TANRI, HER ŞEYE GÜCÜ YETEN BİR SULTAN MI?

TANRI, HER ŞEYE GÜCÜ YETEN BİR SULTAN MI?

 

Eğer öyle görürsek, niçin sorusunu soramayız. “Niçin, sultan veya kral var? Niçin, biz varız? Niçin böyle bir düzen var?” gibi soruları soramadığımız için, amaçlar hakkında düşünemeyiz.

Sorularımızın başlangıcı, “nasıl” ile başlar. Sultanın bu işleri nasıl yaptığını sorarız. Bu soru tipi bizi amaçlar değil, araçlar üzerinde tartışmaya yönlendirir. Araçlarla ilgili bulduğumuz sebeplerden sonuçlara ulaşmaya çalışırız. Böylece gerçeklerden uzaklaşırız.

Kralın durumunu açıklamaya çalışırken, kendimize göre bulduğumuz bir “ilk sebep” üzerinden yürümeye başlarız. İşte yanılgımız da böyle başlar. Tarih boyunca bazı ilahiyatçıların düştükleri hataya biz de düşeriz. Bulduğumuzu sandığımız ilk sebep yanlış olunca, varacağımız “son amaç” da yanlış olacaktır.

Bizler, bulduğumuz “ilk sebep” ve “son amaç” arasına, kendi anlayışımıza göre ilkeler belirlemeye çalışırız. Kendi bulgumuz olan “ilk sebep” ve “son amaç”, her birimiz için farklı olacağından, kuvvetli ihtimal yanlış veya hatalı olacaktır. İlk ve son hatalı olunca, arası için oluşturduğumuz ilkelerin de hatalı olması kaçınılmazdır.

Eğer bizler, bu hatalarımızı fark etmediğimiz gibi, oluşturduğumuz ilkeleri de, “mutlak ilke” şeklinde nitelersek, tamamen yanlışın içerisine düşeriz. Kendimizi içinden çıkılması güç bir kuyunun içerisinde buluruz.

Bilindiği gibi, nasıl sorusu, somut verileri araştırmak içindir. Bilim yaparken sorduğumuz nasıl sorusuna bulmak istediğimiz cevap, somut bir araçtır. Diyelim ki telefon, televizyon, kablosuz internet için araştırma yaparken, bunların iletiminin “nasıl” olduğunu araştırır isek, “onları sultan ayarlıyor” diyemeyiz. Somut bir veriye ulaşmayı bekleriz. Somut verilere ulaştıkça da yeni araçlar oluştururuz. Benzer şekilde meyve ve sebzelerimizin kalitesini verimliliklerini artırmak için, meyvenin nasıl oluştuğunu araştırmak istediğimizde “kral ne canı isterse öyle yapar” diyen birinin cevabı ile çözüme doğru ilerleyemeyiz.

Evrenin yaratılışında ve kâinattaki varlıklarla olayların birbirlerine bağlantısında, sadece somut ilişkiler yoktur, soyut irtibatlar da vardır. Bizler, bazen kafamızdaki sorulara somut cevaplar vermekte zorlanırız. Böyle durumlarda, somut olarak açıklamakta zorlandığımız şeyleri, kendiliğimizden, soyut kavramlarla birbirine bağlamaya çalışırsak, yukarıdaki paragraftaki cevapların durumuna düşeriz. Eğer çözemediğimiz her şeyi “Allah’ın hikmeti” olarak anlatırsak, kendimize göre bir sultan veya Tanrı yapısı oluşturmuş oluruz.

Benzer hataya bir başka açıdan da düşmemiz mümkündür. Bazen bilimin ulaştığı bazı yeni bulguları beğenmeyiz. Beğenmediğimiz bu verileri sırf reddetmek için, olaya kendi fikrimiz açısından yaklaşarak, soyut açıklamalar yapmaya çalışabiliriz. İşte böyle yaptığımızda da kendimize göre bir kral veya Tanrı oluşturmuş oluruz.

Oluşturduğumuz bu Tanrı anlayışı, her insanda farklı olur. Çünkü bizler Tanrıyı, karşılaştığımız ve çözmekte zorlandığımız sorunlarla ilgili olarak, boşluk dolduran bir güç haline getiririz. Her birimizin kafasındaki soruların boşlukları farklı olacağından, Tanrı hakkındaki fikrimiz de farklı olacaktır. Muhtemeldir ki, İbni Arabi, bu yapıyı gözler önüne sermek için, “her insanın kafasındaki Allah tasavvuru farklıdır” demiştir.

Benzer bir hataya, bilimin ulaştığı bulguları başka açıdan değerlendirmeye çalıştığımızda da düşeriz. Bir örnek verirsek: Bilim günümüzde atomların yapıları hakkında bir asır önce bilinmeyen bulgulara ulaştı. Bazen biz, atomların yapılarına bakarak “bak, görüyor musun, Tanrı, ne kadar ince işler yapmış” diyerek Tanrıya itibar kazandırmaya çalışırız. Bu yola girdik mi, daha da ileri gider, bulgulardaki bazı belirsizlikleri dikkate almadan yeni teoriler geliştiririz. Bing-bang teorisi veya evrenin genişleme kuramını geliştiririz. Bunları yaparken bir amacımız da, Tanrıya itibar kazandırmaktır. Bunu yapabilmek için de, kutsal kitaplarla bağ kurarız. Böylece Tanrı fikrinin özünden uzaklaşırız.

Yine yazımızın başlığına dönelim ve Tanrıyı her şeye gücü yeten bir sultan veya kral olarak düşündüğümüzü varsayalım. Bu durumda Tanrıyı, bizim için ya sevimsiz bir şey veya jandarmalıktan başka bir şey yapmayan bir nesne konumuna düşürmüş oluruz. Tanrı bir defa bu hale düştü mü, artık gerisi gelir. Bir kral, nasıl diğer bazı güçlü guruplarla birlikte hareket ederek halk üzerinde baskı kurarsa, Tanrıyı da, halkı korkutarak veya kandırarak sömürmeye çalışan etkin güçlerle birlikte hareket eden bir konuma mahkûm ederiz.

Eğer Tanrıyı bir kral olarak düşünürsek, Tanrı fikrine kökten karşı çıkan ateistlerle aynı konuma geliriz. Ateistler krallık sistemine karşı çıkarken, “dediğim dedik” diyen ve insanlara hak tanımayan bir krala karşı çıkmaktadırlar. Biz de, kralı yani Tanrıyı savunurken, insanlara hak tanımayan bir Tanrıyı savunmuş oluruz. Kralın bu konumuna haklı olarak itiraz eden ateistler de, bu konuyla ilgili fikirlerindeki haklılık payını abartarak “dediğim dedik” anlayışına gelmektedirler. (Ateizmin 20. yüz yıldaki felsefi savunucularının en etkilisi olan Antony Flew, bir gün “yanılmışım Tanrı varmış” deyince, ateistlerin isterik bir şekilde saldırdıkları bir av haline geldi.) Dolayısıyla biz de ateistlere benzeriz ve her yönden hata içerisine düşmüş oluruz.

Eğer Tanrıyı bir kral olarak düşünürsek, bizim özgürlüğümüz olmadığını varsayarız. Eğer özgürlüğümüz yoksa tarihten biz sorumlu olmayız. Hem kendi özel geçmişimizden hem de dünya tarihinden biz değil, Tanrı sorumlu olur. Hâlbuki böyle bir şey düşünmek abesle iştigal olur. Tarihten insanlar sorumludur.

Eğer Tanrıyı bir kral olarak düşünürsek, Tanrıyı bile bir insan gibi görmeye başlayacağımızdan, insanın aşkın yönünü anlayamayız.

Tanrıyı her şeye gücü yeten bir kral gibi düşünmek, insanların birçoğunun, derin düşünme gereğini duymadıkları için farkında olmadan yaptıkları hatadır. Ancak bazı dindar Yahudi guruplar, ısrarlı bir savunmayla, bu anlayıştalar. Onlara göre İsrail milleti, Tanrının kavmidir. Tanrı da, İsrail kavminin kralıdır. Tanrı, sadece Ahit’in Tanrısıdır.

Dindar Yahudilerin bazılarının bu bakış açısı, Tanrıyı her şeye gücü yeten bir kral olarak görmekten daha hatalıdır ve tehlikelidir. Çünkü burada tanımlanan Tanrı, dünyada yaşayan insanların binde biri kadar küçük olan bir gurubun Tanrısıdır. Diğer insanlar, başka bir kralın yani başka bir Tanrının kavmidir. Bu bakış açısı, tarafların hepsi için tehlikelidir. Öncelikle Tanrıyı küçültür, insan hüviyetine düşürür. Tanrıyı, dünyadaki egemen güçlerle işbirliği yaparak, diğerlerini ezen bir konumda gösterir. Sonra İsrail kavminin insanlarını küçültür, onları, kralın kulları konumuna getirir. Ayrıca, İsraillilerin yeryüzündeki diğer insanlarla, olan bağlarını koparır. Kendilerinin bin katı fazla olan dünyadaki bütün insanları, İsraillilere düşman eder. Eğer sadece kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri Ahit’e sahip olamazlarsa, ona layık davranamazlarsa, kendilerini ve iddialarını çürütmüş olurlar.

İnsana hizmet etmeden, Tanrının varlığından bahsedemeyiz. Çünkü bir anlamı olmaz. Tanrının insandaki yansımalarından bahsetmeden, insanı anlatamayız. Çünkü bir nesneden bahsedercesine anlamsızlaşır.

Tanrı, bütün insanların yaratıcısıdır. İnsanlara, Kendisinin özelliklerinden küçük yansımalar vermiştir. İnsanları düşüncelerinde ve davranışlarında özgür bırakmıştır. Bu sebeple, insan bir nesne değildir. İnsanın aşkın bir yönü vardır. Dolayısıyla, yarattığı insanlara böylesine güzel özellikler ve özgürlükler veren, insanları yeryüzünde Kendisinin vekil yöneticisi yapan ve haklının hakkını vermekle görevlendiren Tanrı, bir kral ile kıyaslanamaz.

Dini kategorisine gönderildi | TANRI, HER ŞEYE GÜCÜ YETEN BİR SULTAN MI? için yorumlar kapalı

KANUNİ’DEN SONRAKİ BÜYÜK PADİŞAH II. MAHMUT

 

KANUNİ’DEN SONRAKİ EN FAYDALI PADİŞAH, II. MAHMUT

 

Aslında bu konuma, III. Selim daha uygun olabilirdi. Çünkü II. Mahmut’un gerçekleştirdiği icraatları ilk başlatan o idi. Ama Yeniçeriler tarafından öldürüldü.

III. Selim, 1792 de Nizamı Cedid (Yeni Düzen) ismiyle yeni bir ordu kurdu. Ama bu durumu Yeniçeriler hoş karşılamadı. Şeyhülislam Ataullah Efendi, Sadrazam Hafız İsmail Paşa ve vezir Köse Musa Paşaların kışkırtmasıyla, az sayıda Yeniçeri ayaklandı. Kabakçı Mustafa denilen isyan başlattılar. Naif yapılı Padişah, kardeşkanı dökülmemesi için, Nizamı Cedid kuvvetlerini kullanmadı.

Yeniçeriler, “Moskof oluruz, Yeniçeri olmayız” diye bağırarak yürüyorlardı. Tıpkı günümüzdeki “Keşke, savaşı Yunanlılar kazansaydı da Cumhuriyet kurulmasaydı” diyen bazı insanlar gibi düşünüyorlardı.

Yeniçeriler, Osmanlı Türk Devleti’nin yükselme devrinde, padişahı koruyan Merkez kuvvetleri oluştururlardı. Mohaç Zaferi sırasında sayıları 15.000 kadar idi. Ana kuvvetler, Tımarlı sipahiler ve akıncılar idi. Kanuni, şehzade Mustafa olayından sonra bazı sebeplerle, Yeniçerilerin sayılarını artırmaya başladı. Diğer taraftan, 1595 te Sadrazam Sinan Paşanın paraya aşırı düşkünlüğünden dolayı, Akıncı sınıfı yok olma noktasına geldi. Sonuçta 1600 lü yıllara girildiğinde Yeniçeriler, merkezde olmanın da verdiği avantajla, ordudaki en önemli güç haline geldiler.

Güçlenen Yeniçerilerin ilk icraatları, devletin kurucusunun adını taşıyan padişah II. Osman’ı 1622 de öldürmek oldu. Padişahı bile öldüren Yeniçerilerin öldürdüğü sadrazam ve vezir sayısı tam bilinmiyor. Yeniçeriler, savaşlarda gösteremedikleri kahramanlıkları, padişaha, vezirlere ve halka karşı baskı kurarak örtbas etmeye çalışıyorlardı. Roma Devletinin son dönemlerindeki Lejyonlar gibi olmuşlardı. En büyük destekçileri de, ilmiye sınıfının cazgırları idi. Tıpkı, günümüzde, rüşveti dinde yeri var gibi gösteren, tıpkı kendi dini anlayışlarıyla tıpatıp örtüşmeyen insanların mallarını ve namuslarını gasp etmeyi ganimet kapsamında değerlendiren din ulemasından bazıları gibi.

Kardeşkanı dökülmesinden çekinen padişah III. Selim tahtan indirildi. Yerine, yeğeni IV. Mustafa geçti. Erkek evladı olmayan eski padişah III. Selim, diğer yeğeni şehzade Mahmut ile birlikte sarayda aynı bölgede zorunlu ikamete tabi tutuldu. Bu ortam II. Mahmut’un sonradan yapacağı padişahlığı dönemi için çok faydalı oldu. Yaklaşık iki ay aynı bölgede yaşadıkları için, III. Selim bütün tecrübesini ve düşündüklerini yeğeni Mahmut’a anlattı.

Bu sırada, Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’i kurtarmaya geldi. Ama o da, kendisiyle görüşmeye gelen padişah IV. Mustafa’yı esir etme fırsatını kullanmadı, “mertliğe sığmaz” diyerek ayağına kadar gelmiş padişahı tutuklamadı. Olaylar farklı gelişti. Padişah IV. Mustafa, Yeniçerilere, III. Selim’i öldürttü. Şehzade Mahmut, Cevri Kalfa isimli bir cariyesinin, gelen Yeniçerilere ocaktaki kızgın külleri fırlatması sonucu kazanılan birkaç dakika ile hayatta kaldı. Tam bu anda saraya giren Alemdar Mustafa Paşa onu, padişah ilan etti.

II. Mahmut’un, tahta, böylesine film gibi bir serüven sonucu çıkması, içinde bulunduğu zorlukların göstergelerinden sadece birisidir. Diğer taraftan, içeride, bağımsızlık isteyen Hıristiyan guruplar, her geçen gün güçleniyorlardı. Keyfi hareket eden paşalar engellenemiyorlardı. Dokuz yıldır süren Sırp isyanları bastırılamıyordu. Tepedelenli Ali Paşa kendisini “Yanya Sultanı” ilan etmişti. Bütün bunlar çözüm bekliyordu. Dışarıda ise, durum daha vahim idi. Ruslarla ve Avusturyalılarla sınır savaşları devam ediyordu. Yeniçeriler sınırlara yardıma gitmiyorlardı. İstanbul’dan yola çıkan bir Yeniçeri birliğinin %80’i Silivri’ye varmadan firar ediyordu.

Yani genel duruma bakıldığında, dışarıdan kuşatılmış, içeride cahil kaldığı için din tüccarlarının baskısı altında fakir bir halk vardı.

II. Mahmut, kendisinin ve amcası III. Selim’in yaşadıklarını değerlendirdi ve stratejisini sabırla oluşturdu ve titizlikle uyguladı. Bilhassa Sadrazam yaptığı Alemdar Mustafa Paşanın Yeniçerilerce öldürülmesinden sonra, Yeniçerilerin kendisinden şiddetle şüphe duyduklarını bildiğinden 17 yıl sabırla bekledi.

Bu dönemde Halifelik anlayışını güçlendirerek İslâm Birliği fikrini geliştirmeye çalıştı. Fakat Vehhabilerin başkaldırıları, Mekke’yi ve Taif’i işgal etmeleri üzerine fikrini değiştirdi.

II. Mahmut işe, Yeniçeri ve Kapıkulu teşkilatını kaldırarak başladı. 17 Haziran 1826 da iç savaş olarak nitelenebilecek bir mücadele sonucu, halkın da desteğiyle Yeniçeri Ordusu yok edildi. Bu defa şeyhülislâm Tahir Efendi, Yeniçerilere karşı Sultan Ahmet Meydanında Sancakı Şerifi açtı. Ulemaların ve yüksek medrese öğrencilerinin bir bölümünü sancak altında topladı. Bu olaya Vakayı Hayriye denildi. Yerine, Muhammed’in Muzaffer Orduları (Asakiri Mansurei Muhammediye) adıyla yeni bir askeri teşkilat kuruldu.

Osmanlı Devletinin, kendi ordusunu kendisinin ortadan kaldırmasını fırsat bilen Fransa, İngiltere ve Rusya birleştiler. 20 Ekim 1827 de Navarin’de Osmanlı Donanmasını yok ettiler. Bundan bir sene sonra da Ruslar, Osmanlı Türk Devletine savaş ilan ettiler. Doğuda Bayburt’a batıda Edirne ve Kırklareli’ne kadar ilerlediler.

Osmanlının yeni bir düzenli ordu kurmak için eski düzeni yıkma anlayışı, daha sonra Japonlarda görüldü. Onlar da 1868 de düzenli ordu kurdular. 1877 de Tokugava Şogunluğunu ve son Samurayları yok ettiler. Fakat bu durumu fırsat bilip Japonlara saldırmak için ne bir sebep vardı, ne de bir devlet vardı. Bu durum Japonlar için bir şans oldu.

II. Mahmut’a, Ruslardan sonra bir darbe de, kendisinin Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşadan geldi. Kavalalı, oğlu İbrahim komutasında bir orduyu Osmanlı üzerine yolladı. Osmanlı Ordusu Konya’da yenildi. Kimseden yardım alamayan padişah, mecburen Ruslardan yardım istedi.

İçteki ve dıştaki bütün aleyhe şartlara rağmen II. Mahmut, ıslahat hareketlerinden taviz vermedi. Her zorluğa direndi. Belki uykusuz geceler geçirdi, ama dişlerini sıktı. Kan kustu, “kızılcık şerbeti içtim” dedi. 31 yıllık padişahlığının 17,5 yılında sabır gösteren padişah, kalan 13,5 senede kendisini büyük kılan gelişmelere imza attı. Bu şekilde dirayet göstermesinin sebebi muhtemelen, Rusya Büyükelçisi olan damadı Müşir Halil Rıfat Paşanın şu sözlerine inanmasıdır:

“Eğer Avrupa’ya benzemezsek, Asya’ya çekilmemizden başka çare yoktur.”

Bu anlayışta olan padişah II. Mahmut, Avrupa medeniyetinin tekniğini ve eğitim sistemini, örf ve adetlerimize zarar vermeden almak için çabaladı. Yani Batılılaşma için değil, muasırlaşma için çabaladı. Fakat her yenileşmede olduğu gibi, hızdan kaynaklanan hatalar oldu. Bu hataları kendisine “gâvur padişah” denilmesine sebep oldu.

Padişah II. Mahmut, bir süre Topkapı Sarayında oturmadı. Beşiktaş’ta bir evde oturdu. Saraya, sadece törenler için geldi. İnsanlara tepeden bakmadı.

Padişah, yeni ordu kurma çalışmalarında da, sadece emirler vermekle yetinmedi. Bizzat içinde yaşadı. Bütün bir kışı, Rami Kışlasındaki taş odasında sıradan bir albay gibi geçirdi. Kar, yağmur, çamur demeden askerin başında talime çıktı. Bu davranışlarıyla da, Osmanlı Padişahlarının içerisinde özel bir yeri vardır.

II. Mahmut böyle davranırken, aslında İslâm’ın emirlerine uygun davranıyordu. Bilindiği gibi, İslâm’a göre, yaratılışta, kimse kimseden üstün değildir. Üstünlük, Allah’ın gösterdiği yola uygun şekilde çalışmakla elde edilir. İslâm’da liyakat ve çalışma esastır.

II. Mahmut’un yaptığı ıslahatlardan bazıları şunlardır. Halkın cahil kalmışlığını kırabilmek için, ilköğretimi hem parasız hem de mecburi yaptı. Vilayetlerde rüştiye (ortaokul) açılmasını zorunlu yaptı. İlk Osmanlı gazetesini çıkardı. 14 Mart 1827 de Tıbbiyeyi açtı. Fransızca eğitim veren bu kurumdan yetişen gençler, Avrupa’nın fikir hayatını, gelişmeleri doğrudan öğrenme imkânına kavuştu. Fransızca ikinci dil haline geldi. Bu şekilde yetişen insanlar, II. Mahmut’tan sonra da muasırlaşma mücadelesini devem ettirdiler.

Tercüme hanelerde yabancı eserler Türkçeye çevrilmeye başlandı. 1831 de ilk nüfus sayımı yapıldı, ama sadece erkekler sayıldı. Yurt dışına öğrenciler gönderildi. 1827 de tüfek imalatına başlanıldı. Baruthaneler kuruldu. Buharlı gemiler ve makineler alındı. Harbiye okulu açıldı. Modern anlamda subay yetiştirilmeye başlanıldı.

Bilindiği gibi, 1839 da Prusya, Genel Kurmay Başkanlığında en çok kurmay subay bulunan Avrupa devletiydi. Osmanlıda ise, kurmaylık bilinmiyordu. Yine Prusya’nın Kimya Enstitüleri, Avrupa’nın en iyileriydi. Osmanlı ise baruthaneleri Fransızlara kurdurmuştur.

Anadolu’daki 18 eyalet 4’e indirildi. Valiler, devletin memuru yani mülki amiri konumuna getirildi. Vilayetlerde İl İdare Meclisleri kuruldu. Bu meclisler seçimle iş başına geldi.

Gerek III. Selim gerekse II. Mahmut, yeni kurdukları askeri birliklere ceket ve pantolon giydirdi. Bu uygulama Yeniçerilerin ve dini gurupların şiddetli tepkisini çekti. Hâlbuki ceket ve pantolon eski Türklere ait bir giysi idi.

M.Ö. 5inci yüzyılda yaşadığı düşünülen ve Esik Kurganında bulunan Altın Elbiseli Adam diye anılan bir Türk prensi, pantolon ve ceket giyiyordu. Romalılar, pantolonu Hun Türklerinde görmüşlerdi. Onlardan önce Romalılar, harmaniyelere sarılıyorlardı. Göktürklerin kayalar üzerine yaptıkları resimlerdeki insan şekilleri çizme, pantolon, uzun kaftan, uzun saç ve kesilmiş sakal şeklindedir.

Takdir edileceği gibi, ata rahat binmek, at üzerinde iken rahat savaşmak için pantolon gerekir. Bilindiği gibi, Türklerin ordusunun tamamı süvarilerden oluşur. Romalıların ordusunun çoğu piyade idi.

Şimdi durumu tekrar irdeleyelim. O dönemde devlet, dışarıdan kuşatılmış halde. Devleti koruyacak ordu, savaşta kaçmaya, barışta ise hem devleti hem halkı soymaya başlamışlardı. Halk okur-yazar olmadığı için, dini taassubun ve menfaatçilerin baskısı altında idi. Artan masraflar, azalan gelirler, kapitülasyonlar sonucu fakirleşmiş bir halk ve devlet vardı.  Türk halkı henüz siyaseten rüştünü ispat etme çabasına bile girmemişti.

Burada dile getirmediğimiz daha başka olumsuzluklar da dikkate alındığında, kendimize soralım. Eğer Padişah II. Mahmut bu ıslahatları yapmasaydı, devletin ve halkın durumu ne olurdu? Devlet, II. Abdülhamit zamanına kadar yaşayabilir miydi? 1815 Büyük Avrupa Barışından sonra enerjilerini sömürgelerine yönelten Avrupalılar, Osmanlı Devletini paylaşma hususunda aralarında anlaşsalardı, teşkilatlanmak için halk nezdinde önderleri olmayan bir Türk halkını Anadolu’da bile bırakırlar mıydı?

Elbette bu sorulara net cevaplar verilemez. Çünkü tarihin akışını etkileyen çok sayıda etken vardır. Ama bazı konularda “görünen köy, kılavuz istemez” sözü geçerlidir.

Rus tarihçilerin bazıları, II. Mahmut’u, Türklerin “Deli Petro” onların ise “Büyük Petro”’ dedikleri Çarlarına benzetirler. Bilindiği gibi, Türkler,  II. Mahmut’a “gâvur padişah” demektedirler. II. Mahmut’un yaptıkları Japonya’daki İmparator Mutsuhito’nun gerçekleştirdiği Meiji dönemi ile de karşılaştırılabilir.

Padişah II. Mahmut, tecrübelenmiş haliyle 10 yıl daha yaşasaydı, çok daha köklü değişiklikler yapacağı muhakkak idi. II. Mahmut, Osmanlı Türk Devletinin ömrünü uzatmakla kalmamış, yıkıldığında bile, yerine yeni bir devlet kurulmasının alt yapısını oluşturmuştur.

Bu durum tıpkı, II. Göktürk Devletinde Bilge Kağan’ın, Tonyukuk’un yaptıkları için tarihçilerin söyledikleri “Ama bu yıkılışın önemi yoktu; Türk Dünyasına onu yüzyıllar boyunca hareket halinde tutacak bir atılım kazanılmıştı.” sözüne benzer olmuştur.

Aslında kendimize soracağımız bir başka soru; “II. Mahmut’tan iki asır önce yaşayan II. Osman’ı Yeniçeriler öldürmeselerdi, bazı değişiklikler o zaman başarılsaydı, Osmanlı Türk Devletinin konumu ne olurdu?”

Yazımızın başında II. Mahmut’un ıslahatları yaparken yaptığı bazı yanlışlar olduğunu vurgulamıştık. Muhtemelen kendisine “gâvur padişah” demelerine sebep olan bazı uygulamaları şunlardır: Saray Bandosu kurması, Mehter Marşını kaldırması (Mehter Takımı 1917 de Enver Paşanın yazılı emriyle tekrar getirilmiştir.), saraylarda danslar edilmesi, balolar düzenlenmesi, kız kardeşi Esma Sultan’ın Avrupai giyimli kızı ile birlikte, askeri kışlaları denetlemeye gitmesi, tiyatro kurdurması.

II. Mahmut’un yaptıkları hakkında çeşitli ve farklı fikirler öne sürülebilir. Ama tarihi inceleyen herkesin birleştiği husus, II. Mahmut’un, kendisinden sonra gelen padişahları etkilediği, onların yönlerini belirlediğidir. II. Mahmut’un çizdiği, milli iffet ve haysiyeti koruyarak Batılılaşma anlayışıyla ıslahat yapan bu padişahlara, II. Abdülhamit Han da, yaptıklarıyla genel anlamda, dâhildir. Cumhuriyet dönemi yönetimleri de, II. Mahmut’un ıslahat hareketlerini devam ettirmiştir. Denilebilir ki III. Selim ile başlayan ama ömrü vefa etmediğinden kesintiye uğradığı için II. Mahmut tarafından tekrar başlatılan muasırlaşma yönündeki ıslahat düşünceleri, bu yazının kaleme alındığı 2018 yılında da sürmektedir. Arada yönetime gelen bazı padişahların veya Cumhuriyet yönetimlerinin, dini yönlerinin var olduğunu ifade etmeleri, Batılılaşma yönünde ıslahat yapmayı sürdürmelerine engel olmamıştır.

1826’daki Vakayı Hayriye, yani Yeniçerilerin yok edilmesi ile başlayan bu ıslahatların, iyi veya kötü olduğuna ileride tarih karar verecektir. Fakat sadece 1826’dan günümüze kadar, muasırlaşma çabalarının kesintisiz sürmesi bile, hareketi başlatan padişah II. Mahmut’a, “büyük padişah” denilmesi için yeterlidir.

Genel kategorisine gönderildi | KANUNİ’DEN SONRAKİ BÜYÜK PADİŞAH II. MAHMUT için yorumlar kapalı

EYLEMLERİMİZİN AMACI ÜZERİNE

EYLEMLERİMİZİN AMACI ÜZERİNE

 

Eylemsizlik, yani hiçbir şey yapmama, genelde, korkunun bir tezahürüdür. Dolayısıyla kabul görmeyen bir anlayıştır. Bu sebeple, eylemsizlik, iyi sonuç alınamayan eylemden de kötü olarak değerlendirilir. Ancak eylemin de her çeşidi toplum nezdinde kabul görmez. Bazı eylemler, kısa dönemde kazançlı gibi görülse de, uzun vade açısından bakıldığında, kişinin de yararına olmaz.

Çin dolaylarında 2500 yıl önce ortaya çıkan Taoculuk, insanın eylemlerinin sonuçları hakkında, aşağıdaki fikri yürütür:

“Zenginliği hedef alan eylem beni, ancak, mülk edinmeye götürür; bu mülk edinme sonucu ise, beni, edindiğim mülkün malı, yani esiri haline getirir.

Güçlü olmayı hedef alan eylem beni, fert olarak başka fertlerle karşı karşıya getirerek, şiddet çemberinin içerisine sokar.

Hislerimin verdiği hazzı hedef alan eylem beni, bu hazlar peşinde koşturmanın kulu-kölesi yapar, çünkü her arzunun tatmini, başka arzuları doğuracağından, bir türlü doyuma ulaşamam.

Bu sözde eylemler, tutkularımdan başka bir şey değildir.”

Peki, ne yapmalıyız diye soranlara, Roger Garaudy, Taocuların en ünlü düşünürü Çuang Tseu’dan şu sözleri bize aktarır: “Bilge, insanlara, dışarıdan şöyle veya böyle yapın demez. İnsanlara, dilerlerse takip edecekleri doğru olan şeylerin örneğini verir.”

Her zaman çevremizde bir bilge bulamayabiliriz. Veya çevremizdeki bazı insanların bilge olup olmadıkları hakkında kararsız olabiliriz. Bu durumda bilge aramak yerine, kendimiz karar vermeliyiz. Karar verirken, konu hakkında çok yönlü düşünmeye çalışmalıyız.

Eylemlerimizin niteliği hakkında, Roger Garaudy, Bagavat Gita’lardan Suryia Gita’dan şunları aktarır: “Aşk, bilgiden üstündür. Arzu ve bencillikten arınmış eylem ise, aşktan üstündür. Vedanta’nın bu ilkesini gerçekleştiren kişi, insanların en iyisidir. Çünkü o, kısmi amaçlar için değil, bütünlüğü içindeki eylem uğruna yaşar.”

Demek ki, Hinduizm anlayışında, eylemden el çekmek yani eylemsizlik, fazilet değildir. Fazilet, semeresini ve övüncünü kendimize mal ettiğimiz, bencilce eylemlerden vazgeçmektir. Bir başka deyişle, sonuçlarını kendi nefsimize mal etmeden eylem yapmaktır.

Eylem; şahsi çıkar için değil, zengin olmak için değil, güç elde etmek için değil, sonuçlarından övünmek için değil, hem kendimize hem de insanlığa faydalı olmak için yapılırsa, yapıcı olur. Aksi takdirde yıkıcı olur. Bu yıkıcılığı, sadece kişinin kendisi için olmaz, çevresi ve insanlık için de olur.

Vedanta’nın ilkesini gerçekleştirecek şekilde eylem yapmak çok zordur. Bunu az sayıda insan başarabilir. Bu nedenle, insanların önemli bir kısmının da, güzel işler yapmalarını ve vicdanen müsterih olmalarını sağlamak için, bir orta yol düşlemek gerekir. Orta bir yol için, eylemlerimizi yaparken, kendimize şu soruyu sormalıyız. “Ne yapmalıyım ki, hem benim için, hem çevrem için, hem insanlık için yararlı olsun?”

Bu soruyu, sadece fert olarak değil, kurumlar ve kuruluşlar olarak da sormalıyız. Eğer sorumuzun cevabına göre eylem yaparsak, kendimizi daha huzurlu hissederiz.

Konumuzla ilgili olarak İslâm’ın bakışını, Kur’an’ın bazı ayetlerine bakarak değerlendirmek mümkündür.

Bakara Suresi 143. Ayet: “Ve işte sizi böyle doğru bir yola çıkarıp ortada yürüyen (ümmeti vasat) kıldık ki, bütün insanlar üzerinde adalet numunesi insanlar olasınız…”

Allah, Müslümanların orta yolda ve dosdoğru yürümelerini bekliyor. Bu dosdoğru yoldaki eylemleriyle, bütün insanlar üzerinde adalet numunesi şahıslar olmalarını istiyor.

Eylemin, yani çalışmanın önemini şu ayetle vurguluyor. 53 Necm Suresi 39: “Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur.”

Eylemsizliğin İslâm’da yeri yoktur. Bu hususta, Hz. Muhammed’e (s.a.v.) atfen anlatılan şu hikâye yol göstericidir: “Hz. Peygamber, bir gün bazı sahabeleriyle birlikte yolda yürürken bir insana rastlar. O kişi hiçbir şey yapmadan oturmaktadır. Peygamber selâm vermeden geçer. Geri dönüşünde aynı kişiyi, elinde bir değnekle yerde bir şeyler yaparken görür ve selâm verir. Yanındaki sahabeler, neden giderken selâm vermeyip dönüşte verdiğini anlamak isterler. Hz. Peygamber de, giderlerken boş oturduğunu, gelişlerinde bir şeyler yaptığı için selâm verdiğini söyler.”

Anlatılan bu hikâye gerçek olmayabilir Ama Hz. Peygambere hitap eden aşağıdaki ayetler, bu hikâye ile verilmek istenileni destekliyor.

94 İnşirah Suresi 5: “Demek ki, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”

6: “Evet, zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”

7: “O halde boş kaldın mı, yine kalk yorul.”

Peki, eylemlerimizin amaçları neler olabilir diye Kur’an’a baktığımızda, çok çeşitli ayetlerle karşılaşırız. İnşirah Suresinin 8inci ayeti, hepsinin bir hülâsası gibidir: “Ancak Rabbine yönel.”

Rabbine yönelmek ne olabilir diyerek, ayetlerdeki ifadeleri toparladığımızda, eylemlerimizin amacının “Allah’ın insanlara verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yemek ve haklının hakkını vermek” olması gerektiğini görürüz.

Peki, biz Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl, vicdan ve irademizi kullanmazsak, kendi nefsimize uyarsak ne olur diye baktığımızda da çeşitli ayetler buluruz. Fakat aşağıdaki ayet, öz bir ifadeyle durumu özetlemektedir:

2 Bakara Suresi 209: “Size bunca deliller geldikten sonra yine kayarsanız, iyi bilin ki, Allah çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” Demek ki, zararlı çıkan biz oluruz.

Yazımızda verdiğimiz örneklerden ve konuyla bağlantılı diğer bazı makalelerimizdeki misallerimizden görüldüğü üzere, Taoizm, Hinduizm, Budizm, Antik Yunan Düşüncesi, Eski Türk Dini, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık gibi farklı öğretilerin ve farklılaştırılmış dinlerin bakış açıları arasında, çoğu zaman paralellik vardır.

Hepsinde de eylem, eylemsizlikten üstündür. Sonuçlarından yararlanılmayan eylem, nefsi tatmin için yapılan eylemden üstündür. Adaleti tesis için ve haklının hakkını vermek için korkusuzca yapılan eylem, sonuçlarından faydalanılmayan eylemden üstündür. Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürümeyi hayat felsefesi yapan ve nefsine zulmetmeden, bu amaç uğruna sürekli mücadele edenin eylemi, adaleti tesis ve haklının hakkını vermek için korkusuzca yapılan eylemden üstündür.

Seçim bizim. Sonuçları da bizim.

Allah’ım, bu dünyaya güzel eserler bırakmak isteyenlere, mücadele azmi ver, irade gücü ver, zihin açıklığı ver.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | EYLEMLERİMİZİN AMACI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BİLİM VE BİLGELİK ÜZERİNE

BİLİM VE BİLGELİK ÜZERİNE

 

Bilim, evrende var olan nesneler hakkında bilgi elde etmemizi sağlar. Böylece nesneleri istediğimiz gibi kullanabilmek için teknikler oluşturmamıza imkân verir.

Bilgelik, nesneler ve araçlar üzerinde çalışmaz. Bilge, insani ve ilâhi amaçlar konusunda düşünür. Bilimin oluşturduğu araçları, bu amaca yönelik kullanır.

Bilim ve bilgelik konusundaki en yoğun tartışmalar M.Ö. VI. yüzyılda yapılmıştır. Bu dönemde Hinduizm, Budizm ve Taoizm geniş kitlelere ulaşmıştır. Bu tartışmalar, İskenderiye’ye ve oradan da kuzeye doğru yönelerek, Anadolu’da Ege kıyılarına kadar da ulaşmıştır. İyonyalı Pisagor ve Heraklit, doğudaki bu bilgelik tartışmalarının batıda öne çıkan simalarıdır. Pisagor, İskenderiye’deki fikri ortamlarda bulunmuştur. Sonrasında bugünkü İtalya tarafında yaşamıştır. Heraklit, Efes’te doğmuş ve orada vefat etmiştir.

Ancak günümüz coğrafyasındaki Yunanistan’a tarafına geçildikten sonra, madde ve ruh tartışmalarında bazı sapmalar olmuştur. Yedi Bilgeden sonraki dönemde Yunan düşüncesi, daha çok nesneleri yani somut varlıkları algılamaya öncelik vermiştir.

M.S. VII. Yüzyılın başlarında ortaya çıkan İslâm, insanın ilâhi bir yönünün olduğunu vurgulayarak, insanın bu ilâhi yüzünü korumayı hedef almıştır. İslâm’a göre insan, yeryüzünde Allah’ın halifesi yani vekil yöneticisidir. Görevi bir taraftan doğayı korumak, diğer taraftan da, tabiatı insana yararlı hale getirmektir. Dolayısıyla İslâm, bilgiyi, insani ve ilâhi gayelere göre düzenler. Bilgiyi bu yönlerde değerlendirir. Bu sebeple İslâm, bilimi, bilgelikten ayrı tutmaz. İslâm’da her ikisi, iç içe geçmiş bir birlikteliğe sahiptir.

Bu yapıyı İslâm’ın peygamberinde görmek mümkündür. Hz. Muhammed (s.a.v.) bir yandan hem ticaret yapmış hem savaşlarda ordusuna kumanda etmiş, diğer taraftan da peygamberlik görevini ifa etmiştir. Yani insanlara, insanın ilâhi yönünden bahsetmiş, onların davranışlarını bu minval üzerine yönlendirmiştir.

Peygamberin yeğeni ve damadı olan Hz. Ali, hem büyük bir savaşçıdır hem de büyük bir velidir. Müslüman kitleler arasında en çok takipçisi olan Hanefi Mezhebinin kurucusu kabul edilen Ebu Hanife, hem büyük bir tüccar hem de çok değerli bir âlimdir.

Hindistan Türk İmparatorluğunun kurucusu ve Emir Timur’un beşinci kuşaktan torunu olan Babür Şah, hem askeri, siyasi, idari bir dehadır, hem de çok büyük bir şairdir, ediptir. 1526’da Hindistan’daki İbrahim Ludi’nin 100.000 asker ve 1.000 filden oluşan ordusunu Panipat’ta mağlup etmiştir. Bundan sadece bir yıl sonra, ordusundaki asker toplamı (hepsi süvaridir) 13.500 kişi iken, 100.000 kişilik ve yüzlerce zırhlı filleri olan ortak Hint ordusunu yenmiştir. Her iki savaşta da hem askerlerinin kabiliyetleri hem de Babür’ün askeri dehası galibiyetleri getirmiştir.

Babür Şah’ın, Çağatay lehçesiyle yazdığı şiirleri, bu husustaki en büyük üstat olan Ali Şir Nevai’ye yaklaşır. Hatıralarını yazdığı Babür Name ise Türkçe nesrin harikalarından biridir. Bu nedenle, dünyanın büyük dillerinin hepsine çevrilmiştir.

Bilim ile bilgeliği birbirinden ayırarak değerlendirmek, dünya ile ahireti ayırmak anlamına gelir. Hâlbuki İslâm, dünya ve ahiret hayatını ayırmaz. Birbirine bağlantılı olduğunu sürekli vurgular. İnsanlara yol gösterirken bu vurguya atıfta bulunur. Yüce Yaradan, Kur’an’ında, insanların davranışlarının karşılığını verirken, hayatın bütününü dikkate alarak değerlendireceğini ifade etmektedir. Dolayısıyla dünya hayatı ve ahiret hayatı bir bütünün parçalarıdır. Dünyadaki davranışları, bir insanın, hem dünyadaki kalan ömrünün niceliğini, hem de ahiretteki yerini belirlemektedir.

Bu nedenle, bir insanın yaptığı fiilin dine uygun olup olmadığını değerlendirmek için, hayatın bütünlüğüne olan uyumunu dikkate almak gerekir. Eğer yapılan fiil, hayatın bütünlüğüne uymuyorsa, din dışıdır. Eğer insanın davranışı, hayatın bütününü kapsıyorsa, ilhamını bu bütünlükten alıyorsa, doğrudur, dinidir.

Bilgelikle bilimi ayırmayan İslâm, insanlara tek yönlü tavsiyelerde bulunmaz. Yani yalnız dua etmemizi veya sadece çalışmamızı öğütlemez. İslâm, hem çalışmamızı hem de dua etmemizi tavsiye eder.

İslâm, bilim yapılmasını teşvik eder. Bu hususta diğer kutsal kitaplara göre daha net tavır takınır. İlim ve hikmet üzerine yüzlerce ayet vardır. Bilimi teşvik eden İslâm, bilimciliğin bir din haline getirilmesine karşı çıkar.

39 Zumer Suresi 9uncu ayette “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” diye soran İslâm; hurafelere, zanlara ve boş inançlara karşı çıkar.

49 Hucurat Suresi 12: “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. …”

2 Bakara Suresi 78: “Bunların bir de ümmî kısmı vardır, kitabı bilmezler, ancak birtakım kuruntu yığınına, boş saplantılara kapılır ve zan içinde dolaşır dururlar…”

6 Enam Suresi 148: “… De ki: “Yanınızda bize çıkarabileceğiniz bir bilgi mi var? Siz, sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece saçmalıyorsunuz.”

İslâm, maddeten kalkınmak adına zenginlerin istediklerini yapmalarına karşı çıkar. Helâl olmayan yollardan zengin olarak ulaşılan maddeten kalkınmayı, din dışı kabul eder. Zenginlerden de, fakirlere yardımcı olmalarını ister. Onlara, varlıklarını ihtiyaç sahipleriyle, yoksullarla paylaşmalarını tavsiye eder.

Bütün bunların sonunda şunu söyleyebiliriz: İslâm, bilimi ve bilimde ilerlemek için çaba sarf etmeyi, bilim ve bilgeliği bütünleştirmeyi, helâl yollardan zenginleşmeyi, fakirleri kollamayı tavsiye eder ve sosyal huzuru sağlamayı hedefler.

Genel kategorisine gönderildi | BİLİM VE BİLGELİK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BİLİM VE BİLİMCİLİK

BİLİM VE BİLİMCİLİK

 

Bilim, insanoğlunun, tabiat ve hayat şartlarıyla mücadelesinde başarılı olmasını sağlayan deneysel ve matematiksel yöntemlerin bütündür.

Bilimcilik, bilimin yöntemlerinin etkili sonuçlarını istismar ederek, bilimle ve bilimin gelecekte ulaşacağı varsayıla konumuyla ilgili hurafeler oluşturmaktır.

Bilimcilik, insanda var olan sevgi, iman, inanç, fedakârlık, özgürlük, sanatçılık gibi duygusal yönlerini yok sayarak insanı basite indirgemektir.

Bilimcilik, kendilerini bilim yapıyormuş gibi göstermeye çalışan ve kendi adlarına da konuşmayan felsefecilerin, yeni bir din arayışıdır.

Bilimcilik, bir ölçüye indirgeyemedikleri, düz mantık anlayışlarına sığdıramadıkları ve bir kavram içerisine hapsedemedikleri şeylerin hepsine, gerçek dışı damgası vurmaktır.

Bilimcilik, insanoğlunun zekâsını, sadece servet edinen, alet edevat yapan bir aygıt konumuna düşürmektir.

Bilimcilik, kavramlara, mantığa ve bilimsel kanunlara uygun bulmadığı şeyleri reddetmektir.

Bilimcilik, şairlerin hislerini, ressamların ufuklarını, âşıkların sevgilerini, peygamberlerin aktardıklarını kavrayamayacağından, bütün bunları yok farzetmektir.

Bilimcilik, bilimin ulaştığı bazı bilgilerin sonucunda oluşturduğu kanunların sınırlarını genişletir. Doğada geçerli oldukları ispatlanan kanun ve yöntemleri, insana da uygulamaya çalışır. Dolayısıyla bilimcilik, örneğin, genetikteki bilimsel gelişmeler sonucu oluşan sibernetik kanunları, evrimin geneline ve hattâ insanın evrimine uygulamaktır.

Bilimcilik, La Mettrie’nin “Makine İnsanı” adlı kitabındaki anlatımlarla, bilimin kanunlarını insana uygulamaktır. İnsanı, duygusal bir robot olarak bile değil, doğrudan makine gibi görmektir.

Bilimcilik, bazı strateji teknikleri açısından bilimsel olabilecek fikri akımları, tamamen bilimsel olarak anlatmaya çalışmaktır. Örneğin, sosyalizm bunlardan biridir. Bilimcilik, sosyalizmi tam bilimsel bir olgu olarak sunar. Fakat bir militanın, sosyalizm uğruna hayatını feda etmesi gerektiğini bilimsel yollarla ona anlatıp, onu ikna edemez. Çünkü bu bir inanç işidir. Bu bir tercih meselesidir. Dolayısıyla ikna edilebileceğini iddia eden bilimcilik, kendi dayandığı temelle, yani bilimle çelişir.

Bilimcilik, tutkular üzerinde araştırma yapan birisinin kendisinin de sevgi sahibi olacağını iddia etmektir. Hâlbuki bu araştırmayı yapan kişinin kendisinin sevgi sahibi olması hususu başka bir şeydir. Nasıl tarihi yazan bir araştırmacının tarihin seyrini değiştirmesi beklenmez ise, burada da durum aynıdır. Dolayısıyla bu iddiayı yapanlar yani bilimcilerin diğer konularda olduğu gibi, bu hususta da saçmaladıkları açıktır.

Bilimcilik canlılardaki bazı sonuçları kendi bilim alanlarına uygulamaya çalışmaktır. Örneğin, bilindiği gibi, canlılardaki büyüme, yaratılış kanununun bir sonucudur. Fakat bu temel sebebi dikkate almayan bir iktisatçı, eğer iktisaden büyümenin zorunlu olduğunu iddia ederse, bu durum, bilim yapmak değil, bilimcilik yapmaktır.

Bilimcilik, sevdiği şey uğruna canını feda etmeyi “akılsızlık” olarak nitelemektir. Fakat insanın sahip olduğu aklı kullanarak deneysel çalışmalar yapmak ve bazı yeni bulgulara ulaşmak bilimdir.

Bilimcilik, bilim ile bilgelik arasındaki farkı anlayamamaktır.

Bilimcilik, bilimi, Yüce Yaradan’ın yerine koymaya çalışmaktır. Hâlbuki bir insanın bilimsel araştırmalarla elde edeceği daha çok bilgi, yapacağı buluş, onu, Yüce Yaradan’ın varlığını kabule ve duaya yaklaştırır.

Bütün bu yukarıda saydıklarımız ve akla gelebilecek başka sebepler göstermektedir ki, bilimcilik de bir dindir. Budizm, Hinduizm ve Semavi dinlerin temsilcilerinden, dinci olanların yaptıklarının aynısını, bilimciler de yaparlar. Hurafelere sarılırlar. Dincilerin dinleri düşürdükleri konuma, bilimciler de bilimi düşürürler.

Sonuç olarak bilimcilik, bilimi, halkın afyonu haline getirir. Tıpkı dincilerin, dini yaptıkları gibi olur.

Genel kategorisine gönderildi | BİLİM VE BİLİMCİLİK için yorumlar kapalı

SEVİYORUM, O HALDE VARIM

SEVİYORUM, O HALDE VARIM

 

Yukarıdaki söz, Decartes’ın “düşünüyorum, o halde varım” ifadesindeki eksikliği ortaya koymak içindir. Bu konuda Decartes’tan önce Aristo fikir beyan etmiştir. Aristo’ya göre, insan düşünen bir hayvandır.

Bilindiği gibi, Aristo’nun yaşadığı dönemde Atina’da yaşayanların çoğunluğunu köleler teşkil ediyordu. Atina şehrinin ezeli rakibi olan Sparta’nın ise yaklaşık yüzde doksanının köle olduğu ifade edilir. Aristo’nun kölelere bakışı ise nettir. Ona göre köleler, insan değil, hayvandır. Bu ifadesinden anlaşılan o ki, Aristo, tıpkı kendileri yani insanlar gibi vücutları olan, kendileri gibi yeyip içen yani fiziksel ve biyolojik olarak kendilerine benzeyen kölelerden faklı yönlerini aramış. Sonunda onlardan farklı tarafını, düşünüyor olması olarak belirlemiş.

Düşünür olarak bildiğimiz felsefecilerin bazısı, insanların hayvanlardan farkını, konuşmaları olarak görmüşlerdir. Bu nedenle de, Aristo’nun bakış açısından biraz farklı olarak, “insan, konuşan bir hayvandır” demişlerdir.

Aristo’dan uzun yüz yıllar sonra Decartes, var olmayı, düşünmekle özdeşleştirmiştir. Ona göre, düşünmeyen insan yok hükmündedir. Peki, bir insanın düşünen biri olup olmadığını nasıl anlayacağız? Yüce Yaradan hemen her insana akıl verdiğine göre, ya akıl sahibi olan her şahsı düşünen insan olarak niteleyeceğiz veya sadece bizim gibi düşünenleri, var yani yaşayan olarak kabul edeceğiz.

Decartes’ın sözünün bu cephesi, ayrı bir yazı konusudur. Biz bu makalemizde, yukarıdaki sözlerin başka açılardan irdelemesini yapmaya çalışacağız.

Felsefecilerin yukarıdaki sözleri, insanı basite indirgemektedir. Bu anlayış, insanı biyolojik hücreler düzeni gibi görmektedir. Hücrelerden oluşan insanı, fiziksel bir nesne gibi algılamaktadır. Tıpkı, aralarında onları birbirinden ayıran boşlukların olduğu atomlar şeklinde düşünmektir.

İnsan, gerçekten de, atom gibi, zerre gibi, tektir. Benzersiz bir zerre görünümündedir. Bu haliyle algılanışı, güçsüzdür. Hâlbuki insanda, bazen sınırı bile çizilemeyen güçler vardır. Akarsulardan, çağlayanlardan daha güçlüdür. Okyanusların gel-gitlerinden daha güçlü duygulara sahiptir. Sevgisiyle, nefretiyle güçlüdür. Bilhassa sevgisiyle, okyanus dalgaları gibi güçlüdür. Düşünüyor olması, insanı, çoğunlukla bu güce ulaştırmaz.

Dolayısıyla insan, fizikçilerin tarifindeki atom veya zerre değildir. İnsan, dalgalar oluşturabilecek zerredir. İnsanın oluşturduğu dalgalar, fizikçilerin tanımıyla, damlaların toplamından oluşmuş bir yapı değildir. Damlaların, yani zerrelerin bir araya gelmesinden güç oluşmaz. Gücü meydana getiren, zerrelerin yani insanların arasındaki ilişkiler ve duygulardır. Duygular olmadan güç oluşturamayız. Duygularımızın içerisinde en etkili güç meydana getireni, sevgidir. Nasıl, damlalar dalga oluşturmak için rüzgârın desteğine ihtiyaç duyarsa, insanlar da duygularından güç alırlar. Dalgaların oluşumunda, fırtına veya dipten gelen bir deprem ne görev ifa ederse, insanların güç oluşturmalarında sevgi de aynı görevi ifa eder.

Bazı felsefecilerin, yukarıda bahsettiğimiz insana bakışları, insanı bir “nesne” olarak görmek şeklindedir. İnsanı nesne olarak görürsek, nesnelerin bir araya gelmesinden oluşan topluluk, bir araya gelmiş hayvansal organizmalar konumunda olur. Dolayısıyla hiçbir ciddi güç oluşturamaz. Çünkü bu nesnelerin her biri, kendisi dışındaki bir güce bağlıdır. Eğer, bağlı oldukları güç veya makamdaki kişi de “nesne” gibi ise, durum hepten anlamsızlaşır.

Eğer insanı, biyolojik hücreler düzeni olarak görürsek, toplumu da biyolojik hücreler birliği olarak görmemiz gerekir. Hâlbuki hepimiz iyi biliyoruz ki, toplumlar, biyolojik hücreler birliği değildir.

Fakat şahısları, “insan” olarak yani “ilâhi yüzü olan insan” olarak görürsek, böyle insanların oluşturdukları topluluğun gücünün sınırı tahmin edilemez.

O halde, bir insan, konuşuyorsa ve hattâ düşünüyorsa değil, seviyorsa anlam ifade eder. Bir topluluk, birbirlerini görmeseler bile, duygusal bağlarla birbirlerine bağlanmışsa, güç ifade eder. Çünkü onlar, sahip oldukları ilâhi yüzlerini öne çıkarmışlardır. Onlar düşünceleriyle duygularını birleştirmişlerdir.

Elbette nefret duygusu da, insanlara ve topluluklara güç verir. Fakat onları anlamlı kılmaz.

Sosyal kategorisine gönderildi | SEVİYORUM, O HALDE VARIM için yorumlar kapalı

SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE

SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE

 

Savaş kavramından ne anlaşıldığı hususunda, insanlar arasında fikir farklılıkları çok azdır. Okumuşu okumamışı, genci ihtiyarı, erkeği kadını hepsinin düşüncesi arasında benzerlik vardır. Fakat barış kavramı için aynı fikri birlik yoktur.

Barış konusundaki en yaygın tarif, “savaş olmaması hali” olarak ifade edilir. Hâlbuki savaşın olmadığı ortamlarda barış vardır denilemez. Meselâ II: Dünya Savaşından sonra dünyada barış ortamı oluştu demek, gerçeği yansıtmaz. Nitekim gerçek bir barış ortamı olmadığını bilen düşünürler, SSCB’nin parçalanmasına kadar geçen bu zamanı, Soğuk Savaş dönemi olarak nitelemişlerdir. Dönemin böyle anılmasının esas sebebi, dünya siyasetinde etkili devletlerin, Varşova ve NATO şeklinde iki kampa ayrılmalarıdır. Birbirine zıt olarak nitelendirilen bu devletler, birbirleriyle doğrudan savaşmamışlardır. Fakat aralarındaki düşmanlık hissi değişmeden devam etmiştir. Bu sebeple olaylar, “perde arkası savaşları” şeklinde sürmüştür.

Dönemi Soğuk Savaş olarak nitelememizin sebebi, devletlerin önemli bir bölümünün birbirine zıt iki kampa ayrılması olduğuna göre, SSCB’nin ve Varşova Paktının dağıldığı ve Avrupa’daki “Demir Perde Ülkeleri” olarak nitelenen devletlerin bağımsızlıklarını kazandıkları ortamda Soğuk Savaşın bitmesi gerekirdi. Bitmedi. Sebepleri ve nitelikleri değişerek devam ediyor. Hattâ eskisine göre daha geniş alanda sürüyor.

Nasıl ki, tek parti veya tek adam tarafından yönetilmek istikrar sağlar denilemezse, görünüşte savaşın olmaması, barışın sağlandığı anlamına gelmez. Demek ki, barış, savaşın olmama hali değildir. Doğrudan savaşın olmadığı bir ortamda, eğer adaletsizlik hüküm sürüyorsa, barış olmaz, çatışma olur. O halde, bir yerde barış var diyebilmemiz için, orada adaletin etkin olarak var olması gerekir.

Bir kısım insanların, başkalarını ezdiği ve bir gurubun diğer guruplara da hükmettiği ortamda barış olmaz. O halde bir ortamda barış var diyebilmemiz için, orada birbirini ezmeye değil, birbiriyle kardeş olmaya hevesli insanların ve gurupların olması gerekir.

Yukarıdaki fikirlerimizi desteklemek için, dünyadaki olaylardan, kitaplar dolusu örnekler verebiliriz. Her okuyucu, sırtını geriye yaslayarak şöyle bir düşünse, çok sayıda örnek sıralayabilir.

Bütün bu misallerden ulaşacağımız sonuç şudur: Savaş ve barış önce kişinin içerisinde başlar. Her insan içerisinde hem nefis taşır, hem de ilâhi yansımalar barındırır. İnsanın sahip olduğu bu iki farklı özellik birbiriyle sürekli çatışma halindedir. Eğer, bunlar arasında denge kuramazsak, içimizdeki savaşı dışarıya yansıtırız. Eğer, nefsimizin isteklerini karşılarken ilâhi sınırlar içerisinde kalırsak, bu durum dışarıya barış olarak yansır.

O halde barış ortamını önce kendi içimizde sağlamalıyız. Eğer herhangi bir sebeple başlayan savaş ortamında bile bunu başarabilirsek, savaşın bitmesine vesile oluruz. Savaş sonrasında da gerçek barış ortamının oluşmasına katkı sağlarız. Diğer bir deyişle, savaş sırasında barış ortamının şartlarına uyduğumuz oranda barışı tesis ederiz. Savaş ortamında bile adaletli davranırsak, nefsimize yenilip başkalarını gereksiz yere ezmesek, barışa ulaşmamız kolaylaşır. Kurulacak barış ortamı uzun ömürlü olur.

Günümüzdeki siyasetçilerin ve yöneticilerin çoğunluğundaki anlayış, barış görüntüsü içerisinde savaşmayı tercih etmektir. Bu anlayışın hüküm sürdüğü bir ortamda, yönetilen kişiler barışı tesis etmek isteseler bile, başaramazlar. Bu nedenle yöneticilerin ve halkı önderlerinin içerisindeki kişilerden kendi içerisinde barışı tesis etmiş olanların desteğine ihtiyaç vardır. Eğer bu insanlar yükümlülüklerini yerine getirmeye başlarlar ve barışın şartlarını oluşturmak için çabalarlarsa, Yüce Yaradan’ın onları desteklemesi, insanları ezenleri cezalandırması her an mümkündür

Sosyal kategorisine gönderildi | SAVAŞ VE BARIŞ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İNSANOĞLUNUN ZEKÂSININ GÖSTERGELERİ NELERDİR

İNSANOĞLUNUN ZEKÂSININ GÖSTERGELERİ NELERDİR

 

Başlıktaki sorumuzu, Avustralya’nın yerlileri Aborjinlere sorarsak alacağımız cevap, maddeten kalkınmış veya kalkınmakta olan ülke insanlarınınkinden farklıdır. Aynı soruyu, Afrika’daki ilkel diye nitelediğimiz yerli kabilelere sorarsak alacağımız cevap, yine bizimkinden farklıdır. Fakat muhtemelen, birbirlerinden haberleri olmadan, birbirleri hakkında en ufak bilgileri olmadan yaşayan iki ayrı kıt’adaki yerlilerin verecekleri cevaplar, birbirlerine yakın olacaktır.

Bu soruyu, teknolojinin nimetlerinden yeterince faydalanmadan yaşayan yerli halka sorma imkânı bulan veya onları gözlemleyen insanların anlatımlarından bazı çıkarımlar yapabiliriz. Dolayısıyla onların muhtemel cevaplarını başka bir yazımızda ele alacağız.

Şimdi maddeten kalkınmış veya kalkınma çabası içerisinde olan ülkelerin insanları olarak bu sorulara bizler kendimiz cevap vermeye çalışalım. Çünkü gezegenimizin ve insanlığın geleceği üzerindeki tek etkili gurup biziz. Diğerleri milyonlarca yıldır yaşayan atalarımız gibi yaşamaya devam ediyorlar. Bu sebeple dünyamızın geleceği için ne fayda sağlayabilirler, ne de tehdit unsuru olabilirler.

Günümüz insanlığının en yaygın olan zekâ anlayışı, para kazanmak üzerinedir. Küreselleşen dünyamızda, iletişim araçlarının ulaştığı her yerdeki anlayış budur. Bizim, zeki olarak nitelediğimiz ve başarılı bulduğumuz insanlar, para kazanmasını becerenlerdir. Para kazanamayanlar, başarısız olarak görülür. Hemen her ülkede geçerli olan bir söz, “paran kadar konuş” ifadesidir. Belki de hiçbir söz, bunun kadar dünya çapında yaygın değildir. Dolayısıyla, günümüzde zekânın göstergelerinin başında “para kazanmak” gelmektedir.

Günümüz insanlığının bir başka zekâ göstergesi, “insanlar üzerinde etkili bir gücü ele geçirmeyi” başarmaktır. Her para kazanan insan bu gücü elde edemeyebilir. Bu nedenle, daha çok insana emreden, daha fazla insan üzerinde tesirli olan kişi, daha başarılı olarak görülmektedir.

Yukarıdaki bahsettiğimiz zekâ göstergelerine ulaşabilmek için, insanların izledikleri yolun önemi yoktur. İster doğru düzgün işler yapsınlar, isterse yalanlarıyla bu başarıyı yakalasınlar fark etmez. Hattâ bilhassa kalkınmakta olan ülkelerde, yalanlarıyla insanları parmağında oynatan kişi, daha zeki olarak nitelenir. Bu kişinin, halk deyimiyle “dolandırıcı” olması, onun zeki insan olarak görülmesini değiştirmez. Zengin insanları veya en üst makamlardaki birilerini dolandırmayı başaranlar, daha zeki olarak görülürler. Dolayısıyla, günümüzde zekânın göstergelerinden biri de, yalanlarıyla da olsa, gemisini yürütebilmektir. Yalanlarıyla, halk yığınlarını peşinde koşturmaktır.

Günümüz insanlarının birçoğunun nezdinde zekânın göstergesi, makine veya aletler yapmaktır. Bunları yapan insanın ayrıca para kazanıp kazanmadığına bakılmaksızın, onun zeki olduğuna hükmedilir. Patent veya faydalı model sahibi olmak, o insanın zeki olarak tanımlanması için yeterlidir. Elbette bunlara ilaveten para kazanırsa, toplum nezdindeki zekilik göstergesinin seviyesi artar.

Yukarıdaki göstergelerle ilgili anlayışlar, bizim bu hususlarda genelleştirme yapmamıza izin verecek kadar yaygındır. Fakat en yaygın zekâ göstergesi, doğa üzerinde etkili bir gücü ele geçirmeyi başarmaktır. Bazı tabii felâketler olan sel, yangın, zelzele gibi hususlarda etkili tedbir alanlar, maalesef, zeki olarak pek değerlendirilmezler. Fakat tarımsal ve hayvansal üretimdeki verimliliği artıracak şekilde tohumların GDO’ları ile oynayanlar, hormon kullananlar, daha zeki olarak görülürler. En azından, kendilerinin çok zeki olduklarını düşünürler. Bunda da haklıdırlar. Komşusunun tavuğu, 8-10 ayda kesilecek hale gelmezken, sadece 30-40 günde kesime tavuk gönderen kişi, kendini elbette zeki olarak görecektir. Komşusunun kırlarda yayılan ineği 200 kg gelmezken, kendi beslediği hayvanları 1000 kg gelen bir çoban, kendisini zeki olarak görmekte haklı duruma gelmektedir. Yaptığı bir buluşla, tabii afet konularında bir tedbir geliştirmediği halde, sel geçiş yolları üzerindeki arazisini imara aldırıp, binalar yapan kişi zeki, yapmayan beceriksiz olarak algılanmaktadır.

Yazımızın başlığıyla ilgili olarak verilebilecek örnekler çoktur. Okuyucuların, benim verebileceğim örneklerden daha fazlasını verecekleri kesindir. Bizim bu yazıdaki amacımız, insanlığın gidişatı ile ilgili olarak, insanları düşünmeye sevk etmektir. Zekâ anlayışımız, hepimizi, sadece kendini düşünen bir “bencil” haline getiriyor. Başka insanları ezmek, başarı sayılıyor.

Eğer insanların birbirlerini kandırmalarından, sahtekârlıklardan, aldatılmaktan, ezilmekten, ezmekten, yepyeni amansız hastalıkların ortaya çıkmasından, her an çıkması muhtemel bir büyük savaşın insanlığın sonunu getirme ihtimalinin güçlü olmasından memnun isek, zekâ anlayışımızı değiştirmeyelim. Devam edelim.

Eğer, bunlardan memnun değilsek ve insanlığın geleceğini güzelleştirmek için gayret sarf etmek istiyorsak, işe, zekâ göstergesi anlayışımızı değiştirmekle başlamalıyız.

Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANOĞLUNUN ZEKÂSININ GÖSTERGELERİ NELERDİR için yorumlar kapalı

DİNİMİZİ DEĞİŞTİRMEYİ DEĞİL, İLK KAYNAKLARINDAN BESLENMESİNİ HEDEFLEMELİYİZ

DİNİMİZİ DEĞİŞTİRMEYİ DEĞİL, İLK KAYNAKLARINDAN BESLENMESİNİ HEDEFLEMELİYİZ

 

Günümüzde geniş kitlelerin kabul ettiği dinler, Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm ve Budizm’dir. Bunların ilk üçü vahye dayalı, tek yaratıcı olan Allah’ın peygamberleri aracılığıyla insanlara yaptığı yol göstericiliğine dayanır.

Diğer ikisi vahye dayalı olarak bilinmez.  Fakat bu öğretileri inceleyen bazı İslâm mutasavvıfları, her ikisini de vahye dayalı olarak kabul etmişlerdir. Konunun böyle anlaşılmasındaki en önemli amil, Biruni’nin Hinduizm ile ilgili eserleridir. Bilindiği gibi, çağının en ünlü bilgini olan Biruni (973-1050), Gazneli Mahmut’un Hindistan seferleri sırasında onunla birlikte seyahat etmiştir. Hindistan’da kaldığı sürece Sanskritçe de öğrenen Biruni, Hinduizm’in ilk kaynaklarından istifade etmeye gayret etmiştir. Onun yazdığı eserler, İslâm âlimleri tarafından uzun süre kabul görmüştür. İlaveten araştırma yapılmamıştır.

Kökleri belki de dört bin yıl öncesine dayanan Hinduizm’in ilk yazılımları, Veda’lardır. M.Ö VII-VI. yüzyılda yazılan ve bazı farklı bakışlar içeren Upanişadlar, Vedaların içerisinde önemli bir yer işgal ederler. İslâm mutasavvıflarının bazısı, bu eserlerdeki bazı şiirleri Kur’an ayetleriyle karşılaştırdıklarında, arada benzerliklerin çok olduğunu görmüşlerdir. Benzerliklerin çokluğu, mutasavvıfları, Vedaların vahye dayalı olduğuna ikna etmiştir.

Benzer durum, Budizm için de söz konusudur. Bilindiği gibi Budizm, Hindistan’da doğmuştur. Başlangıçta, Hinduizm’in bir kolu olarak değerlendirilmiştir. Çünkü Budizm’in kurucusu kabul edilen Gautama Prensinin oğlu olan Siddharta’nın amacı, değişime uğradığını düşündüğü Hinduizm’de reform yapmaktır. Konuşmalarında genellikle Hinduizm’in ilk kaynaklarına atıf yapmıştır. Dinin getirildiği şekilsel törenlere itiraz eder. Âlemin ilksiz ve sonsuz olduğu, sonlu-sonsuz ilişkileri gibi metafizik konulara girmez. Bunların insanlara bir faydasının olmadığını düşünür.

Hindistan’da Upanişadların yazılımının tamamlandığı M.Ö VI. yüzyılda dünyaya gelen Siddharta’nın (M.Ö.560-480) öğretileri olan ve dine adını veren Buda (aydınlanmış, bilen), yaklaşık üç asır sonra imparator olan Asoka sayesinde, Hindistan sınırlarının dışına yayılmaya başlamıştır. Budizm’in öğretilerini benimseyen imparator, ülkenin her yanında Buda’nın ahlâkını uygulamanın gayreti içerisine girmiştir. Bununla da yetinmeyerek yetiştirdiği insanları, dini yaymaları için doğuya ve batıya elçi gibi göndermiştir. Asırlar sonrasında gelen İslâm mutasavvıflarının bazısı, Budizm’in öğretilerini okuyunca, Buda’yı yani Gautama Siddharta’yı, peygamber olarak değerlendirmişlerdir.

Dinlerdeki gelişimlerle ilgili olarak her okuyucunun az ya da çok bilgisi olduğu kesindir. Biz de bu sitede yayınladığımız birçok makalemizde bu hususlardaki fikirlerimizi ifade etmiştik. Bu sebeple, konuyu çok kısa olarak ele almakla yetinerek, yazımızın başlığına dönelim.

Yukarıda zikrettiğimiz beş dinin (Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık) mensubu olan insanların önemli bir bölümünün hemfikir oldukları hususlar, iki başlıkta toplanabilir.

Birincisi, bütün dinlerin çıkış amacının insanları güzelliğe, erdemli davranışa, ahlâklı olmaya davet ettiği düşüncesidir.

İkincisi, bütün dinlerin anlatımlarının bozulmaya uğradığı, şekilsel törenler şekline büründüğü,  halkı ilgilendirmeyen ve anlamsız metafizik tartışmalara dönüştüğü inancıdır.

Konuya bir başka bakış açısından yaklaşmaya çalışalım. Bilindiği gibi, su, şekilsizdir. İçine girdiği kabın şeklini alır. Eğer kap renkli ise, dıştan bakılınca, su, o kabın renginde imiş gibi görünür.

Dinleri, su ile karşılaştırırsak, bütün dinler aynıdır, su gibidir. Dünya üzerindeki suların aralarında ne kadar fark varsa, dinlerin ilk çıkışlarındaki saflıkları arasında da, o kadar fark vardır. Fakat zamanla su, değişik kaplara konuldukça, dıştan görünüşte farklı algılanır.

Roger Garaudy’nin “Yaşayanlara Çağrı” kitabında aktardığı, İslâm mutasavvıflarından Hallac-ı Mansur’un (858-922) şu sözleri, yukarıdaki bakış açılarını ve hattâ çözümü bir araya toplamış gibidir:

“Çeşitli dinleri derinden incelediğimde, onların tek bir kökün saldığı birçok dal budak olduğunu gördüm. Dolayısıyla bir insandan falan dini kabul etmesini isteme, çünkü bu onu ana kökten koparıp ayırır. Bu ana kökün gelip onu bulması gerekir.”

Hallac’ın sözlerinden benim anladığım şunlar. Dinlerin dallarının köke dönmeleri beklenmemelidir. Kökün dalları beslemesi sağlanmalıdır. Aynı kökten beslenen dallar, birbirinden farklı şeyler üretmezler, birbirleriyle zıtlaşmazlar. Aynı kökten beslenmeleri onları birbirine karıştırmaz. Aksine birlikte güçlenirler. Ancak dallardan çıkan tali dallar ne kadar çok olursa, dallar güçsüz olur.

O halde, yapılması gereken, insanlardan dinlerini değiştirmelerini istemek değildir. Elbette kendiliğinden din değiştirmek isteyeceklere de bir şey denilemez. Fakat yapılması gereken, insanların, değişerek tanınmaz hale gelen dinlerin ilk kaynaklarından beslenmeleri için gayret sarf etmektir.

Bunu yapabilmek pek kolay değildir. Çünkü ilk kaynaklar ya tahrif edilmiştir ya da yazının dillerini bilen pek yoktur. Değişmeyen tek kaynak, Kur’an’dır. Ancak insanlardan Kur’an’ı kendi dillerinde okuyanlar çok azdır. Onlar da bazı yanlış tercümelerden dolayı, zorlanmaktadırlar. Kur’an hakkında yorum yapan din insanları da, yorumlarını Kur’an dışındaki kaynaklara (hadis, icma, kıyas, gelenek, tercih vb) dayanarak yaptıklarından, birbirlerinden çok farklı anlamlara ulaşmaktadırlar. Bu durum insanların kafalarını karıştırmaktadır. Çok daha kötü sonuçlar doğurmakta ve aynı dine inanan insanları bile, birbirleriyle sürekli çatıştırmaktadır. Bu duruma gelmiş insanların diğer dinlere bakışları ise, onları yok hükmünde veya düşman olarak görmek şeklinde olmaktadır.

Bu sebeple, dinlerin ilk kaynaklarındaki saflığı, insanlara aktaracak ve otorite olarak kabul görecek kurumlar kurulana kadar, şahıslar şöyle bir yol takip edebilirler.

Olayları ve konuları anlamaya çalışan bir kişi, karşılaştığı olayları karşısındakinin vicdanıyla görebilmeye uğraşmalıdır. Sonra, konuları kendi vicdanıyla düşünebilmelidir. Bunlara ilaveten, her davranışını oluştururken, bu düzenin bir yaratıcısı ve kurucusu olduğunu, bunları bizim istifademize sunan bir Yüce Yaradan’ın varlığını ve bu Yüce Yaradan’ın insanların hepsini gözleyerek, yaptıklarından haberdar olduğunun şuuruna varmalıdır.

Dini kategorisine gönderildi | DİNİMİZİ DEĞİŞTİRMEYİ DEĞİL, İLK KAYNAKLARINDAN BESLENMESİNİ HEDEFLEMELİYİZ için yorumlar kapalı

İNSANLIĞIN HÂKİM OLDUĞU TOPLUM OLUŞTURMAK

SİYASETİN GERÇEK AMACI, İNSANLIĞIN HÂKİM OLDUĞU TOPLUM OLUŞTURMAKTIR

Konumuzla bağlantılı olarak bu sitede yayınladığımız bir makalemizin başlığı “Küresel Uygarlığın Temelinde İnsanlık Oturmalı” şeklinde idi.

Bu sitede daha önce yayınladığımız, “Medeniyet ve Kültür” başlıklı yazımızda sosyologların tanımlarını irdeledikten sonra şöyle demiştik: “Dolayısıyla medeniyet; manevi değerler olan hislerin, anlayışların, düşüncelerin; akıl, ilim, bilgi, teknoloji ile desteklenerek hayata geçirilmesidir.”

Aynı yazımızda, Fahri Küpcü’nün bu konudaki tarifini de şöyle aktarmıştık: medeniyet; “insanların ruhen yükselmeleri ve eşyaların bu yükselen insanlara layık olabilecek kadar mükemmelleşmesidir.”

Medeniyetteki ilerleme halka; müzik, edebiyat ve yemek alanında çeşitliliğin olduğu, insanların duygularını dile getirebileceği şekilde farklı yapılara hitap ederek ve edep içerisinde ifa edilerek yansımalıdır.

Yukarıdaki tanımlara bakarsak, politikacılardan medeniyet oluşumunu sağlamalarını beklememiz yanlış olur. Çünkü siyasetçilerin kişilere bakışı, “insan” değil, “nesne” veya “yolunacak kaz” anlayışındadır. Dolayısıyla, insanlığı esas alan yepyeni bir toplum oluşturmaya çalışmaları, menfaatlerine ters gelir.

Toplumları yeni bir anlayışa yönlendirmesi beklenenler; bilim insanları, sanatkârlar, gerçek din insanlarıdır. Fakat bu guruplar tek başlarına başarılı olamazlar. Bunlara hem halkın ileri gelenleri hem de politikacılar destek vermelidirler. Siyasilerin çoğunluğunun günümüzdeki uygulamalar ise, destek vermek değil, engelleme yönündedir.

Takdir edileceği gibi, yeni bir toplum sistemi oluşturabilmek için, önce eskisini yıkmak gerekir. Eski sistem tamamen yıkılmadan yenisi vücuda getirilemez. Dolayısıyla bu yeniliği politikacıların yapması çok zordur. Siyasilerin büyük çoğunluğunun hedefi “oy” almaktır. Oylarını artırmaları için, iktidardakiler toplumun içerisinde bulunduğu durumunu övecek, muhalefettekiler ise yerecektir.

Toplumların durumları ne iktidarın anlattığı gibidir, ne de muhalefetin aktardığı gibidir. Her ikisinin söylemlerinde gerçeği yansıtanlar olduğu gibi, tamamen ters olanlarda vardır. Dolayısıyla, her iki taraf da, kendi düşüncelerinin gerçek olduğuna halkı inandırabilmek için mutlaka yalan söyleyeceklerdir.

Bilhassa kalkınamamış ülkelerde muhalefet partileri iktidara gelirlerse, halka ilk söyleyecekleri söz, “enkaz devraldık” olacaktır. Herhangi bir konuda kendi hataları olduğunda, kabahati eski yönetime atacaklardır. Yani, yeni iktidara gelenler de, sistemi yalanlar üzerine kuracaklardır.

Yalanlar üzerine kurulacak yeni bir toplum sistemi, eskisinin aynısı olur. Değişen sadece yöneticilerdir, yani egemen konumunda olan insanlardır. Her değişen yeni egemen, eski egemenlerin taktiklerinin benzerlerini uygular. Böylece hiyerarşik düzendeki bozukluk aynen devam eder. Tam bir kısır döngü oluşur.

Bu kısır döngüden çıkmak için, kökten bir değişim şarttır. Değişimi yapabilecek olanlar, kurulması istenilen yeni toplum düzeninin istediği insan anlayışına uygun olanlardır. Kendileri farklı yapıda olanlar, bu değişimi başaramazlar. Onlar sadece ”mış gibi” anlatırlar.

İnsanlara “nesne” olarak bakanlar, yeni toplum düzenini kuramazlar. İnsanları “insan” olarak değerlendirenler kurabilirler. İnsanlarla gösteriş için istişare ediyor görünenler, yeni düzeni kuramazlar. İnsanlarla gerçek anlamda istişare edenler kurabilirler.

Makam ve mal hırsında olanlar insani ilişkilerin etkin olduğu bir toplum oluşturma gayretini bile gösteremezler. Halka hizmetin, Hakka hizmet olduğuna kalpten gelen bir şekilde inananlar, beklentilerini halktan değil, Haktan umanlar yeni bir insani toplum oluşturma yolunda ilerleyebilirler.

Eğer halkın önderleri içerisinde, “insani” ölçülere göre hareket edenlerin çabaları yetersiz kalırsa, düzgün yapıdaki politikacılar da, değişimi başaramazlar.

Eğer halkı dini bilgilerle aydınlatması gerekenler, dinlerinin gereklerini değil, kendi menfaatlerini esas alırlarsa, değişimi başaramazlar.

Tarih içerisinde böyle köklü değişimi başaran bazı toplumlar olmuştur. Müslümanlığın çıkışındaki Medine Toplumu, bunların başında gelir. Bu toplumun attığı temeller, geçmiş hiçbir devlet başarıları olmayan köylü Arapların çok kısa sürede imparatorluk kurmalarına sebep olmuştur.

Bu konuda diğer bir örnek, II. Göktürk Devleti’nin kuruluşudur. Yöneticilerin fikirlerinin anlatıldığı 730’lu yıllarda yazılan Orhun Anıtlarında şöyle denilmektedir: “…Bunca milleti, bunca ülkeyi düzene soktum. Oralarda artık kötülük yoktur, kargaşalık yoktur.”. Bilge Kağan da yazıtlarında şunları söylemektedir: “Ben, hali vakti yerinde bir millete kağan olmadım! İçeriden yiyeceksiz, dışarıdan giyeceksiz, güçsüz kalmış, yoksul bir millete kağan oldum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile sözleştik. Babamızın kazandığı millet adı, millet sanı yok olmasın diye. Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile iki Şad (Yabgu’ya yani hakan yardımcılığına eş bir unvan) ile ölesiye, bitesiye çalıştım. Toplanan milleti ateşe suya düşürmedim.”

Hakanla kardeşi bu inançlarla çalışınca, halk da onlara ayak uydurdu. Öylesine köklü değişiklikler oldu ki, tarihçiler II. Göktürk Devleti’nin yıkılışı için, “Ama bu yıkılışın önemi yoktu; Türk Dünyasına onu yüzyıllar boyunca hareket halinde tutacak bir atılım kazanılmıştı.” diyerek yapılanların önemini vurguladılar.

Günümüz yöneticileri, yukarıda verdiğimiz veya tarihte görülen başka örnekleri kendilerine rehber edinerek, Hak ve Adalet yolunda halka hizmete için ciddiyetle yürümeye başlarlarsa, halkın da önemli bir kısmı onlara uyacaktır. Böylece insani anlayış temeline dayanan yeni bir toplum oluşturulabilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANLIĞIN HÂKİM OLDUĞU TOPLUM OLUŞTURMAK için yorumlar kapalı