DÜNYA, BİR HÜRMET VE MUHABBET BUHRANI İÇERİSİNDE

DÜNYA, BİR HÜRMET VE MUHABBET BUHRANI İÇERİSİNDE

 

Yeni kelimelerle ifade edersek, dünya, saygı ve sevgi buhranı içerisindedir. Önceleri maddeten kalkınmış olan Batılı devletlerde başlayan bu buhran, dünyamız küreselleştikçe, her tarafa yayılıyor.

Sevgi ve saygı azaldıkça, insanların birbirine olan güvenleri çok daha hızla azalıyor. Ortam güvensiz hale geldikçe, insan yalnızlaşıyor. Kişinin çok zenginlemesi veya en üst makamlara gelmesi, onun yalnızlığını gidermiyor. Aksine, kendi kendisiyle kalıp düşünmeye başladığında, eskisine göre daha da yalnızlaştığını hissediyor.

Yalnızlaşan insan, çareyi nefsini tatmin ederek arıyor. Fakat kendi bencilliğinin peşine düştükçe, kimseyi sevemez hale geliyor. Sevmeyen insanı da kimse sevmiyor. Çünkü sevgiyi ancak, dostluk oluşturur. Dostluk duygusu, güzellik arayışıdır. Her insanın kalbinde güzellik gizlidir. Dost bulmak isteyen, önce kendi kalbindeki güzelliği hayatına yansıtmalıdır.

Kalbindeki sevgiyi hayatına yansıtan insan, iç dünyasında huzur bulur. Kendi kendisiyle barışık hale gelir. Kendisiyle barışık olan bir insanla dost olmak isteyenler her zaman bulunur. Dolayısıyla, huzurlu insan hemen dost sahibi olur. Dostlarıyla muhabbetini artıran insanın kalbindeki sevgi giderek büyür. Kalbindeki sevgi arttıkça, bencillik kalpte yer bulamamaya başlar.

Bu sitedeki zenginlik üzerine yazdığım makalelerimde, bu dünyada çekilen azap konusundaki fikirlerimi şöyle ifade etmiştim. Bu dünyada çekilen azapların en önemlisi, hiç kimseye güvenemediğin için dostunun olmamasıdır. Kendisi için ölüme isteyerek gidecek bir dostu olmayan insandan daha fakir kimse yoktur.

Kendisine sevgi duyulmayan, sözü sadece parasına geçen bir insan, parasıyla başka insanlara her şeyi yaptıracağını zanneder. Ama para ile iş yaptırmaya çalıştığı insan, ya bir başkası daha fazla verdiğinde ya da kendisi için hayati bir tehlike gördüğünde, hemen taraf değiştirir. Böyle bir ortamda, zenginin sözü parasına da geçmez hale düşer.

Dostu için fedakârlık yapmayan kişiye, başkaları fedakârlık etmez. Dostu için hakkından feragat etmeyen insana, kimse hakkından feragat etmez. Belki bir süre bunları yapanlar olur. Fakat bir süre sonra karşısındakinden aynı davranışı göremeyen insan, hemen fedakârlık yapmaktan vazgeçer. Çünkü dostluğun oluşması için gerekli şartlardan birisi, ahde vefadır.

İnsanlar arasındaki sevgi bağını oluşturmanın şartlarından birisi de, karşılık beklemeden yapılan yardımdır. Kendisinden karşılık istenmeden yardım alan kişinin kalbindeki sevgi yüzüne yansır. Yüzüne bakan ondaki mutluluğu görür. Mutluluk ve sevgi bulaşıcıdır. Arada temas olmasa bile, hemen karşıdakine geçer. Ama arada fiziki temas olursa daha sağlam bağlarla geçer.

Bir insanın dost sahibi olabilmesi için, öncelikle arkadaş sahibi olması gerekir. Dostluklar, arkadaşların birbirlerini bir süre denemelerinin sonunda oluşur veya oluşmaz. Deneme süreleri insanlara ve şartlara göre değişir.

Bu nedenle arkadaşlar insan hayatının yönünü belirlemede önemli mihenk taşlarıdır. Dünya üzerinde genel kabul görmüş bir söz vardır: “İnsanları eşleriyle veya çocuklarıyla değil, arkadaşlarıyla değerlendirmek gerekir.” Bu anlatım, her zaman böyle olmasa bile genel anlamda doğrulanabilecek bir sözdür.

İnsanın arkadaşlarının yapılarıyla yargılanmasının sebebi, kişinin arkadaşlarını kendisinin seçmesidir. Bir insan eşini de kendi seçmiş olabilir, fakat eş değiştirmek arkadaş değiştirmekten çok daha zordur. Dolayısıyla mecburi bir sebeple başlamış olan bir arkadaşları değiştirmek daha kolaydır. Bazen şartlar değiştirmemizi zorlaştırabilir. Ancak bu konuda irade gösterildiği takdirde, büyük oranda değiştirebiliriz.

Göstereceğimiz iradenin yönü, bizim sadece bu dünyadaki hayatımızı etkilemez. Ahiret hayatımızı da etkiler. Kötü bir arkadaş, bizi bu dünyada huzursuz bırakmakla kalmaz, bizim, ahiret hayatında cehenneme gitmemize de sebep olabilir. İyi bir arkadaş ise, hem dostluk kurarak huzur bulmamıza hem de cennete gitmemize vesile olabilir.

Aslında bütün bunların temelinde bizim tüketim anlayışımız yatar. Biz sadece ihtiyacımızdan dolayı tüketiyorsak, arkadaş ve dost bulmamız kolaylaşır. Çünkü kalan maddi gücümüzle insanlara yardımcı olacağımızdan, çevremizle sevgi bağı kurarız. Fakat gösteriş için tüketim yapıyorsak, dostsuz kalma ihtimalimiz çok yüksektir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜNYA, BİR HÜRMET VE MUHABBET BUHRANI İÇERİSİNDE için yorumlar kapalı

ÇOK PARA KAZANANLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ

ÇOK PARA KAZANANLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ

 

Tarih boyunca en kazançlı işler, her zaman için yasal olmayan alanlardan elde edilmiştir. Bu durum günümüzde de geçerlidir. Fakat biz ekonomik sistem açısından, yasal olan işlerin durumlarını irdeleyeceğiz.

Günümüzde en çok kazananlar, finans sektöründe, spor dünyasında ve müzik âleminde çalışanların arasından çıkmaktadır. Bazı ülkelerde kısa süreli olarak başka alanlarda da kazançlar diğerlerine göre fazla olabilmektedir. Ancak bizim ifade ettiğimiz üç alan, dünyanın genelinde geçerlidir. Ülkelerdeki büyük şirketlerin bilançolarına baktığımızda, gelirlerinin çoğunun, üretimlerinden değil, “sair gelirler” olarak niteledikleri faiz-döviz-borsa konularından elde edildiğini görürüz.

Üretimlerinden kazanan firmaların durumunu incelediğimizde, kazançlarının iki temel sebepten birisinin veya ikisinin birden olduğunu anlarız. Ortada ya haksız rekabet vardır, yani alanlarında en etkili üretici olmuşlardır, ya da devleti yönetenlerle birlikte hareket ederek yapmadıkları işin parasını alıyorlardır. Bazen en etkili firma olunamayabilir. Bu durumda konularındaki diğer firmalarla ortak hareket ederek, haksız kazanç sağalabilirler.

Finans sektöründe çalışanlar içerisinden daha çok kazananlar, borsada hisse alım satımı yapanlardır. Bu alanda çalışanları, özel bankalardaki ücretliler takip eder. Sporcular içerisinden daha çok para kazananlar; futbol, beysbol, basketbol gibi alanlardaki sporculardır. Bu sahalarda en başarılı olarak görülenler, topu, rakip takımın kalesinin veya potasının içerisine daha çok atabilenlerdir. Müzik dünyasında daha çok para kazananlar ise, pop ve rock gibi pek bir anlamı olmayan ama hareketli sahne müziği yapanlar arasından çıkmaktadır.

Yukarıda saydığımız alanların çok kazananlarının ortak özellikleri, topluma ve bireylere katkılarının, diğer sahalarla kıyaslandığında, çok daha az olmasıdır.

Bu insanlar kazanırken, toplumun içerisinde bir yerlerdeki insanlar kaybediyorlar. Hem de kendileri elle tutulur gözle görülür bir şeylere sahip olmadan kaybediyorlar.

Finans sektörü içerisinde kurumsal olarak kazanan bir başka alan bankacılıktır Bankaların kazandıklarının toplamının en az yarısını, vatandaşların kayıpları oluşturuyor. Geri kalan yarısının sebebi de, hizmetlerinin pahalıya yapılmasıdır.

Demek ki, yukarıda saydığımız ve çok kazandıran imkânlar sunan alanlardakiler kazanırken, vatandaşlar ve insanlar kaybediyorlar.

Hâlbuki üreticilerin durumu böyle değil. Hattâ tam tersi. Bir üretici kazanırken toplumun bir yerlerinde başka insanlar da kazanıyorlar. Bir üreticinin üretimini satanlar, nakledenler ve kullananlar da kazanıyorlar. Bazen üreticiden daha fazla kazanıyorlar. Sonuçta üretimden son tüketiciye kadar konuyla bağlantısı olan hemen her insan kazanıyor.

