TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Bu makaleyi yazmamızın sebebi, Türkiye’de son dönemlerde hükümete yakın gurupların yaptıkları bazı garip uygulamalara kızarak, Türklerin, Araplaştığı şeklinde bir anlayışın oluşmaya başlamasıdır. Amacımız, tarihi inceleyerek, böyle bir iddianın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunu irdelemektir.

Gerek Türklerin ve gerekse Arapların büyük çoğunluğunun aynı anlayışlarda olmaları mümkün değildir. Bu sebeple biz burada sadece, devletler olarak yaptıkları uygulamaları esas alarak, daha baskın olan anlayışları ele alacağız. Ayrıca, mutasavvıflarının ve âlimlerinin dini yorumlamaları arasındaki farkları da kısaca inceleyeceğiz. Tasavvuf anlayışları arasındaki farklara da kısaca değineceğiz.

Öncelikle, Türklerin ne zaman ve hangi süreçler sonrasında Müslüman olduklarını dikkate almak gerekir. Türklerin Müslümanlıkla ilk tanışmaları Arap Hilafet Ordusunda köle ve paralı askerlik şeklinde 674 yılından itibaren başlamıştır. Bu askerlerin bazılarının komutanlıklara kadar yükselmiş olmalarına ve Hilafet Ordusunda etkili olmalarına rağmen, Türklerin Müslümanlığa geçişlerinde hemen hiç tesiri olmamıştır denilebilir. Bu durumu, Karahanlı Türk Devleti hükümdarı Saltuk Buğra’nın iki yüz bin çadırıyla birlikte 944 yılı gibi çok geç bir tarihte Müslümanlığa geçmesiyle anlıyoruz. (İlk Müslüman Türk devleti, İdil (Kama) Bulgar Türk Devletidir. Ancak onlar Karadeniz’in kuzeyinde kaldıklarından, Türk dünyasının Müslümanlığa geçişinde fazla bir etkileri olmadı.)

Gerek Karahanlı Türk Devletinin ve gerekse Gazneli Türk Devletinin Müslüman oluşunda, Araplarla devlet olarak çatışma ve temas yok gibidir. Müslüman bir devletle ilk temas eden Karahanlı Hükümdarı Musa Baytaş’tır. Güneye doğru inen Karahanlılar, 999 yılında Samanoğulları Devletini yıkarak İran bölgesine giriş yapmışlar ve bölgenin 1926 yılına kadar hâkim sakini olmuşlardır. Dolayısıyla, Türklerin Müslümanlarla iç içe yaşamaları Farslarla olmuştur.

Bu makalemizin konusu, Türklerin ve Arapların Müslümanlık anlayışı olduğundan, Türklerin İslâmiyet’e girişlerinden sonra, İslâm âleminde oluşturdukları etkileri ve gelişmeleri başka yazılarımızda ele alacağız.

Türklerin tarihteki uygulamalarına bakıldığında, yeni gittikleri yerlerdeki diğer dinlere mensup olanlara hoşgörülü davrandıklarını görmekteyiz. Araplar da, başlangıçta gittikleri bölgelerde sadece yöneticileri cezalandırmışlar, halka hoşgörülü davranmışlardır. Ama sonrasında, Türkler diğer halkları Müslüman olmaya zorlamazken, Araplar bölge halklarını Müslüman olmaya zorlamışlardır. İnsanları Müslüman olmaya zorlamak, tek olan Tanrı’nın peygamberine bile yasakladığı bir husus olup, Kur’an’ın ruhuna ve anlatımına aykırıdır.

Türkler yeni gittikleri yerlerdeki insanların dinlerine karışmadıkları gibi, onları Türkleştirmeye de çalışmamışlardır. Araplar ise, yeni gittikleri yerlerdeki halkı Müslümanlığa zorladıkları için, bunun sonucunda aynı halkın Araplaşması olayı, zaman içerisinde kendiliğinden gerçekleşmiştir. Asurlular, Babilliler, Firavunların Mısır’ı, Kartacalılar ve diğerleri bugün kendilerini Arap olarak görmektedirler. Kur’an, Hucurat Suresi 49/13’te “…birbirinizle tanışmanız için sizleri kavimlere ve kabilelere ayırdık…” denilmesi, Türklerin uygulamalarının, Yüce Yaradan’ın isteklerine uygun olduğu anlaşılmaktadır.

Türkler, Müslüman olduktan sonra da, farklı soylara mensup insanları yönetici yapmaya devam etmişlerdir. Araplar ise, Emeviler devrinde hemen hiçbir yabancıyı yönetici yapmamışlardır. Abbasiler döneminde ise, bazı mecburiyetler dışında, yabancıları yönetici yapmamışlardır. Görüldüğü gibi Türklerin uygulamaları, Yüce Yaradan’ın, “emaneti ehline veriniz” emrine uygun bir davranıştır.

Türklerde, Hz. Peygamber sevgisi hep önde olmuştur. Halen de aynen geçerlidir. Bu durumun belirgin bir uygulaması, namazlarda kılınan Hz. Peygamberin sünneti rekâtlardır. Bu uygulama Araplarda yoktur.  Müslüman Türklerin, Araplar için “kavmi necip” demelerinin bütün sebebi, Hz. Peygamberin, Arapların içerisinden çıkmasıdır. Yoksa Arapları üstün gördükleri için değildir. Hâlbuki Türklerin, Ermeniler için “milleti sadıka” demeleri, Ermenilere karşı besledikleri sevgidendir. (Türklerdeki bu ince insanlığı göremeyen bazı Arapların ve Ermenilerin büyük hatalar yaptıkları, sonradan söyledikleri itiraflarından anlaşılmaktadır.)

Arapların ilk fetihlerinde, peygamberin kendi soylarından olmasının etkisi açıkça görülür. Bu durum Araplara ayrı bir güç kaynağı olmuştur. Ancak, fetihler bitip, zevk ve sefaya düşerek birbirleriyle uğraşmaya başladıktan sonra, peygamber konusunu geri plana itmişlerdir. Günümüzde Araplardaki Hz. Peygamber sevgisinin, Türklerinkinden daha önde olduğunu söylemek mümkün değildir. Türklerin bu sevgileri, Ali İmran Suresi 3/31: De ki, “siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” ayetine uygundur.

Türkler, Müslümanlığı, devlet dini haline getirmemişlerdir. Dini, kişisel bir kavram olarak görmüşlerdir. Günümüz Türkiye’sinde Arap Müslümanlığı yaptıkları iddia edilen bazı tarikatların, devlet kurumlarında etkin olmaya çalışmalarının sebebi, dini, kendi anlayışları doğrultusunda devlet dini haline getirmektir.

Arapların, dini, kişisel bir algı olarak görmeyip, devlet dini haline getirdikleri, herkesi Müslüman yapmaya ve Müslüman olanlardan da, kendileri ile aynı anlayışta olmayanlara baskı yapmalarından anlaşılmaktadır. Bu hususta Kur’an bize ışık  tutmaktadır.  Bakara Suresi 2.272: “Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dileyeni yola getirir. Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz içindir…”. Demek ki, dini, devlet dini gibi görmek Kur’an’a aykırıdır.

Türklerdeki, ulema Müslümanlığı ile halk Müslümanlığı, birbirinden bazı hususlarda ayrılmıştır. Bunun bariz örneği, türbe geleneğidir. Türklerdeki halk Müslümanlığında, türbelerin özel bir yeri vardır. Türbe dediğimiz velilerin mezarları saygıyla ziyaret edilir. Bedeninin mezarda yattığı düşünülen veli kişiden, o andaki dertlerinin çözümü için yardım istenilir. Bu durum Türklerin ilk Müslüman olmaya başladıkları dönemlerden itibaren günümüze kadar geçerliliğini korumuştur. Araplar ise, Müslümanlıkta mezar anlayışının olmadığını düşünürler. Belki de bu sebeple, velilerin kabirlerini ziyaret hususu Türklere göre çok az sayıdadır. Endülüs doğumlu bir Arap olan İbni Arabi’nin, Şam’daki (Dımaşk) mezarını bulup türbe haline getiren, Yavuz Sultan Selim ve şeyhülislam Kemal Paşazadedir (İbni Kemal).

Kabir konusu İslâmiyet’te var mıdır diye bakalım. Tövbe Suresi 84: “Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabrinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.”

Önceki ayetlere bakıldığında bu ayet, münafıklar için ne yapılması gerektiğini anlatıyor. Münafıklardan biri ölürse, namazını kılma deniyor. Demek ki, bir Müslüman ölünce, önce onun namazı kılınacak. Sonra defnedilecek. Defnedileceğini de “münafıkların kabrinin başında durma” emrinden anlıyoruz. Demek ki, münafık da olsalar kabir olacak. Ayet münafıklara kabir yapın, ama Müslümanlara yapmayın demiyor. Aksine kabrinin başına gidip durma denildiğine göre, Müslümanlardan vefat edenlerin kabirlerinin başına gidip durulacak demektir. Başında durulacak bir kabrin en azından baş taşı ile belirlenmesi gerekir.

Bu konuda Türk halkının hatası, Tanrı’dan isteyeceği şeyleri, türbelerde sadece bedeni bulunan insanlardan istemesidir. Arapların hatası, İslâm’da kabir yoktur demeleridir.

Türklerdeki Müslümanlık anlayışı, yaşadıkları bölgelere göre bazı farklılıklar gösterir. En azından Anadolu’daki Türkler olarak incelediğimizde, Erzurum’daki, Bursa’daki ve Üsküp’teki Müslümanlık anlayış ve uygulamaları farklılık arz eder. Bursa, bilhassa 16ıncı yüzyılda, uluslararası bir hüviyete girmiş ve bir süre çeşitli halkların etkili bir şekilde yaşadığı bir şehir olmuştur. Ama Erzurum ve Üsküp arasındaki bariz fark, Erzurum’da sadece Müslümanların, Üsküp’te ise farklı dinlere mensup insanların, uzun süre bir arada yaşamasıdır.

Araplarda ise, İspanya’daki Endülüs Devletinde biraz farklı anlayış vardı. Ancak onlar da yıkıldıktan sonra, farklı uygulamalar görülmedi. Fikir olarak ise, Mutezile taraftarlarının etkin oldukları dönemde bazı farklılıklar oluştu. Ancak, Mutezile taraftarları sert bir şekilde bastırıldıktan sonra, tek düze bir fikri yapıya dönüştü denilebilir. Şii Fatımilerin bile, Abbasilerle egemenlik mücadeleleri hariç tutulursa, yukarıda bahsettiğimiz uygulamalar açısından çok farklı olduklarını söylemek zordur.

Türklerin Müslümanlık anlayışında, akıl ve vahiy birbirinin zıttı ve rakibi olarak düşünülmemiştir. Farabi, İmamı Azam Ebu Hanife, Maturidi, İbni Sina, Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi Veli, Aşık Paşa, İsmail Hakkı Bursevi, hattâ Mevlâna Celaleddini Rumi gibi din ulularında bu durum görülebilir.

Araplarda ise, Mutezilenin aklı çok öne çıkardığı iddiasına karşı, aklı dışlayan fikirler etkili olmaya başlamıştır. Sonraları ise, aklı dışlamakla kalınmamış, vahiyleri de sessizce saf dışı bırakabilmek için, Hz. Peygamber adına hadisler uydurulmuştur. Bu uydurma hadisler sadece Arapları değil, giderek Türklerin de bir kısmını etkilemiş ve Kur’an’ın özünden uzaklaşılmaya başlanmıştır.

Akıl, vahiy ve iman konularında bu sitede yayınladığımız “Akıl Vahiy Dayanışması” ve “Akıl İman İlişkisi” başlıklı makalelerimizde fikirlerimizi ifade ettik. Burada söylenebilecek şey, akıl ve vahiy dayanışmasının, insanları huzura götüren en uygun yol olduğudur.

Türkler, cennete girebilmek için, salih amel işlemeye, ibadete göre öncelik vermişlerdir. Bu durum Türklerin yapılarıyla uyuşmaktadır. Türklerin Müslümanlığı Bakara Suresinin 177inci ayetindeki tanıma uygundur. Araplarda ise, bol bol nafile ibadetler ve riyazatlarla cennete girmeyi hedeflemek daha yaygındır.

Ancak İmam Gazali’den sonra, Orta Doğu bölgesine yakın Türklerin bu anlayışlarında değişiklik olmuştur. İbadetler ve dualar, cennete girmekte daha öncelikli hale gelmiştir. Bu duruma rağmen Türklerdeki tasavvuf anlayışı, sadece zühtçü (ibadet ve riyazat ağırlıklı) bir algılama değildir. Türklerin tasavvuf anlayışlarında; salih amel, ahlâk, ilâhi aşk ve züht anlayışı harmanlanmış gibidir. Araplarda ise, zühtçü tasavvuf anlayışı daha baskındır.

Diğer taraftan ilâhi aşk konusunda bazı yanlış anlaşılmalara vesile olacak gelişmeler olmuştur. Önce Hallacı Mansur, sonra İbni Arabi “vahdeti vücud” derken, kendilerini derinlere sürüklemişler ve böylece, bazı insanların, Tanrı’yı insanlaştırmasına, insanı da Tanrılaştırmasına vesile olmak durumuna düşmüşlerdir.

Tek olan Tanrı, hepimizin yaratıcısıdır. Yarattığı kullarına rahmet etmeyi Kendi üzerine yazdığını Enam Suresi 12inci ayetinde bahsetmektedir. Bizler, bizi yaratmayan ama dünyaya gelmemize vesile olan babamızla arkadaş gibi dertleşip, sıkıntılarımızı açıkça anlatıp yardım isteyebiliriz. Ama sınırı aşıp laubali olursak, babamız bize yardımcı olmak istese bile, istediği gibi bir faydasının olması mümkün değildir. Ayrıca bizim hayat dersinde başarısız olmamıza sebep olur.

