İNSANLIĞIN SORUNLARI, İNSANLIK ANLAYIŞI İLE İLGİLİDİR

İNSANLIĞIN SORUNLARI, İNSANLIK ANLAYIŞI İLE İLGİLİDİR, BİLİM VE TEKNİKLE AŞILAMAZ

 

Dünyamızın genelinde yaşanan sorunların temelini, sosyal anlayışlar teşkil etmektedir. Bir insanın, paraya bakışı onun davranışlarını yönlendirir. Bir kişinin, gerçek anlamda dostlarının olup olmadığı, onun hayattan zevk alıp almamasında etkilidir.

Bir insandaki maddi olarak daha üst basamaklara çıkma hırsı, onun çevresine bakışında kendini gösterir. Benzer şekilde, daha üst makamlara gelme hevesi, onun çevresiyle ilişkilerini belirler. Bu şahıs, üst basamaklara tırmandıkça, hayattaki bütün amacı, bulunduğu yeri muhafaza edebilmek olur.

Bu yapıdaki insanlar için mutluluğun adı, tüketimdir. Daha çok tükettikçe mutlu olur. Bir aksaklık olduğu ve arzu ettiği kadar tüketemedikçe, mutsuz olur. Çevredeki diğer insanlarda da aynı hırslı yapı oluştukça, rekabet artar. Rekabet arttıkça, mücadele acımasızlaşır. Bu sebeple, kişinin maddi imkânlarını artırması güçleşir. Rekabetin ne getireceği belli olmadığından bir süre önce rakiplerinden ileride iken, şimdilerde geriye düşebilir. Her geriye düşüşünde, tüketimi devam etmesine rağmen, rakipleri ondan daha fazla tüketecekleri için, yine mutsuzluk hisseder. Dolayısıyla tüketebildiği için mutluluk duyanların sayısı giderek azalır.

Kendisini mutlu hissedenlerin sayılarının azalması, insanlığın en önemli sorunlarındandır.

Küreselleşme ile birlikte hızlanan insanlardaki bu mutsuzluk artışını azaltmak için, bizler bilim ve teknikten medet ummaya başladık. Tekniğin gücünün, her şeye yettiğine inanmaya başladık.  Bilimdeki ve teknikteki ilerlemeler, bizleri hem daha rahat ettirecek, hem de daha çok kazandıracak diyerek umutlandık.

Teknikteki ilerlemeler, bir dönem için bizim hayatımızı kolaylaştırdı. Endüstrileştikçe, haftalık çalışma saatleri bile düşmeye başladı. Fakat 1980’lerden itibaren küreselleşmenin etkisi arttıkça, aksine insanları daha çok hırs bastı. Daha çok çalışma isteği başladı. Haftalık çalışma saatleri, bilhassa finans sektöründen başlamak üzere arttı. Dolayısıyla teknikteki gelişmeler, insanları mutlu etmeye yaramadı. Aksine, daha mutsuz olacakları ortamlara doğru insanları sürükledi.

Bazılarımız halen, teknikteki gelişmelerin her şeyi çözeceğine inanıyor olabilir. Bu şekilde inanan insanların cevaplamaları gereken soru, yeterli enerji olmadan teknikteki gelişmelerin nasıl sürdürüleceğidir.

Gezegenimizin nüfusunun on milyara ulaştığını düşünelim. İnsanların hepsinin, günümüzdeki ortalama bir Batılı gibi yaşadıklarını var sayalım. Bu durumda, enerji ihtiyacımızı karşılamak için, tahmin edilen rakam, 100.000 nükleer santrale ihtiyacımız olduğudur. Bu rakamın bir kısmı abartılı bile olsa, ihtiyacımızın büyüklüğü korkutucudur. Çünkü gerekli parayı ve uranyum madenini bulsak bile, atıkları ne yapacağımız, çok ciddi sorundur. Muhtemel bir arızada insanları nasıl koruyacağımız, henüz cevaplanamamış önemli bir sorudur.

Santrallerle ilgili olan bu sorunları, tekniğin çözeceğini düşünenlerimiz olabilir. Bu defa sorulacak soru, bu sorunları çözmenin maliyeti ne kadar olacaktır. Eğer maliyetleri tahmin bile edemiyorsak, bu maliyetleri nasıl karşılayacağımızı bile bilmiyorsak, o zaman şu soruları kendimize sormamız gerekir.

“Sonunda bize mutluluk getirmeyeceği çok aşikâr bir şekilde şimdiden belli olan tekniği geliştirmek için, neden bu kadar devasa maliyetlere katlananım? Neden bu devasa maliyetleri karşılamak için, daha çok çalışmayı göze alalım? Bu maliyetlerin çok küçük bir kısmını fakirlerle paylaşarak kendimizi mutlu yapma imkânımız varken, daha çok harcayarak mutsuzluğun peşine düşmek akıl kârı mı?”

Bu soruları hiç düşünmeyen bazı insanlar, bilim alanında çalışan insanların zekâlarına çok güveniyorlar. Bu zeki insanların, insanlığın karşılaştığı sorunları çözeceğine inanıyorlar. Hâlbuki güvendikleri bu insanların da zekâları sınırlıdır. Fakat yine de, onların sınırsız zekâya sahip olduklarını düşünelim. Bilindiği gibi, bilim bir şeyleri yoktan var etmiyor. Bilim insanlarının çözümleri gezegenimizde ve gezegenimizin yakın çevresinde var olan sistemlerin sınırları ile sınırlı.  İnsanların, doğadan daha üstün şeyler yapabileceğine inananlar varsa, onları hayalleriyle baş başa bırakalım. Dolayısıyla zekâlarının sınırsız olduğunu düşündüğümüz bilim insanlarının yapabilecekleri de sınırlıdır.

İşin ilginç yanı, bilimde ilerledikçe, tahmin edemediğimiz tersliklerin olacağını iddia eden bilim insanları var. Nano teknolojideki ilerlemeler, bilimden medet bekleyenleri umutlandırıyor. Fakat nano ağların tahmin edilemeyen evrimi ve çoğalma riskinin, birkaç gün içerisinde eko sistemimizdeki bütün karbonu bitirebileceğinden endişe duyanlar da, yine bilim insanları.

Son dönemlerde üzerinde çalışılan “metalik hidrojen” konusunun bizleri nereye götüreceğini net bilen bilim insanı yok. Hiç beklenmedik bir şekilde gezegenimizin sonunu getirmesi ihtimali üzerinde duranlar var.

Son dönemlerdeki bilimsel çalışmalardan birisi de, fiziko-kimya üzerinedir. Bu çalışmaların da, bizi nereye götüreceği konusunda net bir şey yok. Hareketsiz olan çevremizde, meydana gelebilecek aşırı fiziko-kimyasal değişimlerin, gezegenimizin sonunu getirmeyeceğini kimse söyleyemiyor.

Burada kendimize sormamız gereken bazı sorular daha var:

“Bilim ve teknikte geçmişte yaşadığımız gelişmeler, topraklarımızda tahrifatlar yaptı. Bilimdeki gelişmeler bu bozulmayı nasıl düzeltebilecek? Düzelteceğine inansak bile, bunun maliyeti ne kadar olacak? Düzeltmek için büyük maliyetlere katlanacağımız bir şeyi bozmak, akıl kârı mı?”

Yukarıdaki soruların benzerlerini, bilimde geçmiş dönemlerde yaptığımız ilerlemeler sonucunda tahrif ettiğimiz; hava, su, biyo çeşitlilik, gıdalar, tohumlar gibi hususlarda da sorabiliriz.

Kendimize soracağımız sorulardan sonra, durup bir düşünelim. Çevremizde tanıdığımız bir insan, sonunda mutsuz olacağı bir konuyla ilgili olarak, servet harcasa, biz ona ne sıfat yakıştırırız. Böylelerine ne diyorsak, biz de aynı durumdayız. Bilhassa halkın önderiyiz diyenler, maddeten güçlü olanlar, daha üst makamlarda bulunanlar, daha beter durumdalar.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLIĞIN SORUNLARI, İNSANLIK ANLAYIŞI İLE İLGİLİDİR için yorumlar kapalı

SINIRLARI OLAN GEZEGENİMİZDE, SINIRSIZ BÜYÜME İSTEĞİ

SINIRLARI OLAN GEZEGENİMİZDE, SINIRSIZ BÜYÜME İSTEĞİ

 

İnsanlık,  Batılı Devletlerin öncülüğünde 1970’lerden itibaren büyüme hevesine kapıldı. Sanki bir isteri haline dönüşen bu heves, acaba insanlığın faydasına oldu mu?

Konuyu anlamak için genel anlamda rakamlara bakarsak, kalkınma hamlelerinin sonunda GSYİH değerleri hızla arttı. Kişi başına düşen milli gelir miktarları arttı. Yine kişi başına tüketilen enerji miktarları hızla arttı.

Peki, istihdam artışı sağlanabildi mi? Geçen süre içerisindeki bazı yılların rakamlarına değil de genel duruma bakarsak, işsizlik oranı düşmedi. İnsanların refahı arttı mı diye bakıldığında, eğer kullanılan teknik aletler açısından değerlendirirsek, iyi yönde gelişmeler var. Fakat bu gelişmeler, sadece bedenen daha az yorulmayı sağlamış. Kişinin gerek kendi geçimini gerekse ailesinin geçimini günün şartlarına göre sağlaması açısından bakılınca, refah sağlanmamış. İnsanlar halen çok ciddi bir geçim mücadelesi içerisindeler.

Geçim mücadelesi veren insanların sayıları, 1970’li yıllara göre çok daha fazlalaşmış. Zengin ile fakirlerin kazançlarının arasındaki fark, kapanmamış. Aksine giderek hızla açılmış. Dünya nüfusunun sadece ve sadece %1’ri, dünya nimetlerinin neredeyse yarısına sahip. Dünyada yaşayan insanların %85 civarı gibi çok büyük bir kısmı, dünya nimetlerinin sadece ve sadece %15’ini paylaşmak zorunda.

Demek ki, ekonomiler büyüyor, ülkelerin ekonomik durumları iyileşiyor, fakat vatandaşın durumu iyileşmiyor.

Maddeten kalkındığı söylenen ülkeler bile işsizliği çözememişler. Endüstrileşmiş ülkelerin, tam istihdama yakın bir veriye ulaşmaları için, her yıl %7 civarında bir hızla kalkınmaları gerekiyor. Kalkınmış ülkeler için bu mümkün değil.

Konu tek kitaba sığmayacak kadar genişlikte. Dolayısıyla verilebilecek çok rakam var. Ama biz kısa makalemiz içerisinde özetlemeye çalıştığımız için, işin ciddiyetini bize anlatacak bir faaliyeti örnek vermekle yetineceğiz. UNESCO, 2002 yılında “Kalkınmayı Yıkmak, Dünyayı Yeniden Kurmak” konulu konferans düzenledi. Eğer kalkınma hevesimiz insanlığın faydasına sonuçlansaydı, UNESCO gibi bir kuruluş kalkınmayı yıkmak şeklinde bir başlıkla toplantı düzenlemezdi.

Bu büyüme hevesiyle ve aynı nüfus artışıyla devam ettiğimizi düşünelim. Yarım asır sonra, dünyamızda yaşayan insanların, ortalama bir Batılı gibi ve GDO’suz yiyecekleri yiyerek, onlar gibi enerji tüketerek yaşayabilmeleri için, tahminlere göre gezegenimizin imkânlarının 1,5-1,8 katına ihtiyacımız var. Yani yeni bir gezegene ihtiyaç var.

Bu konunun çok önemli olmasından dolayı,  farklı açılardan irdelenmesi gerekiyor. Bu sebeple biz de bu husustaki fikirlerimizi farklı açılardan bakarak ve çok kısa makalelerle aktarmaya çalışacağız.

Ancak bu yazımızda, büyüme hevesindeki istenilmeyen sonuçların, ekonomik sistemler açısından kısa bir değerlendirmesini yapmak istiyoruz.

Büyüme hevesi ve hırsı, insanları tüketime yönlendirmektedir. Böylece toplumlar, tüketim toplumları şekline dönüşmektedir. Tüketim hırsı, önce kapitalizm ile başlamıştır. Fakat maalesef, kapitalizme karşı bir fikri akım olarak doğan Marksizm’de de aynı hırs vardır. Eğer ortada bir suç var ise, bu ekonomik sistemde değildir. Suç tüketim hırsındadır. Nükleer silahın kapitalisti veya sosyalisti olmaz.

Her iki sistemin de uygulamalarına bakarsak, sanki sosyalizmin, insanda ve doğada yaptığı tahribat, kapitalizme göre -en azından bazı liderlerin dönemlerinde- daha fazla olmuş.

Bilindiği gibi kapitalizm, üretim gücünü sınırsızca artırmayı hedefler. Bu hedefine ulaşmak için piyasa mekanizmaları dediği yöntemleri kullanır. Sosyalizm de üretim gücünü sınırsızca artırmayı hedefler. Ama bunu güya proletarya dediği işçi sınıfının yönetimine verir.

Kapitalizm, toplumu dikkate almaz. Toplumun ortak olan maddi ve manevi değerlerini düşünmez. Kapitalizm, bireyi öne çıkarır. Bireylerin içerisinden de, uyanık olup öne çıkarak güçlenen bireyi kutsar. Dünyayı ticari bir nesne gibi görür. Böyle bir anlayışın, dünyayı iyi para verecek birilerine satmayacağını yahut da, farkına varmadan da olsa, gezegenimizin imkânlarını yok etmeyeceğini nasıl bilebiliriz.

İşin ilginç tarafı, sosyalizm de, toplumu dikkate almaz. Toplumdaki ortak olan maddi ve manevi değerleri hesaba katmaz. Sosyalizm, işçi sınıfını öne çıkarır. Onları kutsar. Fakat yönetimlerde hiç işçi bulunmaz. Onların adına başkaları yönetir. Bunlar uyanık oldukları için başkalarını ezerek öne çıkan insanlardır. Bunlar da dünyayı kendi yönetimlerine verilmiş bir miras gibi görür. Bu anlayışta olanların, aynı kapitalistler gibi, dünyanın imkânlarını yok etmeyeceklerine veya başka uyanık insanlarla karşılaştıklarında, “ortak yönetelim” teklifiyle gitmeyeceklerine nasıl inanalım.

Genel kategorisine gönderildi | SINIRLARI OLAN GEZEGENİMİZDE, SINIRSIZ BÜYÜME İSTEĞİ için yorumlar kapalı

ALLAH’IN TEK DİNİ, ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARINA UYMAKTIR

ALLAH’IN TEK DİNİ, ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARINA UYMAKTIR

 

Başlıktaki konuyla bağlantılı olarak bu sitede daha önce makaleler yayınlamıştık. Bunlardan birisi “Dinimizi Değiştirmeyi Değil, İlk Kaynaklarından Beslenmesini Hedeflemeliyiz” idi. Bu yazımızda Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm’in ilk kaynaklarındaki benzerlikler üzerinde bazı örnekler vermiştik.

Yazımızın sonunda takip edilebilecek bir yöntem örneğini şöyle vermiştik:

“Bu sebeple, dinlerin ilk kaynaklarındaki saflığı, insanlara aktaracak ve otorite olarak kabul görecek kurumlar kurulana kadar, şahıslar şöyle bir yol takip edebilirler.

Olayları ve konuları anlamaya çalışan bir kişi, karşılaştığı olayları karşısındakinin vicdanıyla görebilmeye uğraşmalıdır. Sonra, konuları kendi vicdanıyla düşünebilmelidir. Bunlara ilaveten, her davranışını oluştururken, bu düzenin bir yaratıcısı ve kurucusu olduğunu, bunları bizim istifademize sunan bir Yüce Yaradan’ın varlığını ve bu Yüce Yaradan’ın insanların hepsini gözleyerek, yaptıklarından haberdar olduğunun şuuruna varmalıdır.”

Diğer bir makalemiz “Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık Rayından Çıktıysa, Suçlu Din midir” başlığını taşıyordu. Yazımızda, dinlerle ilgili olarak karşılaştırmalar yaptıktan sonra,  dinlerdeki tahrifatların sebebini dinlerin kendisinde olduğunu iddia ederek, ateist düşünceye meyleden insanların düşüncelerinden de örnekler vererek konuyu irdelemeye çalıştık.

Bu makalemizin sonun da şöyle bağlamıştık:

“Demek ki, dinin insanlardan istediği şeylerde yanlışlık yok. Hata, insanların kendi menfaatleri için, dinin emirlerini uyguluyormuş görünürken, gerçekte ise, tersini uygulamalarından gelmektedir. Diğer bir anlatımla, Allah’ın adını kullanarak insanları kandırmalarından gelmektedir. İnsanların bu yapısını bilen Yüce Yaradan, böyle yapılmaması için, konuyu on emrin içerisine alarak, insanları uyarmaktadır. Aslında, insanların dinin emirlerini uyguluyor görünüp uygulamamaları bile, kendi başına, adil bir hesap sorucuya çok ciddi bir ihtiyaç olduğunu gösterir.”