Kendileri kazanırken başka insanları da kazandıran bir başka alan, bilimsel araştırmalardır. Bilimsel araştırmalarda sonuç almak zordur. Fakat bir araştırma başarılı olduğunda, toplum da kazanıyor. Bu konularda yapılan incelemelerden elde edilen ortalama sonuç şöyle; bir bilimsel araştırma sonuç alır ise, araştırmacılar bir birim kazanıyorlarsa, toplum beş birim kazanıyor.

Okuyucularımızın, bizim burada çok kısa olarak verdiğimiz örnekleri, genişleterek çok daha güzel sonuçlara ulaşacaklarına inanıyorum. Bu sebeple devamını okuyucularıma bırakıyorum. Biz burada konunun önemine dikkat çekmek istedik. Hükumetlerin uygulayacakları, vergilendirme, ücretlerin belirlenmesi ve destekleme gibi konularda topluma fayda hususunu dikkate almalarının gerekli olduğunu göstermeye çalıştık.

Ekonomi kategorisine gönderildi | ÇOK PARA KAZANANLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ için yorumlar kapalı

HER DİN, BİR HAKİKAT SÖYLEMİYLE ORTAYA ÇIKMIŞTIR

HER DİN, BİR HAKİKAT SÖYLEMİYLE ORTAYA ÇIKMIŞTIR

 

Her yeni din, eskisinin tahrif edildiğini ve oluşan yanlış fikirleri örnek göstererek, hakikat söylemini yeniden dile getirmiştir.

Hz. Âdem’den sonraki dinlerin içerisinde günümüze kadar gelebilenlerin en eskisi, Yahudiliktir. Bilindiği gibi Yahudilik Hz. Musa’ya verilen on emir ile şekillenmiştir.

Hz. Musa’ya gönderilen on emir şöyle:

  1. Allah’tan başka ilâhların olmayacak.
  2. Kendin için oyma put yapmayacaksın.
  3. Allah’ın ismini boş yere anmayacaksın.
  4. Cumartesi günü hiçbir iş yapmayacaksın.
  5. Babana ve anana hürmet edeceksin.
  6. Adam öldürmeyeceksin.
  7. Zina etmeyeceksin.
  8. Çalmayacaksın.
  9. Yalan şahitliği yapmayacaksın.
  10. Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.

Yahudiler kendileri dışındaki insanlardan tek olan Tanrı’ya inananlara Nuhiler (Biney Noah) demişlerdir. Yahudilere göre Nuhilere, Hz. Nuh aracılığıyla yedi maddelik emir verilmiştir. Bunları şu şekilde ifade etmişlerdir:

  1. Putperestlikten kaçınacaksın,
  2. Küfürden kaçınacaksın,
  3. Zinadan, özellikle akrabalar arası zinadan kaçınacaksın,
  4. Adaleti sağlamak için, adil ve dürüst olacaksın,
  5. Kan dökmeyeceksin,
  6. Hırsızlık yapmayacaksın,
  7. Canlı hayvandan et koparıp yemeyeceksin.

Yahudi bilginlerden Musa bin Meymun’a (M.S. 1135-1204) göre, bu yedi kanundan altısı daha önce Hz. Âdem’e verilmiştir. Sadece, canlı hayvandan et koparıp yememek şartı Hz. Nuh döneminde eklenmiştir.

Demek ki, Hz. Âdem’den itibaren Hz. Musa’ya kadar gelen peygamberler, aynı merkezden gönderilmişlerdir. Peygamberler aracılığıyla insanlara öğütlenen şeyler de temel itibarıyla aynıdır.

Dolayısıyla Yüce Yaradan Yahudilikten önce gönderdiği dinlerin insanlar tarafından tahrif edildiğini bildiğinden, insanlara olan rahmetinin bir göstergesi olarak, benzer tavsiyeleri ve yol göstermeleri Hz. Musa aracılığıyla da yapmıştır.

Yahudilikten sonraki tarihi kısaca inceledikçe göreceğiz ki, insanların büyük çoğunluğu kendilerine gönderileni tahrif etmeye devam ettiğinden Allah yeni peygamberler göndermiştir. Fakat ilginç olan ve Yahudileri sonraki dinlerden ayıran bir özelliği kendilerine eklemeleridir. Yahudilikten sonra gelen dinlerden (Hinduizm, Budizm vb dâhil) hiçbirinde görülmeyen bir dogma oluşturmuşlardır. Bu da Yahudilerin kendi kendilerine belirledikleri kutsal halk ve kutsal toprak anlayışıdır.

Bilindiği gibi Yahudilikten sonra gelen Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan Yeni Ahit yani İnciller sonradan yazıldığı için birbirinden çok farklı fikirleri ihtiva etmektedirler. Fakat hemen hepsinin ortak yönü, diğer dinlere mensup olanlarının da kurtuluşunun, Hz. İsa’nın getirdiklerine uymakla mümkün olacağı hususudur.

Hz. İsa aracılığıyla yapılan tavsiyelerin, daha Hz. İsa’dan hemen sonra değiştirilmeye başlandığının delili, yüzlerce İncil’in yazılmış olmasıdır. Bilindiği gibi, İznik Konsili, İncillerin sayısını dörde indirmiştir. Bu dört İncil de birçok konuda birbirinden farklıdır. En azından Hz. İsa’nın soy kütüğü hususunda farklılık vardır.

Demek ki, Hıristiyanlık daha başlangıçtan itibaren tahrif edilmiştir ve elde, uyulması beklenilecek tek bir kutsal kitap yoktur. Tek bir kutsal kitabı olmayan bir dinin tahrif edilmediğini, günümüzde de geçerli olacağını iddia etmek mümkün değildir.

Hıristiyanlıktan sonra Hz. Muhammed ile gönderilen Kutsal Kitap olan Kur’an’ın koruyuculuğunu bizzat Yüce Yaradan üzerine aldığını, Kur’an’ında ifade etmiştir. Gerçekten de, Kur’an günümüze kadar değişmeden gelmiştir. İnsanlık var oldukça da aynı kalacağına olan inancımız kesindir.

Peki, Kur’an değişmediğine göre, Hz. Muhammed’in ümmetinin günümüzdeki durumu da değişmemiş midir? Aslında bu soruya ayna karşısına geçip kendi gözlerinin içerisine bakarak vicdan huzuruyla, değişmemiştir diyecek bir insanı bulmak pek mümkün görünmemektedir.

Zaten bu hususta Kur’an’daki bir ayet, bozulmanın nasıl olacağı hakkında bize fikir vermektedir. Bu husustaki fikrimizi bu sitede yayınladığımız “Hz. Muhammed, ‘Allah’ım, Kavmim, Bu Kur’an’ı Terketti” başlıklı yazımızda ifade etmiştik. Burada, makalemizden konumuzla ilgili bölümlerini kısaca aktaralım:

“Furkan Suresi 30uncu ayet: “Peygamber dedi ki, Ya Rab! Kavmim bu Kur’an’ı, mehcur tuttular.” Âlimlerin bir kısmının görüşü, Hz. Muhammed’in kavmiyle ilgili bu serzenişini, yaşadığı dönem için yaptığı şeklindedir. Bazı âlimler de, kıyamet günü yapacağı şeklinde ifade etmişlerdir.

Kur’an hem evrenseldir hem de insanlık var oldukça baki kalacaktır. Bu sebeple, bize göre, Hz. Muhammed’in bu serzenişi, hem kendi dönemi hem de sonrası için de geçerlidir. Yüce Yaradan’ın kelimeleri seçimi de, bunu gösterir. Hz. Peygamberin sözleri, sadece kendi kavmi için değil, insanlık için de geçerlidir.

Ayetin, bizleri yani yaşayan insanları ilgilendiren anlamı, Hz. Peygamberden sonraki dönemler için söylemiş olmasıdır. Bizim ibadetleri yapmadığımız değil, Kur’an ile amel etmediğimiz söylenmektedir.”

Demek ki, Müslümanların yani Hz. Muhammed’in ümmetinin büyük çoğunluğu da, Kur’an ile amel etmemektedir.

Dinlerdeki tahrifatlar, sadece semavi dinler olarak bilinen, Yüce Yaradan tarafından gönderilen; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’ ta görülmez. Hinduizm, Budizm gibi Çin-Hindi bölgesindeki dinlerde de görülür.

Hindu dininin temelini teşkil eden Veda’ların belirginleşmesi, Hıristiyanlıktan, muhtemelen bin yıldan daha öncedir. Hindu dininde, Veda metinleri, Şabdabrahma olarak tanımlanan Tanrı’nın sözüdür. Tanrı, rişi adı verilen ve ilhama mazhar olmuş kimseler aracılığıyla, ilâhi kelâmını insanlara bildirmiştir. Bu açıdan bazı İslâm mutasavvıfları bile Veda’ları vahiy mahsulü olarak nitelemişlerdir. Çünkü Vedalardaki bazı şiirler ile Kur’an ayetlerini karşılaştırdıklarında benzerliklerini görmüşlerdir.

Buradan da anlaşılıyor ki, Hinduculuğun ilk çıkışında insanlara verilen mesajlar, huzurlu bir toplum ve fert oluşturabilmenin yollarını ihtiva etmektedir.

Fakat zamanla bu anlayış da bozulmuş olmalı ki, M.Ö. altıncı asırda Hindistan’ın kuzeydoğu bölgesinde yaşamış olan Siddharta Gautama, mevcut duruma itiraz etmiştir. Belki sağlığında değil ama ciddi bir taraftar kitlesi oluşmuştur.

Buda, öncelikle Hindu dininde kendilerini Tanrının varisi olarak gören Brahminlere karşı çıkmıştır. Onların üstünlük iddialarını reddetmiştir. Dolayısıyla da Brahminlerin kendilerini güçlü kılmak için oluşturdukları kast sisteminin yanlış olduğunu vurgulamıştır.  Buda’ya göre bir kişinin toplumdaki yeri, doğumu ile belirlenmez. Kişinin konumunu belirleyecek olgu, kendisinin sonradan yaptığı eylemlerdir. Buda ayrıca kurtuluşa ulaşmak için, Brahminlerin insanlara yaptırdıkları kurban ayinlerine itiraz etmiştir.

Demek ki, Hinduculuk da, daha başlardan itibaren bazı gurupların menfaatleri doğrultusunda tahrif edilmiştir.

Budizm, kendisinden önceki dinlerin tahrif edildiğini vurgulayan bir öğreti olarak kabul görmüştür. Fakat onlar da kendilerinden sonra ortaya çıkan İslâmiyet’e karşı çıkmışlar ve tek doğrunun kendileri olduğu iddialarını sürdürmüşlerdir. Tek başına bu iddiaları bile onların da değiştiğinin bir göstergesidir. Nitekim vefat etmiş bazı Budist rahiplerin aziz gibi telakki edilerek, onlardan medet umulması, rahiplerin yaşantılarının Buda’nınkinden çok farklı ve zengin ortamda olması, Myanmar’daki Arakan bölgesinde yaşayan Müslüman azınlığa karşı, aşırı milliyetçi Budist gurupların tavırları dikkate alındığında, onlardaki değişim de kendini göstermektedir.

Sonuç olarak, bütün dinler ve öğretiler, ilk çıkışlarından sonra tahrif edilmişler.  Tahrif olmayan tek şey Kur’an. Dolayısıyla bizler Kur’an’a uygun davrandıkça huzura ereriz. Kur’an’ı anlayabilmemiz için ise defalarca okumamız gerekse de bıkmadan okumalıyız. Anladıklarımızı çevremizdekilerle tartışmaktan çekinmemeliyiz.

Genel kategorisine gönderildi | HER DİN, BİR HAKİKAT SÖYLEMİYLE ORTAYA ÇIKMIŞTIR için yorumlar kapalı

İSLÂM DÜNYASI NEDEN KATILIMCI DEMOKRASİ OLUŞTURAMIYOR

İSLÂM DÜNYASI NEDEN KATILIMCI DEMOKRASİ OLUŞTURAMIYOR

 

Hâlbuki İslâm, istişare şartını Kur’an vasıtasıyla getirerek, demokrasinin temelini atmıştır. 3 Ali İmran Suresi 159: “… (Yapacağın) işlerde Sahabelerine de danış, bir kerede azmettin mi, artık Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” Bu anlayış, ayetin geldiği döneme göre, büyük bir devrimdir.

İslâm’daki bu anlayışın bozulması, Emevilerin iktidarı döneminde başladı. Emevilere göre; Emevi yöneticilerin imanlarının sorgulamak gereksizdir. Çünkü ihtiyaç olan şey birlik ve beraberliktir. Dolayısıyla birlik ve beraberlik adına onlara itaat edilmelidir. Eper yaptıklarında yanlışlıklar var ise, durumları Allah’a havale edilmelidir.

Muhafazakâr Müslümanların topluma bakışı, Emevilerin bu fikrine, dolaylı olarak destek oldu. Muhafazakâr Müslümanlar, toplumu sabit ve değişmez bir kalıp içerisinde tutmaya çalıştılar. Bu anlayışa en önemli itiraz İbni Haldun’dan (1332-1406) geldi. Haldun’a göre, hayat akıp gitmektedir. Halkı sabit ve değişmez (muayyen) bir kalıp içerisinde tutmak imkânsızdır.

İbni Haldun’un tanımında tarih, dağlardan şehirlere inenlerin tarihidir. Şehirler kalabalıklaştıkça, insanların ikiyüzlü davranmalarına ortam hazırlar. İnsanları ikiyüzlü davranmaktan kurtarmaya çalışmak, yöneticilerin sorumluluğundadır. Bu sebeple yöneticiler, işlerinde ve kararlarında hürriyeti ve gönüllülüğü esas almalıdır.

Haldun, bu tavsiyesi ile yetinmez. Yöneticilerden, devletin önce taraflı ve totaliter yapıdan sıyrılmasını ister. Sonrasında, herkesin fayda ya da zararına olan ve aklın gerektirdiği düzenlemeleri yapmasını tavsiye eder. Bütün bunları yaparken de Allah’ın yol göstericiliğini esas almalarını öğütler.

Demek ki biat, bizzat Allah’ın Zatına olmalıdır. Fakat Emevilerden itibaren, maalesef, İslâm ülkelerinin yöneticileri, İslâm’ı anlatan kuruluşların temsilcileri kendilerine biat edilmesini istemektedirler. Anlayış böyle değiştirilince de, bunca geçmişe ve son dönemlerdeki bunca tecrübeye rağmen, katılımcı demokrasi oluşturulamamaktadır.

Nasreddin Tusi’ye (1201-1274) göre, İslâm’ın ahlâk anlayışı, ahirete yönelik tasavvufi ahlâk değil, bu dünyaya yönelik, insanı ve toplumu esas alan, insanın kendisi, ailesi, cemiyeti ve devletiyle ilişkilerini düzenleyen bir ahlâk olmalıdır. Bu sebeple de Tusi, tasavvufun, rasyonel bir tarzda ele alınmasını ister.

Benzer itirazlar Maliki fukahasından da gelir. Onların tasavvufa itirazları şöyle maddeleştirilebilir:

  1. Tasavvuf, şeyhe tam bağlılık gerektiriyor.
  2. Zikir ve sema gibi ayinler (günümüz deyimiyle ritüeller), giderek fıkhın ortaya koyduğu dini törenlerin yerini alıyor.
  3. Zaviye ve tarikatlara cömertçe verilen hibe ve vakıf malları, birçok sufiyi ve seyyahı cezbediyor. Bu da, cemiyette beleşçi, memlekete ve üretime katkısı olmayan insan tipi oluşturuyor.

Yine Nasreddin Tusi’ye göre ahlâki hastalıkların sebebi; ifrat (fazlalık), tefrit (eksiklik) ve sapmadır. Tusi, nefsin üç temel gücünden bahseder. Bunlar; akıl, öfke ve arzudur. Eğer bunlarda, ifrat, tefrit ve sapmaya kaçılırsa reziletler, itidalde kalınırsa faziletler ortaya çıkar.

Yukarıda bahsettiğimiz İbni Haldun, Nasreddin Tusi ve Maliki fukahasının bu düşüncelerine karşılık İbni Arabi ve bazıları, konuya farklı yaklaşmışlardır. Onlara göre, gördüklerimiz bir hayaldir. Hayata böyle bakınca, dünyanın bir hayal, insanın ise, rüzgârın önündeki yaprak gibi algılayanlar artmaya başlamıştır. Bu algılama insanları, tabiri caizse, uyuşturmuştur. İnsanları şeyhlerin ve yöneticilerin oyuncağı haline getirmiştir.

Hâlbuki İslâm’ın başlangıcındaki kaza ve kader inancı, insanların sadece Allah’ı vekil tutarak, korkusuzca mücadele etmelerini sağlamıştır. Günümüzde ise, insanların vekili, kendine göre daha etkili bir makamdaki rastgele bir insandır.

Bu anlayıştaki Müslüman gurupların yaptıkları bir başka yanlış daha vardır. Bunlar, kendi dar guruplarında, biat kültürünü teşvik ederler. Sorgulayanlara suçlarlar. Fakat dış dünyaya karşı; “İslâm, akla hitap eder. Mantık dinidir. Hürriyeti ve adalet anlayışını getirmiştir.” gibi söylemlerde bulunurlar. Yani, dünyaya anlattıkları ve gerçek olan İslâm’ın tam tersini uygularlar.

İşte İslâm Dünyasının katılımcı demokrasi oluşturamamasının önemli bir sebebi budur.

 

Genel kategorisine gönderildi | İSLÂM DÜNYASI NEDEN KATILIMCI DEMOKRASİ OLUŞTURAMIYOR için yorumlar kapalı

KÜRESEL UYGARLIĞIN TEMELLERİ

KÜRESEL UYGARLIĞIN TEMELLERİ

 

Daha önce yayınladığımız “Küresel Uygarlık İhtiyacı” başlıklı makalemizin son paragrafında şu ifadeleri aktarmıştık: “Konumuza ışık tutması açısından, Hasan Onat’ın, Leslie Lipson’dan aktardığı şu söze dikkat kesilelim: “Ahlâki bir devrim olmaksızın hiçbir uygarlık kalmayacaktır ve uygarlıkta ilerlemeler olmaksızın insanlık diye bir şey kalmayacaktır.”

Konuya biz de çok önem veriyoruz ve benzer düşünceleri paylaşıyoruz. Bu sebeple yine bu sitede, küresel uygarlığı oluşturmak için yapılması gerekenleri, çeşitli konularla bağlantılı olarak yayınlamıştık.

Bu makalemizde küresel uygarlığın oturması gereken temeller hakkındaki fikirlerimizi paylaşacağız. İnsanlığın devamının olmasını istiyorsak, yani torunlarımızın insanca yaşamalarını arzuluyorsak, küresel uygarlığı şu üç temel üzerine oturtmalıyız.

Üretim, Paylaşım, Kanaatkârlık

Bu üç konu üzerindeki düşüncelerimizi zaman zaman ve ayrı ayrı yazıların içerisinde okuyucularımızla paylaşmıştık. Burada toplu olarak ve kısaca ele alacağız.

Üretim sözü, ülkelerin ekonomik buhran yaşadıkları her dönemde, siyasetçilerin sarıldıkları bir kavramdır. Fakat bu söz ile ne kastettiklerini, onların bile çoğu bilmezler. Onlar için bu kavram, vaziyeti kurtarmak için telaffuz edilen ve halkı kandıracakları sihirli bir sözcük gibidir.

Burada sorulacak soru, üretimin amacının neler olacağıdır. Bu sitede “Reklamın Amacı Üzerine” başlıklı makalemizde konumuzla bağlantılı olarak şu fikirleri savunmuştuk

“Küreselleşmenin etkili olmaya başladığı döneme kadar, üretimlerin çoğu, gerçek ihtiyaçlar için yapılırdı. Yapılan üretimleri tanıtan reklamlar da, ürünlerin sağlamlığı, dayanıklılığı ve ihtiyaç gidermesi konusunda tüketicileri ikna etmeyi hedeflerdi.

Günümüzdeki reklamların amacı, insanları tüketim toplumu haline getirmektir. Reklamlarla bağlantılı olan üretimin de amacı, ihtiyaç duyulan malzemeleri üretmek değil, kârlı satış yapılabilecek ürünleri imal etmektir. Hedef böyle olunca, reklamdan beklenilen, insanların ihtiyacı olmayan ürünleri satın almalarını sağlamasıdır. Dolayısıyla, başarılı olarak nitelenen reklam, insanlara yeni ihtiyaç alanları oluşturmayı başarandır.”

Küresel uygarlığın ikinci ayağı, paylaşım konusudur. Paylaşım, yapılan üretim için yapılmalıdır. Paylaşım, bir insan için yapılabilecek en zor işlerdendir. İnsanların çoğu, sahip oldukları mülkleri kendilerinin kazandığını düşünürler ve bunları da paylaşmak istemezler. Nitekim bu anlayış Kur’an’da ifade edilmektedir:

Yasin Suresi 47inci ayet: Onlara: “Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın” dendiği zaman, o kâfirler, müminler için: “Allah’ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?” dediler.

Hâlbuki paylaşım konusu insanlığın huzuru ve düzeni açısından gereklidir. Kur’an bu durumu şöyle anlatır: 43 Zuhruf Suresi 32: “Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye biz onların bir kısmını diğerlerinden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.”

Demek ki, dünya hayatında sosyal düzenin kurulabilmesi için Yüce Yaradan, rızıkları farklı dağıtmış, insanlara değişik özellikler vermiş. Gerçekten de düşünecek olursak, eğer her insana aynı miktarlarda rızık verseydi ve her insanın özelliği benzer olsaydı, kim kime iş gördürebilirdi? Sosyal düzen nasıl oluşturulabilirdi? İnsanlık, hiç huzur bulabilir miydi?

Paylaşımın hangi kalitede yapılacağını da, Yüce Yaradan bizlere bildiriyor.

2 Bakara 267: “Ey iman edenler! İnfakı gerek kazandıklarınızın, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız fenasını vermeye yeltenmeyin. Biliniz ki, Allah sadakalarınıza muhtaç değildir ve hem de layık olandır.”

Ayet, ürettiklerimizden ve üreterek kazandıklarımızdan vermemizi istemektedir. Bilindiği gibi, günümüzde üç çeşit üretim vardır. İnsanlar meşru olan kazançlarını, bu yollarla sağlarlar. Bunlar; mal, hizmet, bilgi üretimidir. Üretim; mal, hizmet ve bilgi şeklinde ifade edilen üç alanda yapılabileceğinden, paylaşım da bu üç alanda da yapılmalıdır. Her üç konuda da kaliteli paylaşım yapılmalıdır.

Küresel uygarlığın diğer bir temeli, kanaatkârlıktır. Bu hususta da daha önce “Kanaat Tükenmez Bir Hazinedir” başlıklı yazımızda fikirlerimizi paylaşarak şu ifadeleri kullanmıştık: “Kanaat etmek, hayatı “bir lokma, bir hırka” anlayışıyla yaşamak değildir. Yani kanaat etmek, az ile yetinmek değil. İhtiyacın olan mal varlığıyla yetinmektir. İhtiyacın dışındakileri dağıtabilmek için, kanaatkâr olmak gerekiyor. Eğer kişi kanaat sahibi olursa, malından dağıtmak, insana mutluluk verir. Yoksa ne kadar çok mal sahibi olursak olalım, mal mevcudumuz bize kâfi gelmez.”

Kanaat etmenin insanlara faydası, bu dünyada huzurlu bir ömür yaşayabilmek ise, diğer bir faydası, ahirette Allah’ın Cennetini ummaktır. Hâlbuki kanaatsizlik insanı mutsuz yapar.

Demek ki, hem biz gerçek anlamda mutlu olmak, hem daha güzel bir ahiret hayatına sahip olmak, hem de torunlarımızın hayır dualarını almak istiyorsak, yeni bir küresel uygarlık anlayışı oluşturmalıyız. İnsanların gerçek ihtiyacı olan şeyleri üretmeliyiz, ürettiklerimizi ihtiyacı olan insanlarla paylaşmalıyız, kendi yaşantımızı da kanaatkârlık üzerine oturtmalıyız.

Allah’ım, Senin yolunda harcanmak üzere mülk ve saltanatımızı artır.

Allah’ım, Seni daha iyi anlayabilmek ve insanlığa faydalı olabilmek için, ilmimizi artır.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | KÜRESEL UYGARLIĞIN TEMELLERİ için yorumlar kapalı

BAZI İSLÂM TARİKATLARI İLE KATOLİK KİLİSESİNİN ANLAYIŞLARINDAKİ BENZERLİK

BAZI İSLÂM TARİKATLARI İLE KATOLİK KİLİSESİNİN ANLAYIŞLARINDAKİ BENZERLİK

 

Tarik, yol demektir. Tarikatların amacı, üyelerine İslâm’a giden yolu göstermektir. İnsanları bu konuda irşat etmek maksadıyla kurulanları vardır. Fakat bilhassa günümüzde, tarikatların çoğu, bir kişinin veya bir gurubun kalesi olmuş. Kendilerine küçük çaplı kaleler kuran yöneticiler, kaleye istediklerini almakta, istemediklerini almamaktalar.

Yaptıkları bu uygulamanın Kur’an anlayışı ile hiçbir bağlantısı yok. “Ne olursan ol, yine gel” diyen Hz. Mevlana’nın düşüncesine ters. Fakat tarikat yöneticilerinin çoğu, bu kadarla da kalmıyorlar. Kendileri haricindeki herkesi dışlıyorlar. Müslüman dininde olmayan her insanı, Allah’a şirk koşan anlamında müşrik olarak niteleyip, onları putperest gibi görüyorlar.

Çoğu tarikat yöneticisi, bu yaftalama ile de yetinmiyorlar, kendi tarikatlarının mensubu olmayan her insanı kâfir olarak suçluyorlar. Bu suçlamayı da maalesef, Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi âlemlere rahmet için gönderilen bir peygamberi alet ederek yapıyorlar. Böylesine insancıl bir peygamber, onlara göre güya şöyle söylemiş: “Benden sonra ümmetim 73 fırkaya (bazılarına göre 72 guruba) ayrılacak. Bunların sadece biri cennetlik olacak, diğerleri cehennemlik olacak.”

Bu uydurma ve Hz. Muhammed gibi bir peygambere iftiranın da öteside olan hadisi, her tarikat yöneticisi kendi mensuplarının yüzüne söylüyor. Tabii, tarikatın şeyhi böyle söyleyince, onun tarikatının üyelerinin cennetlik, diğerlerinin cehennemlik oldukları hemen anlaşılıyor. Bu anlayıştaki her tarikatın üyesine, diğer tarikatlara ve onların mensuplarına kâfir gözüyle bakmaktan başka yol kalmıyor.

Dolayısıyla kendileri dışındakilerin hepsini, cehennemlik olarak suçluyorlar. Her bir tarikata göre, Müslüman olmayanlar zaten kâfir olduğundan, kendi tarikatları mensubu olanların dışındaki bütün insanlık kâfir olmuş oluyor. Böylece tek kurtuluş yolu olarak, onların tarikatına girmek kalıyor. Onların dediklerini doğru zanneden bir şahıs, bu tarikatın şeyhine intisap etmek istese bile, kabul edilmeyebiliyor. Tarikat yöneticilerinin onayı olmadan alınmıyor. Alınanların bile, mutlaka cennete gidecek diye bir garantileri yok. Tarikat içerisinde “emir erliği” ölçüsüne göre kademelendirmeler var.

Gelelim Hıristiyanlıktaki anlayışa. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonraki ilk dönemlerde, Hıristiyanlar (Nasranîler), Yahudiler ile iyi bağlantı içerisinde idiler. Hattâ kendilerini Yahudiliğin devamı olarak görenler çoğunlukta idi. Nitekim İncillerin adı, Yeni Ahit idi. Tevrat ise, Eski Ahit olarak değerlendirilmeye başlandı. Bu fikri savunanlara göre, Hz. İsa, bir Yahudi idi. Onlara peygamber olarak gönderilmişti. Ama bilhassa Romalıların M.S. 70 yılında Yahudileri dağıtması, Süleyman mabedini yıkması hadisesi bazı bakışları değiştirdi. Hz. İsa’yı Romalı vali Pontus Pilatus’a Yahudilerin teslim ettikleri inancı yayıldı. İşte onların işledikleri bu büyük günahtan dolayı, Tanrı onları Romalılar eliyle cezalandırmıştı. Böyle düşünenlere rağmen, Hıristiyanlar da Yahudilerin Şabat gününü kutlamaya devam ettiler. Hıristiyan Paskalya bayramı ve Yahudi Fısıh bayramı aynı günlerde kutlanıyordu.

Fakat Hıristiyanlık Batıya doğru ilerledikçe yorumlar değişmeye başladı. Kilisenin kuruluşundan sonra çeşitli Kilise yetkilileri değişik fikirler serdetmeye başladı. Bunların içerisinden en etkili olanı Aziz Kipriyanus (ö.258) oldu. Kipriyanus, 1Kilise dışında kurtuluş yoktur” anlayışını geliştirdi. Bundan sonra anlayışlardaki değişim hızlandı. İznik Konsili’nde (325), Şabat günü yerine, Pazar günü kutsal kabul edildi. Paskalya bayramının tarihi değiştirildi. Yahudiler tamamen dışlandı.

Hıristiyanlık, Romanın resmi dini olduktan sonra Vatikan’daki Papalar, Kipriyanus’un formülüne sürekli bir şeyler eklediler. Her ekleyenin dayandığı bir İncil ve onun da bir maddesi vardı. Sonunda 1442 yılında Cantane Domino Kararname’si yayınlandı ve konu şu şekilde bağlandı: “Kutsal Roma Kilisesi esas olarak inanır, ikrar eder ve öğretir ki, Katolik Kilisesi’nin dışında kalanlar; ister putperest, ister Yahudi, ister sapkın (Hıristiyanlığın diğer mezhepleri), isterse yanlış inanç sahibi olanlar olsun, ebedi hayattan nasip alamayacaklardır. Aksine ömürlerinin sonunda da olsa, aynı Kilise’ye (Katolik Kilisesi) dâhil olmadıkça, şeytan ve yardımcıları için hazırlanmış olan ebedi cehennem ateşine gideceklerdir. Katolik Kilisesi’nin kucağında ve onunla birliğinde kalmayan herkes, isterse İsa Mesih adına kanını döksün, kurtulamayacaktır.”

Yukarıdaki satırlar ile günümüzdeki bazı İslâm tarikatlarının anlatımları nasıl da birbirine benziyor. Yayınlanan kararnamedeki Katolik Kilisesi yerine, falan tarikat kelimesini koyarak okursak, tıpatıp aynı olduklarını göreceğiz.

İşin ilginç tarafı, Katolik Kilisesi uzun yıllar sonra da olsa hatasının bir kısmını anladı. 1962-65 yıllarında toplanan II: Vatikan Konsili’nin aldığı kararlar, diyalog yönündedir. (Bunlar, hayat diyaloğu, birlikte yaşama diyaloğu, teolojik diyalog, dini tecrübe diyaloğudur.) Hem diğer Hıristiyan mezhepler, hem de diğer dinler ve bilhassa Müslümanlık ile iyi ilişkiler kurulması tartışılmıştır. Böylece tek kurtuluş yolunun Katolik Kilisesi olmadığı kabul edilmiştir. Başak anlayışların ve dinlerin de insanları kurtuluşa götüreceği düşünülmüştür.

Katolik Kilisesi hatalarından kurtulmaya uğraşırken, bazı İslâm tarikatlarının, tek kurtuluş yolunun kendileri olduğu hususunda ısrar etmelerini nasıl yorumlamak gerekir?

Cemaat, Dini kategorisine gönderildi | BAZI İSLÂM TARİKATLARI İLE KATOLİK KİLİSESİNİN ANLAYIŞLARINDAKİ BENZERLİK için yorumlar kapalı

DİNDE TEBLİĞ VE MİSYONERLİK ANLAYIŞI

DİNDE TEBLİĞ VE MİSYONERLİK ANLAYIŞI

 

Tebliğde amaç, kendisini kurtaran dini anlayışla ilgili bildiklerini başka insanların da daha huzurlu olmaları için onlara anlatmaktır. Fakat tebliğ sadece “anlatma” değildir. Anlatan kişi, anlattıklarını kendi yaşamıyorsa, yapacağı tebliğin hiçbir faydası olmaz. Nitekim peygamberler anlattıkları hayatı kendileri yaşamasalardı, tebliğlerinin bir anlamı kalır mıydı?

Tebliğ, sadece anlatmaktır. Kendisine yeni fikirler tebliğ edilen kişinin, öğrendiklerine paralel olarak değişmesi veya gelişmesi, o şahsın kendi bileceği iştir. Kabul ettirmek için zora başvurmak yanlıştır.

Eski Türk Dini anlayışında başkalarına tebliğ inancı yoktur. Günümüzdeki kabile dinlerinde de tebliğ anlayışı yoktur. Budizm ve Hinduizm de tebliğ anlayışı vardır.

Semavi dinlerden olan Yahudilikte tebliğ, sadece soy olarak kendi halkından olanlara tebliğ ile yükümlü olduklarını düşünmektedirler. Çünkü kendilerini          kutsal halk olarak görmektedirler. Onların anlatımlarına göre bu husus Hz. Âdem’e kadar dayanmaktadır. Eğer Hz. Âdem günah işlemeseydi, bütün insanlar İsrail (Yahudi) olacaktı. Âdem’in günahı yüzünden, insanlığın çok büyük bir kısmı, Yahudi olma            onurunu kaybetti. Dolayısıyla Yahudi olma onuru sadece küçük bir gurupla sınırlı kaldı.            Onlara göre, zaten Tanrı isteseydi, diğer insanları da Yahudi yapardı, Tanrının uğraşmadığı bir iş için onların uğraşmaları mantıksız idi.

Reformist Yahudilerin de bu konudaki bakış açıları benzer anlayıştadır. Reformist Yahudiliğin öncülerinden Moses Mendelssohn’a göre Tevrat (Torat) sadece Yahudi halkının Tevrat’ıdır. Yahudi olmayan diğer halklar, kendi dinleri veya gelenekleri ile kurtuluşa erebilirler. Yani kurtuluş, bir dinle sınırlı değildir. Bu sebeple, Yahudiliğin dışarıdan insanları kendi dinlerine kazanmaya çalışmalarına gerek yoktur.

Diğer büyük dinler olan Hıristiyanlık, Müslümanlık, Budizm ve hattâ Hinduizmde tebliğ vardır. Hıristiyanlıktaki tebliğ anlayışı, sonradan değişmiş ve günümüzdeki misyonerlik anlayışına dönüşmüştür. Bu anlayışın dayanağı Matta İncilidir. Matta 28inci bölüm 19-20 de şöyle denilmektedir: “İmdi gidin bütün milletleri Hıristiyan (Nasrani) yapın. Onları Baba (Tanrı), Oğul (İsa) ve Kutsal Ruh ismiyle vaftiz edin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin.”

Aslında bu cümleler, tebliğ ruhuyla da yorumlanabilir. Nitekim bir süre böyle yorumlanmıştır. Ancak sonradan yorumlar değişmiştir. Başka insanları kendi inançları olan Hıristiyanlığa kazanmak için her yol mubah görülmüş ve böylece misyonerlik anlayışına geçilmiştir. Misyonerler, tebliğin yanında, sahip oldukları dini düşünceyi, anlayışı ve ideolojiyi de, kendilerini görevli saydıkları inanç ve kurumlar uğrunda benimsetme misyonuna sahip insanlar haline gelmişlerdir.

Müslümanlıkta ise tebliğ ile birlikte irşat anlayışı vardır. İrşat, zaten Müslüman olanların bilgilerini ve görgülerini artırmak amacıyla yapılır. Bakara Suresi 119: “Şüphe yok ki, Biz seni hak ile rahmetimizin müjdecisi ve azabımızın habercisi olarak gönderdik. Sen, o cehennemliklerden sorumlu değilsin.”

Bu görev anlayışı sadece peygambere yönelik değildir. Nitekim Ali İmran Suresi 104üncü ayette, sonradan gelecek nesillere de hitap edilmektedir: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.”

Ayette net olarak açıklanmasına rağmen cihat anlayışını kendilerine göre algılayanlar, zaman zaman tebliğin ötesine geçmişler ve insanları Müslüman olmaya zorlamışlardır.

Budizm’in kurucusu Buda, öğrencilerine, öğrendikleri hakikati başkalarına öğretmelerini tavsiye etmiştir. Benzer anlayışın Manicilik’te de olduğunu, Hindistan’a ve Çin’e bu amaçla düzenledikleri seyahatlerden anlıyoruz. Hinduizm’in ilk dönemleri hakkında net bir bilgi olmamasına karşın, modern yorumlarda dini öğretilerin bütün insanlara ilan edilmesine önem verildiği görülmektedir.

Bilindiği gibi Marksizm, dini afyon olarak nitelemiştir. Ama kendisini takip eden önderler, kendi ideolojilerini bir din gibi algılamışlar ve bütün insanlara tebliğ etme gereğini duymuşlardır. Sadece tebliği yeterli görmeyerek insanları zorlamışlardır.

Günümüzdeki küreselleşmiş dünyamızda, tebliğ dışında bir davranışa yer yoktur. Tebliğdeki başarı, örneklikle sağlanabilir. Çünkü hem Yüce Yaradan, hem de Buda, bizden sadece tebliğ etmemizi istemektedir.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | DİNDE TEBLİĞ VE MİSYONERLİK ANLAYIŞI için yorumlar kapalı

KÜRESELLEŞTİKÇE, DİNLERİN BİRBİRLERİNE BAKIŞLARI YUMUŞUYOR

KÜRESELLEŞTİKÇE, DİNLERİN BİRBİRLERİNE BAKIŞLARI YUMUŞUYOR

 

Tarih boyunca, dünyadaki insanların hemen hepsi, dini inanışlarına sonradan değil, doğuştan sahip olmuşlardır. Bir insan, kendi özgür iradesiyle seçmediği bir dinin diğerlerinden üstün olduğunu, ancak diğer dinlerin mensuplarını tanımadan ve kendi gibi düşünenlerin arasında yaşarken savunabilir.

İşte bu sebeple, küreselleşmenin başlamasından önceki dönemlerde, her dinin mensupları diğerlerini dışlamışlar, en doğru dinin kendi inanışları olduğunu iddia etmişlerdir. Bir başka dinin mensubunu “öteki” olarak nitelemişlerdir. Aslında dinlerin başlangıcında, ötekileştirme görülmez. Fakat sonradan, günümüzün taraftarı en çok olan dinlerinin hepsinde, bu dışlama oluşmuştur.

Aslında günümüzde de, dini inanışların %99’u doğuştan geliyor. Bu sebeple “öteki” şeklindeki nitelemeler halen çoğunlukta. Fakat küreselleşmenin sonuçlarından dolayı, giderek çok sayıdaki insan diğer dinlerin mensuplarını dışlamıyor. Çünkü ülkeler arası seyahatler giderek artıyor. Değişik fikirlerdeki kitapların ve farklı araştırmacıların yazdıkları diğer dillere çevriliyor. Dinlerin kutsal kitaplarının, günümüze ulaşabildiği şekliyle, kaynaklarına ulaşım arttı. Bu kaynaklar da, diğer dillere çevriliyor. Günümüzde daha fakir olan Doğudan, daha zengin olan Batıya çalışmak ve öğrenmek için göç edenlerin sayıları hızla artıyor. Gazete ve televizyonların yayınlarına, internet ortamındaki bilgiler eklendi. Dolayısıyla herhangi bir ülkedeki internet kullanan bir insan istediği anda farklı bilgilere ulaşabiliyor.

Böylece geçmiş yüz yıllardaki gibi kapalı bir kutu şeklinde yaşayan her insanın ötekileştirdiği inançlar ve yaşam tarzları ile günümüz insanı, iç içe yaşıyor. Atalarının ötekileştirdiği insanların yaşamları ve inançları hakkındaki bilgiye görsel olarak hemen ulaşabiliyor ve internet üzerinden irtibat kurabiliyor. Bunun sonucunda atalarının, başka dünyalardan gelmişler gibi değerlendirdikleri ”ötekilerin”, kendisi gibi bir insan olduklarını yaşayarak görüyor. Hattâ bazen kendi inancındaki insanların çoğuna göre daha dost canlısı ve yardımsever olduğunu, bizzat müşahede ediyor. Diğer dinin mensuplarıyla okulda, iş yerinde, vakıfta, sokakta birlikte olduğundan, teologların anlattıklarını değil, kendi gözlemlerini dikkate alıyor.

Bu nedenle teologların artık çok daha dikkatli olmaları gerekiyor. “Öteki” diye bir şey olmadığını, farklı yaratıcıların olmasının mantıken mümkün olmadığını, dolayısıyla her insanın aynı Yaratıcının bir kulu olduğunu anlatmalıdırlar. Bazı insanlar, yaşantıların bir döneminde ateist veya natüralist düşünceye sahip olsalar bile, onların içerisinde, din adamlarına kızgınlıkla hareket edenlerin dışındaki sorgulayanlar da, aynı sonuca varmaktadırlar. Bu konudaki düşüncelerimizi “Evrenin Yaratılış Sebebi Üzerine Düşünceler” başlıklı yazımızda, eski bir ateist olan Antony Flwe’un “Yanılmışım Tanrı Varmış” adlı eserinden örnekler vererek belirtmiştik.

Teologların önemi, diğer mesleklerdeki insanlara göre çok fazla olduğundan, bunların yetiştirilme yöntemleri de çok mühimdir. Din adamlarını yetiştiren her kademedeki kurumlarda öğrencilere, diğer dinlerin ilk kaynaklarına dayanılarak bilgiler verilmelidir. Bu bilgilere sahip oldukları halde, diğer dinleri yanlış duyumlara dayanarak kötüleyen, aşağılayan ve onları düşman gibi gösteren insanlar, fikir hürriyeti kapsamından çıkarılarak yargılanmalıdırlar. Böyle insanlar, toplumdaki etkilerine göre, gerekirse, Uluslararası Mahkemelerde bile yargılanabilmelidir.

Dini inanışlardaki farklılıklar, Yüce Yaradan’ın isteği doğrultusunda vardır. Bilindiği gibi, Kur’an dışındaki bütün kutsal kitapların ilk halleri değişmiştir. Kur’an’da Yüce Yaradan bu hususta şu ifadeyi kullanmaktadır: “Biz isteseydik, hepinizi tek bir ümmet yapardık”.

Düşünün, bütün insanlık tek bir ümmet olsaydı, “Engizisyon Mahkemelerinin” baskıları biter miydi? Bu baskılar sonucunda, insanlar ayrı fırkalara ayrılmazlar mıydı? Demek ki, farklı ümmetler halinde olmamızda, bizim tam olarak idrak edemeyeceğimiz hikmetler var. Ancak Kur’an’daki bu ifade, var olan bütün dinlerin ve inanışların hepsinin doğru olduğunu göstermez. Ama farklılıkları teyit eder. Yüce Yaradan’ın rahmetinin genişliğini anlatır.

Dünyadaki küreselleşme, aslında, en çok teologların dikkatli olmalarını gerektirmektedir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, teoloğun söylediklerinin kendi taraftarlarınca kabul görmesi, anlattıklarının hayat şartlarına ve fertlerin gözlemlerine aykırı olması durumunda, mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla teoloğun etkisi giderek azalacak ve sonunda anlatmaya çalıştığı dini inanca zarar verecektir. Dünya küreselleştikçe onun anlattığı dini inançtan kaçışlar artacaktır. Avrupa tarihinde bu durumun çok fazla örnekleri vardır. Aydınlanma çağındaki ateistler, Kilisenin mantıksız anlatımları sonrasında nema bulmuştur.

Din adamlarının küresel mutluluk konusundaki sorumlulukları diğerlerine göre daha fazladır. Benzer şekilde, ekolojik mutluluk üzerindeki yükümlülükleri de daha fazladır. Eğer bu sorumlulukları çok bulan olursa, din adamlığı unvanını bırakmaları daha uygundur. Din adamları sorumluluklarını yerine getirebilmek için, diğer dinlerin din adamlarıyla daha çok diyalog içerisinde olmalıdırlar. Onlarla, mümkün olduğunca ortak hareket etmelidirler.

Daha önceki yazılarımızda, Yüce Yaradan’ın, insanları birbirleriyle savaştırmak için farklı dinler göndermeyeceğini, Hz. Âdem’den itibaren bütün vahiylerin ve mesajların aynı olduğunu, bunun da Allah’a teslim olunarak (diğer bir anlamıyla, İslâm olunarak) huzuru bulmak olduğunu vurgulamıştık. Budizm ve Hinduizm’den de örnekler vererek, onların da temelinde Tanrıya itaat olduğunu belirtmiştik. Zaten kabul edileceği gibi, Allah hiç peygamber göndermese bile, insanlara verdiği akıl, vicdan ve irade sayesinde kişiler, hem tek olan Yaratıcıyı bulacak, hem de iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı, haklıyı-haksızı belirleyebilecek kabiliyettedir.

Bütün insanların Kendisini bilmesini ve Kendisine kulluk etmesini arzu eden Yüce Yaradan’ın, Kendisini merhametli olarak ilan ederken, diğer taraftan Kendisini sadece belli bir toplumla ve belli bir zamanla sınırlaması düşünülemez.

Bu durum dünya küreselleştikçe daha açık olarak anlaşılmaktadır. Küreselleşmiş bir ortamda hiçbir dinin mensubu, karşılaştığı diğer inanıştaki bir insana, kendi inancını savunamaz. Çünkü bütün dinlerin tarihlerinde hem iyi hem de kötü olarak nitelenebilecek gelişmeler ve özellikler vardır. Dolayısıyla geçmiş olaylar açısından, kimse tamamen haklı değil.

En eski öğretilerden Hinduizm, kast sistemini günümüzde kimseye anlatamaz. Yahudiler, Tanrı’nın sadece kendilerine ait olduğunu izah edemezler. Müslümanlar, Budistler, Hindular, fakirliklerinin sosyal sebeplerini açıklayamazlar. Avrupalılar, sınıf ayrımcılığı konusunda kimseyi ikna edemezler. Hıristiyanlar, hem tanrı inançlarındaki teslisi, hem de yeni keşfettikleri toprakların yer altı ve yer üstü varlıklarını sömürmelerini, dinin hiçbir yerine koyamazlar. Müslümanlar, günümüzde içine düştükleri yalan, sahtekârlık gibi duyguların bataklığını dinleri ile bağdaştırıp anlatamazlar. Budistler, insanların bireysel haklarını hiçe sayacak kadar ihmal etmelerini açıklayamazlar. Bütün dinler ve inanışlar, kendi evliyalarından medet ummalarını, onları koruyucu olarak görmelerini, hayatla bağlantılı maddi isteklerini onlardan talep etmelerini anlatamazlar.

Bilhassa, günümüzde, insanlığın içine düştüğü uyuşturucu ve aile parçalanması bataklığını, kimse kimseye yükleyemez. Bekli ilk önce Batıda başlayan bunlar, din ayrımı yapmadan, bütün dünyaya yayılma eğilimindedir.

Sonuç olarak, farklı dinlerin mensuplarının, birbirlerine, tarihteki geçmiş olayları ve kendi hayatlarını örnek vererek üstünlük sağlamaları mümkün değildir. Hattâ bir insanın, ayna karşısında kendi gözlerinin içerisine bakarak ve yaşadığı hayatı kendi kendine anlatarak, inancı konusunda kendisini bile ikna etmesi çok çok zordur.

Dolayısıyla “öteki” kavramı, artık bitmelidir. Çünkü “öteki”, aslında, kendi içimizdedir.

Cemaat, Sosyal kategorisine gönderildi | KÜRESELLEŞTİKÇE, DİNLERİN BİRBİRLERİNE BAKIŞLARI YUMUŞUYOR için yorumlar kapalı

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VEYA İTTİFAKI ÜZERİNE

 

MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VEYA İTTİFAKI ÜZERİNE

 

1492 de resmen başlayan keşifler sonucu Avrupalılar, hızla kalkındılar. Çünkü kendilerinde barut varken, yeni ulaştıkları toprakların yerlilerinde barut yoktu. Hattâ kılıç bile yoktu. Büyük çoğunluğunda ok dâhi yoktu. Dolayısıyla, Batı Avrupa topraklarının 20 katı civarında olan bâkir toprakların, yer altı ve yer üstü zenginliklerini ülkelerine götürmeleri çok kolay oldu. Keşiflere kadar bir tek Osmanlı Türkleri ile bile baş edemeyen Avrupa, bütün dünyada etkili konuma geldi. Çok zenginledi. Bunun sonucu olarak Batı anlayışı, dünyanın genelinde kabul gördü. 19uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren ulaşılması gereken hedef olarak algılanmaya başlandı.

Ancak arka arkaya gelen iki dünya savaşı, bu algıyı sarstı. Çünkü savaşı, Batılıların hırsları çıkarmıştı. Sadece kendi aralarında savaşmakla kalmayarak, başka halkları da harbin içerisine çekmişlerdi. Her iki harbin sonucu, o güne kadar görülmeyen bir yıkım olmuştu. Dolayısıyla dünyanın geneline mutsuzluk hâkim olmuştu. Bu sonuçlar, o güne kadar Batı Medeniyetinin, insanlığın ulaştığı en gelişmiş hayat şekli ve anlayışı olduğuna olan inancı geriletti. “Demek ki her şey, görüntüde imiş” algısı oluştuğundan, yeni arayışlara gidildi.

Dünyanın tahrip olduğu ve mutsuzluğun etkin olduğu o dönemde bazı kesimler, çareyi komünizmde aradılar. Fakat başarılı olamadılar. Çünkü iki sistemin de temeli, aynı idi. İkisi de, üretim gücünü sınırsız artırmayı hedefliyordu. Kapitalizm, bunun piyasa mekanizmaları ile gerçekleşeceğini iddia ederken, sosyalizm, bunun işçi sınıfının yönetimi sayesinde başarılacağını savunuyordu.

Sovyetler Birliği yani SSCB sistemi çöküp dağılınca, insanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Çünkü kapitalizmin ayakta kalabilmek için, kendisine bir düşman bulması gerekiyordu ve komünizmi kolay yenilecek bir düşman olarak görmüştü. Komünizm anlayışı çökünce, kapitalizmin ayakta kalması için kendisine yeni bir düşman oluşturması ihtiyacı belirdi. Batı Medeniyetinin düşünürleri, bu düşmanı oluşturmakta gecikmediler.

Kendilerine alternatif olabilecek anlayışlardan İslâmiyet’i rakip olarak seçtiler. Çünkü İslâm, Avrupa’nın karanlık bir çağında ortaya çıkmış ve güzel eserler vermişti. Önce bedevi olarak nitelenen Araplar, sonrasında Müslüman olan Türkler insanlığa çok faydalı olan medeniyet anlayışları ve eserleri oluşturmuşlardı. Nitekim fikren ve maddeten çok güçlenen Türklere karşı, birlikte hareket etmelerine rağmen Avrupalılar, başarısız olmuşlardı.

Düşman olarak İslâm’ın seçilmesi ile birlikte, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin hedef yapıldı. Sonrasında gelişen olaylar sayesinde, İslâmiyet’in Batı Medeniyetini çökertmek isteyen anlayışta olduğu inancı yaygınlaştı. Müslümanlık, terörizm ile bağdaştırılmaya başlandı.

Fakat bu durumun bazı sakıncalarının olduğu anlaşıldı. Müslümanlar olmadan terörizm ile başetmenin mümkün olmadığı kanaatine varıldı. Bu sebeple Medeniyetler İttifakı kavramı ortaya atıldı. Bu anlayış ilk önce Yahudi ve Hıristiyanlık arasındaki düşmanlığı gidermek için dile getirildi. 1962-65 yıllarında toplanan II: Vatikan Konsili, Yahudiler ile Hıristiyanlar arasındaki gerginlikleri yumuşatacak bir dizi kararlar aldı. Ancak bu çalışmaların aslı yine Medeniyetler Çatışmasını körükleyecek nitelikte oldu.

Bu defa, Yahudi ve Hıristiyanlar kendilerinin oluşturdukları medeniyetin, Antik Helen kültürünün üzerine oturduğunu iddia ettiler. Onlara göre İslâm Medeniyeti anlayışı Antik Helen’den, hukuk ve devlet yönetimi ise Roma ve Bizans’tan etkilenmişti. Fakat tek başına bir medeniyet kabul edilemezdi. Dolayısıyla kurulan Yahudi-Hıristiyan ittifakı, İslâm Medeniyetine karşı bir birlikteliği simgeliyordu. Yani temelde, Medeniyetler Çatışması anlayışı vardı.

Yahudi ve Hıristiyanlar arasındaki bu birliktelik, onları kibirli davranmaya sevk etti. Kibirli davranmalarını destekleyen şey, 1960lardan itibaren, Batıda görülen ilim ve teknik konusundaki inanılmaz gelişmelerdi. Bu kibri, Bernard Lewis’in 1990 yılındaki şu sözlerinde görebiliriz: “Şimdi açıkça görülmektedir ki, biz olayların, politikaların ve onları takip etmekle mükellef olan hükümetlerin çerçevesini çok aşan bir ruh hali ve bir hareketle karşı karşıyayız. Bu düpedüz bir medeniyetler çatışmasıdır. Yani kadim bir rakibin, bizim Yahudi-Hıristiyan mirasımıza, seküler varlığımıza ve her ikisinin dünya ölçeğinde yayılmasına gösterdiği belki akıl dışı fakat kesinlikle tarihi nitelikte olan bir tepkiyle karşı karşıyayız.”

Bernard Lewis, Samuel Huntington gibi yazarlar, Yahudi-Hıristiyan birlikteliğinin karşıtlığına İslâm’ı koyuyorlardı. Nitekim bu anlayış, giderek Batıda İslâmofobi denilen İslâm korkusu şekline dönüşmeye başladı. Ancak bu düşünürlerin yanıldıkları ve karşı karşıya oldukları tepkinin sadece İslâm kesiminden gelmediği, basit bir olay sonucu anlaşıldı.

Türkiye’nin bir futbol takımı olan Galatasaray 2000 yılında UEFA Kupasını kazandı. Eğer, Batı Medeniyetinin karşısına İslâm’ı koyan düşünürler haklı olsalar idi, bu başarıya sadece Türkler ve kısmen Müslümanların sevinmeleri gerekiyordu. Fakat öyle olmadı. Güney Koreli bir gençten, turistlere ufak tefek şeyler satarak geçimini sağlayan Nepalli bir nineden, Çinli bir futbolseverden, Afrika’daki kimi Hıristiyan olan gençlere kadar çok geniş kesimler sevindiler. Bu sevinenlerin ortak yönleri, Yahudi-Hıristiyan birlikteliğinin kibri karşısında ezilmeleriydi. Bu egemen ve kibirli gurubun dışındaki bir takımın, onların hepsini yenerek kupayı alması, sanki hepsinin intikamını almış gibi bir his oluşturmuş olabilir.

Demek ki, asıl olan çatışma veya kısmi ittifak değil. Bir gurubun, diğerlerine karşı kibirle davranarak, tahakküm etmeye çalışması değil. Eğer böyle düşünürsek, kendi yaptığımız kültür ve medeniyet tanımlarıyla çelişiriz. Bilindiği gibi, kültür ve medeniyet kavramlarıyla ilgili olarak çeşitli tanımlamalar vardır. Nitekim biz de, bu konulardaki düşüncelerimizi bu sitedeki “Kültür ve Medeniyet” yazılarımızda belirttik.  Ancak bu iki kavramla ilgili olarak, ortak bir görüş vardır. Bu ortak anlayışa göre, kültür millidir, medeniyet ise milletlerarasıdır.

Dolayısıyla milletlerarası olan bir konuda kısmi ittifaklar oluşturmak, çatışmaların ancak şiddetini artırır. Her ittifak, “bizim sahtekârımız, onların iyisinden daha iyidir” gibi anlayışları bünyesinde barındırır. Bu sahtekârlar, hep kendi ittifakları dışındakileri aldatmazlar, kendileriyle birlikte olanları da aldatırlar. Böyle anlayışlar da, insanlığın temeline konulan dinamit görevi görür.

Bu hususta yapılabilecekler ile ilgili fikirlerimizi, “Küresel Uygarlık” hakkında yazdığımız bir dizi yazıda ifade ettiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.

Amaç, farklılıkları hoşgörü ile karşılarken, hak ve adaletten taviz vermeden, insanlığın hem genel huzuru ve mutluluğu için, hem de güzel geleceği için gayret göstermektir.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEDENİYETLER ÇATIŞMASI VEYA İTTİFAKI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

GELECEĞİN EĞİTİM ANLAYIŞI ÜZERİNE

GELECEĞİN EĞİTİM ANLAYIŞI ÜZERİNE

 

Eğitim konusundaki düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız çeşitli yazılarımızda paylaştık. Bu makalemizde, konuya biraz daha farklı açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Günümüzde gerek aileler ve gerekse eğitim kurumlarının çoğu, çocuklarını yetiştirirken konuya ticari bir işlem yapıyorlarmış gibi bakıyorlar. Ailelerin bir kısmı, çocuklarının büyüdüklerinde kendilerini suçlamasından korkuyorlar. Bu nedenle onlara eğitim aldırırken, maddi güçlerinin üzerinde harcama yapmaya çabalıyorlar. Onların bu çabalarına rağmen çocukların çoğu, ailelerinin istediği ticari başarıyı sağlayamıyorlar.

Ailelerin amacı, çocuklarının bir diploma sahibi olması ve bu sayede iş bulabilmesidir. Ancak okumaya zorlanan çocukların çoğu, ya bir diploma sahibi olamıyorlar ya da aldıkları diploma onların iş bulmalarına yetmiyor. Çünkü o güne kadar aldıkları eğitim, onlara faydalı olacak durumda değil. Bazı aileler çocuklarını okutmak için harcadıkları paraları biriktirip, çocuk büyüyünce onlara sermaye olarak verseler, belki evlatlarına daha faydalı olacaklar.

Ailelerin bu duruma düşmelerinin önemli bir sebebi, çocuklarını daha çok para kazanacakları bir eğitim almaya zorlamalarıdır. Aldığı eğitimden amacı para kazanmak olan çocuk, okullarını bitirme hususunda önü tıkanınca veya okulunu bitirince, hayat mektebine sudan çıkmış balık gibi bir giriş yapıyor.

Çocuğun bu duruma düşmesinin bir nedeni, aldığı bilgilerin gerçek hayattaki alanlarda işe yaramamasıdır. Bir diğer sebebi ise, onu hayat mücadelesi için yetiştirirken, hayat hakkındaki bilgimizin hatalı olmasıdır. Çocuğu yetiştiren bizler, eğitmenler ve aileler olarak, hayatı, mutfak ile tuvalet arasında geçen bir ömür şeklinde algılıyoruz.

Zeki çocuklara sahip olan ve hayata ticari açıdan bakan aileler, diğerlerine göre biraz daha şanslılar. Onların çocukları eğitimlerini başarıyla tamamlıyorlar. İyi paralar kazandıracak meslekler ediniyorlar. Fakat maalesef böyle kapasiteli çocukların çoğu, başkalarını sömüren bir canavara dönüşme istidadındalar.

Diğer taraftan, bazı uzmanlar, gerek eğitim kurumları aracılığıyla gerekse basın vasıtasıyla ailelere yol göstermektedirler. “Geleceğin meslekleri şunlar olacak” diyerek çocukları ve aileleri yönlendirmektedirler. Eğitime ticari açıdan bakılınca, bu yol göstermeler aileler için faydalı imiş gibi görünüyor. Gerçekten de, üretim sistemlerindeki değişiklikler ve teknolojideki gelişmeler mesleklerin geleceği üzerinde çok etkili olmaktadır.

Günümüzde geçerli olan bir meslek dalı, gelecekte değersizleşebilmektedir. Veya bugün için var olmayan yeni bir meslek dalı ihtiyacı ortaya çıkabilmektedir. Nitekim son yüz yıl içerisinde böyle durumlar bütün dünyada yaşandı. Fakat bizim dikkat etmediğimiz bir husus var. Teknoloji hızla değiştiği için, bazı meslekler kısa süre sonra gözden düşebiliyor. Böyle bir gözden düşme durumunda, çocuğumuzun durumu çok daha zor olacaktır. Belli bir yaşa ulaştığı için, yeni bir meslek edinme ihtimali de zayıflayacağından, muhtemelen, sudan çıkmış balık gibi olacaktır.

Eğitim hususunda Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Atatürk’ün gençlere tavsiye niteliğindeki konuşması, bizlere yol gösterici niteliktedir. “Gençler, siz almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık ve medeniyetin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz.”

Atatürk’ün sözlerindeki terimlerin anlamlarını tek tek düşündüğümüzde, günümüzdeki yanlışımızı daha iyi kavrayabiliriz. Terbiye ile eğitim arasındaki farka, irfan ile ilim arasındaki farka dikkat kesilirsek, fikir hürriyetinin önemini kavrarsak, gelecekle ilgili yapılması gerekenleri daha iyi anlarız. Bu hasletlerle yetişen gençte Vatan ve insanlık sevgisinin oluşması daha net olur. Bu gençler sonunda, medeniyetin gerçek temsilcisi olurlar.

Bizler, zeki çocuklarımızı para hırsıyla yetiştirmeyi bırakarak, onları, vatanın ve insanlığın sorunlarının çözümüne odaklarsak, işte o zaman, hem çocuklarımız huzur bulurlar, hem de insanlık huzura kavuşur. Çocuklarımıza; helâl rızkın, ailenin, dostların, sanatın, hayırseverliğin, gönül almanın önemini kavratabilirsek, onları ve insanlığı mutlu ederiz.

Çocuklarımızı yetiştirirken, uygulayabileceğimiz bir başka yöntem daha var. Onlara ne öğretmemiz gerektiğini bulabilmek için, belli bir yaşa gelmiş insanlara, en çok pişman oldukları şeyleri sormamız kâfidir. Eğer, bilhassa parasal açıdan belli bir güce ulaşmış yaşlıların pişmanlıklarını iyi tahlil edebilirsek, çocuklarımızı, aynı pişmanlığı yaşamamaları için farklı eğitebiliriz. Birçok açıdan pişmanlık yaşayan bizler, böyle bir değişimi başarmak zorundayız.

Gençlik kategorisine gönderildi | GELECEĞİN EĞİTİM ANLAYIŞI ÜZERİNE için yorumlar kapalı