KÂMİL İNSANIN ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE

KÂMİL İNSANIN ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE

 

Konu ile bağlantılı olarak, bu sitedeki  “Kâmil İnsanlar Bal Arıları Gibi Olmalıdır” başlıklı bir makale yayınlamıştık. Bu yazımızda ise, konuya biraz daha farklı açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Günümüz anlayışıyla ifade edersek, kâmil insan olmak, amatör sporcu ruhuna sahip olmaktır. Yaptığın sporu, en iyi şekilde yapmaya gayrete ederken, bunu maddi gelir için kullanmamaktır.

Kâmil insan olmak, maddeten güçlü iken bile, ruhen yüksekliği muhafaza edebilmektir. Olgun insan, maddeten zengin iken bile, sohbetlerde para konuşmayı ayıp sayar.

Kâmil insan, kendi kendine yeter güce sahip olmaya çalışır. Kendi kendine yeter olma hali, sadece maddi açıdan değil, manevi açıdan da gereklidir. Bu sebeple olgun insan, sıkıntılı anlarında kimseden yardım istemediği gibi, en tehlikeli durumlarda bile, son ana kadar, başkasından yardım istememeye gayret eder.

Olgun insan olabilmek için, davranışlarda dengeli olmaya çalışmak gerekir. Bu denge, ne kadar çok alanda gerçekleştirilirse, kâmil insan olmaya o kadar yaklaşılır.

Kâmil insan, genel anlamda, tutumlu olmalıdır. Yani cimri de olmamalı, savurgan da olmamalıdır. Fakat şartlar gerektirdiğinde, bilhassa ihtiyaç sahiplerine karşı eli açık olabilmelidir.

Kâmil insan, genel anlamda ihtiyatlı olmaya gayret etmelidir. Fakat ihtiyaç olduğunda, derhal karar verip hızlı hareket edebilmelidir. Diğer taraftan, atak olurken bile, ihtiyatlı olmayı başarabilmelidir.

Kâmil insan, karşısındakilere göstereceği sevgide de, düşmanlıkta da, dengeyi tutturmaya çalışmalıdır. Gösterilecek yersiz bir sevgi, aşırı sevgi gösterdiğimiz insanın aleyhine sonuç oluşturabilir. Veya haksız bir düşmanlık, bizi, olgun insan olma yönündeki yolumuzdan alıkoyar.

Kâmil insan, gururlu olmalıdır. Ama gururlanmamalıdır. Gururlanmadan, alçak gönüllü davranırken onurlu kalmayı başardıkça, kâmil insan olma yolunda derecesi yükselir.

Kâmil insan, soğukkanlı olmayı başarabilmelidir. Soğukkanlı olabilmek için, sahip olunması gereken bazı özellikler vardır. Öncelikle manevi bir sağlamlık gerekir. Manen sağlam olabilmek için, ruhen yükselmek lâzımdır. Bazı anlarda, ruhen yükselmek yeterli olmayabilir. Ruhen yüksekliğini davranışlarına yansıtabilmelidir. Bu yansıtmayı başarabilmesi için, bilgili olması gerekir. Bilgi sahibi olmaktan maksat, sadece karşılaşılan olayla ilgili bilgi değildir. Tarih ve sosyal konularda, doğru yorum yapabilecek kadar yeterli bilgi sahibi olunmadan, anlık olaylar hakkında bilgi sahibi olmamız, davranışlarımızı olgunlaştırmayı ve doğru karar vermemizi sağlamayabilir.

Her insan, birçok olay karşısında heyecanlanır. İnsanların soğukkanlı davranamadığı birçok vaka vardır. Dolayısıyla, soğukkanlı olamadım diye umutsuzluğa kapılmamalıdır. Zaman ilerledikçe, bilgi seviyemiz arttıkça, manevi yönümüz geliştikçe heyecanımız azalacak ve soğukkanlı davranacağımız olay sayısı artacaktır.

İnsan hayatında, bazen felâket seviyesinde olaylarla karşılaşır. Büyük bir yangın olabilir. Veya bindiğimiz bir gemi batmaya başlayabilir. Böyle anlarda öncelikle kimi kurtaracağımız konusu kafamızda hep soru olarak kalmıştır. Kurtarılacaklar arasında yakınlarımızın olması, bu sorunun cevabını daha da zorlu hale getirir. Kâmil insan, önce kimi kurtaracağını değil, daha çok insanı kurtarabilmek için ne yapması gerektiğini düşünmelidir.