İşte, biz de yaratıcımız olan Yüce Yaradan ile bir dostumuzla dertleşir gibi konuşabiliriz. Ama sınırı aşıp laubali olarak, eşitmişiz gibi davranmamalıyız. Tek olan Tanrı karşısında bir hiç olduğumuzu, ama Onun yolunda ve Onunla dertleşir gibi yürürsek, bir insan olarak da çok güçlü olduğumuzu unutmamalıyız.

İsmail Hakkı Bursevi’ye göre, Yüce Yaradan’ın halifesi olmanın sırrı, yaratılış özelliklerindedir.

“Allah insanı Kendi zatının sıfatlarının suretinde hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.”

Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın vekil yöneticisi olma gayretinde olmalıyız. Bu sebeple, Türklerin bir bölümünün tasavvuf anlayışlarındaki gibi; iyi işler yapma, ahlâklı davranma, ilâhi aşkı yüreğinde hissetme ve gönülden ibadet etme gibi anlayışları harmanlamalıyız. Böyle yapmamız,  bizim, hem dünyada yaşarken cenneti, hem de ebedi hayat olan ahiretteki cenneti yaşamamıza vesile olacaktır inancındayım.

Sosyal kategorisine gönderildi | TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DÜNYA MİTOLOJİ VE ANLAYIŞLARI BENZERLİKLERİ

DÜNYA MİTOLOJİLERİNDEKİ BENZERLİKLERİN ANLAMLARI ÜZRİNE

 

Bu anlamda bir yazı yazmak istememizin sebebi, insanların yapılarının bütün yeryüzünde benzer olduğunu düşünmemizdir. Gerek tarihi bilgilerden, gerek yazılı ve sözlü destanlardan, gerek kutsal kitaplarda anlatılanlardan yürüdüğümüz zaman bu kanaate varmaktayız. Bu kanaatimiz, günlük yaşamımızda karşılaştığımız olaylar, duyduklarımız ve izlediklerimizle birleştirilince, daha bir kesinlik kazanmaktadır.

Ben de bu kanaatimden dolayı, uzun yıllardır kendi küçük şirketimin bünyesindekilerle Türkiye’deki olaylar arasında karşılaştırma yaparak şöyle bir sonuca varmıştım: “Bizim küçük firmamızdaki çalışanların anlayışları, olaylara bakışları ne ise, Türkiye’deki anlayış da neredeyse aynıdır.” Diğer ülke insanlarıyla temasımız arttıkça bu fikrimizin alanını genişleterek şöyle söylemeye başladık: “Bizim küçük firmamızdaki anlayış ile Türkiye’deki benzer, dünyadaki anlayış da çok küçük bir farkla aynı.”

Bu fikrimize bazı itirazlar olur. Bilhassa Türkiye’deki ekonomik, siyasi ve hukuki uygulamalarla, maddeten gelişmiş ülkelerdekiler arasındaki görünür bariz farklardan dolayı fikrimiz yanlış bulunur. Böyle düşünülmesinin sebebi, insanların, konuları incelerken görünüşe bakmalarıdır. Eğer insanları, psikologlar gibi daha derinden incelersek, benzerliği daha kolay görebiliriz.

Her insanda, nefis yani benlik duygusu vardır. Nefsinin isteklerine uyma hususu çoğu insanda farklıdır. Yani bir insan için değişen, sadece evliyalık ile eşkıyalık arasındaki yeridir. Her insan, kendi aklını beğenir. Dolayısıyla akıllar eşittir. Konu menfaati olunca, her insan kendini daha akıllı olarak görür.

Bizim küçük firmamızdaki personel arasında da, nefislerine uyma konusunda çeşitlilik vardır. Kimisi aldığı maaşını hak etmeye kendiliğinden gayret eder. Kimisi, sadece vakit doldurmaya bakar ve çalışırmış gibi yapar. Kimisi işini yaparken kendisine tarif edilen veya yazılı verilen şekilde yapar. Kimisi, kendisine verilene uymaz, kendi kafasına göre yapar, ama sorulduğunda, “filan kişi söyledi” diyerek suçu üzerinden atmaya çalışır. Kimisi, kendisinden fazla maaş alanları kıskanır. Kimisi, kendisinin en çok çalıştığını düşünür ve diğerlerini beğenmez. Kimisi, kendisi olmasa firmanın başarısız olacağını ve hattâ batacağını düşünür. Sonuçta, personel ile tek tek ayrı ortamlarda konuşulduğunda, hemen her personel diğerlerini şikâyet eder.

Firmamızın müşterileri arasında da benzer yapı vardır. Hattâ, aynı tür imalatı yapan diğer firmalarla bizim aramızda da, rakiplerimizin olmadığı ortamlarda konuşurken,  benzer sohbetler olur.

Yani, bizim firmamızdaki anlayışlar ve bakışlar ne ise, Türkiye’de de, dünyada da aynısı vardır. Dışarıdan baktığımızda, insanların davranışlarını değiştiren ve baskılayan unsur, kuralların uygulanmasının gücü ve toplumsal baskıdır.

İnsanların, anlatılanlara inanma meyilleri de benzerdir. Günümüzde mantıklı düşünüldüğünde anlamsız görülen destanlar için, tarihin derinliklerinde kaldı diye düşünürüz. Ama günümüzdeki bazı hususları incelediğimizde böyle olmadığını anlamakta gecikmeyiz.

Meselâ, Müslüman ülkelerde halen, dünyanın, öküzün boynuzu üzerinde durduğuna, Hıristiyan ülkelerde ise, dünyanın, kaplumbağanın üzerinde durduğuna inananlar var. Hemen her ülkede dini tarikatlar vardır. Bu tarikatların çoğunda yapılan ayinler, davranışlar, anlatılanlar, tarikat başkanına karşı gösterilen tavırlar, mantık çerçevesinde değerlendirilince, insanların inanma meyillerinin tarihten beri değişmediği anlaşılır. Hemen her ülkede siyasi partilerin ve spor kulübü taraftarlarının olayları değerlendirişine baktığımızda, en azından, belgeli tarih ile aynı olduğunu görürüz. Roma İmparatorluğu dönemindeki araba yarışlarında maviler ve yeşiller arasındaki taraftarlık neye dayanıyorsa, günümüzde her ülkede görülen ezeli rekabetin temeli aynı değil diyebilir miyiz? Siyaset konusunda bundan 2300 yıl önce söylenen “siyasetçilerin söylediklerine inanarak birbirinizi kırmayın, yoksa dostsuz kalırsınız ama onlar, keyiflerine bakmaya insanları yalanlarıyla kandırmaya devam ederler” sözü bugün için de geçerli değil midir?

Destanlara inanma meyilleri sadece halk için değil, devletler için de geçerli olduğunu, bazı gelişmelerden anlıyoruz. 1974 yılında Türkiye’nin Kıbrıs harekâtı sırasında ele geçirdikleri bir Yunan askeri birlik flamasında, Aya Yorgi’nin, yani Saint Georges’in at üzerindeyken ejderhayı öldürürken ki resmi bulunmaktadır. Anadolu ve Balkanlardaki Hıristiyanlarca aziz olarak bilinen Aya Yorgi’nin, halen kurtarıcı olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Hâlbuki Aya Yorgi, gerçekten yaşayıp yaşamadığı hususunda, tarihçilerin fikir birliğine varamadığı bir şahıstır.

İlginç olan, Anadolu’ya gelen Türklerin de Aya Yorgi’yi “Bozatlı Hızır İlyas” olarak kabul etmeleridir. Bu bakışları nedeniyle Türkler, Aya Yorgi efsanelerini kendi velilerine uyarlamışlardır. Hattâ bazen aziz ve veliler iç içe girmişlerdir. Hem Hıristiyanlar hem de Müslüman Türkler, aynı kişinin mezarını saygıyla ziyaretgâh edinmişlerdir. Ziyarete giden Hıristiyanlar, orada kabri bulunan şahsı, “görünürde Müslüman, ama içten Hıristiyan” olarak telâkki etmişlerdir. Müslüman Türkler de aynı kabri ziyaret ederken orada yatan kişinin “görünürde Hıristiyan, ama içten Müslüman” olduğunu düşünmüşlerdir.

Bu örneklerden anlaşılan o ki, insanların inançları arasında benzerlikler vardır.

Şimdi de daha eski dönemlerdeki mitolojilere bakalım. Dünyadaki milletlerin mitolojilerini yakından incelediğimizde aralarında benzerlikler olduğunu görmekteyiz. Ancak biz bu yazımızda onlardan bahsetmeyeceğiz. Bizim ele almak istediğimiz konu, günümüzde tek Tanrılı sistemi düşünmeyen milletlerin mitolojileriyle, tek Tanrılı sistemin benzerlikleri olacak.

Önce Hint mitolojilerine bakalım. Hint yarımadası çok büyük olduğundan çok sayıda mitoloji vardır. Biz bunlardan daha yaygın olanını buraya aldık.

Ele aldığımız Hint mitolojisinde zaman kavramı olarak “kalpa” kelimesi geçer. Bir Kalpa, insan zamanına göre, 8,64 trilyon yıldır. Brahma (Tanrı) zamanına göre ise, bir gündüz ve bir gecedir. (Kur’an’da bahsedilen Mearic Suresi 70/4: “Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde Ona çıkar.” sözünde de, insanların zamanı ile tek olan Tanrı’nın indindeki zaman arasındaki fark olduğu anlaşılıyor.) Hint mitolojisine göre, her Kalpa’nın sonunda yaratılanlar yok edilir. Her yıkımı yeni bir yaratılış izler. (Bu anlayış, tek Tanrılı dinlerdeki kıyamet ve yeniden dirilme anlatımı ile benzeşmiyor mu?) Hint mitolojisi, bu yaratılış döngüsünü; Brahma, Vişnu, Şiva üçlemesiyle anlatır. Brahma yaratılışı başlatır, Vişnu devam ettirir, Şiva (tek Tanrılı dinlerdeki şeytan) ise, yaratılışa tekrar imkân sağlayan yok edicidir.

Şimdide Çin mitolojisinden birini ele alalım. Bir çiftçi, gök gürültüsünü yakalar ve hapseder. Ona su vermez ki büyümesin ve fırtına oluşturmasın. Ama bir işi için gittiğinde iki çocuğu (Fu ve Xi) su verirler. Gök gürültüsü serbest kalır ve çocuklara diş verir. Dişten su kabak çıkar, büyür. Çiftçi döndüğünde durumu anlar. Fırtınanın geleceğini düşünür. Demirden gemi yapmaya başlar. Fırtına başlayınca, çiftçi gemiye, iki çocuğu su kabağının içine girerler. Sular gemiyi cennete kadar yükseltir. Çiftçi cennetin kapısına vurur. Cennettekiler kızarlar ve altından suyu çekerler. Gemi de kabak da dünyaya düşer. Gemi parçalanır, çiftçi ölür. Kabak yumuşakça iniş yaptığından çocuklar kurtulur. Ama dünyada sadece iki kardeşi kalmış olur. Bu kardeşlere bundan sonra Fu Xi kardeşler ismi verilir. İkisi evlenir ve kız kardeşi hamile kalır, bir et parçası doğurur. Et parçasını küçük parçalara ayırırlar. Fakat esen bir rüzgâr, et parçalarını etrafa dağıtır. Bu et parçalarından da insanlar oluşur.

Bu Çin mitolojisindeki anlatım ile kutsal kitaplardaki anlatım arasında benzerlik dikkati çekiyor.

Devletleri yöneten hakanlar, krallar, sultanlar, tarih boyunca, kendilerini Tanrı’nın (ister tek olan Tanrı, isterse göğün oğlu veya güneşin oğlu olsun) temsilcisi olarak görmüşler ve göstermişlerdir.  Arada Firavun gibi, kendini tanrı zannedenler de çıkmıştır, günümüzde de çıkmaktadır.

Demek ki, insanların yapıları aynı olduğundan ve tek Tanrı’nın gönderdiği elçilerin anlattıklarının bir kısmı kulaklarda kaldığından, mitolojiler ve destanlar arasında benzerlikler oluşmuş. O halde günümüzdeki dini ve fikri farklılıkları azaltabilmek için eski destanların ve mitolojilerin benzerliklerinden yararlanmak faydalı olabilir. Çünkü günümüzde de insanların yapıları aynıdır. Dolayısıyla birbirimizle ilişkilerimizde, bizi birbirimize düşüren görünür bilgilerden daha çok, insanlık olarak ortak anlayış ve duygularımız üzerinden yürümekte fayda var.

Sosyal kategorisine gönderildi | DÜNYA MİTOLOJİ VE ANLAYIŞLARI BENZERLİKLERİ için yorumlar kapalı

İLK MÜSLÜMANLARIN FETİHLERİ ÜZERİNE

İLK MÜSLÜMANLARIN FETİHLERİ ÜZERİNE

 

Hz. Muhammed döneminden önce, Arabistan yarımadasında, Yemen’deki krallık dışında devlet yoktu. Hendek Savaşı için Mekkeli müşriklerin topladıkları 10.000 kişilik ordu, yarımadada o güne kadar görülen en büyük ordu idi. Demek ki, Arabistan halkında savaş tecrübesi çok yetersizdi. Yarımadanın kuzeyinde ise, Arap Yarımadasındaki bu ortamla karşılaştırılınca, o devrin iki süper gücü olarak değerlendirilebilecek Doğu Roma İmparatorluğu ve Sasani Devleti vardı.

