SEFİHLERİN MAL SAHİPLİĞİ ÜZERİNE

SEFİHLERİN MAL SAHİPLİĞİ ÜZERİNE

 

Sefih kavramı Kur’an’da aşağıdaki ayette geçmektedir.

Nisa Suresi 4/5: “Allah’ın, sizi başına diktiği mallarınızı aklı ermeyenlere vermeyin; o mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.”

Ayette “aklı ermeyenler” olarak tercüme edilen kelimenin Arapçası, süfeha, yani sefihler olarak geçmektedir. Kur’an’da geçen bu kelimeyle, aklı ermeyen veya ahmak kimseler kast edilmektedir. Akli dengesi yerinde olmayan insanlar da, toplumda sefih olarak nitelenseler de, Kur’an’daki anlamı bu değildir.

Yukarıda verdiğimiz Nisa Suresinin sonraki ayetlerine baktığımızda, ayette bahsedilen sefih, yani aklı ermeyen insanların, yetimler olduğu anlaşılmaktadır. Yetimler, reşit hale gelene kadar, aklı ermeyen olarak görülmüştür.

Şimdi konumuzla dolaylı bağlantılı olan bir başka ayeti inceleyelim.

İsra Suresi 17/29: “Elini bağlayıp boynuna asma. Onu büsbütün de açma. Aksi halde kınanırsın ve yaptığına pişman olur kalırsın (acınacak hale gelirsin).”

Ayet, saçıp savuranların, pişman olup acınacak hale geleceklerini uyarmaktadır. Bu açıdan bakılınca, israf ederken saçıp savuranlar da, sefih tanımına uymaktadır. Çünkü mal varlığını, saçıp savurarak israf edip, sonunda kendisi acınacak hale gelen bir insanı, “aklı ermez” veya “aptal” olarak nitelemeyip, ne demek uygun olur?

Kur’an’ında Yüce Yaradan, israf edenleri sevmediğini söylemektedir. (Enam Suresi 6/141, Araf Suresi 7/31) Çünkü bu insanların sahip oldukları malları ve mülkleri, onlara Yüce Yaradan vermiştir. Fakat o insanlar, yine tek olan Tanrı’nın onlara verdiği aklı kullanmayarak israf edip, saçıp savurmuşlardır.

Kur’an, kumar konusunu da işlemiştir. Kumar konusunun yorumlarına bakılınca, mallarını kumar oynayarak çoğaltmaya çalışanlara kumarbaz denilmektedir. Bunlar, emek vermeden aşırı kazanç sağlayayım diye düşünmektedirler.  Ancak, emek vermeden kazanayım derken, varlıklarını diğer kumarbazlara veya kumar kurumlarına kaptırmaktadırlar.

Emek vermeden zengin olmak için kumar oynayanları ve eğlenceye aşırı düşkünlük göstererek mallarını harcayanları da, sefih olarak niteleyebiliriz. Çünkü onlar, çalışarak ve üreterek kazanç sağlama üzerine kurulu olan toplumsal düzeni bozmaktadırlar. Ailelerinin, fakirlerin de hakkı olan ve Yüce Yaradan’ın verdiği varlıkları, sırf kendi hırsları ve tatminleri için, bir hiç uğruna başkalarına yedirmektedirler. Dolayısıyla, “aklı ermez” ve “aptal” haline gelmektedirler.

Kur’an’daki israfla ilgili ayetleri yorumlayanların bazı âlimler, Allah’a isyan yolunda yapılan harcamaları da israf saymışlardır. Ancak, bu şekilde israf edenlerin sefih olarak nitelenmeleri hususunda bir fikir beyan etmemişlerdir.

Fakat bazı âlimler, mallarını, Yüce Yaradan’a isyan yolunda harcamakta ısrar edenlerin, sefih olarak kabul edileceklerini düşünmektedirler. Eğer böyle kişiler, tek olan Tanrı’ya isyan yolunda çalışırlarken, masum insanların zarar görmelerine veya ölümlerine bilerek sebep olurlarsa, sefih olarak nitelenmeleri, mantıklı hale gelir.

Çünkü yazımızın başında verdiğimiz Nisa Suresinin beşinci ayetindeki “Allah’ın sizi başına diktiği mallarınızı” ifadesine göre, mülkün asıl sahibi, Yüce Yaradan’dır. Tek olan Tanrı’nın verdiği bu malları, Allah’a isyan yolunda harcamakla kalmayan bu kişiler, Yüce Yaradan’ın yarattığı diğer insanlardan masum olan kullarına zulüm yaparak, aklı ermeyenler gibi davranmışlardır. Eğer bu şahıslar, mallarını, insanlara zulmetmeden, Allah’a isyan yolunda harcarlarsa, onlar, “aklı ermez” veya “aptal” olarak nitelenemez. Çünkü onlar, zaten Tanrı’nın varlığına inanmadıkları için, bütün mülklerinin, sadece kendilerine ait olduğunu zannediyorlar. Ama mülklerini, Yüce Yaradan’a isyan konusunda harcarken, insanlara zulmeder veya ölümlerine sebep olurlarsa, toplumsal kuralları ihlâl etmiş olurlar. Dolayısıyla, herkesin uyması gerekli kuralları yok saymak, sefih olarak nitelenmelerini haklı kılar. Eğer bu kişiler, tek olan Tanrı’ya inananlardan güçsüz bulduklarına, sırf Yüce Yaradan’a inanıyorlar diye zulüm yaparlarsa, sefihliğe ilaveten, bozguncu ve hain olarak nitelenebilirler.

Kur’an’da verilen Karun örneği de, bu konuyla bağlantılıdır. Karun, kendisine Yüce Yaradan’ın verdiği mallarını, kendi nefsinin doğrultusunda değerlendirmesine rağmen, tek olan Tanrı, ona karışmamıştır. Aksine, ona verdiği mülkü artırmıştır. Ancak Karun, günün birinde Hz. Musa’ya tuzak kurarak, Yüce Yaradan’ın sevdiği bir kuluna zarar vermeye kalkışınca, cezalandırılmıştır. Çünkü Karun, bu davranışıyla, sefih, yani aklı ermez insan konumuna düşmekle kalmamış, hainlik ve bozgunculuk yapmıştır.

Yüce yaradan, Kur’an’ında, bozguncuların işlerini düzeltmediğini, hainlerin hilelerini başarıya ulaştırmadığını vurgulamaktadır. Bu vaadiyle ilgili olarak, bizim ders çıkarmamız için, verdiği en belirgin örnek, Karun kıssasıdır. Tek olan Tanrı, sefih konumuna düşen Karun’u ve sarayını birlikte yerin dibine geçirmiştir. Böylece, Karun ölünce, kendi malını yönetme durumu ortadan kalktığı gibi, soyundan hiç kimse de, malına varis olamamıştır.

Eğer Karun, sadece zenginliğiyle kibirlenmekte kalsaydı, Hz. Musa’ya tuzak kurmasaydı sonuç belki böyle olmayabilirdi. Belki de Yüce Yaradan, onu bu kadar sert cezalandırmazdı. Biz bilemeyiz. Bizim anladığımız, Kur’an’da, zenginliğe değil, zulüm yapılmasına karşı çıkılmaktadır.

Kur’an’da verilen bütün örneklerin amaçları vardır. Ayrıca, verilen örneklerde, ders almak isteyenler için faydaları vardır. Ancak, Nuh Tufanı, Firavun ve şürekâsının ölümü ve Karun’un sarayının içindekilerle birlikte yerin dibine geçirilmesi gibi gerçekleşmiş hikâyeler, daha dikkatle incelenmesi gereken gerçek örneklerdir. Bu misaller, sadece sefih olarak nitelenebilecek bazı şahısların ders almalarıyla sınırlı değildir. Bilindiği gibi, Firavun, kavmini suya götürür gibi ateşe götürmüştür. Demek ki, bazı önderlerin yaptıkları, kavimlerini veya çevresindekileri etkilemektedir. Dolayısıyla, kavmin mensupları veya çevresindekilerin de sorumluluğu vardır.

Çıkış yolu, her bireyin kendi geleceğini düşünerek, tek olan Tanrı’dan af dileyip, O’nun gösterdiği yola girmeye çaba gösterip, her iki dünyasını da kurtarmaya çalışmasıdır.

Tanrı’dan kaçış yoktur.

Sosyal kategorisine gönderildi | SEFİHLERİN MAL SAHİPLİĞİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

TÖVBE ETMEK NASIL OLUR

TÖVBE ETMEK NASIL OLUR

 

Tövbe konusunda, bu sitede daha önce, “İslâm’da Tövbenin Geçerliliği” ve “Tövbekâr Olup İyi İşler Yapanlara Allah’ın Rahmeti geniştir” başlıklı makalelerimizi yayınlamıştık. Bu yazımızda konuya kısmen farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Tövbe etmek, sözlüklere bakıldığında, kelime anlamıyla, “geri dönmek” veya “dönüş yapmak” demektir. Dolayısıyla, tövbe eden bir insanın, tövbe ettiğini, dışarıdan bakan bir kişinin anlayabilmesi için, tövbe edenin, gittiği yoldan dönüş yapması veya geri dönmesi gerekir.

Gittiği yolunda ilerleyen bir şahıs, “ben tövbe ettim” diyor, ama halen aynı yönde ilerlemeye devam ediyorsa, onun tövbe ettiğine kimse inanmaz. Yani “tövbe ettim” diyerek, insanları bile kandıramaz. Yüce Yaradan, zaten her insanın içinden geçenleri, içinden geçirdiği anda bildiğinden, kişinin gerçekten tövbe edip etmediğini anında bilir.

İsra Suresi 17/25: “Rabbiniz içinizden geçenleri çok iyi bilir. Eğer iyi kimseler olursanız, elbette Allah çok tövbe edenleri bağışlayıcıdır.”

Yüce Yaradan, aşağıdaki ayetinde, halini düzeltenlerin tövbesini kabul edeceğini bildiriyor.

Maide Suresi 5/39: “Kim yaptığı haksızlıktan sonra tövbe eder, halini düzeltirse, şüphesiz Allah, onun tövbesini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, merhamet edendir.”

Peki, “halini düzeltmek ne anlama geliyor” diye düşünenler için, aşağıdaki ayet yol gösteriyor.

Bakara Suresi 2/160: “Ancak tövbe edip halini düzelterek, gerçeği söyleyenler başka. İşte onları ben bağışlarım. Ben çok merhamet ediciyim, tövbeleri çokça kabul ederim.”

Yani, tövbe ettikten sonra halimizi düzelttiğimiz, gerçeği söylememizle anlaşılacak. Gerçeği söylemediğimiz zaman, halimizi düzelttiğimiz net belli olmaz.

Gerçeği söylemek, ne anlama geliyor diye düşünelim. Diyelim ki, yaptığımız bir ticaret sırasında, karşı tarafın haberi olmadan, ona yalan söyleyerek ve bilerek haksız kazanç sağladık. Sonra, bir gün akşam evde otururken aklımıza, elde ettiğimiz bu haksız kazanç geliyor. Yanlış yaptığımızı düşünüyor ve “Allah’ım beni affet” diyoruz. Sonrasında, bu konuyla ilgili herhangi bir şey yapmıyoruz. Peki, bu durumda, bizim tövbemizin kabul edilmesini bekleyebilir miyiz?

Yukarıda verdiğimiz, Bakara Suresinin 160ıncı ayetine baktığımızda, cevap, hayır olacaktır. Peki, tövbemizin kabul edilmesini sağlamak adına ne yapmamız gerekir? Öncelikle, sabahleyin ilk işimiz, kendisini aldattığımız insanı bulup, ondan helâllik dilemeliyiz. Helâllik isterken, hacca gidecek olan bir insanın, çevresindekileri arayıp “ben, hacca gidiyorum, hakkını helâl et” demesi gibi yaparsak, bir anlam ifade etmez. Çünkü helâllik istediğimiz karşımızdaki insan, bizim onu kandırdığımızı bilmiyor ki. Belki de biliyordur, ama biz onun bildiğini bilmiyor olabiliriz.

Helâllik isteyeceğimiz insana, onunla ilgili gerçekleri anlatmalıyız. Onu kandırdığımızı söylemeliyiz. Sonra, o şahsın bize geçmiş olan haklarını iade ederek, helâllik istemeliyiz.

Diyelim, yalancı şahitlik yaptık. Bizim yalancı şahitliğimizden dolayı, bir insan hapse girdi. Yaptığımız bu yanlıştan dolayı tövbe etmek, “Allah’ım beni affet” demekle olabilir mi? Yukarıda verdiğimiz aldatma örneğini, ayete kıyaslayınca gördüğümüz gibi, böyle tövbe olmaz. Gerçekten tövbe ederek, Yüce Yaradan’ın affına mazhar olmak istiyorsak, hemen mahkemeye müracaat ederek, gerçekleri anlatmalıyız. Kendimizin hapse girmesi ihtimali olsa bile, hapisteki masumu kurtarmalıyız.

Çünkü ayetlere göre, bağışlanmak için, gittiğimiz yanlış yoldan dönmek ve iyiye yönelmek şart. Yani pişmanlığı, dilimizle değil, kalbimizle duymalıyız. Bunu yapmak, her insan için zordur. Ama insanların gözü önünde yaşamaya alışmış olan magazin programları müdavimleri, zenginler, amirler, TV ekranlarında boy göstermeyi başarı olarak gören siyasetçiler için, çok daha zordur.

Bu zorluğu aşabilmeleri için, yanlarında kimse yokken, aynanın karşısına geçerek, yaptıklarıyla yüzleşmeye çalışmaları, tövbe için güzel bir başlangıç yapmalarına vesile olabilir. Bu uygulamayı ilk yaptıklarında istenilen sonuç alınamayabilir. Ayna uygulamasını, defalarca tekrar etmekte fayda vardır. Ayna karşısında yaptıklarını anlatırken, kendi gözlerinin içine bakmaları daha çabuk sonuç alınmasını sağlayabilir. Sonuç almaktan maksat, gidilen yanlış yoldan dönülerek, iyiliğe yönelmektir.

Bazı insanların yaptıkları hatalar, o kadar çoktur ki, haklarını yedikleri insanları tek tek arayıp ulaşmaları mümkün olmaz. Kimisi bu dünyadan göç etmiştir. Peki, zalimlik yaptıklarıyla helâlleşmesi mümkün olmadığına göre bu insanın tövbesi nasıl olacaktır? Ayetlere bakılınca, bu durumda olanların, süratle iyilik yapmaya yönelmeleri, onlar için iyi hal göstergesi olabilir.

Hatasını anlayan insanlar, tövbe etmek için gayret sarf ederken, Nur Suresinin 10nuncu ayetini sürekli akıllarına getirirlerse, tövbelerinin devamını gerçekleştirmeleri ihtimali yüksek olur.

24/10: “Ya, Allah’ın size bol lütfu ve merhameti olmasaydı ve Allah tövbeleri kabul eden hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı (haliniz nice olurdu.)?”

Ayet gayet nettir. Tövbelerimizi kabul eden bir merci olmasa biz ne yaparız?

Diyelim ki, biz düz bir eleman olarak büyük bir işyerinde çalışıyoruz. Ciddi bir hata yaptık. Bizi işten atacaklar. İşsiz kalacağız. Referansımız da kötü olacağından aynı ayarda bir iş bulmamız mümkün değil. Durumumuzu toparlamak için, hemen gittik ve bizim doğrudan bağlı olduğumuz amirimizden özür dileyerek, “yanlışımızı düzeltmek için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız” dedik. Ama o, “ben karışmam” dedi. Bir üst amire gittik, o da “ben karışmam” dedi. Sonunda bizim ulaşabileceğimiz makam sınırlı. Buna rağmen, bir yolunu bulduk ve en üst makama gittik, ama o da “ben bir şey yapamam, kurallar böyle” derse, biz ne yaparız? Hiçbir çözüm üretemez ve perişan oluruz.

Hâlbuki Yüce Yaradan, bize “tövbe edin, halinizi düzeltin, sizi bağışlayayım” diyor. Biz, bizi bağışlayabilecek ve rahmeti böylesine geniş bir yaratanımız varken, niye tövbe etmeyelim?

Biz makalenin boyutunun izin verdiği ölçüde birkaç örnek verdik. Okuyucularımız elbette çok daha fazlasını düşüneceklerdir. Bizim aktarmaya çalıştığımız husus, tövbenin samimiyetle ve zarara uğrattığımız kişi veya kişilerden doğrudan özür dileyerek, dönüş yapmaktır. Sonrasında da, Yüce Yaradan’dan özür dileyerek, her iki dünyadaki geleceğimizi kurtarmaya çalışmaktır.

Tövbe ettiğimizde unutmamamız gereken çok önemli bir husus daha var. Tövbemizde ve iyi hal davranışlarımızda devam etmeliyiz. Yoksa ne olacağını aşağıdaki ayet net bir şekilde açıklıyor.

İsra Suresi 17/8: “Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama siz tekrar dönerseniz biz de döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı bir zindan yaptık.”

Allah’ım, tövbe ettikten ve güzel işler yapmaya başladıktan sonra, geri dönmememiz için, bizlere irade gücü ver, sabır ve sebat ver.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | TÖVBE ETMEK NASIL OLUR için yorumlar kapalı

KUR’AN, BİR HAYAT EL KİTABIDIR

KUR’AN, BİR HAYAT EL KİTABIDIR

 

Kur’an’ın insanlara faydası, o insanın, Yüce Yaradan’ın bu kitabına hangi gözle baktığına bağlıdır.

Müslümanım diyen bazı insanlar, Kur’an’ı, Arapçasını okuyarak hatim yapmakla çok sevap kazanacaklarını düşünürler. Bu fikirde olanlar, duvarda insan boyundan yukarı bir yerde asılı duran Kur’an’ı, Ramazan ayında veya bir yakını vefat ettiğinde eline alır ve hiçbir kelimesini anlamadan okurlar. Anlamadan okuyanların arasında, böyle yapmakla cennete girmeyi garantilediklerini bile düşünenler var.

Bir gün, böyle düşünen iki kişiyle bir yerde karşılaştım. İkisi de Kur’an’ı öylesine ezberlemişler ki, radyoda okunan Kur’an’ı çok kısa bir süre dinledikten sonra, şu surenin şu ayetini okuyor dediler. Mekânın sahibi olan arkadaş onlara hemen Arapça yazılı bir Kur’an verdi. Onlar da açıp, radyodaki okumayı takip ettiler. Okuma bitince, mekânın sahibi arkadaş bunlara Yasin Suresinin 82inci ayetinin sonunda geçen Arapça “kûn feyekûn” sözünün anlamını sordu. İkisi birlerine baktılar ve maalesef cevap veremediler.

Kur’an’ın Arapçasını öylesine ezbere biliyorlardı ki, sırasıyla değil aradan hangi sureyi istesek ezberden okuyabiliyorlardı. Ama Kur’an’ın anlatmak istediklerinin özü denilebilecek         “kûn feyekûn” sözünün “ol dedi, oldu” anlamına geldiğini bilmiyorlardı.

Yüce Yaradan’ın bir şeyin olması için sadece “ol” demesinin yetmesi, tek olan Tanrı’nın varlığının, kudretinin, yaratışının özüdür. Ama Kur’an’ın Arapçasını ezbere bildikleri için cennete gireceklerine neredeyse kesin gözüyle bakan bu kardeşlerimiz, bunu bilememişlerdi.

Demek ki, Kur’an’a, bazı ayetlerini şu kadar sevap kazanmak için, anlamasak da, okunacak kitap olarak bakarsak, Kur’an’ın hayatımıza bir yansımasının olmasının önünü açamayız.

Eğer Kur’an, hayatımıza yön vermiyorsa, biz onu okumuyoruz, sadece terennüm ediyoruz demektir. Bir şeyi anlamadan okuyan bir kişi, okuma bilmeyen bir insanla aynı konuma düşer.

Peki, Kur’an’a ne olarak bakmalıyız ki bize daha çok faydası olsun?

Kur’an, insanın hayatını ilgilendiren ana konuların hemen hepsinden bahseder. Bu özelliğinden dolayı bazı insanlar, bahsedilen konulardan en çok hangisiyle ilgileniyorsa, Kur’an’a, ona göre anlamlar yüklerler.

Kur’an’da ilim, hikmet ve bu kavramlarla bağlantılı ifadelerin yaklaşık 750 defa geçtiğinden bahsederler. Bu incelemeyi yapan insanlar, günümüzde bilimsel olarak ispatlanan ana rahmindeki ceninin oluşumu safhaları gibi bazı bulguların Kur’an’da bahsedilmesini örnek gösterirler. Bunun gibi bazı örneklere bakarak daha da ileri giderler. Petrolün varlığı gibi birçok konuda -zorlama tercümeler yaparak- Kur’an’da bahsedildiğini iddia ederler.

Kur’an, bilime çok önem verir. İnsanları araştırmaya yönlendirir. Ama bir bilim el kitabı değildir.

Kur’an’da tabiat olayları çok sık bahsedilir. Bu konuda, Maurice Bucaille “Müspet ilimler yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an” adlı eserinde güzel incelemeler yapar. İncelediği kutsal kitapların içerisinde günümüz biliminin tespitlerine en uygun ifadelerin Kur’an’da olduğunu belirtir. Bu gerçeğe rağmen, Kur’an için bir tabiat bilgisi el kitabıdır denilemez.

Kur’an’da ticaretle ilgili çok sayıda tavsiye vardır. Alış veriş yaparken nelere dikkat edileceğini vurgular. Günümüz ekonomisinin motoru olan faizi yasaklar. Böyle yaparak, zenginlerle fakirler arasında, günümüzdeki gibi bir uçurumun oluşmasını önlemeye çalışır. İnsanları üretime yönlendirir. Kur’an, ekonomi ile sosyal hayatı birlikte değerlendirerek birçok tavsiyelerde bulunur. Ama Kur’an, bir ticaret el kitabı değildir.

Kur’an’da, insanların yapılarından bahseder. Günümüzde halen çözülemeyen “insan denilen bilinmez” hakkında çok sık bilgiler verir. İnsanlardaki, sevilen ve sevilmeyen davranış biçimlerinden sıkça bahseder. Ama takdir edileceği gibi Kur’an, bir psikoloji el kitabı değildir.

Kur’an, insanlar arasındaki ilişkileri çok sık anlatır. Bu konuyla ilgili olarak yaşanmış hikâyeleri bize aktarır. İnsanlara sürekli yol gösterir. Ama Kur’an, bir sosyoloji el kitabı değildir.

Kur’an, insanlar arasındaki hukukla ilgili bilgiler verir. Miras paylaşımlarından, evlenirken verilen mehirlerin boşanmalarda ne olacağından, şahitliklerden, komşu haklarından, insanları yanlışlıkla veya bilerek öldürmelerden ve diğer birçok konudan bahseder. Böylece insanlar arası hukukun oluşabilmesi için yol gösterir. Bununla da yetinmez. Devletlerarası hukukla ilgili yol göstericiliği de yapar. Adaletli olunmasını çok sık vurgular. “bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin” diyerek, adaleti, insan davranışlarının merkezine koyar. Ama Kur’an, bir hukuk el kitabı değildir.

Kur’an, kulluk görevini yerine getirmek için yapılacak ibadetlerden bahseder. İbadetlerin yerine getirilmesi sırasında dikkat edilecekleri anlatır. İbadetlerin amaçları hakkında bilgi verir. İbadetlerin insana faydaları hususunda bazı ipuçları verir. Ama Kur’an, bir ibadet el kitabı değildir.

Kur’an’ın, yukarıda bahsettiğimiz bu anlatımlarıyla ilgili olarak, bu sitede yayınladığımız çok sayıda makalede bilgi verdik. Bu sebeple, burada ayrıntıya girmedik.

Kur’an’da, yukarıda bahsetmediğimiz daha pek çok konuda bilgiler ve yol göstermeler vardır. Bütün bu bilgilerden anlaşılan o ki, Kur’an, bir hayat el kitabıdır. Huzurlu bir yaşam arzuluyorsak, yaşadığımız güncel sorunlara çözüm üretebilmek istiyorsak, Kur’an’ı başucu kitabı yapmalıyız. Çözmekte zorlandığımız her müşkülümüzde, açıp tekrar irdeleyerek, zorlandığımız konuya nasıl yaklaşmamız gerektiğini kavramaya çalışmalıyız. Kimi zaman manevi olarak rahatlamamızda, kimi zaman maddi sıkıntılarımıza sabredebilmemizde, kimi zaman işimizle veya sosyal sorunlarımızla ilgili bir çözüm aradığımızda Kur’an’a tutunursak, bize mutlaka yol gösterdiğine şahit olma ihtimalimiz çok kuvvetlidir. (En azından kendi uygulamalarım sonucunda bunun geçerli olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.)

Kur’an’ın Arapçasını okuyarak cennete girilip girilmeyeceğinin veya ne kadar sevap kazanılacağının kararı bize değil, tamamen Yüce Yaradan’a aittir.

Bizler, Kur’an’ı, yaşamımızın rehberi yapmanın gayretini göstermeye çabalamalıyız. Böylece, hem bu dünyada daha huzurlu olma, hem de ahiret hayatında huzurlu olma ihtimalimiz artar.

Yazımızın başında, Kur’an’ın insanlara faydasının, o insanın Kur’an’a bakış açısına göre şekillendiğini belirtmiştik. Biz, Kur’an’ı Tanrı kelâmı olarak kabul etmeyen Yahudi veya Hıristiyan olabiliriz. Bu durumda Kur’an’ı, kitapta anlatılanlara göre değil de, günümüzde kendilerinin Müslüman olduklarını iddia eden insanların çoğunun davranışlarına bakarak değerlendirirsek, Kur’an’ın bize hiçbir faydası olmaz.

Eğer biz Tanrı fikrine inanmıyorsak ve Kur’an’ı, Tanrı’nın mutlaka uyulmasını istediği ve uymayanları cezalandıracağı bir kitabı olarak değerlendirirsek, yine bize faydası olması ihtimali zayıflar. Diğer bir anlatımla, Kur’an’ı, inanmak veya reddetmek ve eleştirebilmek için açıklarını bulmaya çalışmak düşüncesiyle okumamalıyız. Böyle yaparsak, okumamızın bir faydasının olması, sorgulamamız sırasındaki önyargımızın bizi ne kadar esir aldığına bağlıdır.

Ama ateist olmamıza rağmen, Kur’an’ı, tartmak ve düşünmek için okursak, faydasının olması ihtimali artar. Bunun için kendimizi, meşhur bir yazarın hayat el kitabını okuyormuş gibi düşünebiliriz. Böylece, kitaba önyargı ile yaklaşmamış olacağımız için, içindeki bilgilerin insanlığı huzura ve mutluluğa doğru yönlendirdiğini kavrama ihtimalimiz artar. Ancak bir ateist olarak, Kur’an’ı, hayat el kitabı gözüyle okurken, Müslümanların, Hıristiyanları ve Yahudilerin yaptıkları yanlışlara kafamızı takmamalıyız. Sadece kitapta anlatılanlara odaklanmalıyız. Böyle yaparsak, ateist olarak başladığımız okumamızın sonunda, Tanrı fikri ile barışma ihtimalimiz bile olabilir.

Ancak her insanın Kur’an’ı okuyup değerlendirebilmesi kolay olmayabilir. Tercümelerin çoğunda hatalar olduğu için, anlatımlar bize çelişkili gelebilir. Bu durumda defalarca okunması ve çelişkilerin tercümelerde olduğunun görülebilmesi gerekebilir. Bir kitabı birkaç kere ve zorlu bir irdelemeyle okumaya tahammül edecek insan sayısı azdır. Burada görev, Kur’an’ı okuyup anlayabilmiş şahıslara düşmektedir. Kur’an’daki hayata dair öğütleri ve meselelere yaklaşım mantığını, insanların anlayabileceği şekilde ayrı kitapçıklar halinde yayınlamaları daha faydalı olabilir.

Ancak, Kur’an gibi fikir kitaplarını okumak eğlenceli değildir. Bu sebeple, okumak isteyecek insan sayısı çok azdır. Dolayısıyla, Kur’an’daki yaşamla ilgili bilgiler insanlara diğer yöntemlerle de aktarılırsa daha faydalı olur. Bu yöntemlerin bazısı; konferanslar, TV tartışmaları, filmler, diziler, tiyatro oyunları, resimli hikâyeler gibi, göze ve kulağa hitap edecek şekilde düşünülmelidir. Bütün bu yöntemleri kullanmanın sonundaki amaç, insanları İslâm’a davet etmek değildir. Amaç, insanları Tanrı fikri ile barıştırmak ve iyi insan olmaya özendirmek olmalıdır.

Bütün bunları yaparken, Kur’an’ın anlattıklarına ilave bazı şeyler katıp, dinde ayrıntıya girerek insanlara zorlaştırmaya kalkışmamak gerekir. Çünkü Yüce Yaradan, zorlaştırmaz, kolaylaştırır. Ayrıca Yüce Yaradan, Kendisini doğru tanıtmaya çalışanlara ummadıkları yardımları yapar.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KUR’AN, BİR HAYAT EL KİTABIDIR için yorumlar kapalı

BİLİM İNSANLARI VE ZANAATKÂRLAR

BİLİM İNSANLARI VE ZANAATKÂRLAR

 

Bu sitede yayınladığımız çok sayıda makalede, gerek bilim ve gerekse eğitim konularındaki bazı fikirlerimizi okuyucularımızla paylaşmıştık. Bu yazımızda bilim insanları ile zanaatkârların yapılarını ve etkilerini değerlendirmeye çalışacağız.

Bilim insanları ile zanaatkârları ayırt edebilmek için yaptıkları işleri karşılaştırmak gerekir. Bilim insanları, dünyada veya evrende zaten var olan şeyleri keşfederler. Zanaatkârlar ise, daha önce yapılan işlerin yanında, daha önce yapılmayan işleri ve kullanılacak malzemeleri de gerçekleştirirler.

Bilimsel araştırmaların sonuçları, insanların isteklerinden bağımsızdır. Nitekim Einstein, “ne aradığımı bilseydim, adına araştırma demezdim” diyerek bu durumu teyit etmiştir. Zanaatkârların yaptıklarının ve araştırmalarının sonucu ise, kendilerinin yapmak istedikleri ya da halkın kendilerinden istediği şeylerdir.

Bilindiği üzere, 19uncu yüz yılda, İngiltere ile ABD arasında zanaatkâr transferi mücadeleleri çok fazla yaşanmıştır. Bilhassa İngiltere, zanaatkârlarının diğer ülkeye göç etmesine izin vermemişlerdir. Bu sebeple, zanaatkâr kaçırmaları sırasında casusluk mücadeleleri olmuştur. Ama Hitler’in baskısından kaçmaya çalışan, bilhassa Yahudi kökenli bilim insanlarını hariç tutarsak, bilim insanı kaçırmak için casuslar mücadelesi, bu yoğunlukta yaşanmamıştır. Yaşanan bu olaylar da göstermektedir ki, zanaatkârlar, toplumun ihtiyacı olan bilgi depolarıdır.

Zanaatkârlar, bir ülkenin üretim gücüdür. Üretim kültürünü kaybeden ülkelerin, uluslararası rekabete dayanmaları, geçmişte mümkün olmamıştır. Günümüzde de pek mümkün görünmemektedir.

Zanaatkârlar, zenginliğin halka yayılmasında aracı rolü oynarlar. Ama en çok da halkın yaşamını kolaylaştırıcı etkileri vardır. Bu sebeple, sayılarının artması, sosyal dengenin sağlanmasına yardımcı olur.

Fransa 1666 yılında Paris Kraliyet Bilimler Akademisini kurdu. Ama bu kurulun üyeleri halka değil, krala bağlı oldular. Çünkü bu kurula seçilebilmenin yolu krala bağlı olmaktan geçiyordu. Kral da onlara lütufkâr davranarak, halk nezdinde onur kazandırıyordu. Dolayısıyla bu kurulun, kibirli insanlar topluluğuna dönüşmesi kolay oldu. Kraliyet Bilim Akademisi, halktan ve zanaatkârlardan uzaklaştı. Sonunda, Bilimler Akademisini kurmasına ve çok sayıda sömürgeleri olmasına rağmen, Fransa, sosyal çalkantılardan kurtulamadı.

Bilimler Akademisini ilk kuran Avrupa ülkesi Fransa olmuştur. Ama onca sömürgelerine rağmen, Bilimler Akademisi ile zanaatkârlar arasında bağ kuramamış olması, diğer Avrupa Devletleri tarafından geçilmesinde önemli bir etken olmuştur.

1465’te matbaanın Gutenberg tarafından devreye sokulmasıyla, başlangıçta İncil ve Tevrat gibi dini yayınlar yapılmıştır. Fakat 1500’lerden itibaren diğer alanlarda da yayınlar başladı. Bu kitaplar, en çok Avrupalı zanaatkârların işine yaradı. Onlar, gerek Endülüs’teki uygulamaları ve gerekse Avrupa’daki başka üretimleri öğrenmeye çalıştılar. Zanaatkârların bu çabaları, keşifler sonrası zenginliğin halka üretim olarak kısmen de olsa yansımasına vesile oldu.

O dönemde matbaada basılan adetler sınırlı idi. Çünkü yazarlar, matbaaya bilgilerini satarak onlardan para alıyorlardı. Matbaalar da, çok baskı yaptıkları takdirde, başka matbaaların korsan baskı yapmasından korkarlardı. Kendi kazançlarını korumak için gerekirse daha sonra bir miktar daha basarlardı. Dolayısıyla bilgisini matbaaya satan zanaatkârlar da ayrıca para kazanabiliyorlardı. Bazen matbaalar, doğrudan kendileri kazanabilmek için etraftan topladıkları bilgileri, küçük notlar halinde basıyorlardı. Basılan kitapların çoğunluğu, 8 ile 24 sayfa arasında küçük kitapçıklardı. Adlarına chapbook deniliyordu. Dolayısıyla okunmaları kolaydı.

16ıncı yüz yılda resimli kitaplar basılmaya başlandı. Zanaatkârların en çok faydalandıkları kitaplar, İbrahim Okur’un aktardığına göre, Makineler Tiyatrosu adı verilen bu eserler olmuştur. Diğer taraftan, Marko Polo’nun seyahatlerinde gördüklerini anlattığı kitabının baskılarının yapılmasının bile, zanaatkârlara faydasının olduğu açıktır.

Avrupa halklarını kitap okumaya teşvik eden kurumların başında Kiliseler gelmiştir. Kiliselerde kitaplıklar oluşturulmasını sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca, Protestanlar ve Katolikler arasındaki mücadelelerde, kitaplar önemli rol oynamıştır. İki taraf da kendisini savunmak için, kitap basımına yönelmiştir. Diğer yandan, tarihte pek ismi geçmeyen ama döneminin etkili bazı ileri gelen insanları, kitap okunmasının ve kütüphane oluşturulmasının önemi üzerine sıkça durmuşlardır.

Hattâ İsveç gibi ülkelerde okuma yazma seferberlikleri oluşturulmuştur. Bu gibi ülkelerde, okuma öğrenen insanların büyük çoğunluğu, yazmayı öğrenmeyi beklememişler günlük yaşam mücadelesinin içine dönmüşlerdir. Ama bu çabalar, okuyan insan sayısının artmasına vesile olmuştur. Okumayı öğrenmek isteyenlerin bir özelliği, okuduklarından bir fayda görmeyi umut etmeleridir. Dolaysıyla zanaatkârların ve büyük çiftçilerin çoğu, okuma öğrenmeye çalışmışlardır.

Avrupa’da bunlar olurken, Osmanlı Türk Devletinin Türk kökenli halkında hiçbir yansıması görülmemiştir. Osmanlı’da kitap basımı, önce Yahudilerde sonra Ermeni ve Rumlarda, en sonunda Türklerde başlamıştır. Türklerde de, dini müesseseler ve devlet, kitap okumayı teşvik etmediği için, basılanların sayıları Avrupa’ya göre, çok sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla matbaanın gelmesinin halka ve zanaatkârlara bir faydası olmamıştır. Değişim, ancak II. Mahmut döneminde başlayabilmiştir.

Avrupa’daki bilimin gelişmesinde, hem bu kitapların hem de zanaatkârların rolleri göz ardı edilemez. Ayrıca, halkın yaşam seviyesini yükseltecek aletlerin yapılmasında bilim insanlarından önce, zanaatkârların etkili oldukları da bir gerçektir.

Halk için, yer çekimi kuvvetinin olup olmaması veya dünyanın yuvarlak olup olmaması önemli değildir. Ama Batlamyus’un, Marko Polo’nun matbaada basılmış seyahatnamesini ve diğer birçok eserleri okuyan Kristof Kolomb gibi bir maceracı zanaatkâr için, bu kitaplar ve bilgiler önemlidir. Halkın önemli bir bölümü zaten, matbaada basılan kitaplardan; polisiye hikâyelere, şiddet içeren anlatımlara, magazin bilgilerine  -tıpkı günümüzdeki gibi- daha çok önem veriyordu.

Zanaatkârlığın işlevini, günümüz deyimiyle, teknoloji olarak tanımlarsak fazla hata yapmamış oluruz. Ancak günümüzdeki sorun, bilginin satışının bedelinin çok yüksek olmasıdır. Eğer patent yasası gibi bazı uygulamalar olsaydı, belki eskiden de böyle pahalı olabilirdi.

Bilgiyi, zanaatkârlar aracılığıyla halkın istifadesine uygun fiyatlarla sunmadıkça, fakirler ile zenginlerin aralarındaki farkın hızla açılması devam edecektir. Maddi varlık farkı açıldıkça, sosyal sorunların da katlanarak büyüyeceği aşikârdır

Sosyal kategorisine gönderildi | BİLİM İNSANLARI VE ZANAATKÂRLAR için yorumlar kapalı

EĞİTİMİN AMACI DİPLOMA OLURSA

EĞİTİMİN AMACI DİPLOMA OLURSA

 

Bu sitede “eğitim” başlığı altında birçok makale yayınladık. Her yazımızda konuya faklı açılardan yaklaşmaya gayret ettik. Yine “Öğrenimimiz, Üniversiteden Mezun Olunca Başlar” başlıklı bir yazımızda yüz yıldan uzun süredir yapılan bir tartışmayı gündeme getirmiştik.

Bu konuda 1942 yılında bir makale yazan Peyami Safa, diplomayı şöyle tanımlar: “Ellerinizdeki diploma, “öğretim” denilen, ne yazık ki, ilacı henüz keşfedilmemiş müzmin bir hastalığın raporudur.”

Tanımı yaptıktan sonra şu öngörüyü vurgular: “Asıl bugün okula başlıyorsunuz. Notları ve imtihanları olmayan bu büyük mektepten mezun olmak ve diploma almak yoktur. Çünkü ilim bitmez ve öğrenmek ihtiyacımız, varlığın sırları ve cehlimizin (cehaletimizin) karanlıkları kadar sonsuzdur.”

Yukarıda anlatılan bu durumu hemen her okurumuzun yaşadığını tahmin ediyorum. Bu yazıdan bir amacımız da, gelecek nesillerin bu sıkıntıları daha az yaşamaları için yeni düşünceler oluşturmak.

Tarihin aydınlattığı Gelecek isimli kitabımızda, bilgiyi üretenin diploma değil, ilgili ve bilgili insanlar olduğunu ifade etmiştik. Elbette, diploma sahibi insanlar arasında ilgili ve bilgili insanların sayıları arttıkça bilgi üretimi de artacaktır. Ancak, eğitimin amacının diploma vermek olduğu ortamlarda, böyle insanların sayıları azdır ve bu anlayış değişmedikçe, azalmaya devam edecektir.

Diğer yandan her diploma sahibi insan, bilgisini çevresine faydalı olacak şekilde kullanmamaktadır. Diploma sahiplerin önemli bir bölümü, kendi menfaatini azami seviyeye çıkarmak için kullanmaktadır. Maalesef, menfaatini daha çok düşünenlerin oranı her geçen gün artmaktadır.

Diploma sahiplerinin bir bölümü bu anlayışın yanlış olduğunu düşünmesine rağmen, kendisini, menfaatinin peşinde koşmaktan alıkoyamamaktadır. Dolayısıyla bu gidişata dur demeye çalışmaları pek mümkün değildir. Ancak, çok az sayıda güzel insan bu uygulamanın yanlış olduğunu göstermek için gayret sarf etmektedir.

Böyle insanlardan birisi de Sanjit Roy’dur. Yaptığı işlerden sonra bunker (sığınılan yer anlamında) lakap verilmiş ve Bunker Roy olarak anılmıştır. Varlıklı bir ailenin oğlu olmasına ve dünya çapında geçerli bir diploması olmasına rağmen, o, kendi menfaatinin peşine düşmedi. 1972 yılında Hindistan’da “Yalınayak Koleji” adıyla bir okul kurmuştur. Ama kurduğu okula devam mecburiyeti ve süresi olmadığı gibi, sonunda diploma da verilmemektedir. Roy’un kendisi bu okulu, “elleriyle ve haysiyetleriyle çalışanların” okulu olarak tanımlamaktadır.

Okula gelen her insandan çalışarak bir şeyler üretmesi isteniyor. Dolayısıyla, yoksul köylerde kurulan bu okulların sakinleri, kimi zaman öğrenci, kimi zaman da öğretmen konumunda olabiliyorlar. Herkes birbirine bilgi aktararak, birbirini yetiştiriyor. Okula gelen insanlar, yaşadıkları gerçek hayatta işlerine yarayacak makine, alet edevat yapmaya çalışıyorlar. Büyükanne olmuş insanlara güneş enerjisi mühendisliğinin bilgilerini öğretiyor. Onlar da, hem kendilerinin hem de başkalarının evlerine, güneş enerjisi ile çalışan elektrikli donanımlar kuruyorlar.

Roy, yaşadıkları ve gördüklerinden sonra; geleneksel toplumlarda, modern toplumların erişemeyeceği bir bilgi birikimi olduğuna kanaat getiriyor.

Roy’un bütün insanlığa gösterdiği bu yaşanmış oluşumların sonucunda, eğitimin sonunda diploma alınmadan da bilgi ve mekanizma üretilebileceği, uygulamalı bir şekilde açıklanmış oluyor. Böylece, dünya üzerindeki “eğitim” tanımının yeniden yapılması gerektiğini gözler önüne seriyor.

Şimdi, daha önce yayınladığımız “Öğrenimimiz, Üniversiteden Mezun Olunca Başlar” başlıklı makalemizde verdiğimiz bir örneği hatırlayalım. Harvard Üniversitesinin mezuniyet töreninde dereceyle mezun olan öğrencilere bir pil ile bir kablo ve bir lamba verilir. Bu lambayı yakmaları istenilir. Harvard gibi dünya üniversitelerinin tepesine oturmuş bir okuldan birincilik diplomasıyla mezun olanlardan başlanır. İki kablo olması gerektiği üzerine yoğunlaşan öğrenciler tek kablo ile pili yakamazlar. Sonunda siyah derili bir öğrenci yakar. Kabloyu pilin bir kutbuna bağlayarak lambanın metal olan yanağına bağlar. Sonra bu lambayı getirir pilin diğer kutbunun üzerine oturtur.

Aslında böylesine basit olan bu uygulamayı, dünyaca ünlü Harvard Üniversitesinden dereceli diploma aldıkları için burunlarından kıl aldırmayan öğrencileri yapamazlar. Üniversitede okuyabilmek için gerekli parayı kazanmak amacıyla iş hayatında bir süre çalışmak zorunda kalan siyah derili öğrenci bu basit işi başarır. Muhtemelen, piyasada çalışmak zorunda kalmasaydı, o da başaramazdı.

Hem Bunker Roy’un kurduğu yoksul köylülerden oluşan okullarının hem de yukarıdaki Harvard örneğinin bize net olarak gösterdiği gerçek, diplomanın tek başına, çözümü ve bilgiyi üretemeyeceğidir.

Roy’un yaptığı uygulamalarda, bizler için bir başka güzel örneklik daha var. Roy, erkekler ve genç kadınlardan daha çok, büyükanneleri eğitiyor. Çünkü büyükannelerin diğerlerine nazaran iki farklı özellikleri var. Birincisi, sessiz bir bilgeliğe sahipler. İkincisi, bilgi sahibi olup çözüm üretir konuma gelince, köylerini terk ederek daha büyük yerleşim yerlerine gitmiyorlar. Hattâ büyükanneler, başkalarını eğitirken herkesle ilgilenmiyorlar. Bilgi ve beceri sahibi olunca köylerini terk etmeyecek kadınları seçerek onları yetiştiriyorlar.

Bu uygulama üç açıdan çok önemlidir. Birincisi, yoksullara balık verilmiyor, balık tutması öğretiliyor. Dolayısıyla, yoksullukla mücadelede süreklilik sağlanıyor. İkincisi, insanların kendi menfaatleri peşinde koşarak başka yerlere göç etmelerini engelleyerek, yoksulluğu, olduğu yerde yenmeye çalışarak azaltıyor. Üçüncüsü, şehre göçü engellediği için, hem zenginliği ülke sathına yayıyor hem de şehirlerdeki fakir-zengin ayrımını azaltıyor. Dolayısıyla, insanlığın geleceği için örnek alınabilecek güzel bir uygulamadır.

Yukarıda örneğini verebildiğimiz az sayıdaki anlatımlarımızdan çok daha fazlası, dünya üzerinde çeşitli bölgelerde uygulanmaktadır.

İnsanların yaşadıkları gerçeklerin sonunda geliştirmeye çalıştıkları bütün fikirler, eğitim konusunun tekrar masaya yatırılması gerektiğini açıkça göstermektedir.

Eğitim, her şeyi bildiğini zanneden öğreticilerin, hiçbir şey bilmediklerini zannettikleri öğrencilere bir şeyler anlatma işlemi değildir. Eğer günümüzde fakirler ile zenginlerin arasında uçurum oluşmaya başladıysa, bu durumda, her şeyi bildiklerini zannedenlerin uygulamalarının çok önemli bir payı vardır.

Bir zamanların efsanevi ABD FED’inin başkanı Alan Greenspan, 2008 ekonomik buhranını göremediklerini ikrar etmiştir. Ama kendisi, buhrandan, sıradan vatandaşa göre çok daha az zarar görmüştür. Aslında bu yöneticiler, 2008 ekonomik buhranının ortamını bilmeden hazırlayan, “bilmediğini bilmeyen” kibirli insanların örnekleridir.

Tek kablo ve bir pil ile lambayı yakamayan, ama her şeyi başkalarından daha iyi bildiklerini zanneden Harvard Üniversitesinin dereceli mezunlarının, sadece kendi kazançlarını sağlama aldıklarını görmemek mümkün değil. Dolayısıyla, bu yapıdaki insanların çoğunun, halkın önemli bir bölümünü fakirliğe doğru ittiklerini halen anlayamamaları normaldir. Bunu yaparken belki kendileri aşırı fazla kazanmıyorlar. Ama aşırı zenginlerin halkı fakir bırakmalarına aracı oluyorlar. Yani onca eğitim halka yaramıyor.

Eğitim, karşılıklı bilgi alışverişi ile olursa, iki taraf için de faydalı olur. Bu uygulamada, iki taraf da kendini geliştireceği için, faydası katlanarak artar. Böylece, diğer insanların da kullanıma sunulan yararlı işler ortaya çıkar.

Bir insanı destekleyip, ona hem bilgi hem de maddi yardım yaparken seçici davranmak gerektiği açıktır. Tıpkı büyükanneler örneğinde olduğu gibi, destek verilen insanın, kendisini toparladıktan sonra başkalarına da faydalı olabilmesi sağlanmalıdır. Dünyamızdaki yardımsever insanların bir bölümünün böyle uygulamalar yapmaya çalıştıklarını biliyoruz. Umudumuz, az sayıda olan bu uygulamaların, üzüm salkımı gibi hızla yayılabilmesidir. Yapılan uygulamalarda, eğitim anlayışındaki karşılıklı etkileşim ve bilgi alışverişi arttıkça, insanlığa faydası tahmin edilenden daha fazla olabilir.

Bilim insanlarının halklara faydası, bilinen tarih boyunca, zanaatkârlara göre çok daha az olmuştur. Bu husus ayrı bir makalede irdelenecektir.

Sosyal kategorisine gönderildi | EĞİTİMİN AMACI DİPLOMA OLURSA için yorumlar kapalı

BİLİMİ GELİŞTİREN UNSURLAR ÜZERİNE

BİLİMİ GELİŞTİREN UNSURLAR ÜZERİNE

 

Bu sitede bilim konularını işleyen çok sayıda makale yayınladık. Bu yazımızda, farklı bir açıdan yaklaşarak, bilimin gelişmesine vesile olan bazı ortamları irdelemeye çalışacağız.

Bilimin gelişmesinde –paranın dışında- etkili olan en önemli amil, hiç şüphesiz, hür düşünce ortamının olmasıdır. Özgür fikir ortamının önemini anlamak için, üniversitelerin durumlarını incelemek yeterlidir. Takdir edileceği gibi, bilimin gelişmesi için gerekli bütün araştırma ve diğer bazı imkânlar, üniversitelerin çoğunda mevcuttur. Buna rağmen, ülkelerin çoğunda üniversitelerin, bilimin gelişmesine katkıları, imkânlarıyla orantılı değildir ve çok daha azdır. Çünkü bu ülkelerdeki devlet üniversiteleri ve hattâ özel üniversitelerin bile çoğunluğu, kuralcı ve bürokratik devlet kurumları haline dönüşmüşlerdir. Çoğu ülkede, üniversite rektörlerinin yetkileri, neredeyse devlet başkanlarınınki ile aynıdır.

Üniversitelerin halini daha iyi anlamak için, geçmiş tarihe bakalım. İlim tarihine yön veren büyük beyinlerin birçoğu, üniversite kurumu dışından çıkmıştır. Yenliklerin, buluşların ve patentlerin önemli bir bölümü üniversite kurumu dışında kalmış özgür şahsiyetler tarafından gerçekleştirilmiştir. Newton, Edison, Einstein, çalışmalarının çoğunu üniversite sisteminin dışında yapmak zorunda kalanlara örnek gösterilebilecek, bilimin devlerinden bazılarıdır.

Bilimi geliştiren dahi (üstün zekâlı) insanların ortak özelliklerinden birisi, normal kişilerle karşılaştırıldığında garipsenecek düşüncelere sahip olmalarıdır. Dolayısıyla bu yapıdaki insanların, kuralların sıkı disiplin anlayışı içerisinde uygulandığı yerlerde çalışmaları, çalışabilmeleri zordur. Hattâ, kuralcı bir bilim insanının yanında bile çalışmak istemezler.

Başarılı bilim insanlarının bir diğer ortak özellikleri, tek bir alan üzerine çalışmamalarıdır. Birkaç farklı saha üzerine çalışma yapmış olanlar, daha başarılı olmaktadır. Çünkü tek alanda ve sadece belli yerlerden toplanan bilgiyle çalışan insanların ve birkaç alanda çalışan diğer bilim insanlarının karşılaştıkları sorunlar birbirine benzemektedir. Her iki gurup da temelde benzer sıkıntılarla yüz yüze geliyor. Ancak, farklı alanlarda çalışanlar bu sıkıntıları aşmak hususunda daha şanslılar. Tek alanda çalışanlar için, bir süre sonra konular artık, rutin hale geliyor. Bu rutin hayat içerisine sıkışıp kalmış bilim insanları, bazen yenilikleri fark edemeyebiliyorlar. Kimi zaman, bu hataya, o alanda otorite haline gelmiş insanlar bile düşebiliyorlar.

Bu gibi durumlarda, dışarıdan bakanlar, yenilikleri daha kolay fark edebiliyorlar. Dolayısıyla, birkaç dalda çalışmış olan birisi, çeşitli alanlardaki çalışmalarının etkisiyle değişik açılardan bakabildiği için, yenilikleri daha rahat görebiliyor. Yani ihtisaslaşma, bilimde çoğu zaman faydalı olmuyor, başarılı bir sonuca götürmüyor. İhtisaslaşma, bilimsel bulguların teknoloji haline getirilmesinden sonra, bilimsel bilgilerin ve teknolojinin uygulamasını yapanlarda daha faydalı olabilmektedir.

Bilimin gelişmesine vesile olan bir başka unsur, kolektif çalışma disiplini altında organize olabilmektir. Hiçbir bilimsel gelişme, sonuca ulaşan o kişinin sıfırdan başlayarak ulaştığı bir şey değildir. Takdir edileceği gibi, bir araştırmanın yapılabilmesi için, cihazları kullanacak yetenekli teknisyenler de gerekir. Yani güzel bir sonuç alınabilmesi için, hem ekip çalışmasına ihtiyaç vardır, hem de, benzer konularda daha önceden yapılmış çalışmalardan istifade edilmesi şarttır.

Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, ekiptekilerin, ekip başı tarafından, kendi emrindeki memurlar gibi algılanmasını önleyecek tedbir almaktır. Ekip çalışması demek, “emir, demiri keser” anlayışında çalışmak demek değildir. Ekiptekiler, düşüncelerinde hür olmalıdır. Fikirlerini söylemekten çekinmeyecekleri bir ortam sağlanmalıdır.

Bilim, “ben şunu bulacağım, şunu yapacağım” demekle olan bir şey değildir. Başka herhangi bir iş için, bu sözleri söyleyebiliriz. Diğer birçok alanda, yapacağımız işlerin sonuçları baştan bellidir. Tarlaya buğday tohumu ekersek, buğday alacağımızı biliriz. Ama bilim böyle değildir. Prof. Mustafa Çetiner’in aktardığına göre, Einstein bu hususla ilgili olarak şöyle söylemiştir: “Eğer, ne yaptığımı bilseydim, buna araştırma demezdim.”

Demek ki, “ben şunu bulacağım” diyerek değil, “nasıl böyle oluyor” diye sorarak araştırma yapmaya başlamalıyız. Sadece kendi araştırmalarımızla sınırlı kalmayıp, başkalarının tecrübelerinden, yaptıkları deneylerdeki başarısızlıklardan yararlanmalıyız. Onların bu başarısızlıkları ile ilgili düşüncelerini bilmeden ve bizden öncekilerin çalışmalarından faydalanmadan, bilimde ilerlememiz, yani, yeni bir şeylere ulaşmamız tesadüflere bağlıdır.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, Newton’un şu sözüne kulak verelim: “Ben, devlerin omuzlarında durduğum için büyük görünüyorum.” Bu söz, sadece bilimsel araştırmalarda değil, birçok alan için de geçerlidir.

Başkalarının çalışmalarını yakından takip edenlerden, bazen, onların ulaştıkları bilgilere sahiplenenler de olabilir. Bu konuyu örnek vererek anlatalım. Charles Darwin, yaptığı araştırmaların sonuçlarına henüz tam güvenemiyor ve sorulacak sorulara cevap verebilmek için, daha çok delil toplayabilme amacıyla, araştırmalarına devam etmek istiyordu. Ama Alfred Russell Wallace’dan aldığı bir mektupta, onun da aynı konularda araştırma yaparak aynı şeylere ulaştığını okuyunca, yeni araştırmalar yapma fikrinden vazgeçerek, Wallace’dan önce davranıp, hemen kitabını bastırmaya karar verir ve kitabını yayınlar. Böylece, bu hususta başkaları tarafından yapılan bütün araştırmaların sonucunu, kendisi sahiplenmiş oldu. Diğer bir örnek, Edison ile ilgilidir. Edison da, Nikola Tesla ve William Joseph Hammer’ın çalışmalarından çok faydalanmış ve erken davranarak, bazılarını kendisi sahiplenmiştir. Bazen de halk, diğer iki şahsın çalışmaları sonucunda aldıkları patentlerin sahibinin, Edison olduğunu zannetmektedir.

Bilimsel çalışma yapıyorsak, bizden önce yapılan çalışmalar hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşmamıza rağmen, bizler, ekip halinde disiplinli bir şekilde çalışmazsak, yine ilerleme kaydetme ihtimalimiz zayıflar. Bir diğer anlatımla, diyelim ki, daha önce, başkaları bizim çalışmalarımıza temel teşkil edecek uygun bir ortam oluşturan çabalar sarf etmişlerdir. Ancak, biz de, disiplinli (yani, paylaşımcı) bir ekip çalışması içerisinde olmalıyız ki, o bilgileri değerlendirerek, yeni bulgulara ulaşabilelim. Aksi takdirde, evi yanarken su dökmeyip, Allah’a yangını durdurması için dua eden insan konumuna düşmüşüz demektir.

Bilimsel gelişmeleri, fertlerin tek başlarına yapacakları çalışmaların sonucundan beklemek, piyangodan büyük ikramiye beklemek gibidir. Katı kuralların uygulandığı kurumlarda veya ekipte çalışanların özgür düşüncelerinin olmadığı çalışmalarda bilimin gelişmesini beklemek, denizin ortasında uzak bir adada, ne zaman geleceği belli olmayan gemiyi beklemekle aynı şeydir. Bu durum sadece bilim alanında değil, teknoloji geliştirme hususunda da aynıdır. Günümüzde, dünya üzerinde, kendilerinin mucit olduğunu zanneden ve çalışmalarını çalmasınlar diye tek başına çabalayan, on binlerce mucit adayı var. Ama ciddi anlamda başarılı olanların oranı ne kadardır bilemiyorum. Kendi hayatımda karşılaştığım bu yapıdaki mucit adaylarıyla ilgili tecrübeme dayanarak, çok düşük oranda olduğunu tahmin ediyorum.

Bu nedenle, bilimin gelişmesini sağlamak istiyorsak, kuralları gevşek olan kurumsal birimlerde, özgür düşünceli, ama düşüncelerini kendine saklayıp kendi menfaati peşinde koşan değil, arkadaşlarıyla paylaşan kişilerle ortak çalışmalar yapılabilmesinin önünü açmalıyız. Ekip başı olduğunu düşünenlerin de, bu konularda önce kendilerinin örnek olmalarının gerektiği açıktır.

Yukarıda bahsettiğimiz özgür düşünceye dayalı bu yöntem, çoğu alanlar için geçerlidir. Bazen, disiplinli hiyerarşi gerektiren, iş yerleri, okullar, devlet kuruluşları gibi bazı alanlar için bile geçerlidir. Hattâ, strateji ve taktik belirlenmesi tartışmaları sırasında, en disiplinli alanlarda ve askeriyede de geçerlidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BİLİMİ GELİŞTİREN UNSURLAR ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KARARLARIMIZDA MÜSTERİH OLMA ÜZERİNE

KARARLARIMIZDA MÜSTERİH OLMA ÜZERİNE

 

İnsanların büyük çoğunluğu, verdikleri kararlarında vicdanen huzurlu olmak isterler. Kalben müsterih olabilmek için de, aldıkları kararlarda haklı olduklarını savunmaya çalışırlar. Bazıları, vicdanen savunamayacakları kararları için, “herkes böyle yapıyor” veya “başka çarem yoktu” diyerek kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar.

Kararlarımızı temize çıkarma gayretlerimizi, daha çok, maddi çıkarlarımızın peşinde koştuğumuz zamanlarda gösteririz. Maddi menfaatimizi koruyacak kararlar aldığımızda, kalben müsterih olabilmemiz önemlidir. Ancak asıl önemli olanı, kendi menfaatimizden daha ziyade, başkalarının zararına sebep olacak konularda alacağımız kararlarda müsterih olabilmektir. İlk bakışta daha kolaymış gibi görünmesine rağmen, zor olan da, böyle durumlarda doğru karar verebilmektir. Çünkü yapımız gereği, menfaatimizle doğrudan ilgili olmayan bir hususta, menfaatimizin olmadığı bir karar verdiğimizde, kararımızı doğru olarak kabullenme meylimiz vardır.

Bu sebeple, başkalarının zararına olan konularda karar verirken, Yüce Yaradan’ın yol göstericiliğine ihtiyacımız vardır. Çünkü menfaati olmadan en doğru kararı veren, sadece ve sadece, tek olan Tanrı’dır. Evrendeki canlı-cansız bütün varlıkların yaratıcısı olan Yüce Yaradan, bilhassa, yarattığı insanlara karşı-başlangıçta- eşit mesafededir.

Şimdi, bu konuda Tanrı’nın bize yol gösterdiği ayetleri irdeleyelim:

Enfal Suresi 8/38: “Ey Muhammed! İnkâr edenlere söyle: Eğer vazgeçerlerse, geçmişte yaptıkları bağışlanır. Eğer dönerlerse, öncekilere uygulanan ilâhî kanun devam etmiş olacaktır.”

Yukarıdaki ayette Yüce Yaradan, geçmişte kötülükler yapmış insanlara zeytin dalını uzatıyor. Geçmişte yaptıkları kötülüklerden vazgeçmelerini öğütlüyor. Eğer vazgeçerlerse, onların geçmişte yaptıklarını bağışlayacağını beyan ediyor.

Dikkat edilirse, Yüce Yaradan’ın insanlara gösterdiği bu engin hoşgörüden, Tanrı’nın Kendisinin bir menfaati olmadığı anlaşılır. Tek olan Tanrı’nın, bu hoşgörüsünün sonucunda karşısına çıkacak şey, muhtemelen, düzelen insan sayısının artmasından duyacağı sevinci olabilir.

Dolayısıyla, tek olan Tanrı’nın ayetteki bu beyanı, bir insan için bulunmaz bir fırsattır. Böyle bir fırsatı, ebeveynlerin çocuklarına tanıdıkları pek görülmemiştir. Bilhassa, ebeveynlerini inkâr edenlere ve onlara karşı, elinden geldiğince bilerek kötü davrananlara, dönüş yapsalar bile, hemen hiçbir ebeveyn geçmişi unutacak ve ona güzellikler yaşatacak kadar bağışlayıcı olamaz.

Yüce Yaradan bir sonraki ayetinde, gösterilecek hoşgörünün sınırlarını belirliyor.

39: “Baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir.”

Bir önceki ayetindeki ifadeye göre, bir insan, tek olan Tanrı’yı inkâr ediyor ama başkalarına bir zararı dokunmuyorsa, onları uyarmakla yetinilmesini istiyor. Peygamberine bu yönde öğüt veriyor. Fakat devamındaki 39uncu ayette, daha farklı tavsiyelerde bulunuyor.

Sadece Allah’ı inkâr etmekle kalmayıp, insanlara baskı ve şiddet uygulayanları, diğer kötülerden ayırıyor. Zalimlik yapanlarla savaşılmasını emrediyor. Bu savaşın belli bir süresi yok. Savaşın, “baskı ve şiddet kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya” kadar sürmesini istiyor. Buradan anlaşılan o ki, Yüce Yaradan insanların yapılarını değiştirmedikçe, aradaki savaş kıyamete kadar sürecektir. Nesiller ve isimler değişecek, ama bu savaş devam edecektir.

Yukarıda verdiğimiz iki ayete bakılınca, insanlar hakkında bir karar vermeden önce, onlar uyarılacaklar. İkazları dikkate alıp kendilerini düzeltenler bağışlanacaklar. Bağışlananlar da artık, bağışlayanların kardeşleri olacaklar. Ama verdikleri sözlerden dönerlerse, bu defa,  “eğer dönerlerse, öncekilere uygulanan ilâhî kanun devam etmiş olacaktır” hitabının muhatabı olacaklar.

39uncu ayete göre de, insanlığın huzurunu bozmaya devam edenlere karşı yapılacak mücadelede, sonuç alınıncaya kadar hiç taviz verilmeyecek. Baskı ve şiddet kalmayıncaya kadar, insanlığın huzurunu bozacak davranışlarda bulunanlara karşı savaşılacak.

Dolayısıyla, insanlığın huzurunu bozmakta ısrarcı olanlara karşı savaş kararı vermekte bir yanlışlık yoktur. Verilen bu karardan müsterih olabiliriz. Çünkü aldığımız kararın destekçisi, bizzat Yüce Yaradan’ımızdır. Nitekim aşağıdaki ayet bunu teyit etmektedir:

40: “Eğer yüz çevirirlerse bilin ki Allah sizin dostunuzdur. O, ne güzel dosttur; O, ne güzel yardımcıdır!”

Yüce yaradan, kararlarımızda müsterih olabilmemizin sınırlarını aşağıdaki ayetinde belirliyor:

42: “…Ölen açık bir delille ölsün, yaşayan da açık bir delille yaşasın. Şüphesiz Allah, elbette hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

Demek ki kararlarımızda net olabilmemiz için, olayları iyi araştırmamız gerekmektedir. Böylece, araştırmalarımız sonucunda aldığımız kararlar, açık deliller üzerine oturmalıdır.

Bizden istenilen bu açık delile ulaştıktan sonra karar vereceğiz. Ama karar verirken bizden istenilen bu açık delile ulaşma şartı, sadece insanlığın huzurunu bozanlarla sınırlı olmamalıdır. Günlük yaşamımızdaki insan ilişkilerimizde de, mümkün olduğu kadar araştırmalar sonunda karar vermeye çalışmalıyız. Karşımızdakilerin aleyhine karar vermeden önce, onları ikaz ederek kendilerine şans vermeliyiz. Böylece aldığımız kararlarımızın daha çoğunda müsterih olmaya başlarız.

Diğer taraftan, Yüce Yaradan, uyarılmasını istediği insanlara ne kadar bir süre verdiğini hiçbir zaman belirtmiyor. Onları her an cezalandırabileceğini ifade ediyor. Tek olan Tanrı’nın bu uygulaması da bize yol göstermektedir. Bizler de, uyardığımız insanların, bir taraftan sureti Haktan görünerek diğer yandan hatalarında ısrar etmeleri durumunda, onlara müdahale süremizi kendimiz belirlemeliyiz. Adaleti zerre kadar şaşmayan Yüce Yaradan’ın, insanlara, düzelmeleri için verdiği süreyi Kendisinde saklı tutmasının, insanlık için mutlaka hayırlı bir sebebi vardır. Tek olan Tanrı böyle yaptığına göre, bizler de geçmişte kötülük yapmış olanlara verdiğimiz süreyi, kendimizde saklı tutmalıyız. Ve tıpkı Onun gibi, aniden uygulamaya başlamalıyız.

 Ancak bu uygulamalarda dikkat edeceğimiz hassas nokta, adaletten ayrılmamak olmalıdır. Elbette bizlerin, Yüce Yaradan kadar adil olmamız mümkün değildir. Bazen adalet terazimiz şaşabilir. Ama bizler de, hatamızı en aza indirebilmek ve kalben daha müsterih olabilmek için, araştırmalarımızı sürdürmeli ve mümkün olduğunca, istişareler sonucunda karar vermeye çalışmalıyız. Eğer böyle yaparsak, istişarelerimizin sonunda çıkan kararları uygularken taviz vermediğimizde de, kalben müsterih oluruz.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KARARLARIMIZDA MÜSTERİH OLMA ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSLÂM DİNİNİN DİREĞİ NAMAZ MIDIR?

İSLÂM DİNİNİN DİREĞİ NAMAZ MIDIR?

 

Kur’an ayetlerinden anladığımıza göre, Yüce Yaradan’ın, peygamberleri aracılığıyla insanlara ilettiği bütün dinlerde namaz vardır.

Günümüzdeki semavi dinlerin başlangıcının peygamberi olan Hz. İbrahim, Mekke’de oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa ettikten sonra orada namaz kılmıştır. Hz. Muhammed’in ümmetine de, Kâbe’deki İbrahim Makamında namaz kılmaları aşağıdaki ayetle emredilir:

Bakara Suresi 2/125: Biz ta o zaman bu Beyt’i, insanlar için bir sevap kazanma ve bir güven yeri kıldık. Siz de Makamı İbrahim’den kendinize bir namazgâh edinin. Ayrıca İbrahim ile İsmail’e şöyle ahit verdik: “Beytimi, hem tavaf edenler için, hem kendini ibadete verenler (duranlar) için, hem de rükû ve secde edenler için tertemiz tutun!”

Kur’an, bununla da yetinmez. İsrail oğullarının bir peygamberi olan Hz. Zekeriya için, şöyle bir ifade kullanır:

Meryem Suresi 19/11: (Zekeriya) Nihayet mihraptan (ibadethane) kavmine karşı çıktı da onlara “Sabah ve akşam (Rabbinizi) tesbih edin” diye işaret etti

Yani Zekeriya, mihrapta namazını kıldıktan sonra kavminin karşısına gelir. Bu olay, hanımı kısır, kendisi de çok yaşlı bir durumda iken, Yüce Yaradan’ın kendisine Yahya isimli bir oğul vermesinin belirtileri hakkındaki olaylar üzerine anlatılır.

Bir İsrail kızı olan Hz. Meryem’e hitap eden şu ayet de, ona namazı tarif eder. Ali İmran Suresi 3/43 : “Ey Meryem, kalk Allah için divana dur, secdeye kapan ve rükû edenlerle birlikte rükûa var.”

Hz. Meryem’e yapılan tavsiye, Hz. Muhammed’in ümmetinin kıldığı namazın tarifinin aynısıdır. Buradan da anlaşılıyor ki, namaz, önceki semavi dinlerde de vardı ve aynı şekilde kılınıyordu. Burada bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum. Hz. Meryem’in oğlu olan Hz. İsa’nın, annesine emredilen namaz kılmadığını ve çevresindekilerden namaz kılmalarını istemediğini söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla, Hıristiyanlıkta da namaz vardır, hem de aynı hareketler şeklinde kılınması emredilmiştir.

Demek ki namaz önemlidir. İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu önemi gördükleri için, namazı dinin direği olarak nitelemişler ve halka bu şekilde anlatmışlardır. Aşağıdaki ayet, onların bu anlatımını kuvvetlendirmiştir.

Ankebut Suresi 29/45: (Ey Muhammed!) “Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.”

Yukarıdaki Kur’an ayetinde, “namaz, insanı kötülükten alıkoyar” denildiği için, âlimlerin “namaz dinin direğidir” sözü, halk tarafından doğru bir vurgulama olarak algılanmıştır. Hâlbuki ayette “Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir” denilmektedir. Allah’ı anmak, sadece namaz kılmak değildir. Ayrıca, “Allah’ı anmak, ibadetlerin en büyüğüdür” denilmesinden de anlaşılacağı üzere, yalnızca ibadetlerin en büyüğüdür. Eğer, Allah’ı anmak, dinin direği olsaydı, Yüce Yaradan, ayetlerinde bu durumu açıkça söylerdi.

Dinin direğinin namaz olup olmadığını, Kur’an ayetleri üzerine irdelemeler yaparak netleştirmeye çalışalım.

Kur’an’da, yapılması istenilen bir emir şeklinde söylenildiğinde, namaz ve zekât birlikte bahsedilir. İkisinin, aynı ayet içerisinde birlikte emredilmesi, hem namazın hem de zekâtın, ibadet açısından aynı öneme sahip olduğunu gösterir. Bu durumda, dinin direğinin namaz olduğunu söyleyen İslâm âlimleri, kendi görüşlerini bile eksik söylemiş olmaktadırlar. Aynı ayetler içerisinde birlikte emredildiğine göre, o zaman, dinin direği bir tane değil, iki tane demektir. Dolayısıyla ayetlere göre namaz ve zekât, ikisi birden dinin direği olmalıdır.

Peki, namaz ve zekât ikisi birlikte dinin direği midir?

Eğer namaz ve zekât dinin direkleri olsaydı, namaz kılmayanların ve zekât vermeyenlerin, emredileni yapmadıkları için bir cezalandırma ile karşılaşmaları gerekirdi. Hâlbuki Kur’an’da hiçbir ayette, namaz kılmayana ve zekât vermeyene ceza verileceğinden bahsedilmez. Bu iki emrin geçtiği ayetlerde, sadece, bunları yapanlara ne fayda sağlayacağı söylenilir.

Diğer taraftan, eğer, namaz ve zekât dinin direkleri olsaydı, Yüce Yaradan, namaz kılanları ve zekât verenleri cennetine alacağını net bir şekilde beyan ederdi.

Böyle bir beyanın olup olmadığını, yine Kur’an’a bakarak anlamaya çalışalım.

Tövbe Suresi 9/18: “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur.”

Dikkat edilirse, ayette “namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren insanlar hakkında, “doğru yolu bulanlardan olacakları umulur” denilmektedir. Yani ayetin sonunda, “onlar doğru yolu bulanlardır, onlar cennette ebedi kalacaklardır” şeklinde bir ifade yoktur.

Şimdi konumuzla bağlantılı olan başka ayetlere bakalım.

Bakara Suresi 2/82: “İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.”

Yine aynı surenin 112inci ayeti: “Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah’a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.”

Yukarıda verdiğimiz 82 ve 112inci her iki ayette de, namaz kılmak ve zekât vermekten bahsedilmez. İstenilen şey, iki tanedir. Birincisi iman etmek, ikincisi salih amel işlemek, yani iyilik dolu olmaktır. Dikkat edilirse, her iki ayetin sonunda da, iman edip iyilik dolu olanların, cennete girecekleri, onlara korkunun olmadığı beyanı vardır.

Demek ki, Tövbe Suresi 18inci ayete göre, namaz kılıp zekât vermemize rağmen, doğru yolu bulup bulamayacağımız, yani cennete girip giremeyeceğimiz belli değildir. Ayette, namaz kılıp zekât verenlerin cennete girenlerden olması umulur demektedir. Dikkat edilirse bu ayette bahsedilmeyen bir davranış, “salih amel işlemek, yani iyilik dolu olmak” halidir. Dolayısıyla, namaz kılıp zekât verdiği halde, iyilik dolu olmayanların cennete girmeleri garanti değildir.

Yukarıdaki ayetlerden net bir şekilde anlaşıldığına göre, Allah’ı anmak anlamında olan namaz, ibadetlerin en büyüğüdür. Ancak, dinin direğinin, namaz ve/veya zekât olmadığı anlaşılmaktadır. İslâm âlimlerinin çoğunluğunun namazı, dinin direği olarak anlatmalarının altında kötü niyet aramaya da gerek yoktur. Belki de, âlimlerin hesabı, insanları namaza yönlendirerek, kişilerin namaz kıldıkça düşünmeye başlayacakları ve kendilerini düzelterek, kötülükten sakınacakları hususundaki umuttur. Bizce de bu umut her dönemde var olmuştur. Namaz kılan insanların bir gün gerçekleri görme ihtimalleri her zaman vardır. Yeter ki, namazı, insanları kandırarak aldatmak için kılanlardan olmasınlar.

Kur’an’da, namaz kılmanın karşı şıkkı olan kılmayanlara bir ceza verilmesinden bahsedilmediğini ifade etmiştik. Hâlbuki Yüce Yaradan, Kur’an’ında, salih amel işlemenin yani iyilik dolu olmanın karşı şıkkı olan; yalan söylemeyi, hırsızlık yapmayı, yetim hakkını yemeyi, zina yapmayı, insanları aldatmayı, yani iyilik değil, kötülük dolu olmayı cezalandıracağını net bir şekilde ve sıkça beyan etmektedir.

O halde, hem yukarıda verdiğimiz ayetlerden, hem de Kur’an’daki ceza ve ödül bahislerinden anlaşıldığı üzere, eğer dinin direğinden bahsedilecekse bu, iman etmek ve salih amel işlemek, yani iyilik dolu olmak olması daha uygundur.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM DİNİNİN DİREĞİ NAMAZ MIDIR? için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

Yüce Yaradan’a teslim olmak anlamındaki İSLÂM, sadece yaşamak değil, YAŞATMAKTIR.

YAŞARKEN, BAŞKALARINI YAŞATMAK İÇİN DE GAYRET SARF EDEN BÜTÜN DOSTLARIMIN VE İNSANLARIN BAYRAMINI KUTLARIM

Sosyal kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

İNSANLAR TEK BİR ÜMMETTİ

İNSANLAR TEK BİR ÜMMETTİ SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE

 

Ümmet kelimesi Kur’an’da çok sayıda ayetlerde geçtiğinden, öncelikle farklı anlamlarının olup olmadığını inceleyip, sonra yazının başlığını irdeleyeceğiz.

Enbiya Suresi 21/92: “Doğrusu bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin.”

Ayette geçen “ümmeten” kelimesi, toplumsal din anlamındadır.

Bakara Suresi 2/134: “Onlar bir ümmetti (ümmetûküm), geldi geçti. Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz.”

Bu ayette ümmet, nesil yani kuşak anlamındadır.

Nahl Suresi 16/120: “Şüphesiz İbrahim, Allah’a itaat eden, hakka yönelen bir ümmet (ümmeten) idi. Allah’a ortak koşanlardan değildi.”

Ayette geçen ümmeten sözü önder anlamındadır. Yani Hz. İbrahim’in, Allah’a itaat eden ve hakka yönelen bir önder olduğunu vurgular.

Ali İmran Suresi 3/104: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir ümmet (ümmetün) bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”

Ayetteki ümmet sözü, birbirine din bağıyla bağlı bir cemaat anlamındadır. Hac Suresi 22/34 ve 67, Casiye Suresi 45/28, Bakara Suresi 2/146, Maide Suresi 5/48 deki ümmet sözleri de dini topluluk manasındadır.

Ali İmran 110: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz (ümmetin). İyiliği emreder (öğütler), kötülükten men eder (sakındırır) ve Allah’a inanırsınız. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.”

Bu ayetteki ümmet ifadesi, toplum veya topluluk anlamındadır. Müminun Suresi 23/43 ve 44, Neml Suresi 27/83, Kasas Suresi 28/75, Bakara 2/122 ve 128, Fatır Suresi 35/24 deki anlamları da topluluk demektir.

Ümmet kavramının bu farklı anlamlarını gördükten sonra, makalemizin konusuyla ilgili ayetleri irdeleyelim.

Yunus Suresi 10/19: “İnsanlar, aslında bir tek ümmet idiler, sonra ihtilafa düşüp ayrı ayrı oldular. Eğer Rabbinden bir karar çıkmamış olsa idi, ihtilaf edip durdukları şeyler hakkında şimdiye kadar aralarında çoktan hüküm verilmiş olurdu.”

Bakara Suresi 2/213: “İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile ilgili kitap indirdi ki, insanların, aralarında ihtilaf ettikleri şeyler hakkında hakem olsun. Bunda da sırf o kitap verilenler, kendilerine bunca deliller geldikten sonra tuttular, aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah kendi izniyle, iman edenleri, onların hakkında anlaşmazlığa düştükleri hakka, ulaştırdı. Allah, dilediğini doğru yola iletir”

Yukarıdaki iki ayette de geçen “insanlar tek bir ümmetti” sözü muhtemelen yaratılan ilk insan topluluklarını anlatmaktadır.

Bahsedilen ilk insan topluluklarının kimler olduğu konusunda bir fikre ulaşabilirsek, ayetin yorumunda daha gerçekçi bir sonuca varabiliriz. Bu sitede, dört seri makale halinde yayınladığımız “Hz. Âdem Peygamber Konusu Üzerine” başlıklı yazılarımızda, Hz. Âdem’in ilk insan değil, insan topluluklarına gönderilen ilk peygamber olduğunu, Kur’an ayetlerine dayanarak ifade etmiştik.

Kendilerine hiç peygamber gönderilmemiş olan insanların, Yüce Yaradan’ın verdiği akıl, vicdan ve irade ile işlerini gördüklerini söylemek herhalde yanlış olmaz. Tek olan Tanrı’nın, yarattığı bütün insanlara verdiği bu yazılım ve donanımın, insanların tek bir topluluk olmalarını sağlayacağı düşüncesi, doğru bir fikir yürütmedir. Çünkü Allah, akıl verdiği her insana iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, doğruyu-yanlışı ayırt edebilecek donanım vermiştir. Halen günümüzde de, Yüce Yaradan’ın akıl verdiği her insanda bu donanım vardır. İnsanların, yaptıkları bu tasniflerin sonucunda adaletli şekilde davranmaları gerektiğini düşündürecek bir vicdan ve adil olabilmeleri için de gerekli olan iradeyi de, Allah insanlara vermiştir.

Ancak insanlara akıl, vicdan ve irade gibi özellikleri veren Yüce Yaradan, aynı zamanda hepimize nefis de vermiştir. Bizlere verdiği bu vasıflardan hangisini öne çıkaracağımız hususunda ise, hepimizi özgür bırakmıştır.

İşte, ayette bahsedilen “insanların aralarında ihtilafa düşüp, ayrılmaları”, bu özgür seçimimiz sonrasında başlamıştır. Kimi insan vicdanını dinlemiş, kimileri de nefsini dinlemiştir. Böylece ihtilafa düşmüşlerdir.

Şimdi bir düşünelim. Günümüzde bile çok eski atalarıyla aynı anlayışıyla yaşantılarını sürdüren Avusturalya yerlileri Aborjinler hakkında çoğumuzun bilgisi vardır. Afrika’da Namibya’daki Kalahari Çölünde yaşayan Kunglar hakkında bilgisi olmayanlar araştırırlarsa benzer yaşam anlayışını görürler. Uçsuz bucaksız Pasifik okyanusundaki küçücük adalarda binlerce yıldır tecrit içerisinde yaşayan yerlilerin durumu da diğerlerine benzemektedir.

Tanrı’dan bahseden, ama kendi nefsini tanrı edinmiş çok sayıda Beyaz Adamın bile yeterince bozamadığı bu topluluklar, Hz. Âdem peygamberden önceki insan topluluklarının örnekleri gibidirler. Bu topluluklar, hiç peygamber gelmemiş insanların, Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği akıl, vicdan ve iradeyi kullanan ve nefislerine çok az yenilen, tek bir ümmet yani tek bir topluluk olduklarının, günümüzdeki ispatı olarak değerlendirilebilirler.

Nefsinin esiri olan insanların sayılarının artmasıyla, topluluk içerisindeki ve topluluklar arasındaki ihtilaflar artmıştır. Ancak, Yunus Suresi 19uncu ayete göre Yüce Yaradan, Kendiliğinden, insanlığa belli bir süre yaşam imkânı sözü verdiğinden, insanların, aralarında ihtilafa düşüp, bazılarının bazılarını ezmesine rağmen, insanlığı helâk etmemiştir.

Bakara 213teki anlatıma göre, aksine, insanları Cennetine kazanabilmek ve onların huzurlu yaşamalarına imkân verebilmek için, müjdeci olarak peygamberler göndermeye başlamıştır. İlk peygamber de, Hz. Âdem olmuştur.

Yüce Yaradan’ın peygamberler ve bazı peygamberlerin beraberlerinde kitaplar göndermesine rağmen, kitap verilen topluluklar da -ayetin anlatımına göre- aralarındaki hırs ve kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Günümüze kadar ulaşabilmiş kutsal kitapların anlattıklarına göre, ihtilafa düşme hususu, ilk peygamber olan Hz. Âdem’in çocukları olan Habil ve Kabil arasında başlamıştır. İhtilaflar, günümüze kadar artarak devam etmiştir. İnsanlık var oldukça ve Yüce Yaradan insanların yapılarını değiştirmedikçe, devam edeceği aşikârdır.

Allah’ım, Senin verdiğin akıl, vicdan ve iradeyi, nefislerimize yenilmeden kullanan bir topluluk ve üyesi olabilmemiz için, lütfunla bizlere yardımcı ol.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İNSANLAR TEK BİR ÜMMETTİ için yorumlar kapalı