Kâmil insan, şartlara göre fikir değiştirmez. Bunu hem hak ve adaleat anlayışında yapmaz, hem de maddi konularda yapmaz. Şahsi menfaati için fikir değiştirmez ve sözünden dönmez. Sıkıntılı anlarda fikrini değiştirerek, ahlâkın kestirme yollarına girmez.

Kâmil insan, çevresindekilere karşı -yapısı elverdiğince- kaba davranışlarda bulunmamaya çabalar. Sabırla, kibar ve nazik olmaya gayret eder. Ancak, kalbi mühürlenmişler gibi davranarak insanlığa zarar vermekte ısrar edenlere karşı, keskin bir kılıç olmaktan çekinmez.

Kâmil insan; ailesine, çevresine, ülkesine ve insanlığa karşı sevgi besler ve saygı duyar. Bunlar arasında denge kurmaya çalışır. Alacağı kararlarda, hepsinin birden faydasına olmasını düşünür. Gerekirse, kendisinden fedakârlık yapar, diğerlerine zarar gelmemesi için uğraşır. Mecbur kalmadıkça aralarında ayrım yapmaz. Çok mecbur kaldığında ise, tercihini, insanlığın güzel geleceği yönünde kullanır.

Kâmil insanın amacı, daha çok kişinin kâmil insan olma yoluna girebilmesi için gayret ederek, onlara yol göstermek ve örnek olmaya çabalamak olmalıdır. Kâmil insanlar böyle davrandıkça, insanlığın içerisindeki olgun şahısların sayısı, üzüm salkımı şeklinde hızla artacaktır. Kâmil insan sayısı arttıkça, insanlığın önündeki sorunların çözümü kolaylaşacaktır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KÂMİL İNSANIN ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KUR’AN’A GÖRE DEVLETİN YARDIM GÖREVLERİ

KUR’AN’A GÖRE DEVLETİN YARDIM GÖREVLERİ

 

Kur’an, insanlara maddi yardım yapılmasını buyurur. Bu yardımları üç guruba ayırır. Birincisi zekâttır. İkincisi sadakadır. Üçüncüsü ise infaktır. Bunlardan sadaka ve infak, şahısların birbirlerine doğrudan yapacakları yardımlardır. Zekât ise, bir kuruma verilir. Zekât, nakdi olabileceği gibi, mal olarak da verilebilir. Toplanan bu yardımların verildiği bu kurum, devlettir. Bu kurumun devlet olduğunu, aşağıdaki ayetten anlıyoruz.

Tevbe Suresi 9/58: “İçlerinden zekâtlar konusunda sana (Hz. Muhammed) dil uzatanlar da var. Kendilerine ondan bir pay verilirse, hoşnut olurlar; eğer kendilerine ondan bir pay verilmezse, hemen kızarlar.”

Demek ki zekâtlar, devlet adına toplanıyor. Hz. Muhammed (s.a.v.) de, devlet başkanı olarak dağıtıyor. Bu dağıtımdan bekledikleri payı alamayanlar da, itiraz ediyorlar. Yüce Yaradan da, Peygamberinin dağıtımına itiraz edenleri aydınlatmak için, zekâtın kimlere dağıtılacağını sonraki ayette şöyle açıklıyor.

Tevbe Suresi 9/60: “Zekâtlar, fakirlere, miskinlere, zekât toplayan memurlara, kalpleri ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yoluna ve yolculara mahsustur. Bu Allah’ın bir emridir ve Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Ayette anlatılan gurupları irdeleyerek, devletin yapılacak yardımlarla ilgili görevlerinin neler olduğunu kavramaya çalışalım.

Devletin maddeten yardım edeceği insanların başında, fakirler geliyor. Yardım edileceklerde ilk sıraya yoksulların alınması, fakirleri kollamanın, devletin birinci işi olduğunu gösterir. Diğer taraftan, Kur’an’da ifade edilen sadaka ve infaklar gibi, yardımların da fakirlere verilmesi istenmektedir. Buradan anlaşılan, Kur’an, fakirliği en aza indirmeyi hedeflemiştir. Bu emirleriyle, sosyal devlet anlayışını oluşturmaya çalışmaktadır.

Devletin yardım edeceği diğer durup, miskinlerdir. Miskin sözü, günümüzdeki anlamı gibi “tembel” demek değildir. Bazı tercümelerde “düşkün” olarak ifade edilen miskin sözüyle ifade edilen şey, düşkünler denilen fakirler olsaydı, ikinci bir kelime kullanılmasına gerek yoktu. Düşkünler ifadesinden maksadın, daha fakir olanlar olduğunu belirten tercümeler de var. Fakat zaten, ayetin başında fakirler denilmiş iken, fakirleri sınıflandırmaya çalışılması mantıklı değil. Bizim de yaptığımız bu irdelemeleri yaparak düşünen bazı tefsirciler, miskinler kavramıyla, Müslümanların devletinin içerisinde yaşayan veya çevremizde bulunan gayrimüslim fakirlerin kastedildiğini vurgulamışlardır. İhtimal ki, “miskin” kelimesinin anlamı nasıl değişerek, günümüzde “tembel” manasına gelmişse, Kur’an’ın indiği günlerde de, “gayrimüslim fakirler” anlamında kullanılmış ve sonradan farklılaşmış olabilir.

Kur’an’ın, toplanan zekâtları dağıtımı konusunda bahsettiği ikinci gurubun, ayetin ifadelerindeki mantık yapısına bakıldığında, Müslüman olmayan fakirler olması ihtimali daha uygun düşmektedir. Kur’an, bu emriyle, günümüz anlayışıyla “laik” devlet, yani insanları, dini anlayışlarına göre sınıflandırmayan, her insana eşit yaklaşan bir yönetim şeklini ifade etmektedir.

Devletin yardım edeceği diğer bir gurup, zekâtları toplayan memurlardır. Bazı tefsirlerde, zekâtı fakirlere dağıtan memurlar da olarak da bahsedilir. Buradaki asıl soru şudur. Devletin memurları, zaten çalışmaları karşılığında bir ücret alırlarken, neden zekât toplayanları ve yardımları dağıtanları ayrıca bahsetmiş olabilir. Muhtemelen Kur’an, zekâtı toplayanlara, onların nefislerine yenilmelerini ve zekât toplarken haksızlık yapmalarını engelleyecek ölçüde bir pay ayırmak istemiş olabilir. Zekât toplayanların nefislerine yenilmeleri, hem devletin gelirlerini azaltabilir hem de toplumda huzursuzluk meydana gelmesine sebep olabilir. Tarihte görülen halk isyanlarının bir kısmının sebebi, nefislerine yenilen vergi tahsildarlarının davranışlarıdır.

Zekâttan pay verilecek diğer bir gurup, kalpleri ısındırılacak olanlar şeklinde ifade edilmektedir. Tefsircilerin çoğunluğu bunları, kalpleri İslâm’a ısındırılacaklar olarak ifade etmişlerdir. Bu kanaate varmalarının muhtemel sebebi, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) uygulamalarıdır. Peygamber bu uygulamaya, Medine’ye hicret ettiği andan itibaren başlamıştır. Mekke’nin fethinden sonra ve Taif Seferi sırasında da sürdürmüştür. Hz. Muhammed’in, Medine’ye ilk geldiği zaman şehirde yaşayan bütün taraflarla (Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar ve diğerleri) bir hukuki sözleşme yapmıştır. Bu sözleşme, Mekke ve Medine’de o güne kadar kurulmamış bir devlet anayasası şeklindedir. Yemen’deki krallık hariç, bir devlet geleneği yoktu. Kabileler arasındaki uzlaşmalarla ve hiç birinin tam hâkim olmadığı bir yönetim anlayışıyla idare ediliyordu. Böyle bir ortamda bir devlet kurmaya çalışan ve ilk anayasa şeklindeki hukuki bir sözleşme yapan Hz. Muhammed, insanların gönlünü, bu devlet anlayışına ısındırmak istemiştir.

Dolayısıyla, kalpleri ısındırma sözüyle kastedilen, devlet kavramına kalpleri ısındırmaktır. Eğer amaç kalpleri İslâm’a ısındırmak olsaydı, Allah’ın insanlara rüşvet verir gibi bir yol seçmesine gerek yoktu. Yüce Yaradan’ın, insanların kalplerine indirmesi yeterli olurdu. Kalpleri İslâm’a ısındırmak için zekâttan bir pay verilmesi düşüncesi, aşağıdaki ayetle çelişmektedir.

Hucurat Suresi 49/17: Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: “Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine, eğer doğru kimselerseniz, sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor.”

Bu ayet, İslâm’ın ilk yıllarında ve Müslümanların henüz toplum içerisinde azınlık oldukları bir dönemde inmiştir. Öyle bir ortamda bile, Müslüman olmak, Yüce Yaradan’ın insanlara bir lütfu olarak değerlendirilmektedir. Bazı ayetlerde “kârlı bir ticaret” olarak bahsedilen şey, bu dünyadaki fedakârlıkların karşılığında, “Cenneti” elde etmek olarak ifade edilmiştir. Kârlı alış-verişten bahseden ayetlerden anlaşılan bir başka husus da, sadece “Elhamdülillah Müslümanım” demekle cennete gidilemeyeceğinin, net olarak gösterilmek istenmesi olabilir.

Demek ki, kalpleri ısındırma ifadesinden, insanların kalplerini, devlet düzenine alışık olmayanları, devlet fikrine ısındırmanın bahsedilmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir. Devletin de görevi, insanlara huzurlu bir yaşam ortamı sağlamaktır.

Zekât verilecek diğer bir gurup, kölelerdir. Bilindiği gibi, köleler şahısların malı sayılmakta idi. Böyle bir durumda, sahiplerinin hilafına kölelere doğrudan yardım verilmesi mümkün değildir. Ancak, kölelere özgürlüklerini vermeleri şartıyla, kölelerin sahiplerine verilebilir. Buradan anlaşıldığına göre Kur’an, köleliğin kaldırılmasını istemektedir.

Zekâtın verilmesi istenilen bir gurup da, borçlular olarak ifade edilmiştir. Kur’an’da borçlularla ilgili bir başka ayet daha vardır:

Bakara Suresi 2/280: “Eğer borçlu darlık içindeyse, ona ödeme kolaylığına kadar bir süre tanıyın. Ve bu gibi borçlulara alacağınızı bağışlayıp sadaka etmeniz eğer bilirseniz sizin için, daha hayırlıdır.”

Bir toplumda, her zaman alacaklılar ve borçlular olur. Dolayısıyla Kur’an, bu hususu da işlemiştir. Yukarıdaki ayette, alacaklılara hitap etmektedir. Takdir edileceği gibi, alacaklı ile borçlunun arasına -anlaşmazlıklar haricinde- girmek yanlıştır. Bu nedenle Yüce Yaradan, alacaklıları insaflı davranmaya yönlendirerek, toplum huzurunu, yani alacaklısıyla borçlusuyla hepimizin huzurumuzu korumayı hedeflemektedir.

Yorumunu yapmaya çalıştığımız Tevbe Suresi 60’ta bahsedilen borçluların içerisindeki, alacaklıları insafsız olanlar ve borcunu ödeyemeyecek kadar sıkıntıda olanlarının (Kur’an’ın özüne bakıldığında, bütün iyi niyetine ve gayretine rağmen ödeyemeyenlerin belirtildiği aşikârdır) kastedilmiş olması ihtimali kuvvetlidir. Devletten, sıkıntıya düşmüş iyi niyetli borçlulara destek vermesini istemek, günümüzdeki sosyal devlet anlayışının ve sosyalistlerin bile zorlandığı bir durumdur.

İslâm’daki uygulama, alacaklıları da korumuştur. Nitekim Yahudi Kaynukaoğulları kabilesine yapılan uygulama bu durumun bir göstergesidir. Bedir Savaşından sonra, Medine’de fitne çıkaran Kaynukaoğullarının kalesini Hz. Muhammed komutasındaki Müslümanlar 15 gün kuşattılar. Sonunda teslim olan Yahudi kabileden 700 kişiyi Şam’a gönderdiler. Medine’yi terk etmeleri için üç gün süre verilen bu insanlara, mallarını yanlarına almaları için müsaade edildiği gibi, Müslüman şahıslardan olan alacaklarını da tahsil etmeleri sağlanmıştı.

Zekâttan ayrılan payların sonuncusu, “Allah yolu ve yol oğlu (ehli)” içindir. Tefsirciler birleşik olarak ifade edilmiş olan bu iki kavramı ayırmışlar. İlkini, “Allah yolunda” olarak tercüme etmişler. Allah yolunda olmayı da, Allah yolunda cihat etme olarak tanımlamışlar. Bazı tefsirciler de cami inşaatlarını da bu kavramın içerisine almışlar. “Yol ehli” ibaresini de, bir yerden bir başka yere seyahat eden yolcular olarak belirtmişlerdir. Bu yolcular içerisinden de, yolda kalmışlara yardım edilmesinin istendiğini düşünerek tercümelerini  “yolda kalmışlara” şeklinde yapmışlardır.

Ancak ayetteki ifade “ve fi sebilillahi vebnissebil” şeklindedir. Yani “Allah yolu, yol oğlu” olarak birlikte ifade edilmiştir. “Sebilillahi vebnissebil” ifadeleri birlikte yazıldığına göre, yardım edileceklerin, “Allah yolu ve bu yoldaki insanlar” olarak değerlendirilmesi daha mantıklıdır. “Allah yolu” kavramının anlamı, yukarıda bahsedilenden daha geniştir. Cihat etme ve cami yaptırmanın haricinde, insanlara ve insanlığa hizmet edecek çalışmalar da, bu kapsamın içerisine girebilir. Böyle düşünülürse, ayetteki, zekâttan pay verilecekler olarak, “Allah yolundaki hizmetler ve bu yolda çaba sarfeden insanlar” akla gelebilir.

Zekât gelirleri devlet reisine ait değildir. Kur’an, bu gerçeği göstermek için, harcamaların nasıl yapılacağını açıklamıştır. Dolayısıyla, devlet reisi istediği gibi harcayamaz. İslâm’da devlet başkanı, toplanan zekâttan kendisine ve ailesine de pay ayıramaz. Kur’an’da belirtilen yerlere dağıtır. İslâm hukukunun diğerlerinden bir farkı da, bu uygulamadır. Roma hukuku ve diğer birçok hukukta, harcama yetkisi imparator veya krallara aittir. İstedikleri gibi harcarlar. Kur’an’dan yaklaşık 6 asır sonraki Magna Carta anlaşması bile, kralın yetkisini almak için değil, kralın kendi istediği gibi yaptığı harcamalarla ilgili bilgi verilsin diye yapılmıştır. Nerelere harcama yapılabileceği kayıt altına alınmamıştır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN’A GÖRE DEVLETİN YARDIM GÖREVLERİ için yorumlar kapalı

PAVLOV’UN ŞARTLANMIŞ REFLEKSİ NASIL AŞILIR?

PAVLOV’UN ŞARTLANMIŞ REFLEKSİ NASIL AŞILIR?

 

İvan Pavlov, yaptığı deneylerle şartlanmış refleks konusunda yeni bir çığır açmıştır. Bu deneyler göstermiştir ki, uzun süre fiziksel ve ruhsal baskılara tabi tutulan hayvanlarda, sinirsel çöküntü görülmektedir. Hayvanlar arasında, baskıya dayanma süreleri farklı olmakla birlikte, soğukkanlı olarak nitelenenler bile, kısa sayılacak kadar bir sürede pes etmişlerdir.

Pavlov’un deneyler sonucunda ulaştığı bu bulgular, bilhassa İkinci Dünya Savaşı sırasında, insanlar arasındaki olaylarla, maalesef ve genel anlamda, doğrulanmıştır. Savaş meydanlarındaki ve esir kamplarındaki insanlarda, bazı ruhsal değişiklikler görülmüştür. Geçici olarak bilinç kaybı yaşayanlara çok rastlanılmıştır. Aşırı sinirlilik veya uyuşukluk hali yaygınlaşmıştır.

Bilhassa esir kamplarına düşenler arasında, geleceğe olan inanç kaybolduğu için, insanlar boşluğa düşmüşlerdir. Çin Devleti, Kore Savaşı sırasında esir aldığı insanları yerleştirdiği kamplarda, bu durumu kısmen bilimsel olarak ortaya koymuştur.

Bilindiği gibi, Devleti yönetenler komünist anlayışta idi. Merkez yönetimden güç alan bazı komünist polislerin, sanıklara ve mahkûmlara uyguladıkları yıldırma teknikleri ile Pavlov’un köpeklere yaptıkları birbirine zaten benzemekteydi.

Bu nedenle, konuya biraz daha teknik yaklaştılar. Savaş esirlerine fiziksel zorlamadan daha çok, ruhsal baskı uyguladılar. Ama bu baskıları, sistematik bir şekilde yaptılar. Örneğin, kamp kurallarını en basit bir şekilde ihlal edenlere sürekli taciz edici baskılar uyguladılar. Belki fiziki şiddet yapmadılar. Ama basit bir kural hatası yapan kişiyi, günde birkaç defa kamp müdürünün yanına çağırıp, herkesin önünde aşağıladılar, küçük düşürdüler. Neden kural hatası yaptığını, uzun bir şekilde yazılı olarak açıklamasını istediler. Kural hatası yapan kişinin beslenme ve barınma şartlarını kötüleştirdiler. Esirleri toplayarak, onlara aylarca Marksizm’i anlattılar. Derslerin sonunda imtihan ettiler. İmtihanda başarısız olanlara, canlarından bezdirecek ruhi baskılar yaptılar. Hemen her fırsatta uyguladıkları benzer ruhi baskılar, sonunda işe yaradı. Kötü ve belirsiz şartlara en fazla dayanabilenler bile, altı ayın sonunda mücadele güçlerini yitirdiler.

Net rakamlar bilinmiyor. Ama Çinlilerin ifadelerine göre, Amerikalı her üç mahkûmdan birisi, Çinlilerle teknik işbirliğini kabul etmiş. Her yedi tutsaktan birisi, Çinlilerle her türlü işbirliği yapmış. Esirlerin beşte biri, zihinsel rahatsızlık geçirmiş. İntihar vakaları çoğalmış. Hastalıktan ölümler artmış.

Esir kamplarının şartlarına ve savaşın uzun sürmesine bakılınca, Amerikalı tutsakların davranışları normal karşılanabilir. Hem dünyanın gidişatı hem de kamplardaki şartlar, esirlerdeki kaygıları kronik hale getirmektedir. Dolayısıyla esaretten kurtulma umuduyla, düşmanla işbirliğini düşünmek, Pavlov’un şartlanmış refleksine göre normal bir davranış olmaktadır. Pavlov’un köpekleri nasıl zihinsel sorun yaşamışlarsa, esirlerde de benzer sıkıntıların olması, bireysel düşünceyi ve menfaati öne çıkaran kapitalist sistemin üyeleri için normal karşılanmalıdır. Çünkü böyle yetişen insanların, gelecek kaygısının en üst seviyede olduğu esaret şartlarında, geçmişleriyle bütün bağlarını koparmaları zor olmamaktadır.

Savaşın devam etmesi ve kamplardaki şartların kötülüğü, düşman ile işbirliği yapmak istemeyenlere, tek çıkar yol olarak intiharı bırakmaktadır. Kendince son noktaya kadar dayanan bazı esirler, intiharı kurtuluş olarak görmeye başlamaktadır.

Kamplardaki beslenme şartları, bütün esir kamplarında olduğu gibi, kötüdür. Yeterli beslenme imkânı yoktur. Böyle bir ortamdaki gelecek kaygısı, insanları, her ne olursa olsun kendi hayatını koruma mücadelesi vermeye zorlar. Bu nedenle tutsaklar, karşılaştığı ruhi ve fiziki baskılara karşı koyabilmek için, bedenen güçlü olmak gerektiğini düşünmeye başlarlar. Bu fikre kapılınca, hastaların ve zayıfların yiyeceklerini, onların ellerinden alarak kendileri yerler. Bu davranışların sonunda, zaten hasta ve zayıf olan bazı esirler, güçten düşmeye başlarlar. Böylece ölümler artar.

Çinlilerin kurduğu geniş esir kampında, sadece Amerikalılar yoktu. Birçok milletten tutsaklar vardı. Bunlardan birisi de Türkler idi. Esir Türklerin bulunduğu bölümünde yaşananlar, Çinli yetkililerin dikkatini çeker. Türklerde karşı tarafa iltica olarak değerlendirilebilecek vakalar, kamptaki sayılara göre son derece azdır. İntihar olayı yoktur. Hastalıktan ölümler ise, diğer esir milletlerle karşılaştırılınca, yok denecek kadar azdır.

Bu bariz farkı gören Çinli yetkililer, bunun sebeplerini araştırmaya başlarlar. Kamp yetkililerinin gözlemlerinin bazıları şöyledir:

Esir Türkler, kampta hemen bir teşkilat kurmaktadır. O anda en üst rütbeli olan kim ise, kurulan teşkilatın başına o getirilmekte, diğerleri rütbelerine göre sıralanmaktadır. Sonradan daha üst rütbeli yeni bir tutsak gelirse, başkanlık ona devredilmektedir. Dolayısıyla, gelecekle ilgili duyulan kaygılar, birlikte göğüslenmektedir. Bu sistemde, her esir kendisini, ülkesinde ve dostlarıyla berabermiş gibi hissediyor. Kendisini, geçmişinden koparmakta çok zorlanıyor. Baskılar karşısında zihnen zayıf düşen esirler, diğerleri tarafından yapılan sohbet tedavileriyle tekrar güçlendiriliyor. Bu sebeple, karşı tarafa iltica veya intihar olayları en alt seviyede oluyor.

Dayanışma, en üst seviyede tutuluyor. Sadece ruