DİN VE BİLİMİN ALANLARI KARIŞMAMALI

DİN VE BİLİM,  ALANLARINDAN VE BİRBİRİNDEN AYRILIRSA

 

Bu sitede din ve bilim üzerine yazdığımız makalelerimizde bazı açılardan fikirlerimizi ifade etmiştik. Bu yazımızda, din ve bilimin birbirinden ayrılması veya birbirinin alanına girmesi durumunda neler olabileceğini incelemeye çalışacağız.

Bilindiği gibi, din, “niçin” sorusuna, bilim ise “nasıl” sorusuna cevap arar. Bu nedenle bilim, doğayı ve insanın biyolojik yapısını inceleyerek sistemin nasıl işlediğini anlamaya çalışır. Din ise, evrenin ve insanın niçin yaratıldığını, insanın iç dünyasının ve hayatın var olmasının sebeplerini açıklamaya çalışır. Eğer din ve bilim, birbirlerinin alanlarına girerlerse, ikisinin de cevapları anlamsızlaşır.

Din, kâinatın yaratılış sebebini açıklamak yerine, evrende görülen olayların nasıl oluştuğunu, dini bakış açısıyla açıklamaya çalışırsa, mantıktan uzaklaşır. Meselâ, petrolün ve madenlerin oluşumunu açıklamak, dinin işi değildir. Din, bunların niçin oluşturulduğu hususunda fikir yürütmelidir. Dinin, evrendeki görüntüler üzerine, bunların nasıl oluştuğunu açıklamaya çalışması, bir nevi dogmadır. Yani, hakikatle ilgisi olmayan, ama mutlak kabul edilmesi istenilen, yanlış bir bilgidir.

Din, insanın iç dünyasının niçin yaratıldığını açıklamaya çalışır. Fakat insanın iç dünyasının nasıl işlediğini ayrıntılara girerek açıklamaya kalkışırsa, mistisizm başlar. Din adamları arasında, mezardaki bir ölünün berzahtaki (ruhlar âlemi anlamında) konumunu keşfetme yarışı başlar. Bunun sonucu olarak, eski tarihte, iptidai dinlerde görülen büyü, ayin ve manevi şarkılar, din olarak algılanır. Tarihteki büyücülerin yerini, şeyhler, azizler, veliler alır. Yapılan ayinler, insanların kendilerine eziyet etmeleri şekline dönüşür.

Din, her konuya müdahale ederek insana özgürlük alanı bırakmazsa, yine mistisizm hâkim olur. İnsanların fikirlerini söylemeleri için engel oluşturmuş olur. Bu ortam, içten pazarlıklı insanların çoğalmasına vesile olur. Böylece insanların birbirlerini kandırmaları kolaylaşır.

Din, insanlara, salih amel işlemelerini, yani güzel işler yapmalarını öğütler. Böylece, hem toplumsal, hem de bireysel huzuru sağlamaya çalışır. Eğer böyle yapmayıp, toplumsal faaliyeti sağlamak ve ferdin huzurunu temin etmek için, salih amel işleme emrini bırakıp, ayinler, sohbetler gibi faaliyetlerle insanı ve toplumu yönetmeye kalkışırsa, bilimin dini eleştirmesine zemin hazırlar.

Din, insanlara, şahsi faaliyetlerindeki güzelliklerle, insanlara hizmet etmekle sevap kazanmalarını öğütler. Fakat bu anlayışı terk ederek, bazı özel zamanlarda yapılacak özel dualarla sevap kazanmayı öğütlerse, ilâhi kökenli din olmaktan çıkar, sevapmetre dini olur. Bilimin sayısal yöntemleriyle benzeşir.

Din, kendi alanını bırakır, nasıl sorusuna cevap ararsa, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, dini hakikatlerden uzaklaşır. Böylece gericiliğe sebep olur.

Bilindiği gibi, bilim, nasıl sorusuna cevap arar. Kâinatta mevcut olan yapının nasıl işlediğini araştırır. Örneğin, insanın biyolojik yapısının nasıl işlediğini inceler. Ama bu incelemelerindeki bulgularından kibirlenip, hayatın oluşumu hakkında fikir yürütürse, bilim, kendisiyle çelişerek dogma oluşturur. İnsanın bütün davranışlarını, vücudun salgıladığı bazı hormonların yönlendirdiğini veya bazı elektrik akımı geçişlerinin beynin faaliyetini organize ettiğini iddia ederse, komik durumlara düşer. İnsanlara mutlu olmaları için çikolata yemelerini tavsiye etmek zorunda kalır. Çünkü hayat ve insani duygular hakkında her şeyi bulacağı iddiası, bilimi kibirlendirmiştir. Bu kibir, bilimi, hakikatle ilgisi olmayan bir hususa inanmamız için, bizi zorlamaya yönlendirir. Böylece bilim, kendisinin savunduklarının ve yanlışlanabilirlik özelliğinin tam zıddını yapmış olur.

Bilim, kâinatın işleyişini araştırırken, ilk oluşumun nasıl başladığı hususunda fikir yürütürse, yanlışa düşer. Dogmaya sebep olur. Çünkü insanlardan inanmalarını istediği, evrenin oluşumunun nasıl olduğunun ispatı –teori olarak bile- mümkün değildir. Dolayısıyla, bilimsel bir tarafı olamaz. Ama bilim, bu anlattıklarına inanmamızı isterse, hakikatle ilgisi olmayan bir hususta bizi zorlamış olur. Evrenin oluşumunu tespit ettiği iddiasında bulunan bilimin düştüğü bir başka hata, evrenin oluşumundaki Tanrı faktörü yerine, insanları, ilk sebep fikri üzerine yoğunlaştırmış olur. Böylece insanları, ateizme doğru yönlendirir.

Bilim, psikoloji adı altında, insan ruhunu incelemeye çalışabilir. Ancak bu hususta, kendince mutlak kurallar ve teoriler oluşturduğunu iddia ederse, kendisiyle çelişir. Böyle bir durumda, bilimin ulaştığı nokta, ruhsuz bir psikoloji olur. Böylece bilim, insandaki özgür düşünce ve haysiyet gibi konuları maddeye indirgeyerek yok hükmünde saymış olur. Hâlbuki ruh, özgürlük ve haysiyet gibi kavramlar, bilimin analitik yöntemleriyle irdelenemezler. İrdelenirse, komik durumlara düşülür. İnandığı bir dava uğruna hayatını feda eden insan ile menfaati uğruna inandığı davasını satan insanı hangi hormonlar ve psikolojik analiz belirler. Psikanalist Wilhelm Stekel, yaptığı araştırmaların sonucunda, şair ile sinir hastası arasında hiçbir fark olmadığı kanaatine varmıştır. Ulaştığı bu fikrin bilimsel bir anlatımı var mıdır?

Bilim, genel anlamda mekanik bir bakış açısı üretir. Bilimin bu bakışı ile bazı dini gurupların evrene bakışı arasında temelde bir fark yoktur. Bir zamanlar bir Kilise Konsili, kendisini bilimin yerine koyup, kâinatın merkezinin dünya olduğunun kararını almıştı. Hattâ papaz Giordano Bruno, “güneş dünyanın etrafında dönmüyor, dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği için, Kilise tarafından 1600 yılında ölüme mahkûm edilmişti.

O halde, dinin, insanları gericiliğe, bilimin ise, ateistliğe yönlendirmemesi için, din ve bilim kendi alanlarında ve birbiriyle çatışmadan el ele yürümelidir.

Genel kategorisine gönderildi | DİN VE BİLİMİN ALANLARI KARIŞMAMALI için yorumlar kapalı

MARKSİZMİN ÇELİŞKİLERİ ÜZERİNE

MARKSİZMİN ÇELİŞKİLERİ ÜZERİNE

 

Önceki yazımızda, dinlerdeki değişime örnek olarak, İsevilik ile Hıristiyanlık arasındaki farkın sonuçlarını irdelemiştik. Çünkü dinler içerisinde, insanlık tarihi üzerinde en etkili olan değişim İsevilik ile Hıristiyanlık arasındaki farktan kaynaklanmıştı. Bu yazımızda, fikirlerdeki değişime örnek olarak, Marksizm ile komünizm arasındaki farkları inceleyeceğiz. Bilindiği gibi Marksizm, fikri akımlarının içerisinde, insanlık tarihi açısından en etkili sonuçları olandır.

Karl Marks, kapitalizmde gördüğü aksaklıkları, kendince düzeltmek istemiştir. Bu sebeple karşıt bir sistem kurmaya çalışmıştır. En azından kendisinin iddiası bu yöndedir.

Marks’ın kurduğu sisteme bakılınca, kapitalizm ile aynı temele oturduğu görülür. Savunduğu sistem de, tıpkı kapitalizm gibi materyalist temele dayanmaktadır. Marks da, insanların, sadece maddi menfaat düşüncesiyle hareket ettiğine inanır. Bu sebeple, insanlık tarihinin, ekonomik menfaat mücadelesi olduğunu iddia etmiştir.

Marks’ın düşüncesinin temellerinden birisi de, asıl olanın toplum olduğudur. Bu nedenle bireyi önemsemez. Aileyi ise reddeder. Kurtuluşun toplumla geleceğine inanır.

Çok kısa olarak aktardığımız ve burada bahsetmediğimiz fikirlerine ve uygulamalarına baktığımızda, materyalist anlayışa göre zıtlıklar olduğunu görmekteyiz. Bu farklardan bazılarını aşağıda ele almaya çalışacağız.

Marksistler, bulundukları ülkelerde iktidara gelebilmek için bazı fikri savunmalar yaptılar. Bu savunmalar hemen her ülkede aynı yönde oldu. İktidar olabilmek için, insan haklarını ve vatandaşlık haklarının savunuculuğunu yaptılar. Hâlbuki bu savunmaları, insanlık tarihinin ekonomik menfaat üzerine olduğu şeklindeki fikirleriyle çelişmektedir.

Marksistler, iktidara gelebilmek için mücadele yürüttükleri dönemlerde, hem düşünce özgürlüğünden hem de kişilerin hürriyetinden bahsettiler. Bununla da kalmadılar, ülkelerindeki mevcut iktidarın baskılarına karşı çıkarken, mesken mahremiyetini savundular. Bu söylemleri, ferdi ve aileyi yok sayan ve toplumu kutsayan anlayışları ile çelişmektedir.

İktidara gelmek için, kendi fikirlerine zıt savunmalar yapan Marksistler, iktidara geldiklerinde, kendi savundukları fikri sisteme döndüler. Fakat kendi fikir sistemleriyle, insanları çalışmaya yönlendiremediklerini gördüler. Bunun üzerine, insanları çalıştırabilmek için, manevi teşvikler verdiler. Bazı fabrikalarda, işçiler içerisinden “ayın işçisi” seçimleri yaparak, panolarda sergilediler. Ülkelerin geçmiş tarihindeki kahramanlık yapmış yönetici veya generallerin adını taşıyan nişanlar verdiler. SSCB’de verilen General Kutuzov nişanı bunlardan birisidir. Marksist yöneticilerin verdikleri bu nişanlar ve diğer uygulamaları, insanların yalnızca menfaat düşüncesiyle hareket ettiği şeklindeki, kendi iddialarını çürütmektedir.

Marksizm, iktidara gelme mücadelesi sırasında, ülkedeki hukuku, “muktedirlerin hukuku” olarak niteledi. İktidara geldikleri ilk dönemlerde, kendilerinin uyguladıkları hukuka karşı çok ciddi tepkiler olduğunu gördüler. Önceleri halkı ikna etme yolunu seçtiler. Halkı ikna edebilmek için, kendi uyguladıkları hukuku savunmaya çalıştılar. Savunmaya çalıştıkça, daha da battılar. Battıkça, kendileri de, itiraz ettikleri “muktedir “hukukunu” oluşturmuş oldular.

Marksistler, iktidara gelebilmek için, çarlara, krallara, sultanlara karşı çıktılar. Hattâ, ön saflarda uzun süre kalmış siyasi liderlere de cephe aldılar. Bütün bunların, tek adam yönetimi olduğunu söylediler. Buna karşılık, halkın iktidarı fikrini savundular. İktidara geldikleri ilk ülke olan Rusya’daki mücadeleleri sırasında, “iktidar Sovyetlere” yani “iktidar halk meclislerine” söylemini geliştirdiler.

Fakat Marksizmin uygulandığı bütün ülkelerde, “lider kültü” oluşturulduğu acı bir şekilde görüldü. Öylesine bir lider kültü oluşturdular ki, kanunların yapımında bile, ülkedeki diğer muktedirlerin etkisi çok az oldu. Partinin liderinin yani tek adamın onayı olmadan hiçbir kanun yapılamadı. Komünist parti adına ülkeyi yöneten kişi, en bilge insan olarak takdim edildi. Böylece, itiraz ettikleri bütün tek adam yönetimlerinden daha sert ve daha katı bir idari sistem oluşturarak, Marksizm’i, daha başlangıcında tarihe gömdüler.

Markszim, evliliğe ve mülkiyete karşı çıkmakla kalmıyor, toplumsal ahlâkı da reddediyordu. Bizzat Marks, ailenin yok olması ve insanın toplumsallaşmasını savunuyordu. Böylece insan, tamamen sosyal bir varlık haline gelecekti. Dolayısıyla, ailede var olan bütün sosyal, ahlâki ve maddi esaslar, topluma geçecekti. Fransız Marksist Simone de Beauvoir, aile efsanesi ve annelik içgüdüsü efsanesinin ortadan kalkmasını savunuyordu. Marks ise, çocuklar konusunda şöyle söylüyordu. “Her iki cinsiyetten çocukları, ailelerinden olduğu kadar hiç kimseden daha fazla korumak gerekmez.”

Fakat iktidara geldiklerinde, ülkelerinde işler kötüye gitmeye başlayınca, bütün bu fikri savunmalarının tersine hareket etmek mecburiyetinde kaldılar. Hem aileyi, hem de küçük de olsa mülkiyeti kabul ettiler. Çünkü Paul Kennedy’nin yayınladığı, 1915 ile 1928 yılları arasındaki bir istatistiğe göre düşüş net bir şekilde görülüyordu. Bu dönemde Rusya’daki bir işçinin verimliliği, bir Japon işçicine göre 14 kat azalmıştı. Farkın bu kadar açılmasının bir sebebi, Japonlardaki çalışma hırsı olsa bile düşüş fazlaydı. Bütün bunları gören SSCB yönetimi, karşı çıktıkları “devlet” fikrini bile kabul ettiler.

Marksistler, vatan kavramının ve kardeşlik duygusunun burjuvazi aldatması olduğunu iddia ediyorlardı. Ama iktidara geldikten sonra karşılaştıkları ilk savaşta fikir değiştirdiler. Vatan savunmasının kutsallığından bahsederek, kendi düşüncelerinin tam tersini uyguladılar. Kardeşlik fikirlerinde de değişime uğradılar. Dünyanın çeşitli ülkelerinde Marksist partiler kurulmaya başlayınca, birbirlerini, kardeş partiler olarak ilan ettiler. Böylece, itiraz ettikleri kardeşlik fikrine, kendileri sarıldılar.

Marksistler, hukukta suçluluk kuralına itiraz ettiler. Fakat kendi kurdukları mahkemelerin ve hukuk sisteminin tarafsız olduğunu savunabilmek için, karşı çıktıkları suçluluk kuralına sarıldılar.

Marks, kapitalizme karşı çıkarken, iktidarların bu yolla halkı ve insanları ezdiğini söylüyordu. Bu fikri savunurken, aynı anda, Kapitalist Avrupa’nın keşifler sırasında yaptıklarını haklı buluyordu. Sadece o olayları değil, Batılıların Asya’da yaptıklarına da bu gözle bakıyordu. Ona göre, Doğu, genelleşmiş köleliktir. Dolayısıyla, kendi rehavetine bırakılamaz. Gerekirse zorla, Batıya bağlanmalıdır. Nitekim Marks ve benzer düşüncedekiler, Çarların, Asya’yı topraklarına katmasını, Fransa’nın Cezayir’i işgalini, ABD’nin, Kaliforniya’yı Meksika’dan almasını, “oralara uygarlığın götürülmesi” olarak nitelemişler ve alkışlamışlardır.

Marks ve takipçilerinin bu söylemleri, sömürü düzenine karşı savundukları fikirleriyle taban tabana zıttır. Bu çelişkilerinin temel sebebi, doğulu toplumların değişmezliği şeklindeki inançlarıdır. Belki de “onlar kendiliklerinden başaramayacaklarına göre, mecburen böyle olması gerekir” diye düşünmüş olabilirler. Eğer böyle düşünmüşlerse, bu iddiaları temelsizdir, bölgeyi tanımamaktır.

Yazımızın başlangıcında ifade ettiğimiz gibi, bu makalemizde Marksizm’in fikri ve uygulamaları arasındaki farkları ele aldık. Böyle farklılıklar Marksizm kadar insanlık tarihinde etkili olmasa bile, diğer fikir akımlarında ve dinlerde de mevcuttur. Hayatın gerçekleri ve insanların nefsani davranışları karşısında, her fikir ve din, saflığından bir şeyler kaybetmiştir. Ancak Marksizm’deki farklılığın bir sebebi de, fikrindeki iç çelişkilerdir.

Sosyal kategorisine gönderildi | MARKSİZMİN ÇELİŞKİLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSEVİLİK VE HIRİSTİYANLIK ÜZERİNE

İSEVİLİK İLE HIRİSTİYANLIK ARASINDAKİ FARKIN SONUÇLARI ÜZERİNE

 

Bilindiği gibi, hiçbir fikir ve hiçbir din, ilk çıkıştaki saf şekliyle kalmamıştır. Hepsi değişikliğe uğramıştır. Fikri akımlardaki değişikliklerin bir kısmı, geliştirilen düşüncelerin hayali nitelikte olmasından kaynaklanmıştır. Diğer değişimler, hayatın gerçekleri ve insanların nefsani davranışları sonucu oluşmuştur. Hayatın gerçekleri ile insanın nefsi birleşince, hiçbir dinin ve fikrin ilk saf halinde kalmasın mümkün olmamıştır.

Bir makale sınırları içerisinde, bütün fikir ve dinlerdeki değişimleri inceleme imkânı olmadığından, bu yazımızda, İsevilik ile Hıristiyanlığın arasındaki farkın sonuçlarını irdeleyeceğiz. Bir başka makalemizde, Marksizm ile komünizm arasındaki farkı inceleyeceğiz.

Diğer din ve fikirler dururken, İsevilik ile Hıristiyanlık arasındaki farkı irdelememizin üç sebebi vardır. Birincisi, aradaki farkın, Hz. İsa peygamberimizin vefatından hemen sonra başlamış olmasıdır. İkincisi, bu farkın, bilinen insanlık tarihinde, toplumsal çelişkilerin en çok görüldüğü olayları kapsamasıdır. Üçüncüsü, aradaki farkın, bilinen insanlık tarihinin en etkili olaylarını oluşturmasıdır.

Diğer ilâhi kaynaklı dinler, Musevilik (Yahudilik) ve Muhammedilik (Müslümanlık) olarak ifade edilebilir. Ancak bunlarda görülen değişimler, insanlık tarihi açısından, İsevilik-Hıristiyanlık arasında görülen farklılık kadar etkili olmamıştır.

Yukarıda, Müslümanlığın diğer adını Muhammedilik olarak ifade etmemin, önemli bir sebebi var. Günümüzde Müslüman denilince, sadece, Hz. Muhammed peygamberimizin getirdiği şeriata uyan, benim gibi insanlar akla gelmektedir. Oysaki bütün ilâhi kaynaklı dinlerin peygamberleri ve onun ilk inananları da, aslında, Müslümandır. Böyle olduklarını Kur’an’dan anlıyoruz. Aşağıdaki bazı Kur’an ayetleri, Müslüman sıfatının sadece, son peygamberimiz olan Hz. Muhammed’in ümmetine verilmesinin yanlışlığına düşmememiz için, bizlere yol göstermektedir.

Bakara Suresi 2/133: Yoksa siz de olaya şahit mi oldunuz; Yakup’a ölüm hali gelip çattığı zaman, oğullarına; “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” dediği zaman, oğulları; “Senin Allah’ına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın Allah’ına, tek olan o Allah’a ibadet edeceğiz. Biz ancak O’na boyun eğen Müslümanlarız.” dediler.

Yunus Suresi 10/84: Musa dedi ki: “Ey kavmim! Siz gerçekten Allah’a iman ettinizse, O’na samimiyetle teslim olan Müslümanlardan oldunuzsa, artık O’na güvenin!”

Ali İmran Suresi 3/52: İsa onların inkârlarını hissedince: “Allah yolunda yardımcılarım kim?” dedi. Havariler: “Allah yolunda yardımcılar biziz. Allah’a iman ettik. Şahit ol ki, biz muhakkak Müslümanlarız.” dediler.

Demek ki, bütün ilâhi kaynaklı dinlerin peygamberleri Müslümandır. Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın peygamberlerinin getirdiği bütün dinlerin inananları, Allah’a teslim olan Müslümanlardır.

İsevilik ile Hıristiyanlık arasında, incelemeye değecek kadar büyük farkın oluşmasının sebebi, kurucularının farklı olmasıdır. İseviliğin kurucusu, Hz. İsa peygamberimizdir. Hıristiyanlığın kurucusu ise, Kilisedir. Hz. İsa’nın tarihi ile Kilisenin tarihi birbirinden çok farklıdır. Bu farkların neler oldukları hakkında, çok sayıda Batılı düşünür yeterince kitaplar yazmışlardır. Yazılan bunca eseri, özetlediğini düşündüğümüz cümleyi Nietzche şöyle kurmuştur: “Son Hıristiyan çarmıhta ölmüştür.”

Hıristiyanlık anlayışındaki değişimler veya günümüzdeki hatalar konusunda, biz de, bu sitede yayınladığımız çok sayıda makalemizde, düşüncelerimizi ifade ettik. Bu nedenle, bu kısa yazımızda, farklar hususuna değinmeyeceğiz. Aradaki farkın, İseviliğin ilâhi olmasına karşılık, Hıristiyanlığın, insani olduğunu vurgulamakla yetineceğiz. Konuyu irdeleyen yazarlar, şahsi din anlayışı ile teolojiyi birbirinden ayırmışlardır. Bu ayrımı net bir şekilde ortaya koyanlardan birisi de, Bertarnd Russell’dır. Russell’a göre, şahsi din vecdden, teoloji ise, matematikten gelir.

Bu yazımızın amacı, aradaki farkın sonuçlarına dikkat çekmektir. Ayrıca, farkı mümkün olduğu kadar azaltacak temeller üzerine fikir yürütmektir.

1492 keşiflerinden sonra Hıristiyanlık âlemi, dünyanın çok geniş kısmını fethetti. Çok az para ve güç harcanarak yapılan bu fetihlerin büyük kısmı, yerli halkın imhasıyla sonuçlandı. Gittikleri her yeni yere, Kilisenin Hıristiyanlık anlayışı, zorlama yoluyla da olsa, kabul ettirilmeye çalışıldı. Doğrudan fethedemedikleri yerlere ise, kötülük tohumları saçmak için gayret sarf edildi. Bütün bunlar olurken, Kilisenin -genel anlamda- ses çıkarmaması, bazen ise desteklemesi, İsevilik dini ile Kilisenin dininin ne kadar farklı olduğunun ve bu farkın insanlığa ne kadar büyük acılar yaşattığının göstergesidir.  

İnsanlığın geldiği bu durumun toparlanması için, hepimize sorumluluk düşmektedir. Fakat Kiliseninki elbette daha fazladır. Kilisenin de, bunu başarabilecek aklı, vicdanı vardır. Yeter ki, iradelerine daha çok hâkim olsunlar. Yeter ki, bilinen mevcut ilâhi kaynakları, kendi kalplerinin süzgecinden geçirsinler. Çalışmalarında ayrıntıya girmesinler. Diğer din mensuplarının bazılarının tarihte görülen hatalarına takılmasınlar. Ayrıntılara girmeden ve güvenilir bir kutsal kitap önderliğinde geliştirilecek fikirler üzerinde ortak kanaate varmak, daha kolaydır. “Şeytan ayrıntıda gizlidir” sözü boşa söylenmemiştir.

İncillerin güvenirliliği olmadığı hususu, genel kabul görmüş bir düşüncedir. Bu sebeple, Hz. İsa peygamberimizin görevlendirilme sebeplerini Kur’an’dan öğrenmemiz, en sağlıklı olandır. Kendisi de İsrailoğullarından olan bu yeni peygamberin gönderiliş sebeplerinden birini, Kur’an şöyle açıklar:

Maide Suresi5/46: “O peygamberlerin ardından, yanlarındaki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona içinde hidayet ve nur olan, kendinden önceki Tevrat’ı tasdik eden ve Allah’tan korkanlar için bir hidayet rehberi ve bir öğüt olan İncil’i verdik.”

Bu ayet Musevilere yöneliktir. Kendilerine, Hz. Musa peygamberimize gönderilen kutsal kitap olan Tevrat’ı doğrulayan yeni bir peygamber gönderdiğini bildirmektedir. Bu peygamberi de, Hz. Meryem’in oğlu İsa olarak tanıtmaktadır. Bu yeni peygamberine de, içinde hidayet ve nur olan yeni bir kutsal kitabı, yani İncil’i verdiğini ifade etmektedir. Yüce Yaradan bu ayetinde, yeni peygamberi ile eskilerinin arasında bir fark olmadığını vurgulamaktadır. Bu sebeple Tevrat’a inananların, artık İncil’e inanmalarını istemektedir.

Yüce Yaradan, bir taraftan eskilerin İncil’e inanmalarını isterken, bir yandan da aşağıdaki ayetle, İncil ehline sorumluluklarını hatırlatmaktadır.

5/47: “İncil ehli de Allah’ın ona (Hz. İsa’ya) indirdikleriyle hükmetsinler. Kim, Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”

İncil ehli ile kastedilen, Hz. İsa peygamberimizden sonra gelen ve onun yolunu takip ettiğini söyleyen şahıslar olmakla birlikte, hükmetme sözünden anlaşıldığına göre, dini temsil eden insanlardır. Demek ki “biz, Hz. İsa peygamberimizin yolundan gidiyoruz” diyebilmek için, Allah’ın ona indirdiği ile hükmedilmesi şart. Başka şeylerle hükmedenleri, Yüce Yaradan, fasıklar olarak tanımlıyor. Fasıklar, Allah’ın emir ve yasaklarına, bilerek uymayan ve günah işleyen kimselerdir.

Aşağıdaki ayete baktığımızda, yeni gelen kitabın ehlinin yani İncil ehlinin, Yüce Yaradan’ın Hz. İsa peygamberimize indirdikleriyle hükmetmedikleri anlaşılıyor.

Nisa Suresi 4/171: “Ey kitap ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi, Meryem’e atmış olduğu kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.”

Ayetin içerisindeki uyarının ilginç yanı, bu yanlışlıktan dönmenin, kitap ehlinin kendi yararı için gerekli olduğu ifadesidir. Yani, kitap ehli, dini, kendi uydurdukları şekilde anlatmaya devam ederse, bundan zarar görecek olanlar, öncelikle kendileri olacaktır. Ancak, Allah’ın tek olduğuna ve O’nun bütün peygamberlerine inananlara, Tanrı üçtür diyen gurubun yanlış düşüncelerinden dolayı, bir zarar dokunmayacaktır.

Bu durum aşağıdaki ayetle net olarak ortaya konmuştur.

Nisa Suresi 4/152: “Allah’a ve peygamberlerine iman edenler ve onlar arasında ayırım yapmayanlara (Allah) pek yakında mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”

Demek ki, yanlıştan dönebilmek için, İseviliği kavramak gerekmektedir. İsevilik, her şeyden önce, sadece Hz. İsa’dan evvel gelenleri değil, kendisinden sonra gelecek peygamberi de kabul etmektir. Çünkü gelecek peygamberin müjdesini, bizzat Hz. İsa peygamberimiz vermiştir.

Saff Suresi 61/6: Meryem oğlu İsa da: “Ey İsrailoğulları! ben size Allah’ın elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim).” demişti. Fakat onlara apaçık delillerle gelince “Bu, apaçık bir büyüdür.” dediler.

Hz. İsa peygamberimiz, hem kendisinden öncekileri tasdik etmiş, hem de kendisinden sonra gelecek peygamberin müjdesini vermiştir. Dolayısıyla İsevi olmak, hem Hz. İsa’dan önce gelenleri, hem de sonra gelen peygamberi kabul etmektir. Ayetteki peygamberin ismi için ifade edilen Ahmed sözü, bir isim olarak değil, kelime manası ile değerlendirilirse,  gelecek peygamberin övgüye layık olacağı anlamı çıkar.

Hepimiz, yapacağımız çalışmalarımızda, kendilerine ilim verdiği ve bize göre mucize olan bazı olayları gösterdiği halde, inkâr etmeye kalkışacaklara, Yüce Yaradan’ın yaptığı şu uyarıya azami dikkati göstermeliyiz.

Maide Suresi 112inci ayette Havariler, Hz. İsa peygamberimize “Rabbin bize gökten sofra indirebilir mi” derler. Sonraki ayetlerde aktarılan ve Hz. İsa ile Havarilerin arasında geçen konuşmalardan sonra, Hz. İsa dua eder. Bu duaya Yüce Yaradan şöyle cevap verir.

115: Allah buyurdu ki: “Ben onu size indireceğim. Fakat bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, ben ona âlemlerden hiç kimseye yapmayacağım bir azabı yaparım”.

Böylesine acı bir azaba uğramamak için, Hıristiyanlığı -başka bir şeye değil- İseviliğe doğru yaklaştırmaya çalışmak yeterli olabilir. Gerisi, sadece güzel düşünüp güzel işler yapmaktır.

Cemaat, Dini kategorisine gönderildi | İSEVİLİK VE HIRİSTİYANLIK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DİN VE MATERYALİZM AÇISINDAN ÇALIŞMA

DİN, ÇALIŞARAK, MATERYALİZM, ÇALIŞMADAN KAZANMAMIZI İSTER

 

Günümüzde yaşayan tek Tanrılı dinler, Musevilik (Yahudilik), Hıristiyanlık (İsevilik) ve Müslümanlıktır (Muhammedilik). Her üç dinin de inandığı Tanrı aynıdır. Hepsinde Tanrının, insanlardan istekleri birbirine benzer. Bu benzerlik çalışma konusunda da görülmektedir.

Önce Hz. Musa peygamberimize gönderilen on emire bakalım. Aslında gönderilen sadece on emir değildir. Yüzlerce yol gösterici ayet vardır. Ama tıpkı İslâmiyet’teki büyük günahların Enam Suresi 151-152 ayetlerde bahsedildiği gibi, Eski Ahit’teki emirler de bir araya getirilerek on emir oluşturulmuştur.

On emir içerisinde sebt (şabat) günü hariç, altı gün çalışacaksın denilir. Bu altı gün bütün işlerini görmesi yedinci gün dinlenmesi istenilir. Demek ki Musevilikte, çalışma esastır. Diğer taraftan yine on emir içerisindeki “çalmayacaksın” emri de çalışmanın önemini vurgular. Çalmamak, başkasının sırtından geçinmemektir. Başkasının hakkını yememektir. Kendi hak ettiğin ise, ancak çalışmayla elde edilir. Demek ki, Rabbimiz, Hz. Musa peygamberimizin aracılığıyla, bizden çalışmamızı ve çalışarak geçinmemizi istemektedir.

Hz. İsa peygamberimize gönderilen Yeni Ahit yani İncil, birbirinden farklı kitaplar halindedir. Ancak bazı ortak ayetleri vardır. Bunlardan birisi de Hz. İsa peygamberimizin şu sözüdür: “Yeryüzünün terinde ekmeğini yiyeceksin.” Demek ki Baba bildiğimiz Tanrımız, Hz. İsa peygamberimiz aracılığıyla, bizden çalışarak geçimimizi sağlamamızı istemektedir.

Hz. Muhammed peygamberimize gönderilen ve değişmeyen tek kutsal kitap olan Kur’an’da Necm Suresi 39uncu ayette “insan için şüphesiz, çalışmasından başka yoktur” denilmektedir. Aynı surenin devamındaki ayetlerde, bu çalışmanın karşılığını ahirette verileceği ifade edilir. Bu beyanlardan anlaşılan, geçimimizi çalışarak sağlayacağız, ama zar zor geçinsek bile, bu çalışmamızın karşılığını ahirette alabileceğiz. Yeter ki, Allah’ımızın Hz. Muhammed peygamberimiz aracılığıyla indirdiği Kur’an’da gösterilen yoldan ve kendimiz çalışarak kazanç sağlayalım.

Kur’an ayetlerinden anladığımıza göre, çalışmaktan maksat, tek başına maddi üretim değildir. Çalışma, ahlâki bir anlayışla birlikte olmalıdır. Çalışma, günaha karşı bir korunma vesilesi olmalıdır. Çalışma, fikirde hür olmanın temel kaynağıdır. Çalışma, insanı “insan” yapmanın güzergâhıdır.

Çalışmakla önceki paragrafta ifade ettiğimiz faydaların sağlanabilmesi için, çalışma kavramına, materyalist pencereden değil, din açısından bakmak gerekir.

Materyalizm, çalışmaya külfet olarak bakar. Çalışmanın sadece sonuçlarıyla ilgilenir. Gerek kapitalizm ve gerekse Marksizm, çalışmayı, ahlâki bir olgu olarak görmez. Bilim de, çalışmayı ahlâki değil, külfet olarak gördüğü için, tıpkı materyalizm gibi, yalnızca sonuçlarıyla ilgilenir. Bilim de, materyalizm de, aynı sonuçlara daha az çalışarak ulaşmanın yollarını arar.

1930’lu yıllarda, kapitalizmin ekonomi bilimcileri, çalışma hayatının geleceğini kurguluyorlardı. Materyalist düşüncedeki ekonomi bilimcilerine göre, gelişen teknoloji verimliliği artıracak ve insanlar daha çok kazanacaktı. Dolayısıyla daha az çalışarak aynı sonuca ulaşabileceklerdi. Makineleşme hızlandıkça, çalışma saatleri azalacaktı.

1929 ekonomik buhranının en ünlü ekonomi bilimcisi Keynes dâhil, çok sayıda mühendis ve bilim insanı, 2030 yılına gelindiğinde, haftalık çalışma saatlerinin onbeş saate kadar düşeceğini hesaplıyorlardı. Bu sebeple, insanların kalan uzun boş zamanlarında sıkılacaklarını düşünerek, can sıkıntısını azaltacak yöntemler üzerine çok sayıda fikirler üretilmeye başlanmıştı. Bu hususta kitaplar bile yazılmıştı. Fakat düşündükleri olmadı. Olamazdı da. Çünkü materyalist anlayıştaki insanın, hep daha fazla kazanmanın peşine düşmesi, materyalizmin doğası gereğiydi.

Günümüzdeki ekonomistler, çalışmadan para kazanma hırsındaki insanlara yeni yöntemler buldular. Sanal ekonomik ortamlar oluşturdular. Materyalist anlayışa uygun olacak şekilde, insanlara oturdukları yerden para kazandırmanın yollarını geliştirdiler. Bunu sağlamak için bilimi ve teknolojiyi kendi amaçlarına hizmet ettirdiler. Ekonomi dehâlarının maksatları, oturduğu yerden para kazananlardaki daha çok kazanma hırsını tetikleyerek, aslında kendilerinin oturdukları yerden kazanmalarıdır.

Her ekonomik buhran, insanlığa pahalıya mal oldu. Zengin ile fakir arasını açtı. İnsanlığın arasına nifak soktu. Ekonomik buhranların oluşma sürelerini ise kısalttı. Dolayısıyla insanlığın içerisine bıraktıkları bombanın gücünü daha hızlı artırmaya başladılar.

İnsanlığın güzel geleceğiyle ilgili umutlarımızın oluşabilmesi, çalışma konusuna dini açıdan yaklaşmakla sağlanabilir. Buna da, önce din insanları önderlik ederlerse, güzelliklere daha çabuk ulaşabiliriz. Yüce Yaradan’ın çalışma konusundaki tavsiyelerini dinlersek, hem bu dünyada huzurumuz artar, hem de ahirette karşılığını alırız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | DİN VE MATERYALİZM AÇISINDAN ÇALIŞMA için yorumlar kapalı

İSLÂM, SADECE DİNİ DUYGULAR MIDIR?

İSLÂM, SADECE DİNİ DUYGULAR MIDIR?

 

Hz. İsa’dan sonra Havariler, Hıristiyanlığı anlatırken, dini duyguları öne çıkardılar. Hz. İsa’nın, “benim hükümdarlığım, bu dünyada değildir” sözünü, dünyevi bütün isteklerin reddi gibi aktardılar. Sonuçta Hıristiyanlık, “salt din” olarak algılandı. Dolayısıyla, toplum düzeninin nasıl oluşacağı üzerine fikirler yeterince oluşmadı. Romalı yöneticiler üzerinde hiçbir anlayış değişikliği oluşturmadı. Devletteki yönetim anlayışı aynen devam etti.

Hıristiyanlığın bu şekilde aktarılmasının muhtemel sebebi, Yahudilik anlayışına karşı gösterilen tepkidir. Bilindiği gibi Musevilik, o dönemlerde tamamen “dünyevi bir din” haline getirilmişti. Zaten bazı Hıristiyanlar, İslâmiyet’teki topluma yönelik emirleri görünce, İslâm’ı, Yahudiliğin devamı bir din olmakla eleştirdiler.

Hıristiyanlığın uygulamaları salt din şeklinde olunca, en önemli toplumsal sorun olan fakirliğin azaltılabilmesi için gerekli adımlar atılamadı. Hıristiyanlığın etkin olduğu toplumlardaki fertler arasında zenginlik farkı giderek daha da açıldı. Bu durumun sebeplerinden birisi, dini anlayıştaki değişim olmuştur. Hıristiyanlık sadece kişisel inanç olarak algılandıkça, ticari hayatında farklı davranmanın Hıristiyanlığa aykırı olmadığı fikri gelişti. Din, sadece ahirete ait duygular haline geldi. Dünyevi konularda, makyavelist (menfaate ulaşmak için her yol mubahtır anlayışındaki) davranışlar normal olarak algılandı. Bu anlayış, kapitalizmin fikrinin oluşumunu kolaylaştırdı. Kapitalizm anlayışı, fakirler ile zenginlerin sadece maddi güçlerinin değil, yaşam tarzlarının ve fikirlerinin de farklılaşmasına sebep oldu. Kapitalist anlayış, fakirliğin, kişinin beceriksizliğinin sonucu olduğu inancını güçlendirdi. Bazılarının zengin olabilmesi için, bazılarının fakir kalması gerektiği fikri yaygınlaştı. Dolayısıyla, bu anlayışlar, fakirliğin çözülemez bir sorun olarak algılanmasına sebep oldu.

Fakat sonraki dönemlerde bazı düşünürler, bu durumu sorun olarak gördüler. Meseleyi çözmek için fikirler beyan ettiler. Karl Marks, bu fikirleri toparlayıp, kendince bir sistem haline getirdi. Kapitalizmin uygulanışı sırasında oluşan 1873 ekonomik buhranı, insanların bazılarının Marks’ın fikirlerini benimsemelerine yol açtı.

Marks, fakirliğe kendince çözüm bulmuştu. Ona göre, mülk, herkesin adına devletin olursa ve kimse doğrudan mülk sahibi olmazsa, sorun ortadan kalkardı. Marks, kapitalizmin merkezinde ve kapitalistler arsında yaşamıştı. İslâm dini hakkında bilgi sahibi olmamıştı. Hattâ bahsettiği Asya Tipi Üretim hakkında da, derinlemesine bilgisinin olmadığı, yazılarındaki anlatımlarından anlaşılıyordu. Bu durum Marks için şanssızlık oluşturdu. Fakirlik sorununun kaynağını tek yönlü ele alarak, itiraz ettiği kapitalizm ile aynı hataya düştü.

Eğer Marks, İslâm dinini inceleseydi, onun hem salt bir din hem de toplumsal bir din olduğunu görebilme şansına sahip olurdu. İslâm’daki zekât ve infak konusunu inceleseydi, bunların fakirliği azaltmak için güzel uygulamalar olduğunu görürdü. Hattâ biraz daha derinlemesine inceleseydi, zekât ve infakın tek yönünün değil, iki yönünün olduğunu kavrardı.

Zekât ve infak konusunun maddi yönünü “İslâm’ın Amacı, Zenginliği Değil, Fakirliği Ortadan Kaldırmaktır” başlıklı makalemizde daha geniş incelediğimizden burada bahsetmeyeceğiz. Bu makalemizde, konuyu, yazımızın başlığı çerçevesinde ele alacağız.

İslâm dininin zekât ve infak emirleri, bir yönüyle, zenginden fakire doğru akan maddi bir akımdır. Fakat sadece maddi bir akım değildir. Diğer yönüyle, zekât alan ve veren, infak eden ve alan şahısların gönülleri arasında akan manevi bir akımdır.

Kur’an, başa kakılan sadakaların hiçbir işe yaramayacağını, verene de bir fayda sağlamayacağını sıkça vurgular. Çünkü bu tip davranışlar, fakirleri rencide eder. Rencide olan insanlarda, yardım eden kişiye karşı sevgi oluşmaz. Aksine nefret hissi uyandırır. Hâlbuki zekât müessesesinin amaçlarından birisi de, taraflar arasında sevgi bağı tesis etmesidir. Eğer, insanlar arasında sevgi bağı oluşturamamışsak, varlığın el değiştirmesi, fakirliğin çözümüne fayda sağlamaz. Çünkü baskı, konumunu kötüye kullanma, nefret gibi duygu ve davranışlar halen aynen var olmaya devam ediyor olacaktır.

Kur’an’da zekât verme emrinin geçtiği ayetlerin çoğunda, namaz kılma emri de birlikte işlenmiştir. Bu şekilde birlikte işlenmesinin sebebi, zekât vermenin, sadece maddi yardım etmek olmadığını gözler önüne sermektir. Kur’an’da anlatıldığı inceliklere dikkat edilerek verilecek zekâtın, gönülden gönüle bağ kuracağını vurgulamaktır. Bu şekilde verilen zekâtın, tarafların ruhunda var olabilecek nefret duygusunun, yerini merhamet duygusuna bırakması gerektiğini anlamamız için, namaz ile birlikte emredilmiştir.

Demek ki İslâm, salt bir din değildir. Toplumsal düzeni nasıl kurmamız gerektiği yönünde bize yol gösteren bir anlayıştır. Namaz, salt dindir ve insana yöneliktir. Zekât ise, topluma yöneliktir. İslâm, bu ikisini birleştirmiştir.

Bilinen tarih içerisinde, fakirliğin dışında, insanlığın karşılaştığı önemli bir sorun da, demokrasi anlayışıdır. Diğer bir anlatımla, insanın “insan” yerine konulacağı bir yönetim anlayışını gerçekleştirmektir. Hıristiyanlığı anlatan Havariler ve halefleri, siyasete karışmayı reddetmişlerdir. Toplumun huzurunu bozanlara bile, şiddet uygulayarak cezalandırmaya karşı çıkmışlardır. Sonradan Hıristiyanlığın temsilcisi konumuna gelen Kilise, kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmiştir. Kendisini güçlendirmek için halkın ezilmesine, bazı papazlar hariç, kurum olarak ses çıkarmamışlardır. Kutsadıkları krallara, genelde, kendi çıkarları doğrultusunda iş yaptırmışlardır.

İslâm ise, daha başlangıçta bu konudaki tavrını net olarak ortaya koymuştur. Kur’an, Ali İmran Suresi 159uncu ayette, karar alınmadan önce, istişare edilmesini şart koşmuştur. Bu talebini doğrudan Peygamberine yaparak, toplum yönetiminde demokrasi anlayışını getirmiştir.

Diğer taraftan İslâm, toplumun huzurunu bozanlara yapılması gerekeni de net bir şekilde ifade etmiştir. Bakara Suresi 251: “… Bazılarını bazıları ile def etmeseydik, dünyada huzur bozulurdu…” ayetiyle, huzuru bozanlara karşı, şiddet dâhil, her türlü engellemenin yapılması gerektiğini vurgulamıştır.

Takdir edileceği gibi, bir dini kabul etmek için, insanlardan şahit gerekmez. Şahit olarak Yüce Yaradan yeter. Dolayısıyla, kişinin bir dini kabul ettiğini kalpten gelen bir anlayışla, kendi kendine ikrar etmesi yeterlidir. Dinin bu yönü, “salt din”dir. Dolayısıyla Tanrı ile şahsın arasındadır. Başkasının bilmesi gerekmez. Fakat yukarıda ifade ettiğimiz gibi İslâm, salt din değildir. Aynı zamanda toplumsal bir dindir. Dolayısıyla İslâm’ı kabul eden kişi, salt din anlayışının dışında, İslâm’ın toplumsal kurallarına uymaya çalışmakla yükümlüdür. Diğer bir deyimle, salih amel işlemekle yükümlüdür.

Bu güzel amelleri açıktan yaparsa, toplum için daha iyi olur, insanlara güzel örnek oluşturur. Kendisi de toplumda saygı görür. Ama kimse bilmeden veya çok az kişinin bilgisi dâhilinde salih amel işleyebilir. Yaptıklarını Yüce Yaradan’ın bilmesi yeterlidir. Ancak, İslâm’ı, kimseye bildirmeden kabul eden kişi, kötü ameller işlemeyi sürdürürse, onları da Yüce Yaradan bilir. Bu durumda cezalandırılmaktan kurtulamaz. Çünkü Allah, cezaları, kötü amellere, dünyanın huzurunu bozanlara vermektedir.

Bu sitede yayınladığımız “Allah’ın Tek Dini Vardır, O da İslâm’dır” başlıklı yazımızda ifade ettiğimiz gibi, bütün semavi dinlerin ilk halleri aynıdır. Hepsi de, hem salt dindir hem de toplumsal dindir. Umulur ki, ilgilileri bu anlayışla hareket ederler.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | İSLÂM, SADECE DİNİ DUYGULAR MIDIR? için yorumlar kapalı

İSLÂM’IN AMACI, FAKİRLİĞİ ORTADAN KALDIRMAKTIR

İSLÂM’IN AMACI, ZENGİNLİĞİ DEĞİL, FAKİRLİĞİ ORTADAN KALDIRMAKTIR

 

Bilindiği gibi zekât, zenginlerden fakirlere doğru akan maddi ve manevi destek akımıdır. Kur’an’da 80 civarında ayette, zekât bahsi geçer. Zekât ile fakirlerin korunmasına bu kadar önem veren Kur’an, zenginlerden, ayrıca, mallarını infak etmelerini de istemektedir. İnfak etmek, sevdiği mallardan başlayarak, varlıklarını ihtiyacı olan insanlarla paylaşmaktır.

Zekât ve infakla ilgili ayetlerin bize anlattığı bir başka husus, İslâm’ın fakirliği benimsemediği, zenginliği tercih ettiğidir. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Kur’an’a uygun hadislerinden olan “veren el alan elden daha hayırlıdır” sözü, insanları zenginliğe yönlendirmek içindir.

Kur’an bize, zengin olmanın helal yollarını anlatmaktadır. Ayrıca zengin ve fakir kavramları hakkında da bizlere, bazı gerçekleri açıklamaktadır. Zengin ve yoksul kavramlarını, bazı kapitalist anlayıştaki insanların bakış açısıyla değerlendirirsek, yanılırız. Bir yere ulaşamayız. Tıpkı şu şarkı sözündeki gibi bir ortam oluşur: “Ne zenginler gördüm, en fakirden daha fakir. Ne fakirler gördüm, en zenginden daha zengin.”

Gerek, zekât ve infak konularında, gerekse, zenginlik ve fakirlik hususlarında, bu sitede çeşitli makaleler yazdığımız için, daha fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Konuya başlıktaki anlatım açısından yaklaşmaya çalışacağız.

Kur’an, fakirlerin korunmasından zenginleri sorumlu tutmaktadır. Hattâ bununla da yetinmemektedir. Kur’an’a göre zekât, fakirlerin hakkıdır.

70 Mearic Suresi 24: “Onların mallarında belli bir hak vardır,

25: Hem isteyen için, hem de istemekten utanan yoksul için.”

Mearic Suresinin önceki ayetlerine bakılınca, 24üncü ayette onlar denilerek, namazlarına devam eden kimseler kastedilmektedir. Takdir edileceği gibi, ara sıra namaz kılmanın ötesinde, namazlarını devamlı kılan insanlar, Allah’ın yüceliğini kalpten bilen kişilerdir. Bu sebeple Yüce Yaradan, onlara, diğer insanlara göre daha kesin emir vermektedir. Fakat bu emri uygulayanlara da, aynı surenin sonraki bir ayetinde, bu yaptıklarının karşılığının verileceği ifade edilmektedir. Mearic Suresi 35inci ayet: “İşte onlar cennetlerde ikram göreceklerdir.”

Görüldüğü gibi, Mearic Suresinin 24 ve 25inci ayetleri, mal varlığı fazla olanların mallarında, fakirlerin hakkı olduğunu ifade etmektedir. Bilhassa Kur’an’ın, Hz. Muhammed’e indirildiği devirleri dikkate alalım. O dönemdeki anlayışlarla karşılaştırıldığında bu söylem, devrimden de öte bir şeydir.

Kur’an, fakirleri korumak açısından sadece zenginleri sorumlu tutmamıştır. Devlet yönetimine de, bu konuda yükümlülük vermiştir.

8 Enfal Suresi 41: “Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da peygambere ve ona yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere (kendi kendine yetemeyecek yaşlı güçsüzler) ve yolda kalmışlara aittir…”

Ayette görüldüğü gibi, Yüce Yaradan, devletin gelirinin beşte birini ayrı hesapta tutuyor. Bu varlıkların, peygambere, ona yakınlığı olanlara, yetimlere, güçsüzlere, yolda kalmışlara yani ihtiyacı olanlara dağıtılmasını istiyor. Hz. Muhammed’in peygamberlik hayatı incelendiğinde, ganimetten kendisine ve yakınlarına “dişe dokunur” bir pay almadığı anlaşılır.

Bu konuyla ilgili olarak daha geniş açıklamayı, “Hz. Muhammed, Kızı Fatıma ve Kuzeni Ali’ye hiçbir Toplumsal Ayrıcalık Yapmamıştır” başlıklı makalemizde vermiştik. Hz. Muhammed’in bu uygulamaları da net bir şekilde göstermektedir ki, devlet, fakirleri korumakla yükümlüdür.

Kur’an’ı inceleyen İslâm âlimleri, zekât emri ile namaz emrinin çok sayıda ayette birlikte geçtiğini görünce, “zekât farizası olmadan, namaz da geçersiz sayılır” şeklinde bir yorum yapmışlardır. Bu yorumları gerçekçi bulan Müslümanlar, o güne kadar bilinmeyen yeni bir kurum olarak vakıfları oluşturmuşlardır.

Vakıflar, bir süre sonra birkaç fonksiyonu birden yerine getirmeye başlamıştır. Birinci olarak vakıflar, şahıslarla kaim olmadığından, nesiller boyu sürmüştür. Bu sebeple, fakirleri korumanın devamlılığını sağlamışlardır. İkincisi, fakirlerle doğrudan irtibat kuramayan, gerçek yoksulların kimler olduğunu bilemeyen zenginlere aracılık etmişledir. Üçüncüsü, devletin fakirlere yapacağı yardımların bir kısmına aracılık etmişlerdir. Böylece, devletin yardımlarının verimsiz bir şekilde dağıtılarak, yerli yerine harcanmayıp kaynak israfına sebep olunmasını önlemişlerdir.

Bütün bunları yaparken, fakirlerin incinmemesini sağlamışlardır. Bakara Suresi 271inci ayetin ikazına uyarak, yoksulların incinmemesi hususunda çok güzel yöntemler geliştirmişlerdir. Sadaka taşları oluşturmuşlar. Maddi durumu uygun olanlar, taşın kovuğunun içerisine para koymuşlar. Herhangi bir başka zamanda ihtiyacı olanlar gelmişler, bu paradan almışlardır. Benzer şekilde, “askıda ekmek vb” sistemi kurmuşlardır. Maddi durumu olanlar satın aldıkları ekmekleri bir kabın içerisinde askıya asmışlardır. Başka bir zaman oraya gelen bir fakir, ihtiyacı olan ekmeği almıştır.

Vakıfların ne kadar ciddi görev ifa ettiklerini anlamak için, sadece “sadaka taşı” ve “askıda ekmek vb” uygulamalarına bakmak yeterlidir. Vakıflar yaptıkları çalışmalarla, toplum içerisindeki sosyal barışın korunmasını sağlamışlardır. Eğer sağlamamış olsalardı, ihtiyacı olan veya olmayan birisi gelir, sadaka taşındaki bütün parayı alır giderdi. Fakat zenginlere veya devlete karşı herhangi bir kin ve nefret oluşmadığından, böyle bir şeye tevessül edenlerin sayısının ihmal edilebilir oranda olduğu görülmüştür.

Vakıflar konusu başlı başına irdelenmesi gereken bir husus olduğundan, sadece konumuzla ilgili kısmını kısaca aktardık. Bu kısa anlatımımızın sebebi, başlıktaki konumuzla ilgilidir. Bütün bu uygulamalar göstermiştir ki, İslâm’ın amacı, zenginliği değil, fakirliği ortadan kaldırmaktır. Bu gerçeği çok iyi kavrayan toplum önderleri, ellerinden geldiğince, gereğini yapmaya çalışmışlardır.

Müslümanlığın bu anlayışını kavrayamayan çok sayıda insan vardır. Bunlar, fakirlere yardım için mallarından dağıttıkları takdirde, kendilerinin de fakirleşeceklerini düşünmektedirler. Hâlbuki Bakara Suresi 276ıncı ayette Yüce Yaradan, “faizleri mahvedeceğini, sadakaları bereketlendireceğini” beyan etmektedir. Bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı üzere, Allah, fakirlere yardım eden zenginleri kollamakta, onların zenginliklerini azaltmak değil, bereketlendirerek, zenginliklerinin artmasını sağlamaktadır.

Demek ki İslâm, zenginliği ortadan kaldırmayı değil, aksine zenginliği artırarak, fakirliği ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Bütün bunların nasıl başarılacağını, zenginlik ve fakirliğin anlamlarını da, Kur’an bizlere anlatmaktadır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM’IN AMACI, FAKİRLİĞİ ORTADAN KALDIRMAKTIR için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

“İNSAN” OLAN BÜTÜN İNSANLARIN ORTAK DEĞERİ OLAN KURBAN BAYRAMINI KUTLAR, SEVGİLERİMİ SUNARIM

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

İSLÂM’IN AMACI, BİZİ MELEK DEĞİL, İNSAN YAPMAKTIR

İSLÂM’IN AMACI, BİZİ MELEK DEĞİL, İNSAN YAPMAKTIR

 

Bu sitede daha önce yayınladığımız bazı makalelerimizde ifade ettiğimiz gibi, Allah’ın dini tektir. O da İslâm’dır. Bütün peygamberler, Yüce Yaradan’ın elçileridir. Dolayısıyla her bir peygamber, tek Tanrı’ya inanan her insanın da peygamberidir. Yüce Yaradan insanlardan beklediğini, her Peygamberine, zamanın şartlarına ve insanların algılayışlarına göre kademelendirmiştir.

Ayrıca, insanlar, Yüce Yaradan’ın gönderdiği bilgileri tahrif ettikleri için, yeniden elçi göndermiştir. Allah’ın son kitabı olan Kur’an’da, Maide Suresi 3üncü ayette ifade edildiğine göre, Yüce Yaradan, İslâm dinini kemale erdirmiş ve tamamlamıştır. Bu sebeple, bizim bu makalemizde temel alacağımız esaslar, Kur’an ayetleri olacaktır.

İslâm, bizim zevk aldığımız şeyler hakkında bilgi verir. Hattâ karşı cinse karşı duyduğumuz arzularımızı hatırlatır. İnsanlardan zengin olup, fakirlere yardım etmelerini ister. Böylece zenginlerin de manevi mutluluğu tatmasını arzular.

Yüce yaradan, bütün bu zevkli şeylere ulaşabilmemiz için, bizlere helal yollar gösterir.

İslâm, bizden hem bu dünyaya hem de ahirete uygun yaşamamızı ister. Bu dünyaya uygunluk açısından, temizlenmemizi ve temiz olmamızı öğütler. Günümüz deyimiyle, bizi hijyene davet eder. Böylece, hem fert olarak kendimizin, hem de toplumun daha sağlıklı yaşaması için gerekli ortamı hazırlamaya çalışır.

İslâm, bizden kalp temizliği de ister. Bu istek, bizi ahirete hazırlamak içindir. Ahirette cennette, kalbi temizlenmiş insanlar yaşamaktadır. Yüce Yaradan bizden böyle bir şeyi isteyerek, cennetine hazırlık yapmamızı sağlar. Bu durum da göstermektedir ki, Allah, bizi cennetine almak için uğraşmaktadır.

Kur’an’ın böylesine net ifadeler kullanmasının -bize göre muhtemel sebebi- Kur’an’ın Hz. Muhammed aracılığıyla nazil olmasından önceki toplumlardaki anlayışlarda görülen bazı yanlışlıklardır. Bu dönemde Hıristiyan din adamları, insanların sadece ahirete ait olduklarını tasavvur ediyorlardı. Benzer şekilde, Budist ve Brahman bilgeleri de, insanları bu dünyaya değil, sonraki doğacakları hayata yönlendiriyorlardı.

Hıristiyanlıkta sonradan oluşturulan keşişlik, Budist ve Brahman rahiplerdeki dervişlik gibi anlayışlar, İslâm’da kabul görmemiştir. Buna rağmen İslâm’da da keşişler gibi davranıp, kendilerine derviş diyenler olmuştur. Hâlbuki İslâm’da derviş “dilenci” anlamına gelmektedir. Fakat derviş konusunda bir kavram kargaşası oluşmuştur. Tarih içerisinde İslâm’a hizmet etmiş insanlara Türkler, derviş değil, alperen demişlerdir. Alperen, kelime olarak, hem bu dünyaya hem de ahirete yönelik insanı anlatır. Alp, bu dünyaya uygun olan, yiğitlik kısmını ifade eder. Eren ise, ahirete uygun davranan, kendisini Tanrıya adamış kalbi temiz insanı tanımlar.

Müslüman Türkler arasındaki benzer yapıdaki insanlara, gazi derviş de denilmektedir. Hoca Ahmet Yesevi gibi önderlerin dergâhlarında böyle insanlar yetişmişlerdir.  Böyle dergâhlarda yetişenlerin ortak özellikleri vardır. Hemen hepsi, mesleklerini çok güzel icra edecek şekilde yetiştirilmeye çalışılmıştır. Hepsi de, özü sözü doğru,  güvenilir insandı. Hepsi de kanaatkârdı. Hemen hepsinin dini bilgileri, etraflarını aydınlatacak yeterlikteydi. Hemen hepsi de, gönderildikleri görev bölgelerinde mücadele edecek ruha ve karar verecek hür iradeye sahipti.

İslâm’ın emrettiği konulardan birisi, evliliktir. Nur Suresi 32 inci ayette Müslümanlara böyle bir emir verilir. Hıristiyanlıkta, Kiliseye bağlı din adamlarında, rahip ve rahibelerde var olan evlenme yasağı, İslâm’da hiç yoktur. Başlangıçta ifade ettiğimiz gibi, İslâm, insanın içerisindeki cinsel arzuların varlığını onaylar. Bu arzuların bastırılmasını başarmanın güçlüğünü bilir. Bastırılamayan ve tatmin edilmeyen bu isteklerin, ileride daha ağır sorunlara yol açacağını görür. Bu sebeple, arzularımızı helal yollardan ve saygı çerçevesinde karşılayabilmemiz için, evlilik müessesesini hem emreder hem de teşvik eder. Görüldüğü gibi İslâm, bizden aziz olmamızı değil, insan olmamızı bekler.

İnsan olmanın önemli kilometre taşlarından birisi, erdemli olmaktır. Meryem Suresi 31inci ayette, beşikteki Hz. İsa, kendisinin Tanrı tarafından erdemli kılındığını söyler. Erdemin seviyesini ölçebilmemiz için, daha önce yayınladığımız “Sevincin Değerini Acıların Şiddeti Belirler” makalesindeki gibi, karşı zıddına bakmak gerekir. Nefsani arzuların olmadığı ortamda, erdemden bahsetmek anlamsızlaşır. Nitekim Kur’an’dan anladığım kadarıyla, melekler için erdemlilikten bahsetmek bir anlam taşımaz. Çünkü meleklerde nefsani duygular yoktur. Benzer şekilde, cennet ehli için de, erdemli insanlar olarak bahsetmenin bir anlamı yoktur. Çünkü Kur’an’a göre, cennette nefsani arzular yoktur.

Erdemliliğin seviyesini ölçebilmemiz için ikinci bir şart daha vardır. O da, güç sahibi olmaktır. Güçlü ve zengin bir şahsın davranışları için söylenebilecek “erdemli” sözcüğü, güçsüz ve fakir bir kişininkine göre, daha anlamlıdır.

Bir Müslüman, namaz kılıp oruç tutarak insan olmaya çalışabilir. Fakat bu ibadetleri, hakiki anlamlarında yapmazsa, bu amacına ulaşamayabilir. Nitekim Kur’an, birçok ayetinde “namazı dosdoğru kılmaktan” bahseder. Bir Müslüman, hem bu ibadetleri gereğince (dosdoğru) yaparak, hem de hayatın zevklerini helal yollardan, aşırıya kaçmadan, sevgi ve saygı çerçevesinde gerçekleştirerek amacına ulaşabilir.

Bir Müslümanın insan olması, bütün dünyevi sevgileri, aşkları bırakıp, sadece Tanrının aşkıyla yanıp kül olmakla gerçekleşmeyebilir. Bakara Suresi 165inci ayete göre, iman edenlerin Allah sevgisi daha kuvvetlidir. Ancak bu dünya sevgisine engel değildir. Hatta mal sevgisi, bunları veren Tanrı’nın sevgisine vesile olur. Nitekim Sad Suresi 32inci ayette Hz. Süleyman şöyle der: “Gerçekten ben malı, Rabbimi anmamı sağladığından dolayı çok severim”. Bir Müslümanın insan olması, kişinin dünyevi sevgileri kendisine veren Yüce Yaradan’ı anması ve Allah’a olan sevgisinin dünyevi sevgilerine yol göstermesiyle daha kolay gerçekleşir.

Bir şahsın insan olması, kendisini toplumdan soyutlayıp, inzivaya çekilmesiyle gerçekleşmeyebilir. Kendisini ihmal etmeden (Nisa Suresi 29uncu ayette: “…Nefislerinizi de öldürmeyin…”, hayatını başkalarının insafına bırakmadan (Ali İmran 200 ve Enfal 60ıncı ayetlerde düşmanlara karşı hazırlıklı ve uyanık olunması, onların silahlarıyla silahlanması istenilir), yaşadığı cemiyetteki diğer insanlara da faydalı olacak şekilde davranmasıyla (bu husus çok sayıda ayette geçer), daha bariz gerçekleşebilir.

Yukarıda bahsettiğimiz hususlara, okuyucularımızın daha çok konu ekleyeceklerine inanıyorum. Her okuyucumuzun, bahsedilen her alan için, birçok örnek vereceklerini biliyorum. Okuyucularımızın verecekleri bütün örnekler, geliştirecekleri bütün düşünceler, benzer sonuca ulaşacaktır. İslâm, bizden, melek veya aziz olmamızı değil, Yüce Yaradan’ın tanımladığı “insan” olmamızı istemektedir.

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | İSLÂM’IN AMACI, BİZİ MELEK DEĞİL, İNSAN YAPMAKTIR için yorumlar kapalı

İNSANLARI KANDIRDIĞINI ZANNEDENLERE

İNSANLARI KANDIRDIĞINI ZANNEDENLERE

(Not: Bu yazı Haziran 2013’te yayınlanmıştı. Silindiğinden, bir cümle hariç, aynen yayınlıyoruz.)

Allah, Davud peygamberin emrine dağları ve toplu olarak kuşları amade kılmıştır. Ama böylesine mucizelerle desteklediği kulunu dahi bakın nasıl uyarıyor.

SAD 26: Ona dedik ki: “Ey Davud! Gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ile hüküm ver. Nefis arzusuna uyma, yoksa nefis seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlar için hesap gününü unutmaları sebebiyle şiddetli bir azap vardır.”

Demek ki, nefsine uyarak adaletten ayrılanlar, Allah’ın sevdiği peygamberi bile olsalar, azap var. Ayetten anlaşıldığına göre, bu azap bu dünyada da var.

Nefsine uyarak adaletten ayrılmayı sürdürebilmek için en önemli şart, insanlara yalan söylemektir. Yalan söylemeye başlayanlar, devamını getirmek zorunda kalırlar. Çünkü başka türlü, mevkilerini muhafaza edemezler.

KEHF 105: Onlar, Rab’lerinin ayetlerini ve O’na kavuşacaklarını inkâr etmişlerdir. De ki: “Hayır namına yaptıkları bütün işleri boşa gitmiştir.”

Burada Allah inkâr eden müşriklere seslenmektedir. Ama ayetleri bildiğini ve güya kabul ettiğini diliyle söyleyip de, uygulamada başka davrananlar için de geçerli olacağı düşünülmelidir.

Nitekim Allah, ZUMER 3’te: “……..Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.” diyerek arada bağ kurabileceğimizi gösteriyor.

Aşağıdaki ayette de, salih amel olmadan güzel sözlerin bile, Allah indinde fazla bir anlamı olmadığını gösteriyor.

FATIR 10: ” Her kim şan ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. O’na ancak güzel sözler yükselir. Onu da amel-i salih yükseltir. Kötülükleri kuranlar var ya, onlar için çetin bir azap vardır. İşte onların tuzağı boşa çıkar.”

Demek ki asıl olan sözler değil, düzgün işler yapmaktır. İçten pazarlıklı olanları halk bilmeyebilir, ama Allah her şeyi biliyor. Hattâ kalplerimizden geçenleri bile.

Buradan, kendinin yanlışlarını bilen, ama halkı güzel sözlerle ve tiyatro oyunu oynayarak kandırmaya devam edenlere sesleniyorum. Halkı kandırmaktan vazgeçin. Allah’ın rahmeti geniştir. Tövbe edin ve yalanlarınızı ve hattâ görevlerinizi bırakarak istiğfar edin. “İnsanlara yalancı olduğumuzu söylersek, başımıza kötü şeyler gelir” diye korkmayın. Güzel işler yapmaya başlayın, sonra Yüce Yaradan’ın merhametine sığının.

Allah, bu konuda sizleri uyarıyor: Maide- 44: “…….Şu hâlde, siz de insanlardan korkmayın, Benden korkun ve ayetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.”

Demek ki dünyada çekecekleriniz, ahirettekilerin yanında devede pire bile değil.

Halen yeryüzünde efe gibi kibirle, böbürlenerek dolaşanları da Allah uyarıyor: İSRA 37: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın, boyca da dağlara asla erişemezsin.”

FATIR 43: “Yeryüzünde bir kibirlenme ve suikast düzeni! Oysa fena düzen, ancak sahibinin başına geçer.”

KASAS 76. “…….Hani, kavmi kendisine (Karun’a) şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.”

Firavun için Allah diyor ki; YUNUS 92: “Biz de bugün bedenini, arkandan geleceklere ibret olman için, kurtaracağız. Çünkü insanlardan birçoğu ayetlerimizden gerçekten habersizdir.”

Firavunun bedeni, denizde belki binlerce yıl kalmasına rağmen hiç bozulmadan günümüze geldi. Çünkü Allah, onun kötü sonunun bize ibret olmasını istedi.

Günümüzde, hatalarından dönmeyerek, halen yalan ve kötülük düşünme batağına doğru gidenleri uyarmak gerekiyor. Çünkü gidişleri o kadar kötü yöne ki, sonunda sadece kendileri değil, halk da zarar görebilir. Halk zarar görürse artık o yalancıların Allah’ın mağfiretine sığınmaları iyice zorlaşır.

Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANLARI KANDIRDIĞINI ZANNEDENLERE için yorumlar kapalı

BEDENLERİYLE YAŞAYANLAR HAYVAN, RUHLARIYLA YAŞAYANLAR İNSANDIR

BEDENLERİYLE YAŞAYANLAR HAYVAN, RUHLARIYLA YAŞAYANLAR İNSANDIR

 

Hayvanların bedenlerinin ihtiyaçları olduğu gibi, insanların bedenlerinin de ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları giderme yöntemleri arasında paralellik varsa, insan ile hayvan arasında da benzerlik var demektir. Bu ihtiyaçları giderirken oluşan zıtlık oranında insan ile hayvan arasında farklılık vardır. Bu fark ve zıtlık, ancak, insanlarda ruhun devreye girmesiyle meydana gelebilir. Konuyu daha net aktarabilmek için bazı örnekler verelim.

Hayvanlar da, insanlar da, karınlarını doyurmak zorundadırlar. Aç olarak yaşayabilecekleri süre çok sınırlıdır. Hayvanlar, yiyecek bulmakta zorlanırlar ve bulamazlarsa, bu sürede, aç kalırlar. Fakat yiyeceğe ilk ulaştıkları anda, hiç beklemeden hemen yerler. Aç kaldıkları sürenin sonunda yiyeceğe ulaşan hayvanlardan başka türlü bir davranış beklenemez. Çünkü hayvanlar, bedenleriyle yaşarlar. Onları yöneten salgılar ve hormonlardır.

İnsanlar da karınlarını doyurmak zorundadırlar. Bu nedenle kazandıklarından ilk payı yiyeceğe ayırırlar. Fakat insanı hayvandan ayıran farkın biri, karın doyurma yöntemi açısındandır. İnsanlar yiyeceğe ulaşmaları çok kolay iken, bazen, kendi iradeleriyle onu yemezler, aç kalmaya devam ederek oruç tutarlar. Yiyecekleri ellerinin altında iken, kendi istekleriyle oruç tutabilmeleri için, bedenleriyle değil, ruhlarıyla karar almaları ve uygulamaları gerekir. İşte, insanı hayvandan ayıran farklardan birisi, budur.

Hayvanlar da, insanlar da, çiftleşme ihtiyacı hissederler. Hayvanlar çiftleşme ihtiyaçlarını, buldukları ilk fırsatta, ortamına bakmadan gidermeye çalışırlar. Hayvanlardan, bu konuda başka türlü bir davranış beklenemez. İnsanlar ise, içlerinde bu isteği duymalarına rağmen, hemen harekete geçmezler, ortamın uygun olmasını beklerler. Kendilerine hâkim olmaya çalışırlar. İnsanların şehvet duygularına olan hâkimiyetleri, kararlarını ruhlarıyla verdikleri oranda artar. Çoğu zaman, bedenlerinin çok arzu ettiği bazı şehvet hislerini hiç tatmin etmezler. İşte, insanı hayvandan ayıran farklardan birisi de budur.

Hayvanlar, hoşlanacakları şeyler yapmaya çalışırlar. Kendilerine acı verecek her şeyden kaçmaya gayret ederler. Hayvanlardan, bu hususta başka türlü bir davranış beklenemez. İnsanların çoğu, bu uygulamanın tam tersini yaparlar. Hoşlandıkları şeylerden geri durmaya çalışırlar. Hattâ çok zaman, kendilerine sıkıntı verecek uygulamaları, tamamen kendi istekleriyle yaparlar. İşte insanlar arasındaki bu farklılık, insanların ruhlarıyla karar vermelerinin bir sonucudur.

Hayvanlar, sürüler halinde dolaşırlar. Bunun en önemli sebebi, böylece kendilerini güvende hissetmeleridir. Yaygın bir deyiş olan, “sürüden ayrılanı kurt kapar” sözü bu durumu anlatır. Sürü halinde olan insanlara da kitle denilir. Kitlelerin de, yönlendirme açısından, hayvanlara benzediği açıktır. Fakat insanlar, en azından hayatlarının bazı devrelerinde, kendilerini toplumdan soyutlayıp, inzivaya çekilmek isterler. Hayvanlarla insanlar arsındaki bu zıt davranışın sebebi, insanlardaki ruh halidir.

Hayvanların yavruları oyun oynarlar. Onların birbirleriyle oyun oynamalarındaki tek etken, biyolojik ihtiyaçlarıdır. Oyunları, tamamen içgüdüseldir. Bu içgüdü, aynı zamanda, biyolojik ihtiyacı gidermek için işlevseldir. Benzer şekilde, hayvanların yavru olmayanlarının aralarındaki oyunların da temelinde biyolojik ihtiyaçları vardır.

Çocuklar da, büyükler de oyun oynarlar. Fakat bu oyunların temeli biyolojik değildir. Oyunlarının temeli, ruhi düşünce ile ilgilidir. İnsanlar, genellikle, içlerinde hissettikleri manevi ihtiyaçlarını tatmin etmek için oynarlar. Oyun oynayarak bedenlerini geliştirmek gibi içgüdülere sahip değildirler. Dolayısıyla insanlar ve çocuklar, içgüdüsel olarak oynamazlar. Ruh hallerine göre davranırlar. O anda oynamak istemiyorlarsa, oynamazlar. Oyun isteklerinde biyolojik zorunluluk yoktur, ruhi serbestlik vardır.

Sonuç olarak, hayvanların hayatları basittir. İnsanların hayatları ise, karmaşıktır. Birinin hayatı diğerine benzemez. Hayvanların davranışlarını bedenlerinin ihtiyaçları belirlediğinden, hayvanlar masumdur. Günahsızdır. İnsanlar da, doğuştan masum doğarlar. Bizler de, aklımızı ve ruhumuzu kullanacak yaşa gelene kadar masumuzdur. Fakat aklımızı ve ruhumuzu kullanacak yaşa geldikten sonra masumiyetimiz biter, günahlar başlar. Bu günahlardan kurtularak tekrar masumiyete dönebilmemizin tek yolu, aklımızı ve ruhumuzu Yüce Yaradan’ın gösterdiği yönde kullanmaya başlamamızdır. Başka bir yolu yoktur. Bu dönüşü sağladıktan sonra masumiyeti devam ettirebilmemizin tek yolu, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürümeye devam etmemizdir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | BEDENLERİYLE YAŞAYANLAR HAYVAN, RUHLARIYLA YAŞAYANLAR İNSANDIR için yorumlar kapalı