DİNDE AYRINTIYA GİRMEK

DİNDE AYRINTIYA GİRMEK

 

Dinde ayrıntıya girmeye çalışmak, bütün dinlerde ve öğretilerde görülen bir husustur. Bilhassa dindar olduklarını düşünen insanların çoğu, dinde ayrıntıya girmektedirler. Bunun sebebini tam olarak bilmek mümkün değil. Zaten çoğu insanın dinde ayrıntıya girmesinin sebepleri birbirinden farklıdır. Kimileri her ayrıntıyı, onları, dindar olsun olmasın, diğer insanlardan ayıran farklı bir yönleri olarak düşündüklerinden böyle yapıyor olabilirler. Kimileri, çevresindekilerden daha dindar olmanın göstergesinin, bu ayrıntılar olduğunu düşünebilirler. Kimileri için, dindar olarak düzgün işler yapmaları gerektiği halde, yapmayanların sığındıkları bir liman olabilir.

Konunun daha net anlaşılabilmesi için, birkaç uç örnek verelim.

Yan yana namaz kılan insanları düşleyelim. Yanımızdaki insanın, rükû halinden sonra secdeye giderken pantolonunu yukarı çektiğini varsayalım. Ama biz, hiç böyle bir şey yapmadan secdeye gittiysek, bizim yanımızda namaz kılana göre daha dindar olduğumuzu düşünürüz. Hattâ pantolonumuzu yukarı doğru çekmediğimiz için, kendimizle gurur duymamız ihtimali kuvvetlidir.

Diyelim ki, yanımızda namaz kılan insan secdeden doğrulurken, sağ ayak başparmağını yerden kaldırdı. Ama biz, sanki sağ ayak başparmağımız yere çivilenmiş gibi bir haldeyken secdeden kalktıysak, artık dindarlığımızı ispatlamış olduğumuzu düşünürüz.

Diğer yandan, abdest alırken yüzündeki sivilcesi kanayan bir insan, eğer abdestini tazelerse, bu davranışını dindarlık olarak değerlendirecektir. Bu sırada sivilceden, çok az da olsa yeniden kan akabilir. Eğer bu kanı gören kişi abdestini yeniden tazelerse, kendisini en dindarlardan birisi olarak düşünmeye başlayabilir.

Belki bazı uç örnekler verdik. Ama bu aktardıklarımız, Hz. Muhammed ümmeti içerisinde çok görülen olaylardandır. Namaz sırasında ve abdest alırken yukarıda anlattığımız ve kendisinin dindarlığını ispatlayan davranışları yapan bir kişi, sadece kendisini dindar ilân etmekle kalmayabiliyor. Kendisi gibi davranmayıp, pantolonunu yukarı çeken, secdeden kalkarken sağ ayak başparmağını yerden kaldıran veya sivilcesi kanayınca abdestini tazelemeyen kişilere kötü gözle bakabilenleri de var. Onların namazlarının ve abdestlerinin kabul olmadığını, dolayısıyla dinin direği olduğunu zannettikleri namazları kabul olmadığı için, onların dinden çıktıklarını söyleyecek kadar ileri gidenleri var. Yani, namaz kılan veya abdest alan bir insanın, kendileri gibi yapmadığı için, dinden çıktığını düşünebiliyorlar.

Peki, biz hangisine uymalıyız? Bu hususta karar verebilmek için, Kur’an’a bakmak gerekir.

Maide Suresi 5/101: “Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın. Eğer onları Kur’an indirilirken sorarsanız size açıklanır. Hâlbuki Allah onlardan geçmiştir. Allah çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.”

Demek ki, Kur’an indirilirken de insanlar aynı merak içerisinde soruyorlardı. Bilindiği gibi Kur’an, 23 yıl gibi insanlara göre uzun sayılabilecek bir sürede indirildi. Dolayısıyla insanlar, merak ettikleri konuları Peygambere sordular. O dönemde sorulan soruların, yukarıda bahsettiğimiz gibi anlamsız olduğunu düşünmüyoruz. Kuvvetle muhtemel ki, helâl ve haram konularında ayrıntılı sorular sordular. Soranların bir kısmı, gerçekten merak ettiklerinden olmuş olabilir. Böylelerinin amacı, Yüce Yaradan’ın huzuruna giderken en az hata ile gitmek olabilir. Bir kısmının da, dinlerine, çevrelerindeki diğer bazı arkadaşlarından daha bağlı olduklarını gösterme gayreti olabilir.

Sebebin ne olduğunun önemi yok. Bizim yukarıdaki ayetten anladığımız kadarıyla, Yüce Yaradan, ayrıntılara girilmesini istemiyor. Yüce Yaradan, “eğer ayrıntılara girer ve sorduklarınızın açıklanmasını isterseniz, alacağınız cevaplar hoşunuza gitmeyebilir” diyerek, insanları uyarıyor. Ayrıntıya girmememizi, fazla soru sormamamızı öğütlüyor.

Bizleri bu şekilde ikaz ettikten sonra, ayetin devamında bir müjde vererek “Allah onlardan geçmiştir” buyuruyor. Mealen diyor ki: “sizlere açıkça söyletmediğim, söylendiğinde hoşunuza gitmeyecek yasaklardan sizleri sorumlu tutmayacağım.” Ayetteki bu anlatıma göre, bizlere net bir şekilde açıklanmayan konularda hata yapacak olursak, Yüce Yaradan’ın affına mazhar olabileceğiz. Çünkü biz, o hataları bilerek değil, bilmeden yapıyoruz. (Nisa Suresi 4/92)

Peki, bilmeden de olsa hata yapıyorsak, mümkün olduğu kadar az hata yapmak için nasıl bir yol izlemeliyiz? Kur’an’da net olarak açıklanmayan bir konuyla karşılaştığımızda nasıl karar vermeliyiz?

Cevap için, Kur’an, bu hususta bize nasıl bir yol gösteriyor diye incelemeliyiz.

Enam Suresi 6/160: “Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.”

Peki, iyilik ve kötülük konusunu nasıl ayırt edeceğiz diyebiliriz. Bu durumda; Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’in ümmetlerine yaptığı tavsiyelerine uymaya gayret edeceğiz: “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkalarına yapma”.

Peki, başkalarına karşı davranışlarımızda bu tavsiyeye uyduk, ama bazı belirsiz durumlarda helal ve haramı nasıl belirleyeceğiz?

Yüce Yaradan, Nisa Suresi 4/29uncu ayetinde, nefislerinize zulmetmeyin dedikten sonra, Maide Suresi 5/87. ayet: “Ey inananlar, Allah’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez.”

Demek ki, nefislerimizin isteklerini yerine getirirken, hiçbir alanda sınırı aşmayacağız. Yüce Yaradan, dinlerinde haksız yere aşırı gidenlerin akıbetlerini bize bildirerek, onlar gibi olmayın diye şöyle uyarıyor.

Maide Suresi 5/77: De ki: “Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, birçoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin keyiflerine uymayın”.

Dinde aşırı gidenlerin çoğunluğu, ayrıntıya girdikleri için bu duruma düşerler. Ayrıntılara girdikçe, insanların çoğu,  farkında olmadan, asıl olan kuralları değil, çoğu zaman bir anlamı olmayan teferruata girmeye başlarlar.  Örneğin, namazı dosdoğru kılın emrini, yukarıda anlatıldığı gibi, şeklen uygularlar. Veya Yüce Yaradan’ın bize oruç tutmamızı söylerken asıl amacının ne olduğunu düşünmek yerine, sakız çiğnemenin orucu bozup bozmadığını, bütün bir ömür saatlerce tartışırlar. Hem de aynı tartışmanın asırlardır sürdüğünü öğrendikleri halde, heyecanla devam ederler.

Dinde ayrıntıya girenlerin bir kısmı, iyi niyetli değildirler. Bunların bir kısmının amacı başkalarını kandırarak kendilerine menfaat sağlamak olabilir. Ama bir kısmı, Yüce Yaradan’ın asıl isteği olan “insan olun, salih amel işleyin, hayırlarda yarışın” tavsiyesini yerine getirmenin zorluğunu gördükleri ve uygulayamadıkları için, ayrıntılara dikkat ederek vicdanen rahatlamak isterler. Bu davranış, en hafifinden kendini kandırmaktır. Ama gerçekte, Yüce Yaradan’ı kandırdığını düşünmektir.

Böyle davrananların bazıları, cehaletlerinden dolayı kendilerine anlatılanlara uyarlar. Hâlbuki yanlış yoldadırlar. Çünkü Yüce Yaradan, bizlerden aklı erdirmemizi ve düşünmemizi istemektedir. Eğer bizler, bize anlatılanları düşünerek irdeler ve akıl erdirirsek, boş yere dinde ayrıntıya girmeyiz. Dinin bizden asıl istediklerine yöneliriz.

Dinde ayrıntıya girme konusunu, Kur’an üzerinden incelediğimiz için, İslâmiyet’teki ayrıntılardan birkaçına değinmek durumunda kaldık. Hâlbuki aynı sorun Yahudilikte, Hıristiyanlıkta, Hinduculukta ve Budizm’de de vardır. Her gurup kendilerinin uygulamaları açısından konuya yaklaşırlarsa, benzer hataların kendilerinde de mevcut olduğunu kolayca görebilirler.

Farklı kıyafet giyinmekle, ilahi söylemekle ve söylenen ilahiyi dinlemekle, sakince oturmakla veya kafaya takılan küçük bir takke ile dindar olunamayacağını anlayabildiğimiz ölçüde dinin gerçek öğretilerine yaklaşacağımızı görebiliriz.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DİNDE AYRINTIYA GİRMEK için yorumlar kapalı

HÜKÜMRANLIK VE ÂLİMLER

HÜKÜMRANLIK VE ÂLİMLER

 

Bütün kâinatın yaratıcısı ve hükümdarı olan Yüce Yaradan, ilk peygamberi Hz. Âdem’e öğrettirdiği “esma”dan başlayarak, sürekli olarak insanlara bir şeyler öğrettirmeye çalışmıştır. Bu açıdan bakılınca, tabiri caizse, insanlığın başöğretmeni Yüce Yaradan olmuştur. İnsanlardan bazıları, tek olan Tanrı’nın, kendilerine öğrettirdikleri sayesinde, O’nun gerçekten halifesi olma onuruna erişmişlerdir.

Başöğretmen Yüce Yaradan, değiştirilemeyen kutsal kitabı olan Kur’an’da, ilimle uğraşmaya değer vermiş ve âlimleri övmüştür.

Fatır Suresi 35/28: “…Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.”

Nahl Suresi 16/43: “…Eğer bilmiyorsanız, (Tevrat ve İncil) âlimlerine sorun”

Ali imran Suresi 3/7: “…İlimde ileri gidenler de derler ki, ‘inanıyoruz ki hepsi Rabbimizdendir.’…”

Kur’an’da, ilim sahipleriyle ilgili olarak, benzer şekilde çok sayıda ayet vardır. (ör: Maide 5/44, Hac 22/54 gibi)

Diğer taraftan Kur’an, gerçeği bildikleri halde, insanlardan gizleyen ilim insanlarını da dışlamıştır.

Bakara Suresi 2/146: “O kendilerine kitap verdiğimiz ümmetlerin âlimleri, onu, o peygamberi oğullarını tanır gibi tanırlar. Böyleyken, içlerinden bir takımı gerçeği bile bile gizlediler.”

Bilindiği gibi, Yüce Yaradan’ın halefi olmanın bazı şartları var. Biz burada konumuzla ilgili olanı ele alacağız. Önce, bilgi sahibi olmaya çalışacağız. Bilgi sahibi olabilmek için, sürekli öğrenme gayreti içerisinde olacağız. Ama daha önemlisi, bildiklerimizi gizlemeyeceğiz ve yalan söyleyerek insanların aleyhine kullanmayacağız. Aksi takdirde, yanlış bilgi verdiğimiz insanların günahlarının da bir kısmını yükleneceğimiz, Kur’an’da ifade edilmektedir.

Nahl Suresi 16/25: “…Kıyamet günü, kendi günahlarını tam olarak yüklendikten başka, bilgisizlikleri yüzünden saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından bir kısmını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, yüklendikleri günah ne kötüdür!”

Kur’an’ı incelediğimizde, her kitap okuyanı ilim sahibi olarak görmediğini anlıyoruz. Kitap okumanın insanı bilgi sahibi yapacağını, fakat âlim olmanın farklı olduğunu vurguladığını görüyoruz. Kur’an, bilgi sahibi ile âlimi ayırırken, sırtında taşıdığı kitaplardan haberi olmayan eşek örneğini verir.

Cuma Suresi 62/5: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez.”

Bu gerçekleri bilen ve Kur’an’a uygun davranmaya çalışan bazı devlet yöneticileri, âlimler ile bilgi sahibi insanları ayırmaya gayret etmişlerdir. Âlim kisvesine bürünerek halkı yanlış yönlendiklerini düşündüklerini bazen idam ettirirlerken, gerçek âlim olduklarına inandıklarına hürmet etmişlerdir.

Bu hususta, Osmanlı Devletinin bazı yöneticilerinin uygulamalarında, güzel örnekler vardır. Bu örneklerden birisi de, şeyhülislâm Kemal Paşazadenin hayatının seyri ve Yavuz Sultan Selim ile Kemal Paşazade (İbn Kemal) arasında geçen bir olaydır.

Kemal Paşazade, lakabından da anlaşılacağı gibi, asker bir aileden gelmektedir. Babası ve dedesi asker oldukları için kendisi de askerliğe yazılır. Padişah II. Bayezid döneminde, genç bir sipahi olarak, Fatih Sultan Mehmet’in idam ettirdiği Çandarlı Halil Paşanın oğlu olan İbrahim Paşanın maiyetinde, 1492 yılında Arnavutluk seferine katılır. Ordu dönüşte Filibe’de konaklar. Çandarlı İbrahim Paşanın huzurunda toplantı yapılır. Bu toplantıya Filibe Medresesinde müderris (öğretim üyesi) olan Molla Lütfi de katılır. Toplantı salonuna giren Molla Lütfi, huzurda bulunan paşa ve beylerin önüne geçer. Bilhassa, o dönemde orduda büyük bir şöhrete sahip bulunan Evrenaszade Ali beyin üst tarafına (önüne) geçip oturur.

Bu olay, Kemal Paşazadenin dikkatini çeker. Sıradan bir müderrisin, bu kadar değerli komutanlardan, beylerden ve bilhassa en şöhretli bir askerden daha değerli olmasını görerek kararını değiştirir. Edirne’ye dönünce, askerliği bırakır, ilim tahsil etmek için medreseye yazılır. Onun bu kararı, Türk devletlerinde âlimlere verilen önemin derecesini gösterir.

Kemal Paşazade, nispeten ileri bir yaşta ilim tahsil etmeye başlamasına rağmen, kendisini yetiştirir. Tek bir alanla sınırlı kalmaz. Fıkıhta, kelâmda, tasavvufta, edebiyatta, tarihçilikte, Kur’an tefsirinde ve mezhepler hususunda çok sayıda eser verir. Günümüze ulaşanlar çok daha az olmakla birlikte, 300 civarında eseri olduğu tahmin edilmektedir.

Yavuz Sultan Selim döneminde 1516’da, Anadolu’daki kadıların başkanlığı olan Anadolu Kazaskerliğine getirilir. Yavuz ile Mısır seferine katılır. Mısır dönüşü sırasında bir ara, padişahın yanına çağrılır. Her ikisi de at üzerinde giderlerken, atının ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un harmanisini kirletir. Yavuz gibi, 8 yıllık padişahlığı döneminde 8 sadrazamını azleden ve idam ettiren sert bir padişah, bu olay üzerine şöyle söyler: “Ulemanın (âlimlerin) atının ayağından sıçrayan çamur, benim için iftihar konusudur. Bu çamurlu harmanimi, ölümümden sonra sandukamın üzerine örtün.”

Yavuz Sultan Selim gibi asker yönü öne çıkan bir padişahtaki, ilme değer vermenin âlime değer vermek şeklinde tezahür eden bu anlayış, hem Osmanlı Devletinin bazı padişahlarında, hem de başka devletlerin üst yöneticilerinin bir kısmında da görülmüştür. Bizim dikkatimizi çeken husus, âlime verdikleri değerle ilerleyen bu devletlerde, ilme verilen değer azaldığı zaman devletlerin güçsüzleştiği, ilme değer verilmenin bittiğinde ise, devletin yıkıldığıdır.

Bu gözlemlerimizi dikkatli bir incelemeye dönüştürdüğümüzde, hükümranlık ile ilmin birlikte olduğu dönemlerde, halkın da huzur içerisinde yaşadığını görmekteyiz. Hükümranlar ile âlimler birbirinden ayrıldıkça, huzursuzluğun başladığını anlıyoruz. Ümera ile ulemanın birbiriyle çatışması halinde ise, toplumda hiç huzur kalmadığını ve devletin yıkılışa doğru gittiğini kavrıyoruz.

Devlet yöneticileri ilme değer verdiklerinde, kendi fikirlerinin tam tersini savunan ilim insanlarına bile, makamlarının gücünü kullanmamışlardır. Osmanlı Devletinde, bu durumun da bazı örnekleri vardır. Bu anlayıştaki yöneticiler, farklı düşünenleri, fikren mücadele ederek yenmeye çalışmışlardır. Tartışmaları sadece fikri alanda tutan bakış açısı, toplumdaki farklılıkların, o ülkenin gücü haline dönüşmesini sağlamıştır. Birbirleriyle hoşgörü içerisinde fikri tartışma yapabilen insanlar ve guruplar, devletleri sıkıntıya düştüğünde, birlikte çalışabilmektedirler.

Takdir edileceği gibi, baskı ile yok edilmeye çalışılan fikirlerin bazısı, bir süre sonra daha güçlenmiş olarak geri gelmektedir. Kendilerine baskı uygulayanları yenecek güce ulaşabilmektedir. Baskı karşısında yer altına inen ve şartlar değiştikten sonra rakiplerini yenenler, aynı zulmü bu defa kendileri yapmaya başlamaktadırlar. Çünkü insanlarda, kendilerine nasıl davranılıyorsa, benzer şekilde cevap verme meyli vardır. Her yeni gurup birbirine sert karşılık verdikçe, konu kısır bir döngünün içerisine sıkışıp kalmakta, her yeni gelen de başkalarına baskı uygulamaya çabalamaktadır. Sonuçta hem halkın huzuru kalmamakta hem de yöneticilerin çoğu görevlerinden zorla alınmaktadırlar.

Demek ki, hükümran olanlar âlimlere destek vermeli, ulema da, ümeraya yol göstermelidir. Her iki gurup da birlikte halka ve Hakk’a hizmet etmelidir. Halka ve Hakk’a hizmet etmekte başarılı olmak, yaptıklarında haklı olmakla doğru orantılıdır.

Allah’ım, Senin yolunda harcanmak üzere mülk ve saltanat ver,

Allah’ım, Seni daha iyi anlamak için, ilim ve hikmet ver.

Sosyal kategorisine gönderildi | HÜKÜMRANLIK VE ÂLİMLER için yorumlar kapalı

SON ANDA İMAN İŞE YARAR MI?

SON ANDA İMAN İŞE YARAR MI?

 

Bu konuda bir fikir yürütebilmek için, Yüce Yaradan’ın gönderdiği kutsal kitaplardan, değiştirilemeyen kitabı Kur’an’ın ilgili ayetlerini irdeleyelim.

Bilindiği gibi tarih içerisinde insanların bir kısmı, Tanrı’nın görevlendirdiği peygamberleri kabul ederken, çoğunluğu itiraz etmişlerdir. Buna rağmen Yüce Yaradan, gerek peygamberleri ve gerekse kutsal kitapları aracılığıyla insanları uyarmaya ve imana davet etmeye devam etmiştir. Tek olan Tanrı, hemen her davetinde, bağışlayıcı olmasından ve rahmetinin genişliğinden bahsetmiştir. Yüce Yaradan’ın, gönderdiği peygamberlerine ve kitaplarına yapılan saldırıları görmesine rağmen, yenilerini görevlendirmesi, insanlara olan rahmetinin genişliğini gösterir.

Allah’ın bağışlayıcılığından bahseden ayetlerin sayısının çok olması, insanların bazılarında gevşekliğe sebep olmuş olabilir. Gevşemiş olan bu insanların bir kısmı, peygamberlerin anlattıkları cezaların veya mükâfatların, öldükleri dönemde kendilerine de gösterilmesi durumunda, “itiraz ettiğimiz şeylerin gerçekliğini gördüğümüzde, biz de iman ederiz” diye düşünmüş olabilirler. Böylece, son anda da olsa, iman ettikleri için, tek olan Tanrı’nın bağışlayıcılığını ummuş olabilirler.

Yüce Yaradan, böyle düşünenlerin bağışlanmayacaklarını açık bir şekilde ifade etmiştir.

Fecr Suresi 89/22-23: “Rabbinin buyruğu ve saf saf dizilmiş olarak melekler geldiği ve o gün cehennem getirildiği zaman, işte o gün insan (yaptıklarını birer birer) hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ona nasıl faydası olacak?”

Benzer ifadeleri Mümin Suresinin 40/85inci ayetinde de şöyle vurgulamıştır: “Ama hışmımızı gördükleri zamanki imanları kendilerine fayda verecek değildi. Allah’ın, kulları hakkındaki geçe gelen kanunu budur. İşte iman etmeyenler bu noktada hüsrana düştüler.”

Konumuzla ilgili olan diğer bazı ayetler de benzer şeyleri vurgularlar. Dolayısıyla, imanın kabul olunması için, kutsal kitaplarda bahsedilen gerçekleri göreceğimiz bir ortamı beklemek hatalıdır. Ayetlerde bahsedilen bu hakikatler, sadece kıyamet zamanıyla ilgili değildir.

Kur’an’daki Yunus Suresi 10/90ıncı ayet, firavunun, suda boğulmaya başladığında iman ettiğini söylediğini anlatır. Ama ona 91inci ayette firavuna verilen cevap, olumsuzdur. “Ya şimdi mi! Oysa daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştun” denilir.

Demek ki, göreceğimiz hakikatler, sadece kıyametle ilgili olmayabilir. Firavunun durumunu bahseden ayetteki gibi, kendi ölümümüzle ilgili olabilir. Bir başka açıdan bakarsak, bize en yakın kıyamet, kendi ölümümüzdür. Tıpkı, Nasrettin Hoca fıkrasında olduğu gibidir durum. Hocaya bir gün sormuşlar. “Hocam kıyamet ne zaman kopacak?” Hoca da demiş ki: “Küçük kıyamet, hanım ölünce, büyük kıyamet de ben ölünce“ Hocanın şaka yollu ifadesindeki gibi, bizim kıyametimiz, ölümümüzdür. Çünkü ölümümüzden sonra, Yüce Yaradan’ın huzuruna vardığımızda, hatamızı düzeltmek için geri dünyaya dönme isteğimizin kabul edilmeyeceği Kur’an’da defalarca belirtilmektedir. (Müminun 23/99-100, Secde 32/12, Enam 6/27-28) Dolayısıyla, öldükten sonra kendimizi düzeltmek için hiçbir fırsatımız kalmamış olacağından, bu dünyadan ahirete göçümüz, bizim için kıyamet sayılır.

Peki, hayatının geçmiş döneminde iman etmemiş bir kişi, ölümünün ne zaman olacağını bilemeyeceğine göre, ne yapmalıdır. Umutlu olmamalı mıdır? Benzer şekilde, iman ettiğini diliyle söylemesine rağmen, davranışlarıyla, inançsız insanlar gibi hareket ettiğini fark eden şahıs da umudunu yitirmeli midir?

Yüce Yaradan, Kur’an’ında, bizlere hep umut aşılamaktadır. Sapkınlardan başkasının umudunu kaybetmeyeceğini ifade etmektedir.

Eğer, umudumuzu kaybetmeyeceksek ve ölümden hemen önce iman ettiğimizi söylememiz bir işe yaramayacaksa, nasıl bir yol izlemeliyiz?

Tek olan Tanrı, kullarına bu konuda da şöyle yol gösteriyor: Enam Suresi 6/158: “(İnanmak için) ille meleklerin gelmesini yahut Rabbinin gelmesini, ya da Rabbinin bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabbinin (azap) işaretlerinin geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: “Bekleyin; biz de beklemekteyiz.”

Ayet, net bir şekilde, son anda iman edenle, imanıyla bir hayır kazanmamış olanı aynı kefeye koyuyor. Bu kefe, cezalandırılacakların kefesidir. Buradan ayrılıp, Yüce Yaradan’ın bağışlamasını umabilmemiz için, ölmeden önce, imanımızı, insanların da görmesini sağlamalıyız. İmanımızın gereği olan güzel işleri yapmalıyız. İnsanlara iyilik ve hayır yapmalıyız. Geçmişte kötülük yaptığımız insanlardan, yanlış davranışlarımız için özür dilemeliyiz. Bütün bunları yapmamız durumunda, insanlar da bizim imanımızı göreceklerdir. Yine de asıl olan, tek olan Tanrı’nın bilmesidir. Çünkü insanlar kandırılabilir, fakat Yüce Yaradan, asla kandırılamaz.

Enam Suresinin bu ayeti, sadece iman etmeyenlere yönelik değildir. Ayetin öncesindeki 154-155-156-157inci ayetlere bakılınca, bu uyarının, Yahudilere, Hıristiyanlara ve “bize de kitap indirilseydi” diye isteyenler de dâhil, herkese yapıldığı anlaşılıyor.

Allah’ın rahmetine sığınabilmemiz için, bazı şeyleri görmemizi beklemeyerek, Yüce Yaradan’ın bize bildirdiği gaybla, yani bilinmeyenle ve gelecekle ilgili mevcut delilleri yeterli görmeliyiz. Tanrı, bütün evrende ve insanın kendisinde, delillerini, aşikâr bir vaziyette göstermektedir. Yüce Yaradan’ın bu delilleri, aslında, başımıza gelecek azapların veya güzelliklerin de kanıtlarıdır. Bu sebeple, olacak azaplardan ve zarardan kurtulmayı ummanın yolu, önceden hareket etmektir.

Önceden hareket edebilmek, kolay değildir. İnsan olarak sahip olduğumuz yapımız, bazen, bizim uhrevi düşünmemize engel olmaktadır. Örneğin, bir hastayı ziyarete gittiğimizde, ona “vah, vah” derken, çoğumuz, aynı duruma kendimizin de, hem de kısa bir süre içerisinde düşebileceğini düşünmeyiz. Bir cenazeye katıldığımızda, mevtanın yerinde kendimizin olmuş olabileceğini aklımıza getirsek bile, çoğumuz, cenaze töreni bittikten sonra unuturuz. Cenaze töreni sırasında, mevtanın yerinde bizim yatıyor olabileceğimizi düşünenlerimizin aklına, kendi yaptığı kötülükler gelir. Kötülük yaptığı, yalanlarıyla aldattığı insanlardan helâllik istemesi gerektiğine karar verir. Fakat çok azımız bu kararını uygular. Çoğumuz, kötülükler yaptığımız insan cenaze töreni sırasında yanımızda olsa bile, özür dilemeyiz. Hiçbir şey yapmayız. Tören bitince eski günahkâr hayatımıza geri döneriz.

Eğer, bir hastalığın veya ölümün bize hemen gelmeyeceğini zannediyorsak, eğer, yalanlar söyleyerek kandırdığımız ve kötülük yaptığımız insanlardan özür dileyemeyeceğimizi düşünüyorsak, yapılabilecek bir şey yok demektir. Bu durumda isek, bize kimse yardım edemez. Ne diğer insanlar, ne de Yüce Yaradan, yardım edebilir.

Demek ki,  yaşadığımız sırada iman etmek ve imanımızın gereğini yapmak, tamamen bizim kararımıza bağlıdır, bizim elimizdedir. Dolayısıyla seçim tamamen bize aittir.

O halde, şimdiden tezi yok, hemen icraata başlamalıyız. Kandırdıklarımızdan özür dilemek zor geliyorsa, önce ayna karşısında kendimizden özür dilemeli ve Yüce Yaradan’dan merhamet istedikten sonra, hemen güzel işler yapmaya başlamalıyız. Eğer bu ilk adımı atarsak, inşallah, devamının seri bir şekilde geldiğine şahit olacağızdır.

Son anda ve sadece dil ile iman etmenin bir işe yaramadığını, imanımızın gereğini yaşarken yapmamız gerektiğini unutmayalım. Dolayısıyla gereğini yapalım. Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl, vicdan ve iradeyi kullanalım. Bu konuda Tanrı’dan yardım isteyelim. Aksi halde, hem bu dünyada, hem de ahiret hayatında göreceğimiz cezalara itiraz etme hakkımız kalmamış olur.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | SON ANDA İMAN İŞE YARAR MI? için yorumlar kapalı

DÜNYA SADECE İNSANA AİT DEĞİLDİR

DÜNYA SADECE İNSANA AİT DEĞİLDİR, İNSAN VEKİL YÖNETİCİDİR

 

Bu sitede yayınladığımız “Evrenin Yaratılış Sebebi Üzerine Düşünceler” başlıklı makalelerimizde, evrenin yaratılışının muhtemel sebepleri hakkındaki bazı düşüncelerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık.

Bahsettiğimiz yazımızda, “günümüzdeki bilimsel bulguların sonuçlarına göre, evrenin insanlar tarafından bilinen veya gözlenen bölümündeki düzen, yer kürenin yaşamını sürdürebilmesi için organize edilmiştir” şeklinde bir kanaat belirtmiştik. Bu fikrimizi, bazı bilimsel bulgulara dayanarak pekiştirmeye çalışmıştık.

Yine bu sitede yayınladığımız “Allah, Yakın Kâinatı (göğü) Dünya İçin, Dünyayı İnsan İçin Kurgulamış İken, İnsan Ne Yapıyor?” başlıklı yazımızda da, Yüce Yaradan’ın, yeryüzünü insanın yaşayabileceği şekilde kurguladığını ifade etmiştik. Bu fikrimizi de, aşağıdaki Kur’an ayetlerine dayandırmıştık:

Nahl 16/5: “Hayvanları sizin için yarattı….”

13: “Sizin için yeryüzünde çeşitli renk ve biçimlerle yarattığı şeyleri de sizin hizmetinize verdi. Öğüt alan bir toplum için bunda ibretler vardır.”

14: “O, taze et yemeniz ve takınacağınız süs eşyası çıkarmanız için denizi sizin hizmetinize verendir. Gemilerin orada suyu yara yara gittiğini görürsün. (Bütün bunlar) O’nun lütfundan nasip aramanız ve şükretmeniz içindir.”

Daha önce yayınladığımız bu makalelerimize bakarak, yeryüzünün sadece insana ait olduğu fikrine varanlar olabilir. Eğer bu düşünceye ulaşmış olanlar varsa, yanlış bir sonuca sahip olduklarını yine Kur’an ayetlerine dayanarak gösterelim.

Fussilet Suresi 41/10: “O, dört gün içinde (dört evrede), yeryüzünde yükselen sabit dağlar yarattı, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti.”

Görüldüğü gibi, ayetin sonunda “orada rızık arayanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti” denilmektedir.

Eğer Yüce Yaradan, yeryüzünde sadece insanların rızıklanması için bolluk ve bereket oluştursaydı, bunu açıkça söylerdi. O zaman ayetin sonu muhtemelen şöyle olurdu “orada insanların ihtiyaçlarına uygun olarak rızıklar takdir etti.”

Nitekim aşağıdaki ayetteki ifade, evrendeki bazı şeylerin insanın emrine verildiğini, net olarak vurgulamaktadır:

Nahl Suresi 12. “O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emri ile sizin hizmetinize verilmiştir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir millet için ibretler vardır.”

Ayette, insanın hizmetine verilenler olarak sadece; gece, gündüz, güneş, ay ve yıldızlardan bahsedilir. Bolluk ve bereketten bahsedilmez. Ayette bahsedilen insanın hizmetine verilen güneş, ay ve yıldızlardan, onların hareketlerinden, elbette, yeryüzündeki diğer canlıların da bazı faydalar sağladıkları düşünülebilir. Ama güneş, ay ve yıldızların, yeryüzündeki diğer canlıların hizmetine verilmesi gibi bir ifadenin geçmesi anlamsızdır ve tek olan Tanrı’nın böyle bir şey söylemesi düşünülemez. Bu nedenle güneş, ay ve yıldızlar için, doğrudan, “sizin hizmetinize verilmiştir” denilmiştir.

Demek ki -ayetlere göre- güneş, ay ve yıldızlar insanlar için, yeryüzündeki bolluk ve bereket ise, rızık arayan bütün canlılar için oluşturuldu.

O halde, yeryüzü, bütün canlıların ortak yaşam alanıdır. Rızık arayan her canlının rızık bulacağı bir mekândır.

Diğer taraftan, Bakara Suresi 2/30uncu ayete göre her insan, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki halefidir. Yani vekil yöneticisidir. Bir insanın bu görevini yerine getirip getirmemesi veya tam tersi davranması bu gerçeği değiştirmez. Tek olan Tanrı, insanı, Kendisinin vekil yöneticisi yaparken, insanlara Kendisinden bazı özelliklerin yansımalarını vermiştir.

 İsmail Hakkı Bursevi’ye göre de, Yüce Yaradan’ın halifesi olmanın sırrı yaratılış özelliklerindedir.

“Allah, insanı, Kendi zatının sıfatlarının suretinde hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.”

Bilhassa hayvanlara göre, daha fazla akıl ve çok değerli özellikler vermiştir. İnsana verdiği en güzel vasıflardan birisi de özgürlüktür. Yüce Yaradan, Kendisinin vekil yöneticisi yaptığı insana özgürlük verecek kadar da, yücelerin yücesidir.

Ama insanların büyük çoğunluğu, onlara verilen vekil yöneticiliğin gerektirdiği sorumluluğu yeterince kavramış mıdır sorusuna her insan kendisi karar versin.

Kanaatimce, insanların önemli bir bölümü, dünya sadece insanlara ve bazen de kendisine aitmiş gibi davranıyor. Konuşurken belki farklı sözler ifade ediliyor. Ama tavırlar ve uygulamalar, sözlerle uyuşmuyor. Hem de insan olarak, diğer canlılara ihtiyacı olduğunu, onlar olmadan yaşamını sürdüremeyeceğini bildiği halde, onların yaşam haklarını hiç hesaba katmıyor. Nitekim bilim insanlarının ifadelerine göre, sadece arıların yok olmasından kısa bir süre sonra, insanlık da yok olmakla karşı karşıya kalacaktır. Hâlbuki insanlık, salgın hastalık gibi bazı sebeplerle yok olsa, arıların ve tabii ki diğer bitki ve hayvanların yaşamaya devam edecekleri düşünülmektedir.

Öte yandan, insanlar; bırakın bir ayı  ile veya bir kurtla başa çıkmayı, yeri geldiğinde yatak odalarındaki bir sivrisinekle bile mücadelede zorlanırlar. Ama yine de; inekleri, mandaları, filleri, develeri, atları, koyunları ve nicelerini, eğer Yüce Yaradan bizlere boyun eğdirmeseydi ne yapardık diye düşünmek istemezler. Uçan kuşlar karşısında bocalayan insan, tavukları, kazları bizim hizmetimize, tek olan Tanrı’nın sunduğunu anlayamıyor veya anlamak istemiyor.

Enam suresi 6/38. ayet: ‘’Hem yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi bir ümmet olmasınlar. Biz Kitap’ta hiçbir eksik yapmamışızdır; sonra hepsi toplanır Rablerine haşronulurlar. ‘’

Demek ki, bütün hayvanlar, tıpkı insanlar gibi, topluluk halindedirler ve aralarındaki iletişimde bazı kurallar vardır. Ayette bahsedilenlerin ispatını, çekilen bütün belgesellerde gördüğümüz için, örnekler vermeye gerek görmedik.

Her insan için Tanrı tanımı farklı olabilir. Ama insanların büyük çoğunluğu, yapılan haksızlıkları tek olan Tanrı’nın bildiğine ve zamanı geldiğinde haklının hakkını vereceğine, hakkı tesis edeceğine inanır. Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın yaratma vasfı dışındaki vasıflarını tanımlayan en önemli özelliği, adilliğidir. Onun adalet terazisi, zerre kadar bile şaşmaz. Çünkü Onun, haksızlık yaparak Kendi menfaatini düşünmesine ihtiyacı yoktur. O, zaten her şeyin sahibidir.

O halde, vekil yönetici olan insanın birinci sorumluluğu, haklının hakkını vermektir. Bu yükümlülük, sadece insanlara haklarını vermek anlamında değildir. İnsanlar, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki vekil yöneticisi olarak, dünyadaki bütün canlı ve cansız varlıkların haklarını vermekle yükümlüdür. Çünkü tek olan Tanrı, yeryüzündeki bolluk ve bereketi, rızkını arayan bütün canlılar için oluşturmuştur. Yani, Yüce Yaradan, yarattığı bütün canlılara adil davranmaktadır.

Cansız varlıkların hakkını vermek sözü anlamsız gelebilir. Ama cansız varlıkların birçoğu insanlığın geleceğini doğrudan ilgilendirmektedir. Milyonlarca yılda oluşmuş yeraltı zenginlikleri olan madenleri birkaç asırda bitirmenin, insanlığın geleceğini doğrudan etkileyeceği aşikârdır. Kirlenen hava ve su, gelecek kuşaklara bıraktığımız ve çözümü çok zor olan sorunlardır. Dolayısıyla, cansız varlıklara karşı olan sorumluluğumuz, aslında insanlığa karşı olan haklının hakkını verme yükümlülüğümüzle -çoğu zaman- eş anlamlıdır.

Bir koyunun, yeryüzüne ne kadar zarar verme hakkı varsa, insan da çevreye o kadar zarar verme hakkına sahiptir. Yeryüzü, bütün canlıların ortak malıdır.

Eğer insanlık, yeryüzünün sadece kendisine ait olmadığını kavrayarak gereğini yapmazsa, kendi sonunu getirecektir. İnsanların vurdumduymazlığı bu şekilde devam eder ve bitkilere, hayvanlara, yeryüzünün varlıklarına karşı sorumsuz davranışlar hız kazanırsa, insanlığın kendi sonunu getirme süresi, tahminlerden daha kısa zamanda olabilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | DÜNYA SADECE İNSANA AİT DEĞİLDİR için yorumlar kapalı

KUR’AN BAĞLAMINDA HUKUK

KUR’AN BAĞLAMINDA HUKUK

 

Bu sitede, hukuk konusunu, “Hukuk Kavramı Üzerine” ve “Şeriat Hukuku” başlıklı yazılarımızda farklı açılardan irdelemeye çalıştık. Bu makalemizde, biraz daha farklı bir pencereden incelemeye gayret edeceğiz.

Bilindiği üzere hukuk kuralları, iyi ve kötü tanımları üzerine kurulur. Yüce Yaradan, insana verdiği akıl sayesinde, iyi ve kötü ayrımını yapabilmemizi sağlamıştır. Bize verdiği vicdan sayesinde, iyilik yapmamız gerektiğini ve kötülükten uzak durmamızı kavrayabilme kabiliyeti vermiştir. Bize verdiği irade sayesinde, ulaştığımız sonuçları uygulayabilmemize imkân vermiştir.

Fakat insanlarda bulunan bencillik duygusu, akıllarını kullanarak bu ayrımı hakkaniyete uygun yapmalarına engel olmaktadır. Ayrıca, güç sahibi insanlar ve yöneticilerin çoğunluğu, vicdanlarını dinleyecek iradeyi gösteremedikleri için, iyi ve kötü kavramlarını saptırabilmektedirler. Bu nedenle, insanlar arasındaki tartışmalarda, iyi ve kötü kavramı izafi bir hâl almıştır. Dolayısıyla, bu kavramlarla ilgili tartışmalar bitmemektedir.

Yüce Yaradan, bu noktada insanlara yardım edebilmek için, Kur’an’ında, bazı hususlarla ilgili olarak, neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda bizi aydınlatmıştır. Ancak, açıklama getirmediği çok sayıdaki konularda bizi serbest bırakmıştır. İslâm âlimleri, Kur’an’ın yol göstermesinden faydalanarak, bu kavramlardaki göreceliliği azaltmak için, hukuk kurallarını beş kısımda değerlendirmişlerdir. Fakat bu kurallar, genel tanım açısından geçerlidir. Ayrıntıları, ilmihâl kitaplarında aktarmışlardır. Ancak ilmihâl kitaplarında anlatılan ayrıntılar, Kur’an’dan ziyade Hz. Peygamberin sözlerine dayandırıldığı için, tartışmaya açık haldedir.

İslâm âlimlerinin hukuk kuralları için saydıkları beş husus şunlardır:

Eğer, bir şey tamamıyla iyi ise, bunu yapmak zorunludur. Diğer bir deyimle farzdır.

Eğer, bir şeyde iyilik yönü daha baskın ise, o şeyi yapmak tercih edilmelidir.

Eğer, bir şeyde iyi ve kötü birbirine yakınsa veya ikisi de yoksa bu şeyi yapmak mubahtır (sakıncasızdır).

Eğer, bir şeyde kötülük daha baskın ise, iyilik çok daha azsa, o şeyi yapmak zararlıdır, sakınılmalıdır.

Eğer, bir şeyde kötülük çok daha baskın veya tamamen kötü ise, o şeyi yapmak haramdır.

İslâm’ın bu hukuk anlayışı ve genel kurallar, değişen hükümetlere veya sultanlara göre değiştirilemezler. Bu sebeple adaletle hükmetmek isteyen sultanlar, birçok önemli karaları alırlarken, İslâm âlimlerine danışmışlardır. Hakikati arayan kadılar (hâkimler), Kur’an’a ve Kur’an’ın kurmak istediği sisteme göre karar vermeye çalışmışlardır.

Demek ki, kanun yapma işi, sultanların veya hükümetlerin işleri değildir. Âlimlerin işidir. Dolayısıyla, İslâm anlayışına göre yasama, idareden ve yöneticilerden bağımsız olmalıdır. 

Kur’an’da “iyi” kelimesi, “maruf” olarak geçer. Maruf, toplumun geneli tarafından bilinen ve kabul edilen anlamındadır. Kötü kelimesi de, “münkir” olarak geçer. Münkir ise, uygun olmadığı genel olarak kabul gören ve öyle telâkki edilen şeydir.

Kur’an’ın bu tasnifine ve anlatımına göre, bir şey, Kur’an’da yasaklandığı için kötü değildir. O şey, zaten kötü olduğu için yasaklanmıştır. Benzer mantıkla, bir şey, yapılması istenildiği için iyi değildir. O şey, iyi olduğu için yapılması istenilmiştir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Kur’an, bazı konularda yasak koymamış veya uygundur dememiştir. Buna karşılık, bazı hususlarda net ifadeler kullanmıştır. Net vurgulanan hususlar, farz veya haram olarak değerlendirilmelidir ve kesinlikle uyulmalıdır. Kur’an’ın yasaklamadığı fiiller, âlimlerce, tercih edilen, mubah ve sakıncalı olarak üç guruba ayrılmıştır. Bu üç anlayışın sınırı, Kur’an’da arzu edilen ahlâk anlayışıdır. Bu sebeple, İslâm bilginleri günün şartlarına göre, bu üç gurupla ilgili olarak şartlar farklılaştığında değişebilecek hukuk kuralları oluşturabilirler.  Ancak bu değişikliklerde, adalet, erdemlilik ve toplumsal fayda şartları aranmalıdır. Diğer taraftan, Kur’an’da net olarak belirtilen emir ve yasaklar değiştirilemezler. Çünkü Kur’an müeyyideleri, sadece maddi olmayıp, manevi ve vicdani müeyyideler şeklindedir.

Kur’an, madde ile manâyı yani, dünyevi ile maneviyi birbirinden ayırmamıştır. Bir bütünün parçaları olarak ele almıştır. Kur’an, insanı sadece fiziki alana hapsetmemiştir. Metafizik yönünü de sürekli işlemiştir. Dolayısıyla oluşturulacak hukuk kurallarında da, bu anlayış dikkate alınmalıdır.

İslâm’da ameller, niyetlere göre değerlendirilir. Kalkınmış ülkelerin hukuk sisteminde niyetin önemi, ancak son dönemlerde anlaşılabilmiştir. Ancak, kitle iletişim araçlarının hızla yaygınlaşması sebebiyle dünyamız küreselleştikçe, “niyet sahtekârlığı” yapanların oranı artmaya başlamıştır. Dolayısıyla, bu hususta kurallar oluşturulurken çok dikkatli olunmalıdır.

Diğer taraftan, İslâmi kavramlara göre, hak, her zaman haktır. Zaman aşımı yoktur. Bir hakkın geç talep edilmesi, o hakkın düşürülmesine sebep olmaz. Benzer şekilde bir cezanın kararının geç alınması veya uygulamasının geç yapılması onu geçersiz kılmaz.

Sosyal kategorisine gönderildi | KUR’AN BAĞLAMINDA HUKUK için yorumlar kapalı

ÜRETKENLİĞİNİN TEMELLERİ ÜZERİNE

ÜLKELERİN ÜRETKENLİĞİNİN TEMELLERİ ÜZERİNE

 

Ülkelerin üretime yönelik kaynaklarını, ekonomistler şöyle sıralarlar:

Tabii sermaye      : Doğal kaynaklar

Fiziki sermaye      : Makine, inşaat, kamu varlıkları

İnsan sermayesi  : İnsanının bilgi ve verimlilik seviyesi

Sosyal sermaye   : Aile, cemaat, sivil kuruluşların durumları

Yukarıda sayılan dört unsur içerisinde bizce en önemli olanı, insan sermayesidir. Eğer, Japonya ile Çin’in kalkınmalarını ve ABD ile Latin Amerika devletlerinin kalkınmalarını karşılaştırırsak, insan sermayesinin önemini daha iyi anlarız. Dolayısıyla, ülkelerin üretkenliklerinin en önemli göstergesi, insanlarının bilgi ve yeteneklerini ülkelerinin menfaatine kullanma istekleridir..

Vatandaşlarının yeteneklerinin yeterli olmadığını gören ülkeler, genel anlamda iki yöntem uygularlar. Bunlardan birisi, kendi insanlarının kabiliyetlerini geliştirmek için, onları eğitmeye çabalarlar. Yaptıkları eğitime rağmen yeterince sonuç alamayanlar, başka memleketlerin kabiliyetli insanlarını kendi ülkelerine getirebilmek için gayret ederler. Fakat bunu başarabilen ülkeler çok sınırlıdır. Çünkü yabancı devletlerden yetenekli insanları getirebilmenin çeşitli şartları vardır. Bu şartları sağlayabilmek için, zaten, kendi insanlarının kabiliyetleri ve diğer etkenler sayesinde kalkınmış olmaları lâzımdır.  Sadece maddeten gülü olmaları yetmez, sistemlerini de kurmuş olmaları gerekir. Dolayısıyla, ilk şart, kendi insanlarının yetenekli olmalarıdır.

Günümüzde ülkelerin çoğu, vatandaşlarını eğiterek kabiliyetlerini artırabilmek için, onları eğitmeye çalışmaktadırlar. Kendi verdikleri eğitimleri yeterli görmeyen ülkeler, zeki gençlerini, eğitimde daha başarılı üniversitelerin olduğu ülkelere göndermektedirler.

Diğer taraftan, insanların yeteneklerini geliştirmek için, ülkelerin uyguladıkları eğitim yöntemi yetersiz kalmaktadır. İnsanların kabiliyetlerinin hayata yansıtılmasını sağlayacak eğitim hususunda, ülkelerin büyük çoğunluğunun, uyguladıkları bir yöntem bile yoktur. Hattâ, ülkelerin bazısında, son dönemlerde uygulanan eğitim yöntemlerinin, yeteneklerin ortaya çıkmasını sağlamak şöyle dursun, insanların yeteneklerinin gelişmesini engelleme yönünde işlev yaptığı bir gerçektir.

Liselere ve üniversitelere giriş sınavlarında, standart test sistemi uygulanmaktadır. Bilindiği gibi testlerde, cevap şıkları verilir. Testleri hızlı çözebilmek esastır. Bu nedenle, çoğu zaman, cevaplar üzerinden fikir yürüterek çözüme ulaşmaya çalışılır. Fakat hayatta karşılaşılan sorunların büyük çoğunluğunda, cevap şıkları yoktur. Dolayısıyla çözüm için test pratiğini kazanmış olan zekâ, yetersiz kalmaktadır. Test çözme yönteminin, insanlardaki pratik zekâyı bile geliştirdiği hususunda ciddiye alınacak bir araştırma ve tespit bile yapılamamıştır. Buna rağmen, uygulanan bu test yönteminden, insanların farklı yönlerdeki kabiliyetlerini ortaya çıkarmasını beklemek, ıssız bir adada iken,  kurtulmak için bir geminin geçmesini beklemeye benzer konumda olmaktır.

Üniversite veya liseye girerken yapılan test imtihanında başarılı olan öğrenci, kendisini en kabiliyetliler arasında görmeye başlamaktadır. İlginç olan, öğrencilerin eğitimini üstlenmiş öğretim üyelerinin birçoğunun bakış açılarının da aynı olmasıdır. Test yöntemiyle iyi bir üniversiteye girmiş öğrencinin kabiliyetli olduğunu düşünen öğretim üyelerinin çoğu, yaptıkları imtihanlarda yine test yöntemini uygulamayı sürdürüyorlar. Dolayısıyla aynı hata, öğrencinin eğitimi süresince de devam ediyor. Eğitim sistemi, kendisini böyle bir çıkmazın içine sokunca, öğrencinin kabiliyetlerinin geliştirilmesi, öğrencinin kendi çevresi ve gayretine kalıyor.

İnsanların kabiliyetlerinin geliştirilmesini engelleyen bir başka husus daha var. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, test yöntemi öğrencinin kabiliyetini belirlemediği gibi, gelişmesine de yardımcı olmuyor. Buna rağmen, kendi kabiliyetinin kısmen farkında olan öğrencilerin çoğunluğu da, yapılan test sınavı sonucunda, istemediği ve ilgisiz bir meslek dalını seçmek zorunda kalıyor. Takdir edileceği gibi, istemediği bir meslek dalında eğitim gören bir öğrencinin başarılı olma ihtimali düşük olacaktır.

Bazı öğrenciler ise, kabiliyetlerinin olduğunu düşündükleri meslek dallarına girmeye hak kazanıyorlar. Fakat bu insanlar da, hem üniversite girişte hem de üniversitede test yöntemine alışmış olduklarından, zamanlarının önemli bir kısmını, testleri daha çabuk çözmenin yollarını aramaya çalışıyorlar. Bu şekilde yetişen bir bilgisayar mühendisinin, Google’da işe girdiğini düşünelim. Bu mühendislerin bir kısmı, pratikliğe dönük bu kabiliyetini, internette dolaşan insanları aldatmak için kullanmak zorunda kalıyorlar. İnsanlar internette dolaşırken, aradıkları bir konuyu tıkladıklarında,  konunun aralarına, tıklayanların ilgileneceklerini anladıkları reklamları yerleştirebilmek için, bütün pratiklik kabiliyetlerini kullanıyorlar. İnsanları yönlendirebilmek için kafa yoruyorlar. Burada bilgisayar mühendislerinin bazısının düştüğü durumdan bahsettik. Ancak hemen her meslek dalında bu konuda örnekler bulmak mümkündür.

Öğrenciliklerinde bu şekilde yetişen kişiler, elde ettikleri bu tür test kabiliyetlerini, iş hayatlarında da uyguluyorlar. Ama genellikle, şahsi menfaatleri için kullanıyorlar. İşyerlerinde verilen performansa dayalı teşvikler hususunda, alıştıkları pratik zekâlarını kullanarak, daha az performans ile daha çok teşvik almanın yollarını araştırıyorlar. Elbette, içlerinden, gerçekten yeteneklerini ortaya koyan ve kendilerini geliştirmeye çalışanlar var. Ama bunların sayıları giderek azalmaya başladı.

Eğitimleri sırasında test sonuçlarına odaklananlar, sadece öğrenciler olmuyor. Aileleri de çocuklarını, test sonuçlarına göre değerlendiriyorlar. Öğrenci ve ailesinde anlayış böyle olunca, mezuniyet sonrasında işe girerken, iş seçimini, aynı bakış açısıyla değerlendiriyorlar. Girdikleri işte de, aynı zaviyeden bakıyorlar. Dolayısıyla, yaptıkları işin insanlığa faydalı olup olmadığını düşünmüyorlar. İşlerinden ne kadar kazanç elde edebileceklerini hesaplıyorlar.

Eğitim yöntemi, sadece öğrencileri ve onların ailelerini etkilemekle kalmıyor. Ülke insanlarının çoğunu tesiri altına alıyor. Artık, toplumdaki insanların çoğunluğu da, eğitim görmüş bir kişinin yaptığı işin, insanlığa faydalı olup olmadığına bakmıyor. İşini yapanların, insanları kandırıp kandırmadıklarıyla ilgilenmiyor. Aksine, bir şahıs insanlığa faydalı olacak işler yapıyor, işinde insanları aldatmıyorsa, ama az para kazanıyorsa, o kişiyi “enayi” olarak niteliyorlar. Çünkü cemiyetlerin de, eğitim görmüş bir insandan beklentisi değişmiş. Toplumun, eğitim görmüş bir kişiden beklentisi, daha çok para kazanması veya daha çok maaş alması şekline dönüşmüş.

İnsanların, alınan maaşlara ve kazanılan paraya odaklanmasının, elbette, başka sebepleri de var. Ama eğitimde uygulanan test yönteminin, zekâyı, çabuk sonuca ulaşacak pratikliğe yönlendiriyor olması, bu odaklanmanın nedenlerinin önemlilerindendir. Kendi kabiliyetlerini geliştirmenin çok zor olduğunu bilen bir kişi, mevcut kabiliyetleri sayesinde para kazanamayacağını görmektedir. Dolayısıyla, başka çaresi olmadığından, çabuk kazanç getirecek yöntemlere yönelmektedir.

Peki, bu durumu nasıl değiştireceğiz? İnsanların kabiliyetlerini artırıp, gösterecekleri çabaların, sadece maddi hedef için olmamasını sağlamayı nasıl başaracağız? Daha çok kazanç sağlayabilmek için başkalarının hakkını yemekten çekinmeyen böyle insanların, kabiliyetlerini artırmamız ne kadar işe yarayacaktır? İnsanların alışveriş kararlarını yönlendiren, doğayı tahrip etmekten çekinmeyen ve sadece paraya odaklanmış anlayışı nasıl değiştireceğiz?

Öğrencilere test çözme pratiğini değil, soruların cevaplarını bulmak için doğru mantık oluşturma yöntemini öğretmeye çalışmalıyız. Bu şekilde yetişen bir şahıs, iş hayatında karşılaştığı bir sorunda, pratik ve çabuk sonuçlar peşine düşmez. Konuya doğru bir mantık oluşturup çözümleme yoluna gider.

Öğrenciler ve ailelerinin, yüksek maaş veya kazanç arzularının yerine, yüksek itibar kazanma isteğini yerleştirmeye çabalamalıyız. Ticari marka oluşturmaya çalışanların ve bu markalarının konumlarını muhafaza etmeye gayret edenlerin, hareketlerinin temelinde “itibar” kazanma arzusunun yattığını örnekleriyle vurgulamalıyız. Zengin ama itibarsız kişinin sadece yüzüne karşı iyi davranıldığını, arkasından ise, her türlü kötü düşüncenin ifade edildiğini, misalleriyle anlatmalıyız. “Dürüst ve itibarlı insanın sallandığı halde yıkılmayacağı, dürüst olmayan kişinin ise, düştüğü zaman bir daha kalkamayacağı” şeklindeki atasözünün gerçekliğini kafalara nakşetmeliyiz.

Eğer, bütün bu anlattıklarımızı taçlandırmak istersek, ilave bir yöntem uygulayabiliriz. Kazancını değil, insanlığı ön plana alan dürüst bir kişinin bu dünyada itibarlı olma ihtimali gibi, ahirette de Yüce Yaradan nezdinde itibarlı olması ihtimalinin kuvvetli olduğunu kutsal kitaplardan örneklerle vermeliyiz.

Elbette, bu söylediklerimizi anlatmak ve uygulamak çok zordur. Ama yılmadan gayret etmeliyiz. Öğrencilere, kazandığı test pratiğini iş hayatına uygulayarak zengin olanları değil, bilimsel çalışmalar yapanları örnek verebilmeliyiz. İnsanlara, sporu para için yapan pratik zekâlıları değil, amatör ruhla spor yapan başarılı insanları misal vermeliyiz. İnsanları coşturan müzikler yapan pratik zekâlı müzisyenleri değil, müzik sanatının gereğini icra edenleri gösterebilmeliyiz. Bütün bu örnekleri verebilmemiz için ise, pratik zekâlıları değil, insanlığa ve mesleğine hizmet edenleri ödüllendirmeliyiz. Böylelerinin ödüllerini, itibarlı kuruluşlar tarafından verilen teşekkür yazıları veya basit madalyalar ile sınırlı tutmamalıyız.

İnsanların eğitimi sadece okullarda yapılmaz. Yazılı ve görsel basın ile ibadethaneler, yardımcı eğitim kurullarıdır. Bu sebeple, buralarda da, yukarıda ifade ettiğimiz konular işlenerek insanlar bilgilendirilmelidir. Bu bilgilendirmeler, isteğe bağlı bırakılmamalıdır. Gerekirse, teşvik edici ve hattâ zorlayıcı tedbirler alınabilir.

Unutmayalım ki, biz öğrencileri, ailelerini ve toplumu, maddi kazanç için yönlendirmekle, onların kabiliyetlerini artırmış olmuyoruz. Kabiliyetleri geliştirilmeyen insanların ülkelerinin, üretkenliğinin yeterince artması mümkün değildir. Zaten az olan kabiliyetlerini şahsi menfaatleri için kullanmak zorunda kalan pratik zekâlı yeteneksizlerin, ülkede sosyal adaleti ve hakkı tesis etmeleri düşünülemez. Ayrıca, becerilerini şahsi menfaatleri için kullanan insanlar, kendi ülkeleri yerine daha çok kazanacakları başka devletlere hizmet etmeyi yeğlerler.

Demek ki, ülkelerin üretkenliğinin en önemli etkeni, insanlarının yapısı ve anlayışlarıdır. Küreselleşen dünyamızda, insanlığın üretkenliğinin en önemli etkeni de, insanların yapısı ve anlayışlarıdır. Üretkenliğin de amacı, insanlığın faydasına olacak işler yapmak olmalıdır. Kişisel veya gurup menfaati için yapılacak üretimler, görünüşte insanlara faydalı gibi durabilirler, ama insanlığın ve duyarlığın azalmasına sebep olurlar.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ÜRETKENLİĞİNİN TEMELLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

YENİ YIL KUTLAMASI

Karşıladığımız her yeni yıl, bize geçmiş yılların muhasebesini yapmamız gereğini hatırlatır. Bu muhasebeyi, ayna karşısında gözlerimizin içerisine bakarak gözlerimizi kaçırmadan yapabildiğimiz ölçüde, gelecek olan yıllarda dış şartlar ne olursa olsun, iç huzurumuzu artırırız. 

Bu yöntemle muhasebelerini yaparak, sevgi ve hoşgörüyü evrenselleştirmeye gayret eden bütün insanların ve dostlarımın yeni yıllarını kutlar, sağlıklı, huzurlu günlerde Yüce Yaradan’ın sevgisine mazhar olmalarını dilerim.

Genel kategorisine gönderildi | YENİ YIL KUTLAMASI için yorumlar kapalı

ÜLKELERİN GELİŞMEMİŞLİĞİNİN BAZI GÖSTERGELERİ

ÜLKELERİN GELİŞMEMİŞLİĞİNİN BAZI GÖSTERGELERİ

 

Bu makalemiz kapsamında inceleyeceğimiz gelişmişlik veya gelişmemişlik kavramı, maddi imkânlar açısından ele alınmayacaktır. Bu sitede yayınladığımız “Maddi ve Manevi GSYİH Birlikte Olmalıdır” başlıklı yazımızda, manevi GSMH’den bahsetmiştik. O makalemizde, ekonomistlerin, gelişmişliğin göstergeleri olarak saydıkları kalemlere itiraz ederek şöyle demiştik:

“Gelişmişlik, tek başına, bir ülkenin dünya ekonomisi içerisinde kaçıncı sırada olduğu ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, kişi başına düşen milli gelir ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına kişi başına düşen elektrik tüketimiyle ölçülemez.”

Ekonomistlerden farklı olarak varlığından bahsettiğimiz manevi GSMH’nin de tek başına gelişmişliğin göstergesi olamayacağını savunarak şöyle demiştik:

“Gelişmişlik, tek başına, insani gelişmişlik ile ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, sosyal yaşamla ölçülemez.

Gelişmişlik, tek başına, bireylerin mutluluk ve huzur oranıyla ölçülemez.”

Bu yazımızda konuyu biraz farklı bir pencereden irdelemeye çalışacağız.

Bir ülkenin yöneticilerinin tavırları ve söylemleri, o memleketin gelişmişliğinin göstergelerinden birisidir. Ancak bu gösterge, yüzde yüz olarak geçerli değildir. Bazen, halkın çoğunluğunun anlayışı ile iktidarınki aynı olmayabilir. Ama yine de idarecilerin tavırları, o dönem için geçerli olabilecek ciddi emareleri ihtiva eder.

Bu konunun en bilinen örnekleri olarak Napolyon veya Hitler verilebilir. Eğer bu şahsiyetlerin halka olan söylemleri farklı olsaydı, düşman diye gösterdikleri milletler için, tam tersini söyleyerek “onlar bizim kardeşimiz” deselerdi, acaba peşlerinden gelenlerin ne kadarı takibe devam ederdi? Hattâ yöneticiler kardeşlik nutku söyledikleri sırada, en azından sözlü saldırıya uğramazlar mıydı?

Günümüzdeki Fransız veya Alman devletinde, en üst makamda oturan kişisini bırakalım, herhangi bir yöneticisi bile, şimdilerde söyledikleri kardeşlik sözlerinin yerine, komşu ülkeler için, Napolyon veya Hitler’in aynı taktiklerini uygulasalar, onları düşman ilan etseler, acaba nasıl karşılanırlar? Demek ki, yöneticilerin tavırları, dönemlerinin yapısının bir yansıması olarak görülebilir.

Bilhassa, göstermelik olmayan seçim sisteminin olduğu demokrasi ile yönetilen ülkelerde, gelişmişliğin bir başka göstergesi daha vardır. İktidarın seçimle değiştiği bu memleketlerde, gerek iktidarın ve gerekse muhalefetin tavırları, gelişmişliğin daha belirgin göstergesidir.

Bir siyasi partinin önderleri, bazı konularda, muhalefette iken farklı, iktidara gelince farklı konuşabilirler. Aslında konuşmaması gerekir, ama bazı konulardaki farklı tavırlarına hoşgörü gösterilebilir. Çünkü muhalefette iken, ülkenin resmi imkânları ve yaptığı anlaşmalar hakkında tam bir bilgiye sahip olmayabilirler. Bazen de, bilseler bile, iktidar şartları insanları farklı davranmaya zorlayabilir. Bir benzetme yaparsak; insanların çoğunluğu, bekâr iken “hanım şöyle yaparsa, hemen boşanırım” diyebilir. Ama aynı şahıslar evlenince, şartlar onu zorlar ve hanımları, söylediklerinden daha kötü bir davranış sergilese bile, çoğunluğu sabrederler.

Dolayısıyla, muhalefette ve iktidarda yapılan farklı konuşmaların tamamını, ülkelerin gelişmelerinin göstergesi olarak değerlendirirsek, yanılabiliriz. Fakat bazı hususlar net olarak göstergedir. Örneğin, muhalefette iken özgürlük savunucusu olanlar, seçimle geldikleri iktidarda koltuğa iyice alışınca, hürriyetleri kısıtlamaya çalışırlarsa ve bu yanlışlarına rağmen, kendilerine oy verenlerden destek almaya devam ederlerse, bu tavırlarını, o ülkenin gelişmemişliğinin göstergesi olarak değerlendirebiliriz.

Eğer iktidarda hürriyetleri kısıtlayanlar, tekrar muhalefete düştüklerinde, yine özgürlük savunucusu gibi davranırlarsa, o memleketin gelişmemişliğinin daha net bir göstergesi olmuş olurlar. Eğer muhalefete düşen bu gurup, yeniden hürriyet nutukları söyleyerek tekrar iktidara gelirse, artık o ülkenin durumu için söylenecek söz kalmaz.

Ülkeyi yönetenler, soylarının ve dinlerinin farkında olabilirler ve bu farkındalıklarını kendi özel yaşamlarında uygulayabilirler. Fakat devleti yönetirken soy veya din esasına göre davranırlarsa, kendilerinin gelişmemişliklerini sergilemiş olurlar. Osmanlı Devleti bu açıdan irdelenince, gelişmiş bir devlet yönetimi anlayışına sahip oldukları görülür. Onlar, en karışık ve netameli coğrafyada ve kargaşanın hüküm sürdüğü bir tarih döneminde, devletlerini kurup kökleştirdiler. Osmanlı Türkleri bu başarıyı, devletin düzenini, soy ve din üzerine yürütmedikleri için yakaladılar ve devletleri uzun ömürlü oldular.

Gelişmemişliğin bir başka göstergesi, baştaki yönetici ve şürekâsının, idareciliğini yaptıkları devleti, kendi şirketleri gibi görüp davranmalarına rağmen, halkın ciddi anlamda bir itiraz sergilememesidir.

Ülkedeki basının çoğunluğunun, her ortam ve olaylar karşısında, iktidarın savunuculuğunu yapması, diğer taraftan iktidar aleyhine veya muhalefet lehine davranışların, maddi ceza ya da hapis gibi çeşitli yöntemlerle cezalandırılmaya çalışılması, o ülkenin gelişmemişliğinin net bir göstergesidir.

Bir ülkenin gençlerinin bir bölümü, dünyanın küreselleşmesinden de istifade ederek, maddeten daha çok kazanabileceği ülkelere gitmek isteyebilir. Ama orta yaş ve üzerindekilerden maddi varlıkları iyi olanlar da bu şekilde düşünüyorlarsa, sorun sadece maddi değil demektir. Bu sebeple, böyle bir durumu gelişmemişliğin göstergesi olarak değerlendirebiliriz.

Bir memleketin gelişmişliği, araç trafiğinin düzeni ile doğrudan ilgilidir. Bu durumun daha net anlaşılabilmesi için, trafik cezalarının bir süreliğine uygulanmayacağını açıklamak yeterlidir. Dolayısıyla, ağırlaştırılmış trafik cezalarının uygulandığı ve vatandaşın ihbarcı olarak kullanıldığı ülkelerde, trafikteki düzenliliğin varlığı, gerçek bir gösterge olarak değerlendirilmemelidir.

Bir şahsın gerçek karakteri, direksiyon başında anlaşılır. Bu durumun da net olarak anlaşılabilmesi için yine, trafik cezalarının askıya alındığı bir ortamda direksiyon başında olmak gerekir. Cezaların yüksek olduğu ve fahri müfettişlerin kimler olduğunun bilinmediği, kameralarla çok yakın takibin yapıldığı bir ortamda, herkes birbirine saygılı davranabilir. Ama cezaların, bir süreliğine de olsa, kalktığı bir ülkede, herhangi bir kavşakta trafik ışıklarını sönmesi durumunda sürücünün davranışları önemlidir.

Yukarıda sıraladığımız bazı göstergelerin özeti olarak şöyle söyleyebiliriz: “Bir ülkenin gelişmişlik konumu, siyasetçilerin, oy almak için söyledikleri yalanlarla ve yalanların nitelikleriyle doğru orantılıdır. Bir ülkenin gelişmişlik konumu, insanlarının, hiçbir cezai işlem söz konusu değilken, karşılarındakinin hakkına saygı göstermeleriyle paraleldir. Bir ülkenin gelişmişlik konumu, insanlarının, diğer insanların karşılaştıkları sorunlarını çözebilmeleri için, onlara yardımcı olmalarıyla doğru orantılıdır.”

Görüldüğü gibi, gelişmişlik göstergeleri sadece bazı devletlerin değil, bütün insanlık için geçerlidir. Dolayısıyla manevi gelişmişliğin sağlanabilmesi için, bütün insanlığın ortak hareket etmesi şarttır. İletişim ve ulaşım araçlarındaki gelişmeler, bütün insanlığın ortak tavır takınabilmesi için, güzel bir imkândır.

Sosyal kategorisine gönderildi | ÜLKELERİN GELİŞMEMİŞLİĞİNİN BAZI GÖSTERGELERİ için yorumlar kapalı

EVRENİN AÇIKLANAMAYAN ORTAMLARI ÜZERİNE  

EVRENİN AÇIKLANAMAYAN ORTAMLARI ÜZERİNE

 

Bu makalede, Stephen Hawking’in “Zamanın Kısa Tarihi” adlı eserinden bazı alıntılar yaparak, onların üzerine fikir yürütmeye çalışacağız.

Yazar 161inci sayfada diyor ki: “Eğer, erken evrende farklı bölgeler, açıklanamayan bir nedenden ötürü aynı sıcaklıkta başlamasalardı, birbirleriyle aynı sıcaklığa ulaşmasının hiçbir yolu yoktu.”

Bu açıklamaya göre, evrenin başlangıcı ciddi bir plan üzerine kurgulanmış.

Hawking, bazen aklına takılan soruları aynı sayfada soruyor. Bu sorulardan birisi şöyle:

“Neden evren, kritik genişleme hızıyla yaşamına başladı ve neden halâ on milyar yıldan sonra bile, bu kritik hıza çok yakın bir şekilde genişlemeye devam ediyor?”

Bu soruyu sorduktan hemen sonra şöyle bir açıklama yapıyor:

“Eğer Büyük Patlamadan bir saniye sonra, evrenin genişleme hızı yüz bin milyon milyonda bir oranda bile daha küçük olsaydı, mevcut büyüklüğe ulaşmasından çok önce çökerdi.”

Bu sitede yayınladığımız “Tanrı’nın Özgürlüğü Üzerine 1” başlıklı makalemizde Hawking’in “Büyük Sorulara Kısa Yanıtlar” kitabından alıntı yapmıştık. Yazar, evrenin oluşumu hakkındaki düşüncesini şöyle açıklıyordu: “Evrenin kendiliğinden, bilim yasaları uyarınca, hiçlikten yaratıldığını düşünüyorum…”

Hâlbuki yukarıda kendisinin sorduğu soru ve açıklamasında, evrenin genişleme hızının, binde bir değil, milyonda bir değil, milyarda bir değil, yüz bin milyon milyonda bir oranda bile daha küçük olması halinde, evrenin çökmüş olacağını anlatıyor.

Yazımızın ilk başında verdiğimiz, yazarın sıcaklık konusundaki uyarısı ile hız hususundaki ikazını dikkate aldığımızda, Hawking, “evrenin kendiliğinden, bilim yasaları uyarınca, hiçlikten yaratıldığı” fikri ile kendisi çelişmektedir. Çünkü yazar, evrenin yaratılışında çok ciddi hesapların ve planların olduğunu bizzat kendisi, 165inci sayfada şöyle ifade ediyor:

“Burada kayda değer olan gerçek, bu niceliklerin (sabit oranlar, sabit sayılar, hassas hızlar gibi nicelikler) değerlerinin, yaşamın gelişmesini mümkün kılacak şekilde, oldukça iyi bir biçimde ayarlanmış olmasıdır. Nitekim sözgelimi, elektronun elektrik yükü, yalnızca küçük bir oranda bile farklı olsaydı, yıldızlar, ya hidrojen ve helyum yakmayı başaramazlardı, ya da hiçbir şekilde patlamazlardı. Bu patlamalar ile etrafa saçılan ağır kimyasal elementler olmasaydı, hayat sürmezdi.”

Yazar, 162inci sayfada kendi kendisine şöyle bir soru yöneltiyor:

“Eğer Tanrı, evreni böylesine kavranılamaz bir yolla başlattıysa, neden anlayabileceğimiz yasalar çerçevesinde gelişmesine izin verdi?”

Sonra kitabının 167inci sayfasında şu açıklamayı yapıyor:

“Bizim gibi varlıkları amaçlayan bir Tanrı’nın eylemi dışında, evrenin neden bu şekilde başlaması gerektiğini açıklamak çok zor olurdu.”

Yazarın evrenin başlangıcının kavranılamazlığı hususundaki düşüncesi, bize göre, bugün için geçerlidir. Belki de, gelecek bir zamanda konuyla ilgili daha anlaşılır ve deneylenebilir teoriler oluşturulabilir. Yukarıdaki cümlesinin devamında yazarın güzel bir şekilde tespit ettiği husus, Tanrı’nın, Kendisinin koyduğu yasaları, verdiği akıl ile bizim anlamamızı sağladığıdır. Nitekim hayvanlar da ayrı bir âlemdir. Onların da akılları, duyguları vardır. Onlar da kendi aralarında sosyal kurallara sahiptir. Ama Tanrı, hayvanlara evrenin yasalarını anlayabilecek akıl vermemiştir.

Biz burada yazarın iki cümlesi arasındaki farka dikkat çekmek istiyoruz. Birinci cümlede (evrenin kavranabilmesi hususunda), Tanrı’nın bir çelişkisinden bahsederek, Tanrı’nın olmadığı gibi bir algı oluşturmak istiyor. İkincisinde ise, evrenin başlangıcının böyle olmasının sebebinin, Tanrı’nın, bizler gibi akıllı, şuurlu ve özgür varlıklar yaratma isteği olmasından başka, ileri sürebileceğimiz bir seçeneğin olmadığını vurguluyor.

Yazar bu düşüncesiyle, aslında, evrenin başlangıcının oluşumunun, bilim yasaları dediği şeylerin kendiliğinden bir araya gelmesiyle tesadüfen gerçekleşmediğini, planlamayı Tanrı’nın yaptığını, yine kendisi net bir şekilde vurgulamış oluyor.

Yazarın kafasının karışıklığı sadece bunlarla da kalmıyor.

Eserinin 169-170 inci sayfasında şöyle diyor:

“Evrenin gözlemleyebildiğimiz bölgesinde, yaklaşık on milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon milyon (1 ve yanında seksen sıfır) parçacık mevcuttur. Peki, bütün bu parçacıklar nereden geldi?”

Kitabının 190nıncı sayfasına gelince şöyle diyor:

“Zaman geçtikçe sistem bilim yasalarına göre evrilecek ve mevcut durumu değişecektir.”

Yazarın yukarıdaki sözü, Termodinamiğin İkinci Kanununu bahsederken kendince bir örnek vermeye çalışırken aktarıyor. Ama böyle örnekler vererek açıklamak istediği konu, aslında evrenin gelişimi hususu olduğundan biz de bir karşılaştırma yapmak ihtiyacını hissettik. Şöyle ki, bir taraftan evrenin genişleme hızının, aradan on milyar yıl geçmesine rağmen halen aynı hızda devam ettiğini söylüyor. Ayrıca sabit oranlar, sabit hızlar gibi niceliklerin varlığından bahsediyor. Ama kitabının sonraki bir bölümünde, sistem zaman geçtikçe evrilecek ve mevcut durumu değişecek diyor. Yani bir taraftan kendisini yalanlarken, bunu da bilim insanının deneylere dayanan verileriyle değil, müneccim gibi yorum yaparak söylüyor.

Yazar, bu çelişkisi yetmezmiş gibi 194üncü sayfada daha da çelişkili bir cümle kuruyor:

“Evren, en azından on milyar yıl daha geçmeden küçülmeye başlamayacaktır.”

Aslında “on milyar yıl geçmeden küçülmeye başlamayacağı sözü, 161inci sayfadaki;

“Eğer Büyük Patlamadan bir saniye sonra evrenin genişleme hızı yüz bin milyon milyonda bir oranda bile daha küçük olsaydı, mevcut büyüklüğe ulaşmasından çok önce çökerdi.” şeklindeki fikriyle örtüşüyor. Ama sayfalarca yazınca, fikrini değiştiriyor veya kafası dağılıyor ve “bilim yasaları evrilecek mevcut durum değişecek” diyor.

Hawking’in ileri sürdüğü bir başka iddiası ışık hızı hususundadır. Einstein’ın teorisini temel alarak, 201inci sayfada şöyle diyor: “Göreliliğe göre, hiçbir şey ışık hızından daha hızlı hareket edemez.”

Bu fikri, teoriye göre doğru olduğu gibi, kendisinin204üncü sayfada açıkladığı aşağıdaki deneyler de bunu destekliyor görünüyor:

CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) parçacıkları ışık hızının %99,99’u büyüklüğüne kadar hızlandırabiliyoruz. Fakat ne kadar fazla enerji verirsek verelim, parçacıkların, ışık hızı limitinin ötesine geçmesini sağlayamıyoruz.”

Eğer yazar, 230uncu sayfasında bahsettiği şu fikrine itibar etseydi, ışık hızının aşılması konusunda karamsar olmazdı. Diyor ki:

“1inci bölümde açıklandığı üzere, kuramlar kanıtlanamadığı için hiçbir zaman doğru kuramı bulduğumuza tam olarak emin olamayız.”

Bu fikrini 232inci sayfada şöyle destekliyor:

“Nitekim Newton’ın kütleçekim kuramında, üç cismin hareketini bile tam olarak çözemiyoruz.”

İşte tam bu noktada, bilim insanlarına cesaret verebilmek için Kur’an’a bakalım.

Mearic Suresi 70/4: “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde Ona çıkar.”

Şimdi şöyle bir hesap yapalım. Dünyamız kendi etrafında dönerken, bir günde yaklaşık 40.000 km yol alıyor. Bu hız saniyede 40.000/24x60x60= 0,463 km demektir. Bu hesaba göre meleklerin hızı ise yaklaşık olarak, 0,463 kmx50.000×365 = 8.450.000 km /saniye olur.

Işık hızı 300.000 km/sn olduğuna göre, meleklerin hızı ışık hızından 8.450.000/300.000 =28 kat fazla demektir.

Aslında Kur’an’da verilen bu rakam, net böyledir anlamında değildir. Bizim konuyu anlayabilmemiz için, büyüklük ifade eden örnek bir rakamdır. Nitekim bu durum, şu ayetle daha net anlaşılacaktır.

Secde Suresi 32/5: “O, gökten yere, işleri düzenler, sonra da o işler, sizin saydıklarınızdan bin yıl kadar olan bir günde O’na yükselir.”

Diğer yandan, Einstein’ın teorisine göre, uzay ve zaman mutlak değildir sözü, Kur’an’ın bu gibi ayetlerinde bahsedildiği şekliyle, geçerlidir. Dolayısıyla, Tanrı’nın yanında ve uzaydaki zamanın, bizim dünya içerisindeki zamanımızla aynı olmadığını düşünüyorum. Nitekim uluslararası seyahatler yapan bir iş insanı ile köyde yaşayan bir kişinin işlerini yaparken kullandıkları hız kavramı bile birbirinden çok farklıdır.

Dolayısıyla, belki de melekler, ışık hızının yüz binlerce katıyla hareket ediyordur.

Bizler, meleklerin hızı konusunu bilemeyiz. Bu açıdan fikir yürütmemiz yanlış olur, müneccimlik olur. Burada vurgulamak istediğimiz, ışık hızının mutlaka aşılabileceği hususudur. Yani görelilik kuramına takılıp kalmamalıyız. Kur’an’a güvenmeliyiz.

Yazarın ışık hızı aşıldığında, zamanın bükülmesi dediği ve deneylere dayandığını iddia ettiği ortam nedeniyle zamanda geriye yolculuk fikrini, Kur’an’ın anlatımları ışığında baktığımda, bir bilim kurgu fantezisi olarak değerlendiriyorum.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN AÇIKLANAMAYAN ORTAMLARI ÜZERİNE   için yorumlar kapalı

KUR’AN YORUMLAMA YÖNTEMİNDE, KUŞKU VE GÜVEN

KUR’AN YORUMLAMA YÖNTEMİNDE, KUŞKU VE GÜVEN

 

Sosyal yaşantımızda kuşku duyarak sorgulama yapmanın sonuçlarını, en belirgin bir şekilde ortaya koyan kişilerden birisi, Sokrates’tir. Aslında Sokrates’ten önce de, onun gibi kuşku ile sorgulayan düşünürler vardı. Sokrates’e atfedilen “ben bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, muhtemelen ondan önce de söylene gelen bir deyiş halindeydi. Sorgulama anlayışının daha eski olduğunu düşünmemizin bir nedeni, Sokrates’ten önceki bu düşünürlerin yazılı eserlerinde sorgulamanın varlığıdır. Hâlbuki Sokrates, hep konuşmuş, hiç yazmamıştır. Buna rağmen, diğer düşünürlerden daha tesirli olmuştur. Bunun birkaç tane önemli sebebi vardır. Bunlardan bir kısmını, bu sitede yayınladığımız, “Sokrates’in Ünlü Olmasının Sebepleri” başlıklı makalemizde aktarmıştık. Bu makalemizin konusuyla ilgili olanı, Sokrates’teki farklı bakış açısıdır.

Diğer düşünürler, teorilerini, kişinin iyiliği üzerine kurmuşlardı. Fakat Sokrates, kişisel yani özel iyiliğin üzerine, toplumsal yani, genel iyiliği işleyen ilk düşünür oldu. “Hiçbir şey bilmiyorum” diyen Sokrates’in inandığı tek bilgi, töre bilgisiydi. Bu bilgiye de, devleti sağlam temeller üzerine oturtmak gerektiğini düşünerek, devleti kutsadığı için ulaşmıştı.

Bir insan, bildiğini düşündüğü şeyleri sorguladıkça, bilgisinin yetersiz olduğunu bizzat kendisi anlamaktadır. Sorgulayan bir insan, eğer kendi düşünce sisteminin mantıklı olduğuna karar verirse, fikrine olan güveni artar. Dolayısıyla, o konu hakkındaki bilgisinin yetersiz kaldığını görmesine rağmen, araştırmaya devam eder. Araştırmalarında, daha mantıklı bulduğu farklı fikirlere ulaşırsa, kendi düşüncesinden vazgeçer. Ama benzer fikre ulaşırsa, kendi fikrini, daha bir inançla savunmaya çalışır.

Kur’an’a baktığımızda, Yüce Yaradan’ın bizden istediklerinin başında, düşünmemiz ve akıl erdirmemiz gelmektedir. Düşünürken, kuşku duyarak sorgulamamızı öğütlemektedir. Hâtta, tek olan Tanrı, bizzat Kendisini de sorgulamamıza izin vermektedir. Bu durumu, Hz. İbrahim ile ilgili olarak bize anlattığı, aşağıdaki olaydan anlıyoruz.

Bakara Suresi 2/260: Bir zamanlar İbrahim de: “Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster!” demişti. Allah: “İnanmadın mı ki?” buyurdu. İbrahim: “İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye istiyorum.” dedi. Allah buyurdu ki: “Öyle ise kuşlardan dördünü tut da onları kendine çevir, iyice tanıdıktan sonra (kesip) her dağın başına onlardan birer parça dağıt, sonra da onları çağır, koşa koşa sana gelecekler ve bil ki, Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Ayetten anladığıma göre, tek olan Tanrı, bizim, Onu sorgulamamızdan rahatsız olmayıp, aksine irdeledikçe, kuşkularımızın yersizliğini anlayıp, kalbimizin yatışmasını istemektedir. Onu sorgulamamıza ses çıkarmamasının muhtemel nedeni, düşünerek sorgulayan bir insanın, Yüce Yaradan’a tam teslimiyet göstermesi ihtimalinin artması olabilir.

Bilhassa günümüzde, bilimin ulaştığı verilerin ışığında sorguladıkça, kendimizin, Yüce Yaradan karşısındaki acizliğimizi görmekteyiz. İnsanların en zekisi olduğunu düşündüğümüz kişilerin bile sahip oldukları bilginin, Allah’ın ilminin yanında bir hiç olduğunu anlamaktayız. Bu hakikatle en sık karşılaşanların, gerçek anlamda ilmi araştırmalar yapanların olması, tesadüf değildir. Yüce Yaradan, Kendisininkiyle kullarının arasındaki bu bilgi farkına, aşağıdaki ayetiyle dikkat çekmektedir.

Kehf Suresi 18/109: Deki: “Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, denizler muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile.”

Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, bizim, insanlar olarak, kendi bilgimizi sorguladıkça, aslında Sokrates’in dediği gibi, bilmediğimizi anlıyoruz. Nitekim bilim de, sorgulama yöntemiyle ilerliyor. Bilim insanları, daha önce ulaşılan ve genel kabul gören bilgileri sorgulamasaydı, bilim gelişemezdi.

Bilimin ilerlemesinde sorgulamanın öneminin daha iyi anlaşılması açısından bir örnek verelim. Antik Helen düşünürü Aristo, bir cismin doğal durumunun hareketsizlik olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, cisim, ancak ona bir kuvvet etki ettiğinde hareket eder. Diğer yandan, ağır bir cisim, yere doğru daha güçlü bir çekimi olacağı için, kendisinden hafif olan bir cisme kıyasla daha hızlı düşer. Bu kanaatte olan Aristo ve onu takip edenler, evrene hükmeden bütün kanunların saf düşünceyle kavranabileceğini savunmuştur. Bu nedenle, “yasaları, gözlemle ve deneyle kontrol etmeye gerek yoktur” inancındaydılar. Aristo ve takipçilerinin bu anlayışı, sorgulamayı bertaraf ettiği için –El Biruni gibi bazı Müslüman bilim insanının yaptıkları sorgulamalar hariç- Galileo’ya kadar aynen kabul edilmiştir.

Diğer yandan, günümüzdeki bilim insanları, bir dönem yumurtayı yemeyin demişlerdi. Bir sonraki dönemde fikir değiştirerek her gün yiyin dediler. Dolayısıyla kısa bir süre içerisinde birbiriyle çelişkili savunmalar yaptılar. Bu anlayışla, Kehf Suresinin yukarıda verdiğimiz 18/109uncu ayetinde tek olan Tanrı’nın bilgisiyle ilgili anlatılanları karşılaştırdığımızda, Yüce Yaradan’ın, yaratışındaki mükemmeliyete ve kurduğu muazzam düzene daha çok güvenmekteyiz.

Kur’an, bizden, tek olan Tanrı’ya, bir başka açıdan daha güvenmemizi istemektedir. Çok sayıda ayette, “Allah’ın sözünden dönmeyeceği” vurgulanır.

Şimdi, oturup bir düşünelim. Önce kendimizi sorgulayalım. Sonra çevremizdekiler hakkında düşünelim. Acaba, kendimiz dâhil olmak üzere, çevremizde, yaşamı boyunca verdiği hiçbir sözden dönmemek için, bahaneler üretmeye çalışmayan var mı? Cevabımız “yok” ise, gerçekte, tek güvenilir olanın, Yüce Yaradan olduğu kanaatine varırız. Her varlığın sahibi olan Tanrı’nın, verdiği sözü tutmamasını gerektirecek maddi ve manevi hiçbir menfaate ihtiyacının olmaması da, bizim bu kanaatimizin doğruluğunu ispatlamaktadır

Demek ki, Kur’an’ı yorumlama yöntemimizi, sorgulama üzerine kurmalıyız. Çevremizdeki her şey gibi, Kur’an’da bahsedilenleri de kuşku duyarak sorguladığımızda, tereddütsüz bir şekilde ve sadece Yüce Yaradan’a güvendiğimizi anlarız.

Yüce Yaradan’ın elçileri de, elbette güvenebileceğimiz insanlardır. Ancak, peygamberlerine olan güvenimiz, onların tek olan Tanrı’dan aldıkları vahyi, aynen ilettiklerine olan güven şeklinde olabilir. Yoksa onlar da, bizim gibi insan olduklarından, elçilerin hepsi de yüksek ahlâk sahibi olmalarına rağmen, dünyevi işlere ilgili söylediklerine tam olarak güvenemeyiz. Onların da hata yapabileceklerini, bizlere, bizzat Kur’an söylemektedir.

Peki, güveneceğimiz tek merci, Yüce Yaradan ise, Onun, cehennem ile cezalandırma sözüne mi, cennetle mükâfatlandırma vaadine mi daha çok yönelmeliyiz. Bu hususta, değişik bakış açılarına göre, farklı anlayışlar oluşmuştur. Yönetim kademesinde olanlarla, fakihler, yani hukukçuların çoğu, Allah’ın, cezalandırıcı vasfına güvenmeyi tercih etmişlerdir. Yönetim kademesindekilerin bu şekilde algılamaları normaldir Belki de hukukçular da, tek olan Tanrı’nın cezalandırıcı vasfını öne çıkararak, toplumu daha kolay kontrol edebilmeyi veya haksızlıkların ve zalimliklerin azalmasına vesile olacağını düşündükleri için bu fikri savunmuşlardır. Derviş yapısında olanlar ise, Yüce Yaradan’ın rahmetine güvenilmesi gerektiğini öne çıkarmışlardır.

Elbette, tek olan Tanrı’nın vaatlerinin hepsi de, en hak vaatlerdir. Dolayısıyla cehennem de, cennet de mutlaka gerçekleşecektir. Diğer taraftan, Allah’ın rahmeti, gazabından geniştir. Böyle olduğunu, bu sitede yayınladığımız, “Allah’ın Rahmeti, Gazabından Geniş Midir” başlıklı makalemizde, Kur’an ayetlerini inceleyerek irdelemiştik. Yüce Yaradan’ın rahmetinin her şeyi kuşattığını, bizzat Kendisi, Kur’an’ında bize bildirmektedir.

Kur’an’daki bu ve benzeri bilgiler ışığında konuya yaklaşırsak ve Yüce Yaradan’ın, kullarından hiçbir menfaatinin olamayacağı gerçeğine göre irdelersek, insanların, tek olan Tanrı’ya her yönden güvenmeleri, en mantıklı olandır. Ancak, insanların, mükâfat vaadine daha çok itibar ederek, cehenneme götürecek ortamlardan uzaklaşıp, cennetle mükâfatlandırılmak için gayret etmelerinin daha mantıklı olduğu kesindir. Çünkü cennette huzur içerisinde ve sonsuz denilebilecek bir süre yaşamayı istemeyen olacağı düşünülemez. Cennete giden her kişinin, böyle bir ortamı oluşturduğu için, tek olan Tanrı’ya, her an şükredeceğine kesin gözüyle bakılabilir.

Diğer yandan, daha çok kulunun cennetine girmesinin, Yüce Yaradan’ı daha çok memnun edeceği inancındayız. Bu inancımız, Kur’an ayetlerinden anladıklarımıza dayanmaktadır.

Allah’ım, kuşku duyarak sorguladıkça Sana daha çok güvendiğimizi görerek, Seni seven ve cennetine girebilmeye gayret eden kullarından olmamız için, bizlere zihin açıklığı ve irade gücü ver.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN YORUMLAMA YÖNTEMİNDE, KUŞKU VE GÜVEN için yorumlar kapalı