Şimdi konuyu, yukarıda bahsettiğimiz makalelerdeki verdiğimiz örneklerin dışında irdelemeye çalışalım.

2 Bakara Suresi 130: “ İbrahim’in milletinden, kendine kıyan beyinsizden başka kim yüz çevirir? Biz onu dünyada seçkin birisi yaptık, hiç şüphesiz o, ahirette de iyilerden biridir.”

131: Rabbi ona, “İslâm ol!” emrini verince, o “Ben âlemlerin Rabbine teslim oldum.” dedi.

132: Bu dini İbrahim, kendi oğullarına vasiyyet etti, Yakub da öyle yaptı: “Ey oğullarım! Muhakkak ki, bu dini size Allah seçti, başka dinlerden uzak durun, yalnızca Müslüman olarak can verin!” dedi.

133: Yoksa siz de olaya şahit mi oldunuz; Yakub’a ölüm hali gelip çattığı zaman, oğullarına; “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” dediği zaman, oğulları; “Senin Allah’ına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın Allah’ına, tek olan o Allah’a ibadet edeceğiz. Biz ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız.” dediler.

Bakara Suresinin 131inci ayeti “İslâm ol” emrinin anlamını net bir şekilde açıklıyor. İslâm olmak, “Âlemlerin Rabbine teslim olmak” demektir.

Diğer iki ayette de, Yakup Peygamber’in ağzından yapılan anlatımla, “Müslüman” kelimesinin anlamı net bir şekilde açıklanıyor. Müslüman, tek olan Allah’a ibadet eden ve Ona boyun eğen insana verilen sıfattır.

Kur’an’daki diğer bir anlatım Hz. İsa ve Havarilerin ağzından yapılmış.

3 Ali İmran Suresi 52: İsa onların inkârlarını hissedince: “Allah yolunda yardımcılarım kim?” dedi. Havariler: “Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah’a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak Müslümanlarız.” dediler.

Yukarıdaki ayete göre de (benzer ifadeler Maide Suresi 111 inci ayette de var), Müslüman kimse, Allah’a iman eden kimsedir. Yüce Yaradan’ın en çok kızdığı insanların, Allah tarafından kendilerine ulaşan bir gerçeği gizleyen kimseler olduğunu, aşağıdaki ayet bize net olarak ifade ediyor:

Bakara Surei 140: Yoksa siz, “İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakub ile Yakuboğulları da Yahudi, ya da Hıristiyan idiler” mi diyorsunuz? De ki: “Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Allah tarafından kendisine ulaşan bir gerçeği gizleyen kimseden daha zalim kimdir? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.

Demek ki, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Yakup ve Yakupoğulları, Yahudi veya Hıristiyan değildiler. Bu sınıflandırma tamamen biz insanların kendi kendimize yaptığımız bir guruplandırma. Bizim böyle farklı isimlerle dinleri guruplandırmamızın geçerli bir tarafı yok. Aksine bunu bilerek yapıyorsak, bizden daha zalim kimsenin olmadığını Yüce Yaradan bize bildiriyor.

Peki, gerçekleri bilerek değiştirenler sadece sade vatandaşlar mı diye düşündüğümüzde aşağıdaki ayet bize yol gösteriyor:

57 Hadid Suresi 27: “Sonra bunların peşinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik, ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. (Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükafatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir.”

Demek ki, her dindeki ruhbanlar gurubu, Allah’ın bir tavsiyesi ve emri üzerine oluşmamışlar. Kendiliklerinden böyle bir görev üstlenmişler. Başlangıçtakilerin amaçları Allah’ın rızasını kazanmak imiş. Fakat sonradan içlerinden bir çoğu fasık kimseler arasına katılmışlar.

Aslında tek başına bu ayet bile, dinlerin başlangıcının aynı olduğunu, fakat sonradan, fasık olan bazı ruhbanların dindeki anlayışları değiştirdiklerini anlatmaya yeterlidir.

O halde Allah’ın dini tektir, o da, Allah’a boyun eğerek Onun emir ve yasaklarına uymaktır. Allah indinde bu uygulamanın adı “İslâm”dır.

3 Ali İmran Suresi 85: “Kim İslâm’dan (Allah’a teslim olmaktan) başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.”

Bazı insanlar, yaşamları boyunca farklı düşünmüş olabilirler. Kendilerinden önceki nesillerin yaptıkları hataların etkisiyle, dinleri birbirinden ayrı imiş gibi düşünerek farklı isimlerle guruplandırmış olabilirler. Bu durumda olanlar umutsuz olmamalıdırlar. Çünkü Yüce Yaradan aşağıdaki ayetindeki ifadesini birçok ayetinde vurgulamaktadır:

18 Kehf Suresi 58: “Bununla beraber rahmet sahibi olan Rabbin çok bağışlayıcıdır, tövbe eden kullarına rahmeti boldur…”

Tövbeleri kabul edecek, yaptığımız güzel işleri mükâfatlandıracak, kötü işler yapmayı sürdürdüğümüzde cezalandıracak olan tek güç, sadece ve sadece Yüce Yaradan’dır.

Dini kategorisine gönderildi | ALLAH’IN TEK DİNİ, ALLAH’IN EMİR VE YASAKLARINA UYMAKTIR için yorumlar kapalı

HER İNSANIN SÖYLEDİKLERİ, ELEŞTİRİLEBİLİR

HER İNSANIN SÖYLEDİKLERİ, ELEŞTİRİLEBİLİR

 

Başlıktaki kanaate, Kur’an yol göstericiliği ile ulaştık.

4 Nisa Suresi 82: “Onlar hâlâ Kur’an’ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.”

Bilindiği gibi, düzenlerinin bozulacağını düşünenler, Kur’an’ı, Hz. Muhammed’in kendisinin uydurduğunu iddia etmişlerdi. Yahudiler, Hz. Peygamberin, Yahudi hahamlardan etkilendiğini söylemişlerdir. Bu duruma örnek olarak, birkaç konuyu öne sürmüşlerdir. Biri, ilk kıblenin Kudüs olmasıdır. Diğeri, Yahudilikteki kefaret günü olan Yom Kipur’u, Hz. Muhammed’in oruç tutma ve tövbe günü ilan ettiği iddiasıdır. Bir başka savunmaları, haftanın yedinci gününün Yahudilerin Şabat günü gibi kutlandığı şeklinde idi.

Hıristiyanların iddiaları ise, Hz. Muhammed’in, Hıristiyan keşişlerden etkilendiği şeklindeydi. İslâm’ın öğretilerinin, Hıristiyanlığın ana Kilisesinden kopan Nesturi ve Aryüscü ekolün söylemlerinin benzeri olduğunu iddia ediyorlardı.

İşte böyle bir ortamda Yüce Yaradan, Kur’an’ın, Kendi kelâmı olduğunu vurgulamak için, “Allah’tan başkası tarafından yazdırılsaydı, içinde çok çelişkiler olurdu” diyerek, insanları hem uyarmakta hem de yol göstermektedir. Bu ayetten anlıyoruz ki, eğer Kur’an, Yüce Yaradan’ın son peygamberi tarafından bile yazılmış olsaydı, çelişkileri çok olurdu.

Demek ki, Allah’tan başkası tarafından yazılan makalelerde veya kitaplarda çelişkiler mutlaka vardır. Yazanlar, isterse, Allah’ın peygamberlerinin bizzat kendileri olsunlar, farketmiyor.

Nitekim bu durumu en iyi bilen kişi, Allah’ın sevdiği peygamberi Hz. Muhammed olmuştur. Hz. Peygamber, okuduğunuzda gerçek olduğundan kuşkunuzun olmayacağı bir hadisinde şöyle demiştir: “Kim ki, benim söylediklerimden Allah’ın kelâmıdır dediklerimin dışında, benim kendi söylediklerimi yazmış ise, onu imha etsin, yırtıp atsın. Çünkü sizler, aranızda davalaşıyorsunuz. Sonra bana geliyorsunuz. Ben de anlattıklarınıza göre karar veriyorum. Fakat belki, bazınız bazınıza göre meseleyi daha güzel anlatmış olabilir ve ben etkilenerek yanlış karar vermiş olabilirim. Kim ki, kardeşinin hakkını yediyse, o kendisini bilir. Derhal kardeşinin hakkını versin. Yoksa o hak, onun midesinde ateşten bir top olur.”

Buradan da anlaşılıyor ki, başta bu makalenin yazarı ben olmak üzere, her insanın kendi ilmiyle yazdıklarında çelişkiler mutlaka vardır. Çünkü bizim ilmimiz, Yüce Yaradan’ın yanında okyanusta bir katre kadardır.

Bu farkı, sorgulayarak düşünen her insan onaylar. Günümüzde bilinen en küçük zerre olan atomların yapılarından, iki yüz milyon samanyolundan oluştuğu düşünülen kâinatta kusursuz işleyen bir düzeni yaratmak için, bu farkın olması gerekir. Meninin milyonda biri kadar küçük bir sudan parmak izleri tamamen farklı, duygusal yapıları birbirine benzemez insanların yaratılması için böylesine muazzam ilim gerekir. Gelmiş geçmiş bütün insanlar akıllarını birleştirse, sadece bir mısır tanesini bile, yoktan üretemeyiz.

Bu durumu anlamamak için inatla çabalayan insanlara, Yüce Yaradan şöyle sesleniyor:

18 Kehf Suresi 109. Deki: “Eğer Rabbimin sözlerini (ilmini) yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile.”

20 Taha Suresi 98: “Sizin ilâhınız, ancak kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır.”

O halde, gerek geçmişte yaşamış her insanın, gerekse günümüzde yaşayan herkesin söylemleri ve yazdıkları eleştirilebilir. Fakat bu eleştiriler, hiçbir zaman hakarete varmamalıdır. Eleştirilerin değerini, bilgi temeline dayanıp dayanmadıkları belirler.

Bu açıdan bakınca, en değerli eleştiri, kendi kendimize yaptığımız eleştiridir. Çünkü biz, kendimizin yaptıklarımız ve söylediklerimiz hakkında, Yüce Yaradan’dan sonra en doğru bilgiye sahibiz. Sebebi de, geçmişimizdeki her şeyi bilerek yapmamızdır. Hz. Muhammed’in söylediği gibi, kimin hakkını yediysek biz biliriz. Eğer o hakkı vermezsek veya o kişiye verme imkânımız kalmadıysa, başka türlü telâfi etmezsek, o hak bizi cehenneme götüren yolun taşlarını oluşturur. Hem bu dünyada, hem de ahirette cehennemi yaşamamıza sebep olur.

O halde, her davranışımızda, her söylemimizde, Yüce Yaradan’dan yardım dileyelim. Kalpten gelen bir inanışla, Onun yol göstericiliğini niyaz edelim. Bizler insanız, dolayısıyla hatalarımız bitmez. Fakat göreceğiz ki, Allah bize yol gösterdikçe, hatalarımız azalacaktır.

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | HER İNSANIN SÖYLEDİKLERİ, ELEŞTİRİLEBİLİR için yorumlar kapalı

AKLINI KİRAYA VERENLERİN BAZI ORTAK ÖZELLİKLERİ

AKLINI KİRAYA VERENLERİN BAZI ORTAK ÖZELLİKLERİ

 

Tarih boyunca, insanların önemli bir kısmı akıllarını kiraya vermişlerdir. Günümüzde de bu durum sürmektedir. Dünyamız küreselleştikçe, aklını kiraya verenlerin azalması beklenirken, azaldığını söylemek maalesef zor.

Bir insanın fakir veya zengin olması, aklını kiraya vermesi hususunda bir ölçü teşkil etmiyor. Benzer şekilde, toplum içerisindeki sosyal konumu da, aklını kiraya verme için bir ölçü değil. Aklını sadece erkekler kiraya vermiyorlar, kadınlar için de aynı durum geçerli. Muhtemelen oran olarak birbirlerine yakınlar. Bazen, hareketlerin niteliğine göre, erkekler veya kadınlar çoğunlukta olabiliyor.

İnsanların yaşları bazen ölçü olabiliyor. 25 yaşının altındaki gençler içerisinden aklını kiraya verenlerin oranı, diğer yaşlara göre daha fazla. Ama bundan, diğer yaşlardaki insanlar kendi akıllarını kullanıyorlar anlamını çıkarmamız mümkün değil. Kendisinin hayat tecrübesine sahip olduğunu zanneden nice yaşlı insan, aklını gençlerinkinden daha sorgusuz olarak kiraya verebiliyor.

Aklını kiraya verme açısından, insanların eğitimleri de ölçü olmuyor. Hiç eğitim görmemiş insanlar da, üniversite bitirmiş kişiler de aklını kiraya verebiliyorlar. Hattâ eğitimin en üst basamağı olan profesörlük unvanına ulaşmış insanlardan da, aklını kiraya verenler var. Elbette oran olarak, hiç okula gitmemiş olanlara göre çok daha az sayıdalar.

Peki, aklını kiraya verenlerin bazı özellikleri neler? Bu özellikler bazen, kişinin fakir veya zengin olmasına, ruhi yapısına, din ile bağlantısının şiddetine göre değişebiliyor.

Fakirler, kulağa hoş gelen sözlerle, dünyanın dertlerine derman bulduklarını söyleyenlere meylediyorlar. Eğer bu hoş sözlerin içerisine mistisizm de girmişse, konu kutsal hale geliyor. Bu kutsallığı, kendi anlayışına göre şekillendirenlere aklını severek kiraya veriyor.

Zenginlerden arayış içerisinde olanlar, aklını kiraya vermekte bir beis görmüyorlar. Bilhassa kolay para kazanan zenginler ve makam sahipleri, alanlarının dışında yön bulmakta zorlanıyorlar. Günümüzde, borsalarda en riskli türev ürünlere para yatıranlar, sahtekâr bankerlere para kaptıranlar arasında, zenginler ve makam sahipleri, sıradan vatandaşlara hep öncülük etmişlerdir.

Yine benzer şekilde, ABD’de Osho denilen Bhagwan Shree Rajneesh’in, Türkiye’de Adnan Oktar’ın, çeşitli bölgelerde Hare Krishna, İlâhi Işık Misyonu gibi hareketlerin takipçileri arasında, zenginler, eğitim seviyesi ve makamları yüksek olanlar önemli bir yer tutmaktadır.

Aslında kafalarının içerisi, kendi işi dışındaki anlayışlar açısından boş olanlar akıllarını kiraya vermektedirler. Bunlar, kendiliklerinden kiraya vermeyebiliyorlar. Maruz kaldıkları etkin bir propaganda sonrasında veriyorlar. Bunların maruz kaldıkları yanıltıcı söylemlerin bazıları şöyle;

Karizmatik lider olgusu oluşturulup, onun sürekli öne çıkarılması. Liderin ve onun hakkında bahsedenlerin, aklını kiralamak istedikleri insanlarla sıkça konuşarak, fark ettirmeden beynini yıkamaları. Yazılı ve görsel basın aracılığıyla abluka altına alınması. Karizmatik liderin sevgi dolu olduğunun işlenmesi, bu anlamda çocuklar ve gençlere yönelik davranışlarının örneklendirilmesi. Sıkça düzenlenen sosyal etkinlikler sebebiyle, kişinin sorgulama ve özgür düşünme ihtimalinin azaltılması.

Diğer taraftan, topluma uyum sağlamakta zorlanan bir insan için, aklını kiraya verdiği liderin cemaati içindeki yaşam tarzı, bazen, bir sığınak olabiliyor.

Kendi şahsiyeti hakkında kararsız olan kişi de, aklını kiraya vermekte zorlanmıyor. Toplumda pek itibar görmediğini düşünen bir insan, dini meselelerle uğraşarak, toplumda saygınlık kazanacağını düşünürse, aklını kiraya verebiliyor.

Aralarına katılacağı toplumdan maddi menfaat bekleyenler de, akıllarını kiraya verebiliyorlar veya vermiş görünüyorlar.

Bir hareketin içerisine 25 yaşından önce girmiş olanlar, içerideki birçok yanlışı görseler bile, kendileri ile çelişmemek için, akıllarını kiraya vermeyi sürdürebiliyorlar. Eğer kişi 18 yaşından önce harekete katılmışsa, yanlışları bizzat görse bile, aklını kiraya vermekten çekinmeyebiliyor.

Bir hareketin içerisine, kendisinden önce anne ve/veya babası girmişse ve kendisi aynı harekette aileden ikinci-üçüncü kuşak ise, aklını kiraya verme ihtimali artıyor.

Bizim bazı özelliklerini sıraladığımız aklını kiraya verenleri yapıları hakkında, okuyucuların çok daha güzel analizler yapacaklarına inanıyorum. Bu nedenle, devamını sizlere bırakıyorum.

Burada asıl vurgulanması gereken husus; insanlığın geleceğinin, aklını kiraya verenlerin azalması ve sorgulayarak hareket edenlerin çoğalması oranında güzelleşeceğidir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AKLINI KİRAYA VERENLERİN BAZI ORTAK ÖZELLİKLERİ için yorumlar kapalı

DÜNYA, BİR HÜRMET VE MUHABBET BUHRANI İÇERİSİNDE

DÜNYA, BİR HÜRMET VE MUHABBET BUHRANI İÇERİSİNDE

 

Yeni kelimelerle ifade edersek, dünya, saygı ve sevgi buhranı içerisindedir. Önceleri maddeten kalkınmış olan Batılı devletlerde başlayan bu buhran, dünyamız küreselleştikçe, her tarafa yayılıyor.

Sevgi ve saygı azaldıkça, insanların birbirine olan güvenleri çok daha hızla azalıyor. Ortam güvensiz hale geldikçe, insan yalnızlaşıyor. Kişinin çok zenginlemesi veya en üst makamlara gelmesi, onun yalnızlığını gidermiyor. Aksine, kendi kendisiyle kalıp düşünmeye başladığında, eskisine göre daha da yalnızlaştığını hissediyor.

Yalnızlaşan insan, çareyi nefsini tatmin ederek arıyor. Fakat kendi bencilliğinin peşine düştükçe, kimseyi sevemez hale geliyor. Sevmeyen insanı da kimse sevmiyor. Çünkü sevgiyi ancak, dostluk oluşturur. Dostluk duygusu, güzellik arayışıdır. Her insanın kalbinde güzellik gizlidir. Dost bulmak isteyen, önce kendi kalbindeki güzelliği hayatına yansıtmalıdır.

Kalbindeki sevgiyi hayatına yansıtan insan, iç dünyasında huzur bulur. Kendi kendisiyle barışık hale gelir. Kendisiyle barışık olan bir insanla dost olmak isteyenler her zaman bulunur. Dolayısıyla, huzurlu insan hemen dost sahibi olur. Dostlarıyla muhabbetini artıran insanın kalbindeki sevgi giderek büyür. Kalbindeki sevgi arttıkça, bencillik kalpte yer bulamamaya başlar.

Bu sitedeki zenginlik üzerine yazdığım makalelerimde, bu dünyada çekilen azap konusundaki fikirlerimi şöyle ifade etmiştim. Bu dünyada çekilen azapların en önemlisi, hiç kimseye güvenemediğin için dostunun olmamasıdır. Kendisi için ölüme isteyerek gidecek bir dostu olmayan insandan daha fakir kimse yoktur.

Kendisine sevgi duyulmayan, sözü sadece parasına geçen bir insan, parasıyla başka insanlara her şeyi yaptıracağını zanneder. Ama para ile iş yaptırmaya çalıştığı insan, ya bir başkası daha fazla verdiğinde ya da kendisi için hayati bir tehlike gördüğünde, hemen taraf değiştirir. Böyle bir ortamda, zenginin sözü parasına da geçmez hale düşer.

Dostu için fedakârlık yapmayan kişiye, başkaları fedakârlık etmez. Dostu için hakkından feragat etmeyen insana, kimse hakkından feragat etmez. Belki bir süre bunları yapanlar olur. Fakat bir süre sonra karşısındakinden aynı davranışı göremeyen insan, hemen fedakârlık yapmaktan vazgeçer. Çünkü dostluğun oluşması için gerekli şartlardan birisi, ahde vefadır.

İnsanlar arasındaki sevgi bağını oluşturmanın şartlarından birisi de, karşılık beklemeden yapılan yardımdır. Kendisinden karşılık istenmeden yardım alan kişinin kalbindeki sevgi yüzüne yansır. Yüzüne bakan ondaki mutluluğu görür. Mutluluk ve sevgi bulaşıcıdır. Arada temas olmasa bile, hemen karşıdakine geçer. Ama arada fiziki temas olursa daha sağlam bağlarla geçer.

Bir insanın dost sahibi olabilmesi için, öncelikle arkadaş sahibi olması gerekir. Dostluklar, arkadaşların birbirlerini bir süre denemelerinin sonunda oluşur veya oluşmaz. Deneme süreleri insanlara ve şartlara göre değişir.

Bu nedenle arkadaşlar insan hayatının yönünü belirlemede önemli mihenk taşlarıdır. Dünya üzerinde genel kabul görmüş bir söz vardır: “İnsanları eşleriyle veya çocuklarıyla değil, arkadaşlarıyla değerlendirmek gerekir.” Bu anlatım, her zaman böyle olmasa bile genel anlamda doğrulanabilecek bir sözdür.

İnsanın arkadaşlarının yapılarıyla yargılanmasının sebebi, kişinin arkadaşlarını kendisinin seçmesidir. Bir insan eşini de kendi seçmiş olabilir, fakat eş değiştirmek arkadaş değiştirmekten çok daha zordur. Dolayısıyla mecburi bir sebeple başlamış olan bir arkadaşları değiştirmek daha kolaydır. Bazen şartlar değiştirmemizi zorlaştırabilir. Ancak bu konuda irade gösterildiği takdirde, büyük oranda değiştirebiliriz.

Göstereceğimiz iradenin yönü, bizim sadece bu dünyadaki hayatımızı etkilemez. Ahiret hayatımızı da etkiler. Kötü bir arkadaş, bizi bu dünyada huzursuz bırakmakla kalmaz, bizim, ahiret hayatında cehenneme gitmemize de sebep olabilir. İyi bir arkadaş ise, hem dostluk kurarak huzur bulmamıza hem de cennete gitmemize vesile olabilir.

Aslında bütün bunların temelinde bizim tüketim anlayışımız yatar. Biz sadece ihtiyacımızdan dolayı tüketiyorsak, arkadaş ve dost bulmamız kolaylaşır. Çünkü kalan maddi gücümüzle insanlara yardımcı olacağımızdan, çevremizle sevgi bağı kurarız. Fakat gösteriş için tüketim yapıyorsak, dostsuz kalma ihtimalimiz çok yüksektir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DÜNYA, BİR HÜRMET VE MUHABBET BUHRANI İÇERİSİNDE için yorumlar kapalı

ÇOK PARA KAZANANLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ

ÇOK PARA KAZANANLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ

 

Tarih boyunca en kazançlı işler, her zaman için yasal olmayan alanlardan elde edilmiştir. Bu durum günümüzde de geçerlidir. Fakat biz ekonomik sistem açısından, yasal olan işlerin durumlarını irdeleyeceğiz.

Günümüzde en çok kazananlar, finans sektöründe, spor dünyasında ve müzik âleminde çalışanların arasından çıkmaktadır. Bazı ülkelerde kısa süreli olarak başka alanlarda da kazançlar diğerlerine göre fazla olabilmektedir. Ancak bizim ifade ettiğimiz üç alan, dünyanın genelinde geçerlidir. Ülkelerdeki büyük şirketlerin bilançolarına baktığımızda, gelirlerinin çoğunun, üretimlerinden değil, “sair gelirler” olarak niteledikleri faiz-döviz-borsa konularından elde edildiğini görürüz.

Üretimlerinden kazanan firmaların durumunu incelediğimizde, kazançlarının iki temel sebepten birisinin veya ikisinin birden olduğunu anlarız. Ortada ya haksız rekabet vardır, yani alanlarında en etkili üretici olmuşlardır, ya da devleti yönetenlerle birlikte hareket ederek yapmadıkları işin parasını alıyorlardır. Bazen en etkili firma olunamayabilir. Bu durumda konularındaki diğer firmalarla ortak hareket ederek, haksız kazanç sağalabilirler.

Finans sektöründe çalışanlar içerisinden daha çok kazananlar, borsada hisse alım satımı yapanlardır. Bu alanda çalışanları, özel bankalardaki ücretliler takip eder. Sporcular içerisinden daha çok para kazananlar; futbol, beysbol, basketbol gibi alanlardaki sporculardır. Bu sahalarda en başarılı olarak görülenler, topu, rakip takımın kalesinin veya potasının içerisine daha çok atabilenlerdir. Müzik dünyasında daha çok para kazananlar ise, pop ve rock gibi pek bir anlamı olmayan ama hareketli sahne müziği yapanlar arasından çıkmaktadır.

Yukarıda saydığımız alanların çok kazananlarının ortak özellikleri, topluma ve bireylere katkılarının, diğer sahalarla kıyaslandığında, çok daha az olmasıdır.

Bu insanlar kazanırken, toplumun içerisinde bir yerlerdeki insanlar kaybediyorlar. Hem de kendileri elle tutulur gözle görülür bir şeylere sahip olmadan kaybediyorlar.

Finans sektörü içerisinde kurumsal olarak kazanan bir başka alan bankacılıktır Bankaların kazandıklarının toplamının en az yarısını, vatandaşların kayıpları oluşturuyor. Geri kalan yarısının sebebi de, hizmetlerinin pahalıya yapılmasıdır.

Demek ki, yukarıda saydığımız ve çok kazandıran imkânlar sunan alanlardakiler kazanırken, vatandaşlar ve insanlar kaybediyorlar.

Hâlbuki üreticilerin durumu böyle değil. Hattâ tam tersi. Bir üretici kazanırken toplumun bir yerlerinde başka insanlar da kazanıyorlar. Bir üreticinin üretimini satanlar, nakledenler ve kullananlar da kazanıyorlar. Bazen üreticiden daha fazla kazanıyorlar. Sonuçta üretimden son tüketiciye kadar konuyla bağlantısı olan hemen her insan kazanıyor.

Kendileri kazanırken başka insanları da kazandıran bir başka alan, bilimsel araştırmalardır. Bilimsel araştırmalarda sonuç almak zordur. Fakat bir araştırma başarılı olduğunda, toplum da kazanıyor. Bu konularda yapılan incelemelerden elde edilen ortalama sonuç şöyle; bir bilimsel araştırma sonuç alır ise, araştırmacılar bir birim kazanıyorlarsa, toplum beş birim kazanıyor.

Okuyucularımızın, bizim burada çok kısa olarak verdiğimiz örnekleri, genişleterek çok daha güzel sonuçlara ulaşacaklarına inanıyorum. Bu sebeple devamını okuyucularıma bırakıyorum. Biz burada konunun önemine dikkat çekmek istedik. Hükumetlerin uygulayacakları, vergilendirme, ücretlerin belirlenmesi ve destekleme gibi konularda topluma fayda hususunu dikkate almalarının gerekli olduğunu göstermeye çalıştık.

Ekonomi kategorisine gönderildi | ÇOK PARA KAZANANLARIN ORTAK ÖZELLİKLERİ için yorumlar kapalı

HER DİN, BİR HAKİKAT SÖYLEMİYLE ORTAYA ÇIKMIŞTIR

HER DİN, BİR HAKİKAT SÖYLEMİYLE ORTAYA ÇIKMIŞTIR

 

Her yeni din, eskisinin tahrif edildiğini ve oluşan yanlış fikirleri örnek göstererek, hakikat söylemini yeniden dile getirmiştir.

Hz. Âdem’den sonraki dinlerin içerisinde günümüze kadar gelebilenlerin en eskisi, Yahudiliktir. Bilindiği gibi Yahudilik Hz. Musa’ya verilen on emir ile şekillenmiştir.

Hz. Musa’ya gönderilen on emir şöyle:

  1. Allah’tan başka ilâhların olmayacak.
  2. Kendin için oyma put yapmayacaksın.
  3. Allah’ın ismini boş yere anmayacaksın.
  4. Cumartesi günü hiçbir iş yapmayacaksın.
  5. Babana ve anana hürmet edeceksin.
  6. Adam öldürmeyeceksin.
  7. Zina etmeyeceksin.
  8. Çalmayacaksın.
  9. Yalan şahitliği yapmayacaksın.
  10. Komşunun hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.

Yahudiler kendileri dışındaki insanlardan tek olan Tanrı’ya inananlara Nuhiler (Biney Noah) demişlerdir. Yahudilere göre Nuhilere, Hz. Nuh aracılığıyla yedi maddelik emir verilmiştir. Bunları şu şekilde ifade etmişlerdir:

  1. Putperestlikten kaçınacaksın,
  2. Küfürden kaçınacaksın,
  3. Zinadan, özellikle akrabalar arası zinadan kaçınacaksın,
  4. Adaleti sağlamak için, adil ve dürüst olacaksın,
  5. Kan dökmeyeceksin,
  6. Hırsızlık yapmayacaksın,
  7. Canlı hayvandan et koparıp yemeyeceksin.

Yahudi bilginlerden Musa bin Meymun’a (M.S. 1135-1204) göre, bu yedi kanundan altısı daha önce Hz. Âdem’e verilmiştir. Sadece, canlı hayvandan et koparıp yememek şartı Hz. Nuh döneminde eklenmiştir.

Demek ki, Hz. Âdem’den itibaren Hz. Musa’ya kadar gelen peygamberler, aynı merkezden gönderilmişlerdir. Peygamberler aracılığıyla insanlara öğütlenen şeyler de temel itibarıyla aynıdır.

Dolayısıyla Yüce Yaradan Yahudilikten önce gönderdiği dinlerin insanlar tarafından tahrif edildiğini bildiğinden, insanlara olan rahmetinin bir göstergesi olarak, benzer tavsiyeleri ve yol göstermeleri Hz. Musa aracılığıyla da yapmıştır.

Yahudilikten sonraki tarihi kısaca inceledikçe göreceğiz ki, insanların büyük çoğunluğu kendilerine gönderileni tahrif etmeye devam ettiğinden Allah yeni peygamberler göndermiştir. Fakat ilginç olan ve Yahudileri sonraki dinlerden ayıran bir özelliği kendilerine eklemeleridir. Yahudilikten sonra gelen dinlerden (Hinduizm, Budizm vb dâhil) hiçbirinde görülmeyen bir dogma oluşturmuşlardır. Bu da Yahudilerin kendi kendilerine belirledikleri kutsal halk ve kutsal toprak anlayışıdır.

Bilindiği gibi Yahudilikten sonra gelen Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan Yeni Ahit yani İnciller sonradan yazıldığı için birbirinden çok farklı fikirleri ihtiva etmektedirler. Fakat hemen hepsinin ortak yönü, diğer dinlere mensup olanlarının da kurtuluşunun, Hz. İsa’nın getirdiklerine uymakla mümkün olacağı hususudur.

Hz. İsa aracılığıyla yapılan tavsiyelerin, daha Hz. İsa’dan hemen sonra değiştirilmeye başlandığının delili, yüzlerce İncil’in yazılmış olmasıdır. Bilindiği gibi, İznik Konsili, İncillerin sayısını dörde indirmiştir. Bu dört İncil de birçok konuda birbirinden farklıdır. En azından Hz. İsa’nın soy kütüğü hususunda farklılık vardır.

Demek ki, Hıristiyanlık daha başlangıçtan itibaren tahrif edilmiştir ve elde, uyulması beklenilecek tek bir kutsal kitap yoktur. Tek bir kutsal kitabı olmayan bir dinin tahrif edilmediğini, günümüzde de geçerli olacağını iddia etmek mümkün değildir.

Hıristiyanlıktan sonra Hz. Muhammed ile gönderilen Kutsal Kitap olan Kur’an’ın koruyuculuğunu bizzat Yüce Yaradan üzerine aldığını, Kur’an’ında ifade etmiştir. Gerçekten de, Kur’an günümüze kadar değişmeden gelmiştir. İnsanlık var oldukça da aynı kalacağına olan inancımız kesindir.

Peki, Kur’an değişmediğine göre, Hz. Muhammed’in ümmetinin günümüzdeki durumu da değişmemiş midir? Aslında bu soruya ayna karşısına geçip kendi gözlerinin içerisine bakarak vicdan huzuruyla, değişmemiştir diyecek bir insanı bulmak pek mümkün görünmemektedir.

Zaten bu hususta Kur’an’daki bir ayet, bozulmanın nasıl olacağı hakkında bize fikir vermektedir. Bu husustaki fikrimizi bu sitede yayınladığımız “Hz. Muhammed, ‘Allah’ım, Kavmim, Bu Kur’an’ı Terketti” başlıklı yazımızda ifade etmiştik. Burada, makalemizden konumuzla ilgili bölümlerini kısaca aktaralım:

“Furkan Suresi 30uncu ayet: “Peygamber dedi ki, Ya Rab! Kavmim bu Kur’an’ı, mehcur tuttular.” Âlimlerin bir kısmının görüşü, Hz. Muhammed’in kavmiyle ilgili bu serzenişini, yaşadığı dönem için yaptığı şeklindedir. Bazı âlimler de, kıyamet günü yapacağı şeklinde ifade etmişlerdir.

Kur’an hem evrenseldir hem de insanlık var oldukça baki kalacaktır. Bu sebeple, bize göre, Hz. Muhammed’in bu serzenişi, hem kendi dönemi hem de sonrası için de geçerlidir. Yüce Yaradan’ın kelimeleri seçimi de, bunu gösterir. Hz. Peygamberin sözleri, sadece kendi kavmi için değil, insanlık için de geçerlidir.

Ayetin, bizleri yani yaşayan insanları ilgilendiren anlamı, Hz. Peygamberden sonraki dönemler için söylemiş olmasıdır. Bizim ibadetleri yapmadığımız değil, Kur’an ile amel etmediğimiz söylenmektedir.”

Demek ki, Müslümanların yani Hz. Muhammed’in ümmetinin büyük çoğunluğu da, Kur’an ile amel etmemektedir.

Dinlerdeki tahrifatlar, sadece semavi dinler olarak bilinen, Yüce Yaradan tarafından gönderilen; Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’ ta görülmez. Hinduizm, Budizm gibi Çin-Hindi bölgesindeki dinlerde de görülür.

Hindu dininin temelini teşkil eden Veda’ların belirginleşmesi, Hıristiyanlıktan, muhtemelen bin yıldan daha öncedir. Hindu dininde, Veda metinleri, Şabdabrahma olarak tanımlanan Tanrı’nın sözüdür. Tanrı, rişi adı verilen ve ilhama mazhar olmuş kimseler aracılığıyla, ilâhi kelâmını insanlara bildirmiştir. Bu açıdan bazı İslâm mutasavvıfları bile Veda’ları vahiy mahsulü olarak nitelemişlerdir. Çünkü Vedalardaki bazı şiirler ile Kur’an ayetlerini karşılaştırdıklarında benzerliklerini görmüşlerdir.

Buradan da anlaşılıyor ki, Hinduculuğun ilk çıkışında insanlara verilen mesajlar, huzurlu bir toplum ve fert oluşturabilmenin yollarını ihtiva etmektedir.

Fakat zamanla bu anlayış da bozulmuş olmalı ki, M.Ö. altıncı asırda Hindistan’ın kuzeydoğu bölgesinde yaşamış olan Siddharta Gautama, mevcut duruma itiraz etmiştir. Belki sağlığında değil ama ciddi bir taraftar kitlesi oluşmuştur.

Buda, öncelikle Hindu dininde kendilerini Tanrının varisi olarak gören Brahminlere karşı çıkmıştır. Onların üstünlük iddialarını reddetmiştir. Dolayısıyla da Brahminlerin kendilerini güçlü kılmak için oluşturdukları kast sisteminin yanlış olduğunu vurgulamıştır.  Buda’ya göre bir kişinin toplumdaki yeri, doğumu ile belirlenmez. Kişinin konumunu belirleyecek olgu, kendisinin sonradan yaptığı eylemlerdir. Buda ayrıca kurtuluşa ulaşmak için, Brahminlerin insanlara yaptırdıkları kurban ayinlerine itiraz etmiştir.

Demek ki, Hinduculuk da, daha başlardan itibaren bazı gurupların menfaatleri doğrultusunda tahrif edilmiştir.

Budizm, kendisinden önceki dinlerin tahrif edildiğini vurgulayan bir öğreti olarak kabul görmüştür. Fakat onlar da kendilerinden sonra ortaya çıkan İslâmiyet’e karşı çıkmışlar ve tek doğrunun kendileri olduğu iddialarını sürdürmüşlerdir. Tek başına bu iddiaları bile onların da değiştiğinin bir göstergesidir. Nitekim vefat etmiş bazı Budist rahiplerin aziz gibi telakki edilerek, onlardan medet umulması, rahiplerin yaşantılarının Buda’nınkinden çok farklı ve zengin ortamda olması, Myanmar’daki Arakan bölgesinde yaşayan Müslüman azınlığa karşı, aşırı milliyetçi Budist gurupların tavırları dikkate alındığında, onlardaki değişim de kendini göstermektedir.

Sonuç olarak, bütün dinler ve öğretiler, ilk çıkışlarından sonra tahrif edilmişler.  Tahrif olmayan tek şey Kur’an. Dolayısıyla bizler Kur’an’a uygun davrandıkça huzura ereriz. Kur’an’ı anlayabilmemiz için ise defalarca okumamız gerekse de bıkmadan okumalıyız. Anladıklarımızı çevremizdekilerle tartışmaktan çekinmemeliyiz.

Genel kategorisine gönderildi | HER DİN, BİR HAKİKAT SÖYLEMİYLE ORTAYA ÇIKMIŞTIR için yorumlar kapalı

İSLÂM DÜNYASI NEDEN KATILIMCI DEMOKRASİ OLUŞTURAMIYOR

İSLÂM DÜNYASI NEDEN KATILIMCI DEMOKRASİ OLUŞTURAMIYOR

 

Hâlbuki İslâm, istişare şartını Kur’an vasıtasıyla getirerek, demokrasinin temelini atmıştır. 3 Ali İmran Suresi 159: “… (Yapacağın) işlerde Sahabelerine de danış, bir kerede azmettin mi, artık Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” Bu anlayış, ayetin geldiği döneme göre, büyük bir devrimdir.

İslâm’daki bu anlayışın bozulması, Emevilerin iktidarı döneminde başladı. Emevilere göre; Emevi yöneticilerin imanlarının sorgulamak gereksizdir. Çünkü ihtiyaç olan şey birlik ve beraberliktir. Dolayısıyla birlik ve beraberlik adına onlara itaat edilmelidir. Eper yaptıklarında yanlışlıklar var ise, durumları Allah’a havale edilmelidir.

Muhafazakâr Müslümanların topluma bakışı, Emevilerin bu fikrine, dolaylı olarak destek oldu. Muhafazakâr Müslümanlar, toplumu sabit ve değişmez bir kalıp içerisinde tutmaya çalıştılar. Bu anlayışa en önemli itiraz İbni Haldun’dan (1332-1406) geldi. Haldun’a göre, hayat akıp gitmektedir. Halkı sabit ve değişmez (muayyen) bir kalıp içerisinde tutmak imkânsızdır.

İbni Haldun’un tanımında tarih, dağlardan şehirlere inenlerin tarihidir. Şehirler kalabalıklaştıkça, insanların ikiyüzlü davranmalarına ortam hazırlar. İnsanları ikiyüzlü davranmaktan kurtarmaya çalışmak, yöneticilerin sorumluluğundadır. Bu sebeple yöneticiler, işlerinde ve kararlarında hürriyeti ve gönüllülüğü esas almalıdır.

Haldun, bu tavsiyesi ile yetinmez. Yöneticilerden, devletin önce taraflı ve totaliter yapıdan sıyrılmasını ister. Sonrasında, herkesin fayda ya da zararına olan ve aklın gerektirdiği düzenlemeleri yapmasını tavsiye eder. Bütün bunları yaparken de Allah’ın yol göstericiliğini esas almalarını öğütler.

Demek ki biat, bizzat Allah’ın Zatına olmalıdır. Fakat Emevilerden itibaren, maalesef, İslâm ülkelerinin yöneticileri, İslâm’ı anlatan kuruluşların temsilcileri kendilerine biat edilmesini istemektedirler. Anlayış böyle değiştirilince de, bunca geçmişe ve son dönemlerdeki bunca tecrübeye rağmen, katılımcı demokrasi oluşturulamamaktadır.

Nasreddin Tusi’ye (1201-1274) göre, İslâm’ın ahlâk anlayışı, ahirete yönelik tasavvufi ahlâk değil, bu dünyaya yönelik, insanı ve toplumu esas alan, insanın kendisi, ailesi, cemiyeti ve devletiyle ilişkilerini düzenleyen bir ahlâk olmalıdır. Bu sebeple de Tusi, tasavvufun, rasyonel bir tarzda ele alınmasını ister.

Benzer itirazlar Maliki fukahasından da gelir. Onların tasavvufa itirazları şöyle maddeleştirilebilir:

  1. Tasavvuf, şeyhe tam bağlılık gerektiriyor.
  2. Zikir ve sema gibi ayinler (günümüz deyimiyle ritüeller), giderek fıkhın ortaya koyduğu dini törenlerin yerini alıyor.
  3. Zaviye ve tarikatlara cömertçe verilen hibe ve vakıf malları, birçok sufiyi ve seyyahı cezbediyor. Bu da, cemiyette beleşçi, memlekete ve üretime katkısı olmayan insan tipi oluşturuyor.

Yine Nasreddin Tusi’ye göre ahlâki hastalıkların sebebi; ifrat (fazlalık), tefrit (eksiklik) ve sapmadır. Tusi, nefsin üç temel gücünden bahseder. Bunlar; akıl, öfke ve arzudur. Eğer bunlarda, ifrat, tefrit ve sapmaya kaçılırsa reziletler, itidalde kalınırsa faziletler ortaya çıkar.

Yukarıda bahsettiğimiz İbni Haldun, Nasreddin Tusi ve Maliki fukahasının bu düşüncelerine karşılık İbni Arabi ve bazıları, konuya farklı yaklaşmışlardır. Onlara göre, gördüklerimiz bir hayaldir. Hayata böyle bakınca, dünyanın bir hayal, insanın ise, rüzgârın önündeki yaprak gibi algılayanlar artmaya başlamıştır. Bu algılama insanları, tabiri caizse, uyuşturmuştur. İnsanları şeyhlerin ve yöneticilerin oyuncağı haline getirmiştir.

Hâlbuki İslâm’ın başlangıcındaki kaza ve kader inancı, insanların sadece Allah’ı vekil tutarak, korkusuzca mücadele etmelerini sağlamıştır. Günümüzde ise, insanların vekili, kendine göre daha etkili bir makamdaki rastgele bir insandır.

Bu anlayıştaki Müslüman gurupların yaptıkları bir başka yanlış daha vardır. Bunlar, kendi dar guruplarında, biat kültürünü teşvik ederler. Sorgulayanlara suçlarlar. Fakat dış dünyaya karşı; “İslâm, akla hitap eder. Mantık dinidir. Hürriyeti ve adalet anlayışını getirmiştir.” gibi söylemlerde bulunurlar. Yani, dünyaya anlattıkları ve gerçek olan İslâm’ın tam tersini uygularlar.

İşte İslâm Dünyasının katılımcı demokrasi oluşturamamasının önemli bir sebebi budur.

 

Genel kategorisine gönderildi | İSLÂM DÜNYASI NEDEN KATILIMCI DEMOKRASİ OLUŞTURAMIYOR için yorumlar kapalı

KÜRESEL UYGARLIĞIN TEMELLERİ

KÜRESEL UYGARLIĞIN TEMELLERİ

 

Daha önce yayınladığımız “Küresel Uygarlık İhtiyacı” başlıklı makalemizin son paragrafında şu ifadeleri aktarmıştık: “Konumuza ışık tutması açısından, Hasan Onat’ın, Leslie Lipson’dan aktardığı şu söze dikkat kesilelim: “Ahlâki bir devrim olmaksızın hiçbir uygarlık kalmayacaktır ve uygarlıkta ilerlemeler olmaksızın insanlık diye bir şey kalmayacaktır.”

Konuya biz de çok önem veriyoruz ve benzer düşünceleri paylaşıyoruz. Bu sebeple yine bu sitede, küresel uygarlığı oluşturmak için yapılması gerekenleri, çeşitli konularla bağlantılı olarak yayınlamıştık.

Bu makalemizde küresel uygarlığın oturması gereken temeller hakkındaki fikirlerimizi paylaşacağız. İnsanlığın devamının olmasını istiyorsak, yani torunlarımızın insanca yaşamalarını arzuluyorsak, küresel uygarlığı şu üç temel üzerine oturtmalıyız.

Üretim, Paylaşım, Kanaatkârlık

Bu üç konu üzerindeki düşüncelerimizi zaman zaman ve ayrı ayrı yazıların içerisinde okuyucularımızla paylaşmıştık. Burada toplu olarak ve kısaca ele alacağız.

Üretim sözü, ülkelerin ekonomik buhran yaşadıkları her dönemde, siyasetçilerin sarıldıkları bir kavramdır. Fakat bu söz ile ne kastettiklerini, onların bile çoğu bilmezler. Onlar için bu kavram, vaziyeti kurtarmak için telaffuz edilen ve halkı kandıracakları sihirli bir sözcük gibidir.

Burada sorulacak soru, üretimin amacının neler olacağıdır. Bu sitede “Reklamın Amacı Üzerine” başlıklı makalemizde konumuzla bağlantılı olarak şu fikirleri savunmuştuk

“Küreselleşmenin etkili olmaya başladığı döneme kadar, üretimlerin çoğu, gerçek ihtiyaçlar için yapılırdı. Yapılan üretimleri tanıtan reklamlar da, ürünlerin sağlamlığı, dayanıklılığı ve ihtiyaç gidermesi konusunda tüketicileri ikna etmeyi hedeflerdi.

Günümüzdeki reklamların amacı, insanları tüketim toplumu haline getirmektir. Reklamlarla bağlantılı olan üretimin de amacı, ihtiyaç duyulan malzemeleri üretmek değil, kârlı satış yapılabilecek ürünleri imal etmektir. Hedef böyle olunca, reklamdan beklenilen, insanların ihtiyacı olmayan ürünleri satın almalarını sağlamasıdır. Dolayısıyla, başarılı olarak nitelenen reklam, insanlara yeni ihtiyaç alanları oluşturmayı başarandır.”

Küresel uygarlığın ikinci ayağı, paylaşım konusudur. Paylaşım, yapılan üretim için yapılmalıdır. Paylaşım, bir insan için yapılabilecek en zor işlerdendir. İnsanların çoğu, sahip oldukları mülkleri kendilerinin kazandığını düşünürler ve bunları da paylaşmak istemezler. Nitekim bu anlayış Kur’an’da ifade edilmektedir:

Yasin Suresi 47inci ayet: Onlara: “Allah’ın size rızık olarak verdiği şeylerden hayra harcayın” dendiği zaman, o kâfirler, müminler için: “Allah’ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız? Siz apaçık bir sapıklık içinde değil de nesiniz?” dediler.

Hâlbuki paylaşım konusu insanlığın huzuru ve düzeni açısından gereklidir. Kur’an bu durumu şöyle anlatır: 43 Zuhruf Suresi 32: “Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye biz onların bir kısmını diğerlerinden derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.”

Demek ki, dünya hayatında sosyal düzenin kurulabilmesi için Yüce Yaradan, rızıkları farklı dağıtmış, insanlara değişik özellikler vermiş. Gerçekten de düşünecek olursak, eğer her insana aynı miktarlarda rızık verseydi ve her insanın özelliği benzer olsaydı, kim kime iş gördürebilirdi? Sosyal düzen nasıl oluşturulabilirdi? İnsanlık, hiç huzur bulabilir miydi?

Paylaşımın hangi kalitede yapılacağını da, Yüce Yaradan bizlere bildiriyor.

2 Bakara 267: “Ey iman edenler! İnfakı gerek kazandıklarınızın, gerek sizin için yerden çıkardıklarımızın temizlerinden yapın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olamayacağınız fenasını vermeye yeltenmeyin. Biliniz ki, Allah sadakalarınıza muhtaç değildir ve hem de layık olandır.”

Ayet, ürettiklerimizden ve üreterek kazandıklarımızdan vermemizi istemektedir. Bilindiği gibi, günümüzde üç çeşit üretim vardır. İnsanlar meşru olan kazançlarını, bu yollarla sağlarlar. Bunlar; mal, hizmet, bilgi üretimidir. Üretim; mal, hizmet ve bilgi şeklinde ifade edilen üç alanda yapılabileceğinden, paylaşım da bu üç alanda da yapılmalıdır. Her üç konuda da kaliteli paylaşım yapılmalıdır.

Küresel uygarlığın diğer bir temeli, kanaatkârlıktır. Bu hususta da daha önce “Kanaat Tükenmez Bir Hazinedir” başlıklı yazımızda fikirlerimizi paylaşarak şu ifadeleri kullanmıştık: “Kanaat etmek, hayatı “bir lokma, bir hırka” anlayışıyla yaşamak değildir. Yani kanaat etmek, az ile yetinmek değil. İhtiyacın olan mal varlığıyla yetinmektir. İhtiyacın dışındakileri dağıtabilmek için, kanaatkâr olmak gerekiyor. Eğer kişi kanaat sahibi olursa, malından dağıtmak, insana mutluluk verir. Yoksa ne kadar çok mal sahibi olursak olalım, mal mevcudumuz bize kâfi gelmez.”

Kanaat etmenin insanlara faydası, bu dünyada huzurlu bir ömür yaşayabilmek ise, diğer bir faydası, ahirette Allah’ın Cennetini ummaktır. Hâlbuki kanaatsizlik insanı mutsuz yapar.

Demek ki, hem biz gerçek anlamda mutlu olmak, hem daha güzel bir ahiret hayatına sahip olmak, hem de torunlarımızın hayır dualarını almak istiyorsak, yeni bir küresel uygarlık anlayışı oluşturmalıyız. İnsanların gerçek ihtiyacı olan şeyleri üretmeliyiz, ürettiklerimizi ihtiyacı olan insanlarla paylaşmalıyız, kendi yaşantımızı da kanaatkârlık üzerine oturtmalıyız.

Allah’ım, Senin yolunda harcanmak üzere mülk ve saltanatımızı artır.

Allah’ım, Seni daha iyi anlayabilmek ve insanlığa faydalı olabilmek için, ilmimizi artır.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | KÜRESEL UYGARLIĞIN TEMELLERİ için yorumlar kapalı