İSLÂM DÜNYASI NEDEN KATILIMCI DEMOKRASİ OLUŞTURAMIYOR

İSLÂM DÜNYASI NEDEN KATILIMCI DEMOKRASİ OLUŞTURAMIYOR

 

Hâlbuki İslâm, istişare şartını Kur’an vasıtasıyla getirerek, demokrasinin temelini atmıştır. 3 Ali İmran Suresi 159: “… (Yapacağın) işlerde Sahabelerine de danış, bir kerede azmettin mi, artık Allah’a dayan. Muhakkak ki Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” Bu anlayış, ayetin geldiği döneme göre, büyük bir devrimdir.

İslâm’daki bu anlayışın bozulması, Emevilerin iktidarı döneminde başladı. Emevilere göre; Emevi yöneticilerin imanlarının sorgulamak gereksizdir. Çünkü ihtiyaç olan şey birlik ve beraberliktir. Dolayısıyla birlik ve beraberlik adına onlara itaat edilmelidir. Eper yaptıklarında yanlışlıklar var ise, durumları Allah’a havale edilmelidir.

Muhafazakâr Müslümanların topluma bakışı, Emevilerin bu fikrine, dolaylı olarak destek oldu. Muhafazakâr Müslümanlar, toplumu sabit ve değişmez bir kalıp içerisinde tutmaya çalıştılar. Bu anlayışa en önemli itiraz İbni Haldun’dan (1332-1406) geldi. Haldun’a göre, hayat akıp gitmektedir. Halkı sabit ve değişmez (muayyen) bir kalıp içerisinde tutmak imkânsızdır.

İbni Haldun’un tanımında tarih, dağlardan şehirlere inenlerin tarihidir. Şehirler kalabalıklaştıkça, insanların ikiyüzlü davranmalarına ortam hazırlar. İnsanları ikiyüzlü davranmaktan kurtarmaya çalışmak, yöneticilerin sorumluluğundadır. Bu sebeple yöneticiler, işlerinde ve kararlarında hürriyeti ve gönüllülüğü esas almalıdır.

Haldun, bu tavsiyesi ile yetinmez. Yöneticilerden, devletin önce taraflı ve totaliter yapıdan sıyrılmasını ister. Sonrasında, herkesin fayda ya da zararına olan ve aklın gerektirdiği düzenlemeleri yapmasını tavsiye eder. Bütün bunları yaparken de Allah’ın yol göstericiliğini esas almalarını öğütler.

Demek ki biat, bizzat Allah’ın Zatına olmalıdır. Fakat Emevilerden itibaren, maalesef, İslâm ülkelerinin yöneticileri, İslâm’ı anlatan kuruluşların temsilcileri kendilerine biat edilmesini istemektedirler. Anlayış böyle değiştirilince de, bunca geçmişe ve son dönemlerdeki bunca tecrübeye rağmen, katılımcı demokrasi oluşturulamamaktadır.

Nasreddin Tusi’ye (1201-1274) göre, İslâm’ın ahlâk anlayışı, ahirete yönelik tasavvufi ahlâk değil, bu dünyaya yönelik, insanı ve toplumu esas alan, insanın kendisi, ailesi, cemiyeti ve devletiyle ilişkilerini düzenleyen bir ahlâk olmalıdır. Bu sebeple de Tusi, tasavvufun, rasyonel bir tarzda ele alınmasını ister.

Benzer itirazlar Maliki fukahasından da gelir. Onların tasavvufa itirazları şöyle maddeleştirilebilir:

  1. Tasavvuf, şeyhe tam bağlılık gerektiriyor.
  2. Zikir ve sema gibi ayinler (günümüz deyimiyle ritüeller), giderek fıkhın ortaya koyduğu dini törenlerin yerini alıyor.
  3. Zaviye ve tarikatlara cömertçe verilen hibe ve vakıf malları, birçok sufiyi ve seyyahı cezbediyor. Bu da, cemiyette beleşçi, memlekete ve üretime katkısı olmayan insan tipi oluşturuyor.

Yine Nasreddin Tusi’ye göre ahlâki hastalıkların sebebi; ifrat (fazlalık), tefrit (eksiklik) ve sapmadır. Tusi, nefsin üç temel gücünden bahseder. Bunlar; akıl, öfke ve arzudur. Eğer bunlarda, ifrat, tefrit ve sapmaya kaçılırsa reziletler, itidalde kalınırsa faziletler ortaya çıkar.

Yukarıda bahsettiğimiz İbni Haldun, Nasreddin Tusi ve Maliki fukahasının bu düşüncelerine karşılık İbni Arabi ve bazıları, konuya farklı yaklaşmışlardır. Onlara göre, gördüklerimiz bir hayaldir. Hayata böyle bakınca, dünyanın bir hayal, insanın ise, rüzgârın önündeki yaprak gibi algılayanlar artmaya başlamıştır. Bu algılama insanları, tabiri caizse, uyuşturmuştur. İnsanları şeyhlerin ve yöneticilerin oyuncağı haline getirmiştir.

Hâlbuki İslâm’ın başlangıcındaki kaza ve kader inancı, insanların sadece Allah’ı vekil tutarak, korkusuzca mücadele etmelerini sağlamıştır. Günümüzde ise, insanların vekili, kendine göre daha etkili bir makamdaki rastgele bir insandır.

Bu anlayıştaki Müslüman gurupların yaptıkları bir başka yanlış daha vardır. Bunlar, kendi dar guruplarında, biat kültürünü teşvik ederler. Sorgulayanlara suçlarlar. Fakat dış dünyaya karşı; “İslâm, akla hitap eder. Mantık dinidir. Hürriyeti ve adalet anlayışını getirmiştir.” gibi söylemlerde bulunurlar. Yani, dünyaya anlattıkları ve gerçek olan İslâm’ın tam tersini uygularlar.

İşte İslâm Dünyasının katılımcı demokrasi oluşturamamasının önemli bir sebebi budur.

 

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.