Bölgenin büyük kısmı çöl idi. Dolayısıyla verimli arazileri çok az olduğundan, gelirlerinin çoğunluğunu ticaretten elde ediyorlardı. En büyük şehir olan Mekke’nin geliri, Kâbe’deki putlar için gelen ziyaretçilerdi. Bu ziyaret döneminde kurulan panayırların, Mekkelilerin gelirlerinde önemi büyüktü. Ortada bir devlet otoritesi olmadığından, kabileler arasındaki ihtilâflar, küçük çaplı savaşlara sebep oluyordu. Küçük de olsa bu savaşların, bilhassa Kâbe’nin ziyaret edildiği dönemde ticarete engel olmaması için, kabileler arasında savaşılmayan aylar anlayışı ihdas edilmişti.

İşte böylesine elverişsiz ortamın insanları, İslâmiyet’le şereflendikten sonra, çok kısa sürede büyük askeri başarılar elde ettiler. Sasani Devletini tamamen yıktılar. Roma İmparatorluğunun hâkim olduğu yerlerin, bir kısmını ele geçirdiler. Tarihte o döneme göre görülmemiş bir başarı elde ettiler.

İlk Müslümanların fetihler yaparak hızla yayılmalarının, zahiri olarak birkaç sebebi vardır. Biri, gerek Sasani Devletinin ve gerekse Bizans Devletinin güçlerinin tam o dönemde zayıflamış olmasıdır. Arabistan’da, Hz. Peygamberin Medine’ye göç etmesiyle, Müslümanlığın tutunmaya çalıştığı dönemde, önce Sasanilerin Bizans’a saldırıp ağır bir yenilgi vermesiyle başlayan ve Bizans ile Sasani Devleti arasında 15 yıl sürecek ve Bizans’ın Sasanileri yendiği zorlu mücadeleler oluyordu.

Bu ortam Kur’an’da Rum Suresinin başlangıcında şöyle ifade edilmiştir:

30/2,3,4,5: Rumlar, yakın bir yerde yenilgiye uğratıldılar. Onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Önce de, sonra da emir Allah’ındır. O gün Allah’ın (Rumlara) zafer vermesiyle müminler sevinecektir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir. Allah, (onlara zafer konusunda) bir vaatte bulunmuştur. Allah, vaadinden dönmez. Fakat insanların çoğu bilmezler.

Yukarıdaki ayetlerden anlaşılan odur ki, Yüce Yaradan, Müslümanların fetihlerde bulunabilmesi için şartları hazırlamıştır. Ayette geçen “Allah’ın Rumlara zafer vermesiyle müminler sevinecektir” sözü, gerçekleşmiştir. Nitekim o dönemde Arapların ortamına göre iki süper güç olan bu devletler, 15 yıl boyunca birbirlerinin güçlerini kırdılar. Bu durum, I. Ve II. Dünya Savaşının sonundaki ortama benzetilebilir.

İşte Müslümanların, Sasaniler üzerine ilk seferlerine başladıklarında, Sasanilerin merkezi hükümeti iyice zayıflamış, valiler kendi başlarına hareket etmeye başlamış, sanki derebeylikler gibi feodal krallıklara ayrılarak güç parçalanması oluşmuştu. Hem mecburen konulan ağır vergilerin, hem de merkezi hükümetin çok zayıflamasının, Arap fetihlerinin gerçekleşmesinde ciddi etkisi olmuştur. Nitekim fetihler için uygun olan bu parçalanmışlık hali, yalnızca Sasani bölgesinde değil, Bizans’ın hâkimiyetindeki Güney ve Doğu Anadolu’da oluştu. Zaten, Mısır ve Afrika’nın kuzey bölgesinde de benzer şartlar vardı.

Fetihlerdeki bir diğer sebep, ilk Müslümanlardaki heyecanı oluşturan en etkili anlayış olan, Allah’ın adını yayma gayretidir. Müslümanların bir kısmı, canlarını hiçe sayarak yaptıkları bu mücadelelerin sonucunda, şehit veya gazi olarak, Yüce Yaradan’ın Cennetine girmeyi hedeflemişlerdir.

Fetihlerin hızlı olmasındaki bir başka neden, Arapların, Müslümanlığı, tıpkı Yahudiler gibi, kendilerine ait bir din olarak görmeleridir. Bu anlayışları, yani Arapların, İslâmiyet’i, kendi içlerinden çıkmış bir din olarak sahiplenmeleri sonucu, Müslümanlığı, millileşmek gibi bir konuma getirmelerine vesile olmuştur. Bu anlayış, Arap kabilelerindeki soy üstünlüğü arayışıyla birleşince, Arap önderlerine ayrı bir güç vermiştir.

Bu fikre ulaşmamızda, Sıffın Savaşlarının sebepleri etkili olmuştur. Bu savaşlarda, Müslümanlık öncesindeki Araplardaki gerçek ortamın, soy üstünlüğü tartışmaları şeklinde olmasının etkisi görülür. Muaviye’nin, Hz. Ali yaptığı mücadelelerin arkasında yatan sebebin, sadece Allah’ın şanını yüceltme çabasının olmadığı artık bilinmektedir. Muaviye’nin mücadelesini tetikleyen asıl unsurun, kendi kabilesini üstün kılma anlayışı olduğu hususu reddedilemeyecek kadar açıktır. Yoksa Yüce Yaradan’ın şanını, Hz. Ali’nin yapacağından daha çok yücelteceğini düşünmek safdillik olur.

Müslüman Arapların hızlı yayılmalarının bir diğer sebebi, gittikleri yerlerdeki uygulamalarıdır. Müslüman yöneticiler, fethettikleri yeni yerlerde, halka karşı değil, halkı ezen guruplarla mücadele etmişlerdir. Köylüleri değil, köylüleri ezen derebeyi anlayışındaki önderleri cezalandırmayı hedeflemişlerdir. Halkı sömüren papazları ve Kilise mensuplarını saf dışı etmişlerdir. Elbette olaylar tamamen böyle gelişmemiştir. Ancak, bu yönde bir gayret gösterildiği açıktır.

Gittikleri yerlerdeki halka, mümkün olduğunca az eziyet etmeye çalışmışlar, onlarla askeri anlamda savaşmamaya gayret etmişlerdir. Bu sebeple fakir halk, Müslümanları kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Mısır ve ilerisindeki Kuzey Afrika’daki ilerlemelerinde güçlü direnişlerle karşılaşmamışlardır. Aynı durum bugünkü Anadolu’nun sınırlarına kadar yaptıkları fetihler için de geçerli olmuştur. Roma İmparatorluğunun yöneticilerinin, bölge halklarını insan yerine koymayan davranışları, halkların Müslümanları kurtarıcı görmelerinde etkili olmuştur. Sasani Devletinin topraklarının fethi için aynı şeyi söylemek biraz zordur. Nitekim İran’ın ilk fethi sırasında yerli halkta başlayan burukluk, günümüze kadar sürmüştür.

Ancak ilk Müslümanların, fethettikleri yerlerdeki halkların desteğini almaya yönelik bu uygulamaları, ilk dört halifeden sonra değişmeye başlamıştır. Muaviye ile başlayan Emevi sülâlesi döneminde halka eziyet etmeye başlanmış ve Arap olmayan Müslümanları dışlamaya çalışmışlardır. Emevi hanedanı, bu yanlışlarının faturasını ağır ödemişlerdir. O dönemde Müslümanların heyecanı ile fethedilen yerlerden gelen ganimetlerle, Emevi Sülalesi yönetimindeki devlet zenginlemiştir. Bu zenginliğe ve Müslüman olmanın halklarda oluşturduğu heyecana rağmen, 90 yıl sonra bir ayaklanma sonucu yıkılmışlardır. Hâlbuki o döneme bakıldığında, yeni kurulan ve sürekli fetihler yaparak zenginleyen bir devletin yönetici sülalesinin iktidarlarının ortalama süresi 300 yıldan fazladır.

Selçuklu Türklerinin Anadolu’yu fetihlerinde de, bazı sebepler etkili olmuştur. Müslümanlığı yeni kabul eden Selçuklular, daha önce Müslüman olmuş Karahanlı Türkleri ve Gazneli Türk Devleti arasında sıkışıp kalmışlardır. Yüzlerini mecburen Batıya çeviren Selçuklular, 1040’ta Dandanakan Savaşında Gaznelileri yenerek ilerlemeye başlamışlardır. 1078 yılında, Bizans’tan aldıkları İznik’i başkent yapacak kadar hızla ilerlemişlerdir. Bu başarının bir sebebi, heyecanlarıdır. Bir diğer nedeni, askeri anlayışlarıdır.

Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, 1055 yılında Bağdat’a gelerek, Abbasi Halifesini, Şii Büveyhlilerin elinden kurtarmıştır. Bu hadise ve kısa sürede gelişen Selçuklu fetihleri, Müslüman yönetimlerin anlayışında yeni bir devrim oluşturmuştur. Türkler, Müslüman devlet yönetimlerinin giderek askeri hüviyet kazanmalarına sebep olmuşlardır. Bu yapı, Müslüman Türklerin fetihlerinde çok önemli bir etkeni oluşturmuştur. Aslında Türklerin bu anlayışları, Abbasiler döneminde anlaşılmıştı. Bizans bölgesindeki fetihlerde ve iç isyanların bastırılmasında, Abbasi ordusundaki Türk komutanların ve askerlerin etkisi büyük olmuştu.

Türkler de, Müslüman Arapların fetihlerinin ilk başlangıcında gittikleri yerlerdeki uygulamaların benzerlerini yapmışlardır. Böylece, Bizans Devletinin ve Bizans tekfurlarının ezdiği halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmışlardır. Bölge halkı tarafından desteklendiklerinin bir göstergesi, meşhur Haçlı Seferlerine rağmen Anadolu’da tutunabilmiş olmalarıdır. Bu tutunmayı, İran’da hâkim olan Büyük Selçuklu Devletinden herhangi bir destek güç almadan, kendi başlarına başarmışlardır.

Nitekim Selçukluların, güçlü Haçlı ordularına rağmen Anadolu’da tutundukları bu dönem, ana kol olan bugünkü İran’daki Büyük Selçukludan ayrılarak, sadece Anadolu Selçuklu devleti şeklinde tek başlarına ve daha güçsüz kaldıkları devirdir. Hattâ tek başına Anadolu Selçuklu Devleti değil, Sivas dolaylarında güçlü bir Danişmendliler Beyliğinin de olduğu bir ortam mevcut idi. Yani, Anadolu’daki Türklerde iki başlılık vardı. Ayrıca, pek dikkat çekmeyen bir başka olumsuzluk daha vardı. Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu’daki boyların kendi bölgeleri olan İran’a geri gelmelerini istemiyordu. Çünkü Anadolu’ya geçen beyleri ve boyları, evin haşarı çocuğu gibi görüyorlardı. Geri gelirlerse, evin düzenini bozacaklarından korkuyorlardı.

İşte, ana koldan ayrı ve tek başlarına olmalarına ve ana kol tarafından istenilmemelerine rağmen, güçlü Haçlı Seferleri karşısında başlangıçta biraz gerilediler. Ama bölgeyi terk etmediler. Bir süre sonra tekrar ilerliyerek kaybettikleri yerleri geri aldılar. Bizans İmparatorunun son bir gayretle kurduğu büyük orduyu, 1176’da Miryakefalon’da yenen II. Kılıçaslan, Malatya başpiskoposuna yazdığı mektupta, savaşı onun duaları sayesinde kazandığını söylemiştir. Bu mektup, Türklerin, fetihler sırasındaki hoşgörülü ve adaletli uygulamalarını göstermek açısından tek başına yeterlidir.

Peki, ilk Müslümanların önemli bir bölümü, baş döndürücü bir hızla fetih yapacak ve gittikleri bölgelerde kalıcı olacak bu anlayışa nasıl sahip olmuşlardı? Bunun nedenlerinden en önemlisi, onların, Yüce Yaradan’ı gerçek anlamda kavramalarıdır. Tabiri caizse, tek olan Tanrı’yı “bulmuş” olmalarıdır. Allah’ın varlığına ve yüceliğine kalpten inanan bu insanların, ibadetlere verdikleri anlamlar da günümüzden farklı olmuştur.

Fetih zihniyetini içselleştirmiş bir Müslümanın, namaz ibadetine bakışı, günümüzdeki çoğunluğun bakışından farklıdır. İlk Müslümanların çoğuna göre namaz, Yüce Yaradan’a olan bağlılığın bir simgesi idi. Onlar, insanın kendi kendine yetmediğinin farkına varmışlardı. Allah karşısında bir hiç olduklarını, namaz ibadeti sırasında daha çok hissediyorlardı. İlk Müslümanlar, yüklendikleri sorumluluğun da farkında idiler. Namaz onlar için, bu sorumluluklarını yerine getirebilmek amacıyla, Yüce Yaradan’dan yardım isteme vasıtasıydı. Yapacakları mücadelenin üstün enerji gücünü, kıldıkları namaz sırasında Allah’tan almaya çalışıyorlardı. Namaz onların çoğu için, nefislerinin arzuladığı şan, şöhret, servet gibi nimetleri feda edip, tevazu sahibi olmaya hazır olduklarını anladıkları bir an idi.

Bu güzel insanlar için, orucun da anlamı farklıydı. İlk Müslümanların çoğuna göre oruç, Allah’ın çağrısına kendilerini hazırlama vesilesi idi. Oruç sayesinde, kendilerine, yani nefislerine karşı hâkim olmayı öğrenmeye çalışmışlardır. Kendilerine hâkim olmayı başardıktan sonra, yukarıda bahsettiğimiz uygulamaları yapmak onlar için, sıradan bir tutum olmuştur.

Bizlere örnek olacak işler yapan bu Müslümanların, zekât ibadetine bakışları da değişik idi. Zekât onlar için, ekonomiyi, manevi hayatla bütünleştirmeye yarayan bir ibadet idi. Böylece insanlarla kaynaşabiliyorlar ve zekât verdiklerinin mutluluklarına ortak olarak, kendileri de huzur buluyorlardı. Sonuçta, hem fakirler azalıyor hem de toplum huzurlu oluyordu.

Demek ki, gerek ilk Müslüman Arapların ve gerekse Müslüman Türklerin fetihleri, sadece askeri temele dayanmamaktadır. Fetihlerin önemli bir sebebi, tek olan Tanrı inancına dayalı kültürel anlayıştır. Fetihler peşinde koşan bu güzel insanlar, hayatın derin anlamını, gittikleri yerlerin halklarından daha iyi kavramışlardı. Başarılarının bir nedeni bu kavrayış farkı idi. Bu insanların istekleri değil, gayeleri vardı. Dolayısıyla, mücadelelerinin ve yaşamlarının anlamı vardı. Müslüman olmak, onlar için tek olan Tanrı’ya teslim olmak anlamındaydı. Tolstoy’un dediği gibi “Ölüm korkusunu bırakıp, hayatı tek olan Tanrı’ya bağışlayınca taş gibi yüreğin uysallaştığını, yumuşadığını ve boyun eğdiğini” anlamışlardı.

Sosyal kategorisine gönderildi | İLK MÜSLÜMANLARIN FETİHLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BU DÜNYADAKİ CENNET VE CEHENNEM

BU DÜNYADAKİ CENNET VE CEHENNEM

 

İster inanalım, ister inanmayalım, yaşadığımız olayları ve çevremizi inceledikçe, bütün kâinatı ve dolayısıyla da bizleri yaratan bir üst aklın olduğunu hissederiz. Yaratıldığımız hususunda bazen tereddüde düşmemizin sebebi, bizim özgür bırakılmamızdır. Bize verilen özgürlüğü, sahip olduğumuz akılla değerlendirdiğimizde, bazen, kendimizde bazı güçler olduğunu düşünürüz. Tanrı fikrine inansak bile, yarattıklarıyla ilgilenmeyeceğini varsayarız. Hâlbuki hiçbirimiz, kendi emeğimizle yaptığımız cansız bir şeyi bile başıboş bırakmak istemeyiz. Bahçemize diktiğimiz bir fidanı veya çiçekleri ise, sağlıklı bir şekilde büyüsünler diye daha sıkı takip ederiz.

Biz böyle takip yaparken, bizleri yaratan Yüce Yaradan’ın, bizleri başıboş bırakması, pek mantıklı görünmüyor. Bu hususu anlamak için, Kutsal kitaplarda okuduklarımızı mantığımızla değerlendirmeye çalışalım.

Tanrı, önce evreni yarattığını, sonra bu kâinatta akıllı ve şuurlu varlıklar yarattığını anlatıyor. Yarattığı bu kullarına iki ömür verdiğinden bahsediyor. Verdiği birinci ömrü kısa tuttuğunu ifade ediyor. Bu uygulamasından, yaşama sevincini tadacak kullarının sayısının artmasını sağladığını anlıyoruz.

Tanrı, bütün evrende yarattığı akıllı ve şuurlu varlıklara, özgürlük verdiğini vurguluyor. Aslında, bize verdiklerinden sadece bu özgürlük bile, Onun yüceliğinin bir kanıtıdır.

Tanrı, özgürlük verdiği kullarının bazılarının verdiği hürriyeti, kendi menfaatinin doğrultusunda kullanarak, diğer kullarına haksızlıklar ve zalimlikler yapabileceğini görüyor. Hem böyle davranan zalimlerin sayılarını azaltabilmek hem de iyilikler ve güzel işler yapanların sayılarını artırabilmek için tedbir alıyor. Çünkü Kendi yarattığı kullarının, kısa olan ilk yaşamlarında huzur içerisinde yaşamalarına katkıda bulunmak istiyor. Bizlerin huzur içerisinde yaşayabilmemiz için, bize verdiği ikinci ömrümüzün, birincisinde yapacaklarımıza bağlı olduğunu net bir şekilde ifade ediyor.

Cennet ve cehennem diye bir sistem kuruyor. Kurmakla da kalmıyor ve kullarına elçiler ve kitaplar göndererek, bilgilendiriyor. Böylece kullarına hem yol gösteriyor, hem de kullarını uyarıyor. Bu uyarıları yapan bir Yaratıcının, yarattığı kullarından bazılarına haksızlıklar ve zalimlikler yapanları cehennemine atarak cezalandırmayacağını düşünmek, abesle iştigal olur. Tıpkı, iyilikler ve güzel işler yapanları cennetine alarak onları mükâfatlandıracağının çok mantıklı olması gibi. Bu uygulamaları yapması, Tanrı’nın kulları arasında adaletle hükmetmesinin bir göstergesidir. Dolayısıyla, Tanrı’nın bize açıklattığı bütün bu bilgiler, tamamen mantık çerçevesi içerisindedir.

Bu makalemizin amacı, ikinci yaşamımız değil, bize verilen ve kısa olan birinci yaşamımız olduğundan, bu dünyadaki cennet ve cehennem hususunu kısaca irdelemeye çalışalım.

Sahip olduğumuz özgürlükten dolayı, bu dünyada da cennette gibi veya cehennemde gibi yaşamak, bizim elimizde. Çünkü cennet ve cehennem, bizim yaşadığımız dış şartlar değildir. İçimizde, yani beynimizde ve dolayısıyla kalbimizde yaşarız.

Maddeten çok zorluklar çekmek, cehennem hayatı yaşadığımız anlamına gelmez. Maddi refah içerisinde yaşamamız da, cennette yaşadığımız anlamına gelmez. Önemli olan iç huzurumuzun olup olmadığıdır.

Amacımız, bu dünyada da cenneti yaşayabilmek olduğu için, bunu gerçekleştirebilmenin yollarını çok kısa olarak irdelemeye çalışacağız.  

Bir insanın cenneti yaşayabilmesinin önemli yapı taşlarından biri, yaptığı işi anlamlı bulmasıdır. Anlamsız ve hattâ insanlığın aleyhine iş sonuçlanacak işler yaptığını düşünen bir kişinin cenneti yaşaması çok zordur.

İkinci bir önemli husus, iyilikler ve güzel işler yaparak hayatını anlamlandırmasıdır. İnsan, yaptığı işten mutlu olursa, cenneti yaşamaya başlamış demektir.

İnsanların bu dünyada cenneti yaşıyor gibi olmasına vesile olacak bir başka önemli şey, yaptığı evliliktir.

Eğer bir insan, anlamlı bir iş yapıyor, iyilikler ve güzel işler yaparak hayatını anlamlandırıyor ve eve geldiğinde sevdiği biri tarafından karşılanıyorsa, işte o kişi, bu dünyada cenneti yaşıyor denilebilir.

Bütün bu güzelliklere sahip olan bir insan, cenneti yaşamayı her zaman sürdürebilmesi için, yapacağı tek bir şey vardır. O da nefsine yenilmemektir.

İşini anlamlı bulan, ama yeterince para kazanamayan bir insanın nefsi, onu kışkırtır. “Maddi sıkıntı çektikten sonra, işim anlamlı olsa ne olur?” diye düşünmesini sağlar.

İyilikler ve güzel işler yaparak hayatını anlamlandırmış bir insanın nefsi, “bu kadar zorluklarla boğuştuktan, çok yorulduğu için kendine ve sevdiklerine vakit ayıramadıktan sonra, hayatımın anlamı olsa ne olacak?” diye bizim moralimizi bozar.

Aslında nefsimizi tetikleyen şey, şeytandır. Çünkü şeytan, bizim yaptığımız anlamlı ve güzel işlerden hoşnut değildir. Kendisini de yaratmış olan Tanrı’dan aldığı izni kullanarak, insanları Tanrı’nın yolundan ayırmaya çalışmaktadır. Eğer biz anlamlı işler yapmayan ve hayatını anlamlandırmamış birileri olsaydık, şeytan bizimle pek ilgilenmezdi bile. Ama hayatını anlamlandırmış ve güzel işler yapan insanlarla özel olarak ilgileneceği aşikârdır.

Böylesine güzel insanları yollarından çevirebilmesi için, şeytanın kullanabileceği en önemli ortam, o kişilerin evlilik hayatıdır. Evde sevdiği bir eşle buluşacağı umuduyla ve sevinçle evine gelen kadın veya erkeğin mutsuz olacağı bir ortamı oluşturmak, şeytanın en büyük başarısıdır. Bunu bilen şeytan, eşleri birbirine düşürmek için, nefsimizi okşayacak bazı sözler fısıldar. Beynimize fısıldadığı bu sözlerin bizde etkisini hemen gösterebilmesi için, şeytanın başvuracağı birinci yöntemin, bize bir anda kıskançlık duygusu veya üstünlük duygusu fısıldamak olacağı açıktır. Şeytanın, bizde oluşturacağı bu kıskançlık veya üstünlük fikrinin gerçek bir temele oturmaması gerekir ki, karşımızdaki eşimizin tepkisi sert olsun.

Takdir edileceği gibi, eşimizin bize söylediği kıskançlık veya üstünlük ifade eden fikirlerin temeli olsa, biz de susar veya ne yapacağımızı şaşırırız. Aslında, Tanrı’yı bulmanın oluşturduğu şevkle, iyilikler ve güzel işler yaparak hayatını anlamlandırmış bir eşimizin, bizim kıskançlıkla bahsettiğimiz şeyleri yapmış olmasını düşünmemiz, abesle iştigaldir. Dolayısıyla, verilen sert tepkinin sebebi de, kıskançlıkla veya kibirlenmeyle bahsedilen konunun bir temelinin olmamasıdır.

Hepimiz, Yüce Yaradan’ın yarattığı kullarız. Özgürlüğümüzün karşılığında bize verilmiş olan bir nefse sahibiz. Eğer, bu dünyada cenneti yaşamak istiyorsak, nefsimize hâkim olmaya çalışmalıyız. Bir an nefsimizin esiri olduysak bile, sonrasında durumumuzu toparlamak için, sakince düşünmeliyiz. Bilhassa, severek birlikte çalıştığımız ve severek birlikte yaşadığımız insanları üzmemeliyiz. Üzdüğümüzü anladığımızda, derhal özür dileyebilmeliyiz.

Unutmamalıyız ki, şeytanın, hayatını anlamlandırmış ve mutlu bir yuva kurmuş olan insanların düzenlerini dağıtmaktan daha önemli bir işi yoktur. Biz şeytanı ve şürekâsını görmüyoruz, duymuyoruz. Ama o ve şürekâsı, güzel işler yapanların ve cenneti bu dünyada yaşamaya başlayan mutlu insanların her zaman yanındadırlar. Mutluluğumuzu ve yaptığımız güzel işleri bozmadan da, yanımızdan ayrılmazlar. Bizim mutluluğumuzu bozup, bugüne kadar yaptıklarımızı boşa çıkardıklarında ise, hepimizi yaratan Tanrı’mıza doğru gururla bakarak, bizi perişan etmiş olmanın sevinciyle yanımızdan ayrılırlar.

Bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, her insanın içerisinde, evliyalık ve eşkıyalık olduğunu vurgulamıştık. Bu iki özelliği ayıranın ise, ince bir çizgi olduğunu belirtmiştik.

Evliyalık, hep iyi şeyler düşünmek ve hep güzel işler yapmak değildir. Evliyalık, yanlışı da bilmesine rağmen güzel işler yapabilmektir. Bir anlık gafletle güzel işler değil, yanlış şeyler yaptığını anladığında da hemen geri dönebilmektir.

Eşkıyalık, sadece zalimlik yapmak değildir. Karşıdakinin onurunu kırmak ve başkasına haksızlık yapmak da eşkıyalıktır. Yaptığı yanlışlığı kavradığı anda dönüp özür dileyerek, karşısındakine sevgi gösteren kişi, anında evliyalığa geçmiş olur.

İşte şeytan, evliyalık ile eşkıyalık arasındaki bu ince çizgide durmaktadır. Böylece, bizim bu dünyada cenneti değil, cehennemi yaşamamız için Tanrı’dan aldığı izinle görevini yapmaktadır.

Şeytan, bu dünyada cenneti yaşarken, bize cehennemi yaşatarak, hem Tanrı’nın karşısına gururla çıkar, hem de bizim ikinci hayatımızda da cehennemi yaşamamıza vesile olur.

Fakat unutmayalım ki, bu dünyada cenneti veya cehennemi yaşamak, aslına şeytanın değil, bizim elimizdedir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | BU DÜNYADAKİ CENNET VE CEHENNEM için yorumlar kapalı

SOKRATES

SOKRATES’İN ÜNLÜ OLMASININ SEBEPLERİ

 

(Not: Bu yazı Nisan 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden tekrar yayınlıyoruz.)

Sokrates’in yaşadığı dönemde çeşitli fikir akımları ve düşünürlerin sayısı dünya ortalamasının üzerindeydi. Antik Çağ için bahsedilen yedi bilge kişi arasında ismi yoktu. Gerçi bu yedi bilgenin isimleri bazı kaynaklarda tam olarak aynı değil, ama Sokrates yok.

Sokrates hep konuştu. Hiç yazmadı. Sofistler diye bilinen okuldan yetişmişti. Ama kendisini Sofist olarak nitelemezdi. Hâlbuki ünlü sözü olan “Ben bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir” derken Sofistlerle aynı taraftadır.

Hatta aynı çağın bütün şüphecileri (Scepticisme) onun gibi düşünmektedir. Protagoras’ın başını çektiği bu düşünceden Sokrates bir noktada ayrılıyordu. Diğerleri kişinin iyiliği üzerine teorilerini kurmuşlardı. Fakat Sokrates, kişisel yani özel iyiliğin üzerine, toplumsal yani genel iyiliği işleyen ilk düşünür oldu.

Hiçbir şey bilmiyorum diyen Sokrates’in tek inandığı bilgi, töre bilgisiydi. Bu bilgiye de, Devleti sağlam temeller üzerine oturtmak gerektiğini düşünerek vardı. Kaderin bir cilvesi olarak Devletin Tanrılarına inanmadığı gerekçesiyle, savunuculuğunu yaptığı Devlet eliyle öldürüldü.

Sokrates, matematiği boş ve yararsız bulurdu. Fizik alanında kesinliğe inanmazdı. Cinlere ve perilere inanırdı. Nitekim ölürken de Tanrıya kavuşacağını düşündü. O dönemde ölülerin sonsuz yaşama geçtikleri ve ölünce onlarla birlikte sonsuza kadar kalacaklarını düşünenler vardı. Thebai kralı Kreon’a karşı gelerek öldürülmeyi seçen genç Antigone, bu düşüncede olduğundan ölüme mutlulukla gitmişti.

Sokrates’in bir düşünür olarak temel hatası, sadece soru sormasıydı. Aldığı cevapları da çürütmeye çalışarak karşısındakinin aslında hiçbir şey bilmediğini göstermeyi amaçlardı. Sofist öğretmenlerden Thrasymakhos, Sokrates’in bu eksiğini yüzüne vurmuştu. Sokrates’e “Sormak, karşılık vermekten kolaydır. Sen de karşılık ver bakalım. Doğru neymiş bir de sen söyle” diyerek onu uyarmıştı.

Fakat Sokrates, sadece sorgulamaya devam etti.  Ama yine de o dönemin en ünlüleri arasına girdi. Çağdaşları olan Buda ve Konfüçyüs ise, hem sorgulamış hem karşılık vermiş hem de uygulamışlardı.

Sadece sorgulayan Sokrates’in ünlü olmasının birinci sebebi, doğrudan ve dolaylı öğrencileri Platon, Ksenefan ve Aristo’nun yazdıkları eserlerinde Sokrates’i övmeleri ve onun düşüncelerini yaymalarıdır.

İkinci sebep ise, ölüm şeklidir. Suçlandığında kaçabilirdi. Ama kaçmadı. Baldıran zehrini kendisi içerek, Shakespeare’in trajedilerindeki gibi kendini öldürdü. 18-19. yüzyılın Sokrates’ci felsefecileri onun bu davranışını yanlış buldular.

Hâlbuki Sokrates böyle bir yolu seçerek, kendisinden daha bilgili olan düşünürlerin önüne geçti. Birkaç yıllık dünya hayatını tercih etmedi. İnsanlık var oldukça anılmanın önünü açtı.

Eğer Sokrates üç günlük dünya hayatını tercih etseydi, kaçak bir şekilde ve korku içerisinde biraz daha yaşayacaktı. Ama adı, kuvvetli ihtimal silinip gidecekti. Nitekim şu anda o dönemin yedi bilgesinin adlarını ilgililer dışında kimse bilmemektedir.

Sokrates ölümden korkmadan mücadele ettiği için, yazmamasına, sorulara çözüm üretmemesine rağmen ölümsüzleşmiştir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | SOKRATES için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

BAŞKALARININ HAYATINI KOLAYLAŞTIRMAK İÇİN GÜZEL İŞLER YAPARLARKEN, YARDIMCILARININ YÜCE YARADAN OLDUĞUNUN ŞUURUYLA HAREKET EDEN BÜTÜN DOSTLARIMIN, İNSANLIĞIN VE TEK OLAN TANRI’NIN YARATTIĞI EVRENDEKİ AKILLI, ŞUURLU, ÖZGÜR KULLARINDAN HAK EDENLERİN, BAYRAMINI KUTLARIM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

NE İÇİN YAŞIYORUZ

NE İÇİN YAŞIYORUZ

 

Bu sitede yayınladığımız, “İnsanlığın Varlık Sebepleri Üzerine Düşünceler” başlıklı makalemizde, konuya kutsal kitap olduğu için Kur’an açısından yaklaşmıştık. Bu yazımızda, kutsal kitapları karıştırmadan, kendi yaşantımızdaki konuları dikkate alarak sormaya ve cevap aramaya çalışacağız.

Makalemize bu başlığı vermemizin sebebi, George Eliot’un “Dünyayı birbirimiz için daha kolay katlanır kılmayacaksak, ne için yaşıyoruz” veciz sözüdür.

İnsan hayatını anlamlandıran hususlardan bahsettiğimiz bazı yazılarımızda, mutfak ile tuvalet arasında geçen bir ömrün anlamsızlığını vurgulamıştık. Bu yazılarımızda, fikrimizi desteklemek için, bazı örnekleri ve düşünceleri aktarmıştık.

Hayatımızı anlamlandırmaya çalışmanın bize faydası, yaptıklarımızdan bizim kendimizin mutluluk duymamızdır. Dolayısıyla mutlu yaşamamızdır. Başkalarına faydası ise, onlara yardımcı olarak, onların da hayatlarının katlanır hale gelmesine vesile olmamız, böylece onların da mutlu olmalarına sebep olmamızdır. Takdir edileceği gibi, başkalarının mutlu olmalarına vesile olduğumuzu görmemiz, bize de ayrı bir huzur olarak yansıyacaktır. Böylece, bizim mutluluğumuz katlanarak artacaktır.

“Tarihin Aydınlattığı Gelecek” isimli eserimizde, hayatımızı anlamlandırma hususunda gençlere bu konuda bazı öğütlerimizi ifade etmiştik. Yaptığımız bu tavsiyeler, benim kendimin gençliğinden itibaren uygulamak için gayret ettiğim hususlar olduğunu belirtmek isterim. Gençlere tavsiye olarak, dört konu üzerinde dengeli davranmaları ve her birine uygun zaman ayırmaları hususunu vurgulamıştık.

Bu dört konudan birincisi, rızkını kazanmak için zaman ayırmak hususuydu. Kendi geçimini kendisi sağlamak için çalışmaya gayret etmeyen bir şahsın, hür olmayacağı, hep başkalarına bağımlı olacağı açıktır.

İkincisi, içinde yaşadığı ailesinin sorunları için zaman ayırmak idi. İster evli olalım, isterse bekâr olarak ebeveynlerimiz ve kardeşlerimizle birlikte yaşayalım fark etmez. Aile içerisindeki sorunlar, bizim de mutsuz olmamıza sebep olurlar. O aileden ayrılıp kendi başımıza bir hayat kurmaya kalkışmamız, bizi görünüşte rahatlatır, ama içten içe mutsuzluğumuz sürer gider. Ayrıca, biz ailemizin sorunlarıyla ilgilenmezsek, yarın ihtiyacımız olduğunda, yanımızda bizimle ciddiyetle ilgilenecek kimseyi göremeyeceğimiz açıktır.

Üçüncüsü, içinde yaşadığı toplumun meseleleri için zaman ayırması tavsiyesiydi. Yaşadığımız toplumun sorunları olarak sadece hayat pahalılığı veya işsizlik gibi hususları görürsek çok yanılırız. İnsanların gündelik hayatta karşılaştıkları sorunları ele almamız daha uygun olacaktır. Böylece insanların yaşadıkları sorunların –en azından bir kısmını-  çözmemiz ihtimalimiz artar. Başkalarının sorunlarının azaltılmasının veya çözülmesinin bizi de mutlu edeceği aşikârdır.

Dördüncüsü de neye inanırsa inansın, ibadet için zaman ayırması idi. Böylece, kendi iç huzurumuzu sağlama yolunda adım atmış oluruz.

Bunlardan bir veya ikisine belirli zamanlarda kısa süreliğine ağırlık verilebilir. Ama hayatın genelinde bu dört konu arasında dengeli davranmak gerekir.

Eğer şöyle bir düşünürsek, bahsettiğimiz bu dört unsur, yazımızın başlığıyla doğrudan ilişkilidir.

Eğer hayatımızda bu dengeyi kuramazsak, ileri yaşlara geldiğimizde kendi kendimize “ben bu hayatı niye yaşadım?” diye sormak durumunda kalabiliriz. Bu soruyu kendimize ne kadar erken sorarsak o kadar iyi olur. Çünkü vereceğimiz cevap kendimizi tatmin etmediğinde, kendimizi düzeltip davranışlarımızı değiştirerek hayatımızı anlamlandırma şansımız olabilir. Böylece kalan ömrümüzde daha mutlu yaşayabiliriz. Ama son nefesimizin yaklaştığını hissettiğimizde veya güçten düştüğümüzde böyle söylersek, hiçbir faydasının olmayacağı açıktır.

İnsanlığın en önemli sorunlarından birisi, birbirimize hayatı kolaylaştırmak için gayret sarf edenlerimizin sayılarının giderek azalmasıdır. Çoğumuz, birbirimize hayatı kolaylaştırmak şöyle dursun, karşılaştığımız insanların işlerini kolaylaştırma yönünde düşünmeye ile zaman ayırmıyoruz.

1990’lı yıllarda bu hususla ilgili olarak anlattığım olaylar, bugün de geçerli olduğundan yine bahsetmek istiyorum.

Evinde kullandığı suyun faturası, normalden 4-5 katı gelen bir kişi soluğu sular idaresinde alır. Faturaya itiraz eder. İdaredeki memur, hiç ilgilenmez. Öde sonra itiraz edersin diyerek kestirip atar. Fatura sahibi, naçar kaldığından ve bir şey yapamadan, bir çözüme ulaşamadan geri döner. Sular idaresindeki memur, ertesi gün viziteye çıkar, yani hastaneye gitmek için iş yerinin ita amirine kâğıt imzalatır. O dönemlerde, iş yerinin yetkilisine kâğıt imzalatmadan hastaneye gidilemezdi. Ancak acil olarak gidebilirdi. Acil de de, anlattıkları kabul edilirse işlem yaptırabilirdi. Viziteye çıkan memur hastaneye gittiğinde, doktorla görüşebilmek için doktorun odasının kapısında beklemek isterdi. Ama o kattaki müstahdem, hemen gelir, sert bir ifadeyle “burada beklemek yasak, dışarıda bekleyin isminiz okununca içeri gelin” diyerek, sular idaresinin memurunu paylardı. Bizim memur biraz derdini anlatmaya kalkışırsa dinlemez, yasak diyerek kapı dışarı ederdi.  O müstahdem de, işi gereği gittiği başka yerlerde benzer davranışlarla karşılaşırdı.

Her insanın yaşayabileceği bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, başkalarına yaşamı kolaylaştırırken, aslında kendimize de kolaylaştırmış oluyoruz. Bizim yaşayarak öğrendiğimiz bir gerçek, karşımızdakilere olumlu yaklaşırsak, aynı şekilde karşılık göreceğimizdir. Karşımızdakilere ters davranırsak, yine benzer terslikle karşılaşılırız. Bizim her davranışımız aynen bize geri yansımayabilir. Ama davranışlarının benzeriyle karşılaştıklarını anlayan insanların sayıları arttıkça, sıkıntılı anlarımızda işimize yardımcı olarak bize hayatını kolaylaştırmayı düşünecek kişilerin sayılarının da artacağı bir gerçektir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | NE İÇİN YAŞIYORUZ için yorumlar kapalı

NASREDDİN HOCA 1

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 1

 

Hemen her milletin tarihinde, bir taraftan güldürürken diğer yandan düşündüren hikâyeler vardır. Bu hikâyelerin bir kısmı bir kişiye atfedilir. Hikâye anlatıcılarının çoğu, söylediklerinin daha bir can kulağı ile dinlenilmesini sağlamak için, meşhur olmuş bir şahsın adına anlatırlar. Böylece zaten meşhur olmuş o şahıs, daha fazla tanınır ve hikâyeleri can kulağıyla dinlenir hale gelir.

Türklerdeki Nasreddin Hoca da, böylesine tanınmış birisidir. Öyle ki, çok geniş coğrafyaya yayılmış olan Türklerin yaşadıkları hemen bütün bölgelerde hikâyeleri anlatılır. Türkiye’de Nasreddin Hoca olarak bilinen bu şahsın adı, kimi bölgede Hoca Nasreddin, kimi yerde Hace Nasreddin, kimi yörede Nasreddin Efendi, bazı bölgelerde Kocanasır, bazılarında ise Nastradin olarak bilinir.

Dolayısıyla hikâyeleri çok geniş coğrafyada dilden dile yayılmıştır. Bütün bölgelerde aynı olan hikâyeleri olduğu gibi, yörelere göre değişen farklı hikâyeleri de vardır. Bu yönüyle Nasreddin Hoca, dünya üzerinde en geniş coğrafyada etkili olmuş üstatlardandır. Bu sebeple birçok hikâye onun başından geçmemiş olsa bile onun adına anlatılmıştır. Meselâ, Türkiye’de Akşehir’de yaşadığı düşünülen Nasreddin Hoca, Emir Timur Anadolu’ya geldiğinde çoktan vefat etmiş olmasına rağmen, Timur ile hikâyeleri anlatılır. (Bu hususta daha geniş bilgi, yazımızın dördüncü serisinde verilecektir.)

İşte bu gibi sebeplerden dolayı, onun hikâyelerini irdelersek, geniş coğrafyaya yayılmış atalarımızın düşünce yapıları ve olaylara bakışlarını da irdelemiş oluruz. Bu hikâyelerden çıkaracağımız dersler, atalarımızın -en azından bir bölümünün- bize aktarmak istediklerine ulaşmamıza vesile olacaktır kanaatindeyim.

Bu kanaati taşıdığım için, Nasreddin Hoca ile irtibatlandırılarak anlatılan hikâyeleri ele alacağım. Bu hikâyelerden nasıl bir ders çıkardığımı ve ne anladığımı açıklamaya çalışarak sizlerle paylaşacağım.

Aslında beni böyle bir paylaşım yapmam için yönlendiren şey, 50 yıl kadar önce TÜBİTAK kurumunun çıkardığı Bilim ve Teknik Dergisinde okuduğum bir yazıdır. Şimdi adını hatırlayamadığım bir İngiliz, Nasreddin Hoca’nın aşağıda yazacağım hikâyesini anlatarak, sonunda bir yorum yapmıştı. Hikâye şöyle:

Nasreddin Hoca’ya sormuşlar. “Hocam, minareleri nasıl yaparlar?”

Hoca demiş ki; “Nasıl olacak? Kuyuları kazarlar, sonra ters çevirirler, işte sana minare.”

İngiliz yazar, bu hikâyeyi yorumlarken şöyle diyor: “Demek ki, Nasreddin Hoca’da artı-eksi kavramı varmış. Yani matematikten başka cebir bilgisi varmış.”

Hâlbuki ben bu fıkrayı bilmeme rağmen, hiç bu yönden yorumlamamıştım. Şimdi ben de, benzer bakış açısıyla hikâyeleri yorumlamaya, dersler çıkarmaya çalışacağım. Yukarıda Nasreddin Hoca’yı anlatırken bahsettiğim konulardan dolayı, yorumlamalarımla, sadece Nasreddin Hoca’nın değil, anonim olarak bilge atalarımızın olaylara nasıl baktıklarını göstermeye çalışacağım.

HİKÂYE: YÜKÜN YARISINI BEN ALDIM

Hoca bir gün eşeğine yüklerini yüklemiş, sonra da üzerine de kendi binmiş. Eşek yürümekte zorlanmış, ayaklarını açarak ve yavaşça gitmeye başlamış. Bunun üzerine Hoca inmiş, eşeğin üzerindeki yüklerin bir kısmını kendi sırtına almış. Tekrar eşeğe binmiş. Eşek yine yürümekte aynı şekilde zorlanınca,

Hoca:

_ Behey eşek! demiş. Yükün yarısını ben aldım; yine de yürümezsin!…

YORUM:

Benim bu fıkradan çıkarabildiğim iki ana mesaj var.

Birincisi; bir olayın şiddetinin, yönünün, ağırlığının vb. tayininde referans noktasının önemli olduğudur.

Hikâyenin anlatımında, Hoca’nın referans noktası kavramına sahip olduğu anlaşılıyor. Nitekim referans noktası Hoca olursa, gerçekten yükün yarısı Hoca’da. Ama referans noktası eşek olursa, yüklerin tamamı eşeğin üzerinde demektir. Referans noktası yer olursa, eşek dâhil üzerindekilerin hepsinin ağırlığını yer çekiyor demektir.

Günümüzde, öğretim görmüş insanlar bu farkı bilirler. Ama bildiklerini halka anlatabilmeleri o kadar kolay değildir. Diyelim ki insanlara referans noktası hususunu anlattık. Ama insanların bunu akıllarında iz bırakacak şekilde kavramalarını sağlayarak, unutmamaları için bir yol bulalım dersek, ancak bu hikâye kadar güzelini oluşturabiliriz. Hikâyenin unsurları, o dönem insanlarının her gün yaşadıkları şeyler olduğu için, can kulağıyla dinlenir ve kolay kolay unutulmaz olduğunu asırlardır anlatılmasından anlıyoruz.

Referans noktası hususunu günümüz insanlarına anlatırken verilen en meşhur örnek tren içerisindeki bir insanın hareketidir. Tren içerisindeki bir şahıs, trenin gittiği yönün tersine bir şekilde tren içerisinde yürüyüş yaptığında, referans yeri tren olursa, o insan geriye doğru gidiyor olarak görülür. Ama trene dışarıdan bakan biri için, o kişi, trenle birlikte ileriye doğru gitmektedir.

İkinci mesaj, sadece kendi fikrimizi esas alarak birilerine yardımcı olmaya çalışmanın, onlara gerçekten yardımcı olunduğu anlamına gelmeyeceğidir. Karşıdakine yardımcı olmanın en iyi yolunun ona sorularak onun isteklerine göre yönlenerek yapılabileceğidir. Yani özetle, yapılacak yardımın işe yaraması için, referans noktası, yardım edilecek kişi olmalıdır. Bizim durduğumuz yer, ondan farklı olduğu için, bizim bakışımızın, karşımızdakinin bakış açısından farklı olacağı açıktır. Bu farkı kavrayabilmiş de olsak, kavrayamamış da olsak, sadece kendi fikrimize göre yapacağımız yardımın, bizi beklediğimiz sonuca ulaştırması ihtimali zayıftır.

HİKÂYE: BENİM NELER ÇEKTİĞİMİ ANLASINLAR

Hoca, eşeğini pazara getirip satması için tellâla vermiş. Gelen müşteri yaşını anlamak için dişine bakacak olmuş, eşek elini ısırmış. Adam can havliyle oradan uzaklaşmış. Başka bir müşteri gelmiş. Eşeğin kuyruğunu kaldıracak olmuş, sağlam bir tekme yemiş. Toplayarak uzaklaşmış.

Tellâl, Hoca’nın yanına gelmiş:

_ Efendi! Bu eşeği kimse almaz. Önüne geleni kapıyor, ardına geleni tepiyor, deyince Hoca:

_ Zaten ben de onu satmak için getirmedim, demiş. Herkes görsün de benim neler çektiğimi anlasın, diye getirdim.

YORUM:

Benim bu fıkradan çıkarabildiğim dersler şöyle:

Hoca, hiçbir şeyin dışarıdan görüldüğü gibi olmayabileceğini, konu hakkında daha doğru bilgiye ulaşmak için olayı yakından ve mümkünse içinde yaşayarak incelemek gerektiğini anlatmaya çalışmış. Muhtemelen Hoca, tanıdıklarına eşeğin bu davranışını söylemiştir. Ama aldığı cevabın, “olur mu Hoca, hiç eşek böyle yapar mı? Sen de bize hiç eşek görmemişiz gibi anlatıyorsun.” şeklinde olması ihtimali kuvvetlidir. Dolayısıyla Hoca, kimseye derdini anlatamamış olabilir.

Ayrıca Hocanın, insanların anlatılanlara inanmadığını, hâlbuki kendisi gibi güvenilir insanlara inanmalarını vurgulamak istediği kanaatindeyim.

Böylece, güvenilir insanlara dahi inanmayanların, işin doğrusunu kendilerinin deneyerek anlamaya çalışmalarının, kendilerine pahalıya mal olabileceğini göstermek istemiş. Bu dersleri de yine, o dönemde her evde bulunan eşek üzerinden vererek, akılda kalmasını sağlamaya çalışmış.

Bir başka ders olarak, fıkranın sonunda Hoca, “Zaten ben de onu satmak için getirmedim, herkes görsün de benim neler çektiğimi anlasın, diye getirdim” diyerek, insanlara sadece anlatarak değil, uygulamalı olarak gösterildiğinde, konuyu daha iyi kavrayacaklarını göstermek istediği kanaatindeyim.

YAŞAM kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA 1 için yorumlar kapalı

ALLAH’A GİZLİ ŞİRK KOŞMA ÜZERİNE

ALLAH’A GİZLİ ŞİRK KOŞMA ÜZERİNE

 

Birinin ortaklığından bahsedebilmek için, o ortağın var olması gerekir. Gerçekte var olmayan hayali kimselerin ortaklığından bahsedilemeyeceği hususunda, hepimiz hemfikirizdir. Dolayısıyla, Allah’a ortak koşmak için, Allah’ın varlığını kabul etmiş olmak gerekir. Nitekim Kur’an’daki ortak koşma hususundaki anlatımlar da, bu durumu teyit etmektedir.

Yüce Yaradan, Hz. Muhammed’e, peygamberliğini Cebrail aracılığıyla bildirir. Bir süre sonra da peygamberinden, durumu en yakın akrabalarına açıklamasını ister. Fakat akrabalarının birçoğu ve Mekkeli müşriklerin büyük çoğunluğu, itiraz ederler. Kur’an’a göre, onların itirazları, Allah’ı bilmemelerinden değildir.

Nitekim Yunus Suresi 10/31inci ayet şöyle demektedir:  De ki, “size gökten ve yerden kim rızık veriyor? O, kulaklara ve gözlere hükmeden kim? Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kim? İşleri idare eden kim?” Hemen “Allah’tır” diyecekler. De ki, “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?”

Yani ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartanın, işleri idare edenin Allah olduğunu, peygambere itiraz eden müşrikler de bilmektedirler. Kur’an, tek olan Tanrı’ya ortak koşma anlayışının yanlışlığını şöyle ortaya koymaktadır: De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte ilâhlar olsaydı, o zaman bu ilâhlar Arş’ın sahibine bir yol ararlardı.”

Müşrik kelimesi, zaten “ortak koşan” anlamındadır. Yani, “reddeden ateist” manasında değildir. Bilindiği gibi Mekkeliler, Kâbe’deki, kendilerinin ve atalarının yapıp koydukları putlara tapıyorlardı. Bu putların içerisinde, en güçlü ve büyük olarak nitelediklerinin ismine “Allah” diyorlardı. Bu durumda diğer putlar, Allah’ın ortakları (muhtemelen daha küçük ortakları) oluyorlardı. Bu hususla ilgili olarak, bu sitede yayınladığımız “Azizler ve Evliyalardan medet ummak, çok tanrılı dine dönüşebilir” başlıklı yazımızda, daha geniş bilgi verilmiştir.

Görüldüğü gibi, Mekkelilerin çoğunluğunun itirazlarında, açık bir şirk, yani “ortak koşma” vardı. Dolayısıyla bu açık şirke karşı mücadele etmek, onlara gerçeği anlatmak nispeten daha kolay olmuştur. Eğer, bu ortak koşma, gizli bir şekilde olsaydı, yani Müslüman bir insan, nefsine yenildiğinin farkına varamadan, arzularını yerine getirirken, İslâmiyet’le ilgili kendi yorumlamalarını, tek olan Tanrı’nın buyruğuymuş gibi görseydi, ona gerçeği anlatmak daha zor olurdu.

Hz. Muhammed, Yüce Yaradan’ın varlığıyla ilgili olarak açık bir şekilde yapılan bu şirke karşı, Kur’an’ı esas alarak mücadele etti. Müşrikler, Kur’an’da kendilerine anlatılanların doğruluğu ve mantıklı olması karşısında ne cevap vereceklerini şaşırdılar. Peygambere verecek cevapları olmayınca, zor kullanarak susturma yolunu seçtiler. Çünkü peygamber etkin olursa, kendi menfaat düzenleri sarsılacaktı. Ama bu zor kullanmaları da işe yaramadı. Sonunda, kendileri de Müslüman oldular. Yüce Yaradan’ın, tek yaratıcı olduğu fikrini kabul ettiler.

Elbette, hepsinin gönülden Müslüman olduklarını söylemek zordur. Hattâ gönülden Müslüman olanların hepsinin iyi bir mümin oldukları da iddia edilemez. Nitekim zaman içerisinde gelişen olaylar, müşriklerin hepsinin gönülden Müslüman olmadıklarını göstermiştir.

Hz. Peygamberden sonra, açıktan inkâr eden ateistlerin veya ortak koşan müşriklerin dışında, gönülsüz Müslüman olanlar da, içten pazarlıklı oldukları için, şirk koşanlar arasına katıldı. Diğer yandan, gönülden bağlanan Müslümanlardan bazıları da, şuursuz davranışlarından dolayı şirk koşanlar kervanına katılmak bahtsızlığına uğradılar. Hz. Muhammed’in vefatından sonra ilk halife olan ve sadece iki yıl halifelik yapan Hz. Ebubekir’den sonraki üç halife, ya namaz kılarken veya Kur’an okurken şehit edildiler. Geçmişte birçok savaşlara katılmış olan bu üç halife, savaşta veya hastalıktan ölmediler. Bilhassa Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle, Müslümanlar arasındaki, gizli şirk olarak nitelenebilecek olan anlaşmazlıklar, açığa çıkmaya başladı.

Bilindiği gibi, Hz. Muhammed’in vefatının hemen sonrasında, Müslümanlar guruplara ayrılmaya başladılar. Bu gurupların ileri gelenleri, muhtemelen hiç istemedikleri halde, bazı yanlışlıklara engel olamadılar. Gurupların içerisindeki bazı şahıslar, gayri ihtiyari bir şekilde Allah’a şirk koşmaya başladılar. Belki de, bu önderlerin kendileri bile, yaptıkları yanlışlığın farkına varamadıkları için, Müslümanlar arasındaki bu gizli şirki önlemek mümkün olmadı.

Sonunda birçok güzel insan, ne olduklarını anlayamadan, kendilerini karşılıklı bir mücadelenin ve savaşın içerisinde buldular. O dönem tarihçilerinin “Cemel Vakası” olarak niteledikleri olay, farkında olmadan, Yüce Yaradan’a gizli ortak koşmanın bir sonucu olarak kendiliğinden gelişti. Cemel Vakasında savaşanların iki tarafı da, Hz. Muhammed ile birlikte canları pahasına mücadele etmiş insanlardı. Buna rağmen, iki guruptan toplamda on binden fazla insan öldü. Bu olayı tarih kitaplarında okuyan bir Müslüman, hangi taraftan ölenlere şehit diyeceğini bilemedi. Eğer taraflardan biri, Yüce Yaradan’a açıktan ortak koşanlar veya reddedenler olsaydı, karar vermesi çok kolay olacaktı. Ama şimdi, ne diyeceğini bilemiyordu.

Cemel vakasının bir tarafında Hz. Ali vardı. Bilindiği gibi Hz. Ali’nin gençliği, Allah’ın tekliğini kabul etmeyenlere karşı savaşmakla geçmişti. Peygamberimizin yeğeni idi ve çocukluğundan beri Hz. Muhammed’in yanında yetişmişti. Peygamberin vefatından sonra, kendini ilim öğrenmeye vermişti. Dolayısıyla yirmi dört yıl sonra Halife olduğunda, halk arasındaki tabirle, hem yaş olarak hem de bilgi açısından kemâle ermiş bir konumdaydı.

Hz. Ali’nin karşısında mücadele edenlerin başkanı Hz. Ayşe, yardımcıları Hz. Talha ve Hz. Zübeyr idi. Başkanlık yapan Hz. Ayşe, mücadeleyi devenin (cemel) üzerinden yönettiği için, tarihçiler çarpışmaları böyle isimlendirmişlerdi.

Bilindiği gibi Hz. Ayşe, Hz. Ebubekir’in kızıydı. Aynı zamanda Hz. Muhammed’in eşiydi. Diğer birçok eşinden farklıydı. Hz. Hatice’den sonra, en uzun süre Peygamberimiz ile birlikte yaşamış hanımıydı. Müslümanların annesi konumundaydı. Hz. Muhammed’den öğrendiklerine ilaveten, Onun vefatından sonrasında fıkıh, yani hukuk ilmiyle yakından ilgilenmişti. Bu sebeple, iyi bir fıkıh âlimi olarak biliniyordu.

Hz. Talha ise, ilk Müslümanlardandı. Bedir Savaşı, onun için, hayatının en büyük imtihanlarından biri oldu. Bilindiği gibi bu savaş, Müslümanlarla müşriklerin yaptıkları ilk resmi harp idi. Müslümanların karşısındaki müşrikler, sayıca üç kat fazlaydılar. Bu derece güçlü Mekke ordusu içerisinde, Hz. Talha’nın birinci derece yakınları vardı. Amcası Umeyr, kardeşi Ubeydullah, kendi çocukları Osman ve Melik de karşısında savaşıyorlardı. Çok sayıda ikinci derecede akrabaları da, Müslümanlara, yani Hz. Talha’ya ve onun kader arkadaşlarına karşı müşriklerin safında savaşıyorlardı.

İşte, bu Bedir Savaşında, hem amcası hem de oğulları öldüler. Hz. Talha bu savaşta, nefsine karşı çok az insanın verebileceği büyük bir mücadele verdi ve kazandı. Sayıca az olan Müslümanları terk etmedi, amcası, kardeşi ve çocuklarına karşı savaştı. (Bu harp sırasında Hz. Ali’nin kardeşi Akıyl’da müşriklerle birlikte karşı cephede idi.)

Cemel Vakasındaki üçüncü etkili kişi Hz. Zübeyr’dir. O da genç yaşta Müslüman olmuştu. Mekke’de iken müşriklerin baskıları sonucunda, Habeşistan’a göç edenler arasındaydı. Sonra Medine’ye geri döndü. Bedir Harbine katıldı. Savaş sırasında, “Kureyş’in Aslanı” denilen ve amcası olan Nevfel’i öldürdü. Hâlbuki amcası, babasının ölümünden sonra Zübeyr’in vekâletini üzerine almış ve onu büyütmüştü.

Her iki sahabe de, Bedir Savaşından sonraki harplere de katıldılar. Peygamberimizin ölümünden sonra da, bazı fetihlerde görev aldılar. Zübeyr, 642 yılında Mısır’ın fethi sırasında da savaşanlar arasındaydı. Hz. Ali ise, Hz. Peygamberin vefatından sonra, halife olana kadar hiçbir savaşa katılmadı, Medine’den hiç ayrılmadı ve kendisini ilme verdi.

Cemel Vakası öncesindeki ve çarpışma sırasındaki gelişmelerle ilgili olarak, çeşitli kaynaklarda, birbiriyle çelişen sebepler ve olaylar bahsedilmiştir. Bu nedenle, gerçek hakkında tam bir bilgi sahibi değiliz. Ancak sonuç hakkında bilgi sahibiyiz. Maalesef, sonuç, bu mücadelenin Müslümanlar arasındaki ilk iç savaş niteliğine dönüşmüş olmasıdır.

656 yılında meydana gelen bu vaka, çok sayıda iç çatışmanın fitilinin ateşlenmesine vesile olmuştur. Bu savaştan bir süre sonra Şam (Suriye) valisi Muaviye ile Hz. Ali arasında, 657 yılında Sıffın Savaşları meydana gelmiştir. Bu savaşlarda ölenlerin sayılarının verildiği kaynaklardan en düşük rakam vereni, 70.000 kişiden bahsetmektedir. Bu olaydan 27 yıl önce Mekke’nin fethine giden Hz. Muhammed’in ordusunun toplam sayısının 10.000 civarında olduğu düşünülürse, aslında önlenebilecek hataların doğurduğu iç savaşın ulaştığı vahim sonuç daha net anlaşılır.

Sıffın Savaşları, Müslümanların üç guruba ayrılmalarına sebep oldu. İlk önce iki gurup oluştu. Hz. Ali’yi destekleyenler, Muaviye’yi destekleyenler. Daha sonra, kendilerini Harici olarak niteleyen bir gurup Müslüman daha ortaya çıkarak ayrımcılık yapmaya başlamıştır. Hariciler, hem Hz. Ali’yi, hem de Muaviye’yi hatalı olarak görmüşler ve her ikisini de suçlamışlardır. Bu sebeple, Haricilere karşı, hem Hz. Ali, hem de daha sonra iktidarı devralan Emevi halifeleri savaşmıştır.

Bilindiği gibi, Kerbelâ’da, Hz. Muhammed’in torunu ve torununun ailesi, kâfirlerce değil, Halifenin orduları tarafından katledilmiştir. Müslümanlar arasındaki bütün bu ve benzeri iç savaşların tetikleyici olayı, Cemel Vakası olmuştur. Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen, Müslümanlar arasına girmiş olan bu nifak, halen ve aynen devam etmektedir.

Bu olaylardan bizim çıkarabileceğimiz bazı çok önemli dersler vardır. Bilhassa Cemel Vakasına katılanların her iki tarafı için de, Müslümanlıkları hakkında hiç kimsenin olumsuz bir şey söylemesi düşünülemez. Ancak, taraflar istemedikleri halde, bir iç savaşın fitilini ateşlemişlerdir. Bu fitili ateşleyen ana amil, tarafların, sadece kendilerinin Kur’an’a uygun davrandıklarını düşünmeleridir. Diğer kanattaki Müslümanlarla konuşup istişare etmemeleridir. Bu tutumlarıyla, farkına varmadan, kendilerini Allah’ın yerine yani karar veren konumuna taşımışlar ve böylece gizli bir şekilde Allah’a ortak koşmuşlardır. Eğer kendi başlarına karar verip, arkalarına halktan bazı destekçiler almadan önce, önderler bir araya gelseler ve birlikte istişare edebilselerdi, kavganın önlenmesi ihtimali çok kuvvetlenirdi.

Fakat kendilerini çok önemsemeleri, onları yanlışa doğru yöneltmiş oldu. Kendilerini öne çıkarınca, nefislerine yenildiler. Böylece, Allah’a, gizli olarak şirk koşmuş oldular. Şirk gizli olunca, kendileri de fark edemediler. Muhtemelen, sonunda pişman oldukları bir hareketin içerisine girmiş oldular. Olayların gelişimi hakkında sahih bir bilgiye sahip olmadığımızdan, bu hususta haklılık üzerine bir fikir yürütmemiz mümkün değildir. Her konuda olduğu gibi, bu hususta da hüküm sahibi, sadece ve sadece Yüce Yaradan’dır.

Günümüzde de bazı insanlar, sahip oldukları parayı ve gücü çok önemseyerek, açık bir şekilde Yüce Yaradan’a ortak koşuyorlar. Bu şekilde açık bir şirkin yanlışlığını onlara anlatmak daha kolaydır. Onların bir kısmı, bu yanlışlıklarının farkına kendiliklerinden bile varabilirler. Nitekim bu konumdaki insanlardan, hatalarını anlayarak kendilerini düzeltmeye çalışanlara her zaman rastlamaktayız.

Fakat parayı ve gücü, bu kadar açık şekilde Allah’a ortak koşmayanlar var. Bunlardan bir gurup, günümüzde “Müslüman zengin olmalı” sloganı oluşturdular. Zengin olunmazsa, “fakirlere nasıl yardım edeceğiz, öğrencilere nasıl burs vereceğiz” gibi sebepler ileri sürdüler. Böylece, düşüncelerinin ve zenginleşirken yaptıklarının Kur’an’a uygun olduğunu savunmak için, kırk dereden su getirmeye çalıştılar. Bu sitede daha önce yayınladığımız bazı makalelerimizde de ifade ettiğimiz gibi, Kur’an, zenginliğe karşı değildir. Kur’an, başkalarının hakkını yiyerek, zulümle zengin ve güçlü olmaya karşıdır.

“Müslüman zengin olmalı” sloganını oluşturanlar, bir süre sonra, zengin olma yöntemleri arasındaki haram-helal farkını, ya göremediler ya da görmezden gelmeye başladılar. Bu sırada, yaptıklarının yanlışlığı apaçık belli olduğu için hatalarını anlayanlar da, yaptıklarına kılıf bulmaya çalıştılar. Yaşadıkları ülkede İslâmi bir yönetim olmadığını, ülkenin dar-ı harp olduğunu, bu nedenle helâl olmayan yöntemlerle kazanmalarının yanlış olmadığını savunmaya başladılar.

Bu savunmaları yapanlar, yaşadıkları kendi memleketlerinin halkının çok büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğunu biliyorlardı. Ama bu durumun fark edilmesini önlemeye çalıştılar. Bunun için de, ülkeyi yöneten idarecilerin hemen tamamının resmen Müslüman olmasına rağmen, memleketlerini, harp ülkesi (dar-ı harp) olarak nitelediler. Böyle niteleyebilmek için de, kendi gurupları dışındaki insanların Müslümanlığını eleştirdiler. Onları Müslüman olarak kabul etmediler. Bu davranışlarıyla kendilerini Allah’ın yerine koyduklarını göremediler veya görmek istemediler.

Dar-ı Harp terimi Kur’an’da olmamasına ve hile konusunda Kur’an, onların söylemlerinin tam tersini söylemesine rağmen hilelerine devam ettiler. Bu hususta kendilerini savunurken yaptıkları dini yorumlarına göre, Müslüman olmayan ülkelerde her türlü hile serbestti. Böyle düşünerek hileyi mubah görenler, amaçlarını, güya zenginleştikten sonra İslâmi bir yönetim kurmak olarak ilan ederek, yanlış davranışlarına ulvi bir kılıf hazırladıkları intibaını vermeye çalıştılar.

Önder olarak bilinen bu insanlar, Kur’an’a uygun davrandıklarını söyledikleri için, onların çevrelerindekiler de Kur’an’ın tefsirlerini okumadıklarından, peşlerinden gelen çok sayıda insan buldular. Belki, bu söylemlerin sahiplerinin bazıları, söylediklerine kendileri de inanmadı. Fakat birçoğunun ve çevrelerindeki bazı insanların inanmaları yeterli hale geldi. Böylece, güya ulvi bir amaç doğrultusunda yaptıkları bu Kur’an yorumlamalarıyla, aslında Allah’a gizli şirk koşmuş oldular. Çünkü “İslâm ülkesi” veya “harp ülkesi” gibi kavramları, Allah’ın adını kullanarak kendileri oluşturdular. Kur’an’da Maide Suresinin ikinci ve sekizinci ayetlerinde geçen, “bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin” emriyle, Müslüman olmayanlara bile adaletle davranılması istenilirken, bunlar Müslümanlara karşı hile yapmayı Kur’an’ın emri gibi gösterdiler..

Kur’an’ı kendi nefislerine uyarak yorumladıklarının ve yaptıkları yanlışların farkında olmayanlara, Yüce Yaradan’a karşı gizli şirk oluşturduklarını anlatmak, açık şirki anlatmaya göre çok daha zordur. Maalesef, başlarına bazı musibetler gelmeden, gizli şirk koşanların çoğunluğu, hatalarını anlayamıyorlar. Hattâ çoğu zaman, musibet geldiğinde de anlamıyorlar. Kendilerine göre başka bahaneler buluyorlar.

Bahanelere sığınanların, hatalarını anlayabilmeleri için, ayna karşısında ve kendi gözlerinin içine bakarak, yaptıklarını dürüstçe sorgulayabilmeleri gerekir.

Eğer hatalarını anlarlar ve Yüce Yaradan’dan af dileyerek, kendilerini düzeltirlerse, ne güzel. Belki de, tek olan Tanrı’mızın affına mazhar olurlar.

Ama anladıktan sonra halen Allah-kitap-peygamber deyip, diğer yandan her türlü yolsuzluğu ve soysuzluğu yaparlarsa, konu, Allah’a gizli şirk koşmaktan çıkar, Allah ile alay etmeye döner. Hiç kimse, birileri tarafından alay edilmekten hoşlanmaz. Hepimizin ve her şeyin sahibi olan Yüce Yaradan’ın da hoşlanmayacağı aşikârdır. Allah’ın, Kendisiyle alay edenlere karşı ne zaman, nasıl bir ceza vereceğini kimse bilemez. Onun vereceği cezayı da, kimse ne engelleyebilir, ne de hafifletebilir.

Allah’ım, kendimizi fazla önemseyerek kibre kapılıp, Senin adına insanları sınıflandırmaktan Sana sığınırız.

Allah’ım, hak ve adaletten ayrılan kararlar alıp, bunları uygulatan bir insan olarak huzuruna gelmekten hayâ duyarız ve korkarız.

Sana gizli şirk koşmamamız için, lütfunla bizlere yol göster.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ALLAH’A GİZLİ ŞİRK KOŞMA ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BAZI CASUSLUK YÖNTEMLERİ  

OSMANLI TÜRKLERİNE KARŞI CASUSLUK YÖNTEMLERİ

 

Hemen her ülke, kendisi için önemli gördüğü memleketlerde casusluk faaliyetleri yapar. Türkler de, başka devletlere casuslar yollamışlardır. Bu gerçeğe rağmen bizim sadece Türklere uygulanan casusluk yöntemlerini ele almamızın bazı sebepleri var.

Birincisi, Türkler dünyada en geniş bölgelere yayılmış tek millettir. Dolayısıyla keşifler öncesi dünyada, Afrika’nın orta ve güney bölgesi hariç, çatışmadığı halk yok gibidir. İzlanda’ya bile gitmişlerdir. Bu nedenle, Türklerden endişe duyan devletlerin sayısı, diğer milletlere duyulana göre daha fazladır.

İkincisi, Türkler tarihin en eski birkaç milletinden birisidir. Bu uzun sürede birçok millet tarih sahnesinden çekilirken, Türkler, çok geniş coğrafyalarda yaşamalarına rağmen ayakta kalabilmişlerdir. Bunun sebebinin araştırılmasının yapılması ihtiyacının duyulması normaldir. Kimileri, örnek alınacak bir şeyler bulabilmek için, kimileri de, çekememezlik duygusuyla ve onları da tarihten silmenin yollarını bulmak için araştırmıştır.

Üçüncüsü, Türkler en çok devlet kurmuş ve egemenlikleri altında çok farklı halkları bir arada bulundurmuş bir millettir. Çok farklı insanları bir arada yaşatabilmek için, hoşgörülü olmuşlardır. Mazlumların ve mağdurların koruyuculuğunu yapmışlardır. Bunu yaparken kendilerinin zarar görmelerini önemsememişlerdir. İnsanları mağdur eden ve mazlumları ezen zalimlere karşı, ellerinden geldiğince mücadele etmişlerdir. Dolayısıyla, zayıf milletleri ezmek isteyenler için, aşılması gereken engel olarak görülmüşlerdir.

Nitekim Birinci Dünya Savaşı öncesinde, büyük devletlerin hiçbirisi Osmanlı Türklerini aralarına almak istememişlerdir. Başlangıçta savaşın dışında olan ABD Başkanı Wilson bile, kendisine Türkiye’ye elçi olarak kimi atayacağı sorulduğunda, “Türkiye yok ki, elçi göndermeye ihtiyaç olsun” diye cevap vermiştir. Almanların, Türklerle ittifak yapmaları, mecburiyettendir. Alman basını ve başbakanları dâhil, siyasetçileri böyle bir birlikteliği istememişlerdir. İmparatorun ve Veliahdın ileri görüşlülüğü ve diretmeleri sonucu ittifak yapmışlardır. Savaş sırasında da, Türklerin Bakü’ye girmelerini ve Afganistan’da etkili olmalarını istememişlerdir. Türklerin de, Almanlarla ittifak yapmaları mecburiyettendir. Bu ortamdan da anlaşılan o ki, birbirine düşman büyük devletler bile, başkalarını ezmek istedikleri için Türkleri engel görmüşler ve 1907 de, Türk Devletinin topraklarının aralarındaki paylaşımını kâğıt üzerinde yapmışlardır.

Türk devletlerinin içerisinde casusluk yapmak, diğer birçok ülkeye göre daha kolay olmuştur. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Birincisi, Türklerin kurdukları devletlerin çoğu, büyük devlet olduğundan sınırları çok geniştir. Dolayısıyla devletin denetleme imkânları çoğu zaman yetersiz kalmıştır. İkincisi, egemenlikleri altında yaşayan halkların sayısı, her zaman diğer devletlere göre daha fazla olmuştur. Bu halkların içerisinde devlete sadık insanlar her zaman olmuştur. Ama devlete düşmanlık besleyen veya para kazanma hırsı içerisinde olanlar da her zaman var olmuşlardır. Üçüncüsü, Türkler, egemenlikleri altındaki diğer etnik ve dini guruplara saygılı davranmışlardır. İçlerindeki yabancılara karşı gösterdikleri hoşgörüyü, kendi kavimlerinden olan insanlara göstermemişlerdir. Türklerdeki, içlerindeki yabancılara olan bu hoşgörü anlayışı da, ülkeye gelen yabancı casusların işlerini kolaylaştırmıştır.

Yukarıda kısaca anlattığımız sebeplerden dolayı, Türklerin kurdukları büyük devletlerin içerisinde yapılan casusluk faaliyetleri, hem amaç hem de yöntem açısından farklılık arz eder. Herhangi bir tasnife tabi tutmadan, bu farklılıkları aşağıda bahsedelim.

Türk devletlerine çaşıtlık yapma göreviyle gelen casusların bir bölümü, ülkedeki etnik gurupları Türklere karşı isyan ettirmek için çalışırlar. Bu uygulamaların benzerleri; Büyük Hun Türk Devleti, Göktürk Devleti, Selçuklu Türk Devleti ve Osmanlı Türk Devletinde görülmüştür. Günümüzdeki Türkiye Devletinde de görülmüştür. Bu uygulamaların yöntemi, Hun Devleti, Göktürkler ve Selçukluda klasik şekilde yürütülmüştür. Ülkedeki diğer halkların memnuniyetsiz insanlarını veya kendi soyundan olup para ve mevki hırsına kapılmış olanlarını kullanmak yeterli olmuştur.

Ama Osmanlı Devletinde ve Türkiye Devletinde ilave yöntemler kullanılmıştır. Bu yönteme, dolaylı casusluk da denilebilir. Dolaylı casusluğun bir bölümü, misyonerlik faaliyeti şeklinde yürütülür. Misyonerlerin bir kısmı, yabancı ülkelerin insanlarından casusluk konusunda eğitim almış ve güvenilir olanlarının, Türkiye’ye gönderilmeleri şeklinde oluşturulur. Bir başka misyoner gurubu, Türkiye’deki okullarda, bilhassa üniversitelerde eğitim görürler. Eğitimlerini tamamlayınca Türkiye’de buldukları bir işte çalışırlar. Bir diğer misyoner gurubu, Türkiye’de yaşayan insanların çocuklarının bazısını, küçüklükten itibaren yetiştirmek şeklindedir. Bunlar genellikle, pek bilinmeyen diğer etnik ve dini guruplardan oluşturulurlar. Bu şahıslar, halkın içerisinde ve diğer çocuklarla birlikte okurlar ve yetişirler. Bu çocuklarla, sadece onların yetişmelerini takip eden bir veya birkaç kişi irtibat kurar. Dolayısıyla, hiç fark edilmezler. Bir başka misyoner gurubu, yabancı ülke vatandaşlarından casus olarak eğitim almış insanlarından bazılarının, hidayete ermiş görünerek dinlerini değiştirmeleri şeklinde vuku bulur. Böyleleri normal vatandaşlardan daha fazla itibar görürler.

Bilindiği gibi, Osmanlı Türkleri Birinci Dünya Savaşına girdiklerinde, Padişah ve Halife olan Sultan Mehmet Reşad bütün Müslümanlara cihad çağrısı yaptı. Bu çağrıya beklenen olumlu cevap yeterince alınamadı. (Buna rağmen, Enver Paşa Orta Asya’ya gittikten sonra ve Türkler yeni bir devlet kurduktan sonra, Müslümanların kendilerine güvenleri gelmiş ve bu çağrının olumlu sonuçları, sömürgecilere karşı mücadelenin başlaması şeklinde alınmıştır.) Harp sırasında ise, Osmanlı sınırları içerisindeki Müslümanların küçük bir bölümü, Osmanlıya karşı savaşan yabancı güçlerle birlik oldular. Kendi devletleri olan Osmanlının askerlerine arkadan saldırdılar. İngilizler de, kendilerinin sömürgelerinden topladıkları Müslüman askerleri getirerek Osmanlıya karşı savaştırdılar. Halifeye rağmen böyle bir olayın gerçekleşmesine katkıda bulunanlar arasında, din değiştirerek Müslüman olmuş gibi görünen yabancı misyoner casuslar önemli bir yer tutar. Arabistan’da “sarı hoca” olarak bilinen Lawrens, bunların sonradan su yüzeyine çıkmış olan bir örneğidir.

Halifenin cihad çağrısına rağmen, Müslümanların birçoğunun sessiz kalması ve hattâ İngilizlerin, sömürgelerinden topladıkları Müslüman askerlerin İngilizlerle birlikte savaşmak için Çanakkale’ye gelmelerinin bir başka sebebi daha vardı. Sömürgelerdeki Müslümanların, Osmanlılara karşı savaşmalarının nedeni, İngilizlerin yaptığı karşı propagandadır.

İngilizler, sömürgelerindeki Müslüman halka şöyle diyorlardı: “Almanlar, Padişahın bütün memleketlerini işgal etmişler. İstanbul’u da donanmalarıyla işgal etmişler. Çanakkale Boğazını da tutmuşlar. Halifeyi kurtarmak, böylece Müslümanları korumak için Almanlarla savaşıyoruz.”

Çanakkale’ye götürdükleri Müslüman askerlere de şöyle propaganda yapıyorlardı: “Muharebede sakın Türk askerlerine ateş etmeyin, onlar sizin din kardeşlerinizdir. Maksadımız, o zavallıları da Almanların elinden kurtarmaktır. Türk askerlerinin başında fes olduğunu biliyorsunuz. Almanların başında haki rengi (toprak rengi) başlık vardır. Bunlara aman vermeyin, öldürün. Sakın feslilere ateş etmeyin. Gayret ve kahramanlık gösterin de, Halife ve Padişah efendimizi çabuk kurtaralım!”

Kendilerini sömürge yapan İngilizlerin bu propagandalarına inanarak Çanakkale’ye gelen sömürgelerdeki Müslüman askerler, Türklerin fes giymeyi bırakıp toprak rengi başlık giydiklerini bilmedikleri için, Halifeyi kurtarmak gibi mukaddes bir cihad adına, Türklere karşı kahramanca savaşmışlardır. Almanların karşı propagandaları ise, çok uzun ve askerlerin anlayamayacağı şekilde olduğundan bir işe yaramamıştır. Eğer, Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels, Birinci Dünya Savaşı sırasında etkili olsaydı, belki de İngilizlerin propagandaları bertaraf edilir ve Halifenin cihad çağrısı işe yarayabilirdi.

Osmanlıdan sonra kurulan Türkiye Devletindeki casusluk yöntemleri, çağın sosyal gelişmelerine göre değişikliğe uğradı. Demokrasi yönetimi başlayınca, taktik değişiklikler yaptılar. İçteki misyoner casusların bir kısmı ülkenin yönetimine bazı tavsiyelerde bulundular. Aynı merkeze bağlı diğer bir bölümü, halkı, idarecilerin yaptığı uygulamaların tam tersi istikametinde yönlendirmeye çalıştılar. Böylece, devlet yönetimi ile halk arasında sürekli bir iç çatışmanın olmasını sağladılar. Türkiye, maalesef, henüz bu çatışma ortamından çıkamadı.

Türkiye’deki casusluk çalışmalarının diğer pek çok ülkeye göre farklılık arz eden bazı yönleri daha vardır. Başka ülkelerde casuslar, halkın içerisindedirler veya devlet görevlerinde alt kademededirler. Türkiye’deki misyoner casusların bir kısmı halk içerisindedirler. Ama bazıları, devlet ve siyaset yönetiminde en üst mevkilerde yönetici bile olabilirler. Hattâ bu misyoner casus yöneticilerin bazısının, halkın bir bölümünün çok sevdiği idareciler haline gelmeleri bile mümkündür. Çünkü misyoner casusların kimlikleri açık değildir, halk onları kendisi gibi bilir. Misyoner casusların, Müslümanlar, Milliyetçiler, Marksistler ve diğer “istler” gibi, mantıklı düşünemeyip duygusal tepki veren ideolojik gurupların üst yöneticiliğine gelmeleri, mantıklı düşünen guruplarda üst yöneticiliğe gelmelerine göre çok daha kolaydır. Ayrıca, mantıklı davranan guruplarda üst yöneticiliğe gelseler bile, tesirleri diğerlerindekinden çok daha az olur.

Ben kendimi Türk olarak hissettiğimden casusluk örneklerini, içinde yaşadığım ve tarihi hakkında bilgim olduğu için, Türklere yapılan uygulamalardan verdim. Bu yazının amacı, casusların etkilerini azaltabilmek için ne yapılması gerektiğini düşündürmektir. Verilen misallerden de anlaşılacağı gibi, halk sorgulayıcı bir anlayışa sahip oldukça, başkalarının tesirinde kalma ihtimalleri azalacaktır. Başkalarının dolduruşuna gelmeyip sorgulayan insanlar, huzurlu yaşamanın yolunu daha kolay bulurlar.

Çünkü düşünerek sorgulayan insanlar, çevresindekilere daha çok güvenirler. Türkiye’de 2022 yılındaki bir veriye göre, çevresindekilere güvenme oranının %8,4 gibi, dünya ortalamasının çok altıda düşük bir rakam olması, Türkiye’deki casusluk yöntemlerinin etkisinin yüksekliğini gösterir. Bu rakamdan anlaşılan o ki, dindarım diyen dindarlara güvenmiyor, milliyetçiyim diyen milliyetçilere güvenmiyor, sosyal demokratım diyen diğer demokratım diyenlere güvenmiyor. Bu güvensizlik ortamı ülkedeki bütün kesimlerde benzer oranlarda yayılmış durumda.

O halde, çözüme ulaşmak için ilk adım, güven oluşturmak olmalıdır. Bunu temin için de, mümkün olduğu kadar, söyledikleri ile uyguladıkları birbiriyle daha çok örtüşen insanlar göreve getirilmeli ve desteklenmelidir. Bu ortamı gerçekleştirmek isteyenler de, önce kendileri dürüst ve güvenilir olmaya gayret etmelidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BAZI CASUSLUK YÖNTEMLERİ   için yorumlar kapalı