RASYONELLİK VE AKIL ETME

RASYONELLİK VE AKIL ETME

 

Rasyonel davranıştan maksat, akla uygun olan, hesaplı olan ve gerçekçi olan yolların izlenmesidir. Sözlüklerdeki tanımlar bu şekildedir. Bu anlamlarıyla rasyonellik, nefsin hoşuna giden işler yapmayı çağrıştırır. Dolayısıyla rasyonellik, bireyselliği öne çıkarır.

Akıl etmek, düşünmeyi çağrıştırır. Bu nedenle, Kur’an’da çok sayıda geçen bu söz, bazen, aklı erdirmek, bazen ise, düşünmek şeklinde tercüme edilmektedir. Kur’an’da, bu kavram genellikle, Yüce Yaradan’ın insanlara sorusu şeklinde ele alındığından, “hiç akıl erdirmez misiniz?” veya “hiç düşünmez misiniz?” olarak geçmektedir. Dolayısıyla akıl etmek, sadece şahsi menfaati değil, toplumun ve insanlığın sorunlarını da düşünmeyi çağrıştırır. Hattâ, dünyanın işleyişini ve evrenin yaratılış sebeplerini de düşünmemizi bekler.

Eğer bir çocuğu, bir kişi yetiştirirse, o çocuğun rasyonel davranışlar göstererek, menfaatini düşünen bir birey olması ihtimali daha fazladır. Fakat bir Afrika atasözündeki “çocuğu, bütün köy yetiştirir” anlayışı uygulanırsa, o çocuğun, aklı eden ve düşünen insan olması ihtimali daha kuvvetlidir.

Günümüzdeki ekonomi fakültelerinin büyük çoğunluğu, kapitalizmim harp akademileri olarak görev yapmaktadır. Fırsatlardan yararlanma konusu öğrencilere anlatılırken, bu uygulamanın akıllı bir davranış olduğu söylenir. Öğrencinin ticaretle uğraştığı varsayılarak, onlara şöyle bir soru sorulur. “Senin firmanın elindeki bir malda, herhangi bir mücbir sebeple, talep patlaması ve arz eksikliği olduğunda, sizin elinizdeki ürünün Pazar fiyatı hızla yükselince, siz bu malınızı eski fiyattan mı yoksa yeni oluşan fahiş fiyattan mı satmanız mantıklıdır?” Bu soruya, öğrencilerin çok büyük çoğunluğu, yeni oluşan fahiş fiyattan satmanın akıllılık olduğu şeklinde cevaplandırmaktadır. Sorudaki “mücbir sebepler” ve “fahiş fiyat” kelimeleri, öğrencileri düşünmeye bile sevk etmemektedir. Çünkü onlar, rasyonel davranmak üzere yetiştirilmişlerdir.

Ekonomi fakültelerinde öğrencilere öğretilenler, rasyonellik adı altında fırsatçılıktır. En çok fırsatçılık yapan, kendisini en akıllı olarak görmek üzere yetiştirilmektedir. Son dönemlerde, ekonomik buhranların sıklaşmasının ve fakir ile zenginin arasının açılmasının en önemli sebebi, finans sektöründe çok yaygın olan rasyonel davranma anlayışıdır.

İnsanlar, yalnız yaşamak istemezler. Yaşadığımız en küçük birim, ailemizdir. Birden fazla insanın yaşadığı her toplulukta olduğu gibi, ailemizde de mutlaka sorunlar olur. Eğer fertler, sorunlara kendi menfaatleri açısından yani rasyonel yaklaşırlarsa, çözüme ulaşmak pek mümkün olmaz. Sorunlar bitmez. Sorunlar, ancak, ortak çabaların sonucunda oluşturulacak ortak akıl ile çözülebilir. Ortak akıl, akıl etmenin ve düşünmenin sonucunda oluşur.  

Benzer durum, en küçük birim olan aileden itibaren, en büyük birim olan insanlığa kadar geçerlidir. Dolayısıyla, insanlığın sorunlarını, kişilerin, şirketlerin ve devletlerin rasyonel bakışla oluşturacakları tavırlarla çözmek mümkün değildir. İnsanlığın sorunları, ancak, aklı erdirme ve düşünme sonucunda oluşturulacak ortak akılla çözülebilir.

Rasyonellik, bizlere, hayvansal dürtülerimizi önceliğe almamızı öğütler. Böylece bireysel aklı öne çıkarır. Bireysel akılla da, sonuç alınamaz. Eğer sonuç alınsaydı, “akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış” meşhur deyişi olmazdı. Demek ki, günlük geçimini sağlama peşinde koşan bir insan bile, kendisini kraldan daha akıllı görebilmektedir.

Aklı etme ise, ister sosyal olaylarda olsun, isterse teknolojiyi geliştirme konusundaki araştırma çalışmalarımızda olsun, bizi gurup halinde düşünmemiz için zorlar. Ancak gurup halinde düşünürken, özgür olunması gerekir. Eğer gurup baskısının etkisiyle düşünürsek, bu defa gurubun menfaati doğrultusunda rasyonel davranma ihtimalimiz artar. Bu aksaklığı bertaraf etmek için, “akıl etmek” sözünü gerçekten uygulamak gerekir.

Siyasi partilerin, bazı vakıf ve derneklerin, gurup halinde düşünmelerindeki tıkanıklık “gurup baskısı” olayından kaynaklanmaktadır. Rasyonel düşünen bir siyasi parti, en iyi partinin kendileri olduğunu, diğerlerinin hepsinin işe yaramaz olduğunu iddia ederken, bu söylemlerine kendileri de inanmaya başlarlar.

Bütün siyasi partilerin, seçmen konusundaki düşünceleri birbirine benzemektedir. Çünkü hepsi de rasyonel düşünmektedir. Siyasette rasyonellik, -bilhassa seçimlerden önce- en iyisini seçmen bilir anlayışını öne çıkarır. Akıl etme ise, demokrasinin zaaflarını da dile getirmeye çalışır.

Benzer fark, ticarette de görülür. Rasyonellik, “müşteri daima haklıdır” der. Aklı etme ise, velinimet olarak gördüğü müşterisini ikna etmeye çalışır.

Her okuyucunun, bizim örnek verdiğimiz bu alanlardan çok daha fazlasını vereceğine inanıyoruz. Biz, rasyonellik ile akıl etme arasındaki büyük farka dikkat çekmek istiyoruz. Eğer hep rasyonel davranırsak, belki nefsimizin isteklerini yerine getirebiliriz. Ama ruhumuzun gıdasız kaldığını anladığımızda çok geç olması ihtimali kuvvetlidir.

Bu sebeple, hem kendimizin hem de ailemizin, milletimizin, insanlığın huzur bulabilmesi, rasyonel davranmayı azaltmamız ve akıl edip düşünerek, ortak aklı oluşturmayı artırmamız ile doğru orantılıdır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | RASYONELLİK VE AKIL ETME için yorumlar kapalı

SİYASETTE SADAKAT

SİYASETTE SADAKAT

 

Felsefecilerin bir kısmı sadakatin, kişiler arasında olabileceğini savunurlar. Dolayısıyla, sadece kişiler arasında bağlılık olacağını düşünürler. Herhangi bir fikre, guruba veya ülkeye bağlılığı, çok anlamlı görmezler.

Aslında sadakat için böyle bir kişiselleştirme yapmak yanlıştır. Esas olan sadakat kavramından ne anladığımızdır. Sadakat, Allah rızası için yapılan hizmetler olarak değerlendirilirse, bir anlam ifade eder. Eğer sadakatin temelinde, hak ve adaleti tesis etme çabası, Allah’ın rızasını kazanma arzusu varsa, o sadakatin, kişiye, ülkeye veya fikre gösterilmiş olması fark etmez.

Bir kişi, herhangi bir şahsa, Allah rızasını kazanmak için sadakat gösteriyorsa, bağlandığı kişi Yüce Yaradan’ın yolundan ayrıldığında, artık ortada sadakat gösterilecek bir şey kalmamış demektir. Dolayısıyla, şahsa bağlılık sona ermelidir. Yeniden oluşturulacak sadakat tavrı, haklının hakkını vermek için gösterilmelidir.

Aynı durum, guruba, fikre veya ülkeye sadakat konusunda da geçerlidir. Bir fikrin veya ülkenin önderleri, kendi menfaatlerinin peşine düşmüş olabilirler. Veya olayların akışını anlayamadıklarından gaflet içerisinde bulunabilirler. Böyle anlarda, sadakat gösteren kişi, neye karşı bağlı olduğunu iyi ölçmelidir. Eğer, yöneticilerin, kendisinden istedikleri davranışlar, hak ve adaletten ayrılma yönündeyse ve Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda değilse, sadakat gösterimi sona ermelidir. Çünkü artık bu yöneticiler, İslâmiyet’in uyulmasını istediği “ulûl emr” konumunda değildir. Sadakat, aldatılmışları ve mazlumları koruma, haklının hakkını verme hususunda gösterilmelidir.

Yukarıdaki anlatımımızdan, sadakatin, sadece uhrevi konulara gösterileceği manası çıkmamakla birlikte, bazı yanlış anlamalara meydan vermemek için, Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe hitabesi örnek verilebilir. Nutkun, konumuzla ilgili kısmı şöyledir:

“Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle birleştirmiş olabilirler.”

Böyle bir ortamda, sadakat gösterilecek olan husus, yöneticiler değildir. Sadakat gösterilecek husus, aldatılmışları, mazlumları koruma ve hakkı tesis etme yönünde olmalıdır. Atatürk, bu hedefe, “Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmakla” ulaşılabileceğini düşünmüştür. Söyleminde, kendi şahsi menfaatini ilgilendiren bir husus yoktur. Fakir halkı, mazlumları sömürgecilerden koruyarak haklının hakkını verme anlayışı vardır.

Günümüz siyasetindeki sadakat anlayışı ise, yukarıda ifade ettiklerimizle neredeyse tam zıt haldedir. Günümüzdeki birçok siyasetçi, her ne şart altında olursa olsun, kendi şahıslarına karşı sadakat gösterilmesini şart koşmaktadır.

