MALTHUS’UN NÜFUS KURAMI ÜZERİNE

MALTHUS’UN NÜFUS KURAMI ÜZERİNE

 

Thomas Malthus, 1798 yılında “Nüfus Hakkında Bir Deneme” isimli bir kitap yayınladı.

Bu eserin yayınlandığı dönemde devleti yönetenler, nüfus artışını refahın bir göstergesi olarak değerlendiriyorlardı. Devleti idare edenlerin içerisindeki Harbiye Nazırlığı gurubu, daha çok nüfusun daha çok asker demek olduğunu düşünüyorlardı. Devletin hazinesini yönetenler ise, nüfus arttıkça daha çok vergi toplanacağını düşündükleri için, seviniyorlardı. Nitekim çağdaşı olan ünlü İskoç ekonomist Adam Smith de, benzer fikirdeydi.

Malthus, bu düşüncelerin tam tersini savunarak bazı kıyaslamalar yaptı. Nüfus artışının, ürün artışından daha hızlı olması durumunda, fakirliğin artacağını söyledi. Nüfus artışına olumlu bakanların düşüncelerinin geçersiz olduğunu savundu. Artan nüfusun, er ya da geç, fakirler için felâkete sebep olacağını iddia etti. Yetersiz besinin, yoksulların ölümüne sebep olacağını, bu ölümlerin dünyadaki besin miktarı ve insanın ihtiyacı dengelenene kadar süreceğini düşündü. Yazara göre eğer erkekler ve kadınlar, çok çocuk sahibi olmaktan kaçınmazlarsa, yiyecek ve insan nüfusu dengesinin, ancak, hastalık veya savaş gibi felâketlerle sağlanabileceğini vurguladı. Salgın hastalıkların, açlığın ve savaşların bizleri kırmasını istemiyorsak, nüfusun hızlı artmasının önüne geçmeliydik.

Malthus’un kitabını yazdığı sırada, İngiltere, dünyada tarım verimliliği en yüksek olan ülkelerin başında geliyordu. Tarım ürünlerinin üretimi ve pazarlanmasında, piyasa ekonomisi şartları uygulanıyordu. Bu durumun oluşmasının bazı sebepleri vardı. En önemli nedeni, adada 1650’den sonra barış ortamının oluşmasıydı. Çünkü piyasa ekonomisinin uygulanabilmesinin birinci şartı, barış ortamının varlığıdır. Bir diğer sebebi, ülkede Kilise topraklarının çoğuna el konulması idi. Ayrıca, çiftliklerde besi hayvancılığı yapılmaya başlanmıştı.

İngiliz bir rahip olan Malthus’un eseri, yöneticileri ve hattâ toplumun ileri gelenlerini ciddi bir şekilde etkiledi. Çizdiği tablo çok karamsar idi. Bu karamsar tablonun etkisini azaltmak isteyen Britanya Devleti, kendince bir çözüm üretti. İnsanlarını sömürgelerine göç etmeye heveslendirdi. Böylece nüfus artışını engellemeye kalkışmadı. Dolayısıyla, nüfus hızla artmaya devam etti.

Kitap yazıldığında nüfusu yaklaşık 8 milyon olan Britanya, 1850’de 22 milyon oldu. 1900 yılına gelindiğinde 41 milyona ulaştı. 1914’te ise 36 milyona gerilemişti. Çünkü ülkeden göç edenlerin sayısında çok hızlı bir artış olmuştu. Sadece 1913 senesinde Britanya’dan göç edenlerin sayısı 400.000 kişiyi bulmuştu. Ayrıca, 1815-1914 yılları arasında yaklaşık 20 milyon İngiliz, imparatorluklarının sömürgelerine göç etmişti. Göç edenlerin büyük çoğunluğu, fakir insanlardı. Bu durumun muhtemelen en önemli sebebi, sömürgelerden ülkeye akan zenginliğin halka yansımamış olmasıdır. Sömürgelerdeki fırsatlarla ilgili hikâyeleri dinleyen fakir insanlar, ölümü göze alarak göç etmeye çalışıyorlardı.

Britanya Devletinin teşvik ettiği göçler, iki yönlü olarak fayda sağladı. Birincisi, ülkedeki nüfusun azalmasını sağlayarak, fakirliğin aşırı hale gelmesini önlemeye vesile oldu. İkincisi, sömürgelere gidenlerin de katkılarıyla, Birleşik Krallık hayal edemeyeceği bir imparatorluk kurdu. Göç edenlerin, Birleşik Krallığa katkıları üç yönlü oldu. Birincisi, gittikleri sömürgelerdeki İngiliz nüfusunu arttırdılar. Böylece Birleşik Krallık, o sömürgede daha çok pay almak için mücadele ettikleri diğer devletlere galip geldiler. Örneğin, Amerika’da Fransızların nüfusu 400.000 civarında iken, İngilizlerin sayısı 5 milyona ulaşınca, Fransız egemenliği geriledi. İngiliz hâkimiyeti genişledi. İkincisi, bilhassa giden ilk nesiller, ticaretlerinin önemli bir kısmını, geldikleri ülke olan Birleşik Krallık ile yaptılar. Bu durum, İngiltere’nin zenginliğini artırdı. Üçüncüsü, göç edenlerin önemli bir bölümü asi ruhlu ve maceradan korkmayan insanlar oldukları için, onlar ülkede kaldıklarında, Fransız Devrimine benzer bir sarsıntı ile İngiltere’nin de karşılaşması ihtimali çok kuvvetli olurdu. Hicret ederek zenginleme ihtimali, büyük çaplı başkaldırı olmasını önledi.

1800-1900 döneminde, Avrupa’nın nüfusu, dünya ortalamasından fazla arttı. 1800 yılında, dünyadaki her 5 kişiden birisi Avrupalı idi. 1900 senesine gelindiğinde ise, her 4 şahıstan birisi Avrupalı oldu.

Sömürgelerden gelen ve ülkenin kendi üretimine göre çok daha fazla olan artık değerler ve yiyecekler, başta Britanya olmak üzere Batı Avrupa’nın nüfus artışının, Malthus’un söylediği yıkıma dönüşmesini engelledi.

Sonuçta, sömürgelerden gelen artık değerler ve sömürgelere giden göçler, Birleşik Krallığın refahını artırdı. Malthus’un eserinin oluşturduğu olumsuz havayı dağıtmak için çözüm üreten Britanya Devletinin yöneticileri başarılı olmuşlardı. Malthus’un oluşturduğu korkuyu yönetmek için, ellerinde var olan sömürge imkânını iyi yönetmişlerdi. Nüfus artışı felâket olmak yerine işlerine yaramıştı.

Sömürgelerin varlığı, Malthus’un uyarısının önemini kaybettirdi ve unutturdu. Günümüzde de bu uyarıya kulak asmayanlar çoğunlukta. Bunların güvendikleri husus, biyoloji alanındaki gelişmeler. Biyoteknoloji olarak ifade edilebilecek, bitki ilaçlama, hormon kullanımı, tohum ıslahı, hayvan ırkı ıslahı gibi hususlar, bilhassa zenginlerin nüfus artışlarını dengeledi.

Şimdi kendimize bazı sorular soralım. Eğer Birleşik Krallığın, o dönemde ve çok ucuz bir maliyetle dünyayı sömürme imkânı olmasaydı, nüfus artışının sonucu ne olurdu? Sömürgelerine giden 20 milyondan fazla insan Britanya’da kalsa ve aynı oranda nüfus artışı onlarda da olsa, Birleşik Krallığın nüfusu 1900 yılına gelindiğinde 75 milyon civarında olurdu. Dış ülkelerden artık değer getirme imkânı olmayan, kendi ülkesinin şartlarıyla sınırlı olan İngiltere, 75 milyon insan ile fakirliğin pençesine düşmez miydi? Böyle bir ortamda, Malthus’un korkuttuğu kıtlıklar, salgın hastalıklar ve savaşlar gibi felâketler sıkça görülmez miydi?

Zenginleşmiş Londra’da ve Paris’te, 1830 ve 1840’ta kolera salgını, ortalığı kırıp geçirmişti. Peki, Londra ve Paris gibi nispeten daha korunaklı olan şehirlerde hâl böyleyken, sömürgeleri olmadığı için fakir kalmış ve aşırı nüfuslu bir ülkenin tamamında nasıl sonuçlarla karşılaşılırdı? Fakir halkı oyalayabilmek için, İngilizler çevresindeki ülkelere savaş açmak zorunda kalmaz mıydı? Bu savaşların sonunda, I. Elizabeth’in, “Fransa’nın yaşayacağı son gün, İngiltere’nin yok oluşundan önceki gün olacaktır” sözü gerçek olmaz mıydı?

Birleşik Krallığa yurt dışından gelen artık değer miktarı, ülke kaynaklarına oranla çok fazlaydı. Eğer bu fazlalık olmasaydı, ticaret ve okuryazarlık oranı artmazdı. Dolayısıyla sanayi gelişemezdi. Deneysel bilimde ilerleme çok düşük seviyede kalırdı. İşte böyle bir ortamda sayıları hızla artan vatandaşların halleri nice olurdu?

O dönemde, devletlerarası borç bulma imkânı olmadığına göre, yatırımlar, fakirlerden toplanması hayal edilen vergilerle mi yapılacaktı?

Nüfusun ve fakirliğin hızla arttığı, kargaşanın hâkim olduğu bir toplumda, kabiliyetli insanların bir kısmının ülke dışına kaçmaya çalışması ihtimali çok kuvvetlidir. Böyle bir durumda, kalanları ülkede tutabilmek için istibdat uygulayarak insanları bezdirerek, devletine düşman guruplar oluşturulmaz mıydı?

Avrupa içerisinde nüfusu İngiltere’den sonra en çok artan ülke, Rusya oldu. Rusya’nın nüfus artışının bir bölümü, yeni fethettikleri Orta Asya bölgelerinden dolayı olmuştu. Fakat bu yeni bölgeler, nüfus artışını dengeleyecek yeni zenginlik imkânları da sunmuştu. Yeni ulaşılan zenginliklere ve dünyanın en geniş topraklarına sahip olmasına rağmen Rusya, nüfus artışının fakirliğe sebep olmasını engelleyemedi. Halkın fakirliği, yönetimin halkın üzerinde baskı oluşturmasına vesile oldu. Bu iki unsur birleşince, Karl Marks’ın bile hayal edemeyeceği şekilde, komünist ihtilalle karşılaştı.

Avrupa’nın nüfusu, Rusya dâhil, 1800’de 190 milyon iken, 1900 yılında 420 milyon olmuş. Bu rakamlara, o dönemde Osmanlı hâkimiyetinde olan bölgeler dâhil değil. Günümüzdeki Avrupa’nın toplam nüfusu, yaklaşık 550 milyon civarındadır. Bu sayıya, eski Osmanlı bölgesi ve o dönemde Rusya’ya ait olan yerler de dâhildir. 1840-1950 yılları arasında Avrupa’dan giden göçlerin toplamı yaklaşık 50 milyondur. Göç edenlerin Avrupa’da kaldıkları ve onların da çoğaldıkları düşünülürse ve bu rakama Osmanlı ve Rus hâkimiyetinden çıkmış bölgelerin nüfusları eklenirse, Rusya’nın bugünkü nüfusunu geçer. Bu durumda günümüzde Rusya hariç 550 milyon olan Avrupa’nın nüfusunun 1900 yılındaki ile karşılaştırılması halinde yaklaşık 500 milyon civarında olması muhtemeldir. Demek ki, Avrupa’nın nüfusu 1900 yılından günümüze kadar çok az artmış.

Hâlbuki çocuk ölümleri 1900’de binde 30 civarında iken, günümüzde binde 6 kadardır. Bu demektir ki, sırf çocuk ölümlerindeki azalmadan dolayı, ciddi bir nüfus artışı olmalıydı. Eğer Avrupa’nın 1800-1900 yılları arasındaki nüfus artış eğilimi sürseydi, dışarıya göçler olmasaydı, Avrupa’nın günümüzdeki nüfusu, 1 milyarı çok aşmış olurdu.

Avrupa’nın sömürgeleri sayesinde oluşan mevcut zenginliğinin sürdüğü günümüzde, eğer nüfus 1 milyarı çok aşmış olsaydı, Avrupa’nın hali nasıl olurdu? Günümüzdeki haliyle AB fikri oluşabilir ve gerçekleşebilir miydi? Yoksa birbirleriyle geçmişte yaptıkları “yüz yıl savaşları” gibi, savaşmaya devam mı ederlerdi?

Bu yazımızda, sadece Avrupa’yı irdeledik. Bunun bir sebebi, istatistik rakamlarının oralarda bulunması ve yurt dışından artık değer elde etmeleriydi.

Günümüzde, nüfusu çok ama geliri az olan çok sayıda ülke var. Bu ülkelerin, Birleşik Krallık ve Avrupa için, bizim sorduğumuz soruları, kendilerine sorup sormayacaklarını bilemeyiz. Kendileri bilirler. Bu soruları kendilerine sorsalar da, sormasalar da, Avrupa’nın sömürge sistemine benzer bir mucize gelişme olmazsa, bu memleketlerin karşılaşacakları sorunlarını kendi başlarına çözmeleri mümkün görünmüyor.

Dünyanın nüfusu bu hızla artmaya devam eder ve tüketim çılgınlığımız sürerse, Malthus’un uyarılarının gerçekleşmemesi için, hiçbir sebep yok. Bilhassa yeryüzünün küreselleştiği bir ortamda hiçbir salgın hastalık, hiçbir ekonomik buhran ve hiçbir savaş, sınırlı bir bölgede kalmayacaktır. Bütün dünyayı etkisi altına alacaktır. Dolayısıyla sorun sadece fakirlerin değildir. Çözümü bütün dünya birlikte üretmelidir. Unutmayalım, birlikte çözüm üretmezsek, birlikte çökeriz.

Sosyal kategorisine gönderildi | MALTHUS’UN NÜFUS KURAMI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 4

HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 4

Şimdi de, bazı müfessirlerin tefsirleri hakkında bir başka açıdan irdeleme yapalım. Kehf Suresi 50inci ayette, iblis için, “cinlerdendi” şeklinde tercümeler yapılmaktadır. Bu durum, Bakara 34’te bahsedilen ve şeytanın meleklerden olduğu söylenen ifadelerle çelişki oluşturmaktadır. Kur’an’da bir çelişki olmayacağına göre, konuyu net anlamak için, ayetlerin ilgili kısımlarının Arapçalarına bakalım. Bakara 34: “…kâne minel kâfiriyn”. Ayette iblis için kullanılan bu ifadeler, bazı müfessirlerce “kâfirlerdendi”, bazıları tarafından ise, “kâfirlerden oldu” şeklinde tercüme edilmiş.

 “Kâfirlerden oldu” tercümesinin doğru olması, daha kuvvetli ihtimaldir. Çünkü aslında melek olan şeytan, -Yüce Yaradan’ın, Âdem’e esmayı öğretip, Âdem’in, meleklere göre üstün olan yönünü onlara göstermesine rağmen- Allah’ın, “Âdem’e secde edin” emrine itiraz edince, kâfirlerden olmuştur. Diğer itiraz etmeyenler ise, Allah’ı yücelten melek olmaya devam etmişlerdir. Eğer şeytan, eskiden de kâfirlerden idi ise, Yüce Yaradan, şeytanın dinlemeyeceğini bildiği halde, niye “Âdem’e secde et” diye emir versin? Ve niye, ikinci defa emrini dinlemeyen şeytana, insanları vesveseye düşürmesi için, kıyamete kadar izin versin? Kâfirlerden idiyse, onun yeri doğrudan Cehennem olurdu.

Gelelim, Kehf Suresi 50inci ayetteki Arapça ifadeye. Bu ayetin ilgili kısmında “illa iblis, kâne minel cinni”  denilmektedir. Görüldüğü gibi, Bakara 34’deki Arapça ifade ile tam olarak aynıdır. Fakat ne hikmetse, tercüme edilirken müfessirlerin büyük çoğunluğu “şeytan, cin’den idi” şeklinde çevrilmiştir. Oysaki bu tercüme de, yukarıdaki anlatıma bakılınca, yanlıştır. Kehf 50 de, Bakara 34’deki gibi tercüme edildiğinde, “şeytan, cin’den oldu” anlamı çıkmaktadır. Tercümedeki bu düzeltme sonucunda, bu iki ayet arasında bir çelişki yoktur. Şeytan, muhtemelen, itiraz ettiği için cinlerden olmuştur, yani cinlere benzemiştir. Kur’an’ın anlatımlarından anlaşıldığı üzere –tıpkı insanlar gibi- cinler de, itirazcı bir yapıya sahiptir. Cinlerde de, insanlar gibi, kötü ve iyi cinler vardır. Dolayısıyla ayette, muhtemelen, itirazcı olma açısından bir benzetme yapılarak, “cin’den oldu” denilmiştir.

Hz. Âdem ile ilgili konumuza tekrar dönersek; gerek Bakara Suresi 36ıncı ayetin, gerekse Araf Suresi 22inci ayetin aktardıklarına göre, şeytan, Âdem ve eşi ile birlikte aşağıya sarkıtılmıyor. Her iki ayette de benzer ifadeler var. Zaten bir önceki makalemizde de, Araf Suresi 18inci ayette, şeytanın, Âdem ve eşinden önce cezalandırıldığını görmüştük.

Bakara Suresi 36: “…Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı…”

Araf Suresi 22: “Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı (önceki mevkilerinden indirdi)…”

Yukarıdaki ayetler ile Araf Suresi 13üncü ve 18inci ayetler birlikte değerlendirildiğinde, şeytan, Âdem ve eşinden daha önce kovulduğuna göre, onları aşağı sarkıttı ifadesinde, sarkmalarına sebep olanın şeytan olduğu, ama aşağıya birlikte sarkıtılmadıkları anlaşılıyor.

Diğer taraftan, Bakara 36ıncı ve Araf Suresi 24üncü ayette geçen “kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” sözüyle, Âdem ve eşinden başka insanların da kastedilip kastedilmediğini bilemiyoruz. Ancak, her iki ayette de, “yeryüzünde sizin için belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” sözü, sadece Âdem ve eşi için söylenmiş olamaz. O sırada yeryüzünde yaşamakta olan ve gelecekte yaşayacak bütün insanlar için de ifade edildiği gibi, Âdem ve eşinin soyundan gelecek olanlar için de geçerli olacağı açıktır.

Yukarıda anlamlarını verdiğimiz ayetlerden, aşağıdaki irdelememizde de görüleceği üzere, Âdem ve eşinin yeryüzüne indirilmesinden önce, dünyada başka insanlar olduğu net bir şekilde anlaşılıyor.

Ama şeytanın ceza aldığı dönemde, Cennette, Âdem ve eşinden başka insan olmadığı kanaatindeyiz. Nitekim Araf Suresi 19’da ve Bakara Suresi 35’te: “ve ya âdemüskün ente ve zevcükelcennete…” denilmektedir. Yani “âdem, sen ve eşin, cennette durun…”. Fakat Âdem ve eşi, Yüce Yaradan’ın koyduğu yasağa uymayıp, şeytanın, onların zihinlerinde oluşturduğu vesveseye uyunca, cezalandırıldılar. Araf 24: (Allah) buyurdu: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir.”. Benzer ifadeler, Bakara 36’da da vardır.

Şimdi, “kiminiz kiminize” derken ne kastedildiğini irdeleyelim. Önce bir durum tespiti yapmaya çalışalım. Âdem ve eşinin yaptığı hatadan dolayı, Yüce Yaradan’ın, başka insanları cezalandırması düşünülemez. Böyle bir uygulama, O’nun zerre kadar sapmayan adalet anlayışına ve Kur’an’da sıkça bahsedilen “her insanın kendisinden sorumlu olduğu” anlayışına uymaz. Zaten, ayetteki ifadeye göre, Cennetten yeryüzüne indirilenler; sadece Âdem ve eşidir. Şeytan ise, daha önce huzurdan kovulmuştur, ama yeryüzünde yaşamaya mahkûm edilmemiştir. Kur’an’da, şeytanın yeryüzüne indiğine dair bir ifade yoktur.

Eğer son inenler sadece Âdem ve eşi ise, neden “kiminiz kiminize düşman olarak inin” denilmektedir. Diğer taraftan Taha Suresi 20/123üncü ayette. “Oradan, hepiniz (cemian) bazınız bazınıza düşman olarak inin. Şayet Benden size bir hidayetçi (doğru yolu gösterici) gelir de her kim hidayetime uyarsa, artık o sapmaz ve bedbaht olmaz.” denilmektedir. Gerek, bu ayetteki “cemian” sözünün ayette ifade edilen hidayetçi gelmesi kavramı birlikte dikkate alındığında ve gerekse, Kur’an’ın, mekân ve zamanlar üstü evrensellik özelliğini göz önüne aldığımızda, burada birkaç hususun bir arada kastedilmiş olması ihtimali kuvvetlidir.

Birincisi, şeytan ve şürekâsı ile geçmiş ve gelecek bütün insanlar arasında sürekli var olacak olan düşmanlık. İkincisi, Âdem ve eşinin yeryüzüne indikleri anda mevcut olan ve gelecekte var olacak bütün insanlardan bazısının bazısına (yani insanın insana) düşman olmaları. Üçüncüsü, yeryüzündeki mevcut insanlar ile Âdem ve eşi arasındaki düşmanlık. Bizce, hepsinin birden kastedilmiş olması daha kuvvetli ihtimaldir.

Bu kadar geniş çaplı düşmanlıklar ortamında, Yüce Yaradan, bizlere rahmetiyle muamele etmek istediği için, bu düşmanlıklardan kurtulmanın yolunu, aynı ayette (Taha 123) belirtiliyor. Yüce Yaradan’ın görevlendirdiği hidayetçiler aracılığıyla gönderdiği hidayet kurallarına uyanlar, yoldan sapmayacaklar ve kurtuluşa erenler olacaklar.

Üzerinde tartışmalar olduğu için irdelememiz gereken bir başka husus daha var. Ayette bahsedilen Cennetin nerede olduğu hususunda, İslâm bilginleri arasında fikir ayrılığı var. Bazıları bahsedilen yerin, yeryüzünde bir alan olduğunu söylüyorlar. Fakat bizim yukarıda bahsedilen ayetlerden anladığımız kadarıyla, bahsedilen Cennet’in yeryüzünde olduğunu düşündürecek herhangi bir ipucu yok. Cennetin nerede olduğunu açıklayan bir ayet de yok.

Yüce Yaradan’ın, Âdem’i yeryüzündeki cennet gibi bir bölgeye değil, Kur’an’da insanları kabul edeceğini bahsettiği Cennete yerleştirmiş olması daha mantıklı. Tanrı, belki de, Âdem’e bazı şeyleri öğretmenin dışında, insanlara bahşedeceği nimetleri görmesi ve –eğer hata yaparsa- hata yapmanın bedelini bizzat yaşayarak anlaması için, onu ve eşini Cennete yerleştirmiştir. Yaptıkları hatadan dolayı Âdem ve eşini yeryüzüne göndermiş, ama Allah’ın onlara öğrettikleriyle tövbe etmeleri sonucunda affederek, dünya hayatına günahsız başlamalarını sağlamıştır. Dolayısıyla, yeryüzünde her yeni doğan insanın da hayata günahsız başlayacağını, vurgulamıştır.

Diğer taraftan, ceza alarak yeryüzüne inen Âdem ve eşi, Cennette iken yaşadıkları ve öğrendikleri sayesinde deneysel bir şekilde, inançlarını pekiştirmişlerdir. Böylece, dünyada yaşamakta olan diğer insanlara, sadece Yüce Yaradan’dan öğrendiklerini değil, yaşayarak elde ettikleri tecrübelerini de daha güzel aktarabilmişlerdir. Bu sayede, yeryüzünde var olan insanları ıslah etmek için daha bir donanımlı hale geldiklerinden, daha faydalı olma ihtimalleri artmıştır.

Eğer Âdem ve eşi, Yüce Yaradan’ın, ağaca yaklaşmama ikazını dinlemiş olsalardı, Araf 19’daki “Cennete yerleşin” ifadesi gereği, Cennette kalırlardı. Böyle bir durumda Allah, yeryüzündeki insanları ıslah etmek ve onları şeytanın kandırmalarına karşı koruyabilmek için başka bir yöntem uygulardı. Eğer, Âdem ve eşi, hatalarını anlayıp, Yüce Yaradan’dan af dilemeselerdi, muhtemelen, Allah onlara cezalandırır ve görev vermeyip, doğru yolu gösterecek başka birisini görevlendirirdi.

Yüce Yaradan, Âdemin hikâyesini bizlere de aktararak, bizim de, tövbe edip yaptığımız hatalardan kurtulursak, bizim de affedilebileceğimizi vurguluyor. Eğer, gönderilen hidayetçiye uyarsak, Âdem ve eşinin bir süreliğine yaşadığı ve bu dünyadaki ölümlerinden sonra tekrar gittikleri Cennete bizim de girerek, orada ebedi yaşayabileceğimizi göstermiştir. Eğer Yüce Yaradan’ın amacı, bizim yukarıda düşündüğümüz gibi çok yönlü olmayıp, sadece, Âdem’e bazı bilgileri öğretmek olsaydı, her yerde ve her şekilde öğretebilirdi. Nitekim bütün peygamberlerine de, çeşitli yollarla, bilmedikleri bilgileri öğretmiştir. Dolayısıyla, Âdem ve eşinin Cennette ikamet edilmesinin hikmeti çok yönlüdür.

İrdelediğimiz konumuzla dolaylı olarak bağlantılı olan bir başka ayet, Ali İmran Suresi 33üncü ayettir. Ayet: “Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nuh’u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu (seçerek) âlemler üzerine üstün kıldı.”

Ayetteki ifadeye göre Âdem, Nuh, İbrahim ailesi ve İmran ailesi, insanların içerisinden Yüce Yaradan tarafından seçilmişler ve âlemlere üstün kılınmışlar. Takdir edileceği gibi, bir seçimin yapılabilmesi veya diğerlerine üstün kılınabilmesi için, başkalarının ve dolayısıyla seçeneklerin olması gerekir. Nuh’un, İbrahim ve ailesinin, İmran ve ailesinin, çok fazla sayıda insanın arasından seçildiğine kimsenin şüphesi yok. Ama sıra Âdem’in seçilmesine gelince, hangi mantıkla itiraz edeceğiz? Eğer Âdem, ilk insan olsaydı, bu ayetin içerisinde ismi geçmemesi gerekirdi. Demek ki, Yüce Yaradan, Âdem’i de birçok insanın arasından seçip âlemlere üstün kılmış. Bu iki güzel insanı, o dönemde mevcut olan kimselerin içerisinden seçerek, Cennetine yerleştirmiş. Ama onlar da hata yapınca, yanlış yapan herkese uyguladığı cezalandırmayı, seçtiği bu insanlara da tatbik etmiştir. Bu da gösteriyor ki, Yüce Yaradan’ın huzurunda her insan eşittir. Kimse ben seçilmişim diyerek, “hata yapsam bile affedilirim” diye düşünemez..

Ayetleri, kullanılan kelimelerin anlamlarında titizlenerek ve Kur’an’ın bütününde vurgulanmak istenen ahlâk, fazilet ve adalet anlayışları ışığında değerlendirdiğimde, şu kanaate vardım. Hz. Âdem, ilk insan değil. O ve eşinden önce, Yüce Yaradan, yeryüzünde, başka kimseleri hem de kavimler halinde yaratmış. Onlara beşer statüsü vermiş. Ama meleklere secde ettirilmeyi hak eden ilk insan ve ilk peygamber, Hz. Âdem’dir. Dolayısıyla, Âdem, insanların biyolojik atası değil, ilk peygamber olması nedeniyle, manevi atasıdır.  

Âdem ve eşinin Cennette bir süre kalmaları, insanlık için faydalı olmuştur. Cennette uygulamalı eğitim görürken yaptıkları hatadan sonra yeryüzüne gönderilmeleri, bu hatalarını anlayarak af dilemeleri sonucu affedilmeleri, mevcut ve gelecekteki insanlık için güzelliklere vesile olmuştur. Böylece, daha önce yaratılmış olan ve fesat çıkarıp kan döken insanları, Allah’ın yardımıyla ve Cennetteki yaşantılarında sahip oldukları deneysel tecrübelerle ıslah edip, onların da bir kısmının Cennete girmelerine aracı olmuşlardır.

Diğer taraftan Yüce Yaradan, Âdem ve eşine yaptığı bu uygulamalarıyla, Cennette kalmanın bir bedelinin olması gerektiğini, geçmiş ve gelecekteki bütün insanlara göstermiştir. Bedeli ödenmeyen nimetlerin değerinin anlaşılamayacağını ve özgür bırakılmamızın bir karşılığının olması gerektiğini, bu örnekle zihnimize kazımıştır Böylelikle, imtihan sisteminin, adaleti temin için gerekliliğinin anlaşılmasını sağlamıştır.

Hz. Âdem Peygamber konusundaki düşüncelerim, Kur’an ayetlerinden benim anladıklarımdır. Gerçeği, sadece ve sadece Allah bilir.

Taha Suresi 49: Firavun: “Ey Musa! Sizin Rabbiniz kimdir?” dedi.

50:  Musa: “Bizim Rabbimiz her şeye şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir.” dedi.

51: “(Firavun) dedi ki, peki, ilk nesillerin hali ne olacak?”

52: Musa dedi ki: “Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim yanlış yapmaz ve unutmaz.”

Yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi, ilk nesillerin bilgisi, Yüce Yaradan’ın yanındadır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 4 için yorumlar kapalı

HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 3

HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 3

 

Müfessirlerin yaptıkları tercüme hatalarını örneklerle düzelttikten sonra, konumuzla ilgili olan diğer bazı ayetleri irdelemeye devam edelim.

Araf Suresi 7/10. “Doğrusu Biz sizi yeryüzünde, yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik; ne kadar da az şükrediyorsunuz!”

Araf Suresinin bu ayetinde, “Âdem” kelimesi geçmiyor. Dolayısıyla, “Biz, Âdem’i yarattık, yeryüzüne yerleştirdik, ondan da sizi yarattık, orada size geçimlikler verdik; ne kadar da az şükrediyorsunuz” demiyor. Ayette “Biz, sizi, yeryüzüne indirdik” de denilmiyor. “Biz, sizi yeryüzüne yerleştirdik” deniliyor. Demek ki, çok sayıda insan yaratılıp yeryüzüne yerleştirilmiş.

Konuyu daha iyi kavrayabilmek için, sonraki ayete bakalım.

11inci ayet: “Sizi yarattık, sonra size biçim verdik, sonra da meleklere: ‘Âdem’e secde edin (saygı gösterin)’ dedik; hepsi secde ettiler, yalnız İblis, secde edenlerden olmadı.”

Ayette önce “sizi (Arapçası, küm) yarattık; sonra size (leküm) biçim verdik” diyor. Devamında ise, meleklere “Âdem’e secde edin dedik” derken “Âdem” kelimesi geçiyor. Bu durumda, Yüce Yaradan’ın çok sayıda insan yaratarak biçim verdiği ve bir önceki ayetteki ifadede belirtildiği üzere, yeryüzüne yerleştirdiği anlaşılıyor. Ama onların başkanı yani yol gösterici Peygamberi olarak da Hz. Âdem’i tayin ettiği ve Âdem’e çok yeni şeyler öğrettiği için, meleklerden Âdem’e saygı göstermesini istediği şeklinde bir anlam çıkarmak, Bakara 31inci ayetle birlikte değerlendirince, mantıklı duruyor.

Nitekim Maide 27inci ayette de, Âdem’in iki oğlu derken, ayetin Arapçasında “Âdem” sözü geçiyor. Ama Bakara Suresi 30uncu ayette, yeryüzünde halife var eden olduğunu söylerken, “Âdem” kelimesi geçmiyor.

Hâlbuki Bakara Suresi 31’de ise, Âdem sözü geçiyor. Yüce Yaradan, Âdem’e esmayı öğrettiğini söylüyor. Bu ayette geçen “esma” kelimesi ile ilgili fikrimizi, bu sitede yayınladığımız “Allah’ın Âdem’e Öğrettiği Esma” başlıklı makalemizde ifade etmiştik. Yüce Yaradan, Hz. Âdem’e verdiği özelliklerin sonrasında, meleklerden ona saygı göstermelerini istiyor. Melekler, Âdem’deki bu irdeleme, öğrenme ve kendini geliştirme vasıflarını görünce, derhal saygı gösteriyorlar. Sadece iblis, itiraz ediyor.

Demek ki, Allah, Hz. Âdem’den bahsedeceği zaman, açıkça ifade ediyor. Âdem’den önce yarattığı diğer yarattığı insanlardan bahsedeceği zaman ise, “beşer” veya “kimse” ifadelerini tercih ediyor, hiçbir şekilde Âdem kelimesi kullanmıyor.

Bakara 30 ve 31inci ayetleri birlikte değerlendirdiğimizde, dikkatimizi çeken bir başka hususun daha var olduğunu görüyoruz. Eğer Yüce Yaradan, 30uncu ayette, meleklere “şüphesiz Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim” demek yerine, ayetin devamında, meleklerden, fesat çıkardıklarını bildikleri için halife yapılmalarına itiraz ettikleri kimselere saygı göstermelerini isteseydi, secde edilmesi istenilenin, yeryüzünde o anda mevcut bulunan insanlar olduğu izlenimi oluşurdu. Fakat ayette böyle bir emir verilmeyerek, “Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurulmuş ve 31-32-33üncü ayetlerde ilave açıklamalar verilmiş. Bu açıklamalardan sonra 34üncü ayette, meleklerden, Âdem’e secde etmeleri istenilmiş. Bu durumda, Yüce Yaradan’ın, meleklerden, secde etmelerini istediği, yeryüzündeki var olan insanlar değil, Hz. Âdem’dir. Çünkü Allah, Âdem’e özel eğitim vermiştir.

Cennete yerleştirilen Hz. Âdem ve eşinin yeryüzüne inişini, Bakara Suresi 36ıncı ayetten anlıyoruz. Ayet: “Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, ‘Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır’ dedik.”

Ayetin tercümesinde bahsedilen “birbirinize” kelimesi, bir tarafta şeytan, diğer yanda ise Âdem ve eşi (Havva) olarak algılanmaktadır. Hâlbuki ayetin Arapçasına bakıldığında bu algıyı oluşturacak bir ifade yoktur. Ayetin ilgili kısmının Arapçası “ba’duküm li ba’dın” şeklindedir. Bu kelimelerin anlamı ise, “kiminiz kiminize” veya “bazınız bazınıza” şeklindedir.

Bu durumda Bakara Suresi 36ıncı ayetin: “…Bazınız bazınıza düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır.” şeklinde tercüme edilmiş olması gerekmektedir.

Bir başka hatalı tercüme, Araf Suresi 7/24 için şöyle yapılmaktadır: (Allah) buyurdu: “Birbirinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde bir süreye kadar kalıp geçinmeniz gerekmektedir.”

Bu ayette geçen yanlış tercüme, “birbirinize” sözüdür. Çünkü Arapçasında, yine “ba’duküm li ba’dın” şeklinde iki kelime geçmektedir. Yani “bir kısmınız bir kısmınıza” veya “kiminiz kiminize” denilmektedir.

Demek ki, Bakara 35inci ayette, “Ey Âdem, sen ve eşin Cennete yerleşin” diyerek, Âdem ve eşinden bahsediliyor. Ama aşağıya inme cezasının uygulanışıyla ilgili ayetlerde, hem Bakara 36, hem de Araf 24’te “bazınız bazınıza” deniliyor.

Yapılan tercümelerdeki bir başka hata da, şeytanın cezalandırıldığı zaman ile Âdem ve eşinin Cennetten kovulduğu zaman konusunda yapılıyor. Şeytan’ın cezalandırılması hususu, Âdem ve eşinin Cennete yerleştirilmesinden önceki ayetlerde anlatılıyor. Araf Suresi 7/13: (Allah) buyurdu: “Öyleyse oradan in, orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık, çünkü sen aşağılıklardansın.”

Bu ayette, sadece şeytana hitap ediliyor ve “öyleyse oradan in” deniliyor. Ayete göre, şeytana inmesinin söylenmesinin sebebi, büyüklük taslayarak Âdem’e secde etmemesidir. Şeytanın işlediği suç, Âdem ve eşini ağaca yaklaştırması değildir. Ayrıca, Araf 13üncü ayette şeytana, sadece, “oradan in” denilmektedir. Dolayısıyla, şeytanın yeryüzüne yerleştirildiğine dair bir ifade yoktur.

Şeytanın, Âdem ve eşinin yasak olan ağaca yaklaşmalarını fısıldaması ise, Yüce Yaradan’ın şeytanın büyüklük taslaması üzerine verdiği “inme” cezasından ve Allah’ın, şeytanın insanları kandırmak için istediği süreyi ona vermesinden sonradır. Şeytana izin veren Allah, olayların gelişimini bizlere şöyle aktarmaktadır.

Araf Suresi 18: (Allah) buyurdu: “Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. Ant olsun ki, onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden cehennemi dolduracağım.”

19: (Sonra Allah, Âdem’e hitap etti): “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın, dilediğiniz yerden yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”

20: Derken onların, kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için, iblis onlara fısıldadı: “Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.” dedi.

21: Ve onlara: “Elbette ben size öğüt verenlerdenim.” diye de yemin etti.

22: Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı (önceki mevkilerinden indirdi). Ağacı(n meyvesini) tadınca, çirkin yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerini örtmeğe başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?”

23: Dediler ki: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!”

Araf Suresinin hem 13üncü hem de 18inci ayetlerinde, şeytana bulunduğu yerden inme cezasının verildiğinden bahsedilmektedir. Bu sırada, Âdem ve eşinin halen Cennette olduklarını, bir sonraki ayet olan 19uncu ayetten anlıyoruz. Fakat önceki yani 18inci ayette, şeytanın oradan indirilmesinden sonraki kısmı için dikkat edilmesi gereken ifadeler şöyle “Ant olsun ki, onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden cehennemi dolduracağım.”

Yani, Âdem ve eşi henüz Cennete iken, insanlardan kim şeytana uyarsa, şeytanın tayfasıyla birlikte, onlara uyan insanları da Cehenneme dolduracağını ifade ediyor. Eğer, şeytanın kovulduğu sırada, yeryüzünde, hem Bakara Suresi 30uncu, hem de Araf Suresi 10uncu ayette bahsedilen insanlar olmasaydı, ayette “onlardan sana kim uyarsa” şeklinde bir ifade yerine “Âdem ve neslinden kim sana uyarsa” sözünün olması beklenirdi. Ayetlerde anlatılan olayların gidişatından anlaşılan bir başka husus daha var. Yüce Yaradan’ın, ceza verdiği Âdem’i, af dilemesinden sonra yeryüzüne göndermesinin sebeplerinden birisi, yeryüzündeki beşer niteliğindeki kimseleri şeytana karşı uyararak, onların beşer seviyesinden, insan düzeyine yükselebilmeleri için yol göstertmektir.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Araf 18inci ayette bahsedilen şeytanın cezalandırılmasıyla sonuçlanan olaylar sırasında, Âdem ve eşinin Cennete yerleştirildiklerini 19uncu ayetten anlıyoruz. Orada, kendilerine çocuk sahibi olma izni verilip verilmeyeceğini bilemiyoruz. Kur’an’da bu konuda bir açıklama yok. Fakat Âdem ve eşinin yerleştirildiği Cennet, bir sonraki makalemizdeki irdelememizden de anlaşılacağı üzere, bütün insanların gideceği Cennet ile aynı yerdir. Kur’an’da Cennet ile ilgili verilen bilgilere göre, oradaki hayatta, yeryüzündeki duygular ve üreme olmayacaktır. Bu durumda, Cennette, Âdem ve eşine çocuk sahibi olma izninin verilmesi, tamamen Allah’ın takdirindedir. Henüz çocuklarının olup olmayacağı belli olmayan bir ortam mevcut iken, Araf Suresi 18inci ayette, “onlardan sana kim uyarsa, hepinizi Cehenneme dolduracağım” ifadesindeki “onlardan” ve “hepinizi” kelimelerinin muhatabının, şeytanla birlikte, Âdem ve eşi ile onlardan Cennette türeyecek olan nesillerin olması düşünülemez.

Araf Suresinin 20inci ayetinde anlatılan, şeytanın “Âdem ve eşine fısıldaması” işini nasıl yaptığını bilmiyoruz. Ama Kur’an’daki anlatımlardan bazı çıkarımlar yapabiliriz. Aşağıdaki ayete göre, Yüce Yaradan, şeytana, insanları kandırması için istediği izni verdiğini belirtiyor.

Araf Suresi 7/14.(İblis) dedi: (Bari) bana (insanların) tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.”

15: (Allah) buyurdu: “Haydi sen süre verilmişlerdensin.”

Bilindiği gibi, şeytan meleklerden idi. Dolayısıyla şeytanın, insanlardan çok farklı özelliklere sahip olduğunu, Kur’an’daki anlatımlardan anlıyoruz. Bakara Suresi 34üncü ayete göre, Âdem’e secde etmediği için kâfirlerden olan şeytana, Yüce Yaradan’ın, verdiği özellikleri geri aldığına dair Kur’an’da bir bahis de yok. Diğer taraftan Kur’an’ın bütününden anladığımız kadarıyla, Yüce Yaradan, şeytana izin verdiği için, şeytanın işini yapmasını engellemesi beklenmemelidir. Allah, şeytan ile insan arasındaki mücadelede, oyunun kurallarını koyar, mücadelenin kurallara uygun olması için hakemlik yapar. Şeytanın, insanlardan çok farklı olan, görünmezlik, hızlı hareket etme ve bizim bilmediğimiz başka özelliklerini kullanarak, insana karşı hile yapmasını engeller. Diğer taraftan, özgürlük verdiği, ama nefis vererek şeytana karşı zayıf yönlerini oluşturduğu insanları korumak için, onları da sıkça uyarmaktadır. Gerek gönderdiği peygamberleri aracılığıyla, gerekse Yüce Yaradan’ın sadece Kendisinin bildiği yollarla, yardım isteyen insanların iradelerini kullanabilmelerine imkân vermektedir. Böylece şeytanın avantajlarını dengelemeye çalışmaktadır.

Dolayısıyla, şeytan bize hileli oyun kuramayacağı için, bizim nefislerimizi okşayarak, bazı şeyleri süslü gösterebilir. Veya çevremizdeki dostlarımızla bizim aramızı bozmak için nefislerimizi kabartabilir. Şeytanın hareket hızı ve görünmezliği melekler gibi olduğundan, o bizi görürken biz onu görmüyoruz. Şeytan, belki de, aklımızdan geçenleri okuyabilme özelliğine sahip iken, biz onu görmediğimiz için, bize müdahale ederken onu fark etmiyor isek, Âdem ve eşine de, bizlere yaptığına benzer şekilde ve onlar fark etmeden müdahale etmiş olabilir. Bizler, nefsimizin isteklerine uyduğumuzda veya dostlarımıza karşı hatalı davrandığımızda, bu durumun şeytanın bir oyunu olup olmadığını nasıl bilmiyorsak, Âdem ve eşi de bilememiş olabilir. Şeytanın, Âdem ve eşine yaptığı bu müdahaleyi, Cennetin içerisine girmeden gerçekleştirme ihtimali yok değildir. Diğer taraftan, sırf Âdem ve eşini kandırmak için, Yüce Yaradan’dan, geçici olarak, Cennete giriş izni almış olabilir. Bütün bunlar, bizim mevcut aklımızla bilemeyeceğimiz hususlardır. Gerçeği, Allah bilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 3 için yorumlar kapalı

HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 2

HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 2

 

Âdem’in iki oğlu hakkında anlatılan hikâyelerin Kur’an’da aktarılanla ilgisi olmayıp, tamamen uydurma olduğunu tespit ettikten sonra, şimdi de, Hz. Âdem’in ilk insan olup olmadığı hususunu irdelemek için, Kur’an’ın ilgili ayetlerine bakalım.

Bakara Suresi 30: “O vakit Rabbin meleklere demişti: ‘Muhakkak Ben, arz üzerinde halife var edenim. (Melekler) ‘Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın’ dediler.”

Öncelikle dikkat etmemiz gereken husus şudur. Ayette “insan” kelimesi veya “beşer” ifadesi geçmiyor. Ayette, “men” kelimesi geçiyor (fiyha men yüfsidu fiyha ve yesfiküddima).”Men” sözü, herhangi bir kimse anlamındadır. Bu durumda ayetin bu kısmının manası, orada fesat çıkaran ve orada kan döken kimse demektir. Dolayısıyla, ayette sözü edilen, “bir insan” değildir. Ayette geçen “kimse” sözü, eskiden olduğu gibi, günümüzde de topluluk içerisinden, cemiyetin ortalama özelliğine sahip herhangi birisini anlatmak istendiğinde kullanılır.

Bazı müfessirler, bu ayette bahsedilen meleklerin itirazlarını irdelerken, meleklerin, yaratılmak istenilenlerin kan döküp fesat çıkaracaklarını nasıl bilmiş olabileceklerinin yorumlarını şu şekilde yapmışlardır.

  1. Allah, her şeyi Levh-i Mahfuz’da kaydettiğinden, bazı önder melekler, Yüce Yaradan’ın izniyle, oradan öğrenmişlerdir.
  2. Bizzat, Allah söylemiştir.
  3. Melekler, insanları, cinlerle kıyaslamışlardır. Cinler, insanlardan önce ve bu müfessirlere göre de, yeryüzünde yaratılmış ve kan dökmüşlerdir. Dolayısıyla, kendilerince kıyas yaparak insanların da kan dökebileceklerini düşünmüşlerdir.

Müfessirlerin yukarıdaki bu açıklamalarını irdelediğimizde, ilk iki madde hakkında bir bilgi sahibi olma ihtimalimiz yoktur. Ayrıca, Kur’an’da da bu konu açıklanmadığından, fikir yürütmemiz yanlış olur. Bu nedenle, Kur’an’da bahsi geçmeyen ilk iki maddeyi, dikkate almamızın bir anlamı yoktur.

Cinler konusuna gelince; cinlerin, insanlardan önce yaratıldığını Hicr Suresi 15/27inci ayetten anlıyoruz. Ancak bu müfessirler, ayeti tercüme ederlerken, Kur’an’da olmayan söz ekleyerek, ayeti, “Cin’in ilk atasını, insandan önce alevli bir ateşten yarattık”  şeklinde tercüme etmişlerdir. Böylece, cinlere de, bir ilk ata ihdas etmişlerdir. Ayrıca bazı tefsirlerde, cinlerin, yeryüzünde yaşadıkları ifade edilmiştir. Hâlbuki Kur’an’da, cinler için “ilk atası” sözü olmadığı gibi (biraz aşağıda Hicr 27inci ayetin kelime kelime tercümesini vereceğiz), yeryüzünde yaşadıklarına dair bir bilgi de yoktur.

Müfessirlerin ifade ettikleri üçüncü sebebin, ilk insanın Hz. Âdem olduğu şeklindeki kendi fikirlerini savunabilmek için söylendiği, Hicr Suresinin 27inci ayetini yorumlamalarından anlaşılmaktadır. Müfessirlerin bu açıklamaları, Kur’an ayetlerini, kendi fikirlerine uydurmak için, kendilerince eklemeler yaparak tercüme ettikleri izlenimi veriyor. Hâlbuki Bakara Suresi 30uncu ayet gayet nettir. Melekler, daha önce yaratılmış olan ve fesat çıkarıp kan döken kimselerin varlığını biliyorlar. Muhtemelen itirazları, kendileri Allah’ın emrinden çıkmayıp O’nu hep yüceltirken, fesat çıkaran bir yapıdaki kimsenin halife yapılmasına olabilir.

Nitekim Bakara 30’un devamındaki ayetlerde anlatılanlar da, bu fikri destekliyor. Devamındaki ayetlerde aktarılanlara göre, Yüce Yaradan, Âdem’e bazı şeyler öğretince, melekler, insanın, kendilerine göre üstün olan öğrenme, akıl yürütme ve yorum yaparak kendini geliştirme özelliğine sahip olduğunu anlıyorlar. Derhal emre uyarak, Âdem’e secde ediyorlar (saygı duyuyorlar). Dolayısıyla, insanın sadece fesat çıkarıp kan döken yapısının olmadığını, bunun yanında, Allah’ın insanlara çok güzel vasıflar verdiğini anlıyorlar. Bakara 34’deki emre göre, ayetin bize net olarak anlattığı bir fikir, meleklerin secde ettikleri insan, Âdem’dir. Âdem o anda, Yüce Yaradan’ın öğrettikleri sayesinde, “kâmil insan” konumundadır. Dolayısıyla, meleklerin secde ettikleri, o anda yeryüzünde var olan ve fesat çıkarıp, kan döken “kimseler” değildir.

Müfessirler, cinlerle ilgili iddialarında yaptıkları gibi, Hz. Âdem’in de tek olarak yaratıldığını açıklayabilmek için, Hucurat Suresinin 49/13üncü ayetini de kendilerince tercüme etmişlerdir. Ayetin bizim konumuzla ilgili kısmının Arapçası şöyledir: “ya eyyühennasü inna halâknaküm min zekerin ve ünsa ve ce’alnaküm şu’uben ve kebaile lite’arefu, inne ekremekum indallahi etkaaküm…”

Yukarıdaki Arapçasına bakılınca, ayetin ilgili kısmının tercümesi şöyle olmalıdır: “Ey insanlar, Biz sizi, erkek ve dişiden yarattık ve sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız…”

Görüldüğü üzere, ayette “bir” sözü geçmemektedir. Buna rağmen, bu müfessirler, Arapça “min” kelimesinin anlamını, “bir” olarak tercüme etmişler ve şöyle demişlerdir: “…Biz sizi, bir erkek ve bir dişiden yarattık…”. Eğer müfessirlerin burada ifade etmek istedikleri şey, çocuğun, bir erkek ve bir dişiden yaratılmasını anlatmak ise, “bir erkek ve bir dişi” sözü geçerlidir. Ama maksat, Âdem’in ve Havva’nın yaratılan ilk insan olduğunu vurgulamak ise, tercüme yanlış anlaşılmaya sebep olacağı için, hatalıdır.

Zaten, ayette geçen “min” kelimesi, “bir” anlamında değildir. “min” kelimesi, öncesinde geldiği kelime veya kelimeleri niteler şekilde “-den” eki olarak kullanılır. Bu ayetteki şekliyle, “min zekerin ve ünsa” ifadesinde, “erkek ve dişiden” ekini sağlar. Bu durumda, ayetin bu kısmı şöyle okunur: “…Biz, sizi erkek ve dişiden yarattık…”Demek ki, “min” kelimesinin doğru kullanımı bu şekildedir. “Min” kelimesinin bu durumunu, diğer ayetlerle karşılaştırdığımızda da görmekteyiz.

Konumuzla doğrudan ilgili olmayan Nas Suresinde geçen “min şerri vesvasilhannas” bölümü, “vesvese veren insanların şerrinden”  şeklinde tercüme edilmektedir. Eğer bu bölüm “bir şer” olarak tercüme edilseydi, anlamsız bir ifade ortaya çıkardı. Benzer şekilde Felâk Suresinin “min şerri ma halâka” bölümü, “yarattığı şeylerin şerrinden” anlamındadır. Burada da “min” kelimesi “bir” olarak değerlendirilseydi hiçbir mana taşımayan ifadeler ortaya çıkardı.

Hucurat Suresi 13üncü ayetin başlangıcında “Biz, sizi erkek ve dişiden yarattık” denildikten sonra devamında “ve sizi milletlere ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız…” denilmesinde de, bir incelik vardır. Eğer Yüce Yaradan, bizi, Âdem ve eşinden yarattığını söyleseydi, ayetteki açıklamayı, bizim net anlayabilmemiz için, şöyle ifade etmesi beklenirdi: “Biz, sizi Âdem ve eşinden yarattık ve sonrasında da, sizi milletlere ve kavimlere ayırdık…”

Bu ayetteki diğer bir incelik, “birbirinizi tanıyasınız” ifadesindedir. Eğer, insanlar başlangıçtaki yaratılışlarında kavimler halinde yaratılmamış ise, sonradan coğrafi şartlar veya başka sebeplerle kavimlere ayrılmışsa, niçin birbirinizi tanıyasınız ifadesi kullanılsın? Sonradan kavimlere ayrıldıysak, aksine, zaten beraber iken ayrıldığımız için, birbirimizle tanışmak değil, ayrışmaya meylederiz. Eğer, kavimler olarak ayrı ayrı yaratılmış isek, o zaman birbirimizle tanışma ihtiyacını hissederiz.

Bu durumda, ayetin ifadesinden net olarak anlaşılan o ki, Allah, bizi, erkekler ve dişiler halinde yaratırken, bizleri bu yaratış anında, farklı milletler ve kavimler halinde hâlk etmiş. Muhtemelen, her kavme verdiği özelliklerin bazısını farklılaştırmış. Yani kavimlere ayrılmamız, başlangıçtaki yaratılışımız sırasındadır.

Anlaşılan o ki, bazı müfessirler, Hucurat 13’teki “min” kelimesinin tercüme hatasının aynısını, Hicr Suresi 15/27inci ayetin tercümesinde de yapmışlar. Ayet: “Velcanne halâknahü min kablü min narissemum”. Ayetin tercümesini, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, “Cin’in ilk atasını insandan önce alevli bir ateşten yarattık”  şeklinde yapmışlardır. Demek ki, “min” kelimesi, yine “bir” olarak tercüme edilmiştir.

Hâlbuki ayetteki “min” kelimesinin, öncesinde geldiği kelimeyle bağlantılı olarak “den” anlamında olduğunu, diğer ayetlerden anlamıştık. “min kablü min narissemum” ifadesinin anlamı ”önceden, kavurucu ateşten” demektir. Ayetten de anlaşıldığı gibi, “Cinin ilk atası” diye bir tabir yok. Sadece, cinin önceden ve ateşten yaratıldığını ifade ediyor. Ayette cin için tekil şahıs kullanılması, yaratılanın tek bir cin olduğu anlamına gelmez. Zaten cinlerin yapıları hakkında bir bilgimiz olmadığından, yazımızın başlığıyla ilgili konuyu saptırmadan irdelemekte fayda var. Ayette geçen “önce” sözüyle insanın kast edildiğini düşünmemizin nedeni, Hicr Suresinin bir önceki ayetindeki, “insanı kuru çamur ve balçıktan yarattık” ifadesini, “yaratacağım” şeklinde tercüme ettiğimiz içindir.

“Min” kelimesinin anlamında yapılan benzer hata, Hicr Suresinin 28inci (ve 26ıncı) ayetinin tercümesinde de yapılmıştır. 28inci ayet: “ve iz kaale rabbüke lilmelaiketi inniy halikun beşeren min salsalin min hamein mesnun”

Bu ayetin tercümesini, bu müfessirler şöyle yapmışlardır: “O vakit düşün ki, Rabbin meleklere, ‘Ben kuru bir çamurdan, şekil verilmiş bir balçıktan, bir insan yaratacağım.’

Bir defa, çamur ve balçık, sayılabilen malzeme değildir. Bu sebeple, “bir çamur ver” diye ifade edilmez, “biraz çamur ver” denilir. Yine aynı şekilde, “bir balçık ver” değil, “biraz balçık ver” şeklinde söylenir. Dolayısıyla, ayetteki yazılışıyla, “kuru çamurdan” ve “şekil verilmiş balçıktan” şeklinde ifade edilmelidir. Eğer, kuru kelimesi ile çamurun özelliği nitelenmek isteniyorsa bile, “kuru bir çamur” denilmesi yanlış anlamalara neden olacağından, bu şekilde tercüme edilmemelidir.

Eğer “min” kelimesini gerçek anlamında tercüme edersek, ayet şöyle olacaktır: “O vakit Rabbin meleklere dedi ki; şüphesiz Ben, beşer yaratanım. Kuru çamurdan, şekil verilmiş balçıktan (yaratanım)”.

“min” kelimesinin anlamına dikkat etmeden yanlış tercüme yapan bu müfessirler, ayetteki “beşeren” kelimenin tercümesinde çok daha büyük hata yapmışlardır. Ayetteki “beşeren” kelimesini “insan” olarak tercüme etmişlerdir. Hâlbuki Kur’an, “insan” kavramının, “beşer” mefhumundan ayrı olduğunu vurgulamak için, hassasiyet göstererek, ilgili ayetlerde farklı kelimeler kullanmıştır.

Hud Suresi 11/27inci ayette Yüce Yaradan, Hz. Nuh’a itiraz eden kâfirleri beşer olarak gördüğünü nitelemek için, “ma nerake illa beşeren mislena” ifadesini kullanıyor. Bu ifadenin tercümesi şöyle: (Buna karşılık, kavminin ileri gelen kâfirlerinden bir kısmı dediler ki) “Biz, seni, bizim gibi beşerden biri olarak görüyoruz, başka değil,” Allah, bu ayetinde, kâfirlerin ağzından çıkan bir ifadeyi kullanırken, onların “insan” olamadıklarını göstermek için “beşeren” kavramıyla niteliyor.

Enbiya Suresi 21/34üncü ayette de, Hz. Muhammed’e itiraz edenleri nitelemek için, aynı kinaye yöntemi kullanılarak, “beşer” kavramına yer veriliyor: “ (Ey Muhammed) Senden önce de hiçbir beşeri ölümsüz kılmadık, sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar?” (ve ma cealna libeşerin…) Yüce Yaradan, surenin önceki ayetlerindeki ifadeleriyle kızdığı ve peygamberinin ölümünü isteyip fesat çıkaranların ebedi yaşamayacaklarını göstermek için, onlardan bahsettiği ayetinde, “beşer” kavramını kullanarak, itirazcıları, insan seviyesinden düşük telâkki ettiğini gösteriyor.

Hicr Suresi 15/28inci ayette de, özellikle “beşeren” kelimesi kullanılmıştır. Beşer kavramı, “insan” sözünden farklıdır. İnsan, ruhen yükselmiş beşer demektir. Yüce Yaradan, bu ayetinde “şüphesiz Ben, beşer yaratanım. Kuru çamurdan, şekil verilmiş balçıktan (yaratanım)” bahsedilen “beşer” ifadesiyle, Bakara Suresi 30uncu ayetindeki “kimse” sözünü perçinlemiş oluyor.

Hicr Suresi 28inci ayetteki “beşer” ifadesinden ve Bakara Suresi 30uncu ayetteki “kimse” vurgulamasından, yani her iki ayette de “insan” kelimesinin kullanılmamasından anlaşıldığı üzere, Hz. Âdem ve eşinden önce, yaratılmış kimseler, beşer niteliğindedir. Henüz ruhen yükselmedikleri için, insan olamamışlardır.  

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | HZ ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 2 için yorumlar kapalı

HZ. ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 1

HZ. ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 1

 

Hz. Âdem hakkında, bilimsel verilerle elde edilmiş bilgilere sahip olmamız mümkün görünmüyor. Bu konudaki bilgilerimiz, kutsal kitaplarda anlatıldığı kadardır. Bilindiği gibi, kutsal kitapların içerisinde değişmeden kalan tek kitap, Kur’an’dır. Bilinen bu gerçeğe rağmen, Hz. Âdem ve iki oğluyla ilgili hikâyelerin hemen hepsi, Tevrat’tan alıntıdır. İlginç olan, Hıristiyanların da Müslümanların da büyük çoğunluğunun, elimizde orijinal nüshası bulunmayan ve sonradan yazıldığı kesin olarak bilinen insani bir eser olan Tevrat’tan yapılan alıntılara inanmalarıdır.

Hz. Âdem konusunu irdeleyebilmemiz için, bu hususta halk arasında anlatılan hikâyeleri çok kısa olarak aktaralım.

Anlatılan hikâyelere göre, Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın, her defasında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz evlatları olmaktadır. Aynı yumurtanın ikizi olan çocukların birbirleriyle evlenmeleri yasaktır. Dolayısıyla çocuklar, diğer yumurtanın ikizi ile evlenirler. Çünkü aynı yumurta ikiziyle evlenirlerse, kardeşiyle evlenmiş duruma düşmektedirler. Fakat bir sonra doğan ikizlerden karşı cins ile evlenirlerse, (güya) kardeşiyle evlenmemiş olmaktadırlar.

Yine hikâyecilere göre; yukarıda söylenen kurallar uyarınca Habil’in evlenmesi gereken kız, Âdem ve eşinin en güzel kızları olduğu için, onunla Kabil evlenmek ister. İki kardeş arasındaki bu kapışmada, Hz. Âdem, arabuluculuk yapar. Çözüm olarak, Allah’a kurban sunmalarını ister. “Yüce Yaradan kimden kurban kabul ederse, kız onunla evlensin” der ve fikri kabul görür. Tek olan Tanrı, Habil’in kurbanını kabul eder.

Hikâyecilere göre, Habil çobandır ve deve sürüsü vardır. İçlerinden en güzelini kurban olarak getirmiştir. Kabil ise, çiftçidir. O da bir demet sarı başak getirmiştir. Allah, Habil’in devesini kabul edince, Kabil sinirlenir, kardeşini çöle sürükler ve orada öldürür. Hıristiyan kaynaklara göre, Habil öldürüldüğünde 22 yaşındadır.

Bu hikâye, ilâhi kaynaklı dinlere inanan insanlar arasındaki hemen her kesimde kabul görmüştür. Bizim garipsediğimiz husus, Ali Şeriati gibi sorgulayan insanların bile, yukarıdaki hikâyeyi inanarak anlatması ve inanması yetmiyormuş gibi, üzerine aşağıdaki irdelemeleri yapmasıdır.

Ali Şeriati, sosyolog ve dinler tarihçisi olduğundan, anlatılan bu hikâyeyi daha derin incelemiştir. Kendinden önceki bazı sosyologların bu hikâyeyle ilgili olarak yaptıkları bilimsel analize göre, cinsel arzu ve güdü, cinayet ve günahın temel nedenidir. Şeriati, sosyologların bu yargısını doğru bulmakla birlikte, yetersiz görür. Kendisine şu soruyu sorar: “Kabil niçin şehvetin avı olmuştur?”. Yazar, yaptığı uzun tahlillerle, aynı anne ve babanın evlatlarının, aynı ortamda yetişmelerine rağmen, farklı davranmalarının nedenlerini inceler.

Biz, burada, onun uzun irdelemelerini değil, ulaştığı sebep-sonuç ilişkilerini çok kısaltılmış olarak vermekle yetineceğiz. Şeriati’ye göre, Habil, çoban olduğu için, henüz mülkiyet kavramı yoktur. Yani, sınıfsız, ilk “ortaklık toplumuna” bağlı insandır. Bu nedenle mal biriktirme gibi hırsları oluşmamıştır. Kabil ise, çiftçi olduğundan, toprak sahibidir. Dolayısıyla, iskân ve toprağa bağımlılık aşamasının ve sınıflı toplumun insanı -yazara göre- bireyin bireyi sömürmesi, bireysel mülkiyet ve insanın insana hükmetme döneminin insanıdır. İşte, sosyoloğumuza göre kardeşlerin aralarındaki tek fark, mülk sahibi olmanın oluşturduğu despotluk anlayışından gelmektedir.

Asırlardır insanlara ezberlettirilen hikâyeyi ve son dönem sosyologlarının analizlerini kısaca aktardık. Şimdi, anlatılanları, önce sorularımızla irdeleyelim, sonra Kur’an’ın anlatımına bakalım.

Sorulacak bir soru şudur. Aynı anne ve babadan dünyaya gelmelerine rağmen, farklı zamanda doğan ikizler, birbirleriyle çaprazlama evlendiklerinde, kardeşleriyle evlenmiş olmuyorlar mı?

Hikâyeye göre, Yüce Yaradan, Hz. Âdem ve Hz. Havva çiftine her defasında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz çocuk veriyor. Burada akla şu soru geliyor. Kâinatı sıfırdan yaratmaya ve topraktan insan yaratmaya, Âdem ve eşine, her defasında biri kız biri erkek olacak şekilde ikiz çocuk vermeye gücü yeten Allah, niye başka bir çözüm üretmesin?

Akla gelen bir diğer sual de şu olabilir. Bütün kutsal kitaplarında, aile içi ilişkileri yasaklayan Yüce Yaradan, her şeye gücü yeter iken, insanlığın başlangıcında böyle bir uygulama yaparsa, inandırıcılığının kalmayacağını bilmez mi?

Şu anda insanlık tarihinin süresi hakkında net bir bilgi sahibi değiliz. Bilim insanlarının bize anlattıkları bilimsel bulgulara göre, insanlık tarihi, en az 70.000 yıllık geçmişe sahiptir. Buğday üretmeye başlanıldığı söylenen en eski tarih ise, 13.000 yıl öncesidir. Bilimin bize aktardıklarında sonradan elde edilecek bulgulara göre, elbette, süreler konusunda bazı değişiklikler olabilir. Ama ilk insanların buğday ürettiğini bilimsel olarak iddia etmek bilim tanımına ters düştüğü gibi,  ispat edilmesi de mümkün değildir.

Bu gerçeğe rağmen, bir taraftan Hz. Âdem ve eşi ilk insandır, Habil ve Kabil, onların ilk çocuklarıdır diyeceğiz, diğer yandan, insanlığın daha birinci neslinde, çiftçiliğin ve toprak sahipliğinin başladığını iddia edeceğiz. Eğer Kabil, hikâyedeki gibi başak getirmişse, onun başak getirmesinin tek bir açıklaması olabilir. O da, ilâhi kaynaklı düşünüşle açıklanabilir ki, İslâm müfessirlerinin bazıları da bu şekilde izah ediyorlar. Yüce Yaradan’ın, Âdem’e başak gönderdiğini ve melekleri aracılığıyla, ona buğday yetiştirmesini öğrettirdiğini ifade ediyorlar. Her şeye gücü yeten Allah için, bunu yapmak, bizce, en basit işlerdendir. Ancak, böyle ilâhi bir olay gerçekleşmiş olsa bile, henüz, Âdem ve eşinin yeryüzüne indirilişlerinin başlangıcında, toprak sahipliğinden kaynaklanan mülkiyet hırsının oluşacağını, nasıl söyleyebiliriz? Sosyologların, Kabil’in kıza sahiplenmek isteğinin temelinde yatan sebebin, çiftçiliğinin, tarla sahipliğinin ve mülkiyet bilincinin olduğu yönünde savunmalarla açıklamalarının bir anlamı olabilir mi?

Diğer yandan, henüz hiçbir hayvan gurubu evcilleştirilememiş iken, hem de 22 yaşında öldürüldüğü söylenen ve insanlığın ilk dört kişisinden biri olduğu iddia edilen bir insanın, birkaç deveye değil de, deve sürüsüne sahip olduğunu nasıl iddia edebiliriz? Deve sürüsüne sahip olma ihtiyacını hissetmesi için, yeryüzünde, kendilerinden başka, çok fazla sayıda insanların da var olması ve develeri ticaret amacıyla kullanmaları gerekmiyor mu?

Ayrıca, aynı anda yaşayan ve yeryüzündeki ilk dört kişiden ikisi oldukları iddia edilen iki kardeşten birinin deve sürüsü sahibi ama mülkiyet anlayışı olmayan, diğerinin çiftçi fakat mülkiyet kavramı gelişmiş olduğunu iddia etmenin, savunulabilecek bir yönü var mıdır?

Anlatılan ve ispatlanması mümkün olmayan bu hikâyeyi esas alarak, uzun uzun ve derin! yorumlar yaparak; hükmetme hırsının tarihi gelişimi, ekonomik yapının insanlar üzerindeki etkileri, mülkiyet kavramı, sınıf anlayışı ve tarih üzerine teoriler üreten sosyologlara, bundan sonra nasıl inanabiliriz?

Bu gibi sorulara, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl ile cevap aramaya çalışalım. Bu arayışımız sırasında, Allah’ın -sadece dünyayı ve insanları değil- bütün evreni hiç yoktan oluşturmaya gücü yeten bir yaratıcı olduğunu unutmadan düşünelim.

Bir taraftan bu sorulara cevaplar ararken, diğer yandan, Kur’an’daki, Hz. Âdemin iki oğlunun hikâyesinin anlatımına kulak verelim. Bu husus, Maide Suresinin 27-31inci ayetlerinde anlatılır. Ayetlere dikkat edersek, Habil ve Kabil isimlerinden bahsedilmez. Ayrıca aralarındaki tartışmanın sebebi olarak, Allah’a sundukları kurbanlardan sadece birinin kabul edilmesi gösterilir. Demek ki, anlatılan diğer bütün hikâyeler, bazı müfessirlerin, muhtemelen, kendilerinden önceki meşhur müfessirlerin düşüncelerini taklit ettikleri anlatımlardır. Veya kendi anlattıkları hikâyelerini, Kur’an aracılığıyla ispat edebilmek için, ya da başka saiklerle oluşturdukları uydurma olaylardır. Hikâyelerdeki amacın, Hz. Âdem’in ilk insan olduğunu ispat etme çabası olması ihtimali çok kuvvetlidir.

Acaba Hz. Âdem’in ilk olduğu şeklindeki bu düşünceleri, Kur’an ile örtüşüyor mu? İrdelemeye devam edelim.

Maide Suresi 27inci ayet: Onlara, Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da, birinden kabul edilmiş, ötekinden kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, “Andolsun seni mutlaka öldüreceğim” demişti. Öteki, “Allah, ancak kendisine karşı gelmekten sakınanlardan kabul eder” demişti.

28: “Andolsun! Sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da, ben seni öldürmek için sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.”

29: “Ben istiyorum ki, sen benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın. İşte bu zalimlerin cezasıdır.”

30: “Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.”

31: Nihayet Allah, ona kardeşinin ölmüş cesedini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. “Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtmekten aciz miyim ben?” dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu.

Konuyla ilgili ayetlerde anlatılanlara bakıldığında, Kabil ve Habil ismi geçmemekte, sadece Âdem’in iki oğlu denilmektedir. Ayrıca kurbanı kabul edilmeyenin, kurbanı kabul edileni öldürmesinin sebebi olarak anlatılan evlenme ile ilgili hikâyelerin ve bir batında biri kız diğeri erkek olan ikiz kardeş doğduğu gibi olayların, Kur’an’da olmadığı anlaşılmaktadır. Hangi kardeşin, kurban olarak ne sunduğu belirtilmemiştir. Dolayısıyla, birinin deve sürüsü sahibi, diğerinin ziraatçilik yapan çiftçi olduğu şeklinde bir açıklama, Kur’an’da mevcut değildir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | HZ. ÂDEM PEYGAMBER KONUSU 1 için yorumlar kapalı

HİZMET EDERKEN ISLAH ETMEK

HİZMET EDERKEN ISLAH ETMEK

 

“İnsan” olmanın en önemli şartlarından birisi, hizmet etmektir. Konumları ve maddi güçleri ne olursa olsun bütün insanlar, birbirlerine karşılıksız hizmet etmekle yükümlüdürler. Ancak, insanların karşılık beklemeden hizmet etmeleri çok zordur. İnsanların sahip oldukları nefis, bu hizmet anlayışının önündeki en büyük engeldir. Nefsimizin bizi zorladığını bilen Yüce Yaradan, bizim yaptığımız karşılıksız yardımların zerresinin kaybolmayacağını ve karşılığını bizlere vereceğini söylüyor ki, insanların arasındaki yardımlaşma artsın. Hattâ, Allah, insanları birbirine yardımcı olmaya teşvik edecek bir başka güzelliği şu ayetiyle açıklıyor.

Enam Suresi 6/160: “Kim bir iyilik yaparsa, ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa, o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.”

Hizmet etmek, her insan için bir insani görev olmasına rağmen, bazı insanlar için mecburiyettir. Amirler, belediye başkanlığı, başbakanlık, bakanlık gibi makamlarda oturanlar, bulundukları mevki itibarıyla insanlara hizmet etmek durumundadırlar.

Hizmet etmek, elbette çok güzel bir insani haslettir. Ancak hizmet etmekten daha evlâsı, hizmet ederken ıslah edebilmektir. Bu sitedeki bir yazımızda belirttiğimiz gibi, Ebuzer-i Gifari, Cündeb bin Cünade adında bir kervan soyguncusu iken, ıslah olarak değişmiştir. Bir insanın ıslah olması, o kişinin kâmil insan olma yoluna girmesine vesile olur. Kişinin ruhen yükselerek tekâmül etmesi için, bizzat şahsın kendisinin çaba sarf etmesini sağlamak, onu ıslah etmenin temelini atmak anlamına gelir.

Hizmet etmek, o insanın bir nevi hizmetkârı gibi olmaktır. Onun işlerinin bir kısmını gören ücretsiz işçisi gibi davranmaktır. Hizmet etmek, karşımızdakinin hayatını kolaylaştırmaya çalışmaktır.

Eğer, bizim için yapılan karşılıksız hizmetlerden olumlu yönde anlam çıkarabilirsek, ne mutlu bize. Çünkü çıkardığımız bu anlamları hayatımıza uyguladığımız ölçüde, kendimizi ıslah ederiz.

Ama bize hizmet eden kişi, aynı zamanda bize rehberlik ederse, aldığımız hizmetten anlam çıkarma ihtimalimiz artar. Dolayısıyla, ıslah olma ihtimalimiz kuvvetlenir. Bize karşılıksız hizmet eden şahıs, verdiği desteğe ilaveten, kendisi güzel bir örnek oluşturmuşsa, bizim ıslah olmamız kolaylaşır ve kalıcı hale gelir.

Kur’an’a baktığımızda, ismi geçen bütün peygamberlerin, örnek insanlar olduklarını anlıyoruz.

Mümtehine Suresi 60/4: “İbrahim’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir misal vardır…”

Zuhruf Suresi 43/59: “İsâ, ancak kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek kıldığımız bir kuldur.”

Ahzab Suresi 33/21: “Şanım hakkı için muhakkak ki size Allah’ın resulünde Hz. Muhammed) pek güzel bir örnek vardır. Allah’a ve son güne ümit besler olup da Allah’ı çok zikreden kimseler için.”

Yukarıdaki ayetlerden de anlaşıldığı üzere, ıslah etmeye çalışan peygamberler, örnek olmuşlardır. Peygamberlerin dışında da ıslah edici davranan örnek insanlar her zaman olmuştur ve var olmaya devam edecektir.  Ancak, ıslah edici görünen her insan, ıslah edici olmayabilir.

Bakara Suresi 2/11: Hem onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın.” denildiğinde: “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler.

12: “İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.”

Demek ki, 12inci ayete göre, her hizmet eder görünen, ıslah edici değildir. Bazıları, kendi menfaatleri uğruna veya orada fesat çıkarmak için hizmet eder görünmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, her hizmet eden ıslah edici olarak kabul edilemez. Bazen ise, aksine bozgunculuğunu gizlemeye çalışan birileri olabilir. Bunlara karşı çok daha dikkatli olmak gerektiğini biliyoruz. Kur’an, bir adım daha ilerisi için bize yol gösteriyor ve fesat çıkaranların emirlerine itaat etmememizi istiyor.

Şuara Suresi 26/151 ve 152: “Yeryüzünde ıslaha çalışmayıp fesat çıkaran haddi aşmışların emrine itaat etmeyin.”

İnsanlardaki ıslah edici özelliğin kaynağı nereden geliyor diye Kur’an’a bakalım.

Haşr Suresi 59/23: “O…düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allah’tır…”

Ayetteki ifadede Yüce Yaradan, Kendisinin vasıflarından birisinin ıslah edicilik olduğunu net bir şekilde vurguluyor. Eğer biz de, tek olan Tanrı’nın gösterdiği yolda yürürsek, hem kendimizin ıslah olma ihtimalimiz hem de başkasının ıslah olmasına vesile olmamız ihtimali artar.

Islah olmamızın ve ıslah etmeye çalışmamızın ne kadar önemli olduğunu aşağıdaki ayet bize net bir şekilde gösteriyor.

Hud Suresi 11/117: “Senin Rabbin, halkları iyi ve ıslahatçı iken, o memleketleri haksız yere helak edecek değildir.”

Peygamberlerin hepsinin, insanları ıslah etmeye çalıştıklarını, hem kutsal kitaplardan hem de tarihi bulgulardan öğreniyoruz.

Bilginler ise, genel anlamda, hizmet eden insanlardır. Elbette, ıslah edici şeklinde davranan bilginler de vardır. Ancak, dindar din âlimleri ile karşılaştırıldığında, sayıları daha azdır. Bu durum, sadece ilâhi kaynaklı dinler için geçerlidir denilemez. Meselâ, yeni bir din öğretisinin temelini atan Buda, ıslah edicidir. Fakat benzer dönemlerde Antik Helen’de yaşayan Pisagor (Pythagoras), Aristo gibi insanlar, ağırlıklı olarak, hizmet eden şeklinde nitelenebilir.

Hz. İsa’nın Havarileri, ıslah edicidirler. Ama Newton, Edison, Einstein ve diğer ilim insanları, daha çok hizmet eden özelliğe sahiptirler.

İslâm’daki ilk dört halife ıslah edici konumda iken, İbni Sina, Lokman Hekim, El Kindi ve Farabi gibi şahsiyetlerin hizmet etme vasıfları, daha öne çıkar.

Hizmet etmek ile ıslah etmenin arasındaki farkı kavrayarak, ıslah ediciliği artırabilmemiz için, irfan kavramı ile bilgi arasındaki farkı görebilmemiz gerekmektedir. Aradaki farkı fark edersek, insanlarımızı irfan sahibi olmaya yöneltebiliriz. İnsanlarımızı irfan sahibi olmaya yöneltebilmemiz için de, terbiye ile eğitim-öğretim arasındaki farkı kavramaya çalışmalıyız.

Sosyal kategorisine gönderildi | HİZMET EDERKEN ISLAH ETMEK için yorumlar kapalı

MENFAATİMİZİ VE HAYATIMIZI ANLAMLANDIRMA DENGESİ ÜZERİNE

MENFAATİMİZİ VE HAYATIMIZI ANLAMLANDIRMA DENGESİ ÜZERİNE

 

Bütün dünyayı saran covid-19 denilen salgın hastalık, hayatımızı alt üst etti. Salgın hastalığı önleme konusunda çare bulamayan bilim insanları, hastalığın sebeplerinin neler olabileceği hususunu bilimsel olarak açıklamaya çalışıyorlar. İlk olarak bizi uyardıkları konu, çevreyi kirlettiğimiz üzerine olmaktadır. Doğayı tahrip ederek yeşili azalttığımızı, bazı hayvan türlerini yok etmekte olduğumuzu vurguladıktan sonra, bütün bunların sonucunda doğal dengenin bozulduğunu, küresel ısınmaya sebep olduğumuzu anlatıyorlar.

Diğer taraftan, gıdaların üretimindeki verimliliği artırmak için çok miktarda ilaç ve hormon kullanılmasının insan vücuduna verdiği zararla ilgili bilgiler veriyorlar. Ayrıca ayaküstü atıştırma anlayışının yaygınlaşmasının, yiyeceklerdeki sahtelik ve hormon kullanımıyla birleşince, insanların bağışıklık sisteminin zayıfladığına dikkat çekiyorlar. Bunlara ilaveten, tüketim anlayışının değişerek, insanların tüketimde yarış halinde olduklarını, bu yarışın insanları daha çok para kazanmaya mecbur bıraktığını ifade ediyorlar. İnsanların içine düştükleri para kazanma mecburiyetleri, bilhassa şehirlerde yaşayan ve sofrasındaki ürünlerden hiçbirini üretemeyen insanlarda, gerginlik (çağın hastalığı olan stres) oluşturduğunu üzülerek söylüyorlar.

Hastalığın muhtemel sebepleri üzerinde fikir yürüten bilim insanları, hayatımızı altüst eden bu anlayışı, bizim nasıl altüst edebileceğimiz hakkında fikir üretemiyorlar. Bulabildikleri çözüm yolları, hastalığın yayılmasını azaltmak üzerine. Ulaştıkları çözüm de, kişilerin toplumdan soyutlanmasını sağlamak olduğundan, insanları daha çok bunaltıyor.

Bilimin yöntemi, deneysellik üzerine olduğundan, bizim hayatımızı altüst eden bu anlayış ve uygulamaları, bizim altüst etmemiz üzerine bir fikir yürütemiyorlar. Çünkü hayata bakışımızı altüst edip, kendimize yeni bir yaşam felsefesi oluşturmanın yollarını aramak, bilimin alanına girmemektedir.

Bir insanın, yeni bir yaşam felsefesi oluşturabilmesi, nefsi ile oluşturduğu ilişkinin sonuçlarına bağlıdır. Eğer bir kişi, sadece nefsinin isteklerinin peşinde koşuyorsa, onun hayatı, mutfak ile tuvalet arasında geçiyor demektir. Eğer, hayatımızı bu minval üzerine inşa etmişsek, günümüzde yaşanan bir salgın hastalık gibi bir musibet karşısında bunalıma girme ihtimalimiz artar. Kendimizi her şeyden ve her insandan soyutlamaya çalışırız.

Eğer, hayata bakışımız, insanlara hizmet ve adaletli davranma üzerine inşa edilmişse, salgın hastalık bizi ruhen bunaltmaz. Çünkü biz, kıyamete bile hazırız demektir.

Peki, istekleri bitmeyen bir nefse sahip iken, adaletli olmayı, başkalarına hizmet etmeyi nasıl başaracağız? Hayatımızı değerli hale getirip, kendimizle gurur duymayı nasıl sağlayacağız?

Öncelikle, kendimize şu soruyu sorarak başlayabiliriz. Yapacağım bir işte, ben nasıl bir karar vermeliyim ki, hem ben menfaat sağlamalıyım, hem de çevrem, ülkem ve insanlık yararlanmalı.

Kendisine bu soruyu soran insan, eğer güçlü bir iradeye sahipse, kazanırken de ahlaklı davranır. Kazandıklarını da yüksünmeden paylaşır. Eğer yeterince güçlü iradesi yoksa kazanırken, ahlakın kestirme yollarına başvurabilir. Fakat bazen böyle bir yöntemle kazanmasına rağmen, kazandıktan sonra fakirlerle ve ihtiyacı olanlarla paylaşmasına bir engel olmadığı için, paylaşabilir.

Paylaşmak, insana huzur verir. Yaygın tanıma göre, mutlu olmanın en kestirme yolu, başkasını mutlu etmektir. Başkalarının mutlu olmasında pay sahibi olduğunu düşünmek, o şahsın hayatını anlamlandırır.

Paylaşmayı ve yardımı değerli kılan şey, yardım edileni incitmeden ve sessizce yapılmasıdır. Böyle hassas davranışlar, hayatın anlamına değer katar. Bu yolda yürümeye başlayan bir insan, bir süre sonra, kazanırken de ahlaklı olmanın yollarını aramaya başlar. Demek ki, kazanırken bazen ahlakın kestirme yollarına başvuruyor olsak bile, kazandıklarımızı sessizce paylaşmaya başlarsak, hayatımızı değerli hale getirmeye de başlamış oluruz.

Bir kişinin hayatının anlamlandıran hususlardan birisi de, dostluklardır. Dostlarının ve sevdiklerinin kalitesi ve dürüstlüğü arttıkça, o şahsın hayatının değeri de artar.

Dost edinebilmenin ilk şartı, karşı taraf talep etmeden, ona dostluk gösterebilmektir. Nasıl ki bir insan, sevilmeyi arzu ediyorsa, önce sevmeyi öğrenmesi gerekiyorsa, dostluk da öyledir.

Fakat sevilmeden önce sevmek, dostluk görmeden önce dostluk göstermek, insan nefsine zor gelir. Nefsimiz, başka bazı konularda, ilk hareket eden olmamız için bizi yönlendirirken, sevgi ve dostluk konusuna gelince, karşı tarafı beklememizi öğütler.

Bu zorluğu aşabilmek için, çeşitli yöntemler denenebilir. Bunlardan birisi, hayatta bir daha karşılaşmayacağımızı düşündüğümüz ve bizim konumumuzu bilmeyen bir insana, uygun bir ortam oluştuğunda sevgi ve dostluk göstermektir. Böylece, sevgi ve dostluk gösterdiğimiz şahsın, daha sonra şımarıp, bizden menfaat sağlamak istemesi ihtimalini de bertaraf etmiş olabiliriz. Bizim kim olduğumuzu, gücümüzü veya zenginliğimizi bilmeden sevgi ve dostluk göstereceğimiz şahsın, bize aynı şekilde güzellikle cevap vermesi ihtimal, çok kuvvetlidir. Böyle güzel bir karşılık gören o insan mutlu olur. Çünkü o ana kadar, çevresindeki insanlardan kendisine sevgi ve dostluk göstermek isteyenlere hep şüpheyle yaklaşmıştır. Sevgi gösterilerinin arkasında hep, bir menfaat olduğunu düşünmüştür. Dolayısıyla, çevresindekilerin sevgi gösterilerinden dolayı mutlu olmadığı gibi, aksine onlara içten içe kızmış, bazen de kinlenmiştir. Hâlbuki şimdi, kendisine sevgi gösteren insanın, bu davranışını içten gelerek yaptığına inanmaktadır.

Demek ki, bazen yanımıza yardımcılarımızı ve bizi tanıyanları almadan, halkın içerisine girerek insanlarla samimi bir ortamda görüşürsek, sevgi ve dostluk görme ihtimalimiz her zaman vardır.

Bazen, kim olduğumuz yani gücümüz ve zenginliğimiz anlaşılırken bile, samimi bir ortam oluşturabiliriz. Bunun için, karşımızdaki insana madden yardım etmek yerine, manevi güzellik sergilememiz yeterli olacaktır. Karşımızdaki bir insana güzel bir şekilde gülümsememiz, onun taşıdığı ağır bir yükün bir kısmını taşımamız, işinin bir ucundan tutarak yardım etmemiz, o şahsı mutlu kılacaktır. Yeter ki biz bu manevi yardımları, karşı taraf istemeden ve başa kakmadan yapmaya gayret edelim. Gösteriş için yapmayalım. Yapmacık davranmayalım. Gönülden yapmaya çalışalım. Göreceğiz ki, bizim yardım ettiğimiz insan, kedisine verdiğimiz değeri hemen kavrayacak ve bize sevgi ve dostluk gösterecektir.

Tarihin bize öğrettiği konulardan birisi de, hiçbir şeyin sabit kalmadığıdır. Hem devletler hem de insanlar için geçerli olan bir kural oluşmuştur. Bu kurala göre, bugünün büyükleri, yarının küçükleri olabilecekleri gibi, bugünün küçükleri, yarının büyükleri olabilirler. Bu altın kural, insanlar için daha sık geçerlidir. Hattâ aynı insan, yaşamı süresince bu durumu birkaç defa yaşayabilir.

Eğer, güçlü olduğumuz dönemde, menfaatimizi korurken hayatımızı anlamlandıracak şekilde hareket etmemişsek, sırf kendi nefsimizi düşünerek davranmışsak, düşüşümüz tehlikeli olabilir. Bilhassa, menfaatimizi koruyoruz diyerek başkalarını ezmişsek, tekrar ayağa kalkma ihtimalimiz çok azalır.

Bizim yukarıda bahsettiğimiz davranışları sergilemek için, çok güçlü iradeye sahip olmak gerekmez. Kendimizi ihmal ederek başkasına destek vermemizi de istemiyoruz. Yukarıda verdiğimiz örnekleri, “bizim kalbimiz mühürlenmiş” diye düşünen veya gerçekten nefsinin esiri olanlar için, uygulanabilir bir çıkış yolu olarak göstermeye çalışıyoruz. Daha önceki bir makalemizde ifade ettiğimiz gibi, her insanın içerisinde hem evliyalık hem de eşkıyalık vardır. Bizim amacımız, eşkıyayı, evliya yapmak değildir. Zaten buna insanın kendisinin davranışı bile yetmez. Tanrı’nın desteği gerekir. Gaye, evliyalık ile eşkıyalık arasında -hiç olmazsa- bir denge oluşturmaktır. Eğer bizim anlattığımız yolların benzerlerini uygularsak, en azından, eşkıyalıktan uzaklaşmaya başlarız.

YAŞAM kategorisine gönderildi | MENFAATİMİZİ VE HAYATIMIZI ANLAMLANDIRMA DENGESİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KUR’AN OKUMAK, ONU HAYATA YANSITMAKTIR

KUR’AN OKUMAK, ONU HAYATA YANSITMAKTIR

 

Bilindiği gibi, bütün kutsal kitaplar, indiği bölgedeki halkın anlayacağı dilde gönderilmiştir. Budizm’in kurucusu olan Buda da, o dönemde bölgenin dili olan Sanskritçe yazmıştır. Bir eserin, bölge halkının dilinde yazılması, o kitabın okunması için olmazsa olmaz bir uygulamadır. Çevresindeki insanların kendisini anlamasını ve yaptığı tavsiyelere kulak verilmesini isteyen her insan, içinde bulunduğu toplumun diliyle hitap eder ve yazar. Türkiye’de yaşayan bir yazarın, yayınladığı bir eseri Fransızca veya Japonca yazması düşünülemez. Zaten hiçbir yerde böyle bir farklı dil yayını görülmemiştir.

Bütün ilâhi eserlerde olduğu gibi, Kur’an’da verilen örnekler, hem o dönemde yaşayan halkın anlayışına hem de bölgenin coğrafi yapısına uygun misallerdir. Kur’an’daki bu uygulamanın amacı, o dönemde yaşayan halkın, Kur’an’da söylenenleri hayatlarına yansıtmalarını sağlamaya çalışmaktır. Bilindiği gibi, Kur’an’ın, insani eserlere göre üstünlüğü, sadece bir döneme ait olmayıp, hem devirler üstü hem de bütün insanlığa yönelik evrensel olmasıdır. Dolayısıyla, Kur’an’ın indirildiği dönemden sonra yaşamış ve yaşayacak bütün insanlara da yöneliktir. Bu sebeple, bizim de, Kur’an’da anlatılanları hayatımıza yansıtabilmemiz için, en iyi bildiğimiz lisan ile yazılanını okumamız gerekmektedir.

Kur’an’ı anlayarak okuduğumuzda, hayatımızda karşılaşabileceğimiz olaylarla ilgili olarak, temel taşı niteliğinde yol gösterici hükümlerin olduğunu görmekteyiz. Hemen her insan, kendi lisanında yazılmış bir Kur’an’ı her okuyuşunda, daha önce farkına varmadığı birçok tavsiyenin olduğunu ve yepyeni anlamların varlığını kavradığını görerek hayret etmektedir. Okumuş olmak için değil de, anlamak amacıyla okuyan bir kişi, Kur’an’ı her okuyuşunda, okuduklarını hayatına yansıtabilmek için daha kararlı hale geldiğini fark etmektedir. Eğer aynı şahıs, Kur’an’ı defalarca okusa, ama kendi lisanıyla değil de, anlamadığı dilde yazılmış olanı hatmetse, acaba hayatında nasıl bir değişiklik olurdu? Anlayarak ve defalarca okuyan insan ile hiç anlamadan okuyanı karşılaştırırsak, hangisinin hayatında değişiklik olma ihtimali daha yüksektir?

Kur’an’ın anlatım tekniğinde, indirildiği tarihten önceki dönemlerde yaşanmış olaylardan bahsedilmektedir. Hikâye olarak aktarılan bu olaylar, kutsal kitabın farklı bölümlerinde tekrarlanmaktadır. İlk defa okuyan insanların büyük çoğunluğu, farklı surelerde aktarılan bu tarihi olayların, hep aynı şekilde anlatıldığını zannetmektedir. Ancak, dikkatlice veya birkaç defa okuyunca, farklı surelerde anlatılanların aralarındaki ince ayrıntı şeklindeki farklılıkları sezebilmektedir. Kur’an’ın anlattığı bu tarihi olaylar, “kıssadan hisse” amacıyla ve insanların günlük hayatlarında karşılaşabilecekleri şekilde aktarılmaktadır. Dolayısıyla, hikâyelerden ders alınması istenilmektedir.

Şimdi düşünelim. Anlatılan hikâyelerden hayatımıza uygulayabilecek anlamıyla ders alabilmek için, bildiğimiz lisan ile yazılmışını bile, defalarca okumamız gerekirken, anlamadığımız lisan ile yazılmış olanı okumamızdan, ders çıkarmamız nasıl mümkün olur?

Kur’an’ın indiriliş dili olan Arapçasını okumamızı isteyenler, bu kitabın Yüce Yaradan’dan gelen ilâhi bir eser olduğunu, dolayısıyla indirildiği dilde okunması gerektiğini söylemektedirler. Peki, biz, bilmediğimiz bir lisan ile yazılmış olan bir Kur’an’ı okuduğumuzda, kitabın Allah tarafından söylenenler olduğunu, yani Yüce Yaradan’dan geldiğini nasıl anlayacağız?

Bir Japon arkadaşımızın, bize kendi dininin kutsal metinlerini, bunlar Kur’an metinlerinden diyerek, Kur’an’ın okunuş makamıyla ve Japon dilinde okuduğunu düşünelim. Veya bir Fransız arkadaşımız, bize, Kur’an okuyorum diyerek meşhur düşünürlerin eserlerinden Fransızca bir parçayı, Kur’an tilavetiyle okusa, bizim, okuduklarının Allah’tan gelen Kur’an olduğunu zannetme ihtimalimiz çok yüksektir. Çünkü okunandan hiçbir şey anlamamış, sadece arkadaşımızın sözüne güvenmişizdir. Ama gerçek öyle değildir, okunanlar tamamen insani eserlerdir. Hattâ bir Arap arkadaşımız, Kur’an’dan bir sure okuyorum dese ve bir başka insani eserden pasajı, Kur’an tilavetiyle okusa, biz okunanın Kur’an olduğunu zannederiz.

Bu konu ile ilgili olarak bir hatıramı aktarayım. Üniversitede okurken, Irak Türklerinden bazı öğrenciler de, okumak için bizim okula gelmişlerdi. Onlardan biri ile birlikte postaneye gittik. Arkadaş, memleketi olan Irak’a mektup gönderecekti. Zarfın üzerine adresi yazarken Arap alfabesini kullandı. En altına Türkçe alfabeyle tek kelime olarak “Irak” diye yazdı. Çünkü Irak’ta kullanılan alfabe Arap yazısı idi. Türk postacı, Irak yazısını görünce, o ülkenin postasına verecek, Irak’taki postacı ise, dağıtımı yapabilmek için kendi anladığı alfabe olan Arapça ile okuyabilecekti. Arkadaş zarfı bir ara yere düşürdü. Hemen bir vatandaş yere düşen zarfı aldı, üç kere öpüp başına götürdükten sonra bizim arkadaşa geri verdi. Çünkü bize yardımcı olarak düşen zarfı alan o vatandaş, zarfın üzerindeki Arapça yazıyı, Kur’an olabilir diye düşünerek saygılı davranmıştı. Böyle olayların benzerlerini ben küçükken de yaşamıştım. Bize öğütlenen şey, yolda üzerinde Arapça yazı olan bir kâğıt parçası gördüğümüzde, yerden alıp yüksekçe bir yere, bir daha düşmeyecek şekilde koymamızdı. İnsan bilmeyince böyle komik durumlara düşmek her zaman mümkündür.

Anlamadan okumak, sadece seslendirmektir. Dilini bilmediğimiz yabancı bir şiiri veya şarkıyı okumak veya dinlemek ne anlam ifade ederse, Kur’an’ın dilini anlamadan okumak da, aynı şeydir. Sadece seslendirmektir. Eğer amaç, şeklen seslendirmek olursa, kutsal kitaptakilerin ruhunu anlamamız nasıl gerçekleşecektir?

Kur’an’ı, iniş dili olan o günkü Arapçasıyla ve makamıyla okunuşunu, huşu içerisinde dinlemek, insana manevi bir huzur verir. Ama bu duygu, sadece dinlediğimiz an ile sınırlı kalır. Kur’an’da aktarılanların ruhunu anlamamız mümkün olmaz. Dolayısıyla, Arapça okunanı dinleyerek, ruhumuzun manevi gıdasının uzun süre devam etmesini sağlayamayız.

Eğer ahirette, Kur’an’da anlatılanlardan sorgulanacağımıza inanıyorsak, anlamadan okuyunca, ahiretteki sorguya nasıl hazırlanacağız? Bir Çinli, Çince okuduğu ve çok güzel öğrendiği bir dersin imtihanına girdiğinde, soruların Rusça sorulduğunu görse, başarılı cevap verme ihtimali ne olur? Veya imtihana hazırlanırken, dersi öğrenebilmek için, anlamadığı bir dilde yazılmış ve dünyadaki en güzel anlatımı olan bir kitaptan çalışmak istese, ne öğrenebilir?

Kendimiz bildiğimiz lisan ile yazılmışını okumazsak, tek çaremiz, başkalarının anlattıklarıyla yürümek olacaktır. Eğer böyle yaparsak, yani sadece başkalarının anlattıkları ile hareket edersek, ahirette Yüce Yaradan’ın huzuruna çıktığımızda, “biz bilmiyorduk, bize böyle anlattılar” diyerek kurtulma ihtimalimiz çok zayıf.

Bakara Suresi 2/170: Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun.” dendiği vakit de: “Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona uyarız.” dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar?

Kur’an’da yukarıdaki ayet gibi çok sayıda ayet vardır. Bu ayetlerin, Allah’a inanmayan atalar için söylenildiğini, Müslüman olan atalarla bir ilgisinin olmadığını iddia etmek pek mümkün görünmüyor. Çünkü ayette “ya ataları bir şeye aklı erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar” diye uyarılıyor. Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, yine bir hatıramı aktarmak istiyorum. Benim 1973 yılından beri tanıdığım bir hemşehrimin babaannesi 2005 yılında vefat etti. Kadıncağız, ölmeden öncesinde bile, dünyanın öküzün boynuzu üzerinde durduğunu, inanarak iddia ediyordu. Çünkü o da, atalarından öyle duymuştu. Eğer bizler şehre gelmeseydik ve okumasaydık, ilçede arkadaşın babaannesinin şartlarında yaşıyor olsaydık, biz de aynı şeyi söyleyebilirdik.

Bir başka örnek verelim. Ünlü mutasavvıflardan Hacı Bektaşi Veli Hazretleri, birçok konuda çok güzel yorumlar yapmış ve yol gösterici olmuştur. Aynı insan, Kur’an’daki “acı sulu deniz ile tatlı sulu deniz birbirine karışmaz, aralarına bir perde koymuşuzdur” mealindeki ayetini, döneminin şartlarına göre yorumlamıştır. Ona göre bu iki deniz, Rum denizi ve Fars denizidir ve  bu iki deniz birbirine karışmaz. Biz hacı Bektaşi Veli’den sonra yaşamış olsak, onun Kur’an yorumunu, kesin bir bilgi olarak düşünürdük. Çünkü atalarımızın en bilgelerinden birisiydi.

Atalarımız, İmam Buhari’nin hadis kitaplarıyla ilgili olarak bize şöyle derlerdi: “Onun hadis kitaplarındaki hadislerden birisini reddeden, dinden çıkmış olur”. Halen üniversite mezunlarının ve hattâ öğretim üyelerinin içerisinde bu inançta olanlar var. Eğer biz atalarımızın dediğini dinleseydik ve İmam Buhari’nin eserlerini okuyup, aynı kitabın içerisinde birbiriyle çelişen hadislerin olduğunu görmeseydik, biz de atalarımızın yolundan giderek, çocuklarımıza anlatacaktık.

Anlaşılan o ki, Allah’ın indirdiğini bize anlatırken yanlış aktarma olur ise, bunun sorumlusu, sadece anlatan kişi değildir. Yüce Yaradan’ın verdiği aklı ve anlama yeteneğini kullanmayarak, sadece atalarının anlattıklarıyla hareket eden bizler daha çok sorumluyuz.

Bir eseri, anlamaya uğraşmadan okumaya kalkışmak, nasıl, kitabın müellifine bir saygısızlık olarak algılanır ise, Kur’an’ı, anlamadan sadece okumuş olmak için okumak da, Yüce Yaradan’a saygısızlık anlamına gelir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN OKUMAK, ONU HAYATA YANSITMAKTIR için yorumlar kapalı

İSLÂM’DA ULUSLARARASI HUKUK ANLAYIŞI

İSLÂM’DA ULUSLARARASI HUKUK ANLAYIŞI

 

Kur’an’ın indiği dönemde, günümüzdeki anlamda uluslararası hukuk kurallarının ne durumda olduğuna kısaca bir bakalım..

Antik Helen döneminde, site devletleri kendi aralarında bir hukuk oluşturmaya çalışmışlardır. Fakat Helen olmayan devletlerle ilişkilerinde bir hukuk oluşturmamışlardır. Diğer bir deyişle, dış dünyaya karşı kendilerini kurallarla bağlamamışlardır. Aksine, yabancılarla ilişkilerinde kendilerini her türlü gaddarlığı yapmakta haklı görmüşlerdir. Yabancılara karşı kendilerini bağlayan hukuk kuralları olmadığından, canları nasıl isterse öyle davranmışlardır. Hattâ bazıları, kendilerinden olmayan bu devletlere, kölelerine bakar gibi bakmışlardır.

Nitekim Sokrates, Aristo, Pisagor ve Platon gibi düşünürler, eşitliğin, hür insanlar arasında uygulanacak bir şey olduğunu savunmuşlardır. Köleleri hiç hesaba katmamışlardır. O dönemlerin ünlü bilgelerinin birçoğu bile, köleleri insan olarak görmemişlerdir. Yaşadıkları site devletinin çoğunluğunu oluşturan kölelere, insan değil, konuşan hayvan nazarıyla bakan bilgelerin olduğu bir ortamda, Helen olmayan devletlere karşı böyle bir uygulamanın olması normaldir.

Antik Helen’deki anlayışın benzerinin Romalılarda da olduğunu görüyoruz. Romalılar, aralarında dostluk anlaşması olan devletlerle ilişkilerinde, anlaşma kurallarına uygun davranıyorlardı. Ancak, dostluk anlaşması yapmadıkları devletlerle ilişkilerinde hiçbir hukuk kuralı geçerli değildi. Kendilerini bağlayan hiçbir kural olmadığından, istedikleri gibi davranabilirlerdi. Dostluk anlaşması yaptıkları birkaç devletin dışındakileri –en belirgin örnek olarak Germenleri, Vizigotları- barbar ve hattâ barbarlığın da ötesinde, insanlık dışı bir varlık olarak görüyorlardı.

Aynı anlayış, zamanla Avrupa’nın diğer bölgelerine de yayıldı. Yirminci yüz yılın ortalarına kadar bu anlayış devam etti. Hattâ, Hıristiyan olmayan ülkelerle 1856 yılına kadar, hukuk kurallarını içeren anlaşma bile yapmadılar. 1856 yılında ilk defa, Hıristiyan olmayan Osmanlı Devleti, hukuk kuralları sisteminin içerisine alındı. 1905 yılında da, Japonya ile aynı sistemi kurdular. Diğer ülkeleri yine ciddiye almadılar. Bilhassa sömürgelerinin köleleri olarak görmeyi sürdürdüler.

  1. Dünya Savaşından sonra kurulan Cemiyeti Akvama, sadece kendi istedikleri ülkeleri dâhil ettiler. II. Dünya Savaşından sonra kurulan Birleşmiş Milletlere de, bir ülkenin üye olabilmesi için, iki üye devletin teklif etmesi şartını getirdiler.

Diğer taraftan, Yahudilerin başka devletlere bakışları da, Antik Helen ve Romalılar ile aynıydı. Hattâ daha kötüydü. Yahudi olmayanları insan gibi bile görmüyorlardı. Çevrelerinde bulunan Filistin ve Sina Çölü civarındaki Araplara karşı çok acımasız davranıyorlardı. Fakat güçlerinin yetmediği devletlerle, aralarında hukuk kuralları oluşturarak uymaya çalışıyorlardı.

Kur’an’ın inmesinden önceki döneme kısaca değindik. Şimdi, Kur’an’ın bu husustaki sözlerini irdelemeye çalışalım. Bilindiği gibi Kur’an, insanları, anlayışlarına göre iki guruba ayırır. Birincisi, Allah’ın varlığını reddeden müşrikler, ikincisi Yüce Yaradan’ın kulu olduklarının şuurunda olanlar. Allah’ın kulu olduklarına inananları da, ikiye ayırıyordu. Birincisi, kitap ehli olanlardı. İkincisi olarak, Hz. Muhammed’e gönderdiği Kur’an’ın takipçileri şeklinde ikiye ayırıyordu. Kur’an’da, bu iki gurup arasındaki hukukla ilgili olan çok sayıda ayetler vardır.

Kur’an’da sadece Yüce Yaradan’ın varlığını kabul eden guruplar arasında hukuk kuralları bahsedilmemektedir. Müşriklerle ilgili olarak da, onlarla Müslümanların aralarındaki hukuku belirleyen bazı ayetler vardır. Örneğin, Mümtehine Suresi 60/8: “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever.” Ayette, müminleri yurtlarından çıkarmayanlara, onlara saldırmayanlara karşı, cihat edilmemesi istenmektedir. Aksine, müşrik olmalarına rağmen, onlara iyilik yapılması tavsiye edilmektedir. Bu tavsiyeler, aslında, dış dünya ile ilişkileri yani uluslararası hukuku anlatmaktadır.

Enfal Suresi 8/58: “Eğer bir kavmin, sözleşmeye aykırı bir hainlik yapmasından korkarsan, savaştan önce aynı şekilde antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah hainleri sevmez.” Ayet aralarında anlaşma bulunan ve Müslüman olmadıkları için dış dünya olarak nitelenen kavimlerle, bir anlamda devletlerle irtibatlarının nasıl olması gerektiğini anlatmaktadır. Yani devletlerarası ilişkileri düzenleyen kurallardan biridir.

Bakara Suresi 190’da, haksız taarruz etmeyin denilerek -bir anlamda- uluslararası savaş hukuku hususunda yol gösterilir.

Enfal Suresi 61: “Eğer onlar barıştan yana olurlarsa, sen de barıştan yana ol! Ve Allah’a güven. Çünkü işiten ve bilen O’dur.” Demek ki, cihat sırasında bile, karşı taraf barışa yanaşırsa, anlaşma yapılacaktır. Çünkü işiten ve bilen Allah, her şeyi gözlemektedir. Eğer, barış isteklerinde hile varsa, Yüce Yaradan, hilelerini başlarına geçirmeye muktedirdir. Kur’an’ın bu ve benzeri hükümleri, savaş hukukunun, o güne kadar hiç konuşulmayan ve uygulanmayan hukuk anlayışının tesisinin bir örneği olarak değerlendirilebilir.

Kur’an, Maide Suresi 2inci ve 8inci ayetlerde “bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin” demektedir. Bu emir, Müslümanlara göre dış dünya olarak kabul edilen müşriklerle ilişkileri hakkında verilmiştir. Çünkü Kur’an’a göre müminler birbirlerinin kardeşidirler, dolayısıyla birbirlerine karşı, zaten adaletli davranmalıdırlar. Dolayısıyla, mümin bir kavim kastedilmemiştir. Hâlbuki müşrikler düşmanlarıdır. Kur’an’ın indiği dönemdeki en etkin devlet olan Romalılardaki anlayış, bırakın savaş zamanını, barış sırasında bile düşmanlarını insan olarak görmüyordu. İşte Kur’an, dış dünya veya düşmanlar ile olan ilişkileri, böylece hukuki bir zemine oturtmaktadır. Yani devletlerarası hukuk kuralları oluşturmaktadır.

Kur’an, yapılan antlaşmalara uyulmasına çok önem verir. Bu nedenle çok sayıda ayet ile müminleri uyarır. Bakara Suresi 177’de müminlerin özelliklerini sıralarken, müminleri, antlaşmalarına uyanlar olarak niteler. Dolayısıyla müminlerin, Kur’an’ın oluşturduğu ve o döneme göre devrim niteliğinde olan hukuk kurallarına uymalarını şart koşar.

İslâm âlimleri, Kur’an’daki çok sayıda ayetten esinlenerek, siyer adı altında eserler oluşturmuşlardır. Siyer,  devletlerarası hukuk anlamına gelmektedir. Bazı bilginler, siyer için ayrı bir kitap yazmamışlardır, diğer eserlerinin içerisinde bahsetmişlerdir. Ebu Hanife, sadece siyer konusunu işlediği bir eser yazmıştır. Daha sonra Ebu Hanife’nin öğrencilerinden de aynı konuda eser verenler olmuştur.

Ebu Hanife’nin öğrencilerinin de benzer eserler vermelerinin sebeplerinden birisi, İmamı Azamın uyguladığı yöntemdir. Ebu Hanife, kendisinden önce ve hattâ kendisinden sonra yaşayan âlimlerden farklı uygulamalar yapmıştır. Seçme öğrencilerden oluşan 40 kişi ile fikri danışma heyeti kurmuştur. Konular, 40 kişilik bu kurulda ele alınıp tartışıldıktan sonra karara bağlanmıştır.

Ebu Hanife’nin bu şekilde bir sistem kurmasının bazı nedenleri vardır. Ebu Hanife, genç yaşta ve seçimle, Kûfe Camisinin hocası ve imamı olmuştur. Hâlbuki seçildiğinde kendisinden çok daha yaşlı öğrencileri vardı. Ayrıca Ebu Hanife, Arap kökenli değildi. Tabiri caizse, mevali idi. Dolayısıyla âlimler tarafından kabul görmesi ihtimali, o dönemdeki anlayışa ve hattâ günümüzdeki anlayışa göre, çok az idi. Ebu Hanife, kurduğu bu 40 kişilik danışma kurulu ile hem okulun dağılmasını önlemiş, hem de daha sağlıklı kararlar alınmıştır.

Bilindiği gibi, Halife Ömer döneminde İslâm’ın sınırları çok hızlı genişlemiştir. Yeni ortaya çıkan bu ortamda Hz. Ömer, daha önce hiç akla gelmeyen bazı sorunlarla karşılaşmıştır. Uluslararası nitelikte sayılabilecek bu sorunların çözümü için, Kur’an’a uygun olarak, mütekabiliyet esasını uygulamıştır. Menbic şehri gümrükçüsüne şöyle emir göndermiştir: “Şehrinize gelen yabancı tüccarların mensup olduğu devleti, kendi ülkesine giren bizim tüccarlara nasıl muamele yapıyorsa, öyle muamele et.”

Yukarıda verdiğimiz ayetlerden net olarak anlaşılacağı üzere, devletlerarası hukuk, o anki politikaya veya devlet başkanının şahsi tasarrufuna bağlı değildir. Ayrıca, ülke içerisindeki yabancılar, savaş zamanlarında bile, Kur’an’ın “bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin” ayetiyle koruma altına alınmıştır.

Bu ayetin en anlamlı uygulamasını Osmanlı Devleti yapmıştır. Bilindiği gibi, I. Dünya Savaşı başlayınca, 1915’te Osmanlı Türk Devleti, dört bir cepheden saldırıya uğradı. İçerideki Ermeniler –ki sadık tebaa deniliyor ve zenginlikleri sürekli artıyordu- düşmanla işbirliği yaparak, orduya ve bölge halkına arkadan saldırmaya başladılar. Doğu Anadolu’daki Ermenilerin bu kindar tutumlarına rağmen, Osmanlı Devleti ve halkı, İstanbul ve Batı Anadolu’daki Ermenilere hiçbir şekilde düşmanca bakmadı. Türkler savaşlarda ve hastalıklarla ölürken, onlar zenginlemeye devam ettiler. Fakat ülkenin beka sorunu vardı. Bu sebeple, sadece Doğu Anadolu’daki Ermeniler, yer değiştirildiler. Savaş alanının dışına ve o dönemde Osmanlı toprakları içerisinde en korunaklı olan Şam vilayetine göç ettirildiler. Orada her türlü maddi yardımlarla desteklendiler. Bu uygulama hem Türklerin genel yapılarına hem de Kur’an’ın hükümlerine uymaktadır. Osmanlının bu uygulaması, Avrupa’dan giderek Amerika kıtasındaki yerlileri yok eden anlayışla kıyaslamasak bile, II. Dünya Savaşı döneminde, yani Yirminci yüz yılın ortasında Hitler ve taraftarlarının Yahudilere yaptıkları ile kıyaslandığında, İslâm’daki hukuk ve uluslararası hukuk (siyer) anlayışı daha net kavranacaktır.

Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur’an, büyük bir anlayış devrimi yaparak, günümüz anlayışından daha nitelikli bir şekilde uluslararası hukuk sistemi kurulması için yol göstermiştir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM’DA ULUSLARARASI HUKUK ANLAYIŞI için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

Allah’tan, insanlığın huzuru için mücadele ederek ve yaşadıklarından ders alarak Bayramı hak edenlerin sayılarının artabilmesi için insanlara yardımcı olmasını niyaz eder, insanlığın bayramını kutlarım.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı