MADAM CURİE, STEVE JOBS VE FİNANS DEHALARI

MADAM CURİE, STEVE JOBS VE FİNANS DEHALARI

 

Bu sitede Madam Curie ile ilgili bir makale yayınlamıştık. Polonya asıllı bu Bayanın çocukluğu fakirlik içerisinde geçti. Fransa’ya göç etti. Sorbon Üniversitesine girdi. Orada evlendiği eşi ile birlikte büyük zorluklar içerisinde ve borçlanarak araştırmalar yaptı. Sonunda radyum elde etmeyi başardılar. Radyumun elde edilmesi tıp alanında tam anlamıyla bir devrim oldu.

Ama onlar bu çok önemli buluşlarından, beş kuruş bile almadılar. Buluşlarını insanlığa hediye ettiler. Nobel ödülünden aldıkları para ile çalışmaları sırasında aldıkları borçları ödediler. Üniversitede sadece maaş alarak araştırmalarına devam ettiler. İki çocuklarıyla birlikte manen mutlu bir hayat sürdüler.

Maddi menfaate dayalı patent tekliflerini kabul etmeyen Madam Curie, onur nişanlarını bile istemedi. Maddi hediyeleri kimsesizlere, çaresizlere bağışladı.

Son iki yüzyılda hayatımızı dönüştüren fikirlerin ve araştırmaların sahibi olan ilim insanlarının bir bölümü, bu çalışmalarını zengin olma hayaliyle yapmadılar. Başarmış olmanın heyecanıyla, bazen de insanlara faydalı olmanın hazzını duymak için çalıştılar. Zorluklara göğüs gerdiler.

Türklerin milli şairi Mehmet Akif Ersoy gibi nice fikir insanları, şairler, edipler, ressamlar para hırsıyla çalışmadılar. Kazandıkları paraları bile fakirlere dağıttılar.

Eğer bu güzel insanlar para için mücadele etselerdi, karşılaştıkları büyük zorluklar ve belirsizlikler karşısında pes ederlerdi. Daha kolay para kazanabilecekleri başka bir alana yönelirlerdi. Bu insanların bir bölümü, aksine, daha önceden olan varlıklarını bile paylaştılar. Nitekim “Her Şeye Rağmen Sevgi” adlı bir eser yazabilen Tolstoy, varlığını fakirlere dağıtan böyle insanlara bir örnektir.

İlim insanlarının ve diğerlerinin çoğunluğu için önemli olanlar; gerçeğin peşinde koşmak, insanların işlerini kolaylaştıran buluşlar yapma, yol gösterme zevkini tatmak, aklını kullanmanın hazzını duymak, buluş yapan, yol gösteren bir kişi olarak çevresinde değerli görünmek, başarmanın mutluluğunu yaşamak gibi hususlardır. Bunlara ilaveten para kazanmak, elbette birçoğu için önemli olmuştur. Ama öncelik para olmamıştır. Para kazananların da elde ettikleri miktarlar, genelde insanlığa yaptıkları katkıların çok küçük bir yüzdesi kadardır.

Son dönemlerin buluş yapan insanları içerisinde, çok para kazanan ve 56 yaşında vefat eden dünyaca ünlü bir kişi olarak Steve Jobs’u örnek olarak ele alabiliriz. Maddeten istediği her şeye sahip olabilecek güce ulaşan Jobs, vefatından önceki bir yazısında kısaca şöyle diyordu:

“İş yaşamımda büyük başarılara ulaştım. Kimilerinin gözünde hayatım, başarının simgesi. Fakat işin dışında çok az neşem oldu benim. İşin sonunda zenginliğim, alışmış olduğum hayatın bana getirdiği tek gerçek şey, ölüm. Ölümle yüzleştiğim şu anda, yatağımda uzanıp hayatımı gözlerimde canlandırırken, fark ettim ki, gururlandığım ünüm ve servetim, ölüm karşısında ne kadar da anlamsızmış.”

Steve Jobs, yazısının devamında, insanların kendi kötü durumuna düşmemeleri için öğütler veriyor. Hayatındaki başarı hikâyelerine, örnek alınmasına, zenginliğine rağmen, anlamsız bulduğu yaşamının cazibesine kapılmamaları için, neler yapılması gerektiğini anlatıyor.

Peki, günümüzün en çok para kazananları gurubu olan finansçılar ne yapıyorlar. Kendilerini deha olarak gören finans CEO’larının durumlarına bir bakalım.

Bilindiği gibi 2008 ekonomik buhranını, finans kuruluşlarının hiçbir CEO öngörmemiştir. Joseph Stiglitz’in aktardığına göre sadece Warren Buffet bir uyarı yapmıştır. Berkshire Hathaway’in yönetim kurulu başkanı ve CEO’su olan Buffet, 2002 yılında hissedarları bir mektupla uyararak şöyle demiştir: “Türev ürünleri kitlesel imha silahlarıdır şu an için gizli olsalar da ölümcül potansiyele sahip tehlikeler içerirler.”

Warren Buffet’in uyarısını hiçbir finans dehası dikkate almadı. Onlar insanlara diğer ürünlerle birlikte türev ürünleri satmaya devam ettiler. Çok tehlikeli olan bu ürünleri satabilmek için de, müşterilerine bilerek yalan söylediler. Birçok finans kuruluşu yanıltıcı kredi uygulamalarından dolayı, mahkemeye verildi. Firmalar büyük olduğu için sahtekârlık halka duyurulmadan, uzlaşmaya gidildi. Uzlaşmada cezalar ödenerek kurtuldular. Bu sahtekârlıklarının sonucunda, 2008’deki ekonomik buhranda, vatandaşlar büyük zararlara uğradılar. 2008 yılında türev satışlarının ulaştığı rakamlar, küresel ekonominin 11 katı fazlaya ulaşmıştı.

Fakat finans dehaları diye tanımlanan CEO’lar, buhran sırasında bile kazanmaya devam ettiler. Buhrandan sonraki dönemde 2010 yılında eski kazançlarına geri döndüler. Stiglitz’in verdiği rakama göre, sadece en üst yirmi beş kamuya açık banka ve menkul kıymet şirketinde bile 135,5 milyar doları ya da GSYİH’nın neredeyse yüzde 1’rini bulmuştu.

Finans dehaları, türev satışlarına devam ediyorlar. Kazançlarını katlıyorlar. Finans sektöründeki işlem hacmi tarımın 8-10 katı civarında. Ama insanlığa katkısı, tarım sektörünün ne kadarıdır bilemiyoruz. Bu sebeple bu takdiri okuyucularımıza bırakıyoruz.

Çok kısa olarak ele aldığımız bu konu, insanlığın nereye doğru gittiğinin bir göstergesidir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | MADAM CURİE, STEVE JOBS VE FİNANS DEHALARI için yorumlar kapalı

ÇAĞIMIZIN SORUSU: “HAYAT SADECE YÖNETMEK VEYA ÇALIŞMAK MIDIR?”

ÇAĞIMIZIN SORUSU: “HAYAT SADECE YÖNETMEK VEYA ÇALIŞMAK MIDIR?”

(Not: Bu yazı Mart 2014’te yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz)

Aslında benzer soruyu geçmişte soranlar oldu. Schopenhauer, Nietche ve Michel Henry gibi düşünürler şu soruyu sormuşlardı: “Yaşam nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Ancak o dönemlerde ve sonrasında dünyadaki genel algı farklıydı. Refah, sadece maddi ilerleme olarak kabul ediliyordu. Daha fazla varlık sahibi olmak daha iyi olmak demekti. İlerleme para demekti. Para ise mutluluk anlamına geliyordu.

Fakat yaşananlar gerçeğin böyle olmadığını gösterdi. Maddi bir kazanç hırsıyla sürekli çalışan, seyahatlere giden, ama ailesiyle ve çocuklarıyla vakit geçiremeyen babaların geldikleri konum, bu duruma güzel bir örnektir.

Koşuşturmaktan başka birşeyler yapamayan babaların çocuklarının, çok cüzi bir kısmı babalarının yolunda gitmektedirler. Çünkü onlar, servetin verdiği acıları tatmış insanlardır.  Böylelerinin çok büyük çoğunluğu, ya mutluluğu başka şeylerde aramakta ya da şartlar gereği mecburen çalışmaktadır.

Günümüzde halen şuursuzca koşuşturanların önemli bir bölümü, çocuklukları maddi sıkıntı içerisinde geçmiş olan insanlardır. İleride onların da bir kısmı yanlışlarını anlayacaklardır.

İnsanlar yaşlandıkça geçmiş hayatlarının muhasebesini yaparlar. Kendilerine sürekli sorular sorarlar. Gerçek dostlarım var mı? Öldüğümde geride ne bırakacağım? Çocuklarım beni nasıl hatırlayacaklar? Çocuğu ve hatta hanımı olmayanlar için sorular daha zorludur. Niçin yaşamışlardır? Kendileri öldükten sonra, kazanmak için her türlü sıkıntıya girdikleri servetlerini kimler yiyeceklerdir?  Servetlerini yiyenler kendilerini nasıl anacaklardır?

Bu sorular ahiretin olmadığını düşünenler içindir. Yani dünyevidir. Peki, ya ahiret varsa, Allah burada yapılan haksızlıkların hesabını en ince ayrıntısıyla soracaksa, halimiz nice olacaktır? Hem bu dünyada, dağdaki çoban kadar keyifle yaşamamış, aksine her türlü zorlukla mücadele ederek, kelimenin tam anlamıyla azap çekmişken ahirette de mi azap çekilecektir.

Mutluluk üzerine yapılan uluslararası araştırmaların sayısı süratle artmaktadır. Araştırma sonuçlarının mutluluk için aranılan ortak yönleri şöyledir:  Güven içerisinde bir yaşam. Başkalarına muhtaç olmayacak seviyede gelir,  Gerçek anlamda dostlar. Huzurlu bir aile yaşamı. Demokrasi ile yönetilme. Adalete inanç. İnsanlarla duygusal ilişkiler kurabilme. Çok para kazandıran değil, severek yapacağı bir işe sahip olma. Uhrevi bir inanca sahip olarak yaptıklarına anlam kazandırma.

ABD’de insanların %60’ı gönüllü işlerde hizmet etmeye çalışmaktadır. İngiltere’de 30-40 yaşları arasındaki insanların %90’ı çalıştıkları işlerin ve şirketlerinin anlamlı bir amacı olmadığını düşünmektedir.

Yaşlar ilerleyip de geriye bakıldığında mutsuz olmamak için, hayatta dört konu hakkında dengeli davranmak gerekir.

  1. İnsan rızkını kazanmak için zaman ayırmalıdır.
  2. İnsan aile sahibi olmaya çalışmalı ve ailesinin sorunları için zaman ayırmalıdır.
  3. İnsan içinde yaşadığı toplumun sorunları için zaman ayırmalıdır.
  4. İnsan neye inanırsa inansın ibadet için zaman ayırmalıdır.

Bu dört konudan bazılarına kısa süreli olmak şartıyla ağırlık verilebilir. Ama hayatın genelinde mutlaka aralarında denge kurmak şarttır.

Gençliğinde itibaren bu şekilde davranmak en güzelidir. Ama çoğu insan için bu mümkün değildir. İnsan olayların farkına geç varabilir. Mühim olan anlamanın zamanı değil, farkına varabilmiş olmaktır.

Türkçede bir söz vardır: “Zararın neresinden dönersen kârdır.”

Kimin ne kadar yaşayacağını ancak Allah bilir. Allah da insanlarda öncelikle niyet aradığını Kutsal Kitaplarında anlatmaktadır. O halde hemen yanlıştan dönüp, yeni bir hayata başlamak gerekir.

Başkalarına saygı göstermeyenin kendisi saygı bekleyemez. Başkalarını sevemeyen sevilmeyi umut edemez. Başkalarına gerçek dost olmayanın kendisi dost bulamaz.  Başkalarıyla parasını paylaşmayanın, düştüğü anda destek vereni olmaz. Uhrevi düşünceye sahip olmayanın amacı anlamsız olur. Anlamsızlık mutsuzluk demektir. İnsanlar kıyafetleriyle karşılanırlar, ama sohbetleriyle uğurlanırlar. Yani maddi güç görünüşte itibar oluşturur. Asıl ve içten itibar manevidir Bilgiye, erdemli olmaya, sevgiye, saygıya dayanır.

Mutluluğu aramayacaksak, niye yaşamaya çabalıyoruz? Dünyamızı da ahiretimizi de azaba dönüştürüyoruz?

Sosyal kategorisine gönderildi | ÇAĞIMIZIN SORUSU: “HAYAT SADECE YÖNETMEK VEYA ÇALIŞMAK MIDIR?” için yorumlar kapalı

GÖÇEBELİĞİN ANLAMI ÜZERİNE

GÖÇEBELİĞİN ANLAMI ÜZERİNE

 

Göçebe denilince akla sürekli yer değiştiren insanlar geliyor. Ancak böylelerine seyyah veya “göçer” demek daha uygun olur. Ancak, göçebe kavramının toplumdaki algılanışı daha farklıdır. Göçebeler, aynı ülke içerisinde yazın ayrı mekânlarda, kışın ayrı yerlerde yaşayan insanlar olarak bilinir. Toplumlardaki yaygın kanaat böyledir.

Göçebe olarak nitelenen bu insanların, yazın ve kışın yaşadıkları yerler aynıdır. Yazın gittikleri yöreler ve kurdukları düzenler bile aynıdır. Kışın yaşadıkları mekânlar ve kurdukları düzenler de aynıdır. Hattâ kalabalık guruplar olarak göç ediliyorsa, her gurubun yazın ve kışın kalacağı yerler bile belirlidir. Gurup içerisindeki herkesin de sabit yerleri vardır. Yazın veya kışın kurdukları düzenler de, her yaz ve her kış benzerdir. Göç yolları bile aynıdır.

Bu insanların yaptıkları işler aynı olmasına, kurdukları düzenleri aynı olmasına rağmen, biz onlara göçebe demekteyiz. Göçebe kavramına bu açıdan bakılınca, günümüzdeki göçebe sayısı, çok daha fazladır. Günümüzde insanların bir kısmı deniz kenarlarında ev sahibi oldular. Kışın şehirlerdeki evlerinde kalıyorlar. Yaz gelirken yazlıktaki yerlerine göçüyorlar. Her iki tarafta da kurdukları düzen her yıl aynı. Kışın yaşadıkları yer ve yaptıkları aynı, yazın yaşadıkları yer ve meşgaleleri aynı.

Yazlık evi olmayan şehirlilerin bir kısmı ise, yazın doğdukları yerlere gidiyorlar. Oralarda yaz boyunca kalıyorlar. Yazlık yerlerin sıcaklığından şikâyet eden bazı insanlar ise, yaz gelince yakınlarındaki yaylalarına çıkıyorlar. Yaz boyunca yaylada kalıyorlar. Tıpkı hayvancılıkla uğraşan ve bizim göçebe olarak nitelediğimiz insanlar gibi yazın ayrı yerde, kışın ayrı yerde yaşıyorlar.

Günümüzdeki yazlıkçıların, doğdukları yerlere gidenlerin ve yaylaya çıkanların ortak yönleri, gittikleri yerlerde üretim yapmamalarıdır. Sadece para harcamalarıdır. Hâlbuki bizim göçebe olarak nitelediğimiz Yörükler, yazın gittikleri yaylalarda üretim yapmaktaydılar. Kışın geri geldiklerinde, yaptıkları ürünleri satmaktaydılar.

Eğer, yazın üretim yapan, kışın ürettiklerini satan Yörükler göçebe iseler, günümüzdeki yazlıkçılar, yaylacılar ve diğerleri için ne diyeceğiz? Sırf şartlar gereği üretimi ayrı, pazarlamayı ayrı yerde yapan Yörüklerin konumları ile diğerlerininki karşılaştırılınca, Yörüklere göçebe denilmesi yanlış olmaktadır.

Dolayısıyla, göçebe terimi, fiilen, yazları ve kışları mekân değiştiren, ama aslında aynı yerlerde yaşayanlar için kullanılırsa yanlış olmaktadır.

Göçebe kavramına, farklı bir açıdan yaklaşmak gerektiğini düşünüyoruz. Göçebe; insanı sevmeyen, tarihi bilmeyen, tarihine saygı göstermeyen, tarihi olguları sürdürmeyen, köksüz bir kişilik gibi davranan, kendi başına buyruk yaşayanlara denilir.

Bu tanıma göre değerlendirdiğimizde, yazın ve kışın farklı yerlerde yaşayan Yörükler, göçebe olmuyorlar. Çünkü onlar, insanı seviyorlar, tarihlerini biliyorlar, tarihlerine saygı gösteriyorlar, tarihi olguları sürdürüyorlar. Kendi başlarına buyruk yaşamıyorlar.

Şimdi, bazı nüfusu hızla artan şehirleri, bu göçebe kavramına göre değerlendirelim. Örnek olarak, dünyanın en tarihi ve güzel şehirlerinden İstanbul’u ele alalım. Çok değil, sadece 70 yıl öncesindeki durumuyla karşılaştıralım. İstanbul, 1950’de bile, tarihi dokusuyla, yeşil alanlarıyla, ormanlarıyla, zarif insanlarıyla dünyanın incisi sayılabilecek bir şehir idi. Günümüzde ise perişan halde. Bilhassa, ara sıra çıkarılan imar afları ve menfaatçi talan zihniyeti sayesinde, eski tarihi dokusunu kaybetmek üzeredir. Değişik kültürleri barındıran tarihi dokuyu hiç acımadan bozan şahısların, zarif insanlar olmalarını ve insanları sevmelerini bekleyemeyiz.

Günümüz İstanbul’unu bu hale getiren, yöneticilerin, iş adamlarının, fırsatçı vatandaşların ortak özellikleri, göçebe zihniyetine sahip olmalarıdır. Bu kişiler, insanları sevmiyorlar, menfaatlerini seviyorlar. Tarihi bilmiyorlar. Belki bazıları biliyorlardır, ama menfaatleri gereği, bilmeyenler gibi davranıyorlar. Tarihe saygılı olduklarını söyleyenleri var, ama saygı, sadece dillerinde. Tarihi olguları devam ettirmiyorlar. Devam ettirmek adına, şehrin gelişmesiyle ilgili nazım planlar yapmıyorlar. Geleceğe yönelik şehir planlarında, tarihsel dokuyu ve tarihi hafızayı dikkate almıyorlar. Sadece, az sayıdaki bazı binaların inşaatında, tarihi mimarinin çok kötü taklidini yapıyorlar.

Konuşurken tarihi köklerinden bahsediyorlar. Ama fiiliyatta köksüz bir kişilik sergiliyorlar. Söylemleri ve eylemleri birbirine zıt olduğundan, köksüz ve başına buyruk bir insan haline dönüşüyorlar.

Biz, yukarıda İstanbul örneğini verdik. Çünkü İstanbul’un tarihi konumunu ve güzelliğini bütün dünya takdir etmektedir. İstanbul, her bölge insanları arasında tanınmaktadır. Dolayısıyla, göçebelik kavramıyla ilgili olarak bizim yaptığımız bu değerlendirme, çok sayıda şehir ve ülke için geçerlidir.

Geçmişe bakıldığında, göçebe denilen Yörüklerin değişmeyen kurallarının olduğu görülür. Gerek gurup içerindeki olaylarla ilgili, gerek aile içi, gerekse ticari anlaşmazlıklarla alâkalı olarak, yazılı olmayan sabit kuralları vardır. Ahlâki kuralları, zaten değişmeyen niteliktedir.

Eğer bu güzel ve değişmez kurallara sahip zihniyetteki insanlar, göçebe iseler, günümüzde, bütün dünyada, kuralları kendi menfaatlerine göre değiştirenlere ne demek gerekir? Yeni çıkardıkları kanunları yine kendileri defalarca değiştirenler, hangi zihniyet olarak nitelenmelidir? Kurallardan işlerine gelenlerini tanıyıp, işlerine gelmeyenleri tanımıyoruz diyenleri nasıl tanımlamak doğru olur?

İnsanlık, güzel bir geleceğe doğru yol almak istiyorsa, insanları sevmeyen, tarihe saygı duymayan, köksüz ve başına buyruk kişilerin anlayışlarını düzeltebilmeleri için gayret sarf etmelidir. İnsanlar, birbirlerine yardımcı olmaya çalışmalıdır. Kendilerini düzeltmek isteyen insanlar, Yüce Yaradan’ın işaretlerine ve ayetlerine odaklanmalıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | GÖÇEBELİĞİN ANLAMI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

MUTFAK İLE TUVALET ARASINDA GEÇEN ÖMÜR AHIRDA YAŞANMIŞ GİBİDİR


MUTFAK İLE TUVALET ARASINDA GEÇEN ÖMÜR AHIRDA YAŞANMIŞ GİBİDİR

 

Yazımızın başlığının çok uç bir örneği anlattığını düşünebiliriz. Fakat hayvanların yaşam şartlarını incelersek, yaptığımız benzetmenin aşırı olmadığını görürüz. Bilhassa son yıllarda gelişen belgesel çekimler, bizlere bu hususta yardımcı olmaktadır.

Belgesellerden, hayvanların, sosyal bir toplum düzeni içerisinde yaşadıklarını anlıyoruz. Tabiatta yaşayan, herhangi bir hayvan toplumunun hayatlarından kesitlere bakalım. Bütün hayvan toplulukları içerisindeki güçlülerin, küçükleri ve güçsüzleri koruduklarını, mutlaka, görürüz. Gurup içerisindeki yardımlaşmaya hayran oluruz.

Avını yemeye başlayan bir aslanın, avının karnındaki ölmüş yavruyu görünce, nasıl üzüntü duyarak yemeyi bıraktığına şahit oluruz. Birkaç aslanın birleşerek avladıkları hayvanın etini yiyip karınlarını doyurduktan sonra kenara çekildiklerini ve sırasıyla diğer hayvanların da karınlarını doyurarak yerlerini yenilerine bıraktıklarını ibretle seyrederiz.

Belgesellerin takipçileri, bizim verdiğimiz bu örneklerden çok daha ilginç olanlarını gözlemişlerdir. Vahşi doğadaki hayvanların hayatlarının çok ciddi bir sosyal düzen içerisinde olduğunu izlemişlerdir.

Bizim verdiğimiz ahır örneği, evcilleştirilmiş hayvanların yaşadıkları ortamı anlatmak içindir. Ahırdaki hayvanların ihtiyaçlarıyla uğraşanlar, insanlar olduğundan, ahır hayvanlarının sosyal bir düzenleri oluşamamaktadır. Bakımlarını, onlardan faydalanan insanlar sağladığından, hayvanlara düşen tek şey, yemek ve yediklerinin posasını çıkarmaktır. Yani mutfak ile tuvalet arasıdır.

Çok kısa olarak değindiğimiz bu örnekleri aklımızda tutarak, insanların hayatlarından kesitleri irdeleyelim. Öncelikle mutfak ile tuvalet arasında yaşamanın belirtileri hakkında fikir yürütelim.

Topluma en faydalı olacakları düşünülen insanlar bilimle uğraşanlardır. Eğer bir bilgin, insanlığın faydasını hedeflemiyor, kendi menfaatinin peşinde koşuyorsa, onun kalbi kapalı demektir. Gönlü ölü olarak nitelenebilecek olan bu bilginin ömrü, mutfak ile tuvalet arasında geçmiş sayılır.

İnancı gereği oruç tutan bir şahsı düşünelim. Bu kişi, fakirlere yardım etmiyorsa, çevresindeki inanlara kötü niyetli yaklaşarak davranıyorsa, onun orucu, sadece, öğle yemeğini yoğunluktan dolayı yiyemeyip akşamı beklemiş birinin açlığı ile aynıdır. Bu insan davranışlarını, olaylara bakışlarını düzeltmediği sürece, bütün yıl oruç tutsa bile, yine de ömrü mutfak ile tuvalet arasında geçmiş olur.

İnsanlar, kendi inançları doğrultusunda, hac farizalarını yerine getirmeye çalışırlar. Gerek bu görevlerini ifa ederlerken, gerekse hacdan sonra, kibirli davranışlarını sürdürenler olur. Eğer bir kişi, hac sırasında, sonrasında ve hattâ öncesinde olgun davranışlarda bulunmazsa, kibirli tavırlarla büyüklük taslamaya devam ederse, o kişinin ömrü mutfak ile tuvalet arasında geçmiş demektir.

Benzer şekilde, insanların bazısı inançları gereği namaz kılarlar. İçlerinden bir kısmı, namazı doğru dürüst kılarlar. Ama bazısı, gösteriş için kılar. Bazısı, namazdan hemen sonra insanlara eza eder. İşte böylelerinin ömrü mutfak ile tuvalet arasında geçmiştir.

Yukarıdaki örnekleri, belli bir inanca sahip olan insanlardan verdik. Eğer, kendilerinin inançlı bir insan olduklarını düşünen kişilerin bir kısmının, ömürleri mutfak ile tuvalet arasında geçiyor ise, diğerlerinin durumları daha kötü olabilir.

Elbette hiçbir insan ahırda yaşamak istemez. Ama mutfak ile tuvalet arasında yaşamanın sonucu bu anlamdadır. Dolayısıyla bu durumdan kurtulmaya çalışmak gerekir. İnsanlar, nefis taşıdıkları için genellikle kurtulmak zordur. Bu zorluğu aşmak için bazı yöntemler denenebilir.

Örneğin, tanıdığımız insanlardan hasta olanları ziyaret edebiliriz. Fakat bu, sıradan bir hasta ziyareti olmamalıdır. Hastanın çektiği sıkıntıların benzerinin ve hattâ daha fazlasının bizim başımıza da gelebileceğini düşünürsek, bu ziyaretimizin bize de faydası olacaktır. Hiçbir kimse, ben hasta olmam, benim başıma bu kaza gelmez diyemez. O halde, hastanın yerine kendimizi koyarak düşüncelere dalalım. Böylece nefsimize karşı, daha uzun süre etkisi olacak bir mücadele vermiş oluruz.

Diğer bir yöntem, fırsat buldukça cenaze merasimlerine katılmaktır. Naaşlar defnedilirken, ölünün üzerine toprak atmaktır. Fakat toprağı ölene değil, kendi üzerimize attığımızı düşünerek atmalıyız. Toprağın altında yatanın biz olduğumuzu hayal edersek, cenaze merasiminin bize faydası daha uzun süre olur.

Bir başka yöntem üzerinde daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz, aynaya bakmaktır. Aynada kendi gözlerimizin içerisine bakarak, geçmişte yaşadığımız olayları değerlendirmektir. Gözümüzün içerisine bakarak yaptığımız bu muhasebede, bazen kendimize kızdığımız hususlar olacaktır. Kendimizde gördüğümüz ve kızdığımız bu hataları düzeltmeye çalışırsak, bu yöntem bizi, aynaya baktığımız sürece düzgün tutar.

YAŞAM kategorisine gönderildi | MUTFAK İLE TUVALET ARASINDA GEÇEN ÖMÜR AHIRDA YAŞANMIŞ GİBİDİR için yorumlar kapalı

HİLE İLE CENNETE GİRİLEMEZ

HİLE İLE CENNETE GİRİLEMEZ

 

Hile, bu dünyada geçerlidir. Hile sadece insanlara yapılabilir. Bu dünyada hile ile girilemeyecek yer yoktur. Tarihe baktığımızda, en sarp kalelerin hile ile kolayca zapt edildiğini görürüz. Günümüzün gelişmiş teknolojileriyle koruma altına alınmış, en gizli yerlere bile hile ile girmek mümkündür. Güvenlik elemanlarının, güvenlik kameralarının, en karmaşık şifrelerle korumaların, hile karşısında hiçbir güvenliği yoktur. Hepsi hile ile aşılabilir ve içeriye girilebilir.

Hile ile elde edilen başarılar, sadece insanların inşa ettikleri tesislerle de sınırlı değildir. Hile ile halkın gönlüne bile girilebilir. Nitekim günümüzde en geçerli olan fetih, insanları kandırarak onların gönlüne girmektir.

Bu başarıyı, en kolay din adamları elde edebilirler. Çünkü halk, onlara, diğer guruplara gösterdiğinden daha çok güvenir. Benzer şekilde, siyasetçilerin içerisinde, dini duygulara hitap edenlere daha çok güvenilir. Bunlar sırf gösteriş için halkın önünde dini ibadetlerini sergilerler. Kimisi gösteriş için namaz kılar, kimileri gösteriş için değişik yöntemlerle ayin yapar. Hâlbuki gösteriş için yapılan bütün dini uygulamalar, aslında, cehennemin kapılarını açan birer anahtardırlar.

Yol kesen bir eşkıya, başkasının malını çalan bir hırsız kötüdür. Fakat dindar görünümlü ikiyüzlü olup, yolsuzluğa ve soysuzluğa bulaşmış bir insan daha kötüdür. Velev ki, o insanın adı iyi olarak anılıyor olsun fark etmez. Adı iyiye çıkan, ama aslı ikiyüzlü olan insan, bu dünyada itibar görebilir. Ancak onun ahirette gideceği yer cehennemdir. Çünkü hile ile Cennete girilemez. Cennet ehli olmak için, bu dünyada adının iyiye çıkması yetmez. İçinin düzgün olması gerekir.

Bir insanın içini, ancak kendisi ve Yüce Yaradan bilir. İnsanın içinde şeref yoksa halk ona paye verebilir. Ona dıştan bakanlar, onu şerefli bir insan olarak görebilir. Ama insanların sadece yaptıklarını değil, düşündüklerini bile bilen Allah’ın kararı önemlidir. Eğer Yüce Yaradan, o şahsın içinden onursuz olduğunu bilirse, onun hilesi bir işe yaramaz. Ahirette gideceği yer cehennemdir.

Bu sitedeki bazı yazılarımızda, böyle kişilerin bu dünyada da sıkıntı çekeceklerini ifade ettik. Bu ifadelerimize dayanak olarak Kur’an ayetlerinden örnekler verdik. Demek ki, hile ile Cennete girmek mümkün değildir. Hile sadece bu dünyada geçerlidir. Ancak hilelerin bu dünyadaki geçerliliği de, sürekli değildir. İnsanların içten pazarlıklı olduklarını ve hilelerini çok iyi bilen Tanrı, onlara bu dünyada da ceza verebilir.

O halde hile yapmaya devam etmenin bir faydası yoktur. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözünde olduğu gibi, hileler birgün mutlaka döner kendisini vurur.

Eğer hilelerimiz bizi sürekli ayakta tutamayacaksa, hile ile her zaman her kapıyı açamayacaksak, niye hile yapmaya devam edelim?

Zaten hile ile Cennete giremeyeceksek, niçin hile yapalım?

Hile yapmadan, düzgün işler yaparak, hem huzur bulacak hem de Cennete girme ihtimalimizi artıracaksak, niye hile yapmayı bırakıp, Yüce Yaradan’dan af dilemeyelim?

YAŞAM kategorisine gönderildi | HİLE İLE CENNETE GİRİLEMEZ için yorumlar kapalı

EKONOMİNİN İYİ GİTMESİ Mİ, İYİ İŞLEMESİ Mİ?

EKONOMİNİN İYİ GİTMESİ Mİ, İYİ İŞLEMESİ Mİ?

 

Ekonomistler ve siyasi yöneticiler, GSYİH’nın yükselmesini, ekonominin iyi gittiğinin bir işareti olarak görmektedirler. Bu sitede yayınladığımız “GSYİH Hesaplamalarından Anladıklarım” başlıklı makalemizde, bu kavramın ilk ortaya atılışı hakkında şöyle demiştik:

“GSYİH kavramının temelini atan kişi, Rus asıllı Amerikalı Profesör Simon Kuznets. Belki kendisi de şaşırmıştır, ama GSYİH fikri, çok hızlı kabul gördü. Bu fikir öyle hızlı gelişti ki, Rutger Bregman’a göre, bazı tarihçiler, atom bombasının bile, GSYİH fikrinin önemi yanında sönük kaldığını ifade ettiler.

GSYİH konusun bilgi veren Rutger Bregman “Gerçekçiler için Ütopya” adlı kitabında şöyle demektedir. “GSYİH hesaplamaları çok karışıktır. Giderek de içinden çıkılmaz hale getirilmektedir. Birleşmiş Milletlerin 1953 yılında GSYİH’yı bulmak için yayınladıkları yönerge elli sayfadan az iken, 2008’deki son baskı, tam 722 sayfadır.”

Bilhassa günümüzdeki algılanışıyla ekonomi, çok farklı etkenlerin tesiri altındadır. Kişiden kişiye ve zamana göre değişir. Özü itibarıyla soyut bir kavramdır. Dolayısıyla zorluk, soyut şeyleri ölçmektedir. Ekonomistler de, GSYİH gibi somut olmayan bir değeri ölçmekte zorlanmaktadırlar.

722 sayfa tutan verileri araştırmak başlı başına güç bir iştir. Her bir kalem için piyasada çok farklı fiyatlar vardır. Ortalama fiyat nasıl hesaplanacaktır. Borsalarda işlem gören kâğıtlar, her an değişmektedir. Dalgalı döviz kuru uygulandığı için, dövizlerin milli para karşılıkları da değişmektedir. Bu değişimler bazen öylesine hızlı olmaktadır ki, siyasiler veya ekonomistler açıklama yaparlarken rakamlar farklılaşmaktadır.

O halde sadece GSYİH’ya bakılarak ekonomi hakkında fikir yürütmek yanlış olmaktadır. Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, GSYİH’nın ve bu değerdeki artışın paylaşımı da önemlidir. Refah artışı, halka yansımıyorsa, aksine, ülkedeki vasatın altında gelire sahip insanların kazançlarında artış yerine azalma oluyorsa, ekonomi iyi işlemiyor demektir.

Devletin görevlerinden ikisi, eğitim ve sağlık alanındadır. Devlet, bu alanlardaki sorumluluğunu yerine getiremezse, vatandaşların sağlığa ve eğitime harcadıkları para miktarı artar. Çünkü daha iyi hizmet alabilmek için, özelleştirilmiş eğitim ve sağlık kuruluşlarına gitmek zorunda kalır. Bu durum, bu ülkede kişi başına düşen milli gelir miktarı ile bağlantılı değildir. Bazen, kişi başına milli geliri daha yüksek bir ülkenin vatandaşı, daha düşük gelirli olan, ama devletinin eğitim ve sağlık alanında yaptığı harcamaları daha yüksek olan ülkenin vatandaşına göre, daha sıkıntılı bir hayat sürer. Bu konunun ilginç bir tarafı daha vardır. Bir ülkenin vatandaşları, eğitim ve sağlığa daha çok para harcadıkça, o ülkenin GSYİH’sı da yükselir. Sonuç olarak bu yapıdaki ülkede ekonomi iyi gitse de, iyi işlemiyor demektir.

Benzer bir örnek daha verelim. Güveneceği dostu olmayan insanlar, dertlerini psikologlara para ödeyerek anlatırlar. Psikologlar da para aldıkları sürece, onları dinlerler ve kendilerince tavsiyelerde bulunurlar. Hastanın! kendisini düzeltebilmesi için yapılan tavsiyelerin çoğu, para harcanarak yapılacak faaliyetlerdir. Diğer taraftan, gelirleri karşılaştırılınca daha fakir olan ülkelerde, bu durumlar farklı gelişir. Onlar sıkıntılarını dostlarına anlatırlar. Dostları, bazen, onları rahatlatmak için sadece öğüt vermez, onlara maddi destek de verir. Bu açıdan karşılaştırıldığında, geliri yüksek ülkenin vatandaşı, geliri daha düşük, ama dostları olan bir vatandaşa göre daha sıkıntılıdır. Yani ekonominin iyi gitmesi, ekonominin iyi işlediğini göstermemektedir.

Başka bir açıdan daha bakalım. Ülkedeki ortalama gelirin altında kazanca sahip olan insanları düşünelim. Bu insanların, yiyecek, giyecek ve barınma gibi ihtiyaçlar için harcadığı paradan arta kalan miktarın, gelirine oranına bakalım. Yani genel anlamda, tasarruf imkânına göz atalım. Geliri daha yüksek bir ülkenin, ülke ortalamasının altında kazanca sahip insanının tasarruf oranı, daha düşük gelirli bir ülkenin benzer insanınkinden daha düşük ise, miktar anlamında yüksek gelirin faydası yoktur demektir. Demek ki, ülkede ekonomi iyi gidiyor olsa bile, bu şartlarda, ekonomi iyi işlemiyor demektir.

Bir ülkenin insanları borç aldıkça, ülkenin GSYİH’sı artar. Ancak bu borçlar, o ülkenin insanlarının alıştıkları standart hayatı sürdürmek için ise, bir sıkıntı var demektir. Eğer borç alanların sayısı ve alınan miktar her geçen gün artıyorsa, GSYİH’nın artıyor olması, ekonominin iyi gittiğini gösterebilir, ama ekonominin iyi işlemediğinin de işaretidir.

Bizim verdiğimiz bu örneklerin daha fazlasını okuyucularımızın vereceklerine inanıyoruz. Çünkü hayatın içerisinde yaşayan her insan, siyasetçiler “ekonomi iyi gidiyor” deseler bile, ekonominin kendisi için iyi işlemediğini bizzat görmektedir.

Dolayısıyla bir ülkede, ekonominin genel rakamlarının iyi olması önemli değildir. Önemli olan ekonominin iyi işlemesidir. Bilhassa ülkedeki ortanın altında geliri olan insanlar açısından, bu durum çok daha mühimdir. Siyasetçiler ve zenginler, bu önemli farka dikkat etmezlerse, ekonominin iyi işlememesi, sonunda kendilerini de vurur.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİNİN İYİ GİTMESİ Mİ, İYİ İŞLEMESİ Mİ? için yorumlar kapalı

GOETHE’NİN DOĞU-BATI DİVANI VE DÜŞÜNCELER

GOETHE’NİN DOĞU-BATI DİVANI VE DÜŞÜNCELER

 

(Not: Bu yazı Eylül 2014 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Önceki yazımızda Hegel’in Doğu ile Batı ayrımı yaptığını aktarmıştık. Avrupalı bazı düşünürlerin böyle bir ayrıma gitmelerine ve Doğuyu; düşünmeyi bilmeyen, aklı olmayan, kavramlarla değil, kavramsız düşüncelerle konuşan olarak görmelerine sebep olan hatalarını incelemiştik.

Bazı Alman düşünürler bu hatalara düşerken, yine bir Alman olan Goethe (Johann Wolfgang von Goethe, 1749-1832), onlardan farklı hissetti, düşündü, sezgisini kullandı ve yazdı.

Tek yönlü eserler okumadı. Okuduklarını kendi mantık süzgecinden geçirdi. Birilerine veya bir yerlere yaranmak için yazmadı. Böylece o, felsefi sistem ve düşüncelerin içerisinde kaybolmadı. Dolayısıyla sonuçlarını kendi dünya görüşü olarak bizlere sundu.

Bu şekilde davranarak, daha az hata yaptı. Diğer bazı düşünürlerden farklı davranabilmesinin muhtemel sebebi, sahip olduğu temaşa kudretidir.

Goethe, bilimlerin, tasvir yoluyla parçadan bütüne giderken sürekli tökezlediklerini düşünür. Onların elde ettikleri bilgiyle ne yapacaklarını bilmedikleri söyler.

Goethe, Divan’ında Mefistotoles’in ağzından çağının bilgilerini tenkit eder ve tavsiyelerde bulunur:

‘’Zamandan istifade ediniz, o pek çabuk geçip gider. Lakin intizam size vakit kazanmasını öğretir. Onun için değerli dostum, ben size ilk önce mantık dersini tavsiye ederim…”

Goethe, 65 yaşında iken yazmaya başladığı Doğu Batı Divanı’nı başta Hafız olmak üzere sadece İran Edebiyatının etkisinde kalarak kaleme almamış, bilakis aynı zamanda büyük ölçüde Türk Edebiyatı’nın sultan şairlerinin, düşünürlerinin, devlet adamlarının ve sanatkârlarının bariz etkileriyle yazmıştır. Doğu Batı Divanı, Goethe tarafından Arap, Fars ve Türk Edebiyatına yazılmış eşsiz bir naziredir. Doğunun sanat ve kültür malzemelerinden ördüğü renkli bir şiir halısı gibidir.

Goethe, Hammer von Purgstall’ın 1812-13 yıllarında tercüme ettiği Hafız Divanı’nı okumasa belki de kendisi böyle bir Divan yazmayacaktı. Ayrıca İstanbul’daki Prusya maslahatgüzarı olarak 1785-1791 arasında çalışan Heinrich Friedrich von Diez’in Türkçe Farsça ve Arapça menşeili tercümelerinden de çok fazla etkilenmiştir.

Goethe, Marko Polo, Johannes von Montevilla, Pretro della Valle, olearius, Tavernier ve Chardin gibi seyyahların Doğu ile ilgili notlarından da çok istifade etmiştir. Hafız’ın Divanı muhtemelen tetikleyici olmuştur.

Bundan 200 yıl önce tercümeler ve seyyahların anlatımlarının çok az olması, bunları yorumlama ferasetini gösteremeyen düşünürlerin dünyaya bakışlarında hata yapmalarına sebep olabiliyordu. Günümüzün küresel dünyasında böyle bir kaynak sıkıntısı yok.

Küreselleşmenin sonucu olarak artan insanlar arası etkileşme, bölgeler arası farklılıkları törpülüyor. Doğu Batı, Kuzey Güney gibi farklılıklardan ileride bahseden azalacak En azından, özellikleri belirgin çizgilerle birbirinden ayrılmış bölgeler orta vadede kalmayacak.

Goethe’nin Doğu Batı Divanı’nın ‘’Notlar ve Araştırmalar’’ bölümünde ‘Çölde İsrail’ başlığı altında yaptığı irdeleme bugün içinde geçerlidir:

‘’Dünya ve insanlık tarihinin asıl, biricik ve en derin konusunu inançla inançsızlık arasındaki çatışma teşkil eder, diğer konular ise buna tabi ve ayrıntıdır…

İnançtan maksat, sadece, bir dine inanmak değildir. Sadece dini ve ruhi hayatla sınırlı da değildir. Varoluşun bütününü kucaklamaya çalışmak, insanı gerçek inanca götürür. Varoluşun ve hayatın manasını anlamak, insanı inançlı kılar.

Dolayısıyla dünyanın her bölgesinde, kendi içinde farklı anlayışlar vardır. Asıl olan, her bölgeden hayatın anlamını anlayanların, Dünyanın güzel geleceği için birlikte hareket etmeleridir.    

Sosyal kategorisine gönderildi | GOETHE’NİN DOĞU-BATI DİVANI VE DÜŞÜNCELER için yorumlar kapalı

GELİŞMİŞLİK VE GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE

GELİŞMİŞLİK VE GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE

 

Bu sitede kalkınma üzerine bazı makaleler yayınladık. Kalkınmanın boyutlarından bahsettik. Maddeci bakış açısından kalkınma, GSYİH ve kişi başına düşen milli gelir ile ölçülmektedir. Biz bu karşılaştırmanın yanlış olduğunu vurguladık. Maddi GSYİH’nın tek başına ölçü olamayacağını ifade ettik. Ve manevi GSYİH değerlerinden bahsettik. Güvenlik, sağlık, eğitim, huzur gibi konuların manevi GSYİH kapsamı içerisine girdiğini belirttik.

Kalkınmışlığın hem fert için hem de toplum açısından irdelenmesi gerektiğini aktardık. Kalkınmışlığın, insanları ve toplumları, mantıklı düşünerek sabırlı davranmaya yönelteceğini varsaydık. Bu fikrimizi güçlendirecek şekilde şu ifadeleri kullandık: “Sonuç olarak kalkınmışlık, hem maddi hem manevi alanda olmalıdır. Hem fertlerin becerilerini geliştirmeli, hem de yeni karşılaştıkları bir işin veya sorunun üstesinden gelmelerine yardımcı olmalıdır.”

Bir ülkenin maddi ve manevi gelişmişliğindeki dengesizlik oranı arttıkça, o ülkenin sıkıntılarının da artacağını iddia etmiştik.

Ülkeler arasındaki farkları anlatırken, gelişmişlik ve geri kalmışlık terimleri yerine, maddeten kalkınmış ülkeler ve maddeten geri kalmış ülkeler ifadelerini tercih etmiştik. Birey olarak insanlar açısından benzer irdelemeyi yapmıştık. Zengin ile fakir arasındaki farkın, sadece maddi güç açısından değerlendirilmesinin yanlışlığını vurgulamıştık.

Bu yazımızda biraz daha değişik açıdan konuya yaklaşacağız.

Gelişmişliğin ölçüsü, gerek kendimizi gerek idare ettiklerimizi nasıl yönettiğimizle yakından ilgilidir. Allah’ın bizlere verdiği akıl, vicdan ve irade ile belirleyeceğimiz insani davranışlar gelişmişlik derecemizi belirler. Davranışlarımızı insani değerlerle yönlendirdikçe gelişmişliğimiz artar. Davranışlarımızı içgüdülerimiz belirledikçe, geri kalmakta devam ederiz.

Bu sınıflandırma, toplumlar için de geçerlidir. Bir toplumun davranışları, Yüce Yaradan’ın belirlediği insani değerlerle uyumlu ise, onlara gelişmiş toplum olarak bakabiliriz. Ama davranışlarını ve uygulamalarını içgüdülerinin belirlediği toplumlar, geri kalmış olarak görülmelidir. Ancak, toplumlardaki bu davranışlarını, sadece kendi guruplarının içerisindeki insanlara değil, dışarıdan insanlara karşı da sergilemeleri gerekir. Hattâ rakip olarak gördüklerine karşı da, aynı insani davranışı sergilemelidirler.

Kur’an, bu hususta bize şöyle yol göstermektedir: Maide 8 olunuz ve sakın bir topluluğa buğzunuz (kininiz) sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adalet edin takvaya: “Ey iman edenler Allah için duran hâkimler ve adalet numunesi şahitler en yakın odur. Allah’tan korkun muttaki olun; çünkü Allah her ne yaparsanız haberdardır.”

Dolayısıyla maddeten kalkınmış olmak, gelişmişliğin göstergesi değildir. Bir insanın ve toplumun rehberi, Allah ve Onun bize verdiği akıl, vicdan ve irade olmazsa, sahip olduğu zenginlik kişinin veya toplumun gelişmişliğine işaret etmez. İnsanın veya toplumun rehberi, tek başına ilim olursa, belki kalkınmayı sağlar. Fakat gelişmişliği yani insani davranışları yönetemez. İçselleştirilmemiş bir Allah fikri de, aynı sonuca ulaşır. Belki maddeten kalkındırır, ama geliştirmez.

Bu hususta, Avrupa’nın maddeten en güçlü döneminde yaşamış olan İngiliz romancı Somerest Maugham’ın (1874-1965) sözleri bizi düşündürmelidir. “Avrupa bugün Allah’ını (God) kaybetmiş ve yeni bir Allah’a inanmıştır. O da ilimdir. Hâlbuki ilim, devamlı değişen bir varlıktır. Bugün inkâr ettiğini, yarın ispat eder. Bugün ispat ettiğini, yarın inkâr eder. İşte bu sebepten dolayı ilmin kurallarını, istikrar ve sakinlikten yoksun, sürekli bir ıstırap ve gönül darlığı içerisinde bulursun.”

Rehberin ilim olması, rehberin içgüdüler olmasından biraz daha iyicedir. Ama Maugham’ın uyarılarını dikkate almayan o dönemin Avrupalılarının bir bölümü içten sıkıntılı bir hayat yaşamışlardır. Huzursuzluk hissetmişler, para vererek psikologları dost edinmişlerdir. Tolstoy’un kendisiyle ilgili olarak itiraf ettiği gibi, intihar etmeyi düşünmüşlerdir. Felsefecilerin bile çoğu, bugün söylediklerinin tam tersini, yarın söylemişlerdir. Bütün bunlar kâinatın sahibi olan sabit bir kuvvete dayanmayarak, değişken kuralların peşinden gitmenin sonucudur. Her an değişen, insandan insana, toplumdan topluma farklılık gösteren kurallar, insanlar arasındaki çatışmayı sürekli hale getirmektedir.

Her insanın içgüdüsü, her toplumun menfaati farklı olduğu için, çatışma kaçınılmazdır. Gerek insanın kendi içerisinde, gerekse toplumlar arasındaki çatışmalar devam ettikçe, gelişme sağlanamaz. Gelişme için, istikrar ve sakinlik gerekir.

İslâm; akıl, beden ve ruhun ihtiyaçları arasında denge kurduğu gibi, toplumdaki insanlar arasında da denge arar. Birini diğerine ezdirmez. İnsanı ve toplumu, birbirine zıt çeşitli fikirlerle yönetmez.

İslâm; şahsın istekleri ile toplumun arzuları arasında da denge kurar. Böylece, ne kişiler birbirine, ne toplum şahıslara, ne de kişiler topluma baskı kurabilir. Dolayısıyla gelişme hep birlikte olur.

YAŞAM kategorisine gönderildi | GELİŞMİŞLİK VE GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

PİYASA EKONOMİSİ VE DEVLETÇİLİK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

PİYASA EKONOMİSİ VE DEVLETÇİLİK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Bilindiği gibi, her insan hata yapar. Dolayısıyla insanları kurdukları organizasyonların da hata yapmaları normaldir. Şirketler de, devlet de insanların kurduğu kurumlar olduğu için bazen hata yapmaları normaldir.

Fakat bilhassa ekonomik buhran dönemlerinde, piyasaların yani özel sektörün yaptığı hataların oluşturduğu tahribat diğerlerinden daha yüksek olmaktadır.

Küreselleşme anlayışının, normal şartlarda savunduğu tezlerden birisi, devletin küçülmesidir. Piyasa ekonomisinin kendi kendini tamir imkânı olduğu, devletin bu düzelmeyi engelleyeceği iddia edilir. Ancak bütün ekonomik buhranlarda gördük ki, piyasalar, devletin kendilerini kurtarmalarını talep ettiler.

Bu isteklerini yaparken de sadece kendi kuruluşlarının kurtarılmasını isterler. Diğer özel sektörün durumunu hiç düşünmezler. Konkordato başvurularının kabul edilmesini beklerler. Böylece kendilerini kurtarıp, onlara iş yapanları zarar ettirirler. Ayrıca devletin, kendi şirketlerine açıktan para desteği vermesini isterler.

Hâlbuki devletin küçülmesi, devletin gelirlerini azaltmaktadır. Dolayısıyla, devletin zayıflamasına sebep olmaktadır. Takdir edileceği gibi, ülkede canlı bir ekonominin var olabilmesi için devletin yapması gereken yatırımlar vardır. Bu yatırımlar sadece alt yapı yatırımları değildir. Bir ülkenin yönleneceği yatırım koluna göre eğitim sistemini düzenlemek de, devletin görevidir. Bunu piyasaların tek başlarına başarması mümkün değildir. Ayrıca ekonominin ihtiyacı olan teknolojik yatırımlar da devletten beklenilir. Borsalar, devletin teknolojik yatırımları olmadan, saniyenin çok küçük bir diliminde işlem yapamazlar.

Bu örneklerin daha fazlasını kafamızda düşündüğümüzde görürüz ki, devlet güçlü olmadan, piyasa ekonomisi canlı bir şekilde yürüyemez.

Devletin küçülmesinin bir başka açıdan daha olumsuz sonuçlar doğurduğunu gözlemlemek fırsatını bulduk. Devletin görevlerinden birisi de, mümkün olduğu kadar da olsa, adil bir toplum oluşturmaktır. Ancak küçülen bir devletten, gelir dağılımını daha adil olacak bir şekilde yapabilmesi için gerekli imkânı ve mekanizmaları kalmamış olur.

Devletin her şeye karışmasının da yanlış sonuçlar doğurduğu anlaşılmıştır. Devleti yöneten insanların, daha çok, kendilerine yakın insanları güçlendirdiklerini, birkaç istisna hariç, hemen bütün dünyada yaşayarak müşahede ettik.

Ancak sermaye birikimini sağlayamamış ülkelerde, devlet, ülkenin ihtiyacı olan alanlara yatırım yapmalıdır. Çünkü bu yatırımları, yalnızca devlet yapabilir. Piyasalar yani özel sektör, yapıları icabı, ülkenin ihtiyacı olan alanları değil, kendi kârlarını azamileştirecek sahaları seçerler.

Devlet veya piyasa ekonomisini savunanların, yaşanan olaylardan etkilendikleri bir gerçektir. 1873 Viyana Borsasının çöküşüyle başlayan süreçte bilhassa, üretim alt yapısı sağlam olmayan, maddeten kalkınamamış bölgelerde devletçilik fikri öne çıktı. Çünkü en çok zararı bu ülkeler yaşadı. Ancak bu fikir, Avrupa ve bilhassa ABD’de kabul görmedi. Çünkü onlar, zararlarını devlet tarafından karşılattılar. Devletleri de bu zararları karşılayacak güçte idi. Dolayısıyla, Adam Smith’in çizdiği yoldan yürümeye devam ettiler.

1929 buhranı, onların düşüncelerinde de değişikliğe yol açtı. Buhranın, bütün kalkınmış ülkeleri de etkisine alması, bu değişikliğin müsebbibi oldu. İnsanların piyasa ekonomisine olan güvenleri sarsıldı. Devletin, ekonomi üzerinde rolünün düşünüldüğünden daha fazla olduğuna inanıldı. Bu inanç, azalarak da olsa, 1980lere kadar sürdü. SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle, yani tam devletçiliğin uygulanışının başarısızlığının anlaşılmasıyla, bu defa fikirler tam zıddı yönde gelişmeye başladı.

Devletin ekonomide baskın rol oynamasına itiraz edildi. Bununla da yetinmeyerek, devletin ekonomi alanından tamamen çekilmesi gerektiği fikri yaygınlaştı. Ancak başlangıçta bu anlayış, dünyanın her yerinde aynı şekilde kabul görmedi. Bilhassa Uzak Doğu Asya ülkelerinin bazılarında farklı fikirler oluştu. Bu ülkeler, devletin kalkınmayı organize etmesinin gerekli olduğunu düşündüler. Hattâ devletin, fiyat mekanizmalarını kullanmasına izin verdiler. Bilindiği gibi, bu ülkelerde 1990’lı yıllarda ekonomik alanda ciddi başarılar elde edildi. Her başarıda olduğu gibi, bu muvaffakiyette de sebebi, sadece bu ülkelerin uyguladığı ekonomik modele bağlayanlar oldu. Başarının mimarı olarak kalkınmacı devlet fikrini gördüler. (Kaldı ki, gelişen olayların sonucunda, günümüzdeki bakış değişmiştir.)

Oysaki takdir edileceği gibi, ekonomik ve sosyal olayların tek bir etkeni yoktur. Sosyal konular ve ekonomi, matematik ve fizik problemi gibi çözülmezler. Zaten o alanlarda da ilerlemeler, teoriler üzerinden yürüyor. Yeni bulgulara ulaşıldıkça eski teoriler boşa çıkıyor, yenileri devreye giriyor. Örnek olarak atom konusunu verebiliriz. Bilindiği gibi, biz atomu göremiyoruz. Onun bütün özelliklerinin belirtilerini de henüz tam anlayamadık. Fakat biz görmüyoruz diye, atom yoktur diyemeyiz. Veya atomun özelliklerinin tamamı, bizim tespit ettiklerimizdir diye bir iddiada bulunamayız. Bizim bunları bilemememiz, atomun hareketini hiçbir şekilde etkilemez. Atom, mevcut yapısıyla hareketini sürdürür.

Sosyal olaylar, atom gibi belli bir özellikte değildir. Değişkendirler. Ekonomi de öyledir. Ekonomiyi etkileyen çok farklı faktörler vardır. Sermaye ve fiziksel imkânların dışında, insanların algılamalarından ve çevreden de etkilenir. Aynı olaylar, aynı insanı farklı ortamlarda farklı etkiler. Bir konuda insanın tek başına iken verdiği tepki, toplum içerisinde iken verdiği tepkiden farklıdır. Hattâ birbirinden değişik yapıdaki toplumlar içerisinde iken bile farklı tepki verebilir. Ulaşılan sonuç farklı olur.

Dolayısıyla bir bölgedeki başarıyı, tamamen uygulanan ekonomik modele atfetmemiz yanlış olur. Benzer şekilde, bir bölgede uygulanan ve başarılı olduğu düşünülen modellerin, diğer bölgelerde de başarılı olacağını iddia etmek güçtür.

Aslında insanların yaratılışları aynı olduğu için, bir bölgedeki uygulamanın, benzer sermaye ve fiziki imkânlara sahip diğer bir bölgede de geçerli olması beklenilir. Fakat böyle olmamaktadır. Bunun en önemli sebebi, kişilerin ve şirketlerin sadece kendi menfaatlerini düşünmeleridir. Diğer taraftan, devleti yönetenler de, kendi taraftarlarını ön plana almaktadır. Dolayısıyla adil bir uygulama olmamaktadır.

Çözüm; ister fakir ister zengin olsunlar, insanların, şirketlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve devleti yönetenlerin, Kur’an’ın yol göstericiliğinde yürümeleridir.

Genel kategorisine gönderildi | PİYASA EKONOMİSİ VE DEVLETÇİLİK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

YÖNETİCİLER, HALKIN SIKINTILARININ SEBEPLERİNE ODAKLANMALIDIR

YÖNETİCİLER, HALKIN SIKINTILARININ SEBEPLERİNE ODAKLANMALIDIR

 

Ülkeleri yönetenlerin büyük çoğunluğu, halkın memnuniyetsizliğin sebeplerine değil, belirtilerine odaklanmaktadırlar. Çözüm yolu olarak da, belirtileri giderecek yolları tavsiye ediyorlar veya uyguluyorlar.

Konuyu biraz daha anlaşılır hale getirmek için bazı ayrıntılara girelim. Bu sitede yayınladığımız “Reklamın Amacı Üzerine” başlıklı makalemizin bir paragrafı şöyle idi: “Günümüzdeki reklamların amacı, insanları tüketim toplumu haline getirmektir. Reklamlarla bağlantılı olan üretimin de amacı, ihtiyaç duyulan malzemeleri üretmek değil, kârlı satış yapılabilecek ürünleri imal etmektir. Hedef böyle olunca, reklamdan beklenilen, insanların ihtiyacı olmayan ürünleri satın almalarını sağlamasıdır. Dolayısıyla, başarılı olarak nitelenen reklam, insanlara yeni ihtiyaç alanları oluşturmayı başarandır.”

Bu reklamları daha tehlikeli hale getiren bir başka husus, kredi kartları tanıtımlarıdır. Sanki alınan krediler hiç ödenmeyecekmiş gibi tanıtımlar yapılmaktadır.

Özet olarak bahsedersek, reklamlar, insanları, sahip olmadıkları paraları, ihtiyaçları olmayan şeyleri almaya yönlendirmektedir. Devleti yönetenler ise, aldatma teknikleriyle dolu olan bu reklamlara, hiçbir şey yapmamaktadır. Yöneticilerin yaptıkları, reklamların etkisiyle maddi sıkışıklığa düşen halka faizli kredi verilmesini sağlamaktır. Kredi alamayacak kadar sıkıntıya düşenlerin küçük bir bölümüne doğrudan maddi yardım yapmaktır. Bir kısmına da, zaman zaman devlet bankaları aracılığıyla daha düşük faizli kredi vererek, eskiden aldığı ve ödeyemediği kredilerini ödemesini sağlamaktadır. Bu uygulamalar, maddi sıkıntıya düşen insanların durumlarını daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Konunun ciddiyetini daha iyi anlamak için, reklamların çocuklar üzerinde yaptığı kötü etkilerin benzerini, bir siyasetçinin, çocukları ve hattâ büyükleri kandırarak yaptığını düşünelim. Hemen, rakip bir siyasetçi duruma müdahale edecek ve hatalı davrananı halkın gözünden düşürmeye çalışacaktır. Ama ilginç olan, birbirleriyle kıyasıya mücadele eden, rakiplerinin küçük bir hatasını devleştiren siyasetçilerin hiçbirisi, reklamların insanlar üzerindeki kötü etkilerini dile getirmemektedir.

Bilindiği gibi, devletin görevlerinden birisi, hastalıkları önlemeye çalışmaktır. Fakat çoğu ülkede yöneticiler, dikkatlerini hastalıkları önleyecek sistemler ve uygulamalar üzerine vermemektedir. Hasta olan insanlara doktora giderek ilaç almalarını öğütlemektedir. Yöneticiler, ilaçların kimyasal yapılarının insanlar üzerindeki etkilerini ciddiyetle araştırılmasının peşine düşmüyorlar. Bitki özlü ilaçların artmasını teşvik etmiyorlar. Sadece, hastaların kendiliklerinden ilaç kullanmamalarını, doktorun vereceği ilaçları kullanmalarını öğütlüyorlar. Hastalar da, bir doktorun verdiği ilaca, gittiği başka bir doktorun itiraz etmesi sonucu, ne yapacağını şaşırıyor.

Yöneticilerin görevlerinden bir diğeri, insanların sağlıklı beslenmeleri için ortamları hazırlamaktır. Yöneticiler, insanların hasta olmalarına vesile olan GDOlu yiyeceklerin yetiştirilmesine, her türlü zararlı hormonun kullanılmasına ses çıkarmıyorlar. Yiyecekleri satın alırken insanların nelere dikkat etmeleri gerektiğini ciddiyetle anlatmıyorlar. İlaçların bilinçli kullanılması için, ülke çapında gayret göstermiyorlar. Fakat hastalanan insanları tedavi etmek için çok daha fazlasını ödemeyi, marifet gibi gösteriyorlar.

Yöneticiler, yaşam boyu spor için gerekli ortamları yeterince hazırlamıyorlar. İnsanları bu yönde yeterince bilinçlendirmiyorlar. Yiyecekler ve bunların tüketimi hususunda, insanları yeterince bilgi sahibi yapmayan yöneticiler, onları diyet yapmaya yönlendiriyorlar. Diyeti de, mutlaka bir diyetisyen eşliğinde, yani para ödeyerek yapmalarını tavsiye ediyorlar. Bu öğütle, görevlerini çok iyi yaptıklarını düşünüyorlar.

Yöneticiler, halkın yaşadığı olumsuzluklara, devletin uygulamalarındaki yanlışlıklara odaklanmıyorlar. Bilhassa, adaletsizliklere karşı ortamı düzeltecek tedbirleri almakta yeterince gayret etmiyorlar. Fakat yaşadıklarının olumsuzlukların etkisiyle ne yapacağını şaşıran insanları, psikologlara yönlendirmeyi marifet sayıyorlar.

Benzer şekilde, ülkedeki yönetim hatalarından, adaletsizliklerden veya insanların kendi hatalarından kaynaklanan suçlar işleniyor. Yöneticiler, “devlet polis, millet hırsız” mantığıyla hazırladıkları kanunları işleterek, insanları hapse atıyorlar. Değişik sebeplerle hapse düşen insanların düzelmeleri için programlar uygulamak yerine, hapis şartlarını ağırlaştırmaya çalışıyorlar. Yöneticiler, bu uygulamalarının sonucunda, hapisten çıkanların içerisinden tekrar hapse girme oranındaki artıştan, kendilerinin de payı olduğunu düşünmüyorlar.

Yöneticiler, uyguladıkları ekonomik sistemin, insanları daha menfaatçi yaptığını görmüyorlar. İnsanlar arasındaki dostluğun çok zayıfladığını fark etmek istemiyorlar. Sistemin hatasından dolayı bir dostundan borç alamayacak hale düşmüş insanları, faizle borç almaya yönlendiriyorlar.

Ticari alanda kurulan şirketlerin, sermayeleri oranında sorumlu olmasına ses çıkarmıyorlar. Ticarete atılan bir insanın bütün varlığıyla sorumlu olması gerektiğini, göz ardı ediyorlar. Böylece, aynı birkaç kişinin, sadece insanları kandırmak amacıyla çok sayıda şirket kurmalarına sebep oluyorlar. Bu şirketler, bilanço oyunlarıyla şirketin üzerinde para ve mal göstermiyorlar. Böylece, sermayelerinin yüzlerce katı oranında satın aldıkları malların paralarını ödemediklerinde, ceza almıyorlar. Böyle firmalara yaptığı işlerin paralarını alamayan insanların, zor duruma düşmelerine sebep oluyorlar.

Bizim çok kısa olarak verdiğimiz bu örnekler, çoğaltılabilir. Bizim burada vurgulamak istediğimiz, yöneticilerin, meselelerin temel sebeplerine yönelmelerinin gerekliliğidir. Sorunlara sadece “pansuman” tedbirlerle yaklaşmanın, sorunları artırmaktan başka bir işe yaramayacağını göstermektir. Bilindiği gibi, bazı yaralar sadece pansuman yapılarak kapanabilir. Fakat bazıları, sadece pansuman yapıldığında kangrene çevirebilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | YÖNETİCİLER, HALKIN SIKINTILARININ SEBEPLERİNE ODAKLANMALIDIR için yorumlar kapalı