Günümüzdeki siyasetçilerin birçoğu, kişilerin sadakatlerini ölçmek için farklı bir yöntem geliştirmişlerdir. Bunlar, çevresindeki insanlarla birlikte iken yaşanan bir olay hakkında, başka bir ortamda açıklama yaparken, bilerek yalan söylemektedir. Eğer, o olay sırasında çevresinde bulunanlar, kendisinin söylediğinin yalan olduğunu bildikleri halde, kendisini desteklemeye devam ederlerse, siyasetçi, o kişilerin sadık olduklarına inanmaktadır. Önder siyasetçinin çevresindeki bir insan, söylenenin yalan olduğunu bildiği halde sadakat gösterebilir. Ama yalana başkalarını ikna etmeye çalışmazsa, onun gösterdiği sadakat yetersiz olarak değerlendirilmektedir.

Önder siyasinin anlattıklarının yalan olduğunu bildiği halde, başkalarını, anlatılanın gerçek olduğu şeklinde ikna etmeye çabalıyorsa, o şahsın sadakat derecesi yükselir. Halkı ikna etmeyi başaranların sadakat dereceleri, biraz daha fazladır. Dolayısıyla sadakatleri karşılığında alacakları ödülün miktarı da artmaktadır.

Siyasetteki sadakatin ölçüsü, yalana inanmış görünmek ve başkalarını da ikna etmeye çalışmak olmuştur. Peki, yalanı, ortaklaşa bir şekilde tekrar ederek, hakikat olması için uğraşınca, sonuç ne oluyor? Yalancı siyasiler ve onların adeta tokmakçıları gibi olan destekçileri, görünüşte kazanmaya devam ediyorlar. Ama buradan, gelecekte de kazanmaya devam edecekleri anlamı çıkmaz.

Çünkü Ipsos’un yaptığı ve yayınladığı bir araştırmaya göre, dünyada politikacılara güvendiğini söyleyenlerin oranı, sadece %9. Bütün mesleklerin içerisinde en güvenilmeyen gurup, politikacılar çıkmış. Güvenmediklerini açıkça beyan edenlerin oranı %67 ile en yüksek rakam olmuş. Peki, siyasetçilerin destekçileri konumundaki televizyon haber sunucuları ve gazetecilere olan güven ne kadar diye baktığımızda, %21 civarında. Yani onlara da güven iyice azalmış. Bu araştırmaları başka şirketler de yapsa fark etmez. Çünkü politikacıların ve destekçilerinin güvenilmezliği, yaşayarak gözlemlediğimiz bir husustur.

Bazı ülkelerde, din insanlarının bir kısmı da, siyasetçilerin destekçisi olarak tavır alıyorlar. Peki, din insanlarına güven ne diye baktığımızda ne sonuç var? Onlara da güven %21 civarında. Türkiye gibi, insanları kandırmak için, dinin daha etkin kullanıldığı ülkelerde ise, durum çok daha vahimdir. Din insanlarına güven ile politikacılara güven birbirine yaklaşmış, Din insanlarına güven %12. Yani bazı ülkelerde, politikacı ile din insanı, güvensizlikte özdeşleşmiş gibi.

Umulur ki, ister iktidarda isterse muhalefette olsunlar, yalanı âdet haline getirmiş siyasetçiler ve onların destekçileri, bu araştırmalardan ders çıkarırlar. Kendilerini düzeltirler. Bilhassa, siyasi önderin söylediğinin yalan olduğunu bildikleri halde, halkı ikna etmek için çabalayanlar, çok daha fazla sorumludurlar. Takdir edileceği gibi, halk, görmediği olaylar hakkında, konulara daha yakın olan insanların söylemlerine itibar eder. Bu sebeple, siyasiler, sadece söyledikleri yalan için sorumludurlar. Fakat onun söylediklerinin yalan olduğunu bildikleri halde, halkı kandıranlar, hem politikacıların hem de halkın günahına ortak olmuş olurlar.

Çünkü böyleleri, münafık konumuna düşmüşlerdir. Münafıklar hususundaki düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız “Allah, Münafıklar İçin Bizleri Uyarıyor” başlıklı makalemizde, Kur’an ve Hz. Muhammed’in sözlerinden örnekler vererek ifade ettik. Yazımızı da şu dileklerle bitirmiştik:

         “Allah, münafıklar konusunda çeşitli ayetlerle uyardığı peygamberine, şu emri veriyor. Tövbe Suresi 73: “Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Onlara karşı katı ol. Onların varacakları yer cehennemdir ve orası ne kötü bir yerdir.”

          Umulur ki, münafıklar düşünürler ve Allah’ın huzuruna gitmeden hatalarından dönerek salih amel işlemeye başlarlar. Böylece Allah’ın rahmetine ulaşırlar.

          Seçim, her insanın kendisinindir. Unutmayalım ki, Allah’ın huzuruna ne zaman gideceğimiz, bizce belli değildir.”

Demek ki, sadakat, kişinin kendisine değil, Yüce Yaradan’a olmalıdır. O kişiye bağlılığımız, o şahıs Allah’ın yolunda gittiği sürece devam etmelidir.

Yanlışlardan kurtulmamızın tek yolu vardır. O da, insanlardan değil, Yüce Yaradan’dan korkmamız gerektiğini kavramamızdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | SİYASETTE SADAKAT için yorumlar kapalı

İNSAN, HEM BU DÜNYAYA HEM AHİRETE AİTTİR

İNSAN, HEM BU DÜNYAYA HEM AHİRETE AİTTİR

 

İnsanın hem bu dünyaya hem de ahirete ait olması, yaratılıştan gelmektedir. Bilindiği gibi, insanı yeryüzündeki diğer canlılar olan bitki ve hayvanlardan ayıran en belirgin özelliği, manevi yönüdür. İnsanın manevi yönü olarak; şahsiyet, özgürlük ve ruh gibi özelliklerini sayabiliriz. Bu manevi özelliklerin, başka hiçbir canlıda türemesi -Yüce Yaradan istemediği sürece- bilimsel olarak mümkün değildir.

Şahsiyet, özgürlük ve ruh şeklindeki tanımıyla manevi özelliklere, melekler de sahip değildir. Böyle olduğunu, kutsal kitapların anlatımlarından anlamaktayız.

İnsanın varlığıyla ilgili olarak, kutsal kitapların dışında fikir yürütenler, evrim teorisi geliştirmişlerdir. Evrim kuramını dile getirenler, insanın sadece biyolojik gelişmesiyle ilgili fikirler öne sürmüşlerdir. İnsanın manevi yönü hakkında, mantıklı bir fikir beyan edememişlerdir. İnsanda şahsiyetin nasıl oluştuğunu, kişilerde özgürlüğün nasıl geliştiğini açıklayamamışlardır. İnsani duyguların dayanağını tespit edememişlerdir.

Evrim teorisinin, insanların özellikleriyle ilgili olarak açıklayamadığı ama var olan gerçeklere rağmen, kabul etmek istemediği hakikat, insanı da, diğer bütün varlıkları da yaratan bir Yüce Yaradan’ın varlığıdır. Bu tartışmalarla ilgili olarak bu sitede çeşitli makaleler yayınlamıştık. Bu yazılarımızda, insanların sahip oldukları özgürlüğü, ancak, her şeye gücü yeten Yüce bir Yaradan’ın verebileceğini, sorular ve cevaplarıyla gözler önüne sermiştik. İnsanlardaki manevi eşitliğin de, ancak bir Yüce Yaradan tarafından oluşturulabileceğini, irdelemelerimiz sonucunda kavramıştık.

O halde, insanın yaratılışı ile ilgili en gerçek kaynak, kutsal kitaplardır. Araştıran ve sorgulayan her okuyucumuzun takdir edeceği gibi, kutsal kitapların içerisinde değişmeden kalan tek eser, Kur’an’dır. Bu nedenle biz de, konumuzla ilgili bilgileri Kur’an’dan alarak irdelemeye çalışacağız.

Kur’an, insanın ilk yaratılışının, topraktan olduğunu ifade etmektedir. Toprağın hangi kıvamda olduğu, Yüce Yaradan’ın bilgisindedir. İlk insanlardan sonraki yaratılışın, insanlara verilen üreme özelliğiyle olduğunu, hepimiz yaşayarak görüyoruz. Kur’an, bu konuda da bizi bilgilendiriyor. İlk yaratılıştan sonraki insanlığın, sperm dediğimiz bir zerre sudan vücuda getirildiğini vurguluyor.

İşte, erkek ve dişinin spermlerinin birleşmesinden dünyaya gelmeleri dolayısıyla insanlar, bu dünyaya aittir.

Fakat kutsal kitapların hepsindeki ortak olan anlatıma baktığımızda, Hz. Âdem’in, yaratıldıktan sonra Cennette ikamet ettiği ifade edilmektedir. Cennette yaşayan Hz. Âdem ve eşi Hz. Havva, kendilerini yaratan Yüce Yaradan’ın sözünü dinlemeyerek, buyruğunun tersini yapmaları sebebiyle, Cennetten çıkarılmışlardır. Dünyaya indirilmişlerdir.

İşte, bu anlatıma göre insan, ahirete aittir.

Dünyaya ve ahirete aitliğimiz, sahip olduğumuz özelliklerimize de yansımıştır. Akıl, bu dünyaya aittir, ruh ise ahirete aittir. Diğer bir deyişle, akıl bu dünyadan, ruh semadandır.

Akıl ile geliştirdiğimiz bilim bu dünyadan, sahip olduğumuz özgürlük semadandır.

Akıl ile oluşturduğumuz düşünce bu dünyadan, idrak ve irade semadandır.

Biyolojik yaşam bu dünyadan, insani duygular semadandır. Biyolojik yaşamın bu dünyadan ve bize verilen duyguların semadan olduğunu aşağıdaki ayetlerde görebiliriz.

Maide Suresi 5/87: “Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram saymayın. Ve aşırı da gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”

88: “Allah’ın size verdiği rızıklardan helal ve temiz olarak yiyin ve inandığınız Allah’tan korkun.”

Araf Suresi 7/26: “Ey Âdemoğulları, size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Hayırlı olan, takva elbisesidir. İşte bu(nlar), Allah’ın ayetlerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.”

Konuya sadece biyolojik açıdan baktığımızda, insan, tek başına yaşayabilir. Ama kimse tek başına yaşamak istemez. Tek başına yaşamak kadar sıkıcı ve anlamsız bir şey olmayacağını düşünür. İnsanlar, ancak, toplum içerisinde ve cemiyetin bir ferdi olarak yaşarlarsa, hayatlarının bir anlam ifade edeceğini düşünürler.

İşte insanların bu anlayışı ve yapısı da, bizim hem bu dünyaya hem de ahirete ait olduğumuzu gösterir. Çünkü hayata anlamını veren, biyolojik yaşam değildir.

Kur’an, insanlara seslenirken değişik hitaplar kullanır. Kur’an’da, “ey insanlar” diye hitap edildiğinde, bu dünyaya aitliğimiz vurgulanır. Fakat “ey inananlar” veya “ey müminler” şeklinde hitap edilerek şahsiyetimiz vurgulandığında, ahirete aitliğimiz ifade edilir.

Aşağıdaki ayet, bizim, hem bu dünyaya ve hem de ahirete aitliğimizi en net bir şekilde ifade etmektedir.

Kasas Suresi 28/77: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma! Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.”

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSAN, HEM BU DÜNYAYA HEM AHİRETE AİTTİR için yorumlar kapalı

ADALET İÇİN, FİKRİ YÜKSEKLİK, İRADE VE FİZİKİ GÜÇ GEREKİR

ADALET İÇİN, FİKRİ YÜKSEKLİK, İRADE VE FİZİKİ GÜÇ GEREKİR

 

Adalet fikrini, 1789 Fransız Devrimi öncesine kadar, sadece fikir insanları dile getiriyorlardı. Ülkeleri yöneten kralların veya sultanların adaletle hareket etmelerini talep ediyorlardı. Bu isteklerin çoğunda da, mevcut sultan veya krala yönelik bir söylem olmuyordu. İsim belirtmeden genel olarak bahsediliyordu.

Kral veya sultan adaletsiz davranırsa, ne yapılması gerektiği hususunda bir fikir belirtilmiyordu. Nitekim Yusuf Has Hacib’in, Kutadgubilig adlı eserinde bu sıkıntıyı yaşadığı açıkça görülür. “Türk için adalet esastır, devlet adalettir.      Adalet sarsılınca Türk devletleri parçalanır” diyerek adaletli davranış için gayret ederken, çözümün nasıl olacağını bilemediği, 5203 numaralı beytinden anlaşılıyor. “Halk bozulursa onu beyler düzene koyar; eğer beyler bozulursa onları kim düzeltir?” diye bizlere soruyor.

1789 Fransız Devriminden sonraki dönemde, adalet istekleri, toplumsal hareketlerle ifade edilmeye başlandı. Adalet talepleriyle bir araya gelen kitleler, adaleti üç başlık altında ele aldılar. Bunlar; hürriyet, eşitlik ve kardeşlik idi. Günümüzde de kitleler, aynı talepler için hareket etmektedir. Demek ki, insanlık adalet hususunda ciddi bir mesafe kat edememiştir. Böyle olmasının birçok sebebi vardır.

Önce, özgürlük konusunu irdeleyelim. Takdir edileceği gibi, bir fikrin olgunlaşması için, o fikrin önce insanın kendi ruhunda tutunması gerekir. Kendi düşüncelerinde hür olmayan bir insanı düşünelim. Bu kişinin özgürlük isteklerinin ne anlamı olabilir? Kendi fikrinde hür olmayanların yapacakları özgürlük isteklerinin, üst yönetimdeki bazılarına karşı takınılan reddedici bir tavrın ötesine geçmesi çok zordur.

Bu sitede yayınladığımız “Kitle ve Halk Arasındaki Fark” başlıklı makalemizde görüleceği üzere, kendi özünde özgür olmadan özgürlük isteyen insanlar, aslında, bazı önderlerce yönetilen kuklalar durumuna düşerler. Dolayısıyla, gerçek anlamda özgürlükle bir ilgileri yoktur. Eğer ruhunda hür olmadan özgürlük isteyen bu kişi, kitleleri yönlendiren bir şahıs ise, o insan zaten özgürlük istemiyor, kitleleri kendine veya kendisinin de bağlı olduğu yere bağlamak istiyordur.

Adalet kavramının bir diğer ayağı eşitliktir. Eşitlik ilkesi, adaletin, uygulanması en zor olan kısmıdır. Bir kişinin eşitlik ilkesini uygulayabilmesi için, öncelikle kendi yaşantısında bu konuda titiz davranması gerekir. Kendi özel yaşamında veya iş hayatında eşitlik konusuna yeterince dikkat etmiyorsa, o şahıs, daha yetkili ve etkili bir konuma geldiğinde, eşitlik ilkesini uygulamakta çok zorlanır. Zorlanan bu kişinin toplum içerisindeki yetkisi ve etkisi arttıkça, eşitliği anlamsız olarak görmeye başlaması ihtimali de artar. Mevki olarak veya maddeten kendisinden daha güçsüz olan insanlarla eşti olduğunu kabul etmek istemez.

Adaleti oluşturan bir diğer ilke, kardeşliktir. Eşitlik ilkesinin daha rahat uygulanabilmesi, kardeşlik anlayışıyla doğru orantılıdır. İnsanlar arasındaki kardeşlik duygusu geliştikçe, eşitlik kavramına bakış anlam kazanır. Ancak bu kardeşlik duygusunun mümkün olduğu kadar kalpten gelmesi gerekir. Bir insana, kalpten gelmeden, dil ile kardeş deniliyorsa, ona eşit birey olarak baktığını söylemesi inandırıcı olmaz. Bazen, kalpten gelen kardeşlik anlayışlarında da, eşitlik ilkesini kötü yönde etkileyen şartlar olabilir. Örneğin, kardeşler arasında var olan, yaş, boy, makam, mevki, zenginlik, kabiliyet gibi farklar, eşitlik anlayışını zedeleyebilir. İşte, bütün bu sebeplerden dolayı, insanlara kardeş olarak bakmaya, önce kendi ruhunda başlamak gerekir. Aksi takdirde söylemler, istismara açık hale gelir.

Fransız Devriminden günümüze kadarki devrimlerin hiçbirisinin hürriyet, eşitlik, kardeşlik söylemleri yeterince sonuç alamadıysa, bunun birinci sebebi, insanın fikren yükselmemesidir. Bu husustaki düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız, ruhen yükselmekle ilgili makalemizde sizlerle paylaşmıştık. Ruhen yükselmeyi, ancak, gerçek anlamdaki tek Tanrı inancına bağlı din anlayışı sağlayabilir. İlâhi kaynaklı gerçek dinle bağlantılı olmayan dünyevi söylemler, sadece tiyatro sahnesinde geçerli olacak sonuçları oluştururlar.

Dolayısıyla hürriyet, eşitlik ve kardeşlik duyguları din temellidir. İnsanlar, kendilerini yaratan Yüce Yaradan’a karşı da, birbirlerine karşı da, yaratılıştan gelen bir hürriyet anlayışına sahiptirler. İnsanlara bu hürriyeti veren, tek olan Tanrıdır. Diğer taraftan, Yaratılan her insan, Tanrı nezdinde eşitliğe sahiptir. Bu eşitliği bozan, insanların kendilerinin sergileyecekleri davranışlarıdır. İnsanların farklı özelliklerde yaratılmış olmaları başka şeydir, başlangıçta günahsızlık açısından eşit olmaları başka şeydir.

Her düşüncenin bir sömüreni olduğu gibi, dinin de sömürenleri vardır. Fakat dini hislerin sömürülmesi, adaleti sağlayan unsurların din temeline dayandığı gerçeğini örtemez. Adalet anlayışı, uhrevi olmayıp sadece dünyevi olursa, adaletin sağlanması çok zor olur. Yukarıda gördüğümüz gibi, kendi ruhunda yer bulmayan bir anlayışı, dışarıya karşı gerçek anlamda uygulamak mümkün değildir.

Adaleti sağlayabilmek için gerekli bir başka şart da, güçlü olmaktır. Ancak bu güçlülük, sadece fiziki ve maddi açıdan olursa, çoğu zaman sonuç alınamaz. Hattâ bazen, sahip olunan maddi güç, adaletsizliğin dayanağı olur. Güçlü olan kişilerin adaletli davranmaları için ihtiyaçları olan şey, iradedir. Ancak, insani iradesini, adaletli olma yönünde kullanabileceği gibi, kendi nefsinin istekleri doğrultusunda ve adaletsizce de kullanabilir.

Yüce Yaradan, yarattığı insanlara irade vermiştir. Bu iradenin hangi yönde kullanılacağı, dayandığı kaynağa bağlıdır. İrademizi güzel yönde kullanmamızı sağlayacak kaynak olmazsa, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, irademizi nefsimize uydurmamız mümkündür. Tek olan Tanrı, insanlara verdiği iradeyi güzel yönde kullanabilmeleri için, ayrıca vicdan vermiştir. Anadolu Selçuklularının esnaflarının piri sayılan Ahi Evran’ın dediği gibi, kişi vicdanını kendisine gözcü yaparsa, iradesini adaletli davranış yönünde kullanmış olur.

Demek ki, Yüce Yaradan, adaleti uygulayabilmemiz için gerekli olan irade ve vicdanı her insana vermiştir. Fikren ve ruhen yükselmemizin yollarını da, her zaman insanlara iletmiştir. Adaleti uygulayabilmemiz için ihtiyacımız olan güç de, tek olan Tanrı’ya karşı içten gelen bir inançtan ve Yüce Yaradan’ın bize verdiği özgürlük anlayışından kaynaklanırsa, adaleti sağlamamız kolaylaşır.

O halde, adaleti sağlamayı kolaylaştırmak için yapmamız gereken tek şey, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl, vicdan ve iradeyi, yine tek olan Tanrı’nın insanlara verdiği eşitlik ve özgürlük kavramları doğrultusunda kullanmaya çaba göstermemiz ve bu anlayıştaki insanlarla güç birliği yapmamızdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | ADALET İÇİN, FİKRİ YÜKSEKLİK, İRADE VE FİZİKİ GÜÇ GEREKİR için yorumlar kapalı

TALAT PAŞA, ENVER PAŞA, ATATÜRK VE CUMHURİYET

TALAT PAŞA, ENVER PAŞA, ATATÜRK VE CUMHURİYET

 

Cumhuriyet, en faziletli yönetim şekli olarak bilinir. Şekil itibarıyla doğrudur. Ancak, cumhuriyetin nasıl kurulduğu, halkın anlayışı ve kimlerin yönettiği önemlidir. Geçmişte ve günümüzde çok sayıda cumhuriyet rejimi kuruldu. Bunların uygulamaları arasında, neredeyse birbirine zıt davranışlar vardır. Rusya İmparatorluğunu yıkarak, SSCB (Sosyalist Halk Meclisleri Birliği Cumhuriyeti anlamında) adıyla bir cumhuriyet rejimini kuran Bolşeviklerin davranışlarına bakalım.

Bu sitedeki “Hukuk Kavramı Üzerine” başlıklı yazımızda Lenin’in şu sözünü aktarmıştık: “İşçi iktidarı, yasal sınırı olmayan ve şiddete dayanan bir iktidardır.” Lenin böyle düşününce, Stalin’den başka bir davranış beklemek yanlış olurdu herhalde. Çarların egemenliklerini yıkarak bir cumhuriyet rejimi kurduklarını söyleyen Bolşeviklerin uygulamalarıyla, Atatürk’ün ve hatta daha sonraki yöneticilerin davranışlarını aynı kalıba koymak, büyük haksızlık olur. Okuyucuların Stalin ve diğerlerinin uygulamaları hakkında yeterince bilgi sahibi olduklarını düşündüğüm için, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda etkili olan insanların davranışlarını aktarmaya çalışacağım.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, tamamen Atatürk’e maledilir. Atatürk’ün payı elbette büyüktür, ama yalnız ona ait olduğu düşünülemez. Bu sebeple, daha doğru bir sonuca ulaşmak için, emeği geçen diğer insanların yapılarını da incelemek gerekir. Kısa bir yazı içerisinde, emeği geçen insanların özelliklerini incelemek mümkün olduğundan, biz de emeği geçenleri temsilen üç kişiyi irdeleyeceğiz.

Önce, İttihat Terakki partisinin “büyük patronu” olan Talat Paşa ile başlayacağız. Çünkü, sadrazamlık yapmasına rağmen en az bilinen bir şahsiyettir. Bir kişiyi en yakından tanıyan da -evli ise- onun eşidir. Biz de Selam Ok’un, Talat Paşanın eşi Hayriye Hanımdan aktardıklarını sizlerle paylaşacağız.

Talat Paşa, 1874 Edirne doğumludur. Edirne Askeri Rüştiyesinde okurken bir subayı dövdüğü için okuldan atılır ve postanede çalışmaya başlar. Siyasi çalışmalarından dolayı hapse atılır. 25 ay yattıktan sonra çıkar ve çalışmalarına kaldığı yerden devam eder. Çevresinin ısrarları üzerine 1910 yılında evlenir. Görücü usulüyle evlendiği eşini istemeye gidenlere şunları söyler. “Acaba küçük bir geliri var mı? Çünkü ben politika adamıyım. Nasıl, nerede, ne zaman öleceğim bilinmez. Ona ne sığınacak bir yuva, ne geçinecek bir servet bırakamayacağım muhakkak… Eğer kendisinin ayda beş on lira getiren bir iradı olursa hiç değilse, yaşarken yüzüne endişesiz ve korkusuz bakabilirim”

Mücadele hayatına bu anlayışla başlayan bazı insanların nasıl değiştiklerini, görerek şahit oluyoruz. Acaba Talat Paşada böyle değişti mi? Bu konuda yine eşi Hayriye Hanımın anlattıklarına bakalım:

“Otuz altı milyon nüfuslu bir imparatorluğu başında idi. Ama Ayasofya civarındaki evimiz kira idi. Milyarlar ve milyarlarla oynadı. Fakat kursağına bir lokma, bir zerre haram girmedi. Belki inanmazsınız, sadrazam iken bile yemeğini sefertası ile Ba-ı Ali’ye gönderirdim. Bir yere gitmesini, ikram görmesini istemezdi. Dindardı. Her sabah abdestini alır, namazını kılar ve öyle işine giderdi… Millet süpürge tohumu ile ekmek yaparken, evime beyaz ekmek sokmam diyordu. Annesi hastalandığında bile, evimize kara ekmekten başkasını sokmadı.”

Demek ki, Talat paşayı makam ve mevkiler değiştirememişti. Peki, böylesine mücadeleden amacı ne olabilirdi?. Onu da yine eşinden dinleyelim:

Çanakkale zaferini haber aldığımız an, sevinçten kendinden geçer gibi olmuştu. Hiç unutmam, yatak odasında idik. Hayriye öyle planlarım var ki, ah, şu harbi kazandığımız gün, bilsen ne olacak. Büyük Türk Milleti hak ettiği hürriyete kavuşacak. İnkılaplar yürüyecek, taa Cumhuriyete kadar.”

Hayriye Hanım merakla sorar ve aralarında şu konuşma geçer:

– Ya Cumhuriyeti kim kuracak?

Talat Paşa, eşinin yüzüne uzun uzun bakar ve cevap verir.

– Ne demek istiyorsun yani?

– Öyle ya, Cumhuriyet olunca, bir de reisi olmaz mı?

Talat Paşa birdenbire silkinir.

– Ben mi? Asla! Böyle bir şeyi hatırıma bile getirmek istemem. Bu millet elbette en liyakatli, en namuslu, en vatansever evladını seçip, o makama oturtur.”

Talat Paşanın ifadeleri gerçek oldu. Türkiye Cumhuriyetin’in reisi, en liyakatli, en namuslu ve en vatansever evlatlarından Mustafa Kemal Atatürk oldu.

Atatürk bu makamı çok fazlasıyla hak ettiğini çok sayıdaki davranışıyla gösterdi. Bunlardan birisi, 1925 yılında Talat Paşanın eşi Hayriye Hanım ile yaptığı konuşmasında gerçekleşti. Atatürk şöyle diyordu: “Eğer Talat Paşa, Meşrutiyet inkılabını yapmamış ve ondan sonraki meşhur hizmetleriyle bu yolları açmamış olsaydı, biz bu inkılabı yapamazdık.”

Atatürk ve diğer önemli şahsiyet olan Enver Paşa ile ilgili olarak, bu sitede defalarca makale yazdığım için burada onların çok güzel olan hasletlerini ve faziletli davranışlarını tekrarlamayacağım. Sadece Atatürk’ün, Enver Paşa ile ilgili sözlerini aktarmakla yetineceğiz.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki dönemde Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt’un aktardığına göre, genç bir milletvekili, Gazinin huzurunda konuşurken, Atatürk’e hoş görünmek için, Enver Paşanın aleyhine sözler söyler. Atatürk, merhum Enver’in aleyhine konuşan kişiyi derhal susturur ve şu veciz sözü söyler:

“O, bir güneş gibi doğmuş, bir gurup ihtişamıyla batmıştır. Arasını tarihe bırakalım”

Enver Paşanın insani yönünü, Lübnanlı Arap aydınlardan Emir Şekip Aslan’dan okuyalım: “Enver Paşa, bir taraftan hiç kimseye baş eğmeyen bir şecaat ve kahramanlığın, diğer yandan ise utangaçlık, incelik, merhamet ve alçak gönüllülük gibi faziletleri bir arada toplamış bir kişiliğe sahipti. O, iş yapmayı, söz söylemeye tercih eder, sevinmekten ve övünmekten hoşlanmazdı. Onun rütbesi ve makamı yükseldikçe, alçak gönüllülüğü artıyordu. Kendisi son derece şecaat sahibi, dini bütün, eli ve beli tertemiz, hür seciyeli bir zât idi.”

Enver Paşa da, Mustafa Kemal’in aleyhine hiç kötü konuşmamıştır. Atatürk’ün önderliğinde verilen Yeniden Diriliş Savaşı sırasında, Anadolu’ya geri girmesi için ısrar edenleri dinlememiştir. Sakarya Savaşı ile düşmanın durdurulduğunu görünce, yönünü doğuya çevirmiştir. Kendisini durdurmak isteyenlere şu cevabı vermiştir: “Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında, asırlardır bağlar kopmuş durumda. Ben oraya gider, orada savaşırken ölürüm. Böylece, Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında köprü olurum.”

İşte Cumhuriyet, böylesine faziletli insanların yönetiminde kuruldu. Peki, haklın genel anlayışı nasıl idi? Bu konuda da, Çanakkale Harbi sırasında Mustafa Kemal’in 57inci alayın askerlerine verdiği emir ve askerlerin cevabı yeterli bir örnek olacaktır. Çok sayıda insanın bildiği bu olay şöyle geçmiştir.

Mustafa Kemal, geri çekilen askerleri görünce niçin çekildiklerini sorar. Barutlarının bittiğini söylerler. Mustafa Kemal -mealen- şöyle seslenir: “Barutunuz bittiyse, süngünüz var. Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölene kadar yetişecek kuvvetler, düşmanı geri püskürtecektir. Süngü tak, hücuum” Bunu söylerken kendisi de mevzi alır.

Askerlerin cevabı, “çok biliyorsan sen savaş, biz gidiyoruz” şeklinde olmaz. O muhteşem insanlar, hemen emre uyarlar, süngü takarlar ve düşmana saldırırlar. Hepsi şehit olurlar. Ama yetişenler düşmanı püskürtürler.

Demek ki, halkın anlayışı da, yöneticilerle aynı şekilde faziletli imiş.

Burada Türkleri övmek gibi bir gaye peşinde olmadığımı, Enver Paşa hakkında yazdığım yedi ayrı makalede bahsettiğim bir olayla da gösterdim. Bilindiği gibi Enver Paşa Orta Asya Türklerini Ruslardan kurtarmak için, o bölgeye gitti. Sadece kendisi değil, ekibiyle beraber gitti. Orada kendisine çok bağlı insanlar da vardı. Ama bunlar azınlıkta kalmışlardı. Enver Paşanın başına gelmedik ihanet kalmadı. Savaşa karar verildiğinde, kendisine yapılan taahhütlere bakıldığında seksen bin asker toplanacağı hesabı yapıldı. Fakat toplana asker sayısı beş bini geçmedi. Bu durumu gören Enver Paşa, dağda gizlenmiş Rus mitralyözlerinin üzerine göz göre göre yalın kılıç saldırarak, 4 Ağustos 1922’de kendisini ölüme attı ve şehit oldu.

Eğer Orta Asya Türkleri, “padişahımız” dedikleri Enver Paşanın arkasında, 57inci alayın askerleri gibi dursalardı, seksen bin asker toplansaydı ve ölümüne ileri atılsalardı, Orta Asya’daki Türkler daha o zaman bağımsızlıklarına kavuşabilirlerdi. Çok sevdiğim bir insanın söylediği gibi, kim ne yaparsa kendisine yapar.

Anlaşılan o ki, Cumhuriyetin en faziletli bir rejim olması, ismiyle değil, hem halkın hem de yöneticilerin davranışlarıyla doğru orantılıdır.

Anadolu’daki mücadele, bütün mazlum milletler için örnek oldu. Demek ki, bir mücadelenin kutsal bir amacı olmazsa, ya sonuç alınamaz veya ulaşılan sonuç sadece şekilde kalır.

Talat paşa, Enver Paşa, Atatürk, askeri ve fikri önderler ile halkın önemli bir bölümü, atalarının anlayışına sahip çıkmışlardır. Osmanlı Devleti, kendisinden fedakârlık ederek, doğusundaki mazlum milletleri korumak için mücadele etmişti. Türkiye Cumhuriyetini kuran nesil de, hem kendileri için hem de mazlumlar adına mücadele ettiler.

Allah, hepsinden ve dünyanın neresinde olursa olsun, adaleti sağlamak için, mazlumları koruyanlardan ve onlara yol gösterenlerden razı olsun inşallah.

Sosyal kategorisine gönderildi | TALAT PAŞA, ENVER PAŞA, ATATÜRK VE CUMHURİYET için yorumlar kapalı

HUKUK KAVRAMI ÜZERİNE

HUKUK KAVRAMI ÜZERİNE

 

Üzerinde en çok fikir yürütülen konulardan irisi hukuktur. Biz de konuya bazı açılardan bakarak kendimizce irdelemeye çalışacağız.

Güçlülerin hukuka ihtiyaçları pek yoktur. Uygulayacağımız hukuk, öncelikle güçsüzün hakkını korumalıdır. Bu sebeple hukukun amaçlarından biri, güçsüzün hakkını güçlülere karşı korumak olmalıdır.

Bazı durumlarda güçsüzler aralarında birleşerek, güçlülere karşı mücadele verirler. Bu mücadelelerin bazısında üçsüzler, güçlüleri alt ederek, iktidara kendileri sahip olabilirler. Güçsüzlerin, iktidarı ele geçirmeden önceki düşünceleri, ülke yönetiminde kendilerinin de hakları olduğu şeklindedir. Mücadeleye girişmelerinin temel sebebi de, bu anlayışları olmuştur. Fakat iktidarı ele geçirdikten bir süre sonra, makamlara alışırlar. Bu alışmalarının sonunda, kendilerinin mevcut pozisyonlarını, gerçekleri yansıtan geçerli bir hal olarak görmeye başlarlar.

İktidarın makamlarına alışan güçsüzler, konumlarını bir hak olarak gördüklerinde, artık onlar, yerlerini aldıkları eski güçsüzlerle aynı yapıda insana dönüşürler. Diğer insanlara, tıpkı eski güçlüler gibi, zorbalık yapmaya başlarlar. Eski güçsüzlerin bu davranışları da, hukuksuzluktur. Çünkü onlar artık, güçlü hale gelmişler ve makamlarını kendilerinin hakkı olarak düşünmeye başlamışlardır.

Komünist ülkelerde görülen proletarya (işçi) iktidarı, bu durumun güzel bir örneğidir. Komünizmin bazı fikir önderleri, iktidarlarını dikta şeklinde tanımlayacak düşünce geliştirmişlerdir. Örneğin, Lenin’e göre işçi iktidarı, yasal sınırı olmayan ve şiddete dayanan bir iktidardır. Bu söz, insana garip gelebilir. Marksistlerin fikri savunmalarına ters olarak algılanabilir. Ama Lenin, rasyonel bir düşünce geliştirmiştir. Kendisi gibi yöneticilerin, dikta rejimi kurabilmelerinin yolunu açmaya çalışmıştır. Çünkü yapılan büyük mücadelelerin sonunda, iktidara işçiler gelmemiştir. İşçileri temsil iddiasında olan, Lenin’in kendisi gibi elit bir yönetici gurubu yönetimi devralmıştır. Siyasilerden ve bürokratlardan oluşan bu guruplar, elbette işçilerin değil, kendi geleceklerini sağlama alacak çalışmalar yapacaklardır.

Güçlülerin hukuka ihtiyaçları yoktur dedik. Bu durum, denk kuvvetler için geçerli değildir. Güçlülerin, güçsüzlere olan sorunları için geçerlidir. 1492 keşifleri sonrasında, yeni keşfedilen yerlerde yaşananlar, güçlülerin, güçsüzlere karşı hukuka ihtiyaçları olmadığının en net örneğidir.

Marksizm, hukuku, hâkim sınıfın iradesinin yasaya dönüştürülmüş hali olarak tanımlar. Hukukun tanımını böyle görürsek, 1492 keşifleri sonrasında yapılanlar da, komünist ülkelerde yaşananlar da, zulüm değil, hukukun uygulanışıdır. Yani, eğer hukuk, hâkim sınıfın iradesi ise, 1492den sonra vahşice davrananlar, komünist iktidarlara göre, daha çok haklı görülmelidirler. Çünkü yeni keşfedilen yerlere giden Avrupalılar, gittikleri yerlerdeki yerlilere göre –kendilerince- daha medeniydiler. Yerlileri de, medenileştirmeye çalıştıklarını söylemekteydiler.

Hâlbuki bir başka açıdan bakıldığında hukuk, bir sınır belirleme işlemidir. Eğer bir yerde, kanunlar konulmuş ve hukuk oluşturulmuşsa, orada muktedir gücün sınırları çizilmiş demektir. Bilinen ilk kanunlardan olan Hammurabi kanunları da, hâkim sınıfın gücüne sınır getirmekte idi. Antik Helen ve Roma, aslında köle sahiplerinin devletleriydi. Köle sahibi kişilerin yönettiği bu devletler de bile, hukuk, muktedirlerin gücünü sınırlamaya yönelikti.

Konuya bu açıdan bakıldığında, Marks’ın tanımı yanlıştır. Onun tanımı, sadece bazı kötü uygulamaların görüldüğü mevcut durumun şikâyeti olarak değerlendirilebilir.

Bir başka bakış açısıyla, hukukun, iki yönü vardır. Birincisi, menfaat ve siyaset yönüdür. İkinci yönü ise, ahlâki tarafıdır. Ahlâki yönü olmayan hukuk, hukuk olmaktan çıkacağı gibi, sadece ahlâki yönü olan hukuk da, hukuk olmaktan çıkar. Bu fikrimizi destekleyecek çok sayıda örnek vermek mümkündür. Ancak biz, okuyucularımızın bu örneklerin çoğunu yaşayarak kavradıklarına inandığımız için, örnek vermeyeceğiz.

Hukukun, bu iki yönünü birlikte düşündüğümüzde, materyalizmin tek başına oluşturacağı hukukun, sadece menfaat hukuku olacağı açıktır. Materyalizmin oluşturacağı menfaat hukukunun da, güçsüzleri koruyacağını iddia etmek güçtür. Diğer taraftan, salt din anlayışı ile oluşturulacak hukuk da, sakıncalı olacaktır. Hukukun asıl amacı, adaleti oluşturmaktır. Sadece sevgi ve hizmet esasına dayalı olarak oluşturulacak hukukun, her zaman adaleti sağlayacağını iddia etmek mümkün değildir.

İslâm’ın hukuka bakışıyla ilgili olarak yapılan eleştirilerin başında, İslâm’daki kısas yetkisi gelmektedir. Taraflardan biri, diğer tarafın haklarını ihlâl ettiyse, İslâm, hakkı yenilen guruba veya kişiye, karşı tarafa aynı şekilde cevap verme hakkını vermektedir. Bu açıdan bakılınca, İslâmi hukukun sadece menfaat yönünün olduğu kanaatine varılır. Ancak aşağıdaki ayetler, İslâm’ın konuya bakışının farklı bir yönü daha olduğunu göstermektedir.

Bakara Suresi 2.178: “Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azap vardır.”

Maide 45: “Biz Tevrat’ta onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Bununla beraber kim kısas hakkını bağışlarsa, bu kendi günahlarına kefaret olur. Ve kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”

Yukarıda verdiğimiz iki ayet, benzer fikirleri ifade etmektedir. İlkinde, Hz. Muhammed’in ümmeti olan Müslümanlara hitap edilmektedir. İkincisinde ise, Hz. Musa’nın ümmeti olan Müslümanlara hitap edilmektedir. Demek ki, Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler, aynı şeylerden bahsetmiştir. Hepsinin getirdiklerinin başlangıcı, ilâhidir.

Yukarıdaki ayetlerde, insanlara verilen kısas yetkisine rağmen, affetmeleri tavsiyesi de yapılmıştır. Eğer bu tavsiyeye uyulursa, hukukun, toplumsal fayda tarafı öne çıkmış olacaktır. Demek ki, kısas konusunda bile İslâm hukuku, hukukun hem menfaat, hem de ahlâki yönünü dikkate almıştır.

İslâm, yedi yaş ile ergenlik yaşı arasındakileri de suça karşı korumaya çalışmıştır. Aynı zamanda bu çocukları terbiye etme yoluna gitmiştir. Böylece günümüzdeki sosyal koruma sistemine benzer bir hukuk oluşturarak, güçsüzleri hem korumaya hem de eğitmeye uğraşmıştır. Gerek, Nisa Suresindeki, yetimlere karşı davranışlarla ilgili ayetler ve gerekse, çocukların haklarıyla ilgili ayetlerin amaçlarından birisi, çocukların suça karşı korunması ve yetiştirilmesidir.

Hukuku uygulayacak olanlar, genel anlamda, güçlülerdir. Güçlüler, hukuku kendi menfaatlerine göre bozmamak için, kendilerine şu soruyu sormalı ve toplumda kabul görecek bir cevap bulmalıdırlar. “Benim güçlü olmamın amacı ne?”

Sosyal kategorisine gönderildi | HUKUK KAVRAMI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSLÂMİYET’TE TAKİYE

İSLÂMİYET’TE TAKİYE

 

(Not: Bu makale, Eylül 2013 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Müslüman kelime anlamı olarak, teslim olmak, boyun eğmektir. Dini açıdan Allah’a teslim olmaktır. Allah Ahzab Suresi 35. ayette Müslüman ve Mümin kelimelerini ayrı ayrı kullanır. Bazı ayetlerinde mealen, “Onlar inandık dediler. Sen onları inandı mı zannettin? Onlar Müslüman oldular (teslim oldular). İman kalplerine yerleşmedi” diyerek iman edenle teslim olan arasındaki farkı gösterir. Birçok ayet ‘Ey iman edenler’ diye başlar. ‘Ey Müslümanlar’ diye başlamaz.

Allah’a teslim olmak, iki şekilde olur. Birincisi korkudan, başka çaresi kalmadığındandır. İkincisi ise kalpten inanaraktır. Kalpten inanarak Müslüman olanlara, Mümin denilir. Mümini diğerlerinden ayıran özelliği, sadece imanı değildir. Sergilediği duruş ve davranış tarzıdır.

Takiye, zorda kalınca yalan söylemek anlamındadır. İslamiyet’te takiyeye izinin tek şartı vardır. Kişinin dayanılmaz işkence gördüğü bir durumda hayatını kurtarması söz konusu olduğunda kalbi iman dolu olmak şartıyla izin verilmiştir.

Sahabeden Yemenli genç Ammar’ın başına gelenler bu konuya en güzel örnektir. Ammar’ın babası ve annesi (Yesir ve Sümeyye) gözünün önünde, günlerce işkence gördükten sonra Allah’ı inkâr etmedikleri için öldürüldüler. Daha sonra aynı işkenceler kendisine de yapıldı. Bir gün dayanamayıp, Allah’ı inkâr etti. Ama kalbi iman dolu olduğu için, serbest kalır kalmaz ağlayarak Peygamberimize koştu. Hz. Muhammed (s.a.v.) onun yaptığını haklı buldu. Ama bir daha aynı şeyi yapmamasını tembihledi. Onun durumu üzerine Nahl Suresi 106. ayet indi.

Kureyşlilerin baskısı iyice artınca, Hz. Muhammed (s.a.v.) bir gurup Müslüman’ı Habeşistan’a gönderdi. Mekkeliler de, iki kişiyi kral Necaşi’ye yolladılar ve gelenleri geri göndermesini istediler. Mekkeli Amr bin As, Necaşi’ye Müslümanların Hz. İsa hakkındaki düşüncelerinin Hıristiyanlık anlayışıyla bağdaşmadığını söyledi. Necaşi, gelenlerin sözcüsü Cafer’e bu durumu sordu.

Habeşistan’a gelen Müslümanlar çok zor durumdaydılar. Geri gönderilirlerse, Mekkelilerce öldürüleceklerdi. Ama Cafer yalana başvurmadı. Doğru bildiğini söyledi. Kralın sorusuna: “Biz peygamberimizin bize öğrettiğini söyleriz. İsa, Allah’ın kulu ve peygamberi olup, Kutsal Bakire Meryem’e üflediği ruh ve kelâmdır” dedi. Hâlbuki o dönemde Hıristiyan din adamları, İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu söylüyorlardı.

Necaşi, yerden bir çöp aldı ve “Meryem oğlu İsa sizin söylediklerinizden şu çöp kadar bile fazla değildir” diyerek Mekkelileri reddetti. Müslümanları korumasına aldı.

Müslümanlar, hayatlarının söz konusu olduğu bir ortamda yalan söylememişlerdi. Necaşi, onların söylediği gerçekleri, huzurundaki Hıristiyan din adamlarının kuru öksürüklerle protesto etmelerine rağmen, çok doğru bulmuştu.

Demek ki, her iki tarafta da gerçekleri kabul edenler ve yalan söylemeyenler vardı. Ama Hıristiyanlıkta da, peygamberimizden sonrasında Müslümanlarda da, yalana başvuranlar çoktu. Yalana başvurmanın başlangıcı, takiyenin sınırlarını kendine göre çizmekle oluşuyordu. Yani kendine fetva vermekle başlıyordu. Fetvaların çoğu da nefsani oluyordu.

Takiyeler giderek “Bu ülke İslâmi kurallarla yönetilmiyor. O halde yaşadığımız yer İslâm ülkesi değil, ‘dar-ı harp’tir. O halde her yol mubahtır (sakıncasız) anlayışı” ile çoğaldı. Böylece neredeyse geri dönülemez bir hal aldı.

Böyle anlayışların, ne Hıristiyanlıkta ne de Müslümanlıkta yeri yoktur. Nitekim Romalılar, ilk Hıristiyanları arenalarda parçalatırken, onlar inançlarından dönmediler.

Takiye ile başlayıp yalanı sürdürenlerin, kâr hırsıyla dünyayı zehirleyenlerden, insanları çatıştıranlardan pek bir farkı yoktur.

Aslında böyle davrananların hayatları, artık korku içerisinde geçiyor. Yaptıkları yanlışların başkaları tarafından bir gün bilinebileceğini ve her şeylerini kaybedeceklerini düşünerek korku içerisinde yaşıyorlar.

Böylelerinin yakınlarındaki insanlara güvenmeleri de mümkün değil. Çünkü öncelikle en yakınındakiler, onların yanlışlarının çoğunu zaten ya biliyorlar ya da anlıyorlar. Yakınlarındaki insanlara kötü örnek oldukları ve bazen onları ezdikleri için, çevresindekiler de onların yüzlerine gülüp, arkalarından kuyularını kazıyorlar.

Kötü insanın yanındaki iyi insan ya ayrılır ya da mecburen kötüye uyar. İyi insanın yanındaki kötü insan ya ayrılır ya da iyiye uyar.

Sonuçta böyle insanlar korku içerisinde yaşadıktan sonra çoğu, “su testisi, su yolunda kırılır” özdeyişine uygun bir şekilde bu dünyadan ayrılıyorlar. Ama öbür dünyaya gittiklerinde, bu dünyadaki korkulu yaşantılarını mumla arayacaklarını, Allah bize anlatıyor.

Dolayısıyla, iman kalesinde gedik açtırmamak gerekir. Yoksa çöküş durdurulamaz olur. Ama yanlıştan samimiyetle dönenler için Allah, ‘rahmetinin bitmeyeceğini’ ferman ediyor.

Müslümanlar, bedeli ne olursa olsun, her şartta kendilerini kurtarmak için yalan söylememelidirler. Yalan ancak savaş şartlarında, toplumun genel menfaati için ve hainlik düşünmeden söylenebilir. Şahsi menfaatler için asla söylenmemelidir.

Günümüzde yalan söyleme oranı, Müslüman ülkelerde daha yüksek. Dolayısıyla hem insanlarının, hem ülkelerinin güvenirlilik oranları daha düşüktür. Bu konuda ilk görev, bu ülkelerin yöneticilerine düşüyor. Yoksa görev, bu ülkelerin güzel insanlarına düşecektir.

Genel kategorisine gönderildi | İSLÂMİYET’TE TAKİYE için yorumlar kapalı

KÜRESELLEŞEN DÜNYAMIZDAKİ ORTAK PAYDALAR

KÜRESELLEŞEN DÜNYAMIZDAKİ ORTAK PAYDALAR

 

Bu sitede yayınladığımız “Günümüz İnsanlığının Sorunları Gözümüzü Korkutmamalı” başlıklı makalemizde, benzer sorunların geçmiş dönemlerde de olduğunu kısa örneklerle vermiştik. Bu sebeple, moralimizi bozmamamız gerektiğini belirterek, küreselleşmeyi doğru değerlendirme gayretinde olmamız gerektiğini vurgulamıştık.

Günümüzdeki insanların günlük yaşantılarındaki anlayışlarına bakarsak, gerçekten de çok fazla ortak yönlerimizin olduğunu göreceğiz. Bunların bir kısmı güzel bir gelecek umudumuzu artırırken, bazıları umudumuzu azaltmaktadır. Bizim yapacağımız, sistemlerimizi, umudumuzu artıracak ortak anlayışlar üzerine kurmaya çalışmaktır. Üreteceğimiz düşünceler, insanları dürüstlüğe doğru meylettirecek sistemleri kurma yönünde olmalıdır.

Aşağıda, insanların anlayışlarındaki ortak paydalardan bazı örnekler vereceğiz. Her zaman söylediğimiz gibi, okuyucularımız, bizim verdiğimiz örneklerden çok daha fazlasını düşüneceklerdir.

Öncelikle, insanlığın güzel geleceği için bizi umutlandıran ortak anlayışları irdeleyelim.

İnsanların ekonomiye bakışları aynı temele oturuyor. Liberal ekonomi düşüncesi etkili durumdadır. Bu fikir öylesine yaygın ki, küreselleşmeden daha az etkilenen bölgelerde bile benzer anlayış var. Hâlbuki eskiden böylesine ortak bir anlayış mevcut değildi.

İtibari paraya güven dünyanın her yerinde aynı. Bir devlet, kâğıt üzerine bir şeyler basıyor. Bu şu kadar değerdedir diye yazıyor. Oysaki kâğıdın üzerinde yazılana itibar edilmezse, hiçbir değeri yok. Ama kâğıdın üzerinde yazılana, dolar gibi paralarda, bütün dünya itibar ediyor. Hâlbuki eskiden böyle bir durum yoktu.

Personel maaşları için uygulanan ilke ve sistemler aynı. İşe ilk giren düz işçiye ödenen asgari ücret anlayışı aynı. Her ülkede asgari ücret tespit edilmemiş bile olsa, işe ilk giren ve benzer şartlarda çalışan düz işçilerin aldığı ücretler, ülke çapında birbirine çok yakın. Bu durum sadece, yoksulluk sınırının altındaki insanlarının oranı çok olan ülkelerin bazı bölgelerinde değişebiliyor.

Bütün dünyada devlet kurumlarından beklentiler aynı. Her ülkedeki insanlar devletlerinden, sosyal devlet anlayışında olmasını bekliyorlar.

Bütün dünyada barış ve savaş konusuna bakışlar birbirine benzemeye başladı. Hattâ, barış yanlıları, tarihte görülenin en üst seviyesinde. Savaş yanlıları da artık, klavye savaşçısı olma yolundalar.

Silahlı kuvvetlerin organizasyon modelleri, çalışma yöntemleri aynı. Hattâ asker toplama şekilleri aynı.

İnsan sağlığına bakışlar aynı. Artık hastalar, din insanlarına değil doktorlara götürülüyor. Sağlığa verilen değer ve uygulanan sağlıklı yaşam yöntemleri aynı. Maddi durumu uygun olanlar için, beslenme sırasında dikkat edilmesi gereken ayrıntılar konusundaki fikirler –bazen uzmanız diyenler birbirine zıt şeyler söyleseler de- genel anlamda aynı.

Hastanelerimizin yapısı da gerek poliklinikler gerekse yatan hasta bölümleri olarak aynı. Personelin görev bölümü birbirine çok benzer. Hattâ hastalara uygulanan tedavi yöntemleri –maddi imkânsızlıklar dışında- aynı.

Maddi durumun yeterli olduğu yerlerde, görsel basını izlemeye ayılan vakitler konusundaki oranlar birbirine çok yakın.

Devlet yönetiminde, sistem olarak demokrasi ile idare edilme isteği aynı. Bu talep, zengin veya fakir olmaya bakmıyor.

Eğitim kurumlarımızın yapısı aynı.

Eğitimden beklediklerimiz aynı. Öğrencilere anlatılan fen ve sosyal bilgiler birbirine çok benzer.

Kadınların önemine bakışımız aynı. Ama bu değerle ilgili olarak erkek yöneticilerin yöntemleri, halen bazı bölgelerde birbirinden faklı. Ancak, kadınların, kendi haklarına sahip çıkma isteği, hemen her yerde aynı.

Ülkelerdeki spor dalları birbirine çok yakın benzerlikte. İnsanların, spor dallarına gösterdiği ilgi bile, birbirine çok benziyor. Günümüzde, bütün dünyada en çok ilgi futbola, sonra basketbola gösteriliyor. Diğer sporların bazılarına gösterilen ilgi, bölgelere göre değişmekle birlikte, birbirlerine yine de benziyor.

Hukuktan beklentiler ve hukuk anlayışına bakışılar birbirine benziyor. Mahkeme çeşitleri, mahkeme açma usulleri, mahkemelerin işleyiş yöntemleri, üst mahkemeler anlayışı birbirine çok benziyor. Uluslararası hukuka saygı da genel anlamda aynı. Bazı ideolojik gurupların işlerine gelmeyen kararlar karşısındaki söylemleri bu gerçeği değiştirmez. Çünkü onlar da uluslararası hukuka ihtiyaç duydukları zamanlarda, aynı saygıyı göstermektedirler.

Ticari şirketlerin yapıları, ticari kurallar birbirine çok benziyor. Ülkelerin zenginlerinin bir kısmının ticari ortakları, sınırların dışından, hattâ okyanuslar aşırı ortaklıklar söz konusu.

Teknolojik gelişmelerden faydalanma arzusu aynı. Her insan TV seyredebilmek, buzdolabı gibi ev eşyalarını kullanabilmek istiyor. Her insan araba, uçak gibi ulaşım araçlarına binmek ve mümkün olduğunca araba sahibi olmak istiyor.

Tarım alanındaki uygulamalarımız aynı. Gübre kullanımımız, tohum ıslah çalışmalarımız, başka ülkelerin tohumlarından veya ürünlerinden faydalanmamız aynı. Hayvancılıkta da benzer anlayışa sahibiz.

Şimdi de, ıslah edilmesi gereken ortak paydalarımızla ilgili alanları ele alalım.

Para kazanma hırsı ve zenginlik hevesi, dünyada çok yaygın. Hâlbuki eskiden bazı bölgeler ve guruplardaki insanlarda, böyle bir anlayış daha az etkin idi.

Günümüz insanlarındaki bir başka ortak anlayış, üretimden ziyade, sanal ekonomik ortamda para kazanma çabasıdır. Eskiden katma değer üreten en önemli unsur, toprak idi. Dolayısıyla, üretimden kazanmayanlar, genel anlamda korsanlar ve eşkıyalar idi. Günümüzde ise sanal ekonomik ortamdan kazananlar, toplumun en saygı gören insanları durumundalar.

Tüketimlerimizi, ihtiyacımızı karşılayacak şekilde değil de, çevremizdekiler görsün diye yapma hususunda, küreselleşmenin etkili olduğu her bölgenin anlayışı aynı. Bu anlayış yaygınlaştıkça, yer küremizi ticari bir hapishaneye dönüştürmek üzeredir. Hâlbuki eskiden –en azından halkta- kanaatkârlık var idi.

Bankacılık sisteminin uygulamaları, bütün dünyada aynıdır. İnsanların, bankalarla çalışma mecburiyeti aynı şartlardan kaynaklanıyor. Ülkelerdeki enflasyon şartları, İslâmi Bankacılık uygulamalarını, liberal sistemin bankacılığıyla örtüşmeye zorluyor. Bankacılığın ıslahı için, enflasyonun ıslahı önemli ama yeterli değil.

Devletler olarak sahip olmak istediğimiz silâhlar aynı. Ülke içerisindeki üretimlerde, savunma sanayine verdiğimiz değer, birbirine yakın.  Bu durum insanlığın ortak bakışı ve davranışıyla, kolayca aşılabilir.

Genel kategorisine gönderildi | KÜRESELLEŞEN DÜNYAMIZDAKİ ORTAK PAYDALAR için yorumlar kapalı

YÜZYILLAR ARASINDAKİ ANLAYIŞ FARKLARI

YİRMİBİRİNCİ VEYA ONDÖRDÜNCÜ YÜZ YILDA YAŞAMANIN FARKLARI

 

Toplumlardaki genel kanaat, yirminci yüzyılın sonlarından itibaren yaşananların, geçmiş asırlardakilerden çok farklı olduğu şeklindedir. Ancak böyle bir karara net bir şekilde varabilmek için, bazı göstergelere bakmak gerekir. Bu göstergeler arasında ciddi değişimler ve farklılıklar var ise, insanların yaşadıkları asırların arasında da çok farklar olduğuna kanaat getirilmelidir. Bu göstergelerden bazılarını, okuyucuların da karşılaştırma yapabilmeleri için aşağıda irdelemeye çalışacağız. İnanıyoruz ki, sizler, bu makaleyi her okuduğunuzda, bizim ele aldığımızdan daha fazla göstergeyi belirleyerek karşılaştıracaksınız.

Ondördüncü yüz yılın belirgin özelliklerinden birisi, dinin, sadece dogmalar halinde anlatılmasıdır. Eğer insanların yaşadığı ortamda, din, düşünüp akıl erdirmeden, halen dogma şeklinde yürütülüyorsa, o insanlar yirmibirinci asırda yaşamıyorlar demektir.

Eski dönemlerde, dini, kendi menfaatleri doğrultusunda yorumlayan din tüccarları etkiliydi. Halkı istedikleri gibi yönlendiriyorlardı. Bu durumun en bilinen örneği, Haçlı Seferleridir. Eğer, günümüzde de herhangi bir yerde, din tüccarları insanları istedikleri yöne yönlendirmede halen etkili iseler, o gurubun yaşadığı asır, yirmibirinci yüz yıl değildir.

Ondördüncü asırda zenginliğin göstergesi, toprak sahibi olmaktı. Toprak sahipleri çok güçlü idiler ve halkı –bazı istisnalar hariç- istedikleri gibi ezebiliyorlardı. Eğer, zenginler fakirleri eziyorlarsa, onlara topraklarında çalışan serfler gibi bakıyorlarsa, yirmibirinci yüz yılda yaşanıldığını iddia etmek güçtür.

Eski dönemlerde krallar veya sultanlar, halka istediklerini yaptırma gücüne sahiptiler. Çünkü silah gücü tek onlardaydı. Devlet yönetimi babadan oğula geçiyordu. Günümüzde ise seçimle iktidara geliniyor. Ancak seçimle de gelmiş olsalar, siyasi liderler, basın ve hukuk sistemi üzerinde kurdukları hâkimiyet sonucunda, yalanlarıyla halkı ikna ederek veya kandırarak, istediklerini yaptırma gücüne sahiplerse, yaşanılan asır, çok eskilerle aynı demektir.

Ondördüncü asırda insanlar, yöneticileri özgürce sorgulayamazlardı. Açıktan eleştiremezlerdi. Yöneticilerle münakaşa edemezlerdi. Eğer insanlar, günümüzde de yöneticileri açıktan sorgulayıp eleştirdiklerinde veya münakaşa ettiklerinde, mahkemelerde sürünüyorlar, hapse atılıyorlar veya faili meçhul cinayete kurban gidiyorlarsa, onlar yirmibirinci asırda yaşamıyorlardır.

Eskiden, devletleri yöneten krallar veya sultanlar, devletlerarasındaki sorunların çözümü için birbirleriyle restleşirler, savaş tehdidi savururlar ve bazen de gerçekten harp ederlerdi. Eğer günümüzde de devletleri yönetenler, ülkelerin aralarındaki sorunların çözümü sırasında, birbirlerine karşı benzer şekilde tehditkâr davranıyorlarsa, bu yöneticiler, ondördüncü yüz yıldan kalmışlar demektir. Bu konuda yirmibirinci asrın eski döneme göre tek bir farkı var. Eskiden yöneticilerin yaptıkların tehditlerin sonunda, savaş gerçekten çıkabiliyordu. Günümüzde ise savaşmak yerine, ağız dalaşı ve bazen ekonomik yaptırımlar tercih edilir oldu. Çünkü yapılan ağız dalaşı ve ekonomik yaptırım söylemleri, her iki tarafın yöneticilerinin de kendi ülkelerindeki oylarının artmasına sebep oluyor.

Eski dönemlerde, bir ülkenin ekonomik olarak kalkınmasını sağlayabilmesinin en önemli şartı, sahip olunan tabii kaynakların varlığıydı. Eğer günümüzde de, bir ülkenin kalkınmasının en önemli şartı, sahip olunan doğal kaynaklar ise değişen bir şey yok demektir.

Ondördüncü yüz yılda, toprak sahibi veya yönetici sınıftaki zenginler ile halkın zenginliği arasında çok büyük farklılıklar vardı. Toplum içerisindeki insanların bir bölümü, yoksulluk ve açlık sınırının altındaydı. Eğer günümüzde de insanlar arasındaki zenginlik farkı çok fazla ise ve yoksulluk sınırının altındaki insanların oranı yüksekse, yirmibirinci yüz yılın sosyal devlet anlayışında yaşanılmayıp, eski dönemlerde yaşanıyor demektir.

Eski dönemlerde, bazı devletler savaşta yendikleri başka devletlerin ülkelerinde hâkimiyet kurarlardı. Savaşı kazanan ülkenin insanlarının bir kısmı, bu yeni fethedilen topraklara, ya devlet tarafından yollanırlar veya kendiliklerinden giderlerdi. Her iki durumda da gidenlerin beklentisi, daha çok zengin olmak umuduydu. Paul Kennedy’nin verdiği rakamlara göre, 1846-1930 arasında, 50 milyondan fazla Avrupalı (başta İngilizler olmak üzere), kıta dışında yeni bir hayat kurmak için göç etmiştir. Eğer günümüzde de insanlar, iş bulabilmek ve daha çok zengin olabilmek için, her türlü sınırlamalara ve zorluklara rağmen başka ülkelere gitmeye çalışıyorlarsa, değişen bir şey yok demektir.

Yukarıda sıraladığımız bazı göstergelere bakıldığında, dünyamızda, insanlık anlayışı açısından -bazı bölgeler ve kısa dönemler hariç- değişen pek bir şey olmadığı anlaşılıyor. Değişen tek şey, bilim ve teknolojideki ilerlemeler. Bu ilerlemeler de, kendisini en çok silah sanayinde gösteriyor. Eskiden, bir kaleyi zaptedebilmek için uzun uğraşlar vermek gerekiyordu. Şimdi ise dünyayı ve insanlığı yok edebilmek, ergenliğe yeni adım atmış gençlerin bile başarabileceği bir şey.

YAŞAM kategorisine gönderildi | YÜZYILLAR ARASINDAKİ ANLAYIŞ FARKLARI için yorumlar kapalı

TANRI VE AHLÂK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

TANRI VE AHLÂK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

İbni Arabi, İslâmiyet hakkında sorulan sorulara cevap vermeye çalışmıştır. İbni Arabî’yi anlamanın zorluğu, metinlerinde ki yüksek seviyedeki söylem, daima değişen bakış ve üslubun değişikliğidir. Muhtemelen bu sebeplerle, oryantalistlerin çoğu Arabî’yi tutarsız görmüşler, dolayısıyla önemsememişlerdir. Kendisinin, rüyasında Cennete götürüldüğünü, orada peygamberle sohbet ettiğini, kitaplarında anlatan Arabi, çok fazla konu hakkında fikir beyan etmesine karşılık, Tanrı kavramı hakkında net bir düşünce belirtmemiştir. Çünkü ona göre, dünyadaki insan sayısı kadar farklı Tanrı kavramı vardır. Yani, her insan, Tanrı’yı farklı hayal eder.

Bu konularda fikir yürütenlerden birisi de Tolstoy’dur. O da, İbni Arabi ile benzer bir sonuca varmakla birlikte, ilaveten, şöyle bir sonuca varmıştır: “İnsanlar kimi zaman Tanrı’nın ne olduğu hakkında farklı fikir geliştirmişlerse de, Tanrı’nın onlardan istediklerini, her zaman eşit şekilde anlıyorlar.”

Peygamberler tarafından iletilen ilâhi dinlerin bile, Tanrı’ya bakışı farklı olmuştur. Hıristiyanlıkta Tanrı, şefkatli bir babadır. Yahudilikte ise, Rab dedikleri Tanrı’yı, bir kral olarak tasavvur etmişlerdir. İslâmiyet’teki Allah, doğmayan ve doğurmayandır. Hem gazabı şiddetli, hem de rahmeti çok geniş olan tek yaratıcıdır.

Çok tanrılı anlayışlar, her bir tanrıya ayrı bir özellik atfetmişlerdir. Bu tanrılar, birbirleriyle sürekli kavga halindedir. İslâmiyet, çok tanrılı anlayışlardaki bu durumu düzeltmiştir. Tek yaratıcı olan Allah, 99 ismiyle müsemma özelliklere sahiptir. Tanrı olmanın bütün özelliklerini Kendi zatında toplamıştır.

İnsanlar arsındaki Tanrı kavramında görülen bu farklılıklar, acaba ahlâk anlayışında da oluşmuş mudur?

Bu sitedeki bazı yazılarımızda, Yüce Yaradan’ın tek dininin olduğunu, onun da Allah’a teslim olmak anlamına gelen İslâm olduğunu, ilâhi dinlerden verdiğimiz örneklerle ele almıştık. Bahsettiğimiz makalelerimizde de görüldüğü üzere, ilâhi dinlerin kabul gören kutsal kitapları, ahlâk anlayışı hususunda benzer ifadeler kullanmışlardır.

Kur’an dışındaki Kutsal Kitaplardaki tahrifatı insanların çoğunluğu kabul etmektedir. Benzer tahrifatlar Hinduculuk ve Budizm’in kutsal kitaplarında da mevcuttur. Biz kutsal kitaplardaki ortak ifadeleri dikkate almaya çalışacağız. Diğer taraftan, insanlardaki ahlâk anlayışı konusunda daha gerçekçi bir sonuca ulaşabilmek için, belgeli tarihe bakmak daha uygun olacaktır. Henüz belgelendirilememiş tarihte yaşamış toplumlardaki yaşam ile ilgili olarak anlatılanlar bizi yanıltabilir. Örneğin, avcı-toplayıcı toplumlar için söyleyebileceklerimiz, bugünkü anlayışlarımızı o dönemin şartlarına yansıtarak fikir yürütmeler şeklinde olacaktır. Dolayısıyla, eski tarihle ilgili anlatılanların çoğu varsayımlara dayandırılmaktadır.

M.S. birinci yüz yılda yaşamış Yahudi bilgelerinden Hilel, ahlâk konusunda şöyle söylemiştir: “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkasına yapma. Bütün Tevrat’ın özü budur. Diğer her şey, açıklamalardan ibarettir.”

Hz. İsa’nın bu konuda kullandığı ifadeyi, Matta ve Luka İncilleri aynı şekilde kayda geçmişlerdir: “İnsanların size nasıl davranmalarını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın.”

Hz. Muhammed’in, bu hususla ilgili olarak üzerinde mutabakata varılan sözü şöyledir: “Başkasının ayıp ve kusurlarını söyleyeceğin zaman, derhal kendi kusurunu hatırla.”

Görüldüğü gibi, ilâhi dinlerin peygamberlerinin ifadeleri aynı temele dayanıyor.

Şimdi de, ilâhi dinlerle doğrudan bağlantıları olmayan bilge insanların, ahlâk hakkındaki sözlerini irdeleyelim. Bilinen tarih içerisinde; ahlâk, madde ve ruh, erdem gibi hususlarda yapılan en eski tartışmalar Asya’da gerçekleştirilmiştir. Asya’daki bu tartışmalardan Veda’ların yazarı belli değildir. Vedalar, insanların fert ve toplum olarak huzurlu olmalarının yollarını anlatmaktadır. Ayrıca Acivika’lar, Cainler, Samkhya,  gibi guruplar, benzer konularda fikri tartışmalar yapmışlardır. M.Ö. 5-6ıncı yüz yıldan günümüze kadar devam eden önemli fikirlerin iki ismi, Buddha ve Konfüçyüs’tür.

Konfüçyüs’ün fikirlerini kaleme alan Lun-yu, onun konumuzla ilgili olan şu sözüne yer verir: “Kendime yapmak istemediğim bir şeyi, başkasına da yapmıyorum.”

Buddha’ya göre, insanların çektikleri acıların sebebi, arzulardır. Dolayısıyla, insanların, nefislerini yani arzularını yenmelerinin yollarını araştırmıştır. Arzularını yenerek acıdan kurtulmaya çalışan bir Budist’in, başkasına acı yaşatacak davranışları sergilemesi az görülen bir durumdur. Yani, bir Budist’ten de beklenen, karşısındakilere acı çektirmeyecek şekilde davranmaktır.

Buddha ve Kofüçyüs ile aynı dönemlerde, Antik Helen’de de, bilgeler benzer şeyleri tartışmışlardır. Meşhur yedi bilge arasında sayılan Miltilenli Pitakos, Tales ve yedi bilge arasında ismi geçmeyen Sokrates, bu hususta benzer ifadeler kullanmışlardır: “Başkasında kınadığını, kendin yapma.” Veya bir başka kaynaklara göre “yakınını azarlamana sebep olan şeyi kendin yapma.”

Romalı meşhur düşünür Ciceron da, benzer şeyleri şöyle ifade etmiştir: “Başkasında kınadığın şeyden, sen de çokça kaçınmalısın.”

İnsanların, ahlâk konusunda bu şeklide ortak fikre ulaşmalarının en önemli sebebi, Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği akıl, vicdan ve iradenin düzgün kullanılmasıdır.

Gerek ilâhi dinlerdeki gerekse çok tanrılı inançlardaki Tanrı kavramları arasında, ciddi farklılıklar olduğunu gördük.

Fakat Tanrı’nın ve hattâ tanrıların, insanlardan istediği şeyler konusunda uzlaşma vardır. Yukarıda gördüğümüz gibi, “kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma”, “başkalarına, sana davranılmasını istediğin gibi davran” şeklinde özetlenebilecek olan, Tanrı’nın istekleri hususundaki uzlaşmanın alt başlıkları şöyle ifade edilebilir:

Hem kendi hakkını, hem de başkasının hakkını korumaya çalış.

Kendini başkalarından üstün görme.

Başkalarının başarısını ve mutluluğunu kıskanma. Mutsuzluklarına sevinme.

Sözünü tut, güçsüzleri ezme, güçlülere dalkavukluk yapma.

Yalan söyleme, doğru söyle.

Bencil olma, başkasının emeğine saygılı ol.

Düşüncelerinde bağımsız ol, başka fikirlere saygılı ol.

Anne babana ve yaşlılara saygılı ol, çocukları koru.

Kibirli olma, sade ve alçakgönüllü ol.

Nefret etme, acılara karşı sabırlı ol.

Sosyal kategorisine gönderildi | TANRI VE AHLÂK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı