DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU

 

(Türkiye Ekonomisi ile birlikte birkaç makale şeklinde yayınlayacağımız bu yazılar, Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımın, Mayıs 2006 baskısından biraz kısaltılarak alınmıştır. Yayınlamamızın amacı, mevcut sistemi irdeleyerek, eksiklerini ve hatalarını düzeltmek için çözüm önerileri oluşturmaktır. Ancak asıl olan, köklü çözümleri istişare etmektir. Makalelerimizdeki tekliflerimizin temelinde yatan sebepleri iyi gözlemlersek, köklü çözümlere ulaşarak, insanlığın huzuru ve mutluluğu için ciddi adımları hep birlikte atacağımıza inanıyorum.)

(Çözüm tekliflerinin bazısı Türkiye ile ilgilidir, ama diğer devletlerde de uygulanabilir. Ancak, tekliflerimizin bir kısmı diğer ülkeler için aynen geçerli olmayabilir.) 

Önce bir durum tespiti yapalım.

Gelişmiş ülkelerin en önemli meseleleri, Dünya Ticaret Hacmindeki artış konusudur. Gelişmemişlerin durumları onları ilgilendirmez. Sadece kendilerine yapacakları katkı açısından ilgilendirir. Japonya dâhil, gelişmiş ülkelerin nüfusları %15-16 arasındadır. Ancak aynı 2005 yılında Dünyanın gelirinden aldıkları pay, %82-84 arasıdır. Bu durum dünyadaki adaletsizliğin derinliğini göstermektedir.

         Para kazanma ve kâr hırsı genelde, Batılı milletlere has özelliklerdir. Doğulu insanlar için huzur ve itibar daha önemlidir. Bugün, maalesef, Batılıların çoğunda hâkim olan bu kâr hırsı, bütün dünyaya yayılmaktadır. Doğunun bir kısım insanlarını da sanki büyülemiştir. Ekonomide küreselleşen dünya için en büyük tehlike, bu anlayışın yayılmasıdır. Bunu, ileri görüşlü bazı Batılılar da ifade etmektedir.

Tehlike sadece gelişmekte olan ülkeler için değildir. Batı ekonomisi için de tehlike vardır. Kâr hırsı, sanal (hayali) ya da saymaca denilen bir ekonomik yapı oluşturmak üzeredir. Borsa, faiz, döviz ve rant (emeksiz kazanç) şeklinde kendini gösteren bu ekonomi, üretime ciddi bir katkı yapmamaktadır. Aksine, kimi zaman üretimi engellemektedir. Sanal ekonomiyi spekülatörler (yani hayali değer yaratıcıları) yönlendiriyorlar. Politikacıların dikkatsizce sarf ettikleri sözler de etkili oluyor. Ayrıca basının, olacakmış gibi yansıttığı ama gerçekleşmeyen bazı olaylar ve üretimle ilgisi olmayan konular, sanal ekonomiye yön vermektedir.

Sanal yani hayali ekonomi ile gerçek yani üretici ekonomiyi uzlaştırmak zorundayız. Aksi takdirde insanlar, kendi duygu ve heyecanlarının fasit dairesi (sarmalı) içerisine girebilirler. Bu daireden çıkmaları çok zor olur ve insanlık can çekişebilir. Sanal ekonomi gerçek üretimin olmadığı ekonomidir. Aklın, mantığın, duyguların, duyarlığın yeri yoktur. Dolayısıyla sanal ekonomi, insanlığın geleceği için çok tehlikeli hale gelmektedir. Baudrillard’a göre spekülatörler, hayali değer yaratarak kazandıkça büyüyorlar. Büyüdükçe birbirleriyle birleşiyorlar. Birleştikçe karşı konulamaz oluyorlar. Böyle giderse, hem insanlar hem de devletler, hayali değer yaratıcılarının oyun alanı olmaktan ileri gidemeyeceklerdir. (Bu konuda İslâmiyet’in bize öğütlediğinin kendime göre yorumunu, kitabın Türklerin Medeniyetinin Bugünkü Durumu bölümünde yaptım.)

Günümüzde bile sanal ekonomi alanında dönen günlük para akışı, mal ve hizmetler alanındaki dünya ticaretini finanse etmek için gerekli miktarın kat kat üstündedir.

Dünyanın bugünkü karmaşık şartlarında ekonomi biliminin genel bir çözüm getirmesi çok zor. Peter F. Drucker’e göre (s.167) küreselleşen dünya, Fransız Leon Walras’ın ekonomiyi matematiksel bir kalıba oturttuğu 1870’li yıllardan çok farklı yapıdadır. Yeni bir ekonomi kuramı geliştirebilmek için ekonomistler, aşağıdaki dört farklı yapıya tek bir ilke geliştirmek zorundalar:

  1. Fertlerin ve firmaların mikro (öz) ekonomik anlayışları (yani paranın devir hızı, kâr hırsı ya da girişimcilik yapıları, bazen alınan duygusal kararlar vb.),
  2. Milli devletlerin uyguladıkları makro (genel) ekonomi uygulamaları (yani para, kredi ve faiz oranları),
  3. Uluslar aşırı işletmeler (gerek sanal ekonomide gerekse üretimde süper güç ve tekeller oluşturmaya çalışan, milli olmayan şirketlerin farklı amaçları),
  4. Dünya ekonomisi (teknolojik gelişmelerin oluşturduğu küreselleşmenin, insanlar üzerindeki henüz belirlenemeyen etkisi).

         Bütün bu birbirinden farklı yapıları tek bir “ilke” ile açıklayıp kuramsal hale getirmek çok güç görünüyor. Belki de bu fiili durum, ekonomiyi matematiksel bir denge bilimi olmaktan çıkaracaktır. Ekonominin sadece bölgesel ve kısa süreli kuramlar geliştirilmesine yol açacaktır. Nitekim 1984-87 arasında ABD ekonomisinde uygulanan bazı politikalar, daha o zaman ekonomi kuramcılarını şaşırtan ve teorilere tamamen ters olan sonuçlar doğurdu. Hattâ aynı uygulamanın ABD halkı tarafından algılanışı ile Japonlar tarafından yorumlanışı birbirine tamamen zıt oldu. Ülkelerin anlayışları arasında her zaman böyle farklar vardır. (ABD Başkanı Reagan, işsizliği azaltmak ve ihracatı artırmak için karar aldı. Bir dolar 250 yen civarında idi. Bunu 220 Yen’e düşürmek istedi. Ama düşüşü durduramadılar ve 16 ay içerisinde bir dolar 125 Yen civarına indi. Bu durumda Japonların, ABD’den iki misli fazla ithalat yapmaları beklenirdi. Fakat böyle olmadı. Japonlar, ABD’den yine eskisine yakın mal aldılar. Yani ekonomistlerin düşündüğünün tersini yaptılar.)

Gelecekte, sanal ekonomi ile gerçek ekonomi arasında bir mücadele olabilir. Benzer şekilde kâr ile itibar anlayışı arasında da dünya çapında bir çatışma olabilir. Dolayısıyla bu iki ayrı anlayışın, bazı konularda bağdaştırılması gerektiğini düşünüyorum. Olaylara sadece “kâr” hırsı açısından bakan bazı Batılı yazarlar, bu birlikteliğin mümkün olamayacağını söylüyorlar.

Hemen her konuda planlar yapılırken kısa, orta ve uzun vadeli hesaplar, aynı anda yapılmalıdır.

         Batılılar esas itibarıyla 1492’den sonra, sömürgelerinden elde ettikleri artık değerlerle geliştiler. Günümüzde de, daha güçsüz ülkelerden, haksız rekabet sonucu ticari kazanç elde ediyorlar. Elde ettikleri bu artık değerler sayesinde gelişmelerini sürdürüyorlar. Ancak dünya zenginleşmedikçe, gelişmiş ülkelerin kendi başlarına zenginleşmeleri sürekli olamaz. Gelişmiş ülkeler bunu bilirler. Bu nedenle gelişmekte olanlara ve hatta savaştıkları ülkelere bile borç vererek onları çalışmaya ve kendileriyle alış verişe zorluyorlar. Verilen borçlar, gelişmekte olan ülkelerin başlarındaki “yiğidin kamçısı” olmaktadır.

Ekonomi kategorisine gönderildi | DÜNYA EKONOMİSİNİN GENEL DURUMU için yorumlar kapalı

EKONOMİLERİN SORUNU SERVET YARATMADAN KAZANMAKTIR

EKONOMİLERİN SORUNU SERVET YARATMADAN KAZANMAKTIR

 

Geçmiş asırlarda serveti oluşturan toprak idi. Toprakta üretilen ziraat mahsulleri gelirin ve dolayısıyla servetin artmasını sağlıyordu. Sanayi devriminden sonra da, sanayi üretimleri servetin artmasını sağlamaya başladı.

Serveti yaratan unsurun toprak olduğu dönemlerde Avrupa fakirlik içerisinde iken, Doğu, zengin idi. 1492’de başlayan keşifler Doğu’nun zenginliğine ulaşmak için yapılmaya başlandı. Yeni sömürgelerinden elde ettikleri gelirlerle gelişen Avrupa, 1750 yılında buharlı makinenin icat edilmesiyle çağ atlamaya başladı denilebilir.

Paul Kennedy’nin verdiği rakamlara göre, 1750 yılında “dünya imalat verimi içerisindeki nispi paylar” şu şekildeymiş. Bir bütün olarak Avrupa %23,2 Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Japonya %76,7 iken, sadece 1900 yılına gelindiğinde Avrupa %62, ABD %23,6 Japonya %2,4 Üçüncü Dünya Ülkeleri ise %11 olmuştu. Yani servet üretimini etkileyen unsur sanayi olmuştu.

Ancak sanayi, hammadde sahibi ülkelerin işine yaramamış, teknolojiye sahip ülkeler kazanmıştı. Bilindiği gibi Hindistan, İngilizlerin, ABD’deki Güneylilere rakip oluşturmak için, pamuk üretiminin özellikle artırıldığı bir bölgedir. Buna rağmen Hindistan’ın pamuklu dokuma ithalat rakamları, sanayiden hiç faydalanamadıklarının net bir göstergesidir. 1814’te 1 milyon yarda pamuklu dokuma ithal eden Hindistan, 1831’de 31 milyona, 1875’te ise, 995 milyon yarda gibi akıl almaz bir rakama ulaşmıştı. Yani, serveti üreten, sanayi olmuştu.

Ancak, 1929 Büyük Ekonomik Buhrandan sonra durum değişmeye başladı. Bu buhran sonrasında ortaya ekonomistler çıktılar. Ekonomistler, bilhassa İkinci Dünya Savaşından sonra, servet yaratma anlayışını hızla değiştirmeye başladılar. Değişen anlayışın sonunda, servet yaratanın ekonomistler olduğu şeklinde bir kanaat oluşmaya başladı.

Ekonomist diye yeni bir gurup oluşmasında, Keynes’in 1929 Dünya Ekonomik Buhranı konusunda yaptığı tavsiyelerin rolü çoktur. Hâlbuki dünyadaki, o dönemin gelişmiş ekonomilerinin verilerine baktığımızda, ABD’nin bile 1935’te buhranın etkilerini atlatamadığı görülmektedir. Gelişmişlerin buhrandan çıkmalarının asıl sebebi, II. Dünya Savaşı hazırlıkları için, devletin aşırı borçlanarak ve vergi toplayarak yaptığı yatırımlardır. Ama bu gerçek gözden kaçtığı için, buhrandan çıkışın, sadece Keynes’in fikirleri sayesinde olduğu zannedilmiştir.

Ekonominin büyümesini sağladığı zannedilen önemli bir gurup, bankalardır.  Elbette bundan 100-150 yıl öncesinde, bankalar doğrudan üretimle daha çok irtibatlandıklarından, servetin yaratılmasında bazı faydaları olmuştur.

Ama son dönemlerde bankalar, servet yaratmıyorlar. Daha çok, var olan servetin el değiştirmesine vesile oluyorlar. Yani aslında pastanın büyümesini sağlamıyorlar. Aksine, büyütmedikleri pastadan, kendilerinin aldıkları payları artırıyorlar. Bütün dünyada ekonominin daraldığı korona salgını döneminde bile, bazı istisnalar hariç, en çok kâr açıklayanlar bankalar oldular.

Diğer yandan, bankalarla organize olarak çalışan ve ekonomist olarak bilinen borsa simsarları için de, aynı şey rahatça söylenebilir. Dünya ekonomisinin durumu irdelendiğinde, borsa simsarlarının bir başka özelliklerini daha görmekteyiz. Karl Marks’ın adının duyulmasına sebep olan 1873 Viyana Borsası çöküşü, 1929 Büyük Buhranı, 2008 büyük ekonomik çöküşü gibi ortamları hazırlayanların başında, borsa simsarlarının geldiği görülmektedir. Ekonomik çöküşlerin en başta gelen sebebi, bankacıların ve bilhassa borsa simsarlarının açgözlülükle davranarak, halkı kandırmalarıdır.

Peki, bankacılar ve simsarlar nasıl bir ücret almaktadırlar. Dünya ortalamasının üzerinde maaş aldıkları kesindir. Yüksek maaş alabilmek için; doktor, mühendis, öğretim üyesi olmak için uğraşmaya gerek kalmamıştır. İyi bir ekonomi kâhini olmak yeterlidir. Ekonomik kâhinliği televizyonlar aracılığıyla yapanların kazançları, daha da fazla olmaktadır.

Ekonomistler için, kâhin sözünü ifade eden ben değilim. Ekonomist John Kenneth Galbraith’in kendisidir. Galbraith, anlattıklarının sonunu şöyle bağlamıştır: “ekonomik tahminlerin tek amacı, astrolojiye saygı kazandırmaktır.”

Çok yüksek maaş alan ekonomistler, dünya insanlığının içine düştüğü ekonomik buhrandan da, maddeten etkilenmemişlerdir. Sadece başkalarına yaptıkları tavsiyelere gerçekten inanarak, kendileri de o yönde yatırımlar yapan bazı ekonomistler, zarara uğramışlardır. Ama onlar dâhil, hepsi çalıştıkları borsa şirketlerinden yüksek maaş almaya devam etmişlerdir. Yatırım bankası Goldman Sachs’ın, 2008 Dünya Ekonomik buhranının gölgesinde 2009 yılında, çalışanlarına ödediği ikramiyeler, dillere destandır. Bilindiği gibi, Goldman Sachs çalışanları, başkalarına yol göstererek, insanların, kredi veya borsadan bir kâğıt parçası almalarını sağlamışlardı. Ama 2009 yılında insanların önemli bir bölümü aldıkları kredilerini ödeyememişlerdi. Fakat insanları yanlış yönlendiren Goldman Sachs çalışanlarının aldığı ikramiyeler, dünyanın en yoksul 224 milyon insanının gelirine eşitti. Muhtemeldir ki, çalışanların hiçbiri, bu ikramiyeleri hak etmediklerini düşünmemişlerdir. Eğer böylesine vicdanlı birileri olsaydı, basın aracılığıyla kendi reklâmlarını yaparlardı.

ABD’nin, 1987-2006 yılları arasında merkez bankası FED’in başkanlığını yapan ve efsanevi olarak anılan Alan Greenspan, 2011 yılında, 2008 deki krizi neden göremediği sorulduğunda, kendisinde hiçbir eksiklik görmeyerek, emlak piyasasındaki fiyat şişmelerini suçlamıştı. Bununla da yetinmeyerek, ileride de böyle krizler olabileceğini söylerken, krizlerin sebebi olarak, insan doğasını göstermişti.

Hâlbuki 2008’deki ekonomik buhranı, yıllar öncesinden gören ve söyleyenler de vardı. Ekonomist Nouriel Roubini bunlardan birisiydi. Wall Street’ten James Grantda, 2005 yılında, FED’in finans tarihinin en büyük kredi balonlarından birinin oluşturulmasında payı olduğunu yazmıştı. Burada ismini zikretmediğim daha birçok insan uyarılarda bulunmuştu.

Bütün bunlardan anlaşılan o ki, ekonomiyi biliyoruz diye ahkâm keserek en iyi maaşları alanlar, somut bir değer oluşturamayanladır. Ayrıca bu kişilerin çok büyük çoğunluğu, kendileri kazanmaya devam ederken, maddeten mahvına sebep oldukları insanların hallerini görüp, vicdan azabı bile duymayacak kadar duyarsızlaşmışlardır.

Bankalarda ve ekonomiyi yönettiklerini zanneden guruplarda oluşan bu yüksek ücretler, bir başka yanlış algılamaya yol açmıştır. Kendileri çok para aldıkları için, yaptıkları işi de çok değerli gibi görmeye başlamışlardır. Bununla da yetinmeyerek, kendilerini çok değerli bir iş üretiyor zannetmektedirler.

Yüksek maaş alan bu kişilerle ilgili olarak en güzel açıklamayı yapan, finans profesörü Raghuram Rajan idi. 2005 yılında ekonomi ve politikanın üst düzey yöneticilerine bir sunum vermişti. Buradaki konuşmasında, bankacı ve borsa simsarlarının ücretlendirilme şeklinin, onları çok fazla risk almaları için cesaretlendirdiğini ve küresel finans sistemini ciddi biz krize karşı savunmasız bıraktığını söylemişti. Konuşmasından üç yıl sonra, dediği kriz gerçekleşti.

İlginç olan, ekonomistlerin, ekonomik buhranlardan neredeyse hiç ders almadan, aynı ücret politikasıyla ve benzer riskli ürünler oluşturarak devam etmeleridir. Artık durum, tavuk-yumurta konusuna dönüşmüştür. Ekonomi çalışanları; başkalarının zarar görmelerinin sebebini “insan doğası” olarak gördükleri için mi yüksek kazanç sağlamayı sürdürmektedirler, yoksa yüksek kazanç sağladıkları için mi insanların zarar etmelerinin sebebini “insan doğası” olarak görmektedirler bilemiyoruz.

Eğer bütün dünya, servet üretimi ve paylaşılması konusunda birlikte bir çözüm üretimine gitmezse, ilk baskısını 2002 yılında yaptığım Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli eserimde yazdıklarımın gerçekleşmesi ihtimali kuvvetlidir. Kitabımda, benden önce bu konuda fikir yürütmüş insanlardan da istifade ederek, durumu şöyle ifade etmiştim:

“Sanal, yani hayali ekonomi ile gerçek, yani üretici ekonomiyi uzlaştırmak zorundayız. Sanal ekonomide aklın, mantığın, duyarlığın yeri yoktur. Dolayısıyla, sanal ekonomi, insanlığın geleceği için, çok tehlikeli hale gelmektedir. Sanal ekonomide hayali değer yaratarak kazananlar büyüdükçe, birbirleriyle birleşiyorlar. Birleştikçe karşı konulamaz oluyorlar. Böyle giderse, hem insanlar hem de devletler, hayali değer yaratıcılarının oyun alanı olmaktan ileri gidemeyecekler.”

Kitabımda bu gibi tespitleri yaptıktan sonra, çözüm önerilerimi de yapmıştım.  Tekliflerimin küçük bir bölümünü de, kitabımdan aynen alıntı yaparak, bu sitede 30 Ocak 2016 tarihinde “Maliye ve Vergi Politikalarında Çözüm Önerileri” başlığı altında yayınlamıştım.

Okuyucularımın içerisinden, başka birçok hususta olduğu gibi, bu konuda da daha kapsamlı ve gerçekçi çözüm önerileri geliştirenlerin çıkacağına inanıyorum.

Ben de, okuyucularımın irdelemelerine sunmak üzere, bu konuda kitabımda yazdığım diğer çözüm önerilerini, zaman içerisinde, bu sitede yayınlayabilirim. Makale kapsamına göre çok uzun olan tekliflerimin, kısaltarak yayınlasam bile, birkaç bölüm olacağını şimdiden ifade etmek isterim.

Ancak bu defa, okuyucularımdan farklı bir beklentim de olacak.  Benim yayınlayacağım çözüm önerilerim, genel anlamda, mevcut yapının kusurlarını düzeltebilme yönündedir. Hâlbuki biz, güzel bir gelecek oluşturmak için çaba sarf edeceksek, daha kökten çözümler için fikri istişarelerde bulunmalıyız.

Aksi takdirde, mevcut sistemin kaleleri olan bankalar ve ekonomistler ile onlarla birlikte kazanan avukatların, muhasebecilerin önemli bir bölümü, bizim çözüm önerilerimizin gerçekleşmesinin önüne geçerek, tekrar kendi kazan-kazan sistemlerini kurabilirler. Böyle olunca, gayretlerimiz boşa gidebilir veya çözümlerimiz kısa süreli olur.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİLERİN SORUNU SERVET YARATMADAN KAZANMAKTIR için yorumlar kapalı

BİNASINI UÇURUMUN KENARINDA KURANLAR

BİNASINI UÇURUMUN KENARINDA KURANLAR

 

Yazımızın başlığını bir Kur’an ayetinden aldık. Ayet şöyle;

Tevbe Suresi 9/109: “O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez. “

110: “Kurmuş oldukları binaları, (ölüp de) kalpleri paramparça olmadıkça yüreklerinde sürekli bir kuşku olarak kalmaya devam edecektir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Peki, binalarını yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına yapanlar kimler olabilir? Bu konuda bir fikir sahibi olabilmek için, yine Kur’an’a bakalım.

Kur’an, bize örnekler verirken, İsrailoğullarını ve Arapları anlatır. Önce İsrailoğullarıyla ilgili ayetlere bakalım:

Bakara Suresi 2/87. “Celâlim hakkı için Musa’ya o kitabı verdik, arkasından birtakım peygamberler de gönderdik, hele Meryem oğlu İsa’ya apaçık mucizeler verdik, onu Ruhu’lKudüs (Cebrail) ile de destekledik. Size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emirle gelen her peygambere kafa mı tutacaksınız? Kibrinize dokunduğu için onların bir kısmına yalan diyecek, bir kısmını da öldürecek misiniz?”

Ayetten anlaşıldığına göre Yahudiler, kendilerine gönderilen peygamberlere bazı mucizeler verilmesine rağmen, peygamberlere kafa tutmuşlardır. Çünkü peygamberler, Yahudilerin nefislerinin hoşlanmadığı emirlerle gelmişlerdir.

Aşağıdaki ayet, Yahudilere gönderilmeyen Hz. Muhammed’e karşı davranışlarından bahseder.

88: (Yahudiler, Muhammed’e karşı alaylı bir ifade ile): “Bizim kalplerimiz kılıflıdır” dediler. Bilakis Allah, onları kâfirlikleri yüzünden lanetledi. Bundan dolayı çok az imana gelirler.

Ayetten anlaşılan o ki, Yahudiler, Hz. Muhammed kendilerine gönderilmediği için, öldürmeye ve kafa tutmaya kalkışamamışlardır. Ama onunla alaycı bir şekilde muhatap olmuşlardır. Yüce Yaradan da, gönderdiği peygamberlerine karşı sürekli sorun çıkaran Yahudileri, kâfir olarak nitelemiştir. Onları lanetlemiştir. Yüce Yaradan, onları lanetlediği için, onların çok azı imana gelmektedir.

Demek ki, içlerinden imana gelen çok az bir gurup, binalarını Allah rızası üzerine kurmuştur. Ama kalan büyük çoğunluk Yahudi, binalarını yıkılmak üzere olan uçurumun kenarına kurmuşlardır. Bu sebeple, Yüce Yaradan’ın vurguladığı gibi, binalarıyla birlikte uçuruma yuvarlanacaklardır. Çünkü Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.

Ayetteki bu açık ifadelere rağmen, anlaşılan o ki, Yahudi akidesini benimseyenler, aksine, kendilerinin seçilmiş insanlar olduklarını iddia etmeye devam etmişler. Diğer bütün insanlardan farklı olduklarını söyleyerek, insanlara tepeden bakmışlar. Yahudilerin bu tavırları üzerine Yüce Yaradan, onlara şöyle cevap vermektedir:

Cuma Suresi 62/6: De ki: “Ey Yahudi akidesini benimseyenler! Bütün insanlar değil de, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, (bunda da) samimi iseniz haydi ölümü isteyin!”

Ayet gayet net bir ifade ile durumu özetlemiş. Takdir edileceği gibi, eğer bir insan kendisinin Allah dostu olduğuna inanırsa, ölümden korkmak şöyle dursun, aksine ölümü arzu eder ki, Yüce Yaradan’ın huzuruna sevinçle varsın. Peki, Yahudi akidesini benimseyenler nasıl bir tavır takınmış olabilirlerin cevabını, Yüce Yaradan veriyor:

7: “Ama onlar (Yahudiler), daha evvel yaptıklarından dolayı asla ölümü istemezler. Allah, zalimleri hakkıyla bilir.”

Ayet gayet açıktır. Yahudiler yaptıkları kötülükleri, diğer insanların çoğu bilmeseler de, kendileri çok iyi bilmektedirler. Yaptıkları kötülükler yüzünden Yüce Yaradan’ın kendilerini cehennemine atacağından eminler ki, ölümü asla istememektedirler.

Kur’an’da bu hususlarla ilgili olarak bilgi verilen diğer gurup, Araplardır. Araplarla ilgili ayetlerden bazısı şöyledir:

Tevbe Suresi 9/97: “Araplar (el arabu) inkâr ve nifak bakımından daha ileri ve Allah’ın peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını tanımamaya daha yatkındırlar. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Yüce Yaradan, yarattığı kullarını en iyi bilendir. Yukarıdaki ayet, Arapların, inkâr ve nifak bakımından daha ileri olduğunu açıkça ifade etmektedir. Nitekim Mekke’deki on Arap kabilesi birleşerek Hz. Muhammed’i öldürmek için tuzak kurmuşlardır. Allah onların tuzaklarını boşa çıkarmıştır. Hz. Muhammed’den sonraki dönemde Cemel Vakası ve Sıffın Savaşları ile başlayan süreçte İslâmiyet’i rayından çıkarmışlardır.

Ayetteki bu ifade ile Yahudiler için söylenenler arasında benzerlik vardır. Bu benzerliğin, her iki gurubun soylarının aynı olmasından kaynaklanması ihtimali kuvvetlidir. Bilindiği gibi, İsrailoğulları, Hz. İbrahim’in eşi Sara’dan olan İshak’ın soyundan gelmektedirler. Araplar ise, Hz. İbrahim’in diğer eşi olan Hacer’den olan İsmail’in soyundan gelmektedirler. Araplarla İsrailoğulları arasında, Hz. İbrahim’in hangi eşinin daha kıymetli olduğu tartışması vardır.

Ancak her iki gurubun da, Hz. İbrahim’e hiç layık bir soy olmadıkları yukarıdaki ayetlerden ve yüz yıllardır gelişen olaylardan anlaşılmaktadır.

Yahudilerle ilgili olarak birkaç tane ayet örneği verdiğimiz için, Araplarla ilgili olarak da birkaç ayet verelim.

98: “Araplarda (el arabi) kimi de var ki, verdiğini angarya sayar ve sizin üzerinize belalar gelmesini bekler. O çirkin belalar kendi başlarına olsun! Allah her şeyi işitendir, bilendir.”

Yukarıdaki ayette Yüce Yaradan’ın, peygamberin ve peygamberle birlikte olan insanların başlarına belalar gelmesini isteyen Arapların başlarına belalar gelmesini arzu ettiği anlaşılmaktadır. Tıpkı, lanetlediği İsrailoğullarının başlarına gelmesini istediği belalar gibi.

99: “Yine Araplardan (el arabi) kimi de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber’in dualarını almaya vesile sayar.

Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.”

Yukarıdaki ayete göre, Arapların arasında da inanalar vardır. Yukarıda verdiğimiz Bakara Suresi 88inci ayette bahsedildiği gibi, Yahudilerin içerisinde de inananlar vardır. Ama her iki gurupta da önemli bir bölümünün, içten pazarlıklı nitelikte olduğu, ayetlerin açıklamasından anlaşılıyor.

Her iki gurup da, “huylu, huyundan vazgeçmez” atasözünün doğruluğunu ispat edebilmek için gayret gösteriyorlar. Zaten, bütün insanlığa ve her bölgeye peygamberler göndermesine rağmen, Kur’an’da bize anlatılan peygamberlerin çoğunun İsrailoğullarına ve Araplara gönderilenlerin olmasının, insanlara vermek istediği bir mesaj olduğu açıktır.

Kur’an, diğer bütün insanlığın içerisinde de mevcut olan böylelerini, şöyle uyarmaktadır:

Muhammed Suresi 47/22: ”Demek siz (cihad emri gelince beğenmeyenler), iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi?”

23: “İşte onlar, Allah’ın lanetlediği, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.”

24: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitleri mi var?”

Bu uyarılar, iman ettikleri halde kalplerinde hastalık bulunanlar için söylenmiştir. Umudumuz, dünyada bozgunculuk yapmaya devam edenlerin, Yüce Yaradan’ın söylediklerinin hepsini tekrar tekrar düşünmeleri ve hakikati görebilmeleridir. Düşündüklerini zannederek, kendi kendilerini kandırıp nefislerinin peşine düşenler için, Yüce Yaradan şu ayeti örnek veriyor:

Muhammed Suresi 47/14: “Rabbi tarafından apaçık bir delil üzerinde bulunan kimse, kötü işleri kendi kendisine güzel göstererek, heveslerinin peşine düşmüş kimseler gibi olur mu?”

Yüce Yaradan, hem insanları kandıranları, hem de onların peşinden gidenleri aşağıdaki ayetiyle net bir şekilde uyarıyor:

Araf Suresi 7/38: Allah, şöyle der: “Sizden önce gelip geçmiş cin ve insan toplulukları ile birlikte ateşe girin.” Her topluluk (arkasından gidip sapıklığa düştüğü) yoldaşına lânet eder. Nihayet hepsi orada toplandığı zaman peşlerinden gidenler, kendilerine öncülük edenler için, “Ey Rabbimiz! Şunlar bizi saptırdılar. Onlara bir kat daha ateş azabı ver” derler. Allah, der ki: “Her biriniz için bir kat daha fazla azap vardır. Fakat bilmiyorsunuz.”

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | BİNASINI UÇURUMUN KENARINDA KURANLAR için yorumlar kapalı

MEHTER MARŞI VE MEHTERAN YÜRÜYÜŞÜ

MEHTER MARŞI VE MEHTERAN YÜRÜYÜŞÜ

 

(NOT: Bu yazı Mart 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden  tekrar yayınlıyoruz.)

Mehter marşı, Osmanlı Türklerinin ordularının savaş marşıdır. Mehter marşları konusunda bilgi sahibi olan insanların bile birçoğu, Mehteran Yürüyüşünü yanlış bilir. İki adım ileri atıldıktan sonra, bir adım geri gelindiği düşünülür. Bu sebeple, ilerleme kaydedilemeyen konular hakkında halk arasında “mehter yürüyüşü gibi, iki ileri bir geri” diye örnek verilir.

Bu algılama yanlıştır. Dikkatlice izleyenler göreceklerdir ki, mehteran yürüyüşünde geri adım atmak yoktur. Yürüyüşün hiçbir anında geri adım atılmaz.

Mehteran Yürüyüşü, aslında bir felsefenin hayata yansıması gibidir. İçerisinde hayata dair tavsiyeler barındırır.

Yürüyüşte ileriye doğru iki adım atılır sonra durulur. Bu duruş sırasında çevre kontrol edilir. Eğer durum müsaitse, tekrar iki adım atılır. Hiçbir zaman, üç veya daha fazla adım atılmaz. Her iki adımda bir, etraf kontrol edilir.

Bu yürüyüşteki anlayışı, devlet yönetiminde uyguladıkları için Türkler, gittikleri yerlerde daha uzun süre kalmışlardır.

Türklerin bu anlayışlarından habersiz olan Napolyon ve Hitler ise, hızla gittikleri yerlerden, daha hızlı bir şekilde geri gelmek zorunda kalmışlardır. Hayat tecrübesinden mahrum bu tutumları nedeniyle, hem kendi insanlarına hem de karşılarındaki insanlara derin acılar yaşatmışlardır.

Makedonyalı İskender’den başlayarak günümüze kadar uzun yürüyüş yapan liderler incelendiğinde, Türklerde, zafer sarhoşluğuyla ve kontrolsüz bir şekilde ileri giden lider hemen hemen yoktur. Emir Timur’un fütuhatları bile, İskender, Napolyon ve Hitler’den çok farklı yapıdadır.

Ancak, günümüzde dünyanın her yerinde, demokrasinin cilvelerinden ve uygulanış hatalarından faydalanarak üst üste seçim kazanan, kazandıkça kendini dev aynasında gören siyasi parti liderleri olabilmektedir.

Böyleleri her millette olduğu gibi, Türkiye’de de var olmuşlardır. Bunların içerisinde kendisinin Türk olduğunu gururla söyleyenler, hatalarında ısrar etmemişler ve dönmüşlerdir. Ama kendisinin Türk soyundan olmadığını düşünenler, (genlerden gelen) tarihi tecrübeden yoksun olduklarından, yanlışta ısrar edebilirler. Tabii ki böyleleri art niyetli iseler, zaten yanlıştan dönmek gibi bir hesapları olamaz.

Napolyon ve Hitler, Moskova yakınlarına kadar geldiklerinde, olaylara dışarıdan bakanlar, onların başarılarına şapka çıkarıyorlardı. Fakat kendilerini en güçlü gördükleri sırada geri dönüşleri başladı. Bazı uygun barış tekliflerini, gururları yüzünden ret ettiler.

Onların, barış tekliflerini reddedişlerinin sonuçlarını bütün dünya biliyor. Umulur ki, insanlar ders alırlar. Ders almayanlar ancak, “benden sonrası tufan” anlayışında olanlardır. Bu anlayışta olanlar unutmasınlar ki, Allah’ın gösterdiği hak ve adalet yolundan taviz vermeden gidenler, Allah’ın yardımıyla daima galip gelmişlerdir.

Allah bozguncuların işlerini düzeltmez.

Allah, hainlerin hilelerini başarıya ulaştırmaz.

Şüphesiz ki, en şaşmaz vaat ve en hak vaat, Allah’ın vaadidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEHTER MARŞI VE MEHTERAN YÜRÜYÜŞÜ için yorumlar kapalı

KAPİTALİZMİ, KAPİTALİSTLERDEN KURTARMAK

KAPİTALİZMİ, KAPİTALİSTLERDEN KURTARMAK GEREK

 

Yazımızın başlığındaki bu ifade, Fransız ekonomist Prof. Thomas Piketty’ye ait. Rutger Bregman’ın “Gerçekçiler İçin Ütopya” adlı eserinde, Piketty’den aktardığı bu sözü okuyunca, gençliğimde yaşadıklarım sonucunda oluşan düşüncelerim aklıma geldi. Yazımın sonuna doğru, gençliğimdeki düşüncelerim ile makalenin başlığını birbirine bağlamaya çalışacağım için, sabırla okumanızı diliyorum.

Bir Türk Milliyetçisi olan ben, 22-23 yaşlarımda yaşadığım olaylar sırasında, fikrimi değil, ama insanlara ve olaylara bakışımı değiştirmiştim. O dönemde birlikte mücadele verdiğim idealist gençler olarak, ağabeylerimize ve hareketimizin yaşça büyüklerine bakışımız çok farklı idi. Onlar, bizim gözümüzde, sanki bizim gibi yiyip içmeyen insanüstü insanlardı. Onlar, sanki Mars’tan gelmişlerdi.

Ancak, gelişen olaylar sonucunda ağabeylerimizden ve hareketin yaşlı önderlerinden bazılarıyla birlikte çalışmam gerekti. Onlarla yakından çalışınca, bütün hayallerim yıkıldı. Basit menfaatler için, ilkelerinden vazgeçtiklerini gördükçe, gerçeklerle yüzleştikçe, konuları sorgulamaya başladım. Üstlerimizden önemli bir bölümü tarafından aldatıldığımızı anladıkça, bütün bunları göremeyen idealist gençleri uyandırmak için anlatmaya başladım.

Benim okuduğum üniversite olan ODTÜ’de, Marksizm’i savunan sosyalistler hâkimdi. Ben ise onlarla mücadele eden milliyetçilerin okul başkanı idim. Ama güçlerimiz arasında orantısızlık haddinden fazla idi. Böyle bir ortamda ölümüne mücadele vermemize rağmen, olayları kavrayamayan milliyetçi gençleri uyandırmaya çalışınca, bana da okulumuzun dışındaki kendi gurubumuzdan suçlamalar gelmeye başladı. Beni, Marksist Türkçü olarak ilân ettiler. Ama dini yönüm de olduğunu görenlerden bir kısmı, onları uyandırmak için anlattıklarımı algılayamadılarsa da, bana yapılan suçlamalara itibar etmediler.

Diğer yandan, mücadelesini verdiğimiz ODTÜ konusunda destek bulabilmek umuduyla, diğer partilere de gittik. Onların ileri gelenleriyle görüşmeler yaptık. Her görüşmemizde hayallerim darbe aldı. Diğer partilerin önderlerinin halleri, benim peşinde koştuğum ağabeylerimizden daha kötü idi.

Daha sonra, bize karşı mücadele veren sosyalistleri izledim. Onların içinden, orta kademelerdeki bazılarıyla görüştüm. Onlarda da aynı sorunlar vardı. Onların da yöneticilerinin içinde basit menfaatler peşinde koşanlar vardı.

Okuldaki Marksistlere karşı mücadelede destek alabilmek için, dini guruplarla temas kurdum. Onların ağabeylerinden, yaşlılarından ve o dönemdeki hükümette bakanlık yapmakta olan yöneticilerinden bazılarıyla görüştüm. Onlardaki sorunların da aynı olduğunu gözlemledim.

Bütün bu yaşadıklarımı sorgulamalarımdan sonra, kendime bir özgüven geldi. 23 yaşındaydım, ama “ben, ülkeyi bunlardan iyi yönetirim” diye düşündüm. Benim gözümün açılmasının sebebinin, yaşadıklarımı sorgulamam olduğuna kanaat getirdim.

Bu sorgulama fikrine şehirde yaşamam neden olmuştu. 11 yaşıma kadar yani ilkokulu bitirene kadar, kasabada yaşamıştım. Orada, toprağa, akrabalara ve vatana bağlılığı öğrenmiştim. Eğer, sonraki hayatım şehirde geçmeseydi, ben de diğer gençler gibi, biat kültürüyle devam eder ve sorgulamazdım.

Eğer, şehirde doğup sadece şehirde yaşasaydım, sorgulamalarımı yapınca, küser, “ben bunlarla mı birlikte olacağım” der ve mücadeleyi bırakır ayrılırdım. Zaten sorguladıkça, kendi gurubumdan da tehditler geldiği için, şehirde yaşayanın korku duyan yapısıyla, daha ileri gitmezdim. Nitekim bütün hayatı şehirde geçmiş olan dava ağabeyim rahmetli Mehmet Tomsu, benim sorgulamalarıma ışık tutarak gözümün açılmasına sebep olacak kadar çok kapasiteli bir insan olmasına rağmen, bendeki gözü karalık yoktu. Çünkü kasaba veya köyde hiç yaşamamıştı.

Dolayısıyla, 11 yaşına kadar kasabada, daha sonrasında şehirde yaşamamın faydası olmuştu. İlaveten, babamın esnaf olması, benim de küçük yaştan itibaren hem esnaflık, hem de seyyar satıcılık yapmama vesile olmuştu. Aslında başkent Ankara’ya ilk gelişimde karşılaştığım ortamın beni daha çok pişirdiği inancındayım. 11 yaşımda olmama rağmen, benden bir yıl önce Ankara’ya gelen ve 14 yaşında olan öz ağabeyimle birlikte yalnız başımıza, ailemiz Ankara’da değilken, üç aydan fazla süre esnaf dükkânı çalıştırmaya gayret etmiştik. Ama yatığımız iş, yazın satılmayan kadayıf imalatı olduğundan, geçinebilmek için gazoz satma dâhil, değişik yollara başvurmuştuk.

Küçük yaşlarda yaşadığım bu hayat mücadelesi de bana, mücadeleden ve çatışmalardan kaçmamam gerektiğini öğretmişti. İşte, hayatın pişirmesiyle, kendimi, ülkeyi yönetenlerden daha kapasiteli görmeye başlamıştım. O dönemde düşündüğüm şey, bu ülkenin, bu yöneticilerin idaresinde nasıl ayakta kaldığı olmuştu.

Kendimce de, iki sebep bulmuştum. Birincisi, halkımızda kanaatkârlık vardı. Hallerine şükrediyorlardı. Maddeten kendilerinden güçlü olanlara bakmıyorlar, daha fakirlerle kendilerini karşılaştırarak; “buna da şükür, nice bunu da bulamayanlar var” diyorlardı. İkincisi, henüz sülâleler bile parçalanmamıştı. Aileler ise, hiç parçalanmamıştı. Dolayısıyla, bir ferdin sorunları, ister maddi isterse manevi olsun, sülâle içerisinde şöyle ya da böyle çözülüyordu. Günümüzde ise, o dönemde benim tespit ettiğim bu iki avantaj da iyice zayıfladı.

Yöneticileri gördükten sonra kendime güvenim gelmişti. Bu defa, o dönemdeki fikir akımlarını irdelemeye başladım. Sorguladığım fikir akımları; kendi gurubum olan milliyetçiler, dindar olduklarını söyleyenler ve Sosyalistler (Marksistler) idi. Bu sorgulamalarım sonucunda aşağıda kısaca vereceğim bazı kanaatlere ulaşmıştım.

Biz Türk Milliyetçileri, tarihin şanlı sayfalarında dolaşıyorduk. Ama bugüne gelemediğimiz için, günümüzün sorunları konusunda düşünce üretemiyorduk.

Dindar olduklarını iddia eden guruplar, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in dönemini ifade eden Asrı Saadet’te yaşıyorlardı. Dolayısıyla, onlar da bugüne gelemiyorlardı.

Sosyalistler ise, daha farklıydı. Onlar, kendi kafalarında inşa ettikleri hayal dünyasında yaşıyorlardı. Çünkü onların, sosyalizm veya komünizm uygulamasını başarabilmiş örnek bir yerleri yoktu. Dolayısıyla, onlar da hayal dünyalarından bugüne inemiyorlardı.

 O dönemde ulaştığım ve çevremdekilere ifade ettiğim bir başka kanaatim de, bir toplumdaki idealist insanların oranının %3 civarında olduğuydu. İncelediğim üç fikir akımı da, kendilerini idealist olarak niteliyorlardı. Ama benim tahminim, onlarda bile idealistlerin oranının %5’i geçmeyeceği şeklindeydi. Oran yükseldikçe, idealizmin sulanmaya başlayacağı inancındaydım. (Bugün de aynı düşüncedeyim. Ama bu düşüncem dünyevi amaçlarla ilgili fikir akımları ve guruplar içindir. Dünyevi olmayıp, kalpten gelen bir inanışla Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürüyen ve tek olan Tanrı’ya hizmet için ölümüne mücadele eden guruplar için, bu oran hususunda benim fikir yürütmem, hem anlamsız hem de mümkün değil. Gerçeği sadece Yüce Yaradan bilir.)

Bütün bu sorgulamalarımla ulaştığım öz fikrim şöyleydi:

Üç tip milliyetçi vardı; ülkücüler, ülkücü geçinenler ve ülkücülükten geçinenler.

Üç tip dindar vardı; dindarlar, dindar geçinenler, dindarlıktan geçinenler.

Üç tip sosyalist vardı; sosyalistler, sosyalist geçinenler, sosyalistlikten geçinenler.

Demek ki sorun, fikirlerde değildi. Düşünceleri temsil ettiğini söyleyen insanlardaydı. İtiraf edeyim ki, kapitalizmi bir fikir hareketi olarak hiç düşünmemiştim. Hep, diğer ideolojileri irdelemiştim. Fransız Piketty’nin sözünü okuyunca, çok doğru bir ifade olduğunu düşündüm. Sorun insanlarda ve onların uygulamalarındaydı.

Okuduğum bu söz üzerine tekrar düşünmeye başladım. Hem milliyetçilik, hem dindarlık, hem sosyalizm, hem de kapitalizm savunulabilecek fikirler olmasaydı, bu düşüncelerin idealistleri olur muydu?

Sonunda, bu soruların tatminkâr cevaplarını bulabileceğim tek kaynağın, Yüce Yaradan’ın, değişmeden kalan kelâmı olan Kur’an olabileceğine kanaat getirdim. Bu sebeple, bu hususlarla ilgili olarak Kur’an’ı incelemeye başladım.

Kur’an, Yüce Yaradan’ın, bizleri kavimler halinde ayırdığını aktarıyordu (Hucurat 49/13). Bir kavmin, bir başka kavimle alay etmesine karşı çıkıyordu. “Belki onlar sizden daha hayırlıdırlar” diyordu (Hucurat 49/11).

Demek ki, bir kavme mensup olma hissi, kavmine hizmet etmek arzusu Kur’an’a uygundur. Ama ırkçılık yaparak, diğer kavimlerle alay etmek Kur’an’ın reddettiği bir davranıştır.

Kur’an, dindarlık konusunda da bize bilgi veriyor. Kur’an’da takva sahiplerinden bahseden çok fazla ayet vardır. Onlar hakkında hep güzel gelecek vaat edilir. Takva sahiplerinden maksat, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürüyerek, Onun emir ve yasaklarına uyan idealistlerdir. Diğer yandan da, dinde aşırıya gitmemizi istemiyor (Maide 5/77) Dinde zorlama yoktur diyor (Bakara 2/256). Dini (ayetleri), az bir paraya satanlar kâfir olarak niteleniyor (Maide 5/44).

Demek ki Yüce Yaradan, dinin gereklerini yerine getirmemizi istiyor. Yani, bize yapılmasından hoşlanmadıklarımızı, başkalarına yapmamamızı istiyor. Bize yapılmasından hoşlandıklarımızı ise, başkalarına yapmamızı öğütlüyor. Ama dini kullanarak para sahibi olmamızı reddediyor.

Kur’an, sosyalizm konusunda da bize bilgi veriyor. “Sizden bazılarınıza, bazılarından daha fazla rızıklar verdim, bunları, vermediklerimle paylaşın” diyor (Zuhruf 43/32, Nahl 16/71, Bakara 2/219 ve pek çok ayet). Yani Yüce Yaradan, yarattığı kullar arasında maddi farkın açılmaması için tavsiyelerde bulunuyor. Bu öğütlerini dinlemeyerek malları üst üste yığanlar ise kınanıyor.

Demek ki, sahip olduklarımızı, olmayanlarla infak yoluyla paylaşarak, insanların insanca yaşayabilmeleri ve aralarındaki huzuru ve hiyerarşiyi bozmayacak şekilde eşitlenmeye gitme çabası takdir ediliyor.

Kur’an, liberal ekonomi hakkında da bize bilgi veriyor.  Ticareti ve alışverişi destekliyor. Ama birbirimizi kandırmamamızı, tartıyı ve ölçüyü tam yapmamızı ısrarla istiyor. Üreterek para kazanmamızı teşvik ediyor. Zengin olmamıza engel koymuyor. Zenginliğin helâl yoldan elde edilmesini isterken, Yüce Yaradan’ın asıl amacının fakirliği ortadan kaldırmak olduğu aktarılıyor. Böyle davranmayıp, başkalarını ezerek mal mülk sahibi olanlara da Karun örneğini veriyor. Böylece yardımsever zenginleri değil, kapitalistlik yapanları çok ciddi uyarıyor.

Demek ki, zengin olmaya çalışmalıyız. Ama üreterek ve helâl yollarla zengin olmaya gayret etmeliyiz. Kazandıklarımızdan da, hem çalışanlarımızın hem de fakirlerin paylarını vererek zenginliğimizi paylaşmalıyız. Bütün evrendeki varlıkların ve mülkün sahibinin Yüce Yaradan olduğunu unutmamalıyız. Dolayısıyla, mallarımızın sahibi kendimiz değiliz. Onlar bize emanet olduğundan, israf etmememiz gerektiğini de hatırdan çıkarmamalıyız.

Sonuç olarak Piretty’nin sözünü şöyle uyarlayabiliriz: Kapitalizmi kapitalistlerden, milliyetçiliği milliyetçilerden, dini dincilerden, sosyalizmi sosyalistlerden kurtarmak gerek.

Peki, bunu nasıl başaracağız? Kur’an, bu hususta da bize yol gösteriyor. Yüce Yaradan, “İnsanlardan değil, Benden korkun” diye uyarıyor (Maide 5/44) Bu uyarılarını pek çok ayette tekrarlıyor. İnsanlara değil, Kendisine sığınmamızı istiyor. İnanlara değil, Kendisine bağlanmamızı vurguluyor. Eğer böyle yaparsak, istismarcıların oyuncağı olmaktan kurtulacağımız aşikârdır.

 

Sosyal kategorisine gönderildi | KAPİTALİZMİ, KAPİTALİSTLERDEN KURTARMAK için yorumlar kapalı

TASAVVUF ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

TASAVVUF ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Tasavvuf konusuyla dolaylı bağlantılı olarak, “Takva ve Allah’ta Son Bulma (Fenafillah) Anlayışları” ve “İmam Gazali Neden Önemli” başlıklı yazılarımızı daha önce bu sitede yayınlamıştık. Ayrıca “Türklerde ve Araplarda Müslümanlık Anlayışları Üzerine” başlıklı makalemizde de bazı açılardan tasavvuf konusunu irdelemiştik. Bu yazımızda daha farklı açılardan yaklaşmaya çalışacağız.

Yine bu sitede yayınladığımız “Doğu-Batı Sentezi Üzerine” başlıklı yazımızda, Rene Guenon’un fikirleriyle ilgili olarak Mustafa Tahralı’nın yazdığı “Çağ ve Hakikat” isimli kitabından bazı örnekler vermiştik. Guenon, İslâmi anlayışı anlatırken, manevi tefekkürün amelden üstün olduğunu savunmaktadır. Fransız düşünürün bu anlayışa sahip olmasının muhtemel nedenlerinden birisi, onun tasavvuf ehli insanlar aracılığıyla Müslümanlığı kabul etmesi olabilir. “Doğu-Batı Sentezi Üzerine” başlıklı makalemizde Guenon’un bu fikrine şöyle bir cevap vermiştik: “Allah’ın bize gönderdiği din anlayışında, elbette manevi tefekkür önemlidir. Ama uygulamaya ve salih amele dönüşmemiş bir kalbi sezginin, kendisi dışındaki insanlara faydası çok azdır.”

Diğer taraftan, Kur’an’da, Allah’ta son bulma yani fenafillah anlayışının yerinin olmadığı şeklindeki inancımızı, “Takva ve Allah’ta Son Bulma (Fenafillah) Anlayışları” başlıklı makalemizde, Kur’an ayetlerinden örnekler vererek ifade etmiştik. Kur’an’ın bütününe baktığımızda, yaratılan varlıklar ile tek yaratıcı ilâhi güç olan Tanrı arasında, kesin bir ayrım vardır. Eğer böyle bir ayrım olmasaydı, Allah’ta son bulmak isteyecek kişiler öncelikle peygamberleri olurdu. Hayatı hakkında en çok bilgiye sahip olduğumuz Hz Muhammed ile ilgili olarak, onun Allah ile kaynaşıp bütünleşmeyi düşündüğünü gösteren bir davranışı bilinmemektedir. Hz. Muhammed’in davranışlarına dayanmak isteyen mutasavvıflar, hadisleri örnek almıştır. Değişmemiş ve değiştirilememiş Kur’an, yani Yüce Yaradan’ın sözü ortada net bir şekilde dururken, söylenip söylenmediği belli olmayan bir söze itibar etmenin, bizi yanıltacağı açıktır.

Kur’an’daki, “sonunda Bize döndürüleceksiniz” sözünün anlamı, Allah ile bütünleşeceğiz değildir. Bütün kulları, sonunda Allah’ın huzuruna döneceklerdir anlamındadır. Huzura gelen kullardan hesap sorulacaktır.

Zaten, Allah’ın yeryüzündeki vekil yöneticiliği görevini layıkıyla yapmak için, Allah’ta son bulmaya gerek yoktur. Nefsine karşı mücadele ederek ve güzel işler yapmaya çalışarak, kâmil insan olmaya gayret etmek yeterlidir.

Tasavvufu, Allah’ı sıkça hatırlama ve güzel işler yapmaya gayret etme olarak değerlendirirsek, İslâm’a uygun bir tanım yapmış oluruz. Bu haliyle tasavvuf, takip edilecek faydalı bir yol olur. Ayrıca insanlar için, ulaşılabilir bir hedef haline gelir. Böyle olmayıp, Allah’ta son bulma fikri gibi, ne demek istediği pek anlaşılmayan ve gayri mümkün bir hedef önlerine konulduğu için, insanların gözleri korkup daha baştan vazgeçebilirler. Diğer yandan da, Allah’ta son bulacak kadar metafizik âlemde ileride olduğunu iddia edenler tarafından kandırılabilirler.

Tasavvuf, insanı derin bir düşünceye sevk ederken, aynı zamanda, salih amel işleme eylemi içerisinde olan olgun bir şahsiyet oluşturabilmelidir.

Yoksa Hz. Muhammed’in düşünmediği Allah’ta yok olma yöntemini, mutasavvıfların uyguladık demeleri, inandırıcılığını kaybeder. Tasavvufun zirve ismi İmam Gazali, kendisinin de bu yöntemi kullandığını şöyle anlatır (İhya, C4, s212): “(Tasavvufta) Dördüncü derece, Bir Tek varlıktan başkasını görmemektir. Bu, Sıddıkların, doğruluğa iyice ermişlerin tefekkürüdür. Mutasavvıflar, buna her şeyi birliğe indirerek, bu birlik içinde yok olma adını verirler.”

Gazali bu bilgiyi verdikten sonra, kendisiyle ilgili olarak şunu anlatır: “İki seneden daha fazla bir süre inzivaya çekildim. Yalnızlığa büründüm. Ruhi çabalar ve mücadelelere daldım. Kendimi bütünüyle ruhumu arındırmaya verdim. Mutasavvıfların talimatına uygun olarak kalbimi temizleyerek Allah’ı gönlümde tamamıyla hissetmeye çalıştım. Bu bir yol ki, bu yolda kalp Allah’tan gayri her şeyden arındırılıp temizlenir. Kalp, Allah’ın zikri içinde kaybolur. Sonunda bütünüyle Allah’ta yok olur.”

Cüneydi Bağdadi de tasavvufu şöyle tarif eder: “Tasavvuf, Allah’ın, seni sende öldürüp, seni tekrar Kendisinde dünyaya getirmesidir.”

Gerek Gazali’nin gerekse Bağdadi’nin yaptıkları bu tanımlar, insanların büyük çoğunluğunun kafalarını karıştıracak niteliktedir. Kuvvetle ihtimal ki, bu âlimlerin kastettikleri şeyler, halkın, onların söylediklerinden anladıkları değildir. Çünkü onlar, Hz. İsa’nın konumunu çok iyi bilen âlimlerdir. Hz. İsa, Allah’ın oğlu yani ete kemiğe bürünmüş bir Tanrı değil ve bir kul olduğuna göre, bir insanın pişerek Allah’ta son bulması, yani Allah ile bütünleşmesini düşünemezler.

Bu arada bir bilgi verelim. İmam Gazali’nin de beğendiği Hallacı Mansur’u, halife Muktedir’e şikâyet eden İbn Davud’a göre, Allah’a olan aşkı terennüm eden tasavvuf, Allah’ı insana indirgemektedir. Bu fikri doğru bulan ve kendilerine hakikat şahitleri denilen şuhudlar, Hallac’ın idamına hükmetmişlerdir.(Bağdat’ta o dönemde, 500 civarında şuhud varmış.)

İmam Gazali, iki seneden fazla inzivaya çekildiğini, yalnızlığa büründüğünü anlatmaktadır. Hâlbuki iki yıl süren inziva çok uzun olduğundan, büyük kurtuluşa ulaşma ihtimalinden daha çok, kafanın daha fazla karışması ihtimali vardır.

Buruc Suresi 85/11: “İnanan ve iyi amel yapanlar için de, altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş odur. “

Ayet gayet net bir şekilde büyük kurtuluşa erişmenin yolunu anlatmaktadır. Önce inanacaksın sonra salih amel işleyeceksin. Belki, inanmayan insan inzivaya çekilip, çevresinin baskısından kurtularak düşünmek isteyebilir. Ama inanan insan, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki halefliği görevini yerine getirmek için, aksine, inzivaya çekilmeden, toplum içerisinde kalarak, her zaman salih amel işlemeye çalışmalıdır.

Buruc Suresi14: “Bununla beraber çok bağışlayandır, çok sevendir.”

Demek ki, salih ameller işleyerek bağışlanma dileyeceğiz. İnanarak yaptığımız güzel işlerimiz arttıkça da, Yüce Yaradan’ın bizi sevmesini umut edeceğiz.

Muhtemelen, İmam Gazali’nin de, tasavvuf yöntemiyle ulaşmak istediği amacı, Allah’ın sevgisini kazanmaktır. Ama eserlerini dinleyen halk için durum, Gazali’nin arzu ettiği, Allah’ın sevgisini kazanma anlayışından daha farklı yöne gitmektedir.

Gazali, İhya-ı Ulumiddin adıyla topladığı eserinde, halka çok çeşitli tavsiyelerde bulunmuş, hayatın akışı içerisinde nasıl davranacakları konusunda ve neredeyse her alanda çok ayrıntılı fikirler beyan etmiştir. Belki de bu sebepten, kendisinden sonra gelen bazı âlimler, “Kur’an dâhil, İslâm ile ilgili olan bütün eserler kaybolsaydı, sadece Gazali’nin bu eseri kalsaydı, İslâmiyet bir şey kaybetmezdi” diyebilmişlerdir.

Gazali, hangi saatlerde hangi duaları yaparsak, ne kadar sevap kazanacağımızı geniş bir şekilde anlatmıştır. Belki de, insanları duaya alıştırmak için bu tavsiyeleri yapmıştır. Fakat halk böyle algılamamış, farklı konulardaki ihtiyaçları için belli zamanlarda yaptıkları duaları, dinin sevapmetresi olarak görmüştür. Salih amel işlemeyi geri plana atarak, sadece dualarla ve kalpten gelerek yapılmayan nafile ibadetlerle, Allah’ın sevgisini kazanmaya çalışmıştır. Ayrıca Gazali, hangi sıkıntıya düştüğümüzde, hangi duaları okuyacağımızı da tafsilatıyla aktarmıştır. Dolayısıyla, günlük yaşamımızın her anı için bizi sıkıntıdan kurtarıp cennete götüreceğini söylediği şekilcilik temelinde fikir beyan etmiştir.

Gazali’nin bu tavsiyelerini asırlardır din hocalarından dinleyen halk –bana göre- tasavvufu yanlış anlamıştır. Tasavvufu, şekilciliğe ve zikir ayinlerine dönüştürenler çoğalmıştır.

Hâlbuki tasavvuf, insanı, şekilcilikle ve ayinlerle Yüce Yaradan’ın sevgisini kazanabileceği inancından kurtarabilmelidir.

Tasavvuftaki zikrin rolü için benzetme yapan bazı araştırmacılar şöyle söylerler. Tasavvuftaki bu uygulama, Hıristiyanlıktaki İsa duası, Hinduizm’deki japa yoga, Budizm’deki nembetsu’ya benzemektedir.

Tasavvufa karşı fikirleri ve diğer dinlerle ilgili benzetmeleri dikkate aldığımızda, şu kanaate varabiliriz. Tasavvuf, Allah’ın sevgisini kazanmak isteyenlere, kafaları karıştırmadan, sadece Kur’an ayetlerinden örnekler vermelidir. Buruc Suresi 11inci ayeti veya Bakara Suresi 82inci ve 112inci ayeti göstermek yeterlidir. Yani, inanmak ve salih amel işlemek kâfidir. Salih ameller nelerdir diye soranlara, sadece Bakara Suresi 177 gösterilse bile yeterli olacaktır.

Tasavvuf, kimseyi ötekileştirmemelidir. Aksine diğer dinlere ve anlayışlara hoşgörü ile bakmasını öğretebilmelidir. Eğer tasavvuf ehli, öğretimi böyle yapmayıp, Müslüman olduğunu söyleyen insanları bile, sırf kendisinin mensup olduğu tarikattan olmadıkları için ötekileştirir ve onu Müslüman olarak kabul etmezse, o kişi, Allah’ın sevgisini kazanayım derken, hiç ummadığı aksi durumlara düşebilir.

Eğer tasavvuftaki “Allah’ta yok olma” anlayışı, nereye bakarsak bakalım, Yüce Yaradan’ın izini görmek anlamında ise, bu anlayış Kur’an’a ve gerçeklere uygundur. Çünkü çevremizde gördüğümüz her şey, bize tek olan Tanrı’yı hatırlatır. Gördüğümüz cansız varlıklar, söz gelimi bir bina bile Allah’ı hatırlatır. Çünkü eğer Yüce Yaradan, o malzemeleri yaratmasaydı ve bize akıl ile birlikte iş görme kabiliyeti vermeseydi, biz bina yapamazdık. Çevremizde canlı veya cansız hangi varlığa bakarsak Yüce Yaradan’ın lütfunu ve rahmetini görürüz. İyi niyetle ve insanlara faydalı olacak hangi işe girişsek, Allah’ın rahmeti ve desteğiyle karşılaşırız. Dolayısıyla, fenafillah anlayışı ile bu bakışlar kastediliyorsa, aşağıdaki ayetten de anlaşılacağı gibi, Kur’an’a uygundur:

Bakara Suresi 2/115: “Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah’ındır. Nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü işte oradadır (orası Allah’a çıkar). Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”

Tasavvufu, doğru anlayıp, doğru uygulamaya çalışırsak, Allah’ın sevgisini kazanmanın, ulaşılır bir hedef olduğunu görürüz. Ahlâklı bir anlayışla güzel işler yapmaya gayret edersek, hem kendimize, hem çevremize, hem Müslümanlara, hem de bütün insanlığa faydalı oluruz.

Sosyal kategorisine gönderildi | TASAVVUF ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

NASREDDİN HOCA 2

NASREDDİN HOCA HİKÂYELERİNDEN ALINABİLECEK DERSLER 2

 

Geçmiş devirlerde, kültürlerin ve olaylara bakışların nesilden nesile aktarılması, hemen tamamen sözlü tarifler ve sözlü anlatılan hikâyeler yoluyla olurdu. Hikâyeleri en geniş coğrafyaya yayılan ve çocukluğumdan beri bildiğim bir isim olması hasebiyle, Nasreddin Hoca’yla ilgili fıkra şeklindeki hikâyeleri irdelemeye başlamıştık. Bu yazımızda da devam edeceğiz.

İlk makalemizde, yük taşıyıcı olarak yaygın bir şekilde kullanılan bir hayvan olan eşek ile irtibatlı hikâyeleri aktarmıştık. Yine eşek temalı, hem güldüren hem de düşündüren hikâyelerle devem edelim.

HİKÂYE: EL, ELİN EŞEĞİNİ…

Varlıklı bir adamın eşeği kaybolmuş. Adamları dört yana dağılıp eşeği aramaya başlamışlar. Bu sırada rastladıkları Hoca’ya da eşeği aramasını söylemişler. Hoca “Olur… Olur…” deyip yürümüş.

Biraz sonra Hoca’yı bağların arasında türkü söyleyerek dolaşırken görenler ne yaptığını sormuşlar. Hoca da:

_ Falan adamın eşeği kaybolmuş, onu arıyorum, demiş.

Adamlar şaşırmış:

_ Aman Hoca’m! demişler. Bu nasıl eşek aramak böyle?

Hoca işi pişkinliğe vurmuş:

_ El, elin eşeğini türkü çağırarak arar, demiş.

YORUM:

Hoca’nın cevaplarından çıkarabileceğimiz birkaç mesaj var.

Birincisi, Hoca, eşeği lakayt bir şekilde arayarak bir insanın zengin olmasının çevresinde sevilmeye yetmediğini vurgulamak istemiş. Çünkü sevdiği veya sevilen bir şahsın eşeği kaybolmuş olsaydı, daha bir içten arayacağı aşikârdı.

İkincisi, eşeği sadece adamlarının aramasından, çevresinde sevilmeyen zengin bir insanın gücünün, ancak kendi parasına ve parayla çalıştırdığı adamlarına yeteceğini göstermek istemiş. Eğer eşeği kaybolan kişi, çevresinde sevilen ama fakir birisi olsaydı, onu sevenlerin hep birlikte dolaşarak eşeği aramaları ihtimali yüksekti.

Ayrıca, hikâyenin sonunda Hoca “el, elin eşeğini türkü çağırarak arar” diyerek, bir insanın kendi işini yine kendisinin görmesinin, yani işinin başında olmasının en iyi sonucu verebileceğini, başkalarına havale edilen işlerde olumlu sonuç almanın zor olduğunu anlatmış.

Takdir edileceği gibi, herkesin işi, kendisi için birinci derecede önemlidir. Ama o şahsın işi, yapması için konuştuğu veya anlaştığı bir başkası açısından bakıldığında, öneminin daha alt sıralarda olabileceğini açıklamaya çalışmış. Dolayısıyla, bilhassa iş disiplini anlayışının eksik olduğu ülkelerde, işin sahibi tarafından doğrudan takip edilmeyen bir işin, zamanında ve olumlu sonuçlanması ihtimali düşüktür.

Benzer durum, hasta-doktor ilişkilerinde de geçerlidir. Doktora giden hastanın çektiği sıkıntı kendisi için birinci derecede önemlidir. Ama günde elli hastaya bakan bir doktorun açısından bakılınca, hastanın çektiği sıkıntıların pek bir önemi yoktur.

HİKÂYE: SEN BURADA MISIN?

Bir gün Nasrettin Hoca hayvan pazarına gitmiş. On eşek satın almış. Eve gelirken birine binip diğerlerini önüne katmış. Yolda eşekleri saymış. Dokuz eşek çıkmış. Meğer altındaki eşeği saymazmış.

_ Vay ahlâksızlar! Beni aldattılar, diyerek heyecanla eşekten inmiş. Sonra

_ Dur, bir daha sayayım demiş. Saymış, on.

Tekrar eşeğe binmiş. Evinin önüne gelince ne olur ne olmaz diye bir daha saymış. Yine dokuz çıkmış.

Kafası karışmış bir halde söylenirken bir komşusu görmüş.

_ Hayırdır Hoca, niye söyleniyorsun, demiş.

Hoca:

_ Pazardan on eşek aldım. Gelene kadar birini kaybettim, demiş.

Komşusu eşekleri saymış, bakmış on tane.

Komşusu:

_ Ee, tamam ya Hoca demiş. Hoca tekrar saymış, yine dokuz. Komşusu durumu anlamış.

Komşusu:

_ Peki, üstünde oturduğun eşek nedir? diye sormuş.

Hoca, altındaki eşeğe doğru eğilmiş,

_ Hay şaşkın! demiş, sen de burada mısın…

YORUM:

Bu fıkrada iki ana mesaj birden verilmek istenilmiş.

Birincisi, Hoca’nın eşekleri yerde iken farklı, bir eşeğin üzerinde iken farklı saymasıyla; insanların sahip oldukları konuma göre olaylara farklı bakabileceklerini, farklı yorumlayabileceklerini göstermek istemiş. Bilindiği gibi, insanların bakış açıları, masanın hangi tarafında olduklarına göre değişebilmektedir. Hattâ çoğu zaman, aynı insanın bakış açısı, masada karşı kısma geçtiğinde veya makamı yükseldiğinde değişebilmektedir.

İkincisi, komşusunun uyarısı üzerine Hoca, hatasını anlamasına rağmen eğilip eşeği suçlamasıyla; insanların en açık ve belirgin hatalarını bile kabul etmeyerek, suçu en olmadık yerlere atmaya hazır olduklarını göstermek istemiş. Gerçekten de hemen hepimiz, bir yanlışlık yaptığımızda, kabahati karşımızdakine atmaya meyilliyizdir. Olmadık bahaneler uydurarak, yaptığımız hatanın sebebini başkalarına yüklemeye çalışırız. Nitekim Nasreddin Hoca’nın bir başka hikâyesinde, söylediği düşünülen konumuzla bağlantılı olan şu sözü, bu gerçeği yansıtmaktadır:

“Kabahat, samur kürk olsa, kimse giymek istemez.”

Sosyal kategorisine gönderildi | NASREDDİN HOCA 2 için yorumlar kapalı

İSTİŞARELERİN UYGULANABİLİRLİĞİ

İSTİŞARELERİN UYGULANABİLİRLİĞİ, İYİ NİYETLE VE BİLGİYE DAYALI ALINMALARINA BAĞLIDIR

 

(NOT: Bu makale, Kasım 2013 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen tekrar yayınlıyoruz.)

Yüce Yaradan bizlere, her alanda istişare yapmamızı öğütlemektedir. (Ali İmran Suresi 3/159) İstişareler sadece yönetim konularında değil, her ortamda yapılmalıdır.

İnsanlar birbirlerine danışmaya aile ortamında uygun bir üslupla başlarsa, bu anlayış olgunlaşarak bütün kurumlara kendiliğinden yayılır.

Rastgele ortamlarda, rastgele insanlarla yapılan istişareler yararlı olmazlar. Aksine amaca zarar verebilirler.

Bu sebeple, istişareye katılacak insanlar öncelikle konu hakkında bilgi sahibi olmalıdırlar. Sadece bilgi yetmez. Kişiler söyledikleri fikirlerde samimi olmalıdırlar. Ama iyi niyetli olmak da yetmez. Fikir söyleyenler, o konunun içerisinde olmalıdırlar.

Bu üç unsur birleşirse, istişarelerden çıkan sonuç uygulanabilir olur.

Yaptıkları istişari toplantıda bu üç unsurun da var olduğuna inanan insanlar, alınan kararlardan kendi paylarına düşen kısmını uygulamakla yükümlüdürler.

Kararları uyguluyormuş gibi görünürler ama yapmazlarsa, aşağıdaki hikâyede olduğu gibi bir sonuç çıkar.

Köyün birinde köylüler, cami ve hocasının masraflarını açıktan toplamanın yanlış olduğunu, fakir insanları rencide ettiğini düşünürler. Toplanırlar ve durumu istişare ederler.

Sonunda, caminin yanında bir havuz yapmaya karar verirler. Köylüler gece karanlıkta teker teker gelecekler, güçleri ölçüsünde bu havuza süt bırakacaklar, sabah cami hocası havuzdaki sütleri toplayıp satacaktır. Böylece kimse incinmeden masraflar karşılanacaktır.

Karara herkes sevinir. Elbirliğiyle havuz yapılır. Gece olur. Köylüler karanlıkta tek tek gelerek ellerindeki kapları havuza dökerler.

Sabah olur. Hoca havuzun başına gelir. Bir bakar ki, havuzda hiç süt yok! Havuzdakilerin hepsi su!

Çünkü herkes, bir başkasının nasılsa süt götürüp havuza dökeceğini, böylece kendisinin döktüğü suyun araya karışacağını düşünür. Herkes aynı uyanıklıkta olunca da sonuç su olur.

Bu hikâyeden ders almak isteyenler, köyün genel menfaati için, denetim mekanizması ve denetçisi olmayan çözümlerin başarıya ulaşamayacağında hemfikir olacaklardır.

Aslında dünyada yapılan her işi, düşünülen her fikri, Yüce Yaradan kayda aldırıyor. Ama insanlar; daha somut, daha görsel ve cezayı hemen verecek bir denetleme mekanizması olmadan şaşırabiliyorlar. Hatta iyi niyetli olanlar bile denetimsizlikten dolayı şaşırabilirler.

Hikâyemizdeki cami hocası veya köyün ileri gelenleri denetleyici olsaydı, yanlış yapanlara karşı yaptırım gücü olan bir mekanizma emirlerinde olsaydı, insanlar havuz başına doğru gösterişle yürüyüp, sonrasında süt yerine su bırakmazlardı.

Çünkü hocalar ve ileri gelenler, köyün en adil ve en güvenilen insanları olmaya en yakın adaylardır.

Ancak kurulan denetim mekanizmaları öyle olmalı ki, onlarda dahi bir aksaklık olduğunda işleyebilmelidir.

Yüce Yaradan’ın, benim ve isteyenlerin kalplerimizi nuruyla fethedip, gönlümüzü güzelliklere açması dileğiyle…

Sosyal kategorisine gönderildi | İSTİŞARELERİN UYGULANABİLİRLİĞİ için yorumlar kapalı

KUR’AN’IN DİLİNİN ÖRNEKLİĞİ

KUR’AN’IN DİLİNİN ÖRNEKLİĞİ

 

Bu sitede yayınladığımız “Kur’an, Arapça mı Okunmalı” başlıklı yazımızda konuyu irdelemeye çalışmıştık. Bu makalemizde daha farklı açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Bir kişi, bir kitap yazmak istediğinde, kendisinin de içinde bulunduğu toplumun diliyle yazmayı düşünür. Çünkü önce kendi toplumunda anlaşılmalı ki, bilinmeye başlasın. Bu şahsın, başka yabancı dilleri bilse bile, kendi cemiyetinin dilini tercih etmeyerek başka bir lisan kullanması halinde, kendi toplumu tarafından kabul görmeyeceği açıktır.

Şahıslar böyle düşünürlerken, her şeyi ve her dili bilen, bütün dillerin yaratıcısı olan Yüce Yaradan’ın başka türlü davranmasını beklemek mantıksız olur. Elbette, O da, insanların okumasını umduğu kitabını, görevlendirdiği peygamberinin içinde yaşadığı toplumun dilinde indirecektir. Yüce Yaradan’ın peygamberleri aracılığıyla kaleme aldırdığı bütün eserler, peygamberinin kavminin anlayacağı dil ile yazılmıştır. Hattâ, kavminin dilleri arasında farklılıklar varsa, peygamberin kabilesinin diliyle indirmiştir.

Elimizdeki kutsal kitapların içerisinden, indirildiği dilden farklı bir dille yazılanı, sadece İncil’dir. İncil’in orijinali ortada olmadığından, sonradan yazılan İncillerin dili, yazarının hangi dili kullandığına bağlı kalmıştır. Günümüzdeki İnciller, eski Helen dili olan Latince olmuştur. Hâlbuki Hz. İsa, Latince bilmiyordu. Zaten Latince bir süre sonra yaşayan bir dil olmaktan çıkmış, ölü bir dil haline gelmiştir. Bu sebeple halk, sonradan yazılan bu İncilleri okuyamamıştır. İncillerin başka dillere çevrilmesi için de, 1500 yıl gibi uzun bir süre beklenilmiştir.

Kur’an’ın koruyucusu bizzat Yüce Yaradan olduğundan, aynen muhafaza edilmiştir. (Bu muhafaza edilişin, uhrevi olmayan mantıklı açıklamaları bir başka yazı konusudur.)

Kutsal kitapta bir değişme olmamasına rağmen, İslâmiyet çok kısa süre içerisinde hızla yayılınca, Basra bölgesindeki Araplar bile aynı kitabı farklı okuyarak, başka anlamlara ulaşır hale gelmişlerdir. Bu nedenle, Kur’an’ın ilk yazmasına herekeler eklenmiştir. Böylece farklı okumaların önüne geçilmiştir.

Arapların, Kur’an’ı aynı şekilde okumaları sağlanmıştır. Ama Arapların dışında başka milletler de Müslüman olmalarına rağmen, yeni milletlerin dillerine tam metin olarak çevrilmemiştir. Fatiha Suresi gibi bazı kısa sureler Farsçaya çevrilmiştir. Bazen, Karahanlılar Devleti döneminde yapılan gibi, Arapçasının altına o kelimenin Türkçesi yazılarak tercüme edilmiştir. Ama bu şekilde bile olsa, yapılan tercümelerin yazılannın, birkaç nüsha dışında devamı gelmemiştir. Akkoyunlu Türk Devletinin sultanı Uzun Hasan, Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettirmiştir. Ancak, bunun da devamı gelmemiştir. Türklerde, hem tam tercüme olarak, hem de halkın da okuyacağı sayıda, devlet eliyle basılan Kur’an tercümesi ve tefsiri, Cumhuriyet döneminde Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılmıştır.

Yüce Yaradan’ın, görevlendirdiği peygamberinin kavimlerinin dilinde gönderdiği kitapları, o dili bilmediği için yazılanları anlamadan okumak, kutsal kitapların indiriliş sebeplerine aykırıdır. Bilhassa günümüzde, kendi dilinde yapılmış tercümelere çok rahatça ulaşabilecek imkânı var iken, anlamadığı halde, halen sadece Arapçasını okumakta ısrar etmek, insana manevi bir tatmin verebilir. Ama anlamadan okunduğu için, Yüce Yaradan’ın, Kamer Suresinin 54/17, 22, 32 ve 40ıncı ayetlerinde, “Andolsun ki biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” şeklinde dört defa tekrar ettiği buyruğunu hiçe saymak anlamına gelir.

Şöyle bir düşünelim. Bırakalım, Kur’an’ın tamamında yazılanları kendi dilimizde anlamayı, sadece namazda okuduklarımızı hatırlayalım. Yüce Yaradan’ın huzuruna vardığımızda, namaz kıldığımız için bize teşekkür etse, ama sonrasında bize, “kulum, namaz kılarken, Bana neler söyledin” diye sorsa, kaç insan tam anlamıyla şöyle söyledim diyerek cevap verebilir?

Gelelim kitaplarda kullanılan dilin yapısına. Bilindiği gibi, Kutsal kitaplar içerisinde aynen kalan tek kitap Kur’an’dır. Bu nedenle, Kur’an’ın dilinin anlatım yapısını incelersek, diğer kitapların orijinallerinin dilleri hakkında da fikir sahibi olmuş oluruz. Çünkü Yüce Yaradan’ın peygamberlerin hepsinin yapısı birbirine benzemektedir. Hepsi de, halkın içerisinde yaşayan, davranış şekli ve konuşma biçimleriyle halktan biri olan insanlardır.

Kur’an’ın anlatım diline baktığımızda, anlaşılması kolay olan ve halkın kullandığı dil olduğunu görürüz. Halkın anladığı dili, o memleketteki entelektüeller, basit olarak görseler de, anlarlar. Ama entelektüellerin kullandıkları dilin çoğunu, halk anlamayabilir. Dolayısıyla bir toplumdaki bütün kesimlerin anlayabileceği bir dil kullanılması, amaca daha uygun düşer. Nitekim çok satan kitaplara bakıldığında, halkın anlayacağı dilin kullanıldığı görülür. Eğer aynı yazar, aynı şeyleri sadece entelektüellerin anlayacağı bir dille yazsaydı, kitabının çok satanlar arasına değil, az satanlar arasına girmesi ihtimali artardı.

Takdir edileceği gibi, bir eserin çok satanlar arasına girebilmesi için, sadece dilinin halkın anlayacağı şekilde yazılması yetmez. Kitapta bahsedilen olayların, verilen örneklerin, halkın sıklıkla yaşadıklarından olması gerekir. Diyelim ki bir siyasetçi, gittiği bir kasabada ekonomik sıkıntılardan bahsediyor olsun. Halk günlük geçiminde zorlanırken, siyasetçi, kendisinin de yeni aldığı villasının parasını öderken çok zorlandığını söylerse, halk nasıl bakar? Halkın gündemi ile konuşma yapan siyasetçinin veya yazarın gündemine karşıdan bakılınca, ödeme sıkıntısı açısından, aynı gibi duruyor. Ama gerçekte aralarında çok büyük fark var. Örnekler ve kavrayışlar farklı olursa, taraflar anlaşamazlar. Görünüşte aynı dili konuşmalarına rağmen, aralarında sanki dağlar vardır.

Demek ki, aynı dilin konuşulması da yetmemektedir. Aynı yaşanmışlıkların paylaşılması gerekir. Nitekim günümüzdeki siyasetçilerin içerisinden bu gerçeğe uygun davrananlar veya aslında çok farklı olsalar bile, halkta öyle bir algı oluşturanlar daha çok oy toplamaktadırlar.

Kur’an’ın verdiği örnekler, halkın yaşadıklarıyla ve sohbetlerinde konuştuklarıyla tam anlamıyla örtüşmektedir. Örneğin, Firavun boğulacağını anlayınca “Şimdi inandım” der. Ama Yüce Yaradan’ın cevabı “ya, şimdi mi” diye başlar. Diğer taraftan, Kur’an’ın birçok tasviri, bölgenin coğrafi şartlarına uygun olarak yapılmıştır. Böylece, yapılan tasvirleri halk daha kolay algılamıştır.

Kur’an’ın dilinde bir başka özellik daha vardır. Birçok ayetinde, halkın dilindeki kelimeleri kullanmakla birlikte, derin anlatım sağlamıştır. Kur’an, benzer konuları anlatırken, sadece bir kelimesini değiştirerek, anlatılmak istenilen derinliğe dikkat çekilmiştir. Bu şekilde halkın kelimeleriyle yapılan derin anlatımlar, aslında, âlimlere yol gösterici niteliktedir. Kur’an’ın bu özelliği, benzerinin yazılamayacağının göstergelerinden birisidir. Bilindiği gibi, anlamı derin şiirlerin içerisinde yazımı en zor olanları, halkın kullandığı gündelik kelimelerle ifade edilenleridir.

Hem halka hem de entelektüellere hitap ederken etkili olabilmek ve güzel dönüşler alabilmek isteyenlerin, Kur’an’ın dilindeki yukarıda saydığımız özelliklerini taklit edebildikleri ölçüde, daha iyi sonuç alacakları aşikârdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | KUR’AN’IN DİLİNİN ÖRNEKLİĞİ için yorumlar kapalı

TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Bu makaleyi yazmamızın sebebi, Türkiye’de son dönemlerde hükümete yakın gurupların yaptıkları bazı garip uygulamalara kızarak, Türklerin, Araplaştığı şeklinde bir anlayışın oluşmaya başlamasıdır. Amacımız, tarihi inceleyerek, böyle bir iddianın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hususunu irdelemektir.

Gerek Türklerin ve gerekse Arapların büyük çoğunluğunun aynı anlayışlarda olmaları mümkün değildir. Bu sebeple biz burada sadece, devletler olarak yaptıkları uygulamaları esas alarak, daha baskın olan anlayışları ele alacağız. Ayrıca, mutasavvıflarının ve âlimlerinin dini yorumlamaları arasındaki farkları da kısaca inceleyeceğiz. Tasavvuf anlayışları arasındaki farklara da kısaca değineceğiz.

Öncelikle, Türklerin ne zaman ve hangi süreçler sonrasında Müslüman olduklarını dikkate almak gerekir. Türklerin Müslümanlıkla ilk tanışmaları Arap Hilafet Ordusunda köle ve paralı askerlik şeklinde 674 yılından itibaren başlamıştır. Bu askerlerin bazılarının komutanlıklara kadar yükselmiş olmalarına ve Hilafet Ordusunda etkili olmalarına rağmen, Türklerin Müslümanlığa geçişlerinde hemen hiç tesiri olmamıştır denilebilir. Bu durumu, Karahanlı Türk Devleti hükümdarı Saltuk Buğra’nın iki yüz bin çadırıyla birlikte 944 yılı gibi çok geç bir tarihte Müslümanlığa geçmesiyle anlıyoruz. (İlk Müslüman Türk devleti, İdil (Kama) Bulgar Türk Devletidir. Ancak onlar Karadeniz’in kuzeyinde kaldıklarından, Türk dünyasının Müslümanlığa geçişinde fazla bir etkileri olmadı.)

Gerek Karahanlı Türk Devletinin ve gerekse Gazneli Türk Devletinin Müslüman oluşunda, Araplarla devlet olarak çatışma ve temas yok gibidir. Müslüman bir devletle ilk temas eden Karahanlı Hükümdarı Musa Baytaş’tır. Güneye doğru inen Karahanlılar, 999 yılında Samanoğulları Devletini yıkarak İran bölgesine giriş yapmışlar ve bölgenin 1926 yılına kadar hâkim sakini olmuşlardır. Dolayısıyla, Türklerin Müslümanlarla iç içe yaşamaları Farslarla olmuştur.

Bu makalemizin konusu, Türklerin ve Arapların Müslümanlık anlayışı olduğundan, Türklerin İslâmiyet’e girişlerinden sonra, İslâm âleminde oluşturdukları etkileri ve gelişmeleri başka yazılarımızda ele alacağız.

Türklerin tarihteki uygulamalarına bakıldığında, yeni gittikleri yerlerdeki diğer dinlere mensup olanlara hoşgörülü davrandıklarını görmekteyiz. Araplar da, başlangıçta gittikleri bölgelerde sadece yöneticileri cezalandırmışlar, halka hoşgörülü davranmışlardır. Ama sonrasında, Türkler diğer halkları Müslüman olmaya zorlamazken, Araplar bölge halklarını Müslüman olmaya zorlamışlardır. İnsanları Müslüman olmaya zorlamak, tek olan Tanrı’nın peygamberine bile yasakladığı bir husus olup, Kur’an’ın ruhuna ve anlatımına aykırıdır.

Türkler yeni gittikleri yerlerdeki insanların dinlerine karışmadıkları gibi, onları Türkleştirmeye de çalışmamışlardır. Araplar ise, yeni gittikleri yerlerdeki halkı Müslümanlığa zorladıkları için, bunun sonucunda aynı halkın Araplaşması olayı, zaman içerisinde kendiliğinden gerçekleşmiştir. Asurlular, Babilliler, Firavunların Mısır’ı, Kartacalılar ve diğerleri bugün kendilerini Arap olarak görmektedirler. Kur’an, Hucurat Suresi 49/13’te “…birbirinizle tanışmanız için sizleri kavimlere ve kabilelere ayırdık…” denilmesi, Türklerin uygulamalarının, Yüce Yaradan’ın isteklerine uygun olduğu anlaşılmaktadır.

Türkler, Müslüman olduktan sonra da, farklı soylara mensup insanları yönetici yapmaya devam etmişlerdir. Araplar ise, Emeviler devrinde hemen hiçbir yabancıyı yönetici yapmamışlardır. Abbasiler döneminde ise, bazı mecburiyetler dışında, yabancıları yönetici yapmamışlardır. Görüldüğü gibi Türklerin uygulamaları, Yüce Yaradan’ın, “emaneti ehline veriniz” emrine uygun bir davranıştır.

Türklerde, Hz. Peygamber sevgisi hep önde olmuştur. Halen de aynen geçerlidir. Bu durumun belirgin bir uygulaması, namazlarda kılınan Hz. Peygamberin sünneti rekâtlardır. Bu uygulama Araplarda yoktur.  Müslüman Türklerin, Araplar için “kavmi necip” demelerinin bütün sebebi, Hz. Peygamberin, Arapların içerisinden çıkmasıdır. Yoksa Arapları üstün gördükleri için değildir. Hâlbuki Türklerin, Ermeniler için “milleti sadıka” demeleri, Ermenilere karşı besledikleri sevgidendir. (Türklerdeki bu ince insanlığı göremeyen bazı Arapların ve Ermenilerin büyük hatalar yaptıkları, sonradan söyledikleri itiraflarından anlaşılmaktadır.)

Arapların ilk fetihlerinde, peygamberin kendi soylarından olmasının etkisi açıkça görülür. Bu durum Araplara ayrı bir güç kaynağı olmuştur. Ancak, fetihler bitip, zevk ve sefaya düşerek birbirleriyle uğraşmaya başladıktan sonra, peygamber konusunu geri plana itmişlerdir. Günümüzde Araplardaki Hz. Peygamber sevgisinin, Türklerinkinden daha önde olduğunu söylemek mümkün değildir. Türklerin bu sevgileri, Ali İmran Suresi 3/31: De ki, “siz gerçekten Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” ayetine uygundur.

Türkler, Müslümanlığı, devlet dini haline getirmemişlerdir. Dini, kişisel bir kavram olarak görmüşlerdir. Günümüz Türkiye’sinde Arap Müslümanlığı yaptıkları iddia edilen bazı tarikatların, devlet kurumlarında etkin olmaya çalışmalarının sebebi, dini, kendi anlayışları doğrultusunda devlet dini haline getirmektir.

Arapların, dini, kişisel bir algı olarak görmeyip, devlet dini haline getirdikleri, herkesi Müslüman yapmaya ve Müslüman olanlardan da, kendileri ile aynı anlayışta olmayanlara baskı yapmalarından anlaşılmaktadır. Bu hususta Kur’an bize ışık  tutmaktadır.  Bakara Suresi 2.272: “Onları yola getirmek senin boynuna borç değildir, ancak Allah dileyeni yola getirir. Yaptığınız her iyilik sırf kendiniz içindir…”. Demek ki, dini, devlet dini gibi görmek Kur’an’a aykırıdır.

Türklerdeki, ulema Müslümanlığı ile halk Müslümanlığı, birbirinden bazı hususlarda ayrılmıştır. Bunun bariz örneği, türbe geleneğidir. Türklerdeki halk Müslümanlığında, türbelerin özel bir yeri vardır. Türbe dediğimiz velilerin mezarları saygıyla ziyaret edilir. Bedeninin mezarda yattığı düşünülen veli kişiden, o andaki dertlerinin çözümü için yardım istenilir. Bu durum Türklerin ilk Müslüman olmaya başladıkları dönemlerden itibaren günümüze kadar geçerliliğini korumuştur. Araplar ise, Müslümanlıkta mezar anlayışının olmadığını düşünürler. Belki de bu sebeple, velilerin kabirlerini ziyaret hususu Türklere göre çok az sayıdadır. Endülüs doğumlu bir Arap olan İbni Arabi’nin, Şam’daki (Dımaşk) mezarını bulup türbe haline getiren, Yavuz Sultan Selim ve şeyhülislam Kemal Paşazadedir (İbni Kemal).

Kabir konusu İslâmiyet’te var mıdır diye bakalım. Tövbe Suresi 84: “Ve onlardan biri ölürse asla namazını kılma ve kabrinin başına gidip durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resulünü tanımadılar. Ve fasık olarak can verdiler.”

Önceki ayetlere bakıldığında bu ayet, münafıklar için ne yapılması gerektiğini anlatıyor. Münafıklardan biri ölürse, namazını kılma deniyor. Demek ki, bir Müslüman ölünce, önce onun namazı kılınacak. Sonra defnedilecek. Defnedileceğini de “münafıkların kabrinin başında durma” emrinden anlıyoruz. Demek ki, münafık da olsalar kabir olacak. Ayet münafıklara kabir yapın, ama Müslümanlara yapmayın demiyor. Aksine kabrinin başına gidip durma denildiğine göre, Müslümanlardan vefat edenlerin kabirlerinin başına gidip durulacak demektir. Başında durulacak bir kabrin en azından baş taşı ile belirlenmesi gerekir.

Bu konuda Türk halkının hatası, Tanrı’dan isteyeceği şeyleri, türbelerde sadece bedeni bulunan insanlardan istemesidir. Arapların hatası, İslâm’da kabir yoktur demeleridir.

Türklerdeki Müslümanlık anlayışı, yaşadıkları bölgelere göre bazı farklılıklar gösterir. En azından Anadolu’daki Türkler olarak incelediğimizde, Erzurum’daki, Bursa’daki ve Üsküp’teki Müslümanlık anlayış ve uygulamaları farklılık arz eder. Bursa, bilhassa 16ıncı yüzyılda, uluslararası bir hüviyete girmiş ve bir süre çeşitli halkların etkili bir şekilde yaşadığı bir şehir olmuştur. Ama Erzurum ve Üsküp arasındaki bariz fark, Erzurum’da sadece Müslümanların, Üsküp’te ise farklı dinlere mensup insanların, uzun süre bir arada yaşamasıdır.

Araplarda ise, İspanya’daki Endülüs Devletinde biraz farklı anlayış vardı. Ancak onlar da yıkıldıktan sonra, farklı uygulamalar görülmedi. Fikir olarak ise, Mutezile taraftarlarının etkin oldukları dönemde bazı farklılıklar oluştu. Ancak, Mutezile taraftarları sert bir şekilde bastırıldıktan sonra, tek düze bir fikri yapıya dönüştü denilebilir. Şii Fatımilerin bile, Abbasilerle egemenlik mücadeleleri hariç tutulursa, yukarıda bahsettiğimiz uygulamalar açısından çok farklı olduklarını söylemek zordur.

Türklerin Müslümanlık anlayışında, akıl ve vahiy birbirinin zıttı ve rakibi olarak düşünülmemiştir. Farabi, İmamı Azam Ebu Hanife, Maturidi, İbni Sina, Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi Veli, Aşık Paşa, İsmail Hakkı Bursevi, hattâ Mevlâna Celaleddini Rumi gibi din ulularında bu durum görülebilir.

Araplarda ise, Mutezilenin aklı çok öne çıkardığı iddiasına karşı, aklı dışlayan fikirler etkili olmaya başlamıştır. Sonraları ise, aklı dışlamakla kalınmamış, vahiyleri de sessizce saf dışı bırakabilmek için, Hz. Peygamber adına hadisler uydurulmuştur. Bu uydurma hadisler sadece Arapları değil, giderek Türklerin de bir kısmını etkilemiş ve Kur’an’ın özünden uzaklaşılmaya başlanmıştır.

Akıl, vahiy ve iman konularında bu sitede yayınladığımız “Akıl Vahiy Dayanışması” ve “Akıl İman İlişkisi” başlıklı makalelerimizde fikirlerimizi ifade ettik. Burada söylenebilecek şey, akıl ve vahiy dayanışmasının, insanları huzura götüren en uygun yol olduğudur.

Türkler, cennete girebilmek için, salih amel işlemeye, ibadete göre öncelik vermişlerdir. Bu durum Türklerin yapılarıyla uyuşmaktadır. Türklerin Müslümanlığı Bakara Suresinin 177inci ayetindeki tanıma uygundur. Araplarda ise, bol bol nafile ibadetler ve riyazatlarla cennete girmeyi hedeflemek daha yaygındır.

Ancak İmam Gazali’den sonra, Orta Doğu bölgesine yakın Türklerin bu anlayışlarında değişiklik olmuştur. İbadetler ve dualar, cennete girmekte daha öncelikli hale gelmiştir. Bu duruma rağmen Türklerdeki tasavvuf anlayışı, sadece zühtçü (ibadet ve riyazat ağırlıklı) bir algılama değildir. Türklerin tasavvuf anlayışlarında; salih amel, ahlâk, ilâhi aşk ve züht anlayışı harmanlanmış gibidir. Araplarda ise, zühtçü tasavvuf anlayışı daha baskındır.

Diğer taraftan ilâhi aşk konusunda bazı yanlış anlaşılmalara vesile olacak gelişmeler olmuştur. Önce Hallacı Mansur, sonra İbni Arabi “vahdeti vücud” derken, kendilerini derinlere sürüklemişler ve böylece, bazı insanların, Tanrı’yı insanlaştırmasına, insanı da Tanrılaştırmasına vesile olmak durumuna düşmüşlerdir.

Tek olan Tanrı, hepimizin yaratıcısıdır. Yarattığı kullarına rahmet etmeyi Kendi üzerine yazdığını Enam Suresi 12inci ayetinde bahsetmektedir. Bizler, bizi yaratmayan ama dünyaya gelmemize vesile olan babamızla arkadaş gibi dertleşip, sıkıntılarımızı açıkça anlatıp yardım isteyebiliriz. Ama sınırı aşıp laubali olursak, babamız bize yardımcı olmak istese bile, istediği gibi bir faydasının olması mümkün değildir. Ayrıca bizim hayat dersinde başarısız olmamıza sebep olur.

İşte, biz de yaratıcımız olan Yüce Yaradan ile bir dostumuzla dertleşir gibi konuşabiliriz. Ama sınırı aşıp laubali olarak, eşitmişiz gibi davranmamalıyız. Tek olan Tanrı karşısında bir hiç olduğumuzu, ama Onun yolunda ve Onunla dertleşir gibi yürürsek, bir insan olarak da çok güçlü olduğumuzu unutmamalıyız.

İsmail Hakkı Bursevi’ye göre, Yüce Yaradan’ın halifesi olmanın sırrı, yaratılış özelliklerindedir.

“Allah insanı Kendi zatının sıfatlarının suretinde hayat sahibi, çekip çeviren, işiten, gören, bilen, güç sahibi, konuşan ve iradesi olan bir varlık olarak yaratmıştır.”

Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın vekil yöneticisi olma gayretinde olmalıyız. Bu sebeple, Türklerin bir bölümünün tasavvuf anlayışlarındaki gibi; iyi işler yapma, ahlâklı davranma, ilâhi aşkı yüreğinde hissetme ve gönülden ibadet etme gibi anlayışları harmanlamalıyız. Böyle yapmamız,  bizim, hem dünyada yaşarken cenneti, hem de ebedi hayat olan ahiretteki cenneti yaşamamıza vesile olacaktır inancındayım.

Sosyal kategorisine gönderildi | TÜRKLERDE VE ARAPLARDA MÜSLÜMANLIK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı