HALKLAR PSİKOLOJİK TUTSAK YAPILMA YOLUNDA

HALKLAR PSİKOLOJİK TUTSAK YAPILMA YOLUNDA

 

Demokrasi ile yönetilen ülkelerde halk, kendisinin hür olduğunu düşünür. Çünkü özgürlüğünü kısıtlayan fiziki engeller yok gibidir. Yeter ki, güvenlik güçleriyle dalaşmasın ve insanların gözü önünde başkasına fiziki zarar vermesin. Demokratik ülkelerde, yürürlükteki kanunlar da, insanların, fikirlerini yasalar çerçevesinde ve makul bir şekilde söylemesinin önünde engel değildir. Dolayısıyla, demokrasi ile yönetilen ülkelerdeki insanlar, kendilerini, özgür düşünceli olarak görürler.

Acaba kendilerini hür olarak gören bu insanların zihinleri, gerçekten özgür müdür? Bu konuda karar verebilmek için, insanların günlük yaşamlarını sürdürürken etkilendikleri bazı hususlara bakmak gerektiği inancındayım.

Kadınların çoğu, televizyonlardaki pembe dizilerin takipçileri konumundalar. Bu durum dünya üzerinde o kadar yaygın ki, yaşadığımız döneme “pembe dizi çağı” diyen sosyologlar var. Dizi filmlerin yapımcıları, dizinin yayınlandığı bölüm adedini uzatabilmek ve yıllarca yayında kalarak izlenebilmek için, her türlü yolu deniyorlar. Yasak ilişkiler uyduruluyor. Aile içi gizli cinsellikler gündeme getiriliyor. Her türlü aldatma ve sahtekârlık yolları, senaryolara ekleniyor. Kadına şiddet uygulayan erkekler dizinin başkahramanı oluyorlar. Dizilerin çoğundaki yolsuzluk ve soysuzluk ortamları o kadar ileri gitti ki, 1970’lerin dünyaca meşhur dizisi Dallas bile bunların yanında idare eder konumuna düştü. Diziye eklenen bütün bu karmaşık soysuzluklara rağmen, kadınların çoğu ve hattâ erkeklerin bir kısmı, dizinin yeni bölümünü seyredebilmek için, bir haftayı iple çekiyorlar.

Diğer yandan, televizyonların gündüz yaptıkları yayınların içerisinde en çok izlenenler ise, dizileri bile geride bırakacak sahtekârlıklarla dolu olan hayat hikâyeleri. Veya konulan bir ödül uğruna birbirleriyle anlamsız bir şekilde söz yarışına girenlerin yarıştığı yemek yapma gibi yarışma programları. Bu tip yayınlarda, katılanlar her gün veya her hafta değişmesine rağmen, birbirlerini sebepsiz yere suçlama, birbirinin hakkını yeme gibi hususlar hep aynı kalmaktadır. Dolayısıyla, bu programları seyredenlerin çoğu, akşamleyin seyrettikleri dizilerdeki soysuzlukları normal karşılamaktadırlar.

Erkeklerin çoğu, spor programlarının veya politik tartışmaların takipçisi konumundalar. Bu nedenle, demokratik yapıdaki evlerde tek televizyon yetmez oldu. Erkekleri cezbedecek spor veya tartışma programlarının olmadığı günler, onlar da dizi film seyrediyorlar. Ama seyrettikleri dizi filmler, savaşlar, mafyacılık gibi şiddet ağırlıklı. Böylece erkeklerin çoğu, içlerinde biriktirdikleri kızgınlıkları, ya sporculara ya hakemlere, ya rakip siyasileri savunan konuşmacılara veya filmdeki bazı karakterlere boşaltarak rahatlamaya çalışmaktadırlar.

Çocuklar ise, reklamların takipçisi. Seyrederken en çok etkilendikleri reklamlar, ihtiyaçları olmadığı halde, besleyici yönü olmayan, zekâlarının gelişmesine katkısı bulunmayan ürünlerin albenili tanıtımları. Çocuklar, reklamlarda seyrettikleri ürünleri market raflarında görünce, onu almak için direnmeye başlıyorlar. Böylece özgür düşünceye adım atmış oluyorlar!

Erkeklerin, kadınların, çocukların çoğunu yönlendiren şeyler, televizyonlarda seyrettikleri programlar olmaktadır. İnsanların, televizyonlarda seyrettikleri programlardan ne kadar etkilendiklerini anlamak için, gündüzleri arkadaşlarıyla yaptıkları sohbetlere bakmamız yeterli olacaktır. İnsanlar televizyon seyretmeseler, sanki konuşacak konu bulmakta zorlanacaklar. Televizyondan veya internetten öğrendikleri olmasa, erkeklerin çoğu, siyaseten rakip oldukları insanlara veya futbolda (ABD’de beysbol ve basketbol) rakip takımın taraftarına söyleyecek söz bulamayacaklar. Kadınlar, arkadaşlarıyla sohbet ederken, konuşmalarının önemli bir bölümünü televizyonlardaki seyrettikleri oluşturuyor. Misafirlikler bile, dizi filmlere göre ayarlanıyor. Misafirliğe gitmek isteyen hanımın sevdiği diziyi, gideceği evin sahibesi seyretmiyorsa, mecbur değillerse, o gün gidilmiyor. Evde misafir olmadığı zamanlarda evin hanımı dizi film seyrederken, aynı ortamda telefon konuşması, ev işi gibi yan işler mümkün olduğunca yapılmıyor.

Aile fertlerinin her biri başka bir program seyrediyor. Gençler ve çocuklar, bilgisayarları tercih ediyorlar. Durum böyle olunca, akşamları evlerdeki aile içi sohbetler, 50-60 kelime ile yapılıyor. Aynı evde yaşayan yabancılar olsalardı, herhalde birbirleriyle onlardan daha çok sohbet ederlerdi.

Günümüzde, artık televizyonlara, sosyal medya eklendi. Erkekler, hanımlar, gençler ellerinde akıllı telefonlarla dolaşıyorlar. Bilhassa gençlerin çoğu, aynı masada otururlarken bile, konuşmak yerine birbirlerine mesaj atarak irtibat kuruyorlar. Son on yıldır gençlerle yapılan anketlerde “en çok neyinizi kaybederseniz üzülürsünüz” sorusuna verilen en yüksek orandaki cevap, ”telefonumu” şeklinde imiş. Hâlbuki sorudaki cevap şıkları arasında anne ve babasını kaybetme seçeneği de var. İşin garip tarafı, 50 yaşın üzerindekilerin cevapları da giderek gençlere benzeyecek gibi görünüyor.

Yukarıda çok kısa olarak bahsettiğimiz ve bahsetmediğimiz hususlarda, eminim ki, okuyucularımız, sadece yaşadıklarından birkaç örnek verseler, sayfalarca anlatabilirler.

Şimdide, konumuzun bir başka cephesine bakalım. Siyasi kurumlarımızda, dini müesseselerimizde, vakıflarımızda, derneklerimizde, iş yerlerimizde yaşadıklarımızı gözümüzün önüne getirelim. Fikrimizi ifade etme açısından, çoğumuzun yaşamı, askeri kışla hayatı gibidir. Meşhur bir deyiş vardır. Denilir ki, bir memur, şefin yanına girerken, kendi fikriyle girer ama şefin fikriyle çıkar. Tıpkı; başkanın, kardinalin, müftünün, hahamın yanına girenlerin, komutanın yanından çıkan subaylarda olduğu gibi, kendi fikrini içeride bırakıp çıktıkları gibi çıkarlar. Konumuzla bağlantılı diğer bir deyiş de “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” sözüdür.

İster şehirde ister köyde yaşayalım, çoğumuzun yaşamı, yukarıda anlattıklarımıza ve atasözlerinde aktarılanlara benzer. Fakat bu gerçekliğe rağmen, biz kendimizi hür düşünceli olarak tanımlarız. Niye böyle görürüz bilemiyorum. Muhtemel sebeplerinden birisi, fiziksel sınırlarımızı görebilmemize rağmen, zihinsel sınırlayıcılarımızı göremememizdir. Bir diğer sebebi, kendimizi en akıllı gören kibrimizdir. “Akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış” deyişi de kibrimizin göstergesidir.

Yaşadığımız bu gerçekler, insanların büyük çoğunluğunun düşünmediğini, düşündürttürüldüğünü ortaya koymaktadır. Yani aslında çoğumuz, etken değil, edilgeniz. Bu insanların birçoğu, edilgen konumda olduklarının farkındadır. Böyleleri, düşünmeyi gerektirecek sorumlu bir makamda olmayı, bilinçli olarak istememektedir. Sorumluluk almaktan kaçmayı ve zihnini zorlamayıp, politika liderlerinin, dini önderlerinin, amirlerinin, işvereninin isteklerini uygulamayı tercih etmektedir. Hasbelkader bir makama geldilerse, burada sorumluluk almayıp, üstlerinin emirlerini yerine getirmeyi yeğlemekteler.

Bütün bu gerçeklere rağmen, demokrasi ile yönetilen ülkelerde halka sorulduğunda, insanlar, kendi akıllarıyla hareket ettiklerini söylerler. Fikirlerinde özgür olduklarına inanırlar. Ama taraftarı oldukları futbol takımını değiştirenler çok azdır. ABD halkı, kendilerinin diğer devletlerin halkından daha zeki, daha mantıklı ve daha özgür olduklarını düşünürler. Ama bir önceki seçimlerde Cumhuriyetçileri destekleyen birisinin, bir sonraki seçimde adaylar değişmesine rağmen, Demokratları desteklemesine çok az rastlanır. Diğer yandan, insanların çoğunluğu için, halen bindiği otomobili, diğer araba marka ve modellerinden daha iyidir. Kadınlarımızın çoğu için, kendi setrettikleri dizi daha güzeldir. Kolayca çoğaltabileceğimiz bunca örneklerdeki zihni tutsaklığımıza rağmen, zihnen tutsak gibi olduğumuzu, büyük çoğunluğumuz kabul etmeyiz.

Diğer taraftan, hapishanedeki insanların çoğunluğu, özgür olmadığını düşünür, ama zihnen hür olduğuna inanır. Hapishanenin duvarları, gardiyanların varlığı, kişiye özgür olmadığını net bir şekilde anlatır. Ancak, zihnimizin etrafında böylesine fiziki barikatlar olmadığından, zihin hürriyetimizi kısıtlayan etkenleri fark etmemiz zorlaşıyor.

Kapitalist sistemin tüketime alıştırdığı insanların büyük çoğunluğu, yaşamlarının ticari bir hapishaneye benzediğini kabul etmiyorlar. Daha çok tüketebilmek için, daha çok kazanmaya çabaladıklarını fark etmiyorlar. Daha çok kazanmak için, daha çok çalışıyorlar. Bu gayretlerine rağmen, çoğunluk, daha çok kazanamıyor. Bunlardan bazıları, tüketimlerinden kısmayı düşünemediklerinden, daha çok tüketebilmek için haksız gelir elde etmeye yönelmeye zorlandıklarını göremiyorlar. Daha çok tükettikçe, tüketim isteklerinin sınırları genişliyor. Çok yemek yemeye kalkıştıklarında sağlıklarına zarar verdiklerini göremiyorlar. Görenler, tüketimlerini, işlerine doğrudan yaramayacak eşyalara ve menkul değerlere yönlendiriyorlar. Böyle düşününce, tüketimde sınır kalkıyor. Sınır kalkınca, daha çok kazanmak için her yol mubah görülüyor. Gerekirse, başkalarını eziyor, onların haklarını gasp ediyor. Daha çok tükettikçe, bu haksız uygulamaları, kendisine normal olarak görünmeye başlıyor. Diğer yandan, daha çok kazanabilmek için, kazanç kapısı olarak gördüğü insanlara kulluk etmeye başlıyor. Böylece giderek içinden çıkmakta zorlandığı kısır bir çemberin içerisine giriyor.

İlginç olan, kendisinin ticari bir hapishanede yaşadığına inanmayan bir insan, kanaatkâr davranan insanları, beceriksiz olarak algılıyor. Veya onların, harama bulaşmama ve başkalarının hakkını yememe gayretlerini, zihnen tutsaklık olarak görüyor. Bahsettiğimiz bu tavır, o insanın; amir-memur, işçi-işveren, kapitalist-sosyalist gibi farklı kümelerden olmasına bakmıyor, bütün taraflarda aynı anlayış gözlenebiliyor.

Hâlbuki şöyle bir durup düşünsek, her bir insan Yüce Yaradan’ın dünyadaki vekil yöneticisi olduğunu anlayacaktır. Çünkü Allah, her insana Zatının özelliklerinden bazı yansımalar vermiştir.

Dolayısıyla, tek olan Tanrı’nın, yeryüzündeki vekil yöneticisi olduğumuzu kavrayarak bunun sorumluluğunu yerine getirmeye çabalamalıyız. İnsanların değil, sadece Yüce Yaradan’ın önünde başımızı eğdiğimiz ve Onun gösterdiği yolda yürüdüğümüz oranda, tutsağı olmaya başladığımız bu kısır çemberden kurtuluruz.

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.