EKONOMİK BUHRANLARIN TETİKLEYİCİSİ, KAMU HARCAMALARI

EKONOMİK BUHRANLARIN TETİKLEYİCİSİ, KAMU HARCAMALARI

 

Başlıkla bağlantılı olarak yazdığımız bir “Ekonomik Buhranlarda Bankaların Etkisi” başlıklı makalemizde, bankaların krizleri tetikleyici rollerinden bahsetmiştik. Ayrıca, hayali değer yaratıcıların yani vurguncuların etkilerini de, çeşitli yazılarımızda dile getirmiştik.

Ekonomileri buhrana sürükleyen bir başka unsur, kamu borçlanmalarındaki kontrolsüzlüktür. Devleti yönetenlerin savurganlık şeklindeki harcamaları, sadece ekonomiyi etkilemekle kalmamaktadır. Devletlerin çöküşüne de sebep olmaktadır. Son iki bin yıllık dünya devletler tarihi incelendiğinde, bu durum daha iyi anlaşılacaktır.

Bilindiği gibi, son iki bin yılın ilk büyük devleti Roma İmparatorluğudur. Bu devlet, amatör denilen ruhla ve mümkün olan en az para harcanarak kurulmuştur. Buna karşılık, yıkılışının öncesinde geldiği durum kuruluşuyla zıttır. Kamu harcamaları çok artmıştır. Bu artış halkın faydasına olmayacak şekildedir. Savurganlık ölçüsünde olmuştur. Devleti yönetenler, dönemlerindeki yaşama nispetle çok lüks yaşamaya başlamışlardır. Devleti yönetenlerin bütün dünyaları, maviler ve yeşiller olarak ayrılan at arabası takımlarının taraftarlığı şeklinde gelişmiştir. Bu gurubun diğer bir büyük zevkleri, arenalardaki vahşice mücadeleler olmuştur.

İlginç olan, kamu harcamaları ve savurganlığın artması, devleti yönetenlerce, devletin gücünün bir göstergesi olarak görülmüştür. Kamu harcamalarına, görkemli binalara, devlet erkânının şatafatlı yaşamına bakıldığında, dışarıdan çok güçlü gibi görülen bu devlete son darbeyi vuranlar, tam ters bir konumda idiler.

Bilindiği gibi Batı Roma İmparatorluğunu yıkanlar Almanlar idi. Romanın son imparatoru Romulus Agustus-ki devletin kurucusunun ismini taşıyordu- Alman komutan Odoaker’i köylü diyerek küçümsüyordu. Aslında Agustus’un bu fikre sahip olmasının sebebi, bütün Roma Devleti ileri gelenlerinin aynı kanaati taşımasıdır. Romalı yöneticiler, Almanları (Germenler), medenileştirilemeyecek derecede cahil köylü olarak görüyorlardı. Bu sebeple de Avrupa’nın neredeyse her tarafına yayılmaya çalışmalarına rağmen, günümüzdeki Almanya’yı sınırlarına dâhil etmek için herhangi bir istekleri olmadı. Onlara göre cahil köylü olan Almanya’nın, tabii bir zenginliği de yoktu.

Dolayısıyla, bu bölgeyi fethetmek, başlarına bela almak anlamına geliyordu. Eğer fethederlerse, hem ikinci sınıf olarak gördükleri Almanlarla uğraşacaklar, hem de onları beslemek zorunda kalacaklardı. Bu nedenle fethi düşünmediler. Sadece Almanları yıldırmak için seferler düzenlediler.

Alman komutan Odoaker, Roma İmparatorluğunu yıktıktan sonra yerine kendisi oturarak devam ettiremedi. (Hâlbuki bilindiği gibi, Doğu Roma İmparatorluğunu yıkan Fatih Sultan Mehmet, kendisini aynı zamanda Doğu Roma İmparatoru olarak ilan etti. Bu anlayışının altını dolduracak alt yapıya ve millete sahip oldukları için de, küçülerek bir şehre kadar düşen Doğu Roma İmparatorluğunun benzerini, onlardan daha geniş sınırlara kadar büyüterek kurdular. 1492 de başlayan Keşiflerin mucize sonuçlarına rağmen, büyük devletlerini 465 yıl yaşattılar.) Cahil köylü olarak hakir görülen Almanlar ise, böyle bir başarıya yaklaşamadılar. Suçlamaları cevaplayamadılar.

Tek yaptıkları şey, devlete yeni bir isim vermek oldu. Devlete, Kutsal Germen İmparatorluğu adını verdiler. Ama bu imparatorluk, kâğıt üzerinde kaldı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu tam bir Alman devleti olarak saymazsak, 21inci yüz yıla gelinmesine rağmen Almanlar, Romalı yöneticileri haklı çıkarmak istercesine, imparatorluk şeklinde bir devleti tarih boyunca kuramadılar. Gerçek anlamıyla imparatorluk kurmak için, iki defa teşebbüs ettiler. Fakat imparatorluğu kurmak bir yana, çok seri bir şekilde ve daha geriye düştüler.

Roma İmparatorluğundan sonra kurulan bir başka büyük devlet, İslâm İmparatorluğudur. Bilindiği gibi Arapların çoğunluğu da köylü olarak bilinirlerdi. Fakat Araplar, İslâm ile müşerref olduktan sonra ruhen yükseldiler. Görgülerini geliştirdiler ve bilgilerini artırdılar. Böylece tarihlerinde ilk defa büyük bir imparatorluk kurdular. Kuruluşta en az para harcadılar. Sonrasında kamu harcamalarında savurganlık başladı. Bizans’tan aldıkları harem anlayışını abarttılar, tarihin en masraflı haremini oluşturdular. Diğer harcamaları da bunun gibi olunca, zayıfladılar. Maneviyat da zayıfladı. Sonunda İslâm’ın bayrağını taşıyamadılar. Türklere devrettiler. Kendileri de bir daha güçlü bir devlet kuracak konuma gelemediler. Yirminci yüz yılda sahip oldukları muazzam yer altı zenginlikleri bile, onları eski konumlarına doğru yöneltemedi. Çünkü zenginlikler, kamuda yaptıkları eski lüks harcama anlayışını geri getirdi.

İslâm İmparatorluğunun başına gelenlerin kamu harcamalarındaki savurganlık açısından benzeri Türklerin başına geldi. Türkler de, diğer imparatorluklarda olduğu gibi, az parayla büyük bir devlet kurdular. Ancak onlar da kamu harcamalarında savurganlığa başlayınca gerilediler. Daha sonrasında bu savurganlıklarını, aldıkları dış borçlarla yapmaya başlayınca, çöküş sürecine girdiler. Fakat maneviyatları fazla zedelenmediği için, yükselen Avrupa karşısında bile ayakta kaldılar. Maddeten perişan olmalarına rağmen, dönemlerinin tek bağımsız Müslüman Devletini kurdular.

Türklerin gerilediği dönemde, bir Avrupa devleti olan İngiltere yükselişe geçti. Birleşik Krallık, imparatorluk kurarken GSMH’sının yaklaşık %3ü gibi az bir para harcadı. Ama sonrasında onlar da memur sayısını artırdılar, lüks yaşama geçtiler ve kamu harcamalarında savurganlığa başladılar. Bu savurganlıkların tetiklediği kıskançlığın sonunda oluşan savaşlar, İngilizlerin zenginliğini önemli ölçüde geriletti. Liderliği ABD’ye kaptırdı. Zengin devletler sıralamasındaki düşüş devam ediyor.

Demek ki, kamu harcamalarındaki kontrolsüzlük ve savurganlık, ekonomik krizi tetikliyor. Fakat bazen savurganlık, bundan da öte bir önem taşıyor. Eğer devletlerin yöneticileri, bu savurganlıklarını hata olarak görmek yerine, güçlü olduklarının bir göstergesi olarak algılarlar ve kibre kapılırlarsa, devletlerinin çöküşlerine sebep olabiliyorlar.  Dünyada borçlu olmayan devlet yoktur. Borçlu bir devletin kamu harcamalarında savurgan olması, öncelikle kendi halkına ve devletine ihanet derecesinde hata içerisinde olmaktır. Sonrasında ise, devletin ekonomik büyüklüğünün dünya sıralamasındaki yeri arttıkça, bütün insanlığı tehlikeye atmak anlamındadır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Ekonomi, Sosyal kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANLARIN TETİKLEYİCİSİ, KAMU HARCAMALARI için yorumlar kapalı

AMİRİN EMİRLERİNDE MEMURUN SORUMLULUĞU

AMİRİN EMİRLERİNDE MEMURUN SORUMLULUĞU

 

Sosyal düzenin düzgün işleyebilmesi, ancak, uygun bir hiyerarşi düzen kurmakla ve bu sisteme uyulmasıyla mümkün olur. Bu sebeple, amirlerinin verdiği emirlere keyfi olarak uymamak yanlıştır. Böyle bir keyfilik, aslında cezalandırılmayı hak eder, fakat şartlara göre geçici olarak affedilebilir.

Ancak amirinin verdiği emirleri uygularken, memurun da sorumlu olduğu hususlar vardır. Bu konular hakkında, önce tarihten örnekler vererek, durumu anlamaya çalışalım.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra ilk halife olan kişi, Hz. Ebubekir’dir. İlk Halife, seçildikten sonraki hutbesinde, halka mealen şöyle seslenir: “Doğru yolda ve Hak üzere olduğum sürece bana uyunuz, Haktan ayrılırsam, beni dinlemeniz gerekmez.”

İkinci olarak halife seçilen Hz. Ömer de, ilk hutbesinde şöyle sorar: “Ben Allah’ın yolundan çıkarsam ne yaparsınız?” Bu soru üzerine cemaatten bir sahabe, elini kılıcının kabzasına atar ve “seni bu kılıcımla doğrulturum” der. Hz. Ömer bu cevaba sevinir ve böyle sahabeler olduğu için ağlamaklı bir şekilde Allah’a şükreder.

Hz. Ömer, sadece kendi emirleriyle ile ilgili olarak böyle bir şey yapmakla kalmaz. Divanı Mezalim adı altında mahkemeler kurar. Bu mahkemeler, halkı dinlerler. Eğer halk, bazı valilerin ve memurların, Allah’ın emirlerine aykırı davrandıklarını kanıtlarlarsa, bu mahkemeler o valileri ve memurları cezalandırır.

İslâm’daki bu anlayışın, elbette bazı sebepleri vardır. Ana hedef, huzurlu bir toplumsal düzeni sağlamaktır. Yukarıda bahsedilen uygulama, bir gurubun veya ferdin, toplum üzerindeki tahakkümünü ve istibdadını engellemeye yöneliktir. İslâm, hür düşünen ve sorgulayan bir toplum ister. Böyle bir toplum, şahsiyetli insanlar yetiştirerek oluşturulabilir. Şahsiyetli insanlar da, hür bir ortamda yetişebilir.

Peki, bu hususta Kur’an ne diyor? Nisa Suresi 4/59: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”

Yüce Yaradan, Kendisine ve peygamberine itaat edilmesini istiyor. Ancak ayette, itaat edilmesi gereken üçüncü bir gurubu da söylüyor. Bu gurubu, “sizden olan emir sahipleri” olarak tanımlıyor. “Sizden olan” sözünden, bizimle aynı partiden veya aynı kurumdan olan kişinin kastedilmediği açıktır. Ayetin başlangıcındaki ifadelere göre, emirlerine uyacağımız şahıslar, Allah ve Resulünün yolunda giden ulul emir sahipleri olan idarecilerdir.

Emirleri uygulamakla yükümlü olan memurlar, aldıkları emri irdelemekle yükümlüdürler. Uyguladıkları emirleri “biz bu emrin Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarına aykırı olduğunu bilmiyorduk” deme hakları yoktur. Çünkü Allah, insanları bilmedikleri bir şeyin ardınca gitmemeleri için uyarıyor. İsra Suresi 17/36: “Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar. “

Demek ki, körü körüne itaat etmek yanlıştır.

Bazı durumlarda memurlar, “verilen emrin insanlığın aleyhine olacak bir sonuç doğuracağını bilmiyordum” diyebilirler. Böyle bir savunma, belki ilk seferinde kabul edilebilir. Ancak bilhassa, önemli mevkilerde bulunan memurlar için, emrin sonuçlarının kötü etkisinin şiddetine göre, bu savunma, ilk uygulamada da geçersizdir. Sadece alt kademelerdeki memurlar için, affedici olabilir. Ama onlar için de, aynı durumun tekrarlanması halinde suç memurun olur.

Bazı durumlarda amirler, emri verdikten sonra emirlerinin beğenilmediğini anladıklarında, “sizin bilmediğiniz şeyler var” diyebilir. Bu durumla ilk defa karşılaşan memur, eğer kendisi bütün olay hakkında yeterli bilgiye sahip değilse, verilen emri uygulamalıdır. Ancak konunun sonrasını ciddiyetle takip etmelidir. İncelemesi sonucunda, eğer amirini haklı bulur ise, verilecek sonraki emirleri de gönül rahatlığıyla uygulayabilir. Eğer amiri haksız ise, sonraki emirleri uygulaması yanlıştır. “Bilmediği şeyler” denilenlerin belgesini istemelidir. Kişinin bu isteği, kendisinin zararına sonuç doğurabilir. Hattâ ölümüne sebep olabilir.

Yüce Yaradan böyle durumlarda, anlaşmazlığa düştüğümüz emirler ve uygulamalar hususunda, Nisa Suresi 59uncu ayette bize yol gösteriyor. Anlaşmazlığa düştüğümüz konuyu, Allah’a ve Resulüne arz etmemizi öğütlüyor. Allah’ın resulü aramızda olmadığına göre bize düşen, konuyu Yüce Yaradan’a arz etmektir. Biz içten gelen bir inançla durumu Ona arz edersek, Allah, bize bir çıkış yolu gösterecektir. Fakat Allah’a arz etmez isek veya “lâf olsun diye” arz eder ve emri uygularsak, suça biz de ortak oluruz.

Allah, aşağıdaki ayetinde de, amir ve memur ayrımı yapmadan hepimize yol göstermektedir.

Nisa Suresi 4/58: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

Demek ki her insan, emanetleri ehline vermekle yükümlüdür. Aynı zamanda, davranışlarında ve uygulamalarında adaletli olmaktan sorumludur. Yüce Yaradan’ın bu emirleri, ister amir isterse memur olsun, her insan için geçerlidir.

Ayetin sonunda Yüce Yaradan, “her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla gören” olduğunu vurgulayarak, insanlardan değil, Kendisinden çekinmemizi öğütlemektedir.

O halde, emir verirken de, aldığımız bir emri uygularken de, “her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla gören” Yüce Yaradan’ın, bizim hakkımızda ne düşüneceğini hesaplamalıyız.

Allah’ım, Hak ve Adaletten ayrılan emirler vermememiz veya bizlere verilen bu yöndeki emirleri uygulamamız için, bizlere irade gücü ver, mücadele azmi ver.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AMİRİN EMİRLERİNDE MEMURUN SORUMLULUĞU için yorumlar kapalı

AHİRETTE MAĞFİRET (BAĞIŞLANMA) KONUSU ÜZERİNE

AHİRETTE MAĞFİRET (BAĞIŞLANMA) KONUSU ÜZERİNE

 

Bütün Semavi Dinlerde ahirette mağfiret konusu tartışmalıdır. Her ümmette, kendi peygamberinin, onlar için mağfiret dileyeceğine inanlar çoğunluktadır. Hz. İbrahim ve öncesinde yaşayan ümmetler hakkında net bilgilerimiz yok. Bu sebeple onlar hakkında fikir yürütmemiz yanlış olur. Biz günümüzde taraftarları yaşayan ümmetleri ele alacağız. Diğerleri ile ilgili olarak da Kur’an’da verilen bilgilere başvuracağız.

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Şefaat Konusu Üzerine” başlıklı makalemizde konu ile ilgili bilgileri Kur’an ayetlerinden örneklerle verdik. Hz. Nuh’un tufan sırasında kendi oğlu için dua etmesine rağmen kabul edilmediğini aktardık. Nuh Suresi 26ıncı ayette bildirildiği gibi Hz. Nuh’un  “Yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bırakma.” Talebi üzerine, Yüce Yaradan, Tufan oluşturdu. Yani Hz. Nuh’a verdiği değeri gösterdi. Ancak böylesine değer verdiği elçisinin oğlu için yaptığı talebi geri çevirdi. Hz. Nuh’un eşi de Tufan sırasında ölenlerden oldu.

Hz. İbrahim de, Yüce Yaradan’ın çok değer verdiği elçilerindendir. Nitekim bu durum Kur’an’da açıkça ifade edilir. Hz. İbrahim, Allah nezdindeki bu değerli konumuna rağmen, babası için mağfiret dilerken şu ifadeyi kullanmıştır. Mümtehine Suresi 4: “…Yalnız İbrahim’in babasına: “Senin için mağfiret dileyeceğim, fakat senin için Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi (önlemeye) gücüm yetmez.”

Tevbe Suresi 9/114. “İbrahim’in babası için istiğfar etmesi de sırf ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Böyle iken onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca o işten vazgeçti. Şüphesiz ki İbrahim, çok bağrı yanık, çok halim birisi idi.”

Kur’an’daki bu açıklamaların ortak tarafı, her ikisinde de, mağfiret edilmesi istenilen kişilerin Yüce Yaradan’ın varlığını reddeden insanlar olmasıdır. Demek ki, Allah’ı inkâr edenler için bağışlanmaları istense bile, kesinlikle reddedilecektir.

Peki, Yüce Yaradan’ın varlığını kabul edenler için durum nedir? Bu konuda fikir yürütebilmek için yaşayan ümmetlerin anlayışlarını incelemeye çalışacağız.

Hz. Musa’nın ümmeti, peygamberlerinin kendileri için mağfiret dileyeceğini düşünür. Hattâ daha şimdiden mağfiret edildiklerine inanırlar. Onların bu inancının, Kur’an’ın indiği dönemlerde de var olduğuna, bu konuyu Kur’an’ın bize aktarmasından anlıyoruz.

Araf Suresi 7/169: “Derken kitabı (Tevrat’ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, şu alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah’a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

Ayetten anlaşılan o ki, Kutsal Kitapta mağfiret edileceği ifade edilmemiş. Sonraki nesiller içerisinden bir gurup, Tevrat’ı değiştirerek kendilerince uygun olan düşüncelerini Kitaba eklemişler. Kitaba kendilerinin mutlaka bağışlanacağını yazmışlar. Onlardan sonra gelen nesiller de, insanların kendi elleriyle yazdıkları bu fikirleri, işlerine geldiği için, benimsemişler. Sonraki nesiller, kendilerinin “seçilmiş kavim” olduklarına da inandıkları için, bağışlanacaklarına kesin gözüyle bakmışlar.

Bu anlayışın tamamen yanlış olduğunu ayetin devamında bahsedilenlerden anlıyoruz.

Hz. İsa’nın ümmetinin anlayışında da benzer ifadeler vardır. Bilindiği gibi, İnciller sonradan yazılmıştır. İncilleri yazanların dayandığı kaynakların veya destanların çoğu Yahudi anlatımlarıdır. En çok alınan kaynak, Yahudi asıllı ve koyu bir muhafazakâr Yahudi olan Aziz Pavlus’a aittir. Dolayısıyla İncillerdeki anlatımlar, Yahudilerin kendi yazdıkları Tevrat’taki ifadelerle benzeşmektedir. Nitekim Matta İncili için genel kanaat, “Yunan giysisi içerisinde, etiyle, kemiğiyle, ruhiyle Yahudi olduğu, Yahudi kokusunu ve Yahudilik simgesini taşıdığı” şeklindedir.

İncillerdeki anlatımlara göre, Hz. İsa yaşarken Baba dediği Rabbinden, ümmeti için mağfiret dilemiştir. Yaşarken bile insanlar için şefaatçi olmuştur. Ancak Yuhanna İnciline göre, Hz. İsa bununla da yetinmemiştir. Onikiler ile birlikte yediği son yemekte söylediği iddia edilen sözlerine göre, kendisi, Babasının yanına gittikten sonra, insanlara şefaatçi olması için bir başkasının gönderilmesini isteyecektir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, Hıristiyanlar için şefaat istenmesi durumu süreklilik arzetmektedir.

Demek ki, Hıristiyan anlayışında da şefaat ve mağfiret edilme, bağışlanma anlayışı vardır. Günah çıkarma ayinleri de bu anlayışın göstergelerindendir.

Hz. Muhammed’in ümmetinin şefaat konusundaki anlayışını, “Şefaat Konusu Üzerine” başlıklı yazımızda ifade etmiştik. Müslümanların içerisinden de, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şefaat edeceği ve kalbinde iman kırıntısı olanların cennete gireceğine inanan büyük bir kesim vardır.

Yüce Yaradan’ın sözleri evrenseldir ve zamanla sınırlı değildir. Bu nedenle Araf Suresi 169uncu ayetin devamındaki anlatım, geçmiş, yaşayan ve gelecekteki bütün insanlar için geçerlidir.

Ayetin devamında Yüce Yaradan, “bize nasılsa mağfiret edilecek diyerek” dünya malının peşine düşenleri uyarıyor. Dünyanın alçak malını almamızı kınıyor. Ayetin devamından anladığımız kadarıyla “alçak dünya malı” sözüyle kastedilen, rüşvet ve benzeri yollarla elde ettiğimiz, hakkımız olmayan kazançlardır.

Ayette, bizlerden Kitabı okuyup öğrenmemiz istenilmektedir. Kitapta anlatıldığı gibi, bizler için ahiret yurdunun, dünyadaki alçak mallardan, daha hayırlı olduğunu anlayarak aklımızı başımıza almamız istenilmektedir.

Demek ki bütün ümmetler, Kutsal Kitaplarını okuyup anlamakla yükümlüdürler. Allah’a karşı haktan başka bir şey söylememelidirler. Alçak, yani haksız elde edilen dünya malının peşine düşüp, “nasıl olsa biz bağışlanacağız”  diye düşünmemelidirler.

Kutsal Kitapların anlatımları, Kur’an’a uygun ise geçerlidir. Bu durum aşağıdaki ayette net bir şekilde ifade edilmiştir.

Enam Suresi 92. ayetle: “İşte bu da bizim indirdiğimiz bir kitap! Feyzi ve bereketi dünyayı tutacak, evvelki kitapları bu tasdik etmedikçe, muteber sayılmayacak…..” diyerek hakem kitabın Kur’an olduğunu vurguluyor.

Kur’an bizlere nasıl davranmamız konusunda sürekli yol göstermektedir. Konumuzla ilgili olan iki ayeti almamız yeterli olacaktır.

Yusuf Suresi 12/87. ayet: “…Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin; çünkü Allah’ın rahmetinden inkâra sapanlar topluluğundan başkası umudunu kesmez.”

Maide Suresi 5/95: “…Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah, mutlak güç sahibidir, (kötülere karşı) intikam sahibidir.

Yüce Yaradan, bizler, büyük günahlardan sakındığımız takdirde, küçük günahlarımızı affedeceğini ifade etmektedir. Günahları affedecek olan ve sevapları verecek olan yalnız ve yalnız Allah’tır. Başkaları, bilhassa peygamberler, elbette insanlar için Yüce Yaradan’dan bağışlanmalarını dileyeceklerdir. Ancak bu talepleri kabul edip etmemek sadece ve sadece Allah’ın uhdesindedir.

Dini, YAŞAM kategorisine gönderildi | AHİRETTE MAĞFİRET (BAĞIŞLANMA) KONUSU ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İNSANIN İÇİNDE HEM EVLİYALIK HEM EŞKIYALIK VARDIR

İNSANIN İÇİNDE HEM EVLİYALIK HEM EŞKIYALIK VARDIR

 

Bu konuda Tin Suresi şu bilgileri verir:

95/3: Ve bu güvenli beldeye andolsun ki,

  1. Biz insanı en güzel biçimde yarattık.
  2. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık.
  3. Ancak iman edip iyi işler yapanlar başka; onlar için devamlı bir mükâfat vardır.

Surenin dördüncü ayetinde, insanın en güzel biçimde yaratıldığını ifade ederken, hem görünüş olarak hem de mecazi anlamdaki yaratılıştan bahsedildiğini düşünüyoruz.

İnsan, sadece dış görünüş olarak bile düşünülebilecek en güzel şekillerdendir. Bedeninin dıştan görünüş olarak bile şekli, ölçüleri, fonksiyonelliği açısından mükemmeldir. Sima olarak ise, en güzel biçimdedir. Bütün sanatçılar bir araya gelseler, farklı bir sima tasarlamaları mümkün olabilir. Fakat güzellik açısından, mevcut simamızdan daha güzel olacağını iddia etmek çok zordur. Fonksiyonel olması bakımından ise, daha işlevli ve güzel bir sima tasarlamak mümkün değildir.

Ayette bahsedilen insandaki güzelliği, mecazi açıdan ele alalım. İç dünyamız açısından bakılınca, Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği akıl, vicdan, irade gibi özellikler ve duygular tahayyül dahi edilemeyecek güzelliktedir. İnsana verilen özgürlük ise, oluşturulabilecek en güzel niteliktir.

Peki, insan her yönden en güzel bir şekilde yaratıldığına göre, surenin beşinci ayetini nasıl anlamalıyız? İnsanın “aşağıların aşağısına” atılmasından kastedilen nedir? Bu sorulara farklı cevaplar verecekler olabilir. Ama bütün cevapların ortak kanaati, insana verilen “nefis”tir. Eğer insanlar nefislerinin esiri olurlarsa, her türlü davranışı sergileyebilirler. Başkalarına her çeşit zararı verebilirler. Dolayısıyla, hareketleri insanlık dışı da olsa, çekinmeden yapabilirler. Böylece “aşağıların aşağısına” düşebilirler.

Surenin altıncı ayeti, iman edip iyi işler yapanlara mükâfat verileceğini ifade ediyor. Demek ki insan, iman eder ve nefsinin isteklerine direnerek iyi işler yaparsa, “en güzel biçimde” yaratılmanın gereğini yerine getirmiş olur.

Yukarıdaki sureden anlaşıldığına göre, insanın içerisinde, sanki birbirine zıt düşünen iki ayrı merkez var. Merkezin biri bize, açgözlülüğü, kibirliliği, kıskançlığı, yalancılığı, bencilliği, öfkeyi vs. öğütlüyor. Diğeri ise, sevgiyi, cömertliği, paylaşmayı, alçak gönüllülüğü, dostluğu, yardım severliği, merhameti, dostluğu vs. tavsiye ediyor. Yani bir merkez eşkıyalığa, diğer merkez evliyalığa yönlendiriyor

Bu iki merkezden hangisinin etkili olacağı, şartlara göre değişkenlik arzediyor. Normal şartlarda, o şahsın bizzat kendisi karar veriyor. Kendi özgür kararıyla seçimini yapıyor. Karşılaştığı zorluklara karşı sabırlı davranarak evliyalığa yönelebildiği gibi, hırslı hareket ederek eşkıya olabiliyor. Fakat insanlar, her zaman hür iradeleriyle hareket edemeyebiliyorlar. Günlük yaşamlarında bile, çeşitli sebeplerle baskı altında olabiliyorlar.

Bazen, topluluk içerisinde iken, içinde bulunduğu topluluğun anlayışı ve ruh hali etkili oluyor. Dolayısıyla kendi başına iken vereceği karardan farklı davranabiliyor. Bazen, üyesi olduğu gurubun etkisi oluyor. Gurubun genel anlayışının haricinde hareket etmek bir yana, çoğu zaman, farklı bir fikir bile beyan edemiyor. Bazen, savaş gibi uç örneklerde olduğu gibi, insan, normal zamandakinden farklı davranışlar sergileyebiliyor. Geçmiş davranışlarıyla benzeşmeyen kararlar alabiliyor.

İşte, bizim bu sitedeki yazılarımızın birçoğunun amacı, konumuzla ilgili olarak insanlara yardımcı olmaktır. Bizim gayemiz, insanın içerisindeki evliyalık özelliklerini öne çıkarabilmesi için, onlara yol göstermektir. Evliyalık hasletlerini harekete geçirmesine yardımcı olmaktır. Aslında bu yol göstermeleri Yüce Yaradan her devirde yapıyor. Bize düşen ilave davranış, insanlar için güzel örnekler oluşturmaktır.

Eğer bir insan, içerisindeki evliyalık yönünü öne çıkarmak için harekete geçer ve güzel işler yapmaya başlarsa, Yüce Yaradan, o kişiye yardımcı olacağını beyan etmektedir. Bu beyan sadece kitap sayfalarında kalmamaktadır. Yaşadıklarımızdan anladığımız kadarıyla, kendiliğinden harekete geçerek güzelliklere yönelen her insana, Allah yardımcı olmaktadır. Çevremize bu gözle baktığımızda, bu durumun her insan için geçerli olduğunu görürüz.

Eğer bir insan, içerisindeki eşkıyalığı öne çıkararak hareket eder ve masum insanlara zarar verirse, Yüce Yaradan, o şahsı cezalandıracağını beyan ediyor. Yine çevremizdeki gelişmeleri yakından izlediğimizde görürüz ki, Allah, böyle davrananlara bu dünyada da ceza vermektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz mükâfat ve ceza hususlarında bu sitedeki yazılarımızda yeterince örnekler verdiğimizden, burada vermeyeceğiz.

Unutmayalım ki, insanın içerisindeki evliyalık ile eşkıyalık arasında ince bir çizgi vardır. İnançsız veya inancı zayıf bir insan evliya gibi davranırken birden eşkıya gibi hareket etmeye başlayabilir. Dolayısıyla aradaki bu sınırı daha güvenli hale getirmek için, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolları, mümkün olduğunca, içselleştirelim. Kızgın anlarımızda, Allah’ın varlığını düşünerek sabretmeye çalışalım.

Aradaki çizgiyi kalınlaştırmanın bir yolu da, karşımızdakini eşkıya gibi davranmaya zorlayacak işler yapmamamızdır. Bizler karşı tarafı cahil yerine koyarak, kendimizi çok zeki gibi görerek onları aldatmaya devam ettikçe ve sömürdükçe, aradaki çizgi her an aşılabilir. Bizim davranışlarımız neticesinde karşı taraf, evliyalıktan eşkıyalığa geçerse, aslında kabahat bizim olur. Çünkü karşı taraf, bizim, masum insanlara daha fazla zarar vermemizi önlemek için harekete geçmiş olur. Eğer karşı taraf, sadece bizim hatamızı cezalandırmakla kalmayarak, masum insanlara da zarar verir ve kendi şahsi menfaati doğrultusunda davranırsa, bu defa kabahatin bir kısmı ona da yazılır.

Demek ki bizler, hem kendimiz için hem de karşımızdakiler için, içimizdeki evliyalık ile eşkıyalık arasındaki sınırı güvenli hale getirmekle yükümlüyüz. Bu sorumluluk, bilhassa yönetim kademesindeki insanlar için daha çok geçerlidir.

Allah’ım, bizlere, güzel örnekler oluşturabilmemiz için sabır ve sebat ver.

Bizler güzel davrandıkça, lütfunu ve rahmetini bizlerden esirgeme Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANIN İÇİNDE HEM EVLİYALIK HEM EŞKIYALIK VARDIR için yorumlar kapalı

AHİRET DÜŞÜNCESİ OLMAZSA, İNSAN HAYATI FACİAYA DÖNÜŞÜR

AHİRET DÜŞÜNCESİ OLMAZSA, İNSAN HAYATI FACİAYA DÖNÜŞÜR

 

Yüce Yaradan, kulları olan insanları başıboş bırakmamıştır. Hz. Âdem’den itibaren, insanlara yardımcı olmak için sürekli peygamberler görevlendirmiştir. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar kaç peygamberin geldiği bilinmemektedir. Fakat Müslüman âlimlerin tahminleri 124.000 civarında olduğu şeklindedir.

Demek ki, Allah, insanlara, kendi akıllarıyla bilemeyecekleri hususlarda da yardımcı olmuştur. İnsanların, akıllarını kullanarak ulaşamayacağı hususlardan en birisi, ahiret hayatı konusudur. İnsanlar bu konuda bazı fikirler yürütebilirler, ama gerçeğe ulaşma ihtimalleri çok azdır.

Bilindiği gibi Budizm ve Hinduizm, insanların akıl, vicdan ve iradelerini kullanarak oluşturdukları bir dini öğretidir. Bu öğretilerde, insanları güzel işlere yönlendirmek için, doğum ve ölümün çevrimli olduğu iddia edilmiştir. Her insanın geçmişte başka hayatlar yaşadığı ve gelecekte de başka vücutlarda dünyaya doğacağına inanılmıştır. Öğretinin sistemi, bu anlayış üzerine bina edilmiştir.

Bu öğreti dinleri hakkında bildiklerimizi çok kısa olarak paylaşarak, konuyu izah etmeye çalışalım. Budizm’deki hedef Nirvana’ya (Nibbana) ulaşmaktır. Doğum ve ölüm çevrimli olduğundan, öldükten bir sonraki doğumundaki hayatının kalitesini belirleyecek olan şey, mevcut yaşamındaki davranışlarındır. Bu hayatında nefsinin peşinde koşmuş isen, bir sonraki hayatında cezalandırılmış olarak bir hayat süreceksin. Eğer nefsine hâkim olur, güzel işler yaparsan, bir sonraki hayatında bunun sefasını süreceksin, huzurlu bir hayatın olacak. Ama asıl mutluluğu ve huzuru bulacağın hayat Nirvana olarak tanımlanmıştır. Nirvana her insanın ulaşmak isteyeceği en mutlu ve en huzurlu hayattır. Nirvana ile doğum son bulmaktadır. Bir daha dünyaya geliş olmayacaktır.

Doğum ve ölüm çevrimli olmakla birlikte, sayısı belli değildir. Dolayısıyla belki de, mevcut yaşadığın hayat Nirvana’dan önceki son hayattır. O halde, Nirvana’ya, yani en mutlu ve huzurlu hayata ulaşmak için, son şansını kullanıyor olabilirsin. Bu şansını iyi değerlendir. Nefsine hâkim ol. Güzel işler yap. Nirvana’ya kavuş.

Bu anlayış, Yüce Yaradan’ın bizlere aktardığı, doğum, ölüm konusu ve ahiret anlayışı ile uyuşmamaktadır. Fakat insanları, nefsine hâkim olarak güzel işlere yöneltme açısından temel mantık konusunda uyuşmaktadır. Hem Buda’nın kendi fikriyle ulaştığı anlayışta hem de Allah’ın bize aktardığı sistemde, sebep ve sonuç ilişkisi benzemektedir. Her iki halde de, mevcut yaşamında iyi şeyler yaparsan mükâfatlandırılacaksın, kötü işler yaparsan cezalandırılacaksın.

Hinduizm de benzer anlayışlar üzerine oluşturulmuştur. Hinduizm anlayışında insanlar, evrenin düzeni içerisinde belirli bir yer işgal ederler. İşgal ettikleri yerlere “kast” denilir ve dört ayrı kast vardır. Kast, aslında bizim anladığımız anlamda “sınıf” demektir. Mevcut yaşam içerisinde, bir sınıftan diğerine geçiş yapılamaz. “Dharma” adı verilen komik düzen içerisinde uyumlu yaşayan her insan, bir sonraki doğuşunda bir üst sınıfta hayat sürecektir. Eğer mevcut yaşamında konumuna itiraz eder, düzeni bozmaya çalışırsa, bir sonraki hayatında bir alt basamaktaki yaşama düşer. Eğer en zaten mevcut halde en alt basamaktaki kastta ise, dünyaya bir hayvanın vücudunda gelir.

Dolayısıyla, mevcut yaşamdaki konumuna sabretmek gerekir. Düzeni bozmamak ve sınıfına itiraz etmemek gerekir. Uyumlu yaşarsa, bir sonraki yaşamında bir üst sınıfa geçecektir. Hinduizm’deki en üst kast, mevcut yaşamında zaten her şeyin hâkimi olduğundan, dünyada cenneti yaşıyor gibidir. Yani Budizm’deki gibi, bu dünyada çile çekip, Nirvana’ya ulaşmaya çabalamaya gerek yoktur.

Hinduizm’deki en üst sınıfın, alttakileri boyundurukları altında tutabilmeleri için buldukları yöntem, ahiret anlayışıyla benzeşmektedir. Alt kasttakiler emirlere uyarlarsa mükâfatlandırılacaklar, emirlere karşı gelirlerse, cezalandırılacaklardır.

Şimdi biz kendi içimizden düşünelim. Eğer ahiret hayatı olmasaydı, insanlığın hali nasıl olurdu diyerek fikir yürütelim. Ahiret fikri olmasa idi, meydan zalimlere kalırdı. Dünyadaki mücadele, zalimler arasındaki güç savaşı halinde geçerdi. Güçleri az olanlar birleşerek, güçlü zalimlere karşı savaşırlardı. Ancak savaşlarda sıkça taraf değiştirmeler olurdu. Çünkü tek amaç, kendini kurtarmak olurdu. Güçsüz insanlar için dünya bir cehenneme dönerdi. Ama zalimler için de, benzer şekilde cehennem olurdu. Her zalim insan veya gurup, nereden geleceği belli olmayan ve her an olabilecek saldırı beklemekten, onlardan önce davranmak için çabalamaktan dolayı hayatını yaşayamazdı.

Bizim çok kısa olarak aktardığımız bu fikir yürütmenin çok daha fazlasını okuyucuların yapacağına inanıyorum. Okuyucularımızı, iki milyon yıldan eski tarihlerde var oldukları düşünülen Sapiens’ler konusuyla bağlantı kuracak şekilde fikir yürütmeye çağırıyoruz. Bilindiği gibi Sapiensler, aklı olan varlıklardır. Ama onlarda ahiret fikri olmadığı düşünülmektedir. Nitekim Kur’an’da Yüce Yaradan “Ben halefimi yaratacağım” deyince melekler itiraz etmişlerdir.

Bakara Suresi 30: Bir zamanlar Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. (Melekler): “A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediler. (Rabb’in): “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi.

Meleklerin itirazlarından anlaşılan, daha eski devirlerde yaşayan Sapiens’ler kan döküp bozgunculuk yapmışlardır. İlk peygamber Hz.Âdem olduğuna göre, muhtemelen 30 çeşit diye anlatılan Sapiensler, yok olmuşlardır. Kuvvetle ihtimal, bunlarda ahiret fikri oluşmamıştır. Dolayısıyla bunların bir kısmı birbirlerini yok etmişlerdir. Bir kısmını ekolojik şartlar yok etmiştir.

Sapiensler konusunda fikir yürüten bazı bilim insanları, en son olarak 70 bin yıl önce başlayan Homo Sapienslerin varlığından bahsederler. Homo Sapiens, “akıllı insan” anlamındadır. Bilim insanların iddialarına göre, onlar da eskiden yaşayan Sapienslere benzemektedir. Tek farkları olarak, besin zincirinde yukarıya fırlamalarını ifade ederler.

Muhtemelen Melekler de, tam olarak bilim insanlarının iddia ettikleri gibi olmasa da, akıllı varlıkların yaşadıklarını bildiklerinden ve onların yaşam hikâyelerinden etkilendiklerinden itiraz etmişlerdir. Aslında bu itiraz, bizim anladığımız şekliyle değil, serzeniş şeklindedir.

Yüce Yaradan, peygamberleri aracılığıyla ahiret fikrini bizlere aktarınca, durum değişmiştir. Bazı insanlar, zalimlere karşı hak ve adalet mücadelesi yapmışlardır. Ahiret hayatındaki Cennete kavuşmak isteyenler, bu hedeften aldıkları cesaretle ciddi mücadeleler vermişlerdir. Böylece insanlık, birbirini yok etmeden günümüze kadar ulaşmıştır.

Ahiret hayatının bir başka anlamı daha vardır. Ahiret hayatında, bu dünyadan mazlum olarak gidenlerin intikamı alınacak ve zalimler ahirette cezalandırılacaktır. Eğer bu inanç olmasaydı, mazlumlar da yaşadıkları hayattan bıkarlar ve bazı zalimlerle birleşerek, onlar da zalimleşirlerdi. Böylece dünya yaşanmaz hale gelirdi. Ama böyle olmadı, güçsüz olan mazlumlar sabrettiler.

Yukarıda bahsettiğimiz fikirlerimizin bir kısmıyla bağlantılı olduğu için, bu sitede daha önce “Tito’dan Tarihi İtiraflar” başlığı altında verdiğimiz, Tito’nun sözlerinin bir kısmını tekrar hatırlayalım:

“Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükâfat yoksa benim yaptığım mücadelenin değeri nedir söyleyin bana? Ha yoldaşlarım kalbine gömülecekmişim veya alkışlanacakmışım neye yarar?

Mazlumca gidenlerle, zalimce gidenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını alamadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlarla yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette…

Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı… Yoksa insan teselliyi neren bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı…”

 

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | AHİRET DÜŞÜNCESİ OLMAZSA, İNSAN HAYATI FACİAYA DÖNÜŞÜR için yorumlar kapalı

SIĞINABİLECEĞİMİZ BAŞKA YERYÜZÜ YOK

SIĞINABİLECEĞİMİZ BAŞKA YERYÜZÜ YOK

 

Başlıktaki konumuzla bağlantılı olarak, bu sitede bazı makaleler yazmış idik. Yüce Yaradan’ın, kâinatı dünya için, dünyayı da insan için kurguladığını düşündüğümüzü ifade etmiştik. Fikrimizi destekleyen Kur’an ayetlerinden örnekler vermiştik. Bir başka yazımızda, insanların, Allah’ın dünyadaki vekil yöneticileri olduğunu, yine ayetlerden örneklerle belirtmiştik.

Bu makaleyi ele almamızın önemli bir sebebi, son birkaç nesildir yaşananlardır. İnsanlık var olduğundan beri, son nesillere kadar geçen sürede, yeryüzünde ciddi bir tahribat olmamıştı. Fakat maalesef, son nesillerde tahribat başladı. Bilhassa yaşayan nesiller olarak, bizim dönemimizde tahribat çok hızlandı.

Yeryüzündeki tahribatlar tek yönlü değil. Belki öyle olsaydı, çözüm üretmemiz kolaylaşırdı. En etkili tahribat, yiyeceklerin genetikleri ile oynanmasıdır. Verimi artırmak için, tohumlarda, yumurtalarda ve spermlerde yapılan tahribatlar kalıcı etkiler oluşturuyor. Genetiği değiştirilen yiyecekler, insan vücudunda tahribata sebep oluyorlar. Kendi hücrelerimiz, yine bizim hücrelerimizin bazısını düşman olarak algılıyorlar.

Bir cephede, aynı ordunun birliklerinin birbirlerini düşman olarak algıladıklarını düşünün. Kara, hava ve deniz kuvvetlerinin birbirlerine yardım etmeleri beklenirken, kardeşlerini düşman olarak gördükleri için saldırdıklarını düşünün. Böyle bir ordunun değil savaşı kazanması, ayakta kalması bile mucizelere bağlıdır.

Yeryüzünde yaptığımız bir başka tahribat, kaynakların hoyratça kullanılmasıdır. Milyonlarca yılda oluşmuş yer altı zenginliklerini, birkaç nesilde bitirmeye çalışıyoruz. İnsanlığın var olduğu günden beri çok az faydalandıkları petrolü, doğalgazı, madenleri, mermerleri vs. birkaç nesilde bitirebilmek için gayret ediyoruz. Hem yerin altını boşaltıyoruz, hem ortadan kaldırmakta zorlanacağımız hurda araçlar, makineler oluşturuyoruz.

Bir diğer tahribat, çevre kirliliğidir. Hava ve su gibi hayati öneme sahip maddeleri kirletiyoruz. Doğayı kirletiyoruz. Yeryüzünü koruyan gökyüzünün yapısını bozmaya çalışıyoruz. Yavaş gibi görünmesine rağmen hızlı ilerleyen bu tahribat, insanlığın geleceği açısından çok önemlidir. Bir orduyu düşünelim. Ordunun silahları yoksa bir işe yaramaz. Silahlar da, onların içerisine yerleştirilen mermiler, toplar, füzeler vs. olmazsa bir işe yaramaz. Mermiler, silahların havası ve suyudur. Eğer mermilerimiz bozulursa, ya ateş almazlar veya silahın içerisinde patlarlar. Dolayısıyla, silahlarımız tahrip olurlar. Yani vücudumuz tahrip olur.

Son birkaç nesilde yapılan bir başka tahribat, insanlar arasındaki muhabbettir. İnsanlar arasındaki dostluk, arkadaşlık ve yardımlaşma gibi duygular giderek azalmaktadır. Kapitalizmin kâr hırsının çok etkili olduğu bu tahribat, insanlığın geleceği açısından çok önemlidir. Yine cephedeki bir orduyu düşünelim. Ordunun kumandanları arasında muhabbet, dostluk, yardımlaşma yoksa o ordunun yenilmesi kaçınılmazdır. Nitekim Türkler böyle bir durumu I. Balkan Savaşı sırasında yaşamışlardır. Ordunun komutanları, birbirlerine yardım etmemişlerdir. Çünkü birbirlerine karşı muhabbet beslemiyorlardı. Sonuçta Türk ordusu kendi tarihinin en inanılmaz yenilgisini aldı. Ancak aynı Türkler, bu mağlubiyetten sadece iki yıl sonra, Çanakkale’de, Dünya tarihinde ender görülen bir başarı kazandılar. İşte muhabbet bu kadar önemli bir etki yapar.

Son dönemde yapılan bir başka tahribat, ekonomik alandadır. Bizler ekonomik buhranlardan ders almadıkça, buhranların sayısı artıyor. Neredeyse her üç yılda, bir yerlerde ekonomik kriz meydana geliyor. Krizin vurduğu bölgeler ekonomik durgunluğa giriyor. Büyük çoğunluğu bu durgunluktan çıkamıyor. Biz ders almadıkça, muhtemel oluşacak ekonomik buhranların şiddeti de artacak.

Her ekonomik buhrandan sonra gözlemlenen bir olgu var. Her kriz sonrasında zenginlerin zenginlikleri, fakirlerin fakirlikleri artıyor. Yani, zenginler daha çok zenginliyor, fakirler daha da yoksullaşıyor. Bu durum, dünyanın birbirine olan düşmanlığını artırıyor. İnsanlar ve guruplar arasında artan düşmanlığın, ne zaman ve nasıl patlak vereceği tahmin edilemez. İnsanların içlerine attıkları bu kin duyguları ne kadar çok birikirse, patlamanın şiddeti de o kadar çok olur. Belki de hiç beklenilmeyen bir şey olur ve insanlığın sonunu getirir.

Dünyadaki tahribatlar için, başka alanlardan da örnekler verilebilir. Bilhassa, insanlığın ulaştığı silah gücünün yapacağı tahribat bile, tek başına yeterlidir. Ama bizim amacımız bazı hususlara dikkat çekmek olduğundan yukarıda verdiğimiz, örnekler yeterlidir.

Burada düşünmemiz gereken bir başka husus daha var. Bilindiği gibi insanlar yapıları gereği, sıkıştıkları yerde Yüce Yaradan’dan medet umarlar. Allah da, çoğu zaman sıkıntıda olanın duasına icabet ettiğini, Kur’an’ın da ifade etmektedir. Fakat Kur’an’da bize yapılan bazı uyarılar vardır. Bunlardan bir tanesi, Yüce Yaradan’ın yardımı gelip sıkıntımızı atlattığımızda, hemen Allah’ı unutup, eski yanlış yolumuza gittiğimiz uyarısıdır. Bir başka ikaz da, Yüce Yaradan’ın bize verdiği akıl, vicdan ve irade ile hareket etmemizdir. Biz eğer sahip olduğumuz bu değerleri iyilik yönünde kullanırsak, bize on misli iyilikle gelineceği, kötülükte kullanırsak misliyle cezalandırılacağımızdır. Bir diğer uyarı da, Firavun hadisesindedir. Bütün ikazlara ve kendisine gösterilen hünerlere rağmen Hz. Musa’ya inanmayan Firavun, öleceğini anlayınca, Yüce Yaradan’a inandığını söyler. Ama ölümün soğuk yüzünü gördükten sonra inandığı için, kabul edilmez.

Demek ki, insanlığı bitirme noktasına getirdiğimizde, hatamızı anlamamız bir işe yaramayacaktır. Yüce Yaradan muhtemelen insanlara yardım etmeyecektir. Bu durumun böyle olacağını, Kur’an’daki, bazı kavimlerle ilgili olarak anlatılan hikâyelerden tahmin edebiliriz. Kavimler uyarılmalarına rağmen, kendilerini düzeltmedikleri için helâk edilmişlerdir. Hattâ Yüce Yaradan, Nuh Tufanı oluşturmuştur.

O halde, vaziyetin ciddiliğini önceden anlayıp, kendimizi düzeltmemiz gerekiyor. Peki, bu anlayışı ve düzelmeyi kimler yapmalı? Biz böyle devam edelim, insanlığın mirasını har vurup harman savuralım, torunlarımız düzeltsin mi diyeceğiz? Yoksa kim düzeltirse düzeltsin, “bize ne” mi diyeceğiz?

Yazımızda çok kısa olarak aktardığımız gibi, yeryüzündeki tahribatın önemli bir kısmından sorumlu olanlar, yaşayan nesillerdir. Yani, günahkâr olan bizleriz. Belki de bizden öncekilerden de günahkâr olanlar vardı. Ama onlar ahirete gittiler ve günahlarının cezalarını çekecekleri muhakkaktır. Biz de günahkâr olduğumuza göre, biz de ahirete gidince cezamızı çekeceğiz. Hiçbir güç bizi cezadan kurtaramaz.

Bizi cezadan tek kurtarabilecek olan, Yüce Yaradan’dır. O da, bizim kendi akıl, vicdan ve irademizle yaptığımız davranışlarımızı değerlendirerek, kurtarmaya karar vereceğini, Kur’an’ında beyan ediyor. O halde, bizim, günahlarımızdan ve cezadan kurtulabilmemiz için çok güzel bir fırsat var.

Eğer, bu fırsatı iyi değerlendirirsek, hem bu dünyada iyi anılırız, hem de ahirette iyi karşılanırız. Seçim bizim.

Unutmayalım, bu kâinatta kaçıp sığınabileceğimiz bir başka yeryüzü ve ahirette kaçacağımız bir yer yok.

Genel kategorisine gönderildi | SIĞINABİLECEĞİMİZ BAŞKA YERYÜZÜ YOK için yorumlar kapalı

BORSALAR, DÜNYANIN EN BÜYÜK KUMARHANELERİ OLMA YOLUNDA

BORSALAR, DÜNYANIN EN BÜYÜK KUMARHANELERİ OLMA YOLUNDA

 

Tarık Elrıfai’nin “İslâmi Finans” adlı eserinde küresel borsalardaki türev piyasası ile ilgili rakamlar veriliyor. Yazarın, İsviçre merkezli Uluslararası Ödemeler Bankası verilerine dayanarak verdiği rakamlar şöyle: Haziran 2008 itibarıyla tüm küresel borsa dışı türev piyasasının kavramsal tutarı 683,7 trilyon dolar. Karşılaştırma yapabilmemiz için dünyadaki bütün ülkelerin GSYİH toplamını da vermiş; toplam 61,4 trilyon dolar.

Demek ki, 2008 yılındaki türev piyasası, küresel ekonomiden 11 kat daha büyük. Peki, ekonomik buhrandan sonra durum değişmiş mi diye soranlar için, 2013 sonu rakamlarını vermiş. Buhrandan beş yıl sonra türev ürün piyasasının boyutu, daha da artmış. Tam 710 trilyon dolara ulaşmış.

Peki, bu kadar inanılmaz boyutlara ulaşan türev piyasası ne demek? İnsanlar, hisse senedi, tahvil piyasaları hakkında az da olsa bilgi sahibiler. Ama türev ürün ne anlama geliyor, bilen çok az. Borsa ile bugüne kadar hiçbir ilgim olmadığından, bazı küçük bilgilerin dışında benim de bilgim yoktu.

İlk çıkarılan türev ürünün adı CDO, yani teminatlı borç yükümlülüğü. Aslı, varlık destekli bir menkul kıymettir. Amaç, düşük kaliteli ipotekli konut kredilerini yatırımcılara satmaktır. En alt değerdeki ipotekli krediyi satabilmek için, yüksek kaliteli krediler ile harmanlanarak, aynı havuzda toplanıyor, birlikte satılıyorlar. Yatırımcılar, yüksek kaliteli ipotekli kredinin hatırına, CDO’ları satın almaya başlıyorlar.

Fakat Wall Street yöneticileri, satışların yeterli olmadığını düşünmüş olmalılar ki, 1994 yılında bir başka yöntem geliştirmişler. Kredi temerrüt takası, yani CDS adıyla yeni bir ürün geliştirmişler. Bu ürünün amacı, bir yatırımın temerrüde düşmesi veya kayıp yaşanması durumunda, satın alan kişiye bir sigorta sağlamak. Yani, ürünün aslı değil, türev bir finansal ürün. Bir aksilik durumunda, CDS’yi satan kişinin, satın alanın zararını telafi edeceğini belirttiği bir finansal takas anlaşması niteliğinde bir ürün. Temerrüde düşülmesi durumunda CDS’yi satanlar, temerrüde düşen krediyi satın alırlar ve satın alan bir geri ödeme almış olur.

Ürünün bu hali, yatırımcılara güven veriyor. Çünkü onlara koruma sağlanmış oluyor. Buraya kadar olan kısım, mantıklı gibi duruyor. Ancak bu güven ortamına rağmen, CDS’leri alanlar doğrudan konuyla bağlantılı kişiler veya kurumlar olacağından, satış miktarı artmasına rağmen yine Wall Street’in beklediği kâr elde edilmemiş olmalı ki, CDS’lerin satışını başkalarına da açmışlar. Borçtan doğrudan doğruya sigorta edilebilir çıkarı olmayanlara ve kredi araçlarına sahip olmayanlara da CDS satışı yapılabileceğini düşünmüşler. Bu şekildeki CDS’lere “çıplak CDS” ismini vermişler. Böylece ikinci bir Pazar yaratmışlar.

Muhtemelen, bu fikrin yatırımcılar tarafından benimsenmesinin sebebi, kredi verilirken ipotek edilen konutun fiyatlarının sürekli artması ve dolayısıyla CDS’lerin kazandırmaya devam etmesidir. Tahmin edileceği gibi, sürekli kazandırdığı düşünülen bir yatırımda, sigortanın bir önemi kalmaz. Dolayısıyla yatırımcı, aldığı türev ürünün sigortalı olup olmamasını umursamaz. Buna rağmen Wall Street, daha çok satış yapabilmek için, CDO ve CDS’leri bir havuza toplayarak, yatırımcıların risklerini azaltmış gibi göstermiş. Tıpkı başlangıçta, kaliteli ipotekler ile çöp ipotekleri aynı havuzda topladığında olduğu gibi, satışlarını artırmayı başarmış. 2007 yılına gelindiğinde, CDO ve CDS’lerin satışları, ABD Borsalarından NASDAQ’ın hacminin 10 katına çıkmış.

Yukarıdaki konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, ticari hayattan ve futbol maçlarından benzetmelerle örnekler verelim.

Müteahhitlik yapan B şahsı, yaptığı evleri satmakta zorlanmaktadır. A kişisine evi vadeli satmaya çalışır. Evi alacak kişi maddeten güçsüz olduğundan, müteahhit olan B şahsı, evin değerini yüksek söyler. Ayrıca A kişisinden evi ipotek vermesini ister. Evin değeri daha az olmasına rağmen, A şahsı, ev sahibi olmanın heyecanıyla kabul eder. Müteahhit olan B şahsı, ipoteğin üzerine miktar yazdırmaz.

Bu alış-verişin sonrasında olaylar şöyle gelişiyor.

B şahsının, bir başkasına, C kişisine borcu vardır. Borcunu para olarak ödeyemediği için elindeki ipoteği teklif ediyor. C şahsı, B’nin ipotekli alacağı cirolaması şartıyla kabul ediyor. Çünkü ipotek miktarı yazılmadığından evin değeri artmaya devam ettikçe kazanacak. Bir sıkıntı olursa da, arkadaki cirodan dolayı zarara uğramayacaktır. Buraya kadar normal ticaret yürüyor. A şahsı ev sahibi olduğu için mecburen memnun olurken, B ve C şahısları da kazandıklarını düşündükleri için memnun oluyorlar.

Bu şahısların memnuniyetini dışarıdan gözleyen bazı yatırımcılar, bu pastadan pay kapmak istiyorlar. D, E, F gibi niteleyeceğimiz bu yatırımcılar, C şahsından bu ipotekli alacağı devralmak istiyorlar. Ancak C şahsı, bir şart öne sürüyor. Belgeyi size devrederken arkasını cirolamam diyor. Ev fiyatları artmaya devam ettiği için, kazanç net olarak göründüğünden, D, E, F gibi şahıslar kabul ediyorlar. Bunların kâr ettiğini gören başkaları da devreye giriyor. Bunlar da G, H, K olarak niteleyeceğimiz şahıslara satıyorlar. Zincir böylece uzuyor.

Bazen araya, kendi sermayesi olmayan yatırımcılar da giriyorlar. Her yeni yatırımcı, kendisinin daha akıllı olduğunu göstermek için yeni çözümler üretiyor. Ev fiyatları ülkedeki faiz oranlarından çok daha fazla artmaya devam ettiğinden, düşük faizli kredi çekiyorlar ve bu ipotekli alacağı devralıyorlar. Halk deyimiyle “çayın taşıyla, çayın kuşunu vurmak” istiyorlar. Sıfır sermaye ile kâr elde etmiş olmakla övünüyorlar.

Devreye giren bu yatırımcıların hepsi, ipotek edilen “ev”e güveniyorlar. Bu durumu hayatın içerisinden bir başka örnekle açıklamaya çalışalım. Bir futbol maçında, gol atan takımın oyuncuları sevinç gösterisi yaparken birbirlerinin üzerine atlayınca, nasıl attakinin canı çıkıyorsa, bizim ticarette de öyle oluyor. “Ev” bu ağırlığa dayanamıyor, çatırdamaya başlıyor. İlk çatırdamadan itibaren herkes elindeki evi birbirine vermeye çalışıyor.

Futbol maçındaki sevinç gösterisi sırasında altta ezilen futbolcu, “elini yere vurarak” üzerinden kalkmalarını istediğinde, üst taraftakiler kalkabilmek için altındakilere dayanarak kuvvet alarak kalkarlar. Dolayısıyla alttakileri eziyorlar. Normal durumlarda en alttaki fazla ezilmez. Bu nedenle birçok maçta aynı gösteri yapılır. Ama bazen, atılan gol çok önemlidir ve sevinç aşırı olur. Yedek kulübesindekiler ve hattâ bazı seyirciler de sevinç yumağına atlarlar. İşte bu durumda en alttaki ciddi zarar görür. İşte “ev” de, yani evi ilk satın alıp taksitlerini ödeyen kişi de, böylesine benzer bir ortamda ciddi zarar görür.

Bir futbol maçında futbolcular, ister sevinç gösterisi sırasında isterse başka bir sebeple sakatlanırlarsa, takımın yöneticileri, onların yerine yeni futbolcuları sahaya sürerler. Bilhassa sakatlanan futbolcuların ünlerine göre, onları hem bedava tedavi ettirirler hem de ücretlerini ödemeye devam ederler.

İşte devleti yönetenler de, ilk ev sahibini ezerlerken, diğerlerini büyüklüklerine, ünlerine göre kurtarmaya çalışıyor. En alttaki insan ezilirken, bu garibanın üzerinden para kazananların kazançları devam ediyor. Nasıl, bir futbolcu, transfer ücretinin dışında ayrıca oynadığı maç başı ücret almak üzere anlaştıysa, sakatlık süresince bu ücretlerden mahrum oluyorsa, bizim akıllı yatırımcılar da, bazen az miktarda zarar ediyorlar.

Ama evi ilk alan ve ödemeler yapabilmek için, büyük mücadele veren garibanın hem ev elinden gidiyor, hem de yaptığı ödemeler boşa çıkıyor. Devletler de, ona dönüp bakmıyor. Tıpkı, Yunus Emre’nin bu durumu hicvettiği bir şiirinde “şurda bir garip ölmüş diyeler, soğuk suyla yuyalar” dediği gibi oluyor.

Bilindiği gibi, maçlardaki sevinç gösterisi ilk önce golü atan futbolcunun kendisini yere atarak çimenlerde kaymasıyla başlıyor. Golü atan bu kişiye karşı kıskançlık duyan takım arkadaşları varsa, öncelikle onlar futbolcunun üzerine atlıyorlar. Atlarlarken de güya çok fazla sevinmiş gibi yaparak, diğer futbolcuları ve yedek kulübesini de tahrik ediyorlar. Böylece sevinç yumağı hızla büyüyor. Kendileri altta kalmamak için, kimseye farkettirmeden yumağın kenarına doğru kaçıyorlar. Kendileri ezilmeden, golü atanın ezilmesine vesile oluyorlar. Dolayısıyla golcünün üzerine ilk atlayan(lar)ın sahtekârlığı gözden kaçıyor.

İşte ekonomide de, CDO ve CDS’lerde, Wall Streeet’in ve bazı bankacıların yaptığı sahtekârlıklar, bu şekilde gözden kaçıyor. 2008 ekonomik buhranını araştıranlar tarafından, Wall Street’teki sahtekârlıkların nasıl yapıldığı üzerine çok sayıda kitap yazılması, denetim mekanizmalarının iyi çalışmadığını göstermektedir.

İşin ilginç tarafı, ekonomik buhran sırasında kurtarılan bankaların bazılarının, geçmişte yaptıkları sahtekârlıkların benzerlerini halen devam ettirmeleridir. Yani ne bankalar cephesinde ne de denetleyenler tarafında değişen bir şey yok. Bu duyarsızlık, bankaları, borsacıları ve bu alanlarda çalışan avukatları sevindirirken, insanların geleceğe karamsar bakmalarına sebep oluyor.

Eğer ilgililer, bu konudaki duyarsızlıklarını sürdürürlerse, borsaların dünyanın en büyük kumarhaneleri olduğuna herkes tarafından inanılacağı ve hem kendilerine hem de dünyaya zarar vereceği günlere davetiye çıkarmış olurlar.

Ekonomi kategorisine gönderildi | BORSALAR, DÜNYANIN EN BÜYÜK KUMARHANELERİ OLMA YOLUNDA için yorumlar kapalı

EKONOMİK BUHRANDAN DERS ALINDI MI?

EKONOMİK BUHRANDAN DERS ALINDI MI?

 

Bu konuda karar verebilmek için, günümüzdeki uygulamalara kısaca bakmak gerekiyor. Ekonomik buhranlarla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, bankaların ekonomik kriz üzerindeki tetikleyici etkilerinden bahsetmiştik. Verdikleri kredileri acele geri çağırarak bunalımı hızlandıran bankaların önemli bir kısmı, devletleri tarafından kurtarılmışlardı.

Ekonomik kriz öncesinde, borsacılar ve bankacılar, en yüksek ücretleri alıyorlardı. Günümüzdeki bankacılar, neredeyse o dönemdeki ücretlerinden daha yüksek ödemeler almaya başladılar. Yani, ödenen ücretlere bakıldığında 2008 buhranından, en azından, bankacılar açısından ders alınmış gibi görünmüyor.

Bankaların sermaye tamponları, eski döneme göre daha düşük. Diğer taraftan bankalar birleşerek büyümeye devam ediyorlar. 2008 ekonomik buhranında, gördük ki, bazı büyük bankalar, sırf “batmalarına izin verilemeyecek kadar büyük” oldukları için kurtarılmışlardı. Demek ki, günümüzde değişen bir şey yok. Birleşerek büyüyen ve yüksek ücretler ödemeye devam eden bankalar, ileride oluşabilecek bir buhran anında, “mecburen” kurtarılacaklar. Şimdiden görünen o ki, tarih tekerrür edecek.

Bankacılara bu durum hatırlatıldığında, hepsinin yaptığı tek bir savunma var. O da, “başka alternatif olmadığı” şeklindedir. Hâlbuki 2008 ekonomik buhranı başladığında hepsi şaşkın haldeydi. Nitekim bankacıların aksakalı olan ABD Merkez Bankasının efsanevi başkanı Alan Greenspan de benzer durumdaydı. Gazetecilere açıklama yapamadığı için, duruma hayret ettiğini ifade etmekten başka bir şey söyleyememişti. Fakat aradan birkaç yıl geçip, bankacılar rahatlayınca bu defa, benzer sorulara kendinden emin cevaplar vermeye başladı.

Greenspan, ekonomik buhran öncesindeki uygulamalarında bir hata olmadığını ifade ederek, fikirlerinde bir yanlışlık bulunmadığının altını çiziyordu. Çünkü ona göre, başka alternatif yoktu.

Demek ki, bir uygulama dibe vurmadan insanlar çözüm arayışını düşünemiyorlar. Demek ki Avrupa, iki Dünya Savaşı yaşayarak dibe vurmasaydı, günümüzdeki Avrupa Birliği fikri ortaya çıkmayacaktı. Demek ki, alternatif aranılması için bütün sisteminin çökmesi bekleniyor veya gerekiyor. Aslında, eğer, ekonomik kriz sırasında devletler bankaları kurtarmasalardı, bütün bankalar domino taşı etkisiyle devrilerek batabilirlerdi. Bankacıların ve bankacılığın bugünkü halini görünce, “bankacılık sistemi batsaydı da, yepyeni ve farklı bir çözüm aransaydı” diye düşünenler  artıyor.

Çünkü anlaşılan o ki, henüz buhranın sebepleri tam anlaşılamamış. Ekonomik krize doğru gidişi başlatan borsalar ve bankacılar, durumdan ders almamışlar. O dönemlere göre daha iyi şartlarda yaşıyorlar. Ama bu yaşama “yaşamak” mı demek gerekir, yoksa “uyku halinde yaşamak” mı demek gerekir siz takdir edin.

Sonradan yapılan araştırmalar gösterdi ki, 2008 ekonomik buhranını tetikleyenler asıl ürünler değil, türev ürünlerdir. Bu ürünlerin ne olduğunu halen anlamak zor. Belki tam olarak anlayan kişi sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Dolayısıyla halk hiç anlamıyor. Ama halk, bankacılar “bu iyidir” dedikleri için satın almışlar. Bankalara bunları satan Wall Street borsacıları da, konuyla ilgili şeffaf ve yükümlülükler içeren bir yönetmelikler oluşturmamışlar. Kendi kârlarını azamileştirmeyi hedeflemişler.

Bu hususu bir başka yazımızda ayrıca irdelemeye çalışacağız. Ancak, bizi, bu yazı konusuyla bağlantılı olarak ilgilendiren soru şu: “Peki, günümüzde bu hatadan dönüldü mü?”. Cevap, “maalesef halen hata devam ediyor”. Hattâ diğer tahvil veya hisse senedi piyasalarından daha büyük hacme sahip. Ama halen şeffaf değil, halen konuyu tam bilen yok. Halen kimlerin ne kadar sorumlu olduğu bilinmiyor.

Geçmiş bütün ekonomik krizlerde benzer hataların geçerli olduğu, sonradan yapılan incelemelerden anlaşılmasına rağmen, köklü bir çözüm düşünülmüyor. Sadece faiz oranlarıyla oynayarak günü kurtarmaya çalışılıyor.

Yazımızın buraya kadar olan kısmına bakılarak, bizim, bankalara düşman olduğumuz düşünülmesin. Ticari sistemin büyümesinde elbette bankaların payları var. Ama bankaların bu katkısı, tahmin edilenden çok az. Bankalar büyüttükleri sistemden, diğer bir ifadeyle, pastadan aslan payını kendilerine ayırıyorlar.

Ticari ortamın zorlaştığı, kârların azaldığı dönemlerde bile, en çok kâr edenler, bankalar oluyor. Hattâ, üretici firmaların bile bilançolarına bakılınca, üretimden elde ettikleri kârlardan daha fazlasını sair gelirler dedikleri faiz, borsa gibi alanlardan sağlıyorlar. Ekonomik buhran aniden hızlanınca, üretici şirketler batıyorlar, ama bankaların çoğunu devlet kurtarıyor. Sonuçta bankalar yine kazanıyor. Bankacılar yine yüksek gelir elde etmeyi sürdürüyorlar.

Bankalar, borsa simsarlarıyla aynı konuma düştüler. Borsa simsarları servet oluşturmayı bıraktılar, servet kaydırması yapıyorlar. Maalesef, bankalar da aynı şekilde servet kaydırması yapıyorlar.

İşin ilginç yanı, finansçıların ve bankacıların, servet kaydırarak kendilerinin zengin olmaya devam etmeleri. Son dönemlerde bu guruba, avukatlar da katıldılar. Onlar da kolay para kazanmanın yolunu bulmuşçasına, servet kaydırma işlerine giriştiler. Avukatlardaki bu yöneliş, bankacıları ve finansçıları da mutlu ediyor. Her türlü sahtekârlığı yaptıktan sonra kanun önünde aklanıyorlar. Hem kazanmaya devam ediyorlar, hem de toplum önünde aklanıyorlar.

Bankacılar ve finansçıların iki yönlü olarak kazanmalarını sağlayan avukatlar da, giderek daha çok dava alıyorlar. Onlar da daha fazla kazanıyorlar. Sonuçta bu üç gurup, doğru dürüst bir katma değer yaratmadan para kazanmaya devam ediyorlar.

Ekonomik krizlerden ders alınmadığının bir başka göstergesi daha var. Bu gösterge dünyanın büyük çoğunluğu için geçerli. Bilindiği gibi, teknolojideki gelişmeler, gerek tarımda gerekse sanayide verimliliği artırdı. Dolayısıyla üretim miktarları, bütün ülkelerde arttı. Ancak, halen yanlış giden bir şeyler var. Halen finans sektörü, tarım ve sanayiden çok daha fazla kazanıyor. Halen finans sektörünün işlem hacmi, tarım sektörünün 8-10 katı büyüklükte.

Bütün bunlar gösteriyor ki, 2008 ekonomik buhranından yeterince ders alınmamıştır. Dolayısıyla yeni buhranların oluşması an meselesidir. Bu hususta zaman verilemez. Fakat kesin olan bir şey var ki, bizleri hazırlıksız yakalayacak yeni bir ekonomik kriz, 2008’den çok daha yıkıcı olacaktır.

O halde bütün dünya olarak hazırlıklı olalım. Bir ülkenin kendi başına hazırlıklı olması hem mümkün değil, hem de bir işe yaramaz. Hep birlikte hazırlanmalı, hep birlikte hareket etmeliyiz.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANDAN DERS ALINDI MI? için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

BAYRAMLAR, NE KADAR ÇOK İNSANA BAYRAM HAVASI YAŞATABİLDİĞİMİZ İLE ÖLÇÜLÜR. BU ÖLÇÜNÜN FARKINDA OLAN BÜTÜN İNSANLARIN VE İNSANLIĞIN BAYRAMINI KUTLARIM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

İNSANLAR, ÜLKELER VE DÜNYA, SADECE DIŞARIDAN DEĞİŞTİRİLEMEZLER

İNSANLAR, ÜLKELER VE DÜNYA, SADECE DIŞARIDAN DEĞİŞTİRİLEMEZLER

 

Bu sitedeki yayınlarımızda, günün yazısının anlamıyla eşleşen sözler de yayınlıyoruz. Bunlardan birisi de, Atilla Han’ın şu sözüdür: “Hiç kimse bir Hun’un kendisi için yapmadığını onun adına yapamaz.”

Bir insandaki değişim, tamamen dışarıdan oluşturulamaz. Mutlaka o şahsın da, kendi içinden gelerek bazı şeyleri arzu etmesi gerekir. Böylece, içten gelen bu isteklerle harekete başlayan insana, dışarıdan yardım etmek isteyenlerin uğraşları bir sonuç verir. Bilhassa, “insanlık anlayışı, hoşgörü, çalışkanlık” gibi hasletler, dışarıdan dikte etmekle kazanılamaz.

Konumuzla ilgili bir Türk özdeyişi de şöyledir: “Yanmadık ocağa, (inatla yanmayan ocağa) çıra kütüğü dayasanız, yine yanmaz!”

Bu durum, sadece insanlar için geçerli olmayıp, ülkeler için de geçerlidir. Hattâ bu durum bütün dünya insanlığı için de geçerlidir. Bilindiği gibi, insanlığa dışarıdan yardım edebilecek tek güç, kâinatın yaratıcısı olan Allah’tır. Yüce Yaradan’ın, her şeye gücü yeter. Dolayısıyla isterse, bütün insanları madden ve özellikler açısından eşit konuma getirebilir. Fakat bu durum, bizlerin özgürlüğümüzü kaybetmemize ve sosyal düzenimizin bozulmasına yol açar. Bütün sistemimiz değişir. Kimse kimseyi çalıştıramaz. Böylece, insanlık olarak, çok kısa sürede eskisinden daha kötü duruma düşeriz.

O halde Yüce Yaradan’dan, insanlığa, mevcut yapı içerisinde kalarak yardım etmesini istememiz daha uygundur. Ancak, böyle bir yardımın gerçekleşebilmesinin tek yolu, bu değişikliği, bizim içimizden gelerek istememizdir.

Kur’an, bu konuda bize yol göstermektedir. Enam Suresi 6/160: “Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.”

Benzer şekilde, hiçbir ülke, kendi içerisinden gelerek harekete geçmedikçe, dışarıdan ona yardım edilemez. Hiçbir ülke, bir başkasını, dışarıdan destekle zenginleştiremez. Zaten zenginleştirmek de istemez. Hiçbir ülke bir başkasını dışarıdan müdahale ile medenileştiremez.

Bir memleketin insanlarının giyim kuşamlarının değişmesi, kafalarının içinin de değiştiğini göstermez. Bir ülkedeki insanların kibar davranışlar sergilemeleri, onların içten gelen samimi bir davranış sergilediklerini göstermez. Bir ülkedeki insanların kurallara uyuyor olmaları, onların kurallara ve diğer insanlara saygı gösterdiği anlamına gelmez.

Eğer bir insan, kendisi gibi giyinmeyenlere karşı, içinden kızıyorsa veya kendini güçlü hissettiği bir ortamda dışarıdan anlaşılacak şekilde sert bir tavır sergiliyorsa, o şahıs için olumlu sözler söylenemez.

Eğer bir insan, kendisinden daha fakir ve daha az özellikli insanlar karşısında ve/veya güçlü olduğu bir konumda kibar davranışlar sergilemiyorsa, o insana kibar denilemez.

Eğer bir insan, kendi ülkesinde kurallara uyuyor fakat aynı kurallara uyulmadığını gördüğü bir başka ülkede uymuyorsa, o insan kuralları içselleştirememiş demektir.

Bu yapıdaki insanların ortak özellikleri kibirli oluşlarıdır. Kendisi ile benzer güçtekilere karşı kibrini kullanamamaktadır. Bu sebeple kibirli olduğu anlaşılmamaktadır. Fakat kibirli olmaktan daha tehlikelisi, ayrıca yalancı da olmalarıdır. Bir yanlışı yaptıkları halde, karşı taraf ispatlayana kadar, yaptığını reddetmesi, her yeni delil karşısında bahanelere sarılmasıdır. Artık net bir şekilde ispatlanınca da, sadece kafasını öne eğmesi, kendisini düzeltmeye uğraşmamasıdır. İnsanlar için geçerli olan bu durum, ülkeler için de geçerlidir.

Bir ülkenin, iş disiplini olan çalışkan insanlara sahip olması hasebiyle maddeten kalkınması, o ülkenin kibirlilik seviyesini artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Kibirliliği artan bu ülkeyi yönetenler de, kendilerini en üstün olarak görmeye başlamaktadır. Böylece gözleri körelmektedir.

Her ülkenin bu konumlara düştüğü yıllar vardır. Bu kibre kapılan her insan gibi, her ülke de, sonunda Yüce Yaradan’ın sillesini yemiştir. Kimisi hatasını anlayıp kendini düzeltmiş, kimisi hataları başkalarına yükleyerek, yanlışına devam etmiştir. Geçmiş devirlerde bir ülkenin hatasının sonuçları, çevresiyle sınırlı kalıyordu. Çünkü en hızlı ulaşım aracı “at” idi. Örneğin, Roma Devleti’nin yıkılışının etkisi sınırlı kaldı. Ama dünya, motorize olmaya başladıkça, daha geniş bölgeleri etkilemeye başladı. Nitekim olaylar, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı diye nitelendi. Günümüzde ise, bütün dünya, jet veya İnternet hızıyla etkilenecek hale geldi.

Dolayısıyla sorun, sadece o insanın veya o ülkenin meselesi olmaktan çıktı. Bütün insanlığı ilgilendirir oldu. Bu sebeple, çözümü hep birlikte aramalıyız. Yanlışı birlikte düzeltmeliyiz. Fakat bizim dışarıdan yaptıklarımızın ve uyarılarımızın işe yaraması için, o insan veya ülkenin, kendi içerisinde de değişimi başlatması şarttır. Değişimi içlerinde başlatmayanlar, sadece kendilerine zarar verirler. Çünkü artık, insanlık tarihten ders çıkarmaya başladı. Aynı tip hataların, giderek artan zararlarla sonuçlanması, insanları, “Tarihin Aydınlattığı Geleceği” kurmaya doğru yöneltti.

Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANLAR, ÜLKELER VE DÜNYA, SADECE DIŞARIDAN DEĞİŞTİRİLEMEZLER için yorumlar kapalı