BİR MÜMİNİ KASTEN ÖLDÜRMEK

BİR MÜMİNİ KASTEN ÖLDÜRMEK

 

Önce mümin kimlere denilir konusunda hemfikir olmak gerekir. Bu sitede yayınladığımız bir yazımızda, Müslüman ile Mümin arasındaki farkı Kur’an ayetlerine dayanarak açıklamaya çalışmıştık. Bu makalemizden kısa bir bölümü aşağıya aktardıktan sonra yazımızın konusuna döneceğiz.

“Allah, Kur’an’ında Müslüman ile mümini ayırır. Hucurat Suresi 14: “Bedevîler “inandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama “İslâm olduk.” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah’a ve Resulüne itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”

Ayet “lâilaheillaallah” diyenleri “İslâm olmuş” kabul ediyor. Dolayısıyla bu ayetten de kesin olarak anlaşıldığına göre, bir insan Müslüman olmasına rağmen, iman kalbine yerleşmemiş olabiliyor. Bu durum bilhassa, Müslüman bir ortamda dünyaya gelen insanlar veya zor karşısında inananlar için daha çok geçerlidir. Başka bir inanıştan İslâm’a, zor karşısında değil de kendi özgür iradeleriyle geçenler, zaten, iman ettikleri için geçmişlerdir. Dolayısıyla onlar bu ayetin muhatabı değillerdir.

Kur’an’da Müslüman ve mümin ayrı ayrı ifade edilir. Mümin, Allah’ın emir ve yasaklarına uyan kimsedir. Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarına uyanlar, “salih amel” işlemeye en yatkın olan kişilerdir.”

Yüce Yaradan, Kendisinin emir ve yasaklarına mümkün olduğunca uyan ve salih amel işleyen insanları, Cennetine alacağını vaat etmekle yetinmiyor. Bu dünyada da onları koruyacak şekilde kararlar aldığını ayetleriyle gösteriyor.

4 Nisa Suresi 92 : “Bir mümin bir mümini yanlışlık dışında öldüremez…” Ayetin devamında, bir mümini yanlışlıkla öldüren kişinin ödemesi gerekli diyetleri açıklıyor.

Demek ki, yanlışlıkla da olsa bir mümin, bir mümini öldüremez. Bir kargaşa ortamında, başkasına hamle yaparken yanlışlıkla öldürürse de, bu dünyada mutlaka diyetini ödemek zorundadır.

4 Nisa Suresi 93: “ Her kim de bir mümini kasten öldürürse, artık onun cezası, cehennemde ebedi kalmaktır. Allah, ona gazap etmiş, lânet etmiş, büyük bir azap hazırlamıştır.”

Ayet gayet net. Bir mümini kasten öldüren kimse, kendisi de bir mümin kişi olsa, cezası cehennemde ebedi kalmaktır. Çünkü artık Yüce Yaradan, ona gazap etmiş, lânet etmiştir.

Kasten kelimesinin anlamı isteyerek, zihninde planlayarak ve bile bile demektir. Bu sebeple, kişinin bir mümini öldürmeyi istemesi ve o müminin öldürülmesi yeterlidir. Yani, o kişinin mümini bizzat öldürmesi şart değildir. Mümin kişinin öleceği ortamı planlaması yeterlidir. Mümin kişiyi başkalarının öldürmesi, ortamı hazırlayan kişiyi cezadan kurtarmaz.

Bir benzetme ile konuyu daha anlaşılır hale getirelim. Bir çoban, sürüsünden ayrılan bir koyun olursa, onu bulup sürüye katmakla sorumludur. Eğer, ayrılanı aramaz, bulup sürüye katmak için çaba sarfetmezse o koyunun başına geleceklerden sorumludur. Çünkü sürüyü otlattığı alanlar, geceleyin yalnız başına kalan bir koyun için çok tehlikelidir. Koyunun yırtıcı hayvanlar tarafından öldürülmesi ihtimali çok kuvvetlidir. Eğer o koyun öldürülürse, büyün suç çobanın olur. Eğer koyunun bulunduğu çevrede vahşi hayvanlar yoksa koyun açlıktan ölürse, suç yine çobanın dır.

Koyunların ölümünde çobanın sorumluluğunu azaltan bir husus vardır. Sürüyü otlatırken farkına varmadan evlerinden çok uzaklaşmışlarsa, bulundukları bölge vahşi hayvanların pek görülmediği yer ise, geceyi orada geçirmek kararını alabilir. Çünkü gece dönmek daha tehlikeli olabilir. Fakat geceleyin umulmadık bir vahşi hayvan sürüsünün saldırısına uğrarlar, çaban cansiparane mücadele eder ama bazı koyunlar ölürse, suç tamamen çobanın olmaz. Çobanın suçu, sadece otlatırken vakti hesaplamadığı için tedbirsiz davranmak olur. Yani suçu mutlaka vardır, fakat tamamen suçlu değildir.

Bu örnekten hareketle tekrar düşünelim. Bir insanın sorumluluğu altındaki mümin bir kişi ile arasının bozulduğunu düşünelim. Sorumluluk sahibi kişinin, mümin insana kızdığı için, onu yalnız bıraktığını varsayalım. Yalnız bırakılan bu mümin kişi, aynı sürüden ayrılan koyun gibi, vahşi hayvan niteliğindeki insanların arasına atılmış demektir. Bu mümin kişi, aynı sürüden ayrılan koyun gibi, korumasız ve yapayalnız kaldığını dahi bilmemektedir.

Bu mümin şahsı böyle bir ortama bırakan insan, aynı çoban gibi, tamamen suçludur. Hiçbir şeyden haberi olmayan koyunu vahşi hayvanların ar asında yalnız bırakıp, arkasını dönüp gelen çobandan daha çok suçludur. Çünkü çobanın, ölmesine göz yumduğu neticede bir koyundur. Ama sorumluluk sahibi bir insanın, ölümüne göz yumduğu kişi ise bir insandır. Hem de mümin bir insandır.

Dolayısıyla, Yüce Yaradan, böyle bir ortama sebebiyet verdiği için o kişiye lânet edecektir. Çünkü ayet, mümini kasten öldürenleri ayırt etmiyor. “Her kim” diye ifade ediyor.

Bilindiği gibi Yüce Yaradan Kur’an’ında bizlere her zaman yol göstermektedir. Her zaman sabırla hareket etmemizi istemektedir. Sorumluluklarımızı yerine getirmemizi salık vermektedir. İnsanların güvenlerini kazanmamızı ve onlara karşı adaletli olmamızı tavsiye etmektedir. En çok kızdıklarımıza karşı bile “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin” buyurarak adaletli davranmamızı istemektedir. Kin besleyecek kadar kızdıklarımıza karşı bile bizden adaletli olmamızı isteyen Yüce Yaradan, diğer durumlarda neler ister bir düşünelim.

Allah’ım, Kur’an hükümlerine aykırı davranmaktan, hak ve adaletten ayrılmaktan Sana sığınırım.

Senin her şeye gücün yeter.

Genel kategorisine gönderildi | BİR MÜMİNİ KASTEN ÖLDÜRMEK için yorumlar kapalı

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, HÜKUMET VE MERKEZ BANKALARI POLİTİKALARI

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, HÜKUMET VE MERKEZ BANKALARI POLİTİKALARI

 

Aslında amacımız sadece merkez bankalarının politikalarını ele almaktı. Çünkü Merkez Bankaları bağımsız veya özerk yapıda idiler. Fakat ülkelerin çoğunluğunda bu durum, yalnızca kâğıt üzerinde geçerlidir. Hükumetler, işlerine geldiğinde Merkez Bankasına baskı yaparak istedikleri kararları aldırıyorlar. Kendilerinin istediği kararları alan merkez bankalarını da övüyorlar. İşlerine gelmeyince, yani halkın hoşuna gitmeyecek bir karar alınması gerektiğinde, sorumluluğu bankaya yüklüyorlar. Biz de bu ortamda, hükumetlerin ve merkez bankalarının ekonomiye etkilerini birlikte irdeledik.

Hükumetlerin savurganlıklarının ekonomik buhranların tetikleyici rolleri hakkında önceki yazılarımızda fikirlerimizi belirtmiştik. Bu yazımızda hükumetlerin merkez bankaları ile ortaklaşa yaptıkları politikaları ele alacağız.

Normal dönemlerde merkez bankalarına yüklenen iki önemli görev var. Birisi, para arzını yönetmektir. Diğeri ise, faiz oranlarını belirlemektir. Aslında merkez bankalarının bu iki görevi bir arada yürütmeleri teknik olarak mümkün değildir. Zaten uygulamada böyle olmamaktadır.

Faiz oranlarının ekonomik buhranları tetikleyişini irdelediğimiz yazımızda, uygulama ile ilgili kısmi bilgi vermiştik. Merkez bankaları faiz oranlarını sıfıra yaklaştırınca, bankaların topladıkları ucuz maliyetli para ile insanlara kredi vermek yerine, merkez bankalarının garantili ve daha çok gelir getiren tahvillerini satın aldıklarını aktarmıştık. Birçok bankanın bununla da yetinmeyerek, paralarını çok daha riskli olmasına rağmen geliri daha yüksek olan türev piyasasında değerlendirdiklerini görmüştük.

Bankaların bu kâr hırsları sonucunda paranın önemli bir bölümü piyasada dolaşıma girmemişti. Bu gelişmelerden de net olarak anlaşılıyor ki, merkez bankaları, faiz oranlarını kullanarak piyasadaki para arzını istediği gibi yönlendiremiyor. Yönlendirmeleri de mümkün değildir. Çünkü ellerinde bu yönlendirmeleri yapacak mekanizmalar yok. Bu mekanizmalar, bankaların ellerinde var.

Paraları oluşturanlar da bankalardır, merkez bankaları değildir. Merkez bankaları para basımını denetleyebilirler. Ama bastıkları paraları, hükumetler aracılığıyla, maaş, yardım ve hizmet ödemeleri şeklinde doğrudan kendileri yapmazlarsa, bankaları aracı yaparlarsa, para arzını yine denetleyemezler.

Zaten siyasi hükumetler, ekonomideki aksaklıkları kökten bir çözüm getirerek çözmeye çalışmazlar. Acı reçetelerden sürekli kaçınırlar. İtibari para sistemi, onlara halkın hoşuna gidecek kolaycı çözümleri mümkün kılar. Ciddi çözümler yerine para basmayı yeğlerler. Bu uygulamaları merkez bankaları aracılığıyla yaparlar.

Hükumetler, normal zamanlarda, finans kuruluşlarının halkı ve tüketicileri istismar etmelerini görmezden gelirler. Gerekli tedbirleri almakta isteksiz davranırlar. Şeffaflığı sağlayacak kuralları koyarak uygulanmasını takip etmezler. Çünkü zaten kendileri de şeffaflık konusunda güvenilir değillerdir. Var olan kuralları işletirken de denetimlerini yeterli bir şekilde yapmazlar. Konulan kuralların denetimlerinin bir bölümünü yapacak olan kurumlar, merkez bankalarıdır.

Hükumetler, bankalara ve finans kuruluşlarına sorumluluk yüklemedikçe, ekonomiyi yönetmeleri mümkün değildir. Normal dönemlerde bu kurumlara sorumluluk yüklemeyen hükumetler, ekonomik kriz başlayınca, ikinci büyük hatayı yapıyorlar.

Ekonomik kriz başlayınca, hükumetler, hemen bankaları ve finans kuruluşlarını korumacı önlemlere başvuruyorlar. Hâlbuki böyle anlarda hükumetlerin korumaları gerekenler bankalar, finans kuruluşları ve zenginler olmamalıdır. Burada zenginler ifadesini bilerek yazdık. Çünkü hepimizin bildiği gibi, bir ekonomik buhranda büyük bankalar ve finans kuruluşları kurtarılmaya çalışılırken, küçüklerin batışına göz yumulmaktadır. Bir ekonomik buhran anında korunması gerekenler, vatandaşlardır. Çünkü onların çoğunluğu, bankalar ve finans kuruluşlarının yanlış yönlendirmelerinin kurbanı olmuşlardır.

Amerikan Merkez Bankası olarak görülen FED, 2008 ekonomik buhranında yukarıda bahsedilenlerden de farklı, sıra dışı bir şey yaptı. Kendi ülkesindeki büyük bankaları kurtarmakla yetinmedi. Avrupa Merkez Bankasına (ECB) da yardım etti. Bununla da yetinmedi. İngiltere, İsviçre, Japonya merkez bankalarına da yardım etti. Bu yardımların miktarı ise çok ilginçtir. Toplam yardım tutarı, ABD’nin GSYİH’sının iki katına yakın büyüklüktedir. (Bu yüksek miktar yardım, ayrı bir yazı konusudur.)

Bütün merkez bankaları, ekonomik krizden çıkış için, kendi görev alanlarının dışına çıktılar. Üstlerine vazife olmayan işleri yaptılar. Bankaları kurtarırken, onların ellerindeki riskli kâğıtları aldılar. İpotekli konut kredisi destekli tahviller aldılar. Konut kredilerini devralmakla bankaların borçlarını üstlenmiş oldular. Yetmedi, hazine bonosu aldılar. Böylece her tarafın borçlarını üstlerine almış oldular. Yani durup dururken kendileri borçlandılar.

Bu hataları yetmedi. Yukarıda bahsedildiği gibi, piyasaları açmak için, piyasaya para sürmeye çalıştılar. Bütün bunlar yetmedi. Önceki yazılarımızda ifade ettiğimiz gibi, faiz oranlarını düşürdüler.

Merkez bankalarının ve hükumetlerin bu davranışları, yeni bir anlayışın gelişmesine vesile oldu. Asalaklık. Artık kurtarılan bütün kurumlar, yeniden kurtarılmayı bekleyerek, istedikleri gibi riskli hareketleri yapmakta beis görmediler. Merkez bankalarının asalağı konumuna düştüler. Eğer bunlar kendilerinin asalak gibi görülmesini istemiyorlarsa, merkez bankalarının, oluşacak bir ekonomik buhranda, eskisi gibi davranmaz ve onları kurtarmamaları, batışlarına izin vermesi halinde, itiraz etmemelidirler. Ama böyle bir davranışı sergilemelerini ve batmayı kabul etmelerini bekleyen insan sayısı, muhtemelen yoktur.

Eğer ülkede uygulanan ekonomik sistem, liberal ekonomi ise, zaten korumacılık yapmak kökten yanlıştır. Korumacılık yapılacaksa, krizin oluşmasında hemen hiçbir dahli olmayan vatandaş korunmalıdır.

Hükumetler ve merkez bankalarının ortaklaşa yaptıkları bir başka yanlış, sistemi oluştururken yapılmaktadır. Ticari bankaların, yatırım bankalarını satın almalarına göz yumulmaktadır. Bir başka hata, bankaların sigorta şirketleri kurmalarına izin verilmesidir. Hâlbuki bunların hepsi birbirinden farklı alanlardır. Bunları bir kuruluşun alt birimleri olarak değerlendirmek yanlıştır. Bu yanlışlar, ekonomik krizlerin tetikleyicisidir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, HÜKUMET VE MERKEZ BANKALARI POLİTİKALARI için yorumlar kapalı

ŞEYTAN, HAYATI ANLAMLANDIRAN OLGUDUR

ŞEYTAN, HAYATI ANLAMLANDIRAN OLGUDUR

 

Bu sitede yayınladığımız “İslâm’da Şeytan Konusu” adlı makalemizde konuyu Kur’an ayetlerinin ışığı altında irdelemeye çalışmıştık. Bu yazımızda hayatın anlamı açısından yaklaşacağız.

Bir an, şeytanın olmadığını düşleyelim. Bizleri kötülüklere yönlendiren şey yoksa aslında hayatımızda kötülük de olmayacaktır. Her bir insan için aynı durum söz konusu olunca, bütün dünya üzerinde kötülük olmayacaktır. Hattâ kötülük fikri bile olmayacaktır. Her insan güzel şeyler düşünecek ve dolayısıyla güzel şeyler yapacaktır.

Peki, insanlar, bu yaptıklarının güzel olduğunu nasıl bilecekler? Tabii ki karşılaştırılacak bir referans noktası olmayınca bilinemeyecektir. Nasıl hızla giden uzun bir trenin içerisinde trenin gittiği istikametin ters yönünde yürüyen bir insanın yaptığını tanımlamak için referans noktası gerekiyorsa, iyilik yahut kötülüğün tanımı için referans noktası gerekmektedir.

Nasıl trenin içerisindeki herkes, trenin gittiği yönün tersine doğru yürürse, konu daha karmaşık hale gelirse, dünyadaki bütün insanların aynı şekilde davranmaları da, bizlerin hayatını anlamsız hale getirir. Tren içerisinde ters yönde yürüyen insanların en başlarında olmanın nasıl bir anlamı yoksa aynı yönde davranan insanlar içerisinde en önlerde olmanın da bir anlamı olmaz.

Hayatın anlamı üzerine daha önceki yazılarımızda bazı düşünürlerin kendilerine sordukları soruları dile getirmiştik. Bunlardan birisi “ben daha meşhur olacağım da ne olacak” sorusu idi. Bu soruyu, “ben trende ters istikamette yürüyenlerin içerisinde önlerde olacağım da ne olacak” şekline çevirebiliriz.

Bir diğer soru, “ben daha üst makamda olacağım da ne olacak” şeklinde idi. Bunu da tren içerisinde ters yönde yürüyenlerin başında makinistin olduğunu düşleyerek soralım.

Düşünürlerin sorduğu diğer bir soru, “çok zengin olacağım da ne olacak” sorusuydu. Her insanın sadece iyilik düşündüğü bir ortamda, bu soru anlamsızlaşır. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, çok zengin olmak için sadece çalışmak yetmez. Başkalarına kötülük yapmak veya hak etmeden kazanmaya çalışmak gerekir. Normal şartlarda kimseyi ezmeden, rüşvete bulaşmadan, başkalarını kandırmadan, üretim konumuzda tekel olmadan, rakiplerimizi elemek için hileye başvurmadan çalışılırsa, çok zengin olunmaz. Zaten de, sadece iyilik düşünen bir insan, zengin olmayı hedeflemeyebilir.

Kötülüğün olmadığı bir ortamda, iyi-daha iyi konusunu ayırt etmek de çok zor. Bu hususta daha önce yayınladığımız “İslâm’da Salah-Aslah, Yani İyi-Daha İyi” başlıklı yazımızda bazı irdelemeler yapmıştık. Bazı felsefecilerin ve âlimlerin “kâinatın yaratılışında mevcuttan daha iyi olunabilir miydi” diyerek yaptıkları sorgulamalardan bahsetmiştik. Yüce Yaradan’ın yaratış sistemi hakkında, insanlar böylesine sorgulama yaparken, insanların yaptıkları iyi davranışlar konusunda anlaşma sağlanması ihtimali zayıftır.

Aslında Yüce Yaradan, kâinattaki her şeyi zıddıyla yaratmıştır. Karanlık olmasa, aydınlığı tanımlayamayız. Soğuk olmasa, sıcaklığı bilemeyiz. Melekler olmasa, şeytanın yaptıklarını sorgulayamayız. Demek ki her şey, karşılığı ile yaratılmış ki, her birinin konumunu ayrı ayrı anlayabilelim. Bu durum bize, ilmi çalışmalarımızda da yol gösterir. Bir artı kutup olduğunu bulmuşsak, bunun karşılığında bir eksi kutup olacağını düşünerek araştırmalarımızı yönlendirmeliyiz. Uzayda enerji yayan bir kaynak tespit etmişsek, bunun karşılığında mutlaka enerjileri yutan bir kara delik olacağını düşünmeliyiz.

İşte, insanı yaratan Yüce Yaradan, bu ikilemi aynı insanın içerisine yerleştirmiş. İnsanı güzelliklere, iyiliklere yönlendirmek için akıl ve vicdan vermiş. Fakat aynı insanın içerisine, kötülükleri telkin eden bir de nefis vermiş. İnsanın içerisindeki bu zıtlıkların çatışmasında iyiliklerin galip gelebilmesi için de insana irade vermiş.

Allah, insana, sadece irade vermekle kalmamış. İnsanı, gönderdiği elçilerle desteklemiş. Kutsal kitaplara baktığımızda, Yüce Yaradan’ın, insanları şeytana uymamaları için uyardığını görürüz. Bu ikazlar, ilk peygamber Hz. Âdem’den itibaren her peygambere yapılmıştır. Allah, şeytana uyanları cezalandıracağını, ona uymayanları mükâfatlandıracağını ifade etmiştir.

Diğer bir bakış açısından konuyu irdeleyelim. Eğer şeytan olmasaydı, insanlar, melek gibi olurlardı. Bu durumda, hem insanın hem de kâinatın yaratılmasındaki anlam çok değişirdi. Hattâ Yüce Yaradan’ın Kur’an’da bahsedilen isim ve sıfatlarının bazısı anlamsızlaşırdı. Dolayısıyla Allah’ın mutlak kemali ve güzelliği tam olarak tecelli etmemiş olurdu ve bu durum Yüce Yaradan’ın hikmetine uygun düşmezdi.

Demek ki, insanın tamamen masum olması, yaratılış maksadına da uymuyor. Hattâ şeytanın olmaması, ahiret hayatının da varlığının anlamını düşürüyor. Cennet ve cehennemin anlamı kalmıyor.

Sonuç olarak şeytanın olmaması, hem bu dünya hayatını hem de ahiret hayatını anlamsızlaştırabilir. Hayatın ve ahiretin anlamı, Yüce Yaradan’ın bizlere verdiği akıl, vicdan ve iradeyi kullanmamızla oluşur. O halde, geç kaldık demeden, hayatımızı anlamlandırmaya çalışalım. Allah’ın bize verdiği akıl, vicdan ve iradeyi Onun gösterdiği yolda kullanarak, yanlışımızdan dönelim. İçimizdeki şeytan olan nefsimize karşı mücadele edelim. Kendi başımıza bu mücadeleyi kazanamayacağımızı düşünürsek, önce Yüce Yaradan’dan, sonra çevremizde bu işi başarmış insanlardan yardım isteyelim.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ŞEYTAN, HAYATI ANLAMLANDIRAN OLGUDUR için yorumlar kapalı

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, FAİZ ORANLARI  

EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, FAİZ ORANLARI

 

Ülkelerin ekonomik krize girmelerinde, faizlerin çok yüksek olmalarının ciddi etkisi olur. Bu sebeple, hükumetler ellerinden geldiğince faizleri düşürmeye çalışırlar. Fakat 2008 ekonomik buhranından önceki ve sonraki faiz oranlarının çok düşük olması, beklenenin aksine, yeni krizin beklentisinin sebeplerinden biri oldu.

Japonya’da faizler bir dönem sıfıra yakın ve sıfır olarak seyretti. Bu dönemde ülkedeki gayrimenkul fiyatları, çok hızlı arttı. Tabiri caizse, katlayarak arttı. 1985 yılındaki ticari arsa fiyatlarını 100 kabul edersek, 1991 yılında 303 oldu. Bankadan sıfıra yakın faizle aldığı borçla gayrimenkul satın alan bir kişi, faizlere ödediğini düşersek, parasını üçe katlamış oluyor.

Gayrimenkul fiyatlarındaki bu çılgınlık, Japonya’nın GSYİH’sının çok şişmesine sebep oldu. Ülkedeki gayrimenkullerin değeri ABD’nin toplam gayrimenkullerinin değerini geçti. Bu ortam insanların borçlanma isteklerini ve dolayısıyla borçlanmaları artırdı. Bankalar ise, insanlara borç verebilmek için yurt dışından borçlar aldılar. Önceleri bu borçlanmalar fazla önemsenmedi. Çünkü nasılsa GSYİH da artıyordu.

Borçlanmanın yanlış ilerlediğini anlayan Japon Merkez Bankası (BOJ), faizleri artırdı. Fakat geç kalınmıştı. Gayrimenkul fiyatlarındaki hızlı düşüşü engelleyemedi. Gayrimenkul fiyatları hızla düşünce, GSYİH da hızla düştü. Ama borçlar aynı kalmıştı. Sonuçta Japonya, borç/GSYİH karşılaştırmasında, barış döneminde ve ordusu olmadan en yüksek orana sahip ülke konumuna geldi.

Bankalardan aldıkları borçlarla gayrimenkul alanların küçük bir kısmı, yine de dolaylı olarak üretime katkıda bulunuyorlardı. Arsa değil de, bina satın alanlar içerisinden yeni yapıları alanlar, hiç olmazsa bina inşaatı için gerekli malzemelerin üretimine destek vermiş oluyorlardı.

Bu arada elbette, doğrudan üretim için borç alan ve aldığı borcu işine yatıranlar da vardı. Ama bunlar da çok azınlıktaydı. Bankalardan sıfıra yakın faizle borç alanların önemli bir bölümü-ki bunlar ister şahıs, isterse ticari şirket olsunlar farketmiyordu- bu paraları borsalarda değerlendirme yolunu seçmişlerdi. Genellikle de gelişmekte olan ülkelerin borsaları daha çok kazandırdığı için, riskli olmalarına rağmen tercih ediliyordu. Bu yapıdaki borsalarda oynayanlar bir süre ciddi paralar kazandılar. 1987’de Japon Yen’inin dolar karşısında %100 oranında değer kazanması da, yabancı borsalardaki kazancı artıran bir etken oldu. Kazandıkları bu paraları nasıl değerlendirdiklerini net olarak bilemiyoruz. Muhtemelen üretime katkısı az olmuştur. Çünkü insanların yapısı gereği, kazandıklarını da, daha çok kazanabilmek için yine borsaya yatırmaları ihtimali kuvvetlidir.

Aslında, bankalardan çok ucuz borç alanların, gelişmekte olan ülkelerin çok daha riskli olan borsalarında oynamalarına bile gerek yoktu. Çünkü Japon Borsasındaki Nikkei 225 endeksi, 1984’ten 1989’a kadar yüzde 400 artmıştı.

Sonuçta, ülkedeki tüketimi ve üretimi artırmak maksadıyla düşürülen faizler, bu görevi yerine getiremediler. Aksine ülkenin borçlarının GSYİH’ya göre çok daha fazla artmasına vesile oldular.

1970’lerin sonundaki gelişmeler, Japon Mucizesi olarak nitelenmişti. Ama 1980’lerin ortalarından sonraki faiz ve diğer uygulamalar, Japonya için kayıp yıllar oldu. Bu dönemin kayıp yıllar olarak nitelenmesinin önemli bir sebebi, düşüş başladığında uygulanan yanlış politikalardır. Aynı 2008 dünya ekonomik buhranındaki yanlışlar burada da yapıldı. Bazı büyük bankalar ve büyük şirketler devlet tarafından kurtarıldı. Kurtarılanların çoğu, yönetim hatalarını devam ettirdiler. Böylece bunlar “yaşayan ceset” konumuna düştüler. Bunların bir kısmı sonraki yıllarda iflas ettiler ve gerçekten ceset haline geldiler. Bankaların ve şirketlerin bu durumu Japon ekonomisinin uzun süren bir durgunluğa girmesinin önemli sebepleri arasında yer aldı. Japonya halen o günlerini arıyor.

Bana göre, bu olayların Japonların anlayışlarında yaptığı tahribat çok daha önemlidir. Japon halkındaki “Samurai” ruhu tahrip oldu, üretmek için fedakârca çalışan insanlar, artık değişmeye başladı. Onlar da, yorulmadan kazanmalarının sonucu olarak, rahat bir hayat sürme peşine düştüler. Hattâ bazı kadınlar, yüzlerinin Batılılar gibi olması için uğraştılar. Eskiden tatil yapmayanlar, bedava para kazandıkları için, yabancı ülkelere geziye gittiler. Gittikleri yerlerden etkilendiler.

Japonya için anlattıklarımız, hem Avrupa hem de ABD için de geçerlidir. Çünkü bu bölgelerin merkez bankaları birbirini takip eden politikalar uyguladılar. Faizler hepsinde de sıfıra yakın idi.

Bilindiği gibi, 2008 buhranında, mortgage denilen konut kredilerinin faizlerinin düşüklüğü etkili olmuştur. Diğer bölgelerde de çok düşük faizle alınan kredilerin çok küçük bir kısmı üretime gitti.

1990 lı yıllarda, kendi ülkelerinden düşük faizle kredi alanların bir bölümü Güney Doğu Asya ülkelerine yatırım peşine düştüler. Japonlar bölgeye yakın olduklarından, onlardan yatırım yapanların miktarı daha çok oldu. Gerek Güney Kore gerekse Güneydoğu Asya ülkeleri, dış yatırımcıları ülkelerine çekebilmek için, yüksek faiz politikası uyguladılar. Çoğunluğu sabit kur politikası da uyguladılar. Bu iki teşvik birleşince, bölgedeki ülkelerin kalkınma hızları %8’leri aştı. %12’lere ulaşan ülkeler oldu.

Bu ülkelerdeki kalkınma hızları arttıkça borsaları da yükseldi. Dolayısıyla borsaları da ayrı bir yatırım alanı oldu. IMF ve Dünya Bankası yetkilileri bu ülkeleri “kaplanlar” olarak niteledi. Bu ortamı “Asya Ekonomik Mucizesi” diye niteleyerek, bütün dünyaya örnek gösterdi.

Anlaşılan o ki, IMF ve Dünya Bankası yetkilileri ile sıradan bir vatandaş arasında hiçbir fark yokmuş. Yetkililer de, yüksek faiz ve sabit döviz uygulamasının ekonominin gerçeklerine ters olduğunu düşünememiş. Uygulanan bu yanlış politikalar sonucunda, ülkelerin borçlarının GSYİH’ya oranlarının altı yıl gibi kısa süre içerisinde ortalama %100 iken %180’e çıkması da, yetkilileri uyandırmaya yetmemiş.

1997 yılında Tayland, sabit kur uygulamasını bırakmaya karar verince çok kısa sürede parası Baht, yarı yarıya değer kaybetti. Borsası daha fazla düştü. Değerini %75 oranında yitirdi. Bu durum hem Tayland’a zarar verdi, hem de IMF ve Dünya Bankasının övgülerine inanarak bu bölgeye yatırım yapan insanları çökertti. Bu insanlardan bazısı, getirdikleri paranın, dolar bazında, belki de 1/8’ini ancak kurtarabildiler.

İster bölgesel isterse dünya çapında olsunlar bütün ekonomik krizlerde gördüğümüz ortak şey, yetkililerin geleceği göremedikleri veya gördükleri halde kendi menfaatleri için görmezden geldikleridir.

Kolay kredi verilince, denetimler de mecburen gevşek oluyor. Gevşek denetim, sonunda başıboş bir ortama doğru gidiyor. Başıboş davranışlar da, herhangi bir disipline tabi olmadığından, bir gün çatırdayarak çöküşe neden oluyor.

Bilhassa 2008 ekonomik buhranından sonra kolay kredi vermeler yeni alanlara kaydı. Eğitim alanında verilen öğrenci okul bedeli kredileri, düğün-nişan gibi krediler, hattâ otomobil kredileri, karşılığında kısa vadede bir kazanç olmayan alanlardır. Aksine yeni masraf kapılarının açılmasına vesile olurlar.

 Eğer bütün dünya birlikte davranarak, ortak bir faiz politikası ve rakamı uygulamazlarsa, bölgesel uygulamalardan sonuç alınmadığı net bir şekilde görüldü. Aksine iyi bir netice almayı beklerken tam tersi sonuçlara varıldığı anlaşıldı.

Eğer düşük faiz politikası, doğrudan üretime yansıyacak yerlere verilmek gibi diğer tedbirlerle desteklenmezse, uygulama dünya çapında da yapılsa, sonuç istenileni vermez. Yüksek faiz politikası, zaten ekonomik sıkıntıların tetikleyicisidir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANIN TETİKLEYİCİSİ, FAİZ ORANLARI   için yorumlar kapalı

İTİBARİ PARAYA GEÇİŞ SERÜVENİ

İTİBARİ PARAYA GEÇİŞ SERÜVENİ

 

Bu makalede, genel anlamda, ekonomik buhranlara çözüm arayan ve “İslâmi Finans” kitabını yazan Tarık El Rıfai’nin anlatımlarından anladığımı, bazen kendi yorumlarımla aktaracağım.

Bilindiği gibi, banknot denilen kâğıt para kullanımına geçilmeden önce ülkeler, altın, gümüş ve bakır sikkeler şeklinde metal paralar kullanıyordu. Bu nedenle, devletlerarasındaki ticarette para biriminde anlaşmak zor olmuyordu. Enflasyon dediğimiz olayın genel anlamda iki tetikleyicisi vardı. Biri, savaşlar idi. Savaşlarda getirisinden çok para harcanmışsa, hükümetler mecburen ayarı düşürülmüş sikkeler basıyordu. İkinci sebep, bir ülkede yeni altın, gümüş, bakır yataklarının bulunarak işletilmesi idi. Bu defa da dolaşımdaki para bollaştığından enflasyon artıyordu.

1600 lü yılların başlarında seksen yıl savaşlarının etkisiyle Hollanda’nın düşüşe geçmişti. Eş zamanlı olarak bir deniz ülkesi olan İngiltere yükselişe geçmeye başladı. Bu sebeple Avrupalı tüccarlar, altınlarını güvenilir yer olarak İngiltere kraliyet depolarına vermeye başladılar. Fakat iç savaş çatışmaları başlayınca İngiltere ekonomisi de sıkıntıya girmeye başladı. 1640 yılında Kral I. Charles, Avrupalı tüccarların emanet ettikleri altınlara el koydu. Bunları zaman içerisinde ödeyeceğini duyurdu.

Tüccarlar altınlarını yani paralarını emanet edecekleri emniyetli yeni yerler aradılar. Sarraflara teslim etmeye başladılar. Emanet ettikleri altınların karşılığında makbuz ve senetler aldılar. Emre muharrer olarak verilen bu senetler, günümüzdeki çek gibi, ciro edilerek, elden ele dolaşmaya başladı. Bu durum senetlerin dolaşımında bankalara ihtiyaç oluşturdu. Bu senetler bankalarda kâğıt para yerine geçmeye başladı. Bankalar çoğaldıkça, her banka her banka kendi bastırdığı kâğıt para yani banknot çıkardı. Piyasa her bankanın farklı olan banknotlarıyla doldu. Ancak bunlar altın veya gümüş karşılığında veriliyordu. Yani, banknotlar, temsili para anlamındaydı.

Bu uygulamadan faydalanan ilk ülke İngiltere oldu. 1694 yılında Merkez Bankası kurarak, banknot basma hakkını tekelleştirdi. ABD ise, 1913’e kadar binlerce bankanın farklı banknotu ile ticaretini sürdürdü. O yıl Federal Rezerv Sistemini kurarak, yetkiyi tek elde topladı. Hükümetler yetkiyi kendi ellerine topladıkça, banknotlar, altın veya gümüş karşılığı olmamaya başladı. Banknotlar, hükümetlerin itibarlarına göre şekillendi. Hükümetler, masraflarını karşılayabilmek için banknot bastıkça, bu paralar, temsili para olmaktan çıkarak, itibari para konumuna dönmeye başladı.

Aslında bu geçişin başlamasının önemli bir sebebi, Napolyon Savaşlarıdır. İngiltere dâhil bütün Avrupa’yı etkileyen bu savaşlar sırasında hükümetler, altın ve gümüş sıkıntısı çektiler. Bu sıkıntılar, banknot sistemine olan güveni sarsmaya başladı. Bunun üzerine ilk tedbir alan ülke, yine İngiltere oldu.

İngilizler, 1821 yılında pound ile altın arasında bir standart oluşturdular. Bir ons altına 4,24 pound değer biçtiler. Sistemi güvenli hale getirmek için atılan bu adım, ilk itibari değerlendirmeyi başlatmış oldular. İnsanlar, ellerindeki poundları getirdiklerinde, her 4,24 pound karşılığında İngiltere Merkez Bankasından bir ons altın alabilecekti. Kararın alındığı bu dönem 1815 Büyük Avrupa Barışının yapıldığı yıllardan sonra olduğundan, Avrupa, genel olarak zenginleşmeye başlamıştı. Bilhassa İngilizler, “denizde balina” haline gelmişler, karada ise rakipleri olacak “fil”, Napolyon sayesinde, kalmamıştı. Dolayısıyla İngilizlere güvenildi. İtibari sistem çalışmaya başladı. Bu güven, dünya ticaretini artırdı. Dünya ticareti hızla arttıkça, bu yeni sisteme katılan ülke sayısı da arttı. Sisteme giren ülke sayısı arttıkça, dünya ticareti daha hızlı arttı. Dünya küreselleşmeye başladı.

Taa ki, Almanlar, bu küreselleşmeye itiraz edene kadar. 1879 yılında Alman Şansölye Bismarck, ithalata gümrük vergileri koydu. Onları, Fransa ve ABD izledi. Fakat dünya ticaretinde ciddi bir daralma görülmedi. Muhtemelen gümrüklerdeki rüşvetleri artırdı. Ayrıca ülkeler arasında başlayan çok büyük sayıdaki göçmen geçişleri, ticaretin gerilemesini azalttı.

Ancak, I. Dünya Savaşı, bütün düzenin bozulmasına sebep oldu. Savaşlar, hükümetlerin altın ticaretine kısıtlama getirmesine sebep oldu. Ayrıca, yenilen ülkelerdeki yüksek enflasyonlar, itibari paranın değerinin düşmesine vesile oldu. ABD, ülkeleri altın standardına dönmeye ikna etmeye çalıştı. Ama yeterli sonuç alamadı. Aksine savaş sonrası durgun ortamda korumacı ticari politika uygulayan ülke sayısı arttı.

1929 ekonomik buhranı, korumacı politikaları tetikledi. 1930 da ABD, binlerce mala ithalat vergisi uygulama kararı aldı. Diğer ülkeler de buna karşılık verdiler. Bu durum dünya ticaretini çok olumsuz etkiledi. Böylece ekonomik buhran devam etmiş oldu. Buhranın etkisi ve korumacı tedbirler, milliyetçi anlayışları tetikledi. Bilhassa, I. Dünya Savaşı sonrasında Almanya’ya ödettirilen savaş tazminatının çok yüksek olması, Almanların milliyetçilik duygularını ateşledi. (Aslında, tazminatlar için ABD bankalarından borç aldılar.  Sonra bu borçları, II. Dünya Savaşından sonra ödediler.)

1931 yılında Almanlar, altın standardını bıraktıklarını açıkladılar. Almanları İngiltere, Japonya, Kanada, Avusturya gibi ülkeler takip etti. 1934’te ABD, FED’deki altınları hazineye devraldı. Bu arada ABD dolarının altına karşılık olan değerini düşürdü. Ülkelerin borç alma ihtiyacı ve doların değerindeki düşüş, faizleri bütün dünyada artırdı. Almanların tazminatları ödemek için, ABD bankalarından yüksek faizle borç alması, Hitler’in elini güçlendirdi ve II. Dünya Savaşının çıkmasına sebep oldu.

Bütün dünya için büyük bir yıkıma sebep olan savaşın sonlarında 1944 yılında, Birleşmiş Milletlerin müstakbel delegeleri, ABD’deki Bretton Woods otelinde para ve finans konferansı için toplandı. Burada altın karşılığının ABD doları üzerinden olması kabul edildi. Bir ons altın, 35 dolar olarak belirlendi. Ülkelere sadece %1 değer değişikliği hakkı verildi.

Böylece bu antlaşmaya katılan ülkeler, dövizlerini ABD doları üzerinden sabitlediler. Dolayısıyla her ülkenin Merkez Bankaları, kendi paralarıyla döviz alıp satabilmeye başladılar. Bu uygulama sonucunda, dünyanın rezerv para birimi, altın yerine ABD doları oldu.

Ülkeler, altın rezervi bulundurmak yerine, dolar bulundurur oldular. Eğer bir ülke, altın almak isterse, teorik olarak, elindeki dolar ile FED’den altın alabilecekti. Tıpkı, 1821 de İngiltere Merkez Bankasının yaptığı gibi oldu. O dönemde de teorik olarak insanlar poundlarını götürüp Merkez Bankasından altın alabileceklerdi. Ancak Bretton Woods’ta yapılan anlaşmanın farkı, daha başlangıçta uluslararası nitelikte olmasıdır. Bu nedenle ABD dolarının bu konumuna, temsili para demek daha doğrudur.

Ancak iyi niyetli düşüncelerle paranın istikrarsızlığını azaltacak, altına bağlılığın zorluklarını yenecek ve dalgalanmaları azaltacak diyerek kurulan sistem, uzun süre dayanamadı. Hem ABD, hem de diğer ülkeler sıkıntı yaşamaya başladılar. Sistemin başarılı olması için, ABD’nin dolar açığı vermesi gerekiyordu. Açık verilmesi ise, ABD’nin ekonomi politikasını ters yönde etkiliyordu. Sonunda, altının değeri artmaya başladı. Ama bu artış, resmiyete yansıyamadı. Sarraflarda geçerli oldu. Sarraflara bir ons altın götüren 35 dolardan daha fazla almaya başladı.

1968 ABD-Vietnam Savaşı, temsili para anlayışının çökmesine sebep oldu. ABD, savaş masraflarını ve dünya üzerindeki diğer jandarmalık harcamalarını karşılayabilmek için, dolar basmaya başladı. Dünya piyasalarında dolar bollaştı. Bu durum üzerine vurguncular devreye girdiler.

1971 de ABD, doların altına dönüştürülebilirliğini askıya aldı. Doların değeri düşmeye devam etti. Gelişmiş on ülke, dolardaki düşüşü engellemek için bir ons altının değerini 38 dolar olarak kabul etti. Ama düşüş durmadı. 1973 de, AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) ve Japonya, paralarını serbest dalgalanmaya bırakma kararı aldılar. Kısa süre içerisinde diğer sanayileşmiş ülkeler de aynı kararı aldılar.

Böylece kesin olarak itibari para sistemi başlamış oldu.

Bu sistem, tamamen hükümetlere güven üzerine yürümektedir. Hükümetlerin para üzerindeki yetkileri artmıştır. Hükümetler, hiçbir altın standardına bağlı kalmadan, para arzını istedikleri gibi daraltabilirler veya genişletebilirler.

Bu yeni anlayış, hemen her hükümetin işine gelmektedir. Bu sebeple değiştirmek istemezler. Çünkü acı reçetelere başvurarak halktan tepki almak yerine, para basarak halkı memnun edebilirler. Para basarak, istediklerine borç verebilirler ve böylece etkileri altına alabilirler.

Bu sistemin değişmesine sebep olabilecek tek şey, şimdilik, ekonomide sarsıcı boyutta oluşacak ve bütün dünyayı etkileyecek bir buhrandır. Ama günümüzdeki siyasetçi anlayışı devam ederse, dünya çapında oluşacak bir ekonomik buhranın sorumluluğunu kimse yüklenmeyebilir. Her ülkenin siyasetçisi, “bir bizde değil, bütün dünyada aynı durum var, bizim suçumuz yok, hattâ biz daha az hasarlıyız, dolayısıyla biz başarılıyız” diyebilir. Dolayısıyla 2008 ekonomik buhranından sonra tedbir alınmadığı gibi, yine gerekli önlemler alınmayabilir.

Umulur ki, bütün insanlık zarar görmeden ortak çözüm aranılır.

Ekonomi kategorisine gönderildi | İTİBARİ PARAYA GEÇİŞ SERÜVENİ için yorumlar kapalı

EKONOMİK BUHRANLARIN TETİKLEYİCİSİ, KAMU HARCAMALARI

EKONOMİK BUHRANLARIN TETİKLEYİCİSİ, KAMU HARCAMALARI

 

Başlıkla bağlantılı olarak yazdığımız bir “Ekonomik Buhranlarda Bankaların Etkisi” başlıklı makalemizde, bankaların krizleri tetikleyici rollerinden bahsetmiştik. Ayrıca, hayali değer yaratıcıların yani vurguncuların etkilerini de, çeşitli yazılarımızda dile getirmiştik.

Ekonomileri buhrana sürükleyen bir başka unsur, kamu borçlanmalarındaki kontrolsüzlüktür. Devleti yönetenlerin savurganlık şeklindeki harcamaları, sadece ekonomiyi etkilemekle kalmamaktadır. Devletlerin çöküşüne de sebep olmaktadır. Son iki bin yıllık dünya devletler tarihi incelendiğinde, bu durum daha iyi anlaşılacaktır.

Bilindiği gibi, son iki bin yılın ilk büyük devleti Roma İmparatorluğudur. Bu devlet, amatör denilen ruhla ve mümkün olan en az para harcanarak kurulmuştur. Buna karşılık, yıkılışının öncesinde geldiği durum kuruluşuyla zıttır. Kamu harcamaları çok artmıştır. Bu artış halkın faydasına olmayacak şekildedir. Savurganlık ölçüsünde olmuştur. Devleti yönetenler, dönemlerindeki yaşama nispetle çok lüks yaşamaya başlamışlardır. Devleti yönetenlerin bütün dünyaları, maviler ve yeşiller olarak ayrılan at arabası takımlarının taraftarlığı şeklinde gelişmiştir. Bu gurubun diğer bir büyük zevkleri, arenalardaki vahşice mücadeleler olmuştur.

İlginç olan, kamu harcamaları ve savurganlığın artması, devleti yönetenlerce, devletin gücünün bir göstergesi olarak görülmüştür. Kamu harcamalarına, görkemli binalara, devlet erkânının şatafatlı yaşamına bakıldığında, dışarıdan çok güçlü gibi görülen bu devlete son darbeyi vuranlar, tam ters bir konumda idiler.

Bilindiği gibi Batı Roma İmparatorluğunu yıkanlar Almanlar idi. Romanın son imparatoru Romulus Agustus-ki devletin kurucusunun ismini taşıyordu- Alman komutan Odoaker’i köylü diyerek küçümsüyordu. Aslında Agustus’un bu fikre sahip olmasının sebebi, bütün Roma Devleti ileri gelenlerinin aynı kanaati taşımasıdır. Romalı yöneticiler, Almanları (Germenler), medenileştirilemeyecek derecede cahil köylü olarak görüyorlardı. Bu sebeple de Avrupa’nın neredeyse her tarafına yayılmaya çalışmalarına rağmen, günümüzdeki Almanya’yı sınırlarına dâhil etmek için herhangi bir istekleri olmadı. Onlara göre cahil köylü olan Almanya’nın, tabii bir zenginliği de yoktu.

Dolayısıyla, bu bölgeyi fethetmek, başlarına bela almak anlamına geliyordu. Eğer fethederlerse, hem ikinci sınıf olarak gördükleri Almanlarla uğraşacaklar, hem de onları beslemek zorunda kalacaklardı. Bu nedenle fethi düşünmediler. Sadece Almanları yıldırmak için seferler düzenlediler.

Alman komutan Odoaker, Roma İmparatorluğunu yıktıktan sonra yerine kendisi oturarak devam ettiremedi. (Hâlbuki bilindiği gibi, Doğu Roma İmparatorluğunu yıkan Fatih Sultan Mehmet, kendisini aynı zamanda Doğu Roma İmparatoru olarak ilan etti. Bu anlayışının altını dolduracak alt yapıya ve millete sahip oldukları için de, küçülerek bir şehre kadar düşen Doğu Roma İmparatorluğunun benzerini, onlardan daha geniş sınırlara kadar büyüterek kurdular. 1492 de başlayan Keşiflerin mucize sonuçlarına rağmen, büyük devletlerini 465 yıl yaşattılar.) Cahil köylü olarak hakir görülen Almanlar ise, böyle bir başarıya yaklaşamadılar. Suçlamaları cevaplayamadılar.

Tek yaptıkları şey, devlete yeni bir isim vermek oldu. Devlete, Kutsal Germen İmparatorluğu adını verdiler. Ama bu imparatorluk, kâğıt üzerinde kaldı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu tam bir Alman devleti olarak saymazsak, 21inci yüz yıla gelinmesine rağmen Almanlar, Romalı yöneticileri haklı çıkarmak istercesine, imparatorluk şeklinde bir devleti tarih boyunca kuramadılar. Gerçek anlamıyla imparatorluk kurmak için, iki defa teşebbüs ettiler. Fakat imparatorluğu kurmak bir yana, çok seri bir şekilde ve daha geriye düştüler.

Roma İmparatorluğundan sonra kurulan bir başka büyük devlet, İslâm İmparatorluğudur. Bilindiği gibi Arapların çoğunluğu da köylü olarak bilinirlerdi. Fakat Araplar, İslâm ile müşerref olduktan sonra ruhen yükseldiler. Görgülerini geliştirdiler ve bilgilerini artırdılar. Böylece tarihlerinde ilk defa büyük bir imparatorluk kurdular. Kuruluşta en az para harcadılar. Sonrasında kamu harcamalarında savurganlık başladı. Bizans’tan aldıkları harem anlayışını abarttılar, tarihin en masraflı haremini oluşturdular. Diğer harcamaları da bunun gibi olunca, zayıfladılar. Maneviyat da zayıfladı. Sonunda İslâm’ın bayrağını taşıyamadılar. Türklere devrettiler. Kendileri de bir daha güçlü bir devlet kuracak konuma gelemediler. Yirminci yüz yılda sahip oldukları muazzam yer altı zenginlikleri bile, onları eski konumlarına doğru yöneltemedi. Çünkü zenginlikler, kamuda yaptıkları eski lüks harcama anlayışını geri getirdi.

İslâm İmparatorluğunun başına gelenlerin kamu harcamalarındaki savurganlık açısından benzeri Türklerin başına geldi. Türkler de, diğer imparatorluklarda olduğu gibi, az parayla büyük bir devlet kurdular. Ancak onlar da kamu harcamalarında savurganlığa başlayınca gerilediler. Daha sonrasında bu savurganlıklarını, aldıkları dış borçlarla yapmaya başlayınca, çöküş sürecine girdiler. Fakat maneviyatları fazla zedelenmediği için, yükselen Avrupa karşısında bile ayakta kaldılar. Maddeten perişan olmalarına rağmen, dönemlerinin tek bağımsız Müslüman Devletini kurdular.

Türklerin gerilediği dönemde, bir Avrupa devleti olan İngiltere yükselişe geçti. Birleşik Krallık, imparatorluk kurarken GSMH’sının yaklaşık %3ü gibi az bir para harcadı. Ama sonrasında onlar da memur sayısını artırdılar, lüks yaşama geçtiler ve kamu harcamalarında savurganlığa başladılar. Bu savurganlıkların tetiklediği kıskançlığın sonunda oluşan savaşlar, İngilizlerin zenginliğini önemli ölçüde geriletti. Liderliği ABD’ye kaptırdı. Zengin devletler sıralamasındaki düşüş devam ediyor.

Demek ki, kamu harcamalarındaki kontrolsüzlük ve savurganlık, ekonomik krizi tetikliyor. Fakat bazen savurganlık, bundan da öte bir önem taşıyor. Eğer devletlerin yöneticileri, bu savurganlıklarını hata olarak görmek yerine, güçlü olduklarının bir göstergesi olarak algılarlar ve kibre kapılırlarsa, devletlerinin çöküşlerine sebep olabiliyorlar.  Dünyada borçlu olmayan devlet yoktur. Borçlu bir devletin kamu harcamalarında savurgan olması, öncelikle kendi halkına ve devletine ihanet derecesinde hata içerisinde olmaktır. Sonrasında ise, devletin ekonomik büyüklüğünün dünya sıralamasındaki yeri arttıkça, bütün insanlığı tehlikeye atmak anlamındadır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

Ekonomi, Sosyal kategorisine gönderildi | EKONOMİK BUHRANLARIN TETİKLEYİCİSİ, KAMU HARCAMALARI için yorumlar kapalı

AMİRİN EMİRLERİNDE MEMURUN SORUMLULUĞU

AMİRİN EMİRLERİNDE MEMURUN SORUMLULUĞU

 

Sosyal düzenin düzgün işleyebilmesi, ancak, uygun bir hiyerarşi düzen kurmakla ve bu sisteme uyulmasıyla mümkün olur. Bu sebeple, amirlerinin verdiği emirlere keyfi olarak uymamak yanlıştır. Böyle bir keyfilik, aslında cezalandırılmayı hak eder, fakat şartlara göre geçici olarak affedilebilir.

Ancak amirinin verdiği emirleri uygularken, memurun da sorumlu olduğu hususlar vardır. Bu konular hakkında, önce tarihten örnekler vererek, durumu anlamaya çalışalım.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra ilk halife olan kişi, Hz. Ebubekir’dir. İlk Halife, seçildikten sonraki hutbesinde, halka mealen şöyle seslenir: “Doğru yolda ve Hak üzere olduğum sürece bana uyunuz, Haktan ayrılırsam, beni dinlemeniz gerekmez.”

İkinci olarak halife seçilen Hz. Ömer de, ilk hutbesinde şöyle sorar: “Ben Allah’ın yolundan çıkarsam ne yaparsınız?” Bu soru üzerine cemaatten bir sahabe, elini kılıcının kabzasına atar ve “seni bu kılıcımla doğrulturum” der. Hz. Ömer bu cevaba sevinir ve böyle sahabeler olduğu için ağlamaklı bir şekilde Allah’a şükreder.

Hz. Ömer, sadece kendi emirleriyle ile ilgili olarak böyle bir şey yapmakla kalmaz. Divanı Mezalim adı altında mahkemeler kurar. Bu mahkemeler, halkı dinlerler. Eğer halk, bazı valilerin ve memurların, Allah’ın emirlerine aykırı davrandıklarını kanıtlarlarsa, bu mahkemeler o valileri ve memurları cezalandırır.

İslâm’daki bu anlayışın, elbette bazı sebepleri vardır. Ana hedef, huzurlu bir toplumsal düzeni sağlamaktır. Yukarıda bahsedilen uygulama, bir gurubun veya ferdin, toplum üzerindeki tahakkümünü ve istibdadını engellemeye yöneliktir. İslâm, hür düşünen ve sorgulayan bir toplum ister. Böyle bir toplum, şahsiyetli insanlar yetiştirerek oluşturulabilir. Şahsiyetli insanlar da, hür bir ortamda yetişebilir.

Peki, bu hususta Kur’an ne diyor? Nisa Suresi 4/59: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.”

Yüce Yaradan, Kendisine ve peygamberine itaat edilmesini istiyor. Ancak ayette, itaat edilmesi gereken üçüncü bir gurubu da söylüyor. Bu gurubu, “sizden olan emir sahipleri” olarak tanımlıyor. “Sizden olan” sözünden, bizimle aynı partiden veya aynı kurumdan olan kişinin kastedilmediği açıktır. Ayetin başlangıcındaki ifadelere göre, emirlerine uyacağımız şahıslar, Allah ve Resulünün yolunda giden ulul emir sahipleri olan idarecilerdir.

Emirleri uygulamakla yükümlü olan memurlar, aldıkları emri irdelemekle yükümlüdürler. Uyguladıkları emirleri “biz bu emrin Yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarına aykırı olduğunu bilmiyorduk” deme hakları yoktur. Çünkü Allah, insanları bilmedikleri bir şeyin ardınca gitmemeleri için uyarıyor. İsra Suresi 17/36: “Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar. “

Demek ki, körü körüne itaat etmek yanlıştır.

Bazı durumlarda memurlar, “verilen emrin insanlığın aleyhine olacak bir sonuç doğuracağını bilmiyordum” diyebilirler. Böyle bir savunma, belki ilk seferinde kabul edilebilir. Ancak bilhassa, önemli mevkilerde bulunan memurlar için, emrin sonuçlarının kötü etkisinin şiddetine göre, bu savunma, ilk uygulamada da geçersizdir. Sadece alt kademelerdeki memurlar için, affedici olabilir. Ama onlar için de, aynı durumun tekrarlanması halinde suç memurun olur.

Bazı durumlarda amirler, emri verdikten sonra emirlerinin beğenilmediğini anladıklarında, “sizin bilmediğiniz şeyler var” diyebilir. Bu durumla ilk defa karşılaşan memur, eğer kendisi bütün olay hakkında yeterli bilgiye sahip değilse, verilen emri uygulamalıdır. Ancak konunun sonrasını ciddiyetle takip etmelidir. İncelemesi sonucunda, eğer amirini haklı bulur ise, verilecek sonraki emirleri de gönül rahatlığıyla uygulayabilir. Eğer amiri haksız ise, sonraki emirleri uygulaması yanlıştır. “Bilmediği şeyler” denilenlerin belgesini istemelidir. Kişinin bu isteği, kendisinin zararına sonuç doğurabilir. Hattâ ölümüne sebep olabilir.

Yüce Yaradan böyle durumlarda, anlaşmazlığa düştüğümüz emirler ve uygulamalar hususunda, Nisa Suresi 59uncu ayette bize yol gösteriyor. Anlaşmazlığa düştüğümüz konuyu, Allah’a ve Resulüne arz etmemizi öğütlüyor. Allah’ın resulü aramızda olmadığına göre bize düşen, konuyu Yüce Yaradan’a arz etmektir. Biz içten gelen bir inançla durumu Ona arz edersek, Allah, bize bir çıkış yolu gösterecektir. Fakat Allah’a arz etmez isek veya “lâf olsun diye” arz eder ve emri uygularsak, suça biz de ortak oluruz.

Allah, aşağıdaki ayetinde de, amir ve memur ayrımı yapmadan hepimize yol göstermektedir.

Nisa Suresi 4/58: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”

Demek ki her insan, emanetleri ehline vermekle yükümlüdür. Aynı zamanda, davranışlarında ve uygulamalarında adaletli olmaktan sorumludur. Yüce Yaradan’ın bu emirleri, ister amir isterse memur olsun, her insan için geçerlidir.

Ayetin sonunda Yüce Yaradan, “her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla gören” olduğunu vurgulayarak, insanlardan değil, Kendisinden çekinmemizi öğütlemektedir.

O halde, emir verirken de, aldığımız bir emri uygularken de, “her şeyi hakkıyla işiten ve hakkıyla gören” Yüce Yaradan’ın, bizim hakkımızda ne düşüneceğini hesaplamalıyız.

Allah’ım, Hak ve Adaletten ayrılan emirler vermememiz veya bizlere verilen bu yöndeki emirleri uygulamamız için, bizlere irade gücü ver, mücadele azmi ver.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AMİRİN EMİRLERİNDE MEMURUN SORUMLULUĞU için yorumlar kapalı

AHİRETTE MAĞFİRET (BAĞIŞLANMA) KONUSU ÜZERİNE

AHİRETTE MAĞFİRET (BAĞIŞLANMA) KONUSU ÜZERİNE

 

Bütün Semavi Dinlerde ahirette mağfiret konusu tartışmalıdır. Her ümmette, kendi peygamberinin, onlar için mağfiret dileyeceğine inanlar çoğunluktadır. Hz. İbrahim ve öncesinde yaşayan ümmetler hakkında net bilgilerimiz yok. Bu sebeple onlar hakkında fikir yürütmemiz yanlış olur. Biz günümüzde taraftarları yaşayan ümmetleri ele alacağız. Diğerleri ile ilgili olarak da Kur’an’da verilen bilgilere başvuracağız.

Bu sitede daha önce yayınladığımız “Şefaat Konusu Üzerine” başlıklı makalemizde konu ile ilgili bilgileri Kur’an ayetlerinden örneklerle verdik. Hz. Nuh’un tufan sırasında kendi oğlu için dua etmesine rağmen kabul edilmediğini aktardık. Nuh Suresi 26ıncı ayette bildirildiği gibi Hz. Nuh’un  “Yeryüzünde kâfirlerden bir tek kişi bırakma.” Talebi üzerine, Yüce Yaradan, Tufan oluşturdu. Yani Hz. Nuh’a verdiği değeri gösterdi. Ancak böylesine değer verdiği elçisinin oğlu için yaptığı talebi geri çevirdi. Hz. Nuh’un eşi de Tufan sırasında ölenlerden oldu.

Hz. İbrahim de, Yüce Yaradan’ın çok değer verdiği elçilerindendir. Nitekim bu durum Kur’an’da açıkça ifade edilir. Hz. İbrahim, Allah nezdindeki bu değerli konumuna rağmen, babası için mağfiret dilerken şu ifadeyi kullanmıştır. Mümtehine Suresi 4: “…Yalnız İbrahim’in babasına: “Senin için mağfiret dileyeceğim, fakat senin için Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi (önlemeye) gücüm yetmez.”

Tevbe Suresi 9/114. “İbrahim’in babası için istiğfar etmesi de sırf ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Böyle iken onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıklanınca o işten vazgeçti. Şüphesiz ki İbrahim, çok bağrı yanık, çok halim birisi idi.”

Kur’an’daki bu açıklamaların ortak tarafı, her ikisinde de, mağfiret edilmesi istenilen kişilerin Yüce Yaradan’ın varlığını reddeden insanlar olmasıdır. Demek ki, Allah’ı inkâr edenler için bağışlanmaları istense bile, kesinlikle reddedilecektir.

Peki, Yüce Yaradan’ın varlığını kabul edenler için durum nedir? Bu konuda fikir yürütebilmek için yaşayan ümmetlerin anlayışlarını incelemeye çalışacağız.

Hz. Musa’nın ümmeti, peygamberlerinin kendileri için mağfiret dileyeceğini düşünür. Hattâ daha şimdiden mağfiret edildiklerine inanırlar. Onların bu inancının, Kur’an’ın indiği dönemlerde de var olduğuna, bu konuyu Kur’an’ın bize aktarmasından anlıyoruz.

Araf Suresi 7/169: “Derken kitabı (Tevrat’ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, şu alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah’a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

Ayetten anlaşılan o ki, Kutsal Kitapta mağfiret edileceği ifade edilmemiş. Sonraki nesiller içerisinden bir gurup, Tevrat’ı değiştirerek kendilerince uygun olan düşüncelerini Kitaba eklemişler. Kitaba kendilerinin mutlaka bağışlanacağını yazmışlar. Onlardan sonra gelen nesiller de, insanların kendi elleriyle yazdıkları bu fikirleri, işlerine geldiği için, benimsemişler. Sonraki nesiller, kendilerinin “seçilmiş kavim” olduklarına da inandıkları için, bağışlanacaklarına kesin gözüyle bakmışlar.

Bu anlayışın tamamen yanlış olduğunu ayetin devamında bahsedilenlerden anlıyoruz.

Hz. İsa’nın ümmetinin anlayışında da benzer ifadeler vardır. Bilindiği gibi, İnciller sonradan yazılmıştır. İncilleri yazanların dayandığı kaynakların veya destanların çoğu Yahudi anlatımlarıdır. En çok alınan kaynak, Yahudi asıllı ve koyu bir muhafazakâr Yahudi olan Aziz Pavlus’a aittir. Dolayısıyla İncillerdeki anlatımlar, Yahudilerin kendi yazdıkları Tevrat’taki ifadelerle benzeşmektedir. Nitekim Matta İncili için genel kanaat, “Yunan giysisi içerisinde, etiyle, kemiğiyle, ruhiyle Yahudi olduğu, Yahudi kokusunu ve Yahudilik simgesini taşıdığı” şeklindedir.

İncillerdeki anlatımlara göre, Hz. İsa yaşarken Baba dediği Rabbinden, ümmeti için mağfiret dilemiştir. Yaşarken bile insanlar için şefaatçi olmuştur. Ancak Yuhanna İnciline göre, Hz. İsa bununla da yetinmemiştir. Onikiler ile birlikte yediği son yemekte söylediği iddia edilen sözlerine göre, kendisi, Babasının yanına gittikten sonra, insanlara şefaatçi olması için bir başkasının gönderilmesini isteyecektir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, Hıristiyanlar için şefaat istenmesi durumu süreklilik arzetmektedir.

Demek ki, Hıristiyan anlayışında da şefaat ve mağfiret edilme, bağışlanma anlayışı vardır. Günah çıkarma ayinleri de bu anlayışın göstergelerindendir.

Hz. Muhammed’in ümmetinin şefaat konusundaki anlayışını, “Şefaat Konusu Üzerine” başlıklı yazımızda ifade etmiştik. Müslümanların içerisinden de, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) şefaat edeceği ve kalbinde iman kırıntısı olanların cennete gireceğine inanan büyük bir kesim vardır.

Yüce Yaradan’ın sözleri evrenseldir ve zamanla sınırlı değildir. Bu nedenle Araf Suresi 169uncu ayetin devamındaki anlatım, geçmiş, yaşayan ve gelecekteki bütün insanlar için geçerlidir.

Ayetin devamında Yüce Yaradan, “bize nasılsa mağfiret edilecek diyerek” dünya malının peşine düşenleri uyarıyor. Dünyanın alçak malını almamızı kınıyor. Ayetin devamından anladığımız kadarıyla “alçak dünya malı” sözüyle kastedilen, rüşvet ve benzeri yollarla elde ettiğimiz, hakkımız olmayan kazançlardır.

Ayette, bizlerden Kitabı okuyup öğrenmemiz istenilmektedir. Kitapta anlatıldığı gibi, bizler için ahiret yurdunun, dünyadaki alçak mallardan, daha hayırlı olduğunu anlayarak aklımızı başımıza almamız istenilmektedir.

Demek ki bütün ümmetler, Kutsal Kitaplarını okuyup anlamakla yükümlüdürler. Allah’a karşı haktan başka bir şey söylememelidirler. Alçak, yani haksız elde edilen dünya malının peşine düşüp, “nasıl olsa biz bağışlanacağız”  diye düşünmemelidirler.

Kutsal Kitapların anlatımları, Kur’an’a uygun ise geçerlidir. Bu durum aşağıdaki ayette net bir şekilde ifade edilmiştir.

Enam Suresi 92. ayetle: “İşte bu da bizim indirdiğimiz bir kitap! Feyzi ve bereketi dünyayı tutacak, evvelki kitapları bu tasdik etmedikçe, muteber sayılmayacak…..” diyerek hakem kitabın Kur’an olduğunu vurguluyor.

Kur’an bizlere nasıl davranmamız konusunda sürekli yol göstermektedir. Konumuzla ilgili olan iki ayeti almamız yeterli olacaktır.

Yusuf Suresi 12/87. ayet: “…Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin; çünkü Allah’ın rahmetinden inkâra sapanlar topluluğundan başkası umudunu kesmez.”

Maide Suresi 5/95: “…Allah geçmiştekileri affetmiştir. Fakat kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah, mutlak güç sahibidir, (kötülere karşı) intikam sahibidir.

Yüce Yaradan, bizler, büyük günahlardan sakındığımız takdirde, küçük günahlarımızı affedeceğini ifade etmektedir. Günahları affedecek olan ve sevapları verecek olan yalnız ve yalnız Allah’tır. Başkaları, bilhassa peygamberler, elbette insanlar için Yüce Yaradan’dan bağışlanmalarını dileyeceklerdir. Ancak bu talepleri kabul edip etmemek sadece ve sadece Allah’ın uhdesindedir.

Dini, YAŞAM kategorisine gönderildi | AHİRETTE MAĞFİRET (BAĞIŞLANMA) KONUSU ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İNSANIN İÇİNDE HEM EVLİYALIK HEM EŞKIYALIK VARDIR

İNSANIN İÇİNDE HEM EVLİYALIK HEM EŞKIYALIK VARDIR

 

Bu konuda Tin Suresi şu bilgileri verir:

95/3: Ve bu güvenli beldeye andolsun ki,

  1. Biz insanı en güzel biçimde yarattık.
  2. Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına attık.
  3. Ancak iman edip iyi işler yapanlar başka; onlar için devamlı bir mükâfat vardır.

Surenin dördüncü ayetinde, insanın en güzel biçimde yaratıldığını ifade ederken, hem görünüş olarak hem de mecazi anlamdaki yaratılıştan bahsedildiğini düşünüyoruz.

İnsan, sadece dış görünüş olarak bile düşünülebilecek en güzel şekillerdendir. Bedeninin dıştan görünüş olarak bile şekli, ölçüleri, fonksiyonelliği açısından mükemmeldir. Sima olarak ise, en güzel biçimdedir. Bütün sanatçılar bir araya gelseler, farklı bir sima tasarlamaları mümkün olabilir. Fakat güzellik açısından, mevcut simamızdan daha güzel olacağını iddia etmek çok zordur. Fonksiyonel olması bakımından ise, daha işlevli ve güzel bir sima tasarlamak mümkün değildir.

Ayette bahsedilen insandaki güzelliği, mecazi açıdan ele alalım. İç dünyamız açısından bakılınca, Yüce Yaradan’ın insanlara verdiği akıl, vicdan, irade gibi özellikler ve duygular tahayyül dahi edilemeyecek güzelliktedir. İnsana verilen özgürlük ise, oluşturulabilecek en güzel niteliktir.

Peki, insan her yönden en güzel bir şekilde yaratıldığına göre, surenin beşinci ayetini nasıl anlamalıyız? İnsanın “aşağıların aşağısına” atılmasından kastedilen nedir? Bu sorulara farklı cevaplar verecekler olabilir. Ama bütün cevapların ortak kanaati, insana verilen “nefis”tir. Eğer insanlar nefislerinin esiri olurlarsa, her türlü davranışı sergileyebilirler. Başkalarına her çeşit zararı verebilirler. Dolayısıyla, hareketleri insanlık dışı da olsa, çekinmeden yapabilirler. Böylece “aşağıların aşağısına” düşebilirler.

Surenin altıncı ayeti, iman edip iyi işler yapanlara mükâfat verileceğini ifade ediyor. Demek ki insan, iman eder ve nefsinin isteklerine direnerek iyi işler yaparsa, “en güzel biçimde” yaratılmanın gereğini yerine getirmiş olur.

Yukarıdaki sureden anlaşıldığına göre, insanın içerisinde, sanki birbirine zıt düşünen iki ayrı merkez var. Merkezin biri bize, açgözlülüğü, kibirliliği, kıskançlığı, yalancılığı, bencilliği, öfkeyi vs. öğütlüyor. Diğeri ise, sevgiyi, cömertliği, paylaşmayı, alçak gönüllülüğü, dostluğu, yardım severliği, merhameti, dostluğu vs. tavsiye ediyor. Yani bir merkez eşkıyalığa, diğer merkez evliyalığa yönlendiriyor

Bu iki merkezden hangisinin etkili olacağı, şartlara göre değişkenlik arzediyor. Normal şartlarda, o şahsın bizzat kendisi karar veriyor. Kendi özgür kararıyla seçimini yapıyor. Karşılaştığı zorluklara karşı sabırlı davranarak evliyalığa yönelebildiği gibi, hırslı hareket ederek eşkıya olabiliyor. Fakat insanlar, her zaman hür iradeleriyle hareket edemeyebiliyorlar. Günlük yaşamlarında bile, çeşitli sebeplerle baskı altında olabiliyorlar.

Bazen, topluluk içerisinde iken, içinde bulunduğu topluluğun anlayışı ve ruh hali etkili oluyor. Dolayısıyla kendi başına iken vereceği karardan farklı davranabiliyor. Bazen, üyesi olduğu gurubun etkisi oluyor. Gurubun genel anlayışının haricinde hareket etmek bir yana, çoğu zaman, farklı bir fikir bile beyan edemiyor. Bazen, savaş gibi uç örneklerde olduğu gibi, insan, normal zamandakinden farklı davranışlar sergileyebiliyor. Geçmiş davranışlarıyla benzeşmeyen kararlar alabiliyor.

İşte, bizim bu sitedeki yazılarımızın birçoğunun amacı, konumuzla ilgili olarak insanlara yardımcı olmaktır. Bizim gayemiz, insanın içerisindeki evliyalık özelliklerini öne çıkarabilmesi için, onlara yol göstermektir. Evliyalık hasletlerini harekete geçirmesine yardımcı olmaktır. Aslında bu yol göstermeleri Yüce Yaradan her devirde yapıyor. Bize düşen ilave davranış, insanlar için güzel örnekler oluşturmaktır.

Eğer bir insan, içerisindeki evliyalık yönünü öne çıkarmak için harekete geçer ve güzel işler yapmaya başlarsa, Yüce Yaradan, o kişiye yardımcı olacağını beyan etmektedir. Bu beyan sadece kitap sayfalarında kalmamaktadır. Yaşadıklarımızdan anladığımız kadarıyla, kendiliğinden harekete geçerek güzelliklere yönelen her insana, Allah yardımcı olmaktadır. Çevremize bu gözle baktığımızda, bu durumun her insan için geçerli olduğunu görürüz.

Eğer bir insan, içerisindeki eşkıyalığı öne çıkararak hareket eder ve masum insanlara zarar verirse, Yüce Yaradan, o şahsı cezalandıracağını beyan ediyor. Yine çevremizdeki gelişmeleri yakından izlediğimizde görürüz ki, Allah, böyle davrananlara bu dünyada da ceza vermektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz mükâfat ve ceza hususlarında bu sitedeki yazılarımızda yeterince örnekler verdiğimizden, burada vermeyeceğiz.

Unutmayalım ki, insanın içerisindeki evliyalık ile eşkıyalık arasında ince bir çizgi vardır. İnançsız veya inancı zayıf bir insan evliya gibi davranırken birden eşkıya gibi hareket etmeye başlayabilir. Dolayısıyla aradaki bu sınırı daha güvenli hale getirmek için, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolları, mümkün olduğunca, içselleştirelim. Kızgın anlarımızda, Allah’ın varlığını düşünerek sabretmeye çalışalım.

Aradaki çizgiyi kalınlaştırmanın bir yolu da, karşımızdakini eşkıya gibi davranmaya zorlayacak işler yapmamamızdır. Bizler karşı tarafı cahil yerine koyarak, kendimizi çok zeki gibi görerek onları aldatmaya devam ettikçe ve sömürdükçe, aradaki çizgi her an aşılabilir. Bizim davranışlarımız neticesinde karşı taraf, evliyalıktan eşkıyalığa geçerse, aslında kabahat bizim olur. Çünkü karşı taraf, bizim, masum insanlara daha fazla zarar vermemizi önlemek için harekete geçmiş olur. Eğer karşı taraf, sadece bizim hatamızı cezalandırmakla kalmayarak, masum insanlara da zarar verir ve kendi şahsi menfaati doğrultusunda davranırsa, bu defa kabahatin bir kısmı ona da yazılır.

Demek ki bizler, hem kendimiz için hem de karşımızdakiler için, içimizdeki evliyalık ile eşkıyalık arasındaki sınırı güvenli hale getirmekle yükümlüyüz. Bu sorumluluk, bilhassa yönetim kademesindeki insanlar için daha çok geçerlidir.

Allah’ım, bizlere, güzel örnekler oluşturabilmemiz için sabır ve sebat ver.

Bizler güzel davrandıkça, lütfunu ve rahmetini bizlerden esirgeme Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANIN İÇİNDE HEM EVLİYALIK HEM EŞKIYALIK VARDIR için yorumlar kapalı

AHİRET DÜŞÜNCESİ OLMAZSA, İNSAN HAYATI FACİAYA DÖNÜŞÜR

AHİRET DÜŞÜNCESİ OLMAZSA, İNSAN HAYATI FACİAYA DÖNÜŞÜR

 

Yüce Yaradan, kulları olan insanları başıboş bırakmamıştır. Hz. Âdem’den itibaren, insanlara yardımcı olmak için sürekli peygamberler görevlendirmiştir. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar kaç peygamberin geldiği bilinmemektedir. Fakat Müslüman âlimlerin tahminleri 124.000 civarında olduğu şeklindedir.

Demek ki, Allah, insanlara, kendi akıllarıyla bilemeyecekleri hususlarda da yardımcı olmuştur. İnsanların, akıllarını kullanarak ulaşamayacağı hususlardan en birisi, ahiret hayatı konusudur. İnsanlar bu konuda bazı fikirler yürütebilirler, ama gerçeğe ulaşma ihtimalleri çok azdır.

Bilindiği gibi Budizm ve Hinduizm, insanların akıl, vicdan ve iradelerini kullanarak oluşturdukları bir dini öğretidir. Bu öğretilerde, insanları güzel işlere yönlendirmek için, doğum ve ölümün çevrimli olduğu iddia edilmiştir. Her insanın geçmişte başka hayatlar yaşadığı ve gelecekte de başka vücutlarda dünyaya doğacağına inanılmıştır. Öğretinin sistemi, bu anlayış üzerine bina edilmiştir.

Bu öğreti dinleri hakkında bildiklerimizi çok kısa olarak paylaşarak, konuyu izah etmeye çalışalım. Budizm’deki hedef Nirvana’ya (Nibbana) ulaşmaktır. Doğum ve ölüm çevrimli olduğundan, öldükten bir sonraki doğumundaki hayatının kalitesini belirleyecek olan şey, mevcut yaşamındaki davranışlarındır. Bu hayatında nefsinin peşinde koşmuş isen, bir sonraki hayatında cezalandırılmış olarak bir hayat süreceksin. Eğer nefsine hâkim olur, güzel işler yaparsan, bir sonraki hayatında bunun sefasını süreceksin, huzurlu bir hayatın olacak. Ama asıl mutluluğu ve huzuru bulacağın hayat Nirvana olarak tanımlanmıştır. Nirvana her insanın ulaşmak isteyeceği en mutlu ve en huzurlu hayattır. Nirvana ile doğum son bulmaktadır. Bir daha dünyaya geliş olmayacaktır.

Doğum ve ölüm çevrimli olmakla birlikte, sayısı belli değildir. Dolayısıyla belki de, mevcut yaşadığın hayat Nirvana’dan önceki son hayattır. O halde, Nirvana’ya, yani en mutlu ve huzurlu hayata ulaşmak için, son şansını kullanıyor olabilirsin. Bu şansını iyi değerlendir. Nefsine hâkim ol. Güzel işler yap. Nirvana’ya kavuş.

Bu anlayış, Yüce Yaradan’ın bizlere aktardığı, doğum, ölüm konusu ve ahiret anlayışı ile uyuşmamaktadır. Fakat insanları, nefsine hâkim olarak güzel işlere yöneltme açısından temel mantık konusunda uyuşmaktadır. Hem Buda’nın kendi fikriyle ulaştığı anlayışta hem de Allah’ın bize aktardığı sistemde, sebep ve sonuç ilişkisi benzemektedir. Her iki halde de, mevcut yaşamında iyi şeyler yaparsan mükâfatlandırılacaksın, kötü işler yaparsan cezalandırılacaksın.

Hinduizm de benzer anlayışlar üzerine oluşturulmuştur. Hinduizm anlayışında insanlar, evrenin düzeni içerisinde belirli bir yer işgal ederler. İşgal ettikleri yerlere “kast” denilir ve dört ayrı kast vardır. Kast, aslında bizim anladığımız anlamda “sınıf” demektir. Mevcut yaşam içerisinde, bir sınıftan diğerine geçiş yapılamaz. “Dharma” adı verilen komik düzen içerisinde uyumlu yaşayan her insan, bir sonraki doğuşunda bir üst sınıfta hayat sürecektir. Eğer mevcut yaşamında konumuna itiraz eder, düzeni bozmaya çalışırsa, bir sonraki hayatında bir alt basamaktaki yaşama düşer. Eğer en zaten mevcut halde en alt basamaktaki kastta ise, dünyaya bir hayvanın vücudunda gelir.

Dolayısıyla, mevcut yaşamdaki konumuna sabretmek gerekir. Düzeni bozmamak ve sınıfına itiraz etmemek gerekir. Uyumlu yaşarsa, bir sonraki yaşamında bir üst sınıfa geçecektir. Hinduizm’deki en üst kast, mevcut yaşamında zaten her şeyin hâkimi olduğundan, dünyada cenneti yaşıyor gibidir. Yani Budizm’deki gibi, bu dünyada çile çekip, Nirvana’ya ulaşmaya çabalamaya gerek yoktur.

Hinduizm’deki en üst sınıfın, alttakileri boyundurukları altında tutabilmeleri için buldukları yöntem, ahiret anlayışıyla benzeşmektedir. Alt kasttakiler emirlere uyarlarsa mükâfatlandırılacaklar, emirlere karşı gelirlerse, cezalandırılacaklardır.

Şimdi biz kendi içimizden düşünelim. Eğer ahiret hayatı olmasaydı, insanlığın hali nasıl olurdu diyerek fikir yürütelim. Ahiret fikri olmasa idi, meydan zalimlere kalırdı. Dünyadaki mücadele, zalimler arasındaki güç savaşı halinde geçerdi. Güçleri az olanlar birleşerek, güçlü zalimlere karşı savaşırlardı. Ancak savaşlarda sıkça taraf değiştirmeler olurdu. Çünkü tek amaç, kendini kurtarmak olurdu. Güçsüz insanlar için dünya bir cehenneme dönerdi. Ama zalimler için de, benzer şekilde cehennem olurdu. Her zalim insan veya gurup, nereden geleceği belli olmayan ve her an olabilecek saldırı beklemekten, onlardan önce davranmak için çabalamaktan dolayı hayatını yaşayamazdı.

Bizim çok kısa olarak aktardığımız bu fikir yürütmenin çok daha fazlasını okuyucuların yapacağına inanıyorum. Okuyucularımızı, iki milyon yıldan eski tarihlerde var oldukları düşünülen Sapiens’ler konusuyla bağlantı kuracak şekilde fikir yürütmeye çağırıyoruz. Bilindiği gibi Sapiensler, aklı olan varlıklardır. Ama onlarda ahiret fikri olmadığı düşünülmektedir. Nitekim Kur’an’da Yüce Yaradan “Ben halefimi yaratacağım” deyince melekler itiraz etmişlerdir.

Bakara Suresi 30: Bir zamanlar Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. (Melekler): “A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz” dediler. (Rabb’in): “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” dedi.

Meleklerin itirazlarından anlaşılan, daha eski devirlerde yaşayan Sapiens’ler kan döküp bozgunculuk yapmışlardır. İlk peygamber Hz.Âdem olduğuna göre, muhtemelen 30 çeşit diye anlatılan Sapiensler, yok olmuşlardır. Kuvvetle ihtimal, bunlarda ahiret fikri oluşmamıştır. Dolayısıyla bunların bir kısmı birbirlerini yok etmişlerdir. Bir kısmını ekolojik şartlar yok etmiştir.

Sapiensler konusunda fikir yürüten bazı bilim insanları, en son olarak 70 bin yıl önce başlayan Homo Sapienslerin varlığından bahsederler. Homo Sapiens, “akıllı insan” anlamındadır. Bilim insanların iddialarına göre, onlar da eskiden yaşayan Sapienslere benzemektedir. Tek farkları olarak, besin zincirinde yukarıya fırlamalarını ifade ederler.

Muhtemelen Melekler de, tam olarak bilim insanlarının iddia ettikleri gibi olmasa da, akıllı varlıkların yaşadıklarını bildiklerinden ve onların yaşam hikâyelerinden etkilendiklerinden itiraz etmişlerdir. Aslında bu itiraz, bizim anladığımız şekliyle değil, serzeniş şeklindedir.

Yüce Yaradan, peygamberleri aracılığıyla ahiret fikrini bizlere aktarınca, durum değişmiştir. Bazı insanlar, zalimlere karşı hak ve adalet mücadelesi yapmışlardır. Ahiret hayatındaki Cennete kavuşmak isteyenler, bu hedeften aldıkları cesaretle ciddi mücadeleler vermişlerdir. Böylece insanlık, birbirini yok etmeden günümüze kadar ulaşmıştır.

Ahiret hayatının bir başka anlamı daha vardır. Ahiret hayatında, bu dünyadan mazlum olarak gidenlerin intikamı alınacak ve zalimler ahirette cezalandırılacaktır. Eğer bu inanç olmasaydı, mazlumlar da yaşadıkları hayattan bıkarlar ve bazı zalimlerle birleşerek, onlar da zalimleşirlerdi. Böylece dünya yaşanmaz hale gelirdi. Ama böyle olmadı, güçsüz olan mazlumlar sabrettiler.

Yukarıda bahsettiğimiz fikirlerimizin bir kısmıyla bağlantılı olduğu için, bu sitede daha önce “Tito’dan Tarihi İtiraflar” başlığı altında verdiğimiz, Tito’nun sözlerinin bir kısmını tekrar hatırlayalım:

“Ben öldükten sonra toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükâfat yoksa benim yaptığım mücadelenin değeri nedir söyleyin bana? Ha yoldaşlarım kalbine gömülecekmişim veya alkışlanacakmışım neye yarar?

Mazlumca gidenlerle, zalimce gidenlerin hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını alamadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlarla yaptığımız eza ve zulümler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette…

Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı… Yoksa insan teselliyi neren bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı…”

 

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | AHİRET DÜŞÜNCESİ OLMAZSA, İNSAN HAYATI FACİAYA DÖNÜŞÜR için yorumlar kapalı