ÇOCUKLUĞUMUZDA DAHA MUTLU OLMAMIZ ÜZERİNE

ÇOCUKLUĞUMUZDA DAHA MUTLU OLMAMIZ ÜZERİNE

 

Büyük çoğunluğumuz çocukluğumuzda daha mutlu olduğumuzu düşünürüz. Hâlbuki şu anda 60 yaşın üzerinde olan kişiler için çocuklukları daha zorlu şartlar altında geçmiştir. Bilhassa kırsal kesimde yaşayan ailelerin sahip olduğu çocuk sayısı şimdikiyle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Dolayısıyla aileler çocuklarıyla doğru dürüst ilgilenmemişlerdir. Hattâ bazı aileler çocuklarına çok sert davranmışlardır. Ama buna rağmen, çevremizdeki çocuklarla birlikte, kendimizi daha mutlu hissetmişizdir.

Eğer çocukluğumuzda bizim mutlu olmamızı sağlayan sebepleri iyi irdelersek, büyüklerin de mutlu olabilecekleri ortamın ana hatlarını bulmuş oluruz kanaatindeyim. Bu sebeple çocukluğumuzdaki dünyamızı irdelemeye gayret edeceğiz.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bilhassa kırsal kesimlerde yaşamış olanlarımızın çocuklukları maddi zorluklar içerisinde geçmiştir. Yaşanan maddi zorlukların, insanları mutsuz edeceği açıktır. Peki, fakir bir ortamda mutsuz olmamız düşünülürken, mutlu olunması nasıl gerçekleşmektedir? Zorluklar içerisinde mutlu olmamızın sebebi ne olabilir?

Bu sorulara verilebilecek bir cevap, çocukların, ev geçindirmek gibi bir sorumluluğunun olmaması sebebiyle bu zorluğu hissetmedikleri şeklinde olabilir. Ama bu cevap, tatmin edici durmamaktadır. Çünkü çocuklar ev geçindirme sorumluluğunda olmasalar bile, ailedeki maddi sıkıntılar onlara da aynen yansıyordu. Geçmiş dönemlerdeki aile yapılarında babalar tek hâkim idi. Aile büyüklerinde, günümüzdeki gibi, “ben sıkıntı çektim, çocuğum çekmesin” şeklinde bir anlayış yoktu. Aksine isteklerinde biraz ısrarcı olan çocuklar, hemen şamar yerlerdi. Diğer yandan, yaşadığımız ortamlar, hastalığa davetiye çıkaracak nitelikteydi. Giyim kuşamlarımız eski ve yamalarla dolu idi.

Ama mutluyduk. Çünkü çevremizdeki her çocuk bizimle aynı şartlardaydı. Çocuklar arasındaki en büyük maddi güç farkı, aramızdan birinin top sahibi olmasıydı. Biz de, takımları kurarken top sahibinin dediğine uyarak bu sorunu kolayca çözerdik. Aramızdaki en büyük adaletsizlik bu idi. Başkaca bir adaletsiz ortam yok sayılırdı.  Buradan anlaşılan o ki, mutlu olmamızı engelleyecek en önemli amil, adaletsizliktir.

Çocuk bakışımızla anlayabileceğimiz kadarıyla, adaletin önemini daha iyi kavrayabilmek için, kendi ailemiz içerisindeki ortamlara bakmamızda fayda var. Birçoğumuz, arkadaşlarımız arasında mutlu iken, bazımız aile içerisinde bulunduğumuz sırada kendimizi mutsuz hissedebiliyorduk. Böyle düşünmemizin sebebi, anne ve/veya babamızın, kardeşler arasında ayrım yapması olmuştur.

Eğer, anne ve/veya babamız, bizi diğer kardeşlerimizden daha fazla seviyor, bizi ayırıyorsa, diğer kardeşlerimiz bize karşı mesafeli dururlardı. Eğer ebeveynlerimiz, bir başka kardeşimizi kayırıyorlarsa, biz o kardeşimize karşı kinlenirdik. Dolayısıyla, aile içerisinde kaldığımız saatlerde mutluluğumuz azalırdı. Çünkü aile içerisinde adaletli bir yaklaşım olmadığını düşünürdük. Aile içerisinde yaşadığımız bu adaletsizliği, arkadaşlarımızla paylaşır, onlardan, tabiri caizse, psikolojik destek alırdık.

Demek ki çocukluğumuzda kendimizi mutlu hissetmemizin temelinde, farkında olmasak bile, adaletli ortamın varlığı vardı. Mutluluğumuzun bir başka önemli nedeni de, zengin-fakir ayrımı gibi bir ortam yaşamamış olmamızdır.

Hepimizin giysileri aynıydı. Büyüklerimizin giydikleri de birbirinin benzeriydi. Yedikleri de aynıydı. Bir evde pişen yemekten çoğu zaman komşulara da dağıtılırdı. Bu paylaşma işi, belki de sadece duygusal bağlardan ileri gelmiyordu. Buzdolabı gibi şeyler olmadığı için yemeklerin fazlasını muhafaza etmek mümkün değildi. Dışarıda lokantalarda yemek yenilmezdi. Zaten lüks yerler yoktu. Zengin ile fakir arasında ciddi bir fark yoktu. Bir insan zengin olsa bile parasıyla alabileceği lüks denilebilecek mallar yoktu. Ülkede zaten para dolaşımı şimdikine göre belki de onda bir oranındaydı. Dolayısıyla bizim çocukluğumuzun zenginleri, tarla, bağ, bahçe gibi varlıklara daha çok sahip olanlardı. Para yerine altın biriktirilirdi.

Biriktirdiği altınları yemek isteyen zenginler, harcama yapabilmek için uzaktaki büyük şehirlere giderlerdi. Şehirlere para yemeye gidenler bile, kendi kasaba veya köylerinde pahalı giyim kuşam kullanmazlardı. Çocuklarına ve hanımlarına da giydirmezlerdi. Böyle davranmalarının sebebi olarak, o giysileri alacak gücü olmayan aile reisleri üzerinde hanımlarının veya çocuklarının baskı kurmalarını önlemek istemelerini söylerlerdi. Bu savunma doğru idi. Zenginin hanımında veya çocuğunda güzel bir elbise veya ayakkabı gören başka bir çocuk ya da hanım heveslenirdi. Aile reisinin onu alacak gücünün olup olmadığını düşünmeden, aynı şeyden alması için ısrar edebilirlerdi. Bazı zenginler, belki gerçekten bu amaçla, bazıları ise, gösteriş yaparak düşmanlıkları üzerlerine çekmemek için lüks harcama yapmazlardı.

Dolayısıyla yaşadığımız ortamların birbirine benzemesi, başka çocuklara karşı çekememezlik duygumuzu törpülerdi.  Hiçbirimizin oyuncakları yoktu. Bu sebeple, aramızda kavgaya sebep olacak bir ortam yoktu. Aramızdaki en fazla fark, birimizin futbol topuna sahip olmasıydı. Zaten o konuyu da hemen çözerdik. Ya top sahibini dinlerdik ya da hepimiz para toplar ortak bir top alır, ona gözümüz gibi bakardık.

Demek ki çocukluğumuzda kendimizi mutlu hissetmemizin temelinde, sahip olduğumuz varlıkların sayısının azlığı ve belki de oyuncaklar bile olmadığı için herhangi bir eşyaya ihtiyaç hissetmememiz yatıyordu. Nitekim yapılan bütün araştırmalar da göstermektedir ki, insanların sahip oldukları şeyler arttıkça, mutluluğumuz azalıyor. Sahip olduklarımızı koruma ve çevremizdekilere göre daha fazlalaştırma mücadelesine başlıyoruz. Varlıklarımızı koruma ve çoğaltma mücadelesi bizi, farkında olmadan, mutsuzluğa doğru götürüyor.

Hâlbuki çocukluğumuzda, farkında olmadan kanaatkâr bir yaşam sürmekteydik. Dolayısıyla bu kanaatkâr ortam bizi daha mutlu ediyordu.

Çocukluğumuzda bizi en çok mutlu eden ortam, arkadaşlarımızla birlikte oynadığımız oyunlar olmuştur. O dönemlerde hiçbir çocuk, kendi başına bir oyun oynamamıştır. Oynadıysa da, can sıkıntısından yapmıştır. Dolayısıyla çocuklar için, arkadaşlarıyla buluşabilmek, onlarla birlikte oyun oynamak bir amaç haline dönüşmüştür. Tabiri caizse, arkadaşlarının olması ve arkadaşlarıyla birlikte oyun oynamak, çocuklar için hayatın anlamı olmuştur. Arkadaşları oyun oynarken aralarına almadıkları bir çocuğu düşünün. O çocuk için o an, yaşamanın hiçbir anlamı kalmaz, hayata küser. Bu durumu yaşayan bir çocuk, mümkün olduğu kadar hatasını anlamaya çalışıp, arkadaşlarıyla arasını düzeltmeye uğraşır.

Demek ki çocukluğumuzda kendimizi mutlu hissetmemizin bir başka önemli sebebi, kendi çocuk bakışımızla, hayatımızın bir anlamının olmuş olmasıdır.

Sosyologların ve psikologların bu konuyla ilgili daha ayrıntılı araştırmalar yapacakları açıktır. Ben kendi yaşadıklarımı esas alarak bazı irdelemeler yapmaya çalıştım. Yaptığım bu tespitleri dikkate aldığımızda, insanların mutlu olacakları ortamları şöyle sıralayabiliriz.

Birincisi, çocukluğumuzda yaşadığımız ortamda zengin-fakir farkı ve ayrımının olmamasıdır. Zenginlerle yoksullar arasındaki fark ve ayrım fazlalaştıkça, hem zenginler hem de fakirler için mutsuzluk artar. O halde, insanlığın daha mutlu olabilmesi için, zenginlerle fakirler arasındaki farkı ve ayrımı azaltacak sistemler kurmaya çalışmalıyız.

İkincisi, çocukluğumuzda sahip olmak istediğimiz eşyaların sayısının çok az olması ve bunlara başka çocukların da sahip olmamaları sebebiyle oluşan, kanaatkâr bir yaşam ortamımızın olmasıdır. Yaşadığımız fakirlikten şikâyet etmememizi sağlayan kanaatkârlık anlayışımızın belki farkında değildik, ama bizi mutlu eden önemli bir etkendi. O halde, insanlığın daha mutlu olabilmesi için, insanları kanaatkârlığa doğru yönlendirecek sistemler kurmalıyız.

Üçüncüsü, adaletli bir ortamda yaşamış olmamızdır. Adaletsizlik, kendi ailemiz içerisinde bile olsa bizi mutsuzluğa doğru yönlendirmektedir. O halde, insanlığın daha mutlu olabilmesi için, hükümlerin adaletle verildiğine inanılması gerekmektedir. Kuracağımız sistemleri, adaletsizliği azaltma ve adaletsizlik yapanları cezalandırma üzerine oluşturmaya gayret etmeliyiz.

Dördüncüsü, hayatımıza bir anlam katmış olmamızdır. Çocukluktaki hayatımızın anlamı, arkadaşlar edinme ve onlarla oyun oynamak olmuştur. Büyüdükçe, Yüce Yaradan’ın varlığını daha iyi kavradıkça, hayatımızın anlamı daha bir ulvileşir ve bizi yaratan Tanrı’nın rızasını kazanmak için insanlığa hizmet etmek olarak görülürse, mutluluğumuz sürekli hale gelecektir. O halde, yapacağımız davranışlarımızda ve kuracağımız sistemlerde hayatın anlamını Yüce Yaradan’ın gösterdiği yönde oluşturmaya çaba sarf etmeliyiz.

Zengin iken fakir hale düşen veya sağlıklı iken ciddi bir hastalığa yakalanan bir insan, bu değişimin başlarında çok mutsuz olur. Ama yapılan araştırmalar göstermektedir ki, aradan bir süre geçince, düştüğü ortama alışan insandaki bu mutsuzluk azalmaktadır. Belki eski mutluluk seviyesine gelememektedir, ama o düzeye yaklaşmaktadır.

Demek ki, insanın yaşadığı ortam ve bu ortama alışması, onun mutluluğu üzerinde çok ciddi bir etki yapmaktadır. O halde, kuracağımız sistemlerin öz denetimini de oluşturarak, sistemlerin mümkün olduğu kadar uzun süre ayakta kalmasını sağlamaya çalışmalıyız. Böylece, bulundukları ortama alışan insanların bir kısmının, içlerinde farklı duygular bile olsa, bir süre sonra mecburiyetten kendi iç çekişmelerini toparlayarak, mutlu olmanın yollarını aramaya başladıklarını görebiliriz.

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.