terk etmeden, hemen değişiriz. Sohbetlerimiz dünyevi konulara, dedikodulara döner. Oradan ayrıldıktan sonra ise, çoğumuz, cenazeyi tamamen unuturuz ve nefsimizin peşine düşeriz. Sonra, bir gün ölüm sırası bize gelir. Bu defa, bizim cenaze törenimize katılanların çoğunluğu aynı şeyleri yaparlar.

Cenaze törenlerinde gösterdiğimiz bu anlayışın benzerini, salgın döneminde de sergiledik. Salgın sırasında uhrevi düşündük, salgın tavsayınca, dünyaya geri döndük. Bu yanlıştan vazgeçmezsek, aynı ölüm bizim de başımıza gelebilir. Eğer salgın nedeniyle vefat edersek, bizim cenazemize katılamazlar bile.

O halde insanlar olarak, titreyip kendimize dönme gayreti içerisinde olalım. Her şeyi tahrip etme yeteneğimizi sorgulayalım. Oynadığımız tiyatro sahnesinden, gerçek hayata dönelim. Yani “insan” olduğumuzu hatırlayarak, merhametli olmaya ve yardımlaşmaya çalışalım.  Aksi takdirde, salgından, büyük darbe almadan çıkmamız, hem kendimizin hem de insanlığın geleceğine umutla bakmamız çok zor olacaktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | SALGINI MERHAMET VE YARDIMLAŞMA OLMADAN YENEMEYİZ için yorumlar kapalı

İNSAN TANIMLARI ÜZERİNE  

BİLGİNLERİN VE DÜŞÜNÜRLERİN İNSAN TANIMLARI ÜZERİNE

 

İnsanın tanımını çok kısa bir şekilde yapmak isteyen bütün bilginler, referans noktası olarak hayvanları almışlardır.

Aristo’ya göre insan, düşünen bir hayvandır. Descartes’a göre, konuşan, Konfüçyüs’e göre, öğrenen, Sokrates’e göre, sorgulayan, Eflatun’a göre, toplumsal (siyasal), Kant’a göre, eleştiren, Gazali’ye göre, tutarsız, Albert Camus’ya göre, itirazcı, Hegel’e göre, sistematik, Popper’e göre, yalanlayan, Nietzche’ye göre ise, düpedüz bir hayvandır.

Yukarıdaki tanımlar içerisinde, Eflatun’unki hariç, diğerleri açıkça anlaşılabilmektedir. Eflatun’un “insan toplumsal (siyasal) bir hayvandır” sözü, farklı tartışmalara sebep olmuştur. Filozofun bu sözünü aktaran kaynakların büyük çoğunluğu, “insan, sosyal bir hayvandır” şeklinde algılamışlardır. Bu nedenle, düşünürün, insan tarifini “toplumsal hayvan” olarak tercüme etmişlerdir.

Hâlbuki siyasal ile sosyal arasında ciddi farklar vardır. Tercümeyi yapanlar, belki de, siyasetçilerin hilebazlıklarını, sadece kendi menfaatlerini düşündüklerini ve çıkarları için halkı kandırmaktan çekinmediklerini gördüklerinden, Eflatun’un sözünü değiştirmişlerdir. Öyle ya, siyasal insan bu ise, Eflatun gibi dönemine göre uhrevi yönü olan bir filozof, böyle söylememiş olmalıdır. Dolayısıyla, kendilerini Eflatun’un yerine koyarak, sosyal olmanın, insanı hayvandan ayıran bir özellik olduğunu vurgulamışlardır.

Hangi sözün daha gerçekçi olduğunu, yapacağımız irdelemelerimizin sonucunda kendimiz karar verelim. Günümüzde hayvanlarla ilgili çok sayıda belgesel yapılmakta ve yayınlanmaktadır. Bu belgesellerde de görülmektedir ki, hayvanların da, sosyal yaşantıları vardır. Onların da uymak zorunda oldukları ve uydukları sosyal kurallar olduğunu, belgeselleri çekmek için uzun çalışmalar yapan uzmanlar ortaya koymuşlardır. Burada sadece bir türden örnek vermekle yetineceğiz.

Henüz yavru olan kurtlar, aralarında oynaşırlarken, içlerinden birisi oynaşı dövüşe çevirirse, onu diğer yavrular dışlıyorlar ve onunla oyun oynamıyorlar. Diğer taraftan, aşırı karlı bir arazide yiyecek aramak veya başka bir amaçla yer değiştiren kurtlar, tek sıra halinde yürürler. En önde, sürünün en güçlülerinden bir kurt gidiyor ve çok kalın olan karda, ilk izleri oluşturuyor. Onu, sürünün güçlü ve genç kurtları takip ediyorlar. Sıranın ortalarında, yavru, yaşlı veya dişi kurtlar yer alıyorlar. Kuyruğun arka tarafında ise, sürüyü arkadan gelecek tehlikelere karşı koruyabilmek için, tecrübeli ve güçlü kurtlar yürüyorlar.

Kurtlardaki bu sosyal dayanışma hemen bütün hayvanlarda görülmektedir. Hattâ, bu sitede yayınladığımız “Kâmil İnsanlar Bal Arıları Gibi Olmalıdır” başlıklı makalemizde aktardığımız üzere, bal arılarındaki sosyal sorumluluk anlayışı daha yüksektir. Hayvanların yaratılışından günümüze kadar hiç değişmeden işleyen bir sosyal mekanizmaları vardır.

Enam Suresi 6/38: “Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır, sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.”

O halde, “sosyal hayvan” sözü ile “siyasal hayvan” ifadesi arasında fark olduğu açıktır. Görüldüğü gibi, hayvanların da sosyal yaşantıları vardır. Dolayısıyla “insan sosyal bir hayvandır” demek, insanın hayvandan ayrı bir özelliğini ifade etmez. Ama toplumda yaşadığının farkında olan tek hayvan, insandır. İnsan, bazen menfaatinin peşine düşse de, sosyal bir vicdana sahip olduğunun bilincindedir.

İşte onun bu şuuru, siyaseti oluşturur. Bu siyasi şuuru, o insanı topluma bağlar ve topluma sahip çıkmasını sağlar. Fakat menfaatinin peşine düştüğünde, içinde yaşadığı toplumunu hiçe sayar. Hâlbuki hayvanda böyle bir şey olmaz. Kalın karlı arazide en önde giden kurdun çektiği sıkıntıyı, en iyi kendisi bilir. Eğer bu kurt, menfaatini düşünse, en önde gitmeyi hiç istemez.

İnsandaki menfaat duygusuna rağmen, ondaki siyaset şuuru, insana farklı sorumluluklar yükler. Kişi, bu yükümlülüklerini yerine getirdiği ölçüde “insan” olur. Siyaset bilinci, insana, kendisinin tek başına bir anlamının olmadığını, ancak cemiyet içerisinde yaşamakla hayatının bir anlamının olduğunu öğretir.

Sosyologların insan tanımları, bilginlerden biraz daha farklıdır. Sosyologların büyük çoğunluğuna göre insan, her şeyini toplumdan alan bir hayvandır. Sosyologların çoğunluğunun bu teorilerini okuyunca, insanın aklına bazı sorular geliyor.

Eğer insanlar her şeylerini toplumdan alıyorlarsa, o cemiyetin mütecanis, yani tekdüze olması gerekmez mi?

Eğer insanlar her şeylerini toplumdan alıyorlarsa, Hz. Âdem’in iki oğlu, günümüze göre daha küçük bir toplumda, aynı evde ve dolayısıyla aynı ortamda yetişmelerine rağmen, niye birbirine zıt mizaca sahiptiler? Tekdüze toplum olmaya daha yakın olması gereken bir ailede farklı yapıda insanlar yetişebildiğine göre, günümüzdeki karmaşık toplumlarda, sosyologların bu teorilerinin inandırıcılığı ne kadar olur?

Kişi her şeyini toplumdan aldıysa, bu onun özgür iradesinin yok sayıldığı anlamına gelmez mi? Hür irade olmasaydı, toplumların zaten tek düze olması gerekmez miydi? Hür irade olmayıp, insanları toplum şekillendirseydi, tarih içerisinde görülen sosyal anlayışlardaki değişimler, nasıl gerçekleşirdi?

Hâlbuki sosyologlar teorilerini kurarken, “insanlar, içinde bulundukları toplumdan etkilenirler ve bazı özellikleri kazanırlar, fakat her şeylerini toplumdan almazlar” deselerdi, gerçeğe daha yaklaşmış olurlardı.

İnsan, hem kendi konumunun farkına varabilen hem de toplumun durumunun bilincinde olabilen bir varlıktır. Dolayısıyla bu farkındalığıyla uyumlu davranmalıdır. Aksi takdirde, önce kendisine, sonra içinde yaşadığı cemiyete ihanet etmiş olur. Bunun sonucunda, sahip oldukları “içgüdü” sayesinde “sosyal dayanışma içerisinde yaşam süren” hayvanlardan da daha aşağı konuma düşebilir.

Araf Suresi 7/179: “Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğu, sanki cehennem için yaratılmış gibidir. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.”

Sosyal kategorisine gönderildi | İNSAN TANIMLARI ÜZERİNE   için yorumlar kapalı

AKIL BİLİM VE İMAN İLİŞKİSİ ÜZERİNE

AKIL BİLİM VE İMAN İLİŞKİSİ ÜZERİNE

 

Bu sitede daha önce yayınladığımız “İman ve Akıl İlişkisi” başlıklı makalemizde, aradaki bağlantıları irdelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda konuya farklı bir açıdan yaklaşacağız.

İslâm âlimleri arasında, dini bilgiler üzerinde, tarih boyunca farklı fikirler öne sürülmüştür. Bunlardan birisi de, yazımızın konusuyla ilgilidir.

İslâm bilginlerinin bir kısmı, ilk farzın, Allah’a ve Peygamberine iman etmek olduğunu savunmuşlardır. İman ettikten sonra, Kur’an’da gösterilen yolda araştırıcı gözlerle varlıkları incelemeye çalışarak, Yüce Yaradan’ın varlığını bilmenin geleceğini söylemişlerdir. Yani, önce iman, sonra inceleme demişlerdir.

Bazıları ise, ilk farzın, araştırıcı gözlerle çevremize ve kâinata bakmak olduğunu, buradan elde ettiğimiz bilgilerle Allah’ın varlığına inanmamız gerektiğini ifade etmişlerdir. Böyle yapılmadığı takdirde, Yüce Yaradan’ın bir zorunluluk olarak bilinemeyeceğini iddia etmişlerdir. Yani, araştırdıkça iman etmenin daha güzel olduğunu söylemişlerdir.

Hangi fikrin daha makul olduğu hususunda, günümüzdeki tek Tanrı inancındaki kişilere bakarak da karar verebiliriz. Yani, Yüce Yaradan’ın varlığını kabul eden bir ülkedeki bir ailede doğan bir kişinin durumuyla, kendisi araştırarak tek olan Tanrı’yı bulan bir şahsın durumuna bakarak fikrimizi ifade edebiliriz..

Fakat daha gerçekçi bir sonuca ulaşmak için, Kur’an’a bakmakta fayda var.

Bilindiği gibi Kur’an, ilk önce, Hz. Muhammed Mekke şehrinde yaşarken indirilmeye başlanmıştır. Daha sonra Peygamber Medine şehrine hicret edince, orada devam etmiştir. Her iki dönem, yıl olarak birbirine yakındır. Senelerdeki bu dengeye rağmen, Kur’an’daki, varlık ve kâinat ile ilgili olarak inmiş olan ayetlerin tamamına yakını, Mekke’de inmiştir. Demek ki, Yüce Yaradan, çevremizi, varlıkları ve kâinatı incelememizi istemiş, araştırmamızın sonucunda iman etmemizi uygun görmüştür. Yani insanların sorgulamalarını, sonrasında iman etmelerini arzu etmiştir.

Yüce Yaradan’ın, gösterdiği bu anlamlı yola rağmen, her insan için farklı sonuçlar ortaya çıkmıştır. Kimi insan, verilen az bir bilgiyi yeterli görmüş ve hemen iman etmiştir. Ayetlerle ilk muhatap olanların bazılarının hızlı bir şekilde iman etmelerinin sebeplerinden birisi, Hz. Muhammed’in “emin ve güvenilir” bir şahsiyet olmasıdır. Peygamberdeki bu güzel özelliğe rağmen, kimi insan, çevreyi ve yaratılışı daha uzun süre incelemiş, sonra iman etmiştir. Kimi insan ise tamamen kulaklarını tıkamış, iman etmemiştir.

Buradan da anlaşılıyor ki, akıl ve bilgi ile her zaman imana ulaşılamayabilir. Çünkü düşünme yani tefekkür etme, her insanda aynı değildir. Bu nedenle, çevresini, varlıkları ve kâinatı sorgulamanın zaruri sonucu iman olmayabilir. Birçok bilgin insanın, iman etmemesinin temelinde bu durum yatmaktadır.

Kur’an, bizden her zaman “akıl erdirmemizi ve düşünmemizi” istemiştir. Muhtemelen bizim, aklımızı ve zekâmızı kullanmadan iman etmemizi uygun görmemiştir. Eğer böyle olmasını isteseydi, Kendisinin varlığını bizim gözümüze sokacak derecede gösterecek olaylar oluştururdu. Fakat böyle yapsaydı, insanlar akıllarını ve zekâlarını kullanmayacakları için, aklımızın ve zekâmızın gelişmesi yetersiz kalabilirdi.

Anlaşılan o ki, Kur’an, imanı, bilgi temeline oturtup, imanın şuurlu olmasını sağlamayı hedeflemiştir. Şuurlu imana sahip insanları, daha sonra indirilen ayetlerle, imanlarını uygulayacakları ahlâka yönlendirmiştir.

Kur’an’daki hukukla ilgili ayetler, ahlâkla ilgili ayetlerden sonra inmiştir. Böylece, şuurlu bir imana sahip insan, ahlâklı davranmaya başladığı için, hukuki meselelerin çözümü çok daha kolaylaşmıştır.

Demek ki, Kur’an’ı daha iyi kavrayabilmek için, iniş sırasına göre irdelemekte fayda vardır. İniş sırasıyla incelendiğinde, akıl ve bilime dayanan imanın, insanı ahlâka yönlendirdiği ve sonrasında dönerek, imanın, akıl ve bilime yeni kapılar açtığı gözlemlenmektedir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | AKIL BİLİM VE İMAN İLİŞKİSİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

BÜTÜN İNSANLIĞIN KURBAN BAYRAMINI TEBRİK EDER, İNSANLIĞIN GÜZEL GELECEĞİ İÇİN MÜCADELE VEREN KARDEŞLERİMİ KUTLARIM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

AKIL YÜRÜTEREK HÜKÜM ÇIKARMA ÜZERİNE

AKIL YÜRÜTEREK HÜKÜM ÇIKARMA ÜZERİNE

 

İnsanlar, bir karara varabilmek için, akıl yürütürler. Çoğunlukla da, o anda akıllarına gelen fikirlerin yönlendirmesiyle hareket ederler. Bu makalemizde, yapacağımız akıl yürütmelerin, bizi doğru yola iletebilmesi için, temellerinin neler olması gerektiğini irdelemeye çalışacağız. Konuyu incelerken, Kur’an’da var olan çok fazla sayıda misalden üç tanesini ele alarak açıklamaya çalışacağız.

Nuh Tufanı başladığında, Hz. Peygamber, oğlunun gemiye binmediğini görür. Ona gemiye binmesini söyler. Gemiye binmezse boğulacağını vurgular. Fakat gemiye binmek istemeyen oğlu, kendince bir akıl yürütür. Yürüttüğü akıl ile suların, dağın yüksekliğine ulaşamayacağını düşünür. Sonunda hükmünü vererek, kendisini sulardan koruyacağını düşündüğü dağa doğru koşmaya başlar. Fakat boğulur.

Akıl yürütme hususunda Kur’an’da gördüğümüz bir başka örnek, Hz. İbrahim ile ilgilidir. Hz. Peygamber, genç yaşta iken, kavminin taptığı putları kırar. Fakat putların en büyüğünü kırmadan bırakır. Ertesi günü putların kırıldığını gören halk, bunu kimin yaptığını sorgulamaya başlar. Hz. İbrahim, insanlara büyük putu göstererek “belki bu yapmıştır” der. Halk, putlara inanmakta ve onları canlı gibi düşünmektedir. Bu nedenle, akıl yürüterek, en büyük putun diğerlerini ortadan kaldırarak tek kalmak istemiş olabileceğini mantıklı bulur. Ama sonradan puta bakınca, bir heykelin bunu yapamayacağı şeklinde aklı yürütürler. Putlara olan inançları bile bu şekilde akıl yürütmelerini engelleyemez. Sonunda yaptıkları bu akıl yürütmeye göre hükmederek, Hz. İbrahim’e ceza verirler.

Kur’an’dan bu konuda vereceğimiz bir başka örnek, Hz. Yusuf ile ilgili anlatılanlardır. Hz. Yusuf’u kardeşleri bir kuyuya bırakır giderler. Su almak için gelen kervancı, onu esir olarak satar. Mısırlı bir adam onu alır evine getirir. Yusuf, gençlik çağına gelince çok yakışıklı olur. Yüce Yaradan, ona ayrıca ilim ve hükmet verir. Mısırlının eşi (Züleyha), ondan murad almak ister. Yusuf karşı çıkarak kapıya koşar. O sırada içeriye kocası Aziz girer. Züleyha, kocasına “Yusuf bana fenalık yapmak istedi” der. Yusuf, suçlamayı reddeder. Sorunu çözmek için, bir bilge akıl yürüterek şöyle der: “Yusuf’un üzerindeki giysisine bakın. Eğer gömleği ön taraftan yırtılmışsa, kadın doğru söylüyordur. Eğer Yusuf’un gömleği arkadan yırtılmışsa, Yusuf doğru söylüyordur.”

Bilge insanın yaptığı bu aklı yürütmeden sonra, Yusuf’un doğru söylediği hükmüne varılır.

Yukarıda verdiğimiz örnekleri kısaca irdelemeye çalışalım.

Nuh Tufanı sırasında, oğlu akıl yürütürken, sadece kendi salt aklını kullanıyor. Uzun zamandır insanları uyardıktan sonra, karada gemi inşa etmeye başlayan babasına güvenmiyor. Sular her taraftan fışkırmaya başlamasına rağmen, babasının anlattıkları ve geminin yapılması ile suların kaynamasının bağlantısını kuramıyor. Gemidekilerin biniş sebepleri üzerinde durmuyor. Gemiye bindiği takdirde, bir kaybının olmayacağını düşünemiyor. Salt akıl ile akıl yürüttüğünden, muhtemelen, geminin de batacağını düşünüyor. Sonunda kendisine kalan tek çözüm yolu, yüksek bir yere çıkmak olarak kalıyor. Yürüttüğü akıl, manevi bir temele oturmadığından, boğuluyor.

Hz. İbrahim olayında, insanlar başlangıçta, bir heykelin diğerlerine bir şey yapamayacağı şeklinde akıl yürütüyorlar. Salt akıllarıyla yaptıkları bu akıl yürütmeleri, aslında, doğru. Fakat “sadece birer heykel olan putlara tapmanın yanlış olacağı” konusunda aynı salt aklı yürütmeyi yapamıyorlar. Çünkü inançlarının temeli yok. İnançları, atalarından kalma rutin bir alışkanlıktan başka bir şey değil. Dolayısıyla, yürüttükleri akıl, manevi bir hakikate dayanmadığından, yanlış inançları devam ediyor. Bu nedenle yanlış hüküm veriyorlar.

Hz. Yusuf olayında, bilge kişi akıl yürütüyor. Onun yürüttüğü akıl da, salt akıl. Ama sorgulanan olay tamamen dünyevi bir konu olmasına rağmen, özünde insan psikolojisini barındırdığından, yani, kısmen manevi bir temele dayandığından, bilge kişi doğru hükme varıyor.

Kur’an’da, şeytan konusunda da geniş açıklamalar vardır. Yüce Yaradan’ın emrine rağmen, şeytan, Âdem’e secde etmez. İtiraz ederken “onu balçıktan yarattın, beni ise, ateşten (nurdan) yarattın, dolayısıyla ben daha değerliyim” diye akıl yürütür. Bu akıl yürütmesi sonucu, Âdem’e secde etmemeye karar verir. Diyelim ki bir doktordan, onu yetiştiren annesi, okumamış bir kişiye saygı göstermesini istedi. Doktorun “ben daha bilgiliyim” diye itiraz etmesi ile şeytanın itirazı, benzer salt akıl mantığına dayanır.

Şeytan, kendisini de yaratan Tanrı’nın isteğine, kendince yürüttüğü akıl ile karşı çıktığı için, cezalandırılır. O da, kendisinin insanlardan daha değerli olduğunu göstermenin yolunun, onları kandırmak için, Allah’tan izin ve süre istemek olduğu şeklinde akıl yürütür. İstediği izin ve süre verilir. Ancak Yüce Yaradan, “insanlardan kim sana inanır ve seninle beraber hareket ederse, hem seni ve şürekânı, hem de o insanları cezalandıracağım” diyerek izni verir.

İşte bizim akıl yürütmelerimizin dayanağı, ilâhi bir temel olmazsa, şeytani bir temel olursa, şeytanla birlikte cezalandırılacağız demektir. Bu cezalandırma, sadece ahirette değil, bu dünyada da olabilir. Bu sebeple, akıl yürütürken, dikkatli olmalıyız. Bazen, rasyonel davranmaktan kaçınacağımız ortamlar olacaktır. Bu ayrımı yapabilmek ve mümkün olduğunca şeytana aldanmamak için, Yüce Yaradan’ın bize verdiği vicdanımızı kullanmaya çalışmalıyız. Çünkü rasyonellik, genelde, nefsimizin etkisi altındadır. Rasyonel akıl yürütmelerimiz, salt akıl yürütmedir. Aklı erdirme şeklinde değildir. Bu nedenle, bir yerde tıkanır. Salt akıl yürüttüğümüz sırada, bazen sebepleri ve gayeleri kavrayamayız.

Bize akıl, vicdan, irade ve nefis veren Yüce Yaradan, bizim bütün hallerimizi en iyi bilendir. Bu sebeple, bize verdiği aklın, vicdanın ve iradenin bazen yetersiz kalabileceğini bildiğinden, bizlere rehberler göndermiştir. Bu rehberlerin, vahiy yoluyla bize getirdikleri en önemli unsur, imandır. İman olmadan, sebep ve gayeler hakkında yürüteceğimiz fikirler, çoğu zaman askıda kalır.

Eğer aklımızın bittiği yerde, imanımızı devreye sokabilirsek, önümüze çok sayıda kapıların açıldığını görürüz. Dolayısıyla iman ile desteklenmiş akıl yürütmelerin, bizi daha doğru ve güzel sonuçlara götüreceği açıktır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AKIL YÜRÜTEREK HÜKÜM ÇIKARMA ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KUR’AN’I KERİM’İN ANLATIM YÖNTEMLERİ

KUR’AN’I KERİM’İN ANLATIM YÖNTEMLERİ

 

(Not: Bu yazı Haziran 2014 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden tekrar yayınlıyoruz.)

Yüce Yaradan buyruklarını ve tavsiyelerini, yarattığı kullarının daha huzurlu yaşayabilmeleri için bizlere her dönemde insan elçiler aracılığıyla iletmiştir.

Kur’an, insanların maddi hayatın esiri oldukları ve Tevrat ile İncil’de bahsedilen peygamberin beklenildiği bir dönemde, 23 yılda parçalar halinde Hz. Muhammed’e (s.a.v.) inmiştir. Uzun bir sürede inmesiyle, insanların anlatılanları içselleştirebilmesi imkânı sağlanmıştır. Bazı ayetler, gelişen olaylara göre gelmiştir. İnsanın yaratılış yapısı günümüze kadar değişmemiştir. Bu sebeple o günkü olaylar ve sözlerin benzerleri her dönem yaşanmıştır. Allah yaratılışımızı değiştirmedikçe de, sonsuza kadar Kur’an’ın ana hükümleri geçerli olacaktır.

Kur’an’ın anlatım yöntemi, sanki Yüce Yaradan’ın yarattıklarıyla konuşması gibidir. Bir sohbet meclisinde, o meclisin saygın bir büyüğünün anlatımlarıyla benzer yapıdadır. Dolayısıyla Kitabı layıkıyla okuyanlar, sanki Yüce Yaradan ile konuşuyormuş hissine kapılırlar.

Yüce Yaradan’ın anlatımda kullandığı dil, sıradan insanın anlayabileceği yapıdadır. Bazı kendisini yaşadığı toplumdan üstü gören yazarların dili gibi anlaşılmaz değildir. Eğer anlamakta zorlanıyorsak, Kur’an’ın vermek istediğini değil, nefsimizin arzu ettiğini aramaya çalışıyoruz demektir. Allah niye bize anlaşılmaz bir dille tavsiyelerde bulunsun ki? Anlatanın büyüklüğü anlaşılmaz olmasında değil, anlattıklarında ve uygulamalarındadır.

Kur’an’ın anlatım dili, şiir diline yakındır. Böylece ezberleme kolaylığı sağlar. Nitekim kolay ezberlenen şiirler, yaşayan kelimelerle ve kafiyeli bir şekilde yazılanlardır.

Yazılması zor olan şiir, halkın bilmediği kelimelerle yazılan değildir. Aksine günlük kullanılan sıradan kelimelerle yazılan, kafiyesi olan ve içerisinde derin anlamlar içeren şiir yazmak çok zordur. Bu çok zor yazılan şiir okunurken yazılması kolaymış gibi görülür. Ama şiirin anlatmak istediklerini tam anlamak için bilgili insanlara ihtiyaç vardır.

Yüce Yaradan’ın sözleri olan Kur’an’ı Kerim de, basit anlatım içerisinde derin anlamlar içermektedir. Anlatılanların derinliğinin bir kısmını anlayabilmek için, Kur’an’ı bıkmadan defalarca okumak gerekir.

Nasıl günlük kelimelerle yazılan bir şiiri okuyan bazı kişiler “bu şiirde ne var? ben de yazarım” hissine kapılırsa, Kur’an’ı kendi dilinde ilk kez ve fazla düşünmeden okuyan kişi de benzer bir duyguya kapılabilir.

Ama aynı kişi, Kur’an’ı veya bir şiiri defalarca ve düşünerek okuduğunda,  fikri değişir. Şiirler kısadır. Anlamları sınırlıdır. Fakat Kur’an uzundur, alanı çok geniştir. Her ayette ayrı bir anlam gizlidir. Dolayısıyla her okuyuşta insan, Kur’an’a daha çok bağlanır.

Yüce Yaradan’ın Kur’an’daki öğretme yöntemlerinden biri de tekrarlamaktır. Tekrarların insanı bıktırmaması için hikâyeler şeklinde anlatılmıştır. Hikâyeler her anlatılışta farklı bir yönünden ele alınmıştır. Bu sebeple dikkatlice okuyanlar için bu anlatımlar tekrar olarak algılanmaz. Okuyanı sıkmaz.

Yüce Yaradan yarattığı kullarının, alışkanlıklarını değiştirirken çok zorlanacaklarını bildiği için, tavsiyelerini kademeli olarak bizlere iletmiştir. Allah öncelikle, Ona inanmamızı ve güvenmemizi sağlayacak konulardan bahsetmiştir.

Kendisine (Yüce Yaradan’a) inancı ve güveni sağladıktan sonra, sorunların çözümü için bizlere yollar göstermeye başlamıştır. Böylece toplumda çözülemez zannedilen sorunların çoğu çözülebilmiştir.

Nitekim Cihad emri, Allah’a inanan ve güvenenlere gönderilmiştir. Cihad, sadece Allah’a karşı gelenlerle savaş anlamında değildir. Kur’an’ın bütününe bakılınca, insanın kendi nefsiyle yaptığı savaş anlamının, diğer manası kadar önemli olduğu anlaşılır.

Kur’an’daki diğer bazı yasaklar, Cihad emrinden sonra kademe kademe indirilmiştir. Çünkü Cihad emriyle kendi nefsiyle ve Allah’a karşı çıkanlarla mücadele eden insanlar için, yeni yasaklara uymak daha kolaydır.

Hâlbuki Allah’a inanmayan ve güvenmeyen bir kişiye göre, kendi nefsiyle mücadele ederek yasaklara uymak enayiliktir. Hattâ delilik gibi bir şeydir.

Fakat aynı kişi, Kur’an’daki “hiç akıl erdirmez misiniz?”, “hiç düşünmez misiniz?” sözlerine uyarak düşünmeye başlayınca fikri tamamen değişir.

Düşünerek ve defalarca okunmasına rağmen, Kur’an’ın anlatmak istediklerini tamamıyla anlamak mümkün değildir. Çünkü nefsimiz araya girer ve bilgimiz yetersiz kalır. Nitekim insanların ilmi bilgileri arttıkça bazı yorumlar ve anlamlar değişebilmektedir.

Bu sebeple Kur’an’dan azami faydalanmak ve daha az hatayla anlamak için bir insanın Kur’an’ı tek başına okuması yetmez. Okuyan kişinin ilahiyatçı olması da yeterli olmaz.

Kur’an, kalp gözü açık bir din insanının başkanlığında, pozitif ilimler ve sosyal ilimlerin bilgili insanlarıyla birlikte tefsir edilirse daha faydalı olur.

Kalp gözü açık diye tabir edilen din insanını, dünya gözüyle anlamak kolaydır. Eğer kişinin hayatı boyunca yaptıklarını yakından (ama mutlaka yakından) incelediğimizde Kur’an ile uyuşuyorsa, o kişinin kalp gözünün açık olması ihtimali yüksektir. Yani kalp gözü açık değilse bile, bizim öyle kabul etmemiz yanlış olmaz.

Fakat yine de bu kişinin söylediklerini ve yaptıklarını bizim her yeni dönemde irdelememiz şarttır. Kişinin davranışlarında sapma gördüğümüzde onun peşinden gitmemeliyiz. Ama sapma yoksa peşini bırakmamalıyız.

Eğer, kişinin hayat boyu yaptıklarını yakından incelediğimizde, söyledikleri ile uyguladıklarının çoğunlukla ve temel anlayışta Kur’an ile uyuşmadığını görürsek, o şahsa dini sömüren bir sahtekâr gözüyle bakmamız yanlış olmaz.

Sonuç olarak, tek olan Tanrı’nın dinini, önce değişmeyen kaynağından öğrenmeye çalışmak gerekir. Konuları daha derinliğine anlamak için, güvenilir kaynakların anlatımlarıyla desteklenmek faydalıdır.

Allah’ım, insanların hidayete erebilmeleri için onların iradelerine güç ver. Onlara, Senin gönderdiğin ayetleri anlayabilmeleri için, anlayış ihsan eyle. Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN’I KERİM’İN ANLATIM YÖNTEMLERİ için yorumlar kapalı

RUSYA’DA SERFLİĞİN, ABD’DE KÖLELİĞİN KALDIRILMASI ÜZERİNE

RUSYA’DA SERFLİĞİN, ABD’DE KÖLELİĞİN KALDIRILMASI ÜZERİNE

 

Avrupa ülkelerinde daha önceleri olduğu gibi, Rusya’da da serflik, 19uncu yüzyılın başından itibaren önemli bir sosyal sorun oluşturmaya başlamıştı. Bu durumu görerek müdahale etmek isteyen ilk Çar, I. Nikolas olmuştu. Nüfusun önemli bir bölümü serflerden oluşuyordu. Nikolas döneminde serf isyanları çoğalmıştı. Bazı haklar isteyen serfler, ürünleri yakmaya ve hattâ toprak sahiplerine saldırmaya başlamışlardı. Buna rağmen Çar, muhtemelen, hem bu sorunu nasıl çözeceğini bilemediğinden, hem de toprak sahiplerinden çekindiğinden, sorunun üzerine gidemedi.

Çarın, belki de en önemli korkusu, serflerin, çıkarılacak bir kanun ile bir günde konumlarının değiştirilmesinin mümkün olmadığını görmesiydi. Kanun çıkarılınca bu insanların, bir günde, ücretli işçi olmaları veya çiftçi olmaları nasıl sağlanacaktı? Hiçbir varlığı olmayan serfler, çiftçiye kendiliklerinden dönüşemezlerdi.

Çarın bir başka sıkıntısı, malikâne sistemini kaldırınca yerine ne koyacağını bilememesi idi. Yerine yeni ve güzel bir sistem konulamazsa, yönetim ağır bir yük altında kalabilirdi. Serf nüfusunun fazla olması dolayısıyla, devlet düzeni sarsıntıya uğrayabilirdi.

Çar II. Aleksander, bu sorunu bitirmek için çalışmalara başladı. Kendince, bir çözüm üretti. 1861’de yayınladığı bir ferman ile hürriyetlerine kavuşturduğu serflere, toprak dağıttı. Bir taraftan da, toprak sahiplerinin itirazlarını azaltmak için, farklı bir yöntem uyguladı. Serflere verdiği toprakların geri ödemeleri yapılana kadar, topraklar, toprak sahiplerinde rehin kaldı. Bu durum toprak sahiplerini biraz rahatlattı. Diğer taraftan, serflerin özgür kalmalarıyla birlikte ülkede yoğun bir emek piyasası oluşmuştu. Bu durumun çeşitli açılardan tehlikeleri vardı. Başıboş kalacak emek piyasası, hem sistemin kurulmasını önleyebilir, hem de kargaşa oluşturabilirdi. Bu sebeple, toprak dağıttığı eski serf olan yeni çiftçileri, devlet, denetim altında tutmaya çalıştı. Serf ailelerine toprak dağıtmakla görevli olan köy komitelerini, özgürleşen serflerin üzerinde bir otorite olarak belirlediler. İlk bakışta garip görünen ve çok eleştirilen bir sistem gibi görünüyordu.

Ancak bu gelişmeler, Rusya’yı olumlu etkiledi. Modernleşmenin temellerinin oluşturulmasına etkisi oldu. Konuyla bağlantılı olarak yeni reformların yapılmasına vesile oldu. Bu reformlar yenilerine vesile oldu. Sonuçta fikir insanlarının, edebiyatçıların, sanatçıların sayısının arttığı görüldü. Diğer yandan, devlet yeniden toparlandı. Yayılmacı politikalarını daha kolay uygulamaya başladı.

Rusya’da serfliğin kaldırılması tartışmalarının olduğu dönemde, Amerika’da köleliğin kaldırılması hususunda mücadeleler vardı. Amerika’daki kölelerin toplum içerisindeki oranları, Rusya’daki serflere nazaran çok azdı. Ayrıca Rusya’daki toprakların verimliliği, Amerika’ya göre daha azdı. Amerika, o dönemde bir fırsatlar ülkesi olarak görülüyordu. Dolayısıyla bu ortam, köleliğin kaldırılması halinde yeni düzenlemelerin yapılabilmesi için ciddi bir fırsattı.

Wasington başkan olduğunda, Kuzey eyaletlerde yedi yüz elli bin siyah renkli köle mevcuttu. 1860 yılına gelindiğinde bu rakam dört milyona ulaşmıştı. Verilen bu rakamlar, muhtemelen, o dönemde Birleşik Devletlere katılmış olan eyaletleri kapsamaktadır.

Amerika Birleşik Devletlerinde köleliğin kaldırılması tartışmaları, iç savaşın çıkmasına yol açtı. Köleliği kaldırmak isteyen Kuzey eyaletlerle, kalmasını savunan Güney eyaletler arasında, dört sene süren kıyasıya bir mücadele oldu. Savaştan, köleliğin kaldırılmasını isteyen Kuzey eyaletler galip çıktılar.

1865 anayasasında yapılan bir değişiklikle, ABD’nin tamamında kölelik yasaklandı. Bu tarih, Rusya’nın serfliği kaldıran 1861 Fermanı ile benzer dönemdir. Anayasa değişikliğiyle, siyah köleler bir anda özgür kaldılar. Bilhassa Güneyde, milyonlarca köle, hürriyetlerine kavuştu.

Aniden ve bir kanunla serbest kalan kölelerin çok büyük çoğunluğu, eğitim görmemişti. Amerika’da gelişmeye başlayan sanayi ile neredeyse hiçbir ilgileri yoktu. Sadece tarım alanında çalışmışlardı. Ziraattan başka bir tecrübeleri yok sayılırdı. Maddi varlıkları ise, yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla, kendi kendilerini idare edecek bir konumda değildiler.

Özgür kaldılar, ama insan yerine konulmadılar. Demokrasi ile idare edilen ülkedeki seçimlerde, Güneydeki birçok yerde, oy kullanmak için sandıklara bile giremediler. Yönetime girebilmek için, aday olamadılar. Zaten olacak durumları da yoktu.

Eski köle şimdi hür olan garibanlar, ne yapacaklarını şaşırdılar. Sahipsiz bir şekilde ve tam anlamıyla ortada kaldılar. Devlet de onlara sahip çıkmayınca, hayatta kalma şartları giderek zorlaştı. Zor olan hayat şartlarından kurtulabilmek için hareket ettikçe, bazen hatalı davrananları oluyordu. Bu sebeple de, bölgedeki Beyazlar tarafından daha çok aşağılandılar. Böyle olaylar arttıkça, üzerlerindeki toplumsal ve fiziksel baskı da giderek arttı.

Hâlbuki köle oldukları dönemde, hiç olmazsa bir sahipleri vardı. Sahipleri nezdinde, yaptıkları işe göre az da olsa, bir maddi değerleri vardı. Bu sebeple, sahipleri yanında, herhangi bir mal gibi de olsalar, güvenlikleri vardı. Asgari seviyede de olsa, karınları doyuyor ve bakımları yapılıyordu. Şimdi özgür olmuşlardı ama kendilerini, arenadaki aslanların önüne atılmış yem gibi görüyorlardı.

Kuzey-Güney Savaşı, Güney bölgesinde ekonomik bir yıkıma neden olmuştu. 1860 yılında, ihracat gelirinin %80’nine yakınını pamuktan elde ediyordu. Pamuğun neredeyse tek alıcısı, Birleşik Krallık idi. Fakat İngiltere, Hindistan’da pamuk yetiştirmeye başlamıştı. Bu nedenle, Güney Amerika’dan çok az pamuk alır olmuştu.  Dolayısıyla hem savaşta güçlerini harcamışlar hem de malları ellerinde kalmıştı. Sonuç Güney için bir yıkım olmuştu. Bölgedeki Beyazlar fakirleşmişti. Beyazların bile yoksullaştığı bir bölgede, eğitimsiz, mesleksiz ve parasız bir haldeki siyahların, hayata tutunabilmeleri imkânsıza yakın zorluktaydı.

Amerika’daki Kuzey-Güney Savaşının çıkmasının görünür nedeni, Güneydeki kölelik sistemiydi. Güney, köleliğin devam etmesini istiyordu. Kalkmasını önlemek için savaşmıştı. Dört sene süren harbin sonunda yenildikleri için, köleliğin kaldırılmasına ses çıkaramamışlardı. Ama bu duruma çok fazla içerlemişlerdi. Bu sebeple, ortalıkta özgürce dolaşan siyahları gördükçe, onlara düşmanca bakıyorlardı. Yenilgilerinin ve fakirliklerinin sebebini siyahi kölelerden biliyorlardı. Böyle düşünmelerinin bir nedeni de, bazı siyahların, bir süre Kuzeyin Birlik Ordusunda destek güç olarak bulunmalarıydı. Güneyliler, Kuzeyin Birlik Ordusunu işgal kuvvetleri gibi gördüklerinden, hınçlarını özgür siyahlardan çıkarmaya çalışıyorlardı. Tıpkı, “eşeğini dövemeyen, semerini döver” atasözündeki gibi davranıyorlardı.

Savaşın sonlarında Lincoln öldürülmüştü. Lincoln ölmeseydi, ne olurdu bilinmez ama belki, siyahların konumu için bir çözüm yolu bulunabilir veya en azından aranabilirdi. Fakat Lincoln’den sonra üst üste Cumhuriyetçi başkanlar yönetime geldiler. Cumhuriyetçiler, bu konuda bir çözüm üretmediler. Muhtemelen çözüm için istekli de değildiler.

Savaştan sonra, Kuzey, kalkınmasını hızla sürdürdü. Ama bu kalkınma Güneye yansımadı. Kuzey, kişi başına düşen gelir seviyesinde dünya üzerinde birinci sıraya yerleşirken, eskiden Kuzeye yakın zenginlikte olan Güney, daha gerilere düştü. Belki Güney, Avrupalı ülkelerin yoksullarından daha zengindi. Ama Kuzey ile Güney arasındaki açık fark, kendilerini yoksul hissetmelerine sebep oluyordu.

Kuzeyliler, Amerika’nın Batı bölgesinde geniş toprakları satın aldı. Bu bölgeler yerleşime açılınca, Birleşik Devletlerin halkın zenginliği daha fazla artmıştı. Fakat bu zenginlikten, Siyahderililer ve Kızılderililer pay alamadılar.

Sonuçta köleliğin kaldırılması sırasındaki plansızlık, Siyahların serbest rekabet ortamının acımasızlığına terk edilmeleri, günümüze büyük sorunlar yumağı olarak yansıdı.

Sosyal kategorisine gönderildi | RUSYA’DA SERFLİĞİN, ABD’DE KÖLELİĞİN KALDIRILMASI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

FAKİR İKEN NE İSEN, ZENGİNKEN DE O OLMALISIN

FAKİR İKEN NE İSEN, ZENGİNKEN DE O OLMALISIN

 

(Not: Bu yazı 03 Ocak 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Daha önce bu sitede yayınladığımız, zenginlik nedir başlıklı yazımızda belirttiğimiz gibi, İslâmiyet de, biz de, zenginliğe karşı değiliz. Ancak, helâl yoldan olmayan zenginliğe itirazımız var.

Bu itirazımızın sebebi, zenginlerin, kendi iç huzurlarını bulabilmeleri içindir. Helâl yoldan zengin olanların büyük çoğunluğu, fakir iken nasıl bir insansa, zenginleyince de aynı şahsiyette oluyorlar. Ama önemli olan zengin olmaktır, hangi şekilde olursa olsun zenginlemek gerekir diyenler, zenginleyince değişiyorlar. Aslında, değişerek zenginleyen bu insanların da çoğu, kendi başlarına kalınca yaptıklarını beğenmiyor, içten içe kendilerine kızıyorlar. Fakat toplum önünde farklı davranıyorlar.

Bu yapıdaki zenginlerin yaşantılarıyla ilgili olarak daha önce bu sayfada örnekler verdik. Dışarıdan bakılınca imrenilen bu insanların büyük çoğunluğunun yaşantılarının ve iç dünyalarının aslında azap içerisinde olduğunu gözler önüne sermeye çalıştık.

İlgili yazılarımızda, Kuran’dan ayetler aktararak, kendilerinin hem bu dünyalarını hem de ahiretlerini kurtarabilmeleri için yollar gösterdik.

Mümtehine Suresi 7: “Umulur ki Allah sizinle onlar içinden düşmanlarınız arasında bir sevgi meydana getire! Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”

Biz de, insanlara her zaman bu umutla yaklaştık. Uyarılarımızı düşünüp değerlendirerek kendiliklerinden dinleyenler oldu. Onların, her iki dünyada da, bundan sonrası için, güzelliklere ulaşmalarını ummaktayız. Bizim uyarılarımızın aslında Yüce Yaradan’ın ikazları olduğunu fark ederek değişen bazı güzel insanların, en azından, bu dünyada, gerçek anlamda yaşamaya başladıklarını görerek seviniyoruz.

Yüce Yaradan bize, Kutsal Kitaplarıyla, her zaman yol gösteriyor. İnsanlara sabırla yaklaşmamızı istiyor. Onlardan antlaşmaya yanaşanlar olursa -eski hatalarını aynen tekrar etmemeleri şartıyla- onlarla anlaşmamızı öğütlüyor. Anlaşmalarına uydukları sürece bizim de anlaşma şartlarına uymamızı istiyor. Kalplerini bize ısındırdığı insanlarla kardeş olmamızı emrediyor.

Fakat anlaşmaya yanaşmayıp, ısrarla eski yanlışlarını aynen sürdürüp, zenginliklerini bu şekilde ilerleteceklerini, zenginlikleri sayesinde mutlu olduklarını zanneden gafillere karşı ne yapılması gerektiğini de, Kuran’da bize emrediyor.

YAŞAM kategorisine gönderildi | FAKİR İKEN NE İSEN, ZENGİNKEN DE O OLMALISIN için yorumlar kapalı