İBADET BÜTÜN DEĞERLERİNİ DUYGUDAN ALIR

İBADET BÜTÜN DEĞERLERİNİ DUYGUDAN ALIR

 

Bu sitede yayınladığımız bir yazımızda, ibadetlerin maksadının, insanı ahlâklı yapmak olduğunu ifade etmiştik.

Yine, yayınladığımız “Ahlâki olgunluğun yolu, uzlet ve çile değildir” başlıklı makalemizin son paragrafında şu ifadeleri kullanmıştık:

“Dolayısıyla, ahlâki olgunluğa ulaşmanın ve Allah’ın rızasını kazanmanın yolu, kendini toplumdan soyutlayıp çileli bir hayat sürmek değildir. Aksine mülk ve saltanat sahibi iken, israf etmeden yaşamak ve insanlara adaletle hizmet etmektir.”

İbadetlerle ilgili bazı Kur’an ayetlerine bakarak, konuyu daha iyi irdeleyebiliriz.

23 Müminun Suresi 2: “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler,”

29 Ankebut 45: “Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”

31 Lokman Suresi 17: “Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Başına gelenlere sabret, çünkü bunlar, azmi gerektiren işlerdendir.”

Peki, namaz kılmamıza rağmen, yukarıdaki ayetlerdeki uyarılara dikkat etmezsek, ne olur? Kur’an bu soruya da cevap veriyor.

107 Maun Suresi 4: Vay haline o namaz kılanların ki,

5: Kıldıkları namazın değerine aldırış etmezler.

6: Gösteriş yaparlar onlar,

Diğer bir ibadet olan oruç ile ilgili bir ayet de şöyle;

Bakara Suresi 183: “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.”

Demek ki oruç, bizim korunmamıza yarayan bir ibadet. Orucun bizim korunmamızı sağlayabilmesi, yani güzel ahlâka yönlendirebilmesi, ibadetimizi hissederek yaptığımız oranda gerçekleşir.

İnsanlara yardımcı olmak, güleryüz göstermek, sadaka vermek, İslâmiyet’in istediği salih amellerdendir .

Bakara 263: “Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak, arkasından eza ve gönül bulantısı gelecek bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, halimdir, yumuşak davranır.”

.271: “Sadakaları açıkça verirseniz o, ne iyi olur; yok eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızın birçoğunun bağışlanmasına sebep olur. Bilin ki, Allah, her ne yaparsanız hepsinden haberdardır.”

Ayetlerden anlaşılacağı üzere, verdiğimiz sadakaları da güzel duygularımızı katarak yaparsak, Allah’ın isteklerine daha uygun davranmış oluruz.

Diğer bir ibadet olan Hac ile ilgili olarak, Yunus Emre’nin şu kısa sözü, bize güzel bir uyarıdır.

“Haccın iyicesi, bir gönüle girmektir.”

Demek ki, duygularımızla birlikte yapılmayan ibadetlerin pek bir anlamı olmuyor. Duygusuz tutulan oruç, bir diyet haline dönüşebiliyor. Duygu katmadan kılınan namaz, bir idman niteliğinde olabiliyor. Duygularımızla hazırlanmadığımız Hac, bir turistik seyahat anlamına gelebiliyor. Duygusuzca verdiğimiz yardımlar, aksine daha kötü sonuçlar doğurabiliyor.

O halde, ibadetlerimizin bizleri daha ahlâklı hale getirebilmesi için, ibadetlerimizi kalbimizde hissederek yapmalıyız. İbadetimizi gerçekleştirirken, yaptığımızın anlamı üzerine yoğunlaşmalıyız.

Bizler, her an Yüce Yaradan’ın huzurundayız. Fakat bu durumu her zaman hatırımıza getiremeyebiliyoruz. Ancak, ibadetimiz sırasında Allah’ın huzurunda olduğumuzu düşünerek davranmaya başlarsak, hem ibadetlerimizden zevk alırız, hem de diğer zamanlarda Yüce Yaradan’ın huzurunda olduğumuzu daha çok hatırlamaya başlarız. Böylece bizim için daha güzel sonuçları olur.

Allah’ım, bizlerin, ibadetlerimizi layıkıyla yapabilmemiz için, irade gücümüzü artır ve bizlere anlayış ihsan eyle.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İBADET BÜTÜN DEĞERLERİNİ DUYGUDAN ALIR için yorumlar kapalı

BAZI GÖSTERGELERİN YORUMU

BAZI GÖSTERGELERİN YORUMU

 

Ülkelerin eğitime harcadıkları para artıyor. Benzer şekilde, eğitim gören çocukların, ailelerine yükledikleri maliyetler de artıyor. Peki, bu durum, insanların giderek daha eğitimli olduklarının göstergesi olarak görülmeli midir? Eğitim konusunda daha net karar verebilmemiz için, bu sitede yayınladığımız “Eğitim Görmüş Bir Kişinin Özellikleri” başlıklı makalemizde belirttiğimiz beş özellik açısından baktığımızda, cevabımız “hayır” şeklinde olmaktadır. Aşağıda bu özellikleri kısaca hatırlayalım.

Eğitim görmüş bir insanın belirtilerinden birincisi, ana dilini doğru ve kesin kullanabilmesidir.

Eğitim görmüş bir kimsenin ikinci belirtisi, yerleşmiş düşünce ve hareketlerin ifadesi olan kibar ve nazik tavırlardır.

Eğitim görmüş bir insanın üçüncü belirtisi, düşünme gücü ve âdetinin yerleşmiş olması gerektiğidir. Sınavdan geçmemiş bir hayat, Sokrat’ın ısrarla üzerinde durduğu gibi, yaşanmaya değer beşeri bir hayat değildir.

Eğitim görmüş bir insanın dördüncü belirtisi, büyüme ve gelişme gücünü ortaya koymaktır.

Eğitim görmüş bir insanın beşinci belirtisi, bir şeyi, bir işi yapma gücüne sahip olmaktır.

Cevabımızın “hayır” şeklinde olmasının sebebi ne olabilir diye düşündüğümüzde, çocuklarımızı, yarış atı gibi yetiştirmemizin çok önemli bir etken olduğunu görüyoruz. Yarış ortamında eğitim görmek, ahlâki değerleri törpülüyor. Ahlâken zayıf, bilgi olarak güçlü kişi büyüyünce, yolsuzlukların, kolay ve haksız kazancın peşine daha rahat düşebiliyor. Hâlbuki biz, o insanı, içinde yaşadığı topluma faydalı olsun diye eğitmiştik. O ise topluma değil, kendisine faydalı olduğundan, o şahsın eğitimi için ülkelerinin yaptığı harcamalar da pek bir işe yaramamış oluyor.

Ahlâken eğitilmeyen bir insan bilgi ile yüklense bile, onun topluma maliyeti çift yönlü olarak artırıyor. Dolayısıyla eğitime daha çok para harcanması, o ülkenin kalkınmasına aynı oranda katkı yapmayabiliyor.

Bizi yanıltan göstergelerin biri de, ülkelerdeki ekonomik büyüme rakamlarıdır. Bir ülkenin ekonomik değerlerinin artması, o ülkenin kalkındığını göstermeyebilir. Ülkedeki insanların daha rahat olduklarını da göstermez.

Benzer şekilde, bir şahsın maddi durumunun iyileşmesi, onun değerli bir kişi olmaya başladığını göstermez. Çok az sayıda insan, ahlâkın kestirme yollarına saparak para kazanıp zenginlemesinin sonrasında kendisini düzeltebilir.

Bir üniversitedeki makale yayın sayısının çokluğu, o üniversitenin değerli olduğunu göstermez. Benzer şekilde, bir üniversitenin mezunlarının sayısının çokluğu, o üniversitenin ülkeye daha fazla katkı yaptığını göstermez.

Bir gazetenin baskı sayısının çokluğu veya bir televizyon kanalının izlenme oranının fazlalığı, onların beğenildiğini göstermeyebilir. Onların kalitelerinin diğerlerinden daha iyi olduğunu ise, hiç göstermez.

Doktorların bilgili yetişmeleri, o ülkede hastalara iyi bakım yapıldığını göstermez. Ülkedeki doktor sayısının artması, o ülkenin sağlık sorunlarını daha iyi çözdüğü anlamına gelmez.

Avukatların, ülkedeki kanunları çok iyi bilmesi, hukukun üstünlüğünün varlığını göstermez. Avukat sayısının çokluğu ise, o ülkede adaletin tesis edildiğini göstermez.

İlâhi kaynaklarda yazılı bilgilere sahip din insanlarının çokluğu, o ülkedeki dindarların çokluğunu göstermez. Bir kişinin dini bilgilerinin olması, o şahsın dürüst olduğunu göstermez.

Görüldüğü gibi, yazımızın konusuyla ilgili alanlar çok geniştir. Dolayısıyla her okuyucu, çok sayıda örneği kendi hayatından verebilecek durumdadır. Biz, sadece eğitim konusunun önemine binaen, eski bir yazımızdan kısaca alıntı yapmakla yetindik.

Konunun devamıyla ilgili düşünceleri, okuyucularımızın idrakine bırakıyoruz. Ancak ben dâhil, her bir okuyucumuzdan beklenen, akıllarımıza gelen her alandaki yanlış göstergelerin düzeltilebilmesi için, önce kendimizden başlayarak, gücümüz nispetinde gayret sarf etmemizdir.

Sosyal, YAŞAM kategorisine gönderildi | BAZI GÖSTERGELERİN YORUMU için yorumlar kapalı

EKONOMİK BUHRANDA, BANKA KURTARMA YÖNTEMİ ÜZERİNE

EKONOMİK BUHRANDA, BANKA KURTARMA YÖNTEMİ ÜZERİNE

 

Bugüne kadar oluşan ekonomik buhranlarda, sistemin temel taşı olarak görülen bankaların belli bir büyüklüğü aşmış olanları kurtarılmaya çalışıldı. Bu nedenle geçmişte uygulanan banka kurtarma yöntemlerinin sonuçlarını, günümüzde daha belirgin olarak görebiliyoruz. Normal şartlarda, batmak üzere iken kurtarılan bankaların, kurtarılma öncesinde aldıkları risklere tövbe etmeleri ve kurtarıldıktan sonraki çalışmalarında benzer riskleri almamaları beklenilir. Fakat aksine, kurtarılan bankaların daha çok risk aldıkları gözlenmektedir. Hâlbuki kurtarılan bankalar, sadece risklerini azaltmakla kalmamalıydılar. Bir taraftan da, yönetmekte ve denetlemekte güçlük çekecekleri kadar büyümelerini durdurmalı idiler. Kurtarılan bankalar, büyümelerini azaltmaları gerekirken, aksine daha da büyümüşlerdir. Günümüzde geldikleri nokta, onları kurtarmaya çalışacak olan herhangi bir devletin, belki de kendisinin batmasına vesile olacak kadar devasa büyüklüğe ulaşmışlardır.

Bankaların çoğunluğu, buhrandan sonra da, kolay kredi vermeye tekrar başladılar. Böylece kolay kredi alan vatandaşların birçoğunu kandırmayı sürdürüyorlar. Buhran öncesinde olduğu gibi, sonrasında da, farklı bankalar, aynı kişiye kredi vermeye devam ettiler. Verilen bu krediler, bazen aynı konuda oldu. Aynı şahıs, farklı bankalardan aldığı kredilerle birkaç gayrimenkul alabildiği gibi, otomobil gibi tüketim araçlarını da alabildiler. Buhran öncesinde farklı bankalardan kredi çekerek birden fazla ev alan insanlar, ekonomik buhran sırasındaki tartışmalarda, sorumsuz davranmakla suçlandılar. Suçlamalar kısmen haklı idi. Ama bu kişileri suçlayanlar, daha çok bankalar idi. Başkalarını suçlayan bankalar, kendilerinde hiç kabahat görmediler. Hâlbuki kredi verirlerken, bilgisayarlardaki sistemde her şey apaçık görünüyordu. Yani aslında, suçun hepsi borç alanda değildi. Bir kısmı da, borç veren bankalar olarak kendilerindeydi.

Bilindiği gibi, bankalar da ticari kuruluşlardır. Her tüccar gibi onlar da, kendi yaptıklarının sonuçlarından sorumlu olmalıdır. Bir şirket borçlarını ödeyemediği zaman, kanunlar hissedarları sorumlu tutmaktadır. O şirket konkordato (iflas anlaşması) da ilan etse, iflası da istense, sonuçta hissedarlar etkilenmektedir. Fakat konu bankalar olunca, bilhassa büyük bankalar için, böyle olmamaktadır.

Hâlbuki bazen, bankacılık sisteminin özel durumundan dolayı, sistemin çökmesini önlemek için bankaya el konulması daha uygun olabilir. Ancak bilhassa geçmiş ekonomik buhranlardaki uygulamalarda bankaya el konulmayarak, bankalar maddeten desteklenmiştir. Böyle olunca, hissedarlar ve üst yöneticiler hiçbir zarar görmedikleri gibi, ilave para bile kazanabilmişlerdir. Hâlbuki bankaya el konulması durumunda, doğacak zararın, öncelikle hissedarların, CEO’ların ve idarecilerin varlıklarından karşılanması gerekir. Zaten normal ekonomik ortamlarda, genel anlamda uygulama budur. Herhangi bir şirketin ortakları, borçlarına karşı sermayeleri oranında sorumludurlar. Şirket müdürleri de, devlete karşı olan borçlardan sorumludurlar.

Eğer devlet bankaya el koymaz, fakat sistemin zarar görmesini önlemek adına, banka yeniden yapılandırılırsa, yine öncelikle ortaklar ve yöneticiler sorumlu tutulmalıdır. Ortaklardan ve en üst yöneticilerden ek sermaye koymaları istenmelidir. Bulamazlarsa, hisseleri ve gelirleri kullanılmalıdır. Nasıl herhangi bir şirketin devlete olan borçlarında, şirketin ortakları ve mesul müdürleri sorumlu tutuluyorsa, bankacılık gibi ciddi bir işi yürütmek isteyenlerin de böyle bir yükümlülüğü taşımaları gerekir. Ortaklar sorunu çözmeye yanaşmazlarsa, şirketin çıkardığı tahvillerin sahiplerine şirketin yeni hissedarları olma hakkı tanınır.

Ek sermaye artırımı bu yeni ortaklardan istenilir. Bunlar da sağlayamazlarsa, o zaman devletin bankaya el koyması mecburi hale gelir. Bankaya el konulması durumunda, tahvil sahipleri de zarar görmeli, borçlar için tahvil değerlerinden kullanılmalıdır. Bu durumda teminatsız alacakların da zarar görmeleri gerekebilir. Sadece, sigortalı mevduat sahipleri, vadesiz mevduat sahipleri ve ticari vadesiz hesapların paraları ödenir.

Böylece, bankacılık sistemi, daha az zararla kurtarılmış olur. Bankadaki işlemler devam eder. El konulan banka, devlet tarafından sermaye eklenerek devam ettirilebilir veya başka bir banka ile birleştirilir. Birleştirilirse, bu bankadaki hesaplar, birleştirilen bankaya aynı şartlarda transfer edilir. Bazen, banka, devlet tarafından küçültülerek yaşamını sürdürebilir. Bazen, özelleştirilerek sistemin içerisinde kalmaya devam eder. Kredi akışı sürer. Dolayısıyla sistem çökmemiş olur. Ama kabahati olanlar (hissedarlar, CEO’lar, üst yöneticiler, tahvil sahipleri, sigortasız mevduat sahipleri), suçları oranında zarardan paylarını almış olurlar.

Böyle yapmayıp, geçmişte olduğu gibi, hiçbir şart koşmadan, hiçbir ortak veya yöneticisi zarar görmeden desteklemek yanlış olur. Şartsız bir şekilde destek olarak para verilirse, geçmişte olduğu gibi, yine paranın önemli bir bölümünü, hissedarlar ve üst yöneticiler kendi şahsi işlerinde kullanırlar. Dolayısıyla, kredi akışını açmak için devletin verdiği paraların çok azı işe yarar. Sonuç olarak biz de, gereğinden çok fazla para ödeyerek sistemi kurtarmış oluruz. Eğer, bu fazladan verilen paralar, devleti yönetenlerin şahsi paraları olsaydı, bizi fazla ilgilendirmezdi. Ama vergi mükelleflerinin parasını harcarken, çok daha titiz olunması şarttır.

2008 ekonomik buhranının çıkış sebebi, verilen emlak kredileri olmuştu. Bu krediler geri dönmeyince ekonomik buhran başlamıştı. Fakat buhranı derinleştiren hususlar, bizim kendi yaptığımız yanlışlar olmuştu. Bu hususlarla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız “Ekonomik Buhranın Tetikleyicisi…” şeklinde başlayan birkaç yazımızda, buhranı etkileyen önemli unsurlarla ilgili fikirlerimizi ifade etmiştik. Burada, dönmeyen ev kredileriyle ilgili olarak uygulanan haciz işlemlerindeki hataları irdeleyeceğiz. Kredilerdeki geri dönüşler aksayınca, bankalar Emlaklara haciz yoluyla el koydular. Ellerinde çok sayıda ev oldu. Bankaların çoğu haciz aracılığıyla el koydukları evleri, icra dairelerindeki satışlardan, değerinin çok altında bedelle satın aldılar. Ucuza aldıkları evlerin bir kısmını, bir süre sonra çok yüksek bedellerle sattılar. Çok kârlı bir şekilde satamadıklarını ise kiraya verdiler. Bankaların ellerinde çok sayıda kiralık daireler olunca, yeni bir kazanç yöntemi geliştirdiler. Kira sözleşmeleri üzerinden bahis oynatırcasına türev ürün oluşturdular. Bu türev ürünlerinin kâğıtlarını sattılar. Yani, borcunun az bir kısmını ödeyemeyen vatandaşı perişan ettiler. Ama bankalar öylesine çok kazandılar ki, kredileri normal tahsil etmeleri halinde elde edecekleri faiz gelirinin çok üzerinde kâr ettiler.

Diğer taraftan nakde sıkışık olan bankalar, en kısa sürede nakit tahsilat yapabilmek için, Emlakları, acele satmaya çalıştılar. Tabiri caizse, haraç-mezat satışlar oldu. Emlaklar çok ucuza gitti.

Bilhassa aynı bölgede çok sayıda haczin yapıldığı durumlarda, zarar daha fazla oldu. Çünkü satılmak istenilen daire boşaltılıyordu. Boş daireler çoğaldıkça, bölge metruk bir konuma geliyordu. Dolayısıyla diğer evlerin de fiyatları düşüyordu. Düşük fiyata satılan evden elde edilen gelir, borcu karşılamaz ise, borçlunun üzerine gidilmeye devam ediliyordu. Bu durumda bankanın kaybı olmuyordu. Kaybeden taraf, kredi alan şahıs oluyordu. Kazanan ise, hem evi haciz aracılığıyla ucuza alan kişi, hem de parasını faiziyle ve diğer masraflarıyla birlikte geri alabilen banka oluyordu.

Bilindiği gibi şirketlere iflas anlaşması hakkı tanınmaktadır. Mal varlığının borcundan daha fazla olduğu tespit edilen şirketlerin bu istekleri kabul edilmektedir. Şirketlere tanınan bu hakların, en azından buhran dönemlerinde, vatandaşlara da tanınması sorunun çözümüne faydalı olabilir. Ev almak için kredi alan bir şahıs, borçlarının bir kısmını ödedikten sonra, çeşitli sebeplerle, ödeme güçlüğüne düşebilir. Bu durumda, evinin rayiç bedel değeri borcundan daha fazla ise, krediyi veren bankanın haciz yoluyla eve el koyması, iflas anlaşması hükümlerine göre olmalıdır.

Bazı iktisatçılar, kredi olayını tanımlarken, gönüllü bir borç alan ve gönüllü bir borç veren arasındaki anlaşma olarak ifade ederler. İlk bakışta doğrudur. Ancak konunun ayrıntılarına bakılınca işin şekli değişmektedir. Borç verenlerin piyasalar hakkındaki bilgileri, borçlananlara göre çok daha fazladır. Borç veren taraf, gerek bilgi gerekse pazarlık gücü açısından, borç alana göre çok daha güçlüdür. Yapılan kredi sözleşmelerinin en can alıcı maddeleri, okunması güç şekilde küçük puntolarla yazılmaktadır. Kredi almak isteyen bir şahsın başvuracağı kredi veren kuruluşların hepsi, birbirlerine benzer şartlar öne sürmektedirler. Yani borç almak durumunda veya zorunda olan kişi için, farklı bir seçenek neredeyse yoktur. Dolayısıyla, zarar eden tek tarafın, kredi kullanan kişinin olması, hem ticari etik açısından yanlıştır hem de sistemi tıkar. Sistemin tıkanmaması için, tarafların hepsi sorumlulukları oranında zarar görmelidirler.

Bilindiği gibi, bankalar kredi verecekleri evler için önce bir emlak uzmanına fiyat tespiti yaptırmaktadırlar. Belirlenen ev fiyatının tamamı için değil, bir kısmı için (en fazla %80) kredi vermektedirler. O halde, bankanın eve el koyması durumunda, banka, bu rapordaki değer üzerinden evi geri satın almış sayılmalıdır. Ev için kredi alan kişinin ödediği paralar, faiz hesaplarından arındırılarak düşülmelidir. Banka, kredi alan kişiden, ev için ortalama rayiç bedel üzerinden kira talep etmelidir. Evin geri alınması sonucu artan para, kredi alan kişiye banka tarafından ödenmelidir.

Eğer böyle yaparsak, her taraf sorumluluğunun ve yaptığı hatanın karşılığını alacaktır. Bankanın başvurduğu emlak uzmanları gerçek değerleri yazmak zorunda kalacaklar, banka kendi şartlarını zorlamadan hemen evlere el koymaya kalkışmayacaktır. Böylece ekonomik yıkımın etkisi daha az olacaktır. Ayrıca bankanın, eve el koyması durumunda, kredi alana kalan parasını ödemesi halinde, bu paralar ekonominin çarkları arasına girecek ve çarkın, daha yavaş da olsa, dönmesine katkı sağlayacaktır. Hâlbuki 2008 buhranındaki haciz uygulamaları, piyasaları tıkamıştır.

Her bankanın buna gücü yetmeyebilir. Çünkü bankalar, evraklar üzerinde oynayarak verebileceklerinden çok daha fazla kredi vermeye çalışmaktadırlar. Ayrıca, daha kârlı gelir elde edebilmek için daha riskli kâğıtlara ve hattâ daha riskli ülkelere yatırım yapmaktadırlar. Dolayısıyla risk, her zaman işe yaramayabilir. Geri dönüşlerdeki aksaklıklar, bu bankalarda ciddi sıkıntılara yol açmış olabilir.

Bu durumdaki bankalara, devlet önce süre tanıyabilir. Süresi içerisinde toparlanamayanlara el koyabilir. Süre verme veya el koyma durumunda, yukarıda bahsettiğimiz uygulamalar yapılmalıdır.

Bilindiği gibi, bankacılık sistemi, ekonominin çarklarının dönmesi açısından önemli olduğundan, çeşitli yöntemlerle denetlenmektedirler. Fakat yazımızın başlarında da ifade ettiğimiz gibi, bu denetimlerin gerçek anlamıyla yapılmadığı anlaşılıyor.

Görevlerini yapmayanlardan birisi de, kredi veren kuruluşlara not veren derecelendirme kuruluşlarıdır. Bu kuruluşların görevi, hem finans kuruluşlarını hem de halkı önceden uyarmaktır. Maalesef bu derecelendirme kuruluşlarının önemli bir bölümü görevlerini yapmamaktadır. Haklı uyarmadıkları gibi, finans kuruluşlarına yüksek notlar vererek, halkı yanıltmaktadırlar. Dolayısıyla geri dönmeyen kredilerden, bu kuruluşlar da sorumludur. Zararın bir kısmını karşılamaları gerekir.

Takdir edileceği gibi, halkın finans bilgisi yetersizdir. İmzaladığı sayfalarca uzunluktaki sözleşmeyi okuyacak fırsatını bulsa bile, anlaması mümkün olmayabilir. Bilhassa, daha küçük puntolarla yazılmış olan maddeleri okuması bile zordur.

Halkın aldığı şey, bir finans aracı olan “kredi”dir. Eğer mal almış olsa, “alırken bakıp hatalı yönlerini tespit etseydin, sorumluluk sana aittir” denilebilir. Ama kredi alırken, tek sorumlu, alan şahıs değildir. Kredi alan, kredi veren, fiyat takdiri yapan ve kredi verenlere yüksek notlar veren kuruluşlar olarak hep birlikte sorumludurlar.

Bu ortamı, birbirine benzeyen şartları itibarıyla, ilaç konusuyla irtibatlandırabiliriz. Bir hasta doktora gider, doktor ilaç yazar, hasta eczaneden alır ve kullanır. Hastanın sorumluluğu, ilacı, kullanım kılavuzuna uygun şekilde veya doktorun tavsiyesi doğrultusunda, söylenen miktarda ve zamanında kullanmaktır. Doktorun sorumluluğu, teşhis ettiği hastalığı (yanlış bile teşhis etse), teşhisine uygun olacak şekilde tedavi edecek ilaç yazmaktır. İlaç firmasının sorumluluğu, ilacın içerisindeki maddelerin, maksadına uygun şekilde, uygun oranda ve bileşimde olmasını sağlamaktır. Devletin sağlık bakanlığının ilgili biriminin yükümlülüğü, ilaç firmalarının ilaçlarının içerik denetimini yaparak, halkı bilgilendirmektir.

Dolayısıyla, aynı kredi konusunda olduğu gibi, hastalığın tedavisi hususunda da tarafların hepsinin sorumluluğu vardır. Bazen, suçun bir veya iki tarafa yükleneceği durumlar olabilir, ama genellikle hata birlikte yapılmaktadır.

O halde sorumluluklar da, bütün taraflara ve mümkün olduğu kadar, yükümlülüklerine uymadıkları ölçüde dağıtılmalıdır.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANDA, BANKA KURTARMA YÖNTEMİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

AYDINLARIN SORUMLULUKLARI

AYDINLARIN SORUMLULUKLARI

 

Bu yazının konusu, halkın dini inançları üzerinde, aydınların etkileri ve sorumluluklarını irdelemektir.

2002 yılında yayınladığımız “Tarihin aydınlattığı Gelecek” adlı kitabımda, aydın kavramını en özlü olarak “dönüştüren “insandır” şeklinde tanımlamıştım. Daha ayrıntılı olarak yaptığım tanımda “yaşadığı toplumdan etkilenen ve sonrasında toplumları etkileyip yönlendiren insandır” ifadesini kullanmıştım. Bu yazımızda bahsedeceklerimiz açısından aydın kavramının, kendisinin aydın olduğunu zanneden her insanı kapsaması düşünülmüştür. Bu sebeple, eğitim görmüş veya halkı etkileme konumunda olan insanları, aydın olarak ele alacağız.

Konumuz açısından, aydınları iki ana guruba ayırabiliriz. Birinci gurup, dini gerçeklere kuşkuyla yaklaşanlardır. Bunlar insanları, kendi düşünceleri doğrultusunda etkilemeye çalışırlar. İkinci gurup aydın, dini formların içerisinde kalanlardır. Bunlar da insanları, kendi fikirleri doğrultusunda inandırmaya çalışırlar.

Birinci guruptaki aydınların sayıları daha az olmasına rağmen, ikinci guruptakilerin hatalı anlatım ve davranışlarından dolayı, birincilerin taraftarları her geçen gün artmaktadır. Birinci gurup, dinin, sosyal hayatımızı olumsuz etkilediği iddiasındadır. Dinin ticari bir meta haline gelmesi arttıkça, bunların dinle ilgili görüşleri, “dinin ömrünü tamamladığı” inancına dönüşüyor.

Hâlbuki bu guruptakilerin yapması gerekenler daha farklı olmalıdır. Hâlbuki bunlar, ikinci guruptakilerin çelişkili anlatımlarını ortaya koyduktan sonra, daha çelişkisiz anlatımları geliştirmeleri gerekir. Bu anlatımlarını sadece akıl temeline oturtmadan, ama daha zeki bir biçimde oluşturabilirler.

İkinci guruptakilere baktığımızda, onların yerleşmiş dini şekillere sarıldıklarını görürüz. Hâlbuki bunlar, şekillerin değil, dinin özünün peşine düşmelidirler. Fakat tembellik ettiklerinden özü aramaya çabalamıyorlar. Muhtemelen, hayatlarını nefislerinin yönlendirmesine engel olamıyorlar. Hayatlarını, dini emirler ve yasaklara göre şekillendirmiyorlar. Geleneklere, örf ve adetlere göre biçimlendiriyorlar. Ayrıca devletin yasal düzenlemelerinden istifade edecek şekilde biçimlendiriyorlar.

Birinci guruptakilerin bizim beklediğimiz çelişkisiz anlatımları yapamamalarının muhtemel nedeni, onların da kafalarının bulanık olmasıdır. Bunlar sahip oldukları bulanık anlayışı, çoğunluğu oluşturan kitlelere aktarmaya çalıştıkça, insanlar ikinci guruptakilere doğru yaklaşıyorlar. Böylece, birinci guruptakiler, kendileri açısından kitleleri uyandırmak istedikleri halde, aksine onların uyanmalarını engelliyorlar.

Dolayısıyla iki farklı aydın gurubunun arasında sıkışıp kalan çoğunluk, gerçek dini hayatı öğrenemeden yaşamlarını sürdürüyorlar. Öncelikle Batıda başlayan bu durum, asırlardır değişmeden devam ediyor. Aydınların anlayışlarında değişme olmadıkça da devam edeceğe benziyor.

Kitlelerin içerisine düştükleri bu çıkmazdan kurtulabilmeleri için, din adamlarının yardımına ihtiyaçları var.  Onların anlayışlarına ve anlatımlarına daha çok bağlı hale geldiler. Fakat din adamlarının büyük çoğunluğu, bu hususta insanlara yardımcı olmuyorlar. Onlar, insanların, sorgulamayan, sabit fikirli robotlar gibi olmaları için, ne gerekiyorsa onu yapmaya devam ediyorlar. Din adamlarının çoğunluğunun, insanlardan istedikleri şeylerin başında gelen anlayış, din adamlarının Tanrı’dan güç aldıklarına inanılmasıdır. Sadece bunu istemekle de yetinmiyorlar. Bunların büyük bölümü, insanların, Tanrı’ya değil, kendilerine boyun eğmelerini bekliyorlar.

Halkı bu sarmaldan kurtarmaları beklenen bilim insanları ise hiç umut vermiyorlar. Çünkü bunların çoğunluğu, bambaşka işlerle uğraşıyorlar. İlginç olan, bu uğraşlarıyla halka hizmet ettiklerini düşünüyorlar.

Geçmiş asırlarda yaşamış bilim insanlarının büyük çoğunluğu, dönemlerinin yöneticileri olan kralları, sultanları, imparatorları sorgulamıyorlardı. Hattâ, yöneticileri sorgulamayı gereksiz görüyorlardı. Günümüzde de, çoğu ülkelerdeki bilim insanları, siyasi yöneticileri sorgulayamıyorlar veya sorgulamayı düşünmüyorlar. Bunlar da, daha öncekilerin yaptıkları gibi, halkın anlamayacağı şekilde ve üst perdeden fikirler belirterek yahut da, yaptıkları teknolojik gelişmelerle veya buluşlarla halka hizmet ettiklerini zannetmeye devam ediyorlar.

Geçmiş dönemlerdeki yöneticiler, krallar, sultanlar, çarlar, imparatorlar, halka hitap ederken, ne kadar dindar olduklarını vurgularlardı. Çünkü makamlarını korumak için ordulara ihtiyaçları vardı. Orduları oluşturan askerler, dini duygularıyla hareket eden halkın çocuklarıydılar.

Günümüzdeki siyasilerin de çok büyük çoğunluğu, halka hitap ederken ne kadar dindar olduklarını vurgulamaya çalışıyorlar. Çünkü makamlarını koruyabilmeleri için halkın oyuna ihtiyaçları var. Halkın da çoğunluğu dini duygularıyla hareket ediyorlar.

İnsanları ve toplumları harekete geçiren en önemli etken, dindir. Bu durumu bilen ikinci gurup aydınların çoğunluğu da, dini istismar eden yöneticileri destekliyorlar.  Bu durumu bilen birinci gurup aydın da, kendi kafalarının bulanıklığını giderip, halkı, dinle ilgili hakiki bilgilere doğru yönlendiremiyorlar.

Bilim insanları, kâinatın işleyiş sistemleri üzerine araştırmalar yapmalıdır. Elde ettikleri bulguları kutsal kitaplarla karşılaştırarak, halkın bilgisine sunmalıdır. Ayrıca bu işleyişe uygun yeni teknolojiler geliştirmeye çalışmalıdır. Geliştirdikleri teknolojileri halkın faydasına sunmalıdır. Fakat bilim insanlarının birçoğu, böyle yapmak yerine, varoluş üzerine fikirler yürütüyorlar. Biraz farklı bir fikir yürüten kişi, kendine göre yeni bir teori ortaya atıyor. Bir süre sonra, bir başkası bu kuramı geçersizleştiriyor. Yerine kendisi yeni bir teori oluşturuyor. Bu yeni kuram da, bir başkasının ortaya çıkıp, yeni bazı bulgular eşliğinde eskisini geçersiz kılana kadar tartışılıyor. Böylece kısır bir döngü içerisine girilmiş oluyor ve çıkılamıyor.

Bütün bu yanlışlıklar, bilim insanlarının toplumla ilişkilerine tesir ediyor. Toplumdaki itibarlarını zayıflatıyor. İtibarları zayıfladıkça, bilim insanlarının din ve insanlık ile ilgili sözleri kabul görmüyor.

Aydınların ve bilim insanlarının, toplumun dini inançları üzerinde tesirli olabilmeleri için, önce kendi kafalarını netleştirmeleri, sonra da savundukları fikirlere uygun yaşamaya gayret etmeleri gerekir.

Sosyal kategorisine gönderildi | AYDINLARIN SORUMLULUKLARI için yorumlar kapalı

DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURMAK

DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURMAK

 

(Not: Bu yazı Nisan 2014’te yayınlanmıştı. Sadece son paragraf eklenerek aynen yayınlıyoruz.)

Derler ki; “Tarih, bir riski hesap etmeniz ya da bir fırsat üzerinde düşünmeniz için gereken zamandan daha hızlı değişiyor.”

İşte tam bu sebeple, değişen dünyaya ayak uydurmanın yegâne yolu, sürekli öğrenmek ve öğrendiklerinden ders çıkararak uygulamaya geçirmektir.

Değişimi anlamayan yöneticiler ne yaparlar? Böyle yöneticiler, büyük bir saflık içinde güvenlik elemanlarına ve elektronik kapı anahtarlarına bel bağlarlar. Oysa temizlikçiler, sekreterler, personel kadrosunun çeşitli kademelerinde bulunan kişiler, kendilerine para teklif edilerek ya da şantajla baştan çıkarılabilirler.

Bazı yöneticiler de, insanları kandırmayı sürdürerek ayakta kalmaya çalışırlar. Hâlbuki bütün dünyada kabul gören bir anlayış şöyle der: “Herkesi bir zaman kandırabilirsiniz, hattâ bazılarını her zaman kandırabilirsiniz. Ama herkesi her zaman kandıramazsınız.”

Değişen dünyada başarılı olması beklenen yöneticiler, sorunları örterek yok sayanlar veya sorunun bir parçası olanlar olmayacaklardır. Geleceğin yöneticileri, çözüme odaklanmış, çözümlerini hak ve adalet üzerine düşünen insanlar olacaktır.

İnsanları kandırarak ayakta durmaya çalışan yöneticiler için, hem bu dünyada mutlaka azap vardır, hem de ahirette onları sorgu beklemektedir. Ama hak ve adaletle çözüme odaklanmış yöneticiler için, iki dünya mutluluğuna ulaşma imkânı olur. İnsanlara hizmet etmiş olmanın zevkini, huzurunu ve itibarını bu dünyada yaşarlar. Ahirette de sorgularını kolayca geçmeleri beklenir.

Her insanın içerisinde, hem evliyalık hem de eşkıyalık anlayışı barınır. Bunların arasında, ince bir çizgi vardır. Bu sebeple, insanları önce kazanmak için gayret sarf edilmelidir. İnsanları kaybetmek, onlara tek seçenek olarak eşkıyalığı bırakmak kolaydır. Biz zor olana talip olarak onları kazanmaya çalışmalıyız.

Fakat insanları kazanmaya çalışmanın sınırını bilemezsek, bu defa başka masum insanların da zarar görmesine vesile oluruz. Bu sebeple nasihatten, uyarıdan anlamayanları, insanlara ibret olacak şekilde cezalandırmalıyız.

Allah’ım; geçmişinin yanlışlarından kurtulmak isteyenlere yardım et, onlara yol göster, iradelerini güçlendir, sabır ve sebat ver. Geçmiş hatalarını görerek yanlıştan dönenlere de, mağfiret et Allah’ım.

Yaşanabilir bir dünya için cesaretle mücadele ederek hak ve adaletle hükmedenleri de, Naim Cennetinin varislerinden yap Allah’ım.

Allah’ım, Senin yolladığın ve en anlayışı kıt insanların bile anlayabileceği kadar net olan delillerine uygun davranabilmeleri için, yanlış yolda olanlara, kısa süreli de olsa, son bir fırsat ver. 

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DEĞİŞEN DÜNYAYA AYAK UYDURMAK için yorumlar kapalı

HELAL İLE YASAL KAVRAMI ARASINDAKİ FARK

HELAL İLE YASAL KAVRAMI ARASINDAKİ FARK

 

Haram ve helâl ayrımı, Yüce Yaradan’ın, ilk peygamberi olan Hz. Âdem’e verdiği “şu ağaca yaklaşma” emriyle başlar. Habil ile Kabil arasındaki mücadele ile devam ederek günümüze kadar gelir.

Türklerin Müslümanlığı kabulünden sonraki dönemin önemli eserlerinden olan Kutadgubilig’teki (M.S.1069) bir beytinde, Yusuf Has Hacib şöyle bir ifade kullanır:

Helâlin adı kaldı, göreni yok

Haram kapışıldı, doyanı yok

Yukarıdaki ifadeler, tarihin bazı kısa süren dönemleri hariç, maalesef geçerlidir. Peki, Allah, haram ve helali ayırt etmemiz için bizlere akıl, vicdan ve irade verdiği, ayrıca peygamberler göndererek bizlere yardımcı olduğu halde, nasıl oluyor da yukarıdaki beyit, hemen her dönem geçerli olabiliyor?

Bu durumun oluşmasının sebeplerinden birisi, insan olarak bizlerin, nefsimizin istekleri doğrultusunda hareket ederken, hiçbir şeyi gözümüzün görmemesidir. Böyle durumlarda, bazen bir adım sonrasını bile düşünemeyiz. Nefsimizin emrindeyken, Yüce Yaradan’ın, zaten tereddüt ettiğimiz, varlığını aklımıza getirmeyiz. Ancak bu şekilde düşünen ve davranan insanların, haram yiyenlerin içerisindeki oranı daha azdır.

Haram yiyenlerin büyük bölümü, Yüce Yaradan’ın varlığına ve ahiret hayatına inanan insanlardan oluşmaktadır. Haram yiyen bu insanlar, cehennem hakkında, peygamberlerin ve kutsal kitapların verdikleri bilgiye sahiptirler. Bu sebeple, huzur içerisinde haram yiyebilmek için, kendilerine kılıf ararlar. Kimisi, “bu ülke darıl harptir (İslâm ülkesi değildir), dolayısıyla her yol sakıncasızdır” der, kimi, “o başka, ticaret başka” der. Yahudilerin bir kısmı, kendileri dışındakilerle yapacakları ticarette, her türlü hileyi mubah görürken, Hıristiyanların bir kısmı, kendileri dışındakileri barbar olarak değerlendirdiğinden, onları medenileştirmek adına her türlü haksızlığı yapmaktan çekinmemektedirler.

Haram yemek isteyenlerin kullandıkları kılıfların en yaygın olanı, yasaları, nefislerinin isteklerine uydurmaktır. Ya da, mevcut olan yasaların açıklarından istifade ederek kazanç sağlamaktır.

Bu yasalar, ülke içi kanunlar olabileceği gibi, uluslararası kurallar da olabilir. Bu yasalar bazen, yazılı olmayan gelenekler, örf ve adetler bile olabilir. Takdir edileceği gibi, örf ve adetler, tarihi özelliğe sahiptir. Dolayısıyla geleneklerin hepsi, dini değildir. Bu sebeple, her örf ve adet, Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarını ihtiva etmez. Geleneklerin birçoğu, devletlerin veya güç sahiplerinin, geçmiş dönemlerde topluma kanıksattığı yazılmamış yasalardır.

Gerek devlette, gerekse özel sektörde, rüşvet alanların çoğunluğu, yaptıkları işi, halk deyişiyle, “kitabına” uygun yaparlar. Bunlar hakkında sonradan yasal dava açılsa bile, rüşvet aldıkları işi yasalara uygun çözümledikleri için, ceza almaları ihtimali çok düşüktür. Sadece toplum baskısı sonucu, görevlerinden istifa ederler. Bunların içerisinden, rüşvet aldığı belirlenen az sayıdaki insan ceza alır. Onlar da aldıkları rüşvet net bir şekilde tespit edildiği için alırlar.

Özel sektörde çalışanların içerisinden rüşvet alanlar, şirketin yöneticilerinin görevden almasıyla ayrılırlar. Ama bunların da çoğunluğu, yasal haklarını alarak işten ayrılırlar. Dolayısıyla yaptıkları işler helâl olmamasına rağmen, yasalar açısından bir suç teşkil etmez.

Büyük finans kuruluşlarının, büyük bankaların ve büyük şirketlerin çoğunluğu; insanları yanıltarak kazanç sağlamak veya az vergi vermek gibi nedenlerle, muhasebe evraklarında oynamak gibi işlemleri yaparlar.  Fakat böyle suçlardan mahkemeye verildiklerine çok az rastlanılır. Bunlar gerek verildikleri mahkemede, gerekse çağrıldıkları vergi dairelerindeki uzlaşma kurulunda, çok az cezalar ödeyerek aklanırlar. Böylece haram yedikleri kesin olmasına rağmen, yasal açıdan suçlu değildirler.

Takdir edileceği gibi, bizim bu yazı kapsamında vereceğimiz misallerin çok daha fazlasını, hem de daha ayrıntılı bir şekilde, okuyucularımız bilmektedirler. Bizim burada vurgulamak istediğimiz şey, “bu benim kanuni hakkım” diyerek yaptıklarımızın birçoğunun, helâl olmadığını gözler önüne sermektir.

Bu yazımızın bir amacı da, konunun farklı bir yüzünü sergilemektir. Bilhassa, dini konularda yapılan, helâl ve yasal ayrımına dikkati çekmektir.

Yüce Yaradan’ın bizlere gönderdiği kutsal kitaplar içerisinden, değiştirilmemiş olan tek kaynak Kur’an olduğu için, ele alacağımız örneği, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilgili olarak vereceğiz. Çünkü diğer kaynakların asılları elimizde olmadığından, sonradan söylenenlerle ilgili olarak karşılaştırma yapabileceğimiz net bir ortam yoktur. Yapacağımız karşılaştırmalar, bizi yanıltır.

Bilindiği gibi, Hz. Muhammed’in sözleri olarak ifade edilen çok fazla sayıda hadis vardır. Bu hadislerin içerisinden, sahih olarak kabul edilenlerin sayısı bile, Kur’an’ın içeriğinden birkaç kat fazladır. Din insanları, Kur’an’ı yeterince okuyup bilgi sahibi olmayanlara, bu hadisler aracılığıyla din hükümlerini anlatır.

Bilindiği gibi, hadislerin hiçbiri, Hz. Muhammed’in doğrudan kendisinin kayda aldırdığı sözleri değildir. O, aksine böyle sözlerini yazmış olanların imha etmelerini istemiştir. Hadisler, onun vefatından sonra, “peygamberimiz şöyle yaptı” veya “şöyle cevap verdi” şeklinde, başkalarının sözlerinden yapılan aktarmalardır. Aşağıda, bu hadislerin içerisinden en masum olanını ele alarak, din konusundaki helal ve yasal konusunu irdelemeye çalışacağız.

Peygamberimizin eşi olan Hz. Ayşe’ye atfen aktarılan (doğrudan onun söylemediği ve yazdırmadığı) bir hadis şöyledir: Bir gün Hz. Ayşe’nin, peygamberimize şöyle dediği anlatılır: “Senin, geçmiş ve gelecek bütün günahların affedildiği halde, niçin geceleri namaz kılarsın?” Bu soru üzerine Hz. Muhammed’in kısa bir şekilde şöyle cevap verdiği söylenir: “şükreden kul olmayayım mı, ya Ayşe”

Kur’an’ı incelemeden bakılınca, bu hadis makul bir cevap olarak düşünülebilir. Ancak, hadisleri Kur’an ile karşılaştırmadan net cevap vermek yanlış olacağından, biz de ayetlere bakacağız. Mümezzil Suresi 73/1-2, İnsan Suresi 76/26 gibi ayetlerde, peygamberin gece namaz kıldığından bahseder. Aşağıdaki ayette ise, daha net ifade ile gece namazının sadece peygamber için farz olduğunu belirtir.

17 İsra Suresi 79: “Gecenin bir kısmında da uyanarak, sana mahsus fazla bir ibadet olmak üzere (teheccüd) namaz(ı) kıl ki, Rabbin seni Makam-ı Mahmud’a ulaştırsın.”

Ayetin ifadesinden net olarak anlıyoruz ki, gece namazı, peygamber olması hasebiyle yalnızca Hz. Muhammed’e farz kılınmış.

Aktarılan hadisin devamında bahsedilen, Hz. Muhammed’in, geçmiş ve gelecek günahları hususunda bir ayet var mı diye bakalım.

110 Nasr Suresi 1.2.3: “Allah’ın yardımı ve fetih (Mekke fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlama dile. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.”

Ayetin ifadesi gayet nettir. Her insan gibi Hz. Muhammed’in de, istemeden de olsa işlediği günahları olabilir. O da her insan gibi, son nefesine kadar imtihan içerisindedir. Dolayısıyla ayette, Allah’tan bağışlanmasını istemesi söylenilmektedir.

Yukarıdaki ayetlere bakıldığında, Hz. Ayşe’ye atfen ve aktarma yoluyla bize gelen hadisin, Kur’an’la ters düştüğünü görmekteyiz. Allah’ın son peygamberi olan güzel bir insanın, Kur’an hükümlerinden farklı davranmasını düşünmek gerçeği örtmek anlamını taşır. Hâlbuki bu hadis, Kütüb-i Sitte’ de vardır. Şerhleriyle birlikte 23 cilt halinde yayınlanan ve ismi, altı kitap anlamına gelen bu eser, altı ünlü hadis yazarının kitaplarından alınmıştır. Bu yazarların en meşhuru, İmam Buhari’dir. İmam Buhari’nin diğer namı, Sahihi Buhari’dir. Yani, doğruları ve gerçekleri yazan Buhari anlamındadır. Nitekim bazı İslâm âlimleri, Sahihi Buhari’nin hadislerinden bir tanesini reddedenin, dinden çıkmak durumuna düşeceğini ifade etmişlerdir.

Bu durumda, meşhur İslâm âlimlerinin, araştırarak kaleme aldıklarını söyledikleri hadisleri dikkate aldığımızda, peygamberimizin cevabı uygundur. Fakat Kur’an’ı esas aldığımızda, peygamberimizin böyle bir cevabı vermesi mümkün değildir.

Demek ki, hadislere göre verdiğimiz karar münasiptir, yani yasaldır. Fakat Kur’an’a göre karar verecek olursak, kararımız uygun değildir, yani helâl değildir.

Allah’ım, bizlere verdiğin vicdana ve Kur’an hükümlerine uygun olacak şekilde, helâl düşünebilmemiz ve helâl işler yapabilmemiz için, irade gücü ver.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | HELAL İLE YASAL KAVRAMI ARASINDAKİ FARK için yorumlar kapalı

ALLAH, RAHMETİ KENDİ ÜZERİNE FARZ KILMIŞTIR

ALLAH, RAHMETİ KENDİ ÜZERİNE FARZ KILMIŞTIR

 

(Not: Bu yazı Nisan 2016’da yayınlanmıştı. Yazılım hatalarını düzelterek aynen yayınlıyoruz.)

Enam Suresi 12: De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” “Allah’ındır” de. O, rahmet etmeyi Kendi nefsine yazmıştır. Sizi, varlığında asla şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Ama kendilerini zarara sokanlar inanmazlar.

Ayete göre, Yüce Yaradan, her ahvalde insanlara rahmetini açıklayacaktır. İnsanların inanması veya inanmaması fark etmez. İnsanların tavrı ne olursa olsun, Allah, insanlara yol gösterecek, düşüncelerini aktaracaktır.

Araf Suresi 52: “Andolsun biz onlara, bilerek açıkladığımız bir kitabı, inanan bir toplum için bir yol gösterici ve rahmet olarak getirdik.”

Demek ki, Yüce Yaradan, bizlere yol göstermek için Kur’an’ı göndermiş. Tıpkı, önceki tarihlerde başka kitaplar gönderdiği gibi. Bu kitaplarında, insanlara sürekli yollar göstermiş. Bizlerin faydamıza olan ve zararımıza olanları, her dönemde açıklamış.

Bu açıklamaları, bizlerin neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmemiz için yapmaz. Çünkü Yüce Yaradan’ın verdiği akıl sayesinde, bunları insanlar kendileri de bulabilirler. Bu açıklamaları, öncelikle Enam 12inci ayetten anlaşıldığı gibi, sırf Tanrı, yani yaratıcı olduğu için yapar.

Allah, gönderdiği kitaplarında bizlere, insanların faydasına olanları yapmamızı emreder. İnsanların zararına olanları yapmaktan men eder. Emirlerine uyanları, Cennet ile müjdeler. Uymayanları, Cehennem azabı ile korkutur. Böylece bizleri iyiliğe doğru motive etmek ister. Çünkü biz, kendi aklımızla bulduğumuz iyi şeyleri, nefsimize zor geleceği için uygulamak istemeyebiliriz.

Yaratıcı olmanın şanına yakışan da, yarattığı insanlara yol gösterici elçiler ve kitaplar göndermesidir. Eğer bizlere elçiler ve kitaplar göndermeseydi, bizler onun Tanrı olduğunu nasıl bilecektik? Yerin ve göklerin sahibi olan Allah, insanlara açıklamalar göndermeseydi, herşeyin sahibi olmasının ne anlamı kalırdı?

Allah, kurduğu düzende, dünya hayatından sonra bir de ahiret hayatı oluşturmuş. Dolayısıyla sistemini, bizlerin yaptıklarımıza göre mükâfatlandırmak veya cezalandırmak üzerine kurmuş. Peki, bu konuda bizlere bilgi vermeseydi, bizi nasıl ödüllendirecek veya cezalandıracaktı? Kurduğu imtihan sisteminin bir anlamı kalır mıydı?

Sadece bize verdiği akıl sayesinde, bizlerin iyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı bilmemiz Tanrı’nın yapacağı imtihan için yeterli olur muydu? Bizlere konular hakkında bilgi verilmeden, elimize okuyacağımız bir kitap tutuşturmadan, nasıl imtihan yapılırdı?

İşte bu sebeplerle Allah, yaratıcı olmanın gereği olarak insanlara rahmet etmeyi, merhamet etmeyi, yol göstermeyi, Kendi üzerine görev olarak alıyor. O, yaratıcılığının gereğini yapıyor. Bizlerden de, insan olmamızın gereğini yapmamızı istiyor.

Allah, Zuhruf Suresi 44üncü ayette, hem peygamber(ler)in hem de insanların, gönderdiği bilgilerden hesaba çekileceğini söylüyor. 44üncü ayet: “Doğrusu o Kur’an, senin için de, kavmin için de bir öğüttür ve siz ondan sorguya çekileceksiniz.”

Verdiği bilgiler ve öğütler için öğrencilerini imtihan edecek bir hoca, onları zorla çalıştırır mı? Hayır. Kendilerine bırakır. İşte Yüce Yaradan da aynısını yapıyor. Yunus Suresi 99: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde kim varsa hepsi toptan iman ederlerdi. O halde insanları hep mümin olsunlar diye sen mi zorlayacaksın?”

Dolayısıyla Allah, bizleri zorlamıyor. Dayatmıyor. Bizlerin hür irademize bırakıyor. Sadece peygamberleri ile ve kitapları ile bizleri bilgilendiriyor, öğütler veriyor. İsterse verdiği bilgileri herkes bilsin, isterse bilmesin. İster peygamberlerini herkes dinlesin, isterse hiç kimse dinlemesin. O, Tanrı olmanın gereğini yapıyor.

Bizlere “size verdiğim akıl, irade ve vicdan sayesinde, siz zaten konuları ve ne yapacağınızı biliyorsunuz” demiyor. Bizlere aramızda evrensel bir sözleşme niteliğinde olan Kur’an’ı gönderiyor. Kur’an’da iradesini ve kurduğu sistemi beyan ediyor. Bizleri bilgilendiriyor. Aynı zamanda ödev veriyor, sorumluluklarımız olduğunu belirtiyor.

Allah Kendi üzerine yazdığı rahmeti dolayısıyla bu sözleşmeyi tek taraflı olarak imzalıyor. Sözleşmenin diğer tarafı olan bizleri ise bilgilendirdikten sonra, sözleşmeye katılıp katılmamakta serbest bırakıyor. Bize zorla imzalatmıyor. Zorbalık, despotluk yapmıyor.

Bize sunduğu sözleşmeye baktığımızda maddelerin insanların faydasına olduğunu anlıyoruz. Yani tamamen bizin yararımız gözetilmiş. Bizim için zararlı olan şeyleri bıkmadan açıklamış. Bıkmadan bizlere elçiler göndermiş. Bıkmadan deliller sunmuş.

Leyl Suresi 12: “Doğru yolu göstermek muhakkak bize aittir.”

13: “Kuşkusuz ahiret de dünya da bizimdir.”

14: “Ben sizi köpürdükçe köpüren bir ateşe karşı uyardım.”

15: “Ona ancak en azgın olan girer.”

16: “Öyle azgın ki, yalanlamış ve sırtını dönmüştür.”

Demek ki, Yüce Yaradan’ı ve sözleşmeyi yalanlayıp sırtını dönenler, mutlaka cezalandırılacaklar. Böylelerini cezalandırmak zorbalık değildir. Çünkü Allah, üzerine farz kıldığı rahmeti ile sürekli bilgilendirmiş ve öğüt vermiştir. Öğütleri dinleme konusundaki seçimi insanlara bırakmıştır.

Allah’ım, bizlere Senin gönderdiğin ayetleri (delilleri) anlayarak, yaptığın sözleşmeye uyan ve rahmetine nail olanlardan eyle!

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH, RAHMETİ KENDİ ÜZERİNE FARZ KILMIŞTIR için yorumlar kapalı

HALKA GÖSTERİŞ YAPARAK,İNSANLARI KANDIRANLAR, ALLAH’I KANDIRAMAZLAR

HALKA GÖSTERİŞ YAPARAK BAZI İNSANLARI KANDIRIRKEN, ALLAH’I DA KANDIRDIĞINI ZANNEDEN ZAVALLILARA

 

(Not: Bu yazı Ocak 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Tarih insanları kandırdığını zannederken aslında, kendini kandıran zavallıların çöplüğüyle doludur.

Yasa dışı yollardan para kazanan, bunu da saklamayan insanlar, bir taraftan insanlara nutuk atarken gizlice çalanlara göre, daha az onursuzdur. Hiç olmazsa konuştukları ile yaptıkları benzer şeylerdir. Ama halka gösteriş yaparken söylediklerinin tam tersini yapanlar, Cehennemin en alt kademesine talip olduklarını unutmasınlar.

Liderlerin insanları tek başlarına kandırmaları zordur. Liderin çevresindekiler de, liderleri gibi nutuk atıp, söylediklerinin tersini yapan insanlar olmadıkça, liderler insanları kandıramazlar. Bu sebeple Allah indinde böyle insanların sorumlulukları liderinden daha fazladır.

Hz. Ebubekir devlet başkanı seçildiğinde şöyle demiştir: “Ben doğruluktan, haktan ayrılırsam bana itaat etmeyin.” Hz. Ömer seçildiğinde: “Ben haktan ayrılırsam ne yaparsınız dediğinde, bir kişi kalkar ve kılıcını göstererek ‘seni bununla doğrulturum ya Ömer’ der. Hz. Ömer de böyle insanlar olduğu için Allah’a şükreder.”

Bir liderin gerçek durumunu en yakınındakiler halktan çok daha iyi bilir. Yakınındakiler liderlerini yanlıştan döndürmeye çalışmayıp, aksine, gerçekleri saklarsa veya tamamen değiştirirse halkın da günahını yüklenmeleri ihtimali kuvvetlidir. Çünkü kendileri de, liderleriyle aynı yanlışı yapmamış olsalar böyle davranmazlar.

Böylelerinin yüzlerine yaptıklarını söylemek de anlamlı değildir. Yıllardır aynı çift kişiliği sergiledikleri için yüzleri kösele gibi olmuştur.

Liderler ve şürekâsı (iblis ve şürekâsı gibi), kendi anlayışlarının dışındaki insanların yanına geldiklerinde basına kapalı konuşmalarda, “Biz hata ettik, bize kendimizi düzeltmemiz için fırsat verin” derler, ama oradan ayrılınca hemen eski haylazlıklarını yaparlar.

Allah böylelerini şöyle anlatıyor. Nisa Suresi 81: Sana “Baş üstüne !” diyorlar; sonrada yanından çıktıklarında içlerinden bir takımı dediklerinin aksine dedikodu yapıyorlar. Allah da (onların zihinlerinde) kurdukları şeyleri kaydediyor. Onun için sen yüzlerine vurmaktan vazgeç de Allah’ a havale et. Allah vekil olarak yeter.

Allah’a ve Allah yolunda çalışanlara hile yapmaya çalışan müşriklerle ilgili olarak, Yüce Yaradan İbrahim Suresi 46. ayette bize bilgi veriyor. Ama Müslüman görünüp, gizlice, tersine işler yapanlar için Nisa Suresi 142. ayeti göndermiş: “Her zaman münafıklar Allah’a hile yapmaya çalışırlar. Allah da hilelerini başlarına geçirir. Namaza kalktıkları vakit da üşene üşene kalkarlar, halka gösteriş yaparlar. Yoksa Allah’ı pek az hatıra getirirler.”

Nisa Suresi 88: O halde siz niye münafıklar hakkında iki grup oluyorsunuz? Allah onları kazandıkları günah yüzünden terslerine döndürdüğü halde, Allah’ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah her kimi saptırırsa artık sen ona yol bulamazsın. 

Hud Suresi 16: Fakat onlar ahrette öyle olurlar ki kendilerine ateşten başka bir şey yoktur. Ve orada işledikleri bütün iyilikler bir hiç olmuştur ve bütün yaptıkları boştur.

Tepelerde ve tepelerin çevresinde oturanlar tepenin eteğinde oturanlardan daha fazla şey görürler. Halen gördüklerini halktan saklamaya devam ederlerse bilmeliler ki, Yüce Yaradan onların kalplerini mühürler. Allah’ın gazabına en yakın olanlar onlar olur. Allah suçsuz insanları elbette koruyacaktır.

 

Sosyal kategorisine gönderildi | HALKA GÖSTERİŞ YAPARAK,İNSANLARI KANDIRANLAR, ALLAH’I KANDIRAMAZLAR için yorumlar kapalı

İSLÂM’IN KURALLARI, KENDİMİZİ YARGILAMAK İÇİNDİR

İSLÂM’IN KURALLARI, BAŞKALARINI DEĞİL, KENDİMİZİ YARGILAMAK İÇİNDİR

 

Her insan, önce kendisinden sorumludur. Sonra, güzel örnek oluşturmakla yükümlüdür. Fakat bizler, çoğu zaman nefsimize yeniliriz. Böyle durumlarda bir insanın kendisini eleştirmesi daha zorlaşır. Biz de, kendimizi tenkit etmek gibi zor bir işi bırakıp, başkalarını eleştirmeyi tercih ederiz. Böylece, hem kendimizi gündemin dışına çıkarırız hem de kendimizi ideal bir insanmış gibi gösteririz. Çünkü sorgulayan insanın, sorguladıklarından azade olduğunu zannederiz.

Başkalarına yaptığımız bu sorgulamaların en kolayı ve en yaygını din konusundadır. Takdir edileceği gibi, bir insanın kendi mesleği veya işiyle ilgili olarak, aynı meslekteki bir kişiyi eleştirebilmesi çok zordur. Ciddi bilgi birikimi ve mesleki uygulamalardaki başarısı olmayan insanlar, karşısındakileri mesleki olarak tenkit edemezler. Fakat din konusu öyle değildir. Hiçbir kitap ve hattâ gazetelerin ilgili sayfalarını okumaya bile gerek yoktur. Kulaktan dolma bilgiler yeterlidir. Bizim, din konusundaki uygulamada neler yapıp yapmadığımızı, karşımızdakiler fazla bilemezler.

Yüce Yaradan, Kendisini inkâr edenleri bile rızıklandırırken, biz, bizimle aynı yerde olmayan insanları öylesine tenkit ederiz ki, bize kalsa, eleştirdiğimiz insanlara çekirdeğin bir zerresini bile vermek istemeyiz.

4 Nisa Suresi 53: “Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdeğin zerresini bile vermezlerdi.”

Ateist olanlara bile rızkını veren rahmeti geniş Allah, diğer taraftan, insanlığa karşı suç işleyenleri affetmeyerek, onları her iki dünyada da cezalandıracağını ifade ediyor. Her düşüncemizi ve her davranışımızı bilen Yüce Yaradan, bizler hakkında karar verirken, sadece Allah’ın emir ve yasaklarına uymak, Ona karşı gelmekten sakınmak anlamındaki takva açısından değerlendireceğini vurguluyor.

9 Tevbe Suresi 109: “Binasını takva ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz tutmuş bir uçurumun kenarına kurup, onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez.”

Demek ki, asıl olan bizim, binamızın temelini, Allah’ın rızası üzerine kurmamızdır. Yüce Yaradan, Nisa Suresi 84üncü ayetinde, peygamberi Hz. Muhammed’e, “…Sen ancak kendinden sorumlusun…” diyor. O halde biz de, önce kendimizden sorumluyuz.

Eğer biz kendimizden sorumlu olduğumuzun şuuruyla hareket edersek, kendimizi Allah’ın rızasını kazanacak davranışlara yönlendiririz. Bu yolda ilerledikçe, çevremizdeki insanların fark edecekleri güzel örnek oluştururuz. Oluşturduğumuz örnek güzelleştikçe, bizim çevremizdekileri eleştirmemize gerek kalmaz. Onlar kendi durumlarının farkına varırlar. Ellerinden geldiğince düzeltmeye çalışırlar.

Allah’ın peygamberleri, insanlara güzel örnektiler.

 33 Ahzab Suresi 21: “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.”

43 Zuhruf Suresi 59: “İsa, sadece, kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğulları’na örnek kıldığımız bir kuldur.”

60 Mümtehine Suresi 4: “İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır…”

Yüce Yaradan, peygamber olmayan ama güzel örnek olan insanların isimlerini, Kur’an’ında zikretmiştir. Biri Firavunun karısı, diğeri ise Hz. İsa’nın annesiyle ilgili iki ayeti aşağıda veriyoruz.

66 Tahrim Suresi 11: Allah, iman edenlere ise, Firavunun karısını örnek gösterdi. Hani o, “Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap. Beni Firavundan ve onun yaptığı işlerden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar!” demişti.

66 Tahrim Suresi 12: “Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmran kızı Meryem’i de (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi.”

O halde bizim sorumluluğumuz, öncelikle kendimizle ilgilidir. Diğer bir yükümlülüğümüz ise, insanlara güzel örnek olmaya çalışmaktır. Bundan sonrası, Yüce Yaradan’ın zerre kadar sapmayan adaletiyle vereceği hükmü beklemektir.

10 Yunus Suresi 108: De ki: “Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiştir. Artık kim doğru yola girerse, ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.”

Yunus Suresi 109: (Ey Muhammed!) “Sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.”

Allah’ım, Senin ayetlerini anlayabilmemiz için, bizlere anlayış ihsan eyle.

Allah’ım, hidayete erebilmemiz için, bizlere irade gücü ver.

Allah’ım, Seni daha iyi anlamak ve anlatmak için, zihin açıklığı ver.

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | İSLÂM’IN KURALLARI, KENDİMİZİ YARGILAMAK İÇİNDİR için yorumlar kapalı

YOKSULLUĞUN ÖLÇÜMLERİ

YOKSULLUĞUN ÖLÇÜMLERİ

 

İktisatçılar, yoksulluğu ölçerken maddi gelirler üzerinden hesaplarlar. Dünyanın her yerinde bu hesaplar resmi rakamlara göre yapılmaktadır. Ancak, devletin verdiği rakamların içerisine, fakirlere yapılan devlet yardımları dâhil edilmemektedir. Hâlbuki hemen her devlet yoksul insanlarına çeşitli yöntemlerle maddi yardım yapmaktadır. Dolayısıyla sadece gelir rakamları üzerinden yapılan yoksulluk hesapları yanıltıcı olmaktadır.

Ayrıca, bazı sivil toplum kuruluşları ve şahıslar, fakir insanlara yardımcı olmaktadırlar. Bu yardımların maddi tutarları hakkında bir rakam belirtmek çok zordur. Devletin yaptığı yardımların doğrudan maaş olarak verilenleri (yaşlılık maaşı gibi) fakirlerin gelirlerinin içerisine bir şekilde dâhil edilebilir. Fakat devlet dışında yapılan yardımları belirlemek mümkün değildir.

Diğer taraftan fakir insanların bir kısmı, kayıt dışı çalışmalar yapmaktadırlar. Yaptıkları bu çalışmaların gelirleri de kayıt dışı olduğundan, hesaplamaların içerisine net bir rakam eklemek mümkün değildir.

Fakirlerin bir kısmının, doğdukları yerlerde varlıkları vardır. Bu varlıklarını satmak bazen çok zordur. Çünkü küçük yerlerdeki emlak fiyatları ile büyük şehirlerdeki fiyatlar arasında uçurum vardır. Buna rağmen bazı yoksullar, sahip oldukları bu varlıkları satarlar. Bazıları ise küçük miktarlarda da olsa oradan yiyecek türü şeyler elde ederek, yaşadıkları şehre getirirler.

Bazı ülkelerin sağlık, eğitim ve adalet konusundaki uygulamaları, fakirleri koruyucu yöndedir. Fakirler sağlıklarının bakımı ve ilaçlar için ceplerinden çok az para harcarlar. Aynı şekilde eğitim için de daha az para harcamaları yeterlidir. Ancak bazı ülkelerdeki uygulamalar ise, yoksulların aleyhinedir. Onların da, sağlık ve eğitim harcamaları için, daha varlıklı insanlara yakın miktarda para harcamaları istenilir. Dolayısıyla benzer gelire sahip olan, fakat farklı uygulama yapan iki ayrı ülkenin fakirlerini aynı görmek yanlış olur.

Yukarıda bahsettiğimiz hesaplar da yoksulların kazancına eklendiğinde, gelir açısından belirlenen fakir sayısı, resmi rakamların altına inecektir.

Bizim bu yazımızda dikkati çekmek istediğimiz husus, yoksulluğun sadece gelir yönünün olmadığı, manevi açıdan da konuya bakılması gerektiğidir. Çünkü gelir düşüklüğünün etkilediği manevi fakirlik vardır.

Nitekim yoksul insanların büyük çoğunluğunun, geleceğe dair umutları yoktur. Fakir insanların büyük bölümü, sadece o anı yaşayarak hayatta kalmaya çalışır, gelecek planları yoktur. Yoksulların çoğu, yaşadıkları günlük hayat içerisinde karşılaştıkları olaylar sırasında, söz söyleme güçlerinin olmadığını düşünürler. Bu sebeple, kendilerini savunamazlar.  Fakir insanların çoğunluğu, başkalarının hatalarını söylemeye çekinirler. Toplum düzenini bozmaya kalkışanları uyaramazlar.

Fakirler, kendi hayatlarını ilgilendiren bir karar alırken çok zorlanırlar. Karar alabilenlerin çoğu, aldıkları kararları şekillendirme gücünü kendilerinde görmezler. Yoksulların önemli bir kısmı, kendilerinin “ezik” olduklarını düşünürler.

Eğer, fakirliği, sadece maddi gelir açısından ele almaz, yukarıda bahsettiğimiz manevi güç açısından değerlendirirsek, toplum içerisindeki fakirlerin sayısı, devletin resmi gelir rakamlarında belirtilenden daha fazladır.

Diğer taraftan, fakirliğin olduğu ülkelerde, servet dağılımındaki eşitsizlik, gelir dağılımındaki eşitsizlikten daha fazladır. Servet dağılımındaki bu farkın kapatılması ihtimalinin olmadığını, en azından mevcut uygulamaların ışığında, söylemek kehanet olmaz. Bu sebeple, gerçek anlamda fakir olan insanların ayısı, resmi rakamlardan daha fazladır.

Bilindiği gibi, ülkelere göre fakirlerin toplam nüfus içerisindeki payı değişmektedir. Ancak, Ülkelere göre değişmeyen bazı oranlar vardır. Bütün ülkelerde, fakirlerin içerisindeki 65 yaş üstü insanların, toplam yoksullara oranı daha düşüktür. Yine bütün ülkelerde, fakir çocuk sayısının toplam yoksullara oranı daha yüksektir.

Örneğin, maddeten kalkınmış ülkelerden ABD’de, yoksulların oranı, nüfusun %15’i civarındadır. Hâlbuki 65 yaş üstü nüfus içerisindeki yoksulların oranı, bunun yarısı kadardır. Diğer taraftan, çocukların içerisindeki fakir sayısı, %25’lere çıkmaktadır. Bu durum hemen her ülkede benzerdir.

Hemen her ülkede farklı kökenleri olan vatandaşlar vardır. Değişik kökenlerden gelen bu insanların içerisindeki bazı guruplar, genel nüfus ortalamasına göre daha az fakirdir. Fakat bazı farklı kökenli gurupların insanları, genel duruma göre daha yoksuldur. Dünyanın gözü önünde örnek olarak duran ABD’de de bu durum geçerlidir. Afrika kökenli Amerikalı çocuklardaki yoksulluk oranı %40’lara ulaşmaktadır. Benzer durum, dünya genelinde mevcuttur.

Görüldüğü gibi, yoksulluk en çok çocukları vuruyor. Bilhassa farklı gurupların yaşadığı ülkelerde, kökenleri değişik olan bazı gurupların çocukları daha kötü durumdalar. Bizim yukarıda anlattıklarımız, kişi başına gelir seviyesi biraz yüksek olan devletlerdeki durumları kapsıyor. Zaten kendisi fakir olan ülkelerin çocuklarının durumları ise, çok daha berbattır.

Çocuklarda görülen yüksek yoksulluk oranı, insanlığın geleceği için büyük tehlike arzetmektedir. Fakir çocukların ebeveynleri, kendi kararlarını şekillendirmekte zorluk çekerken, çocukların kendilerini kurtarmalarını bekleyemeyiz. Yoksul çocukların içerisindeki zekâ seviyesi ile diğerlerininki birbirine yakındır. Fakat zeki olan çocuk eğer fakir ise, akademik çalışmasını başarıyla tamamlayacak gücü kendinde bulması ihtimali, diğerlerine göre düşüktür. Yoksul çocuğun ticari zekâsı yüksek olsa bile, başarılı olması çok zayıf ihtimaldir. Dolayısıyla, eğer bizler çözüm üretmezsek, yoksulların toplum içerisindeki sayıları, her geçen gün hızla artacaktır.

Çocuklarına iyi bir gelecek sağlayamayacaklarını bildikleri halde, şuursuzca davranarak, çok çocuk sahibi olmaya çalışan ebeveynler hatalıdır. Ama çocuklar masumdur. Hangi kökten gelirlerse gelsinler, hangi şartlar altında doğarsa doğsunlar, onlar suçsuzdur. Ebeveynlerin hataları çocuklara yansıtılamaz. Bizlerin, yani hangi konumda olursak olalım, büyüklerin görevi, fakir çocukları, kim olduklarına bakmadan korumaktır. Bununla da yetinmeyerek, onlar için yaşanabilir bir dünya oluşturmaya çalışmaktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | YOKSULLUĞUN ÖLÇÜMLERİ için yorumlar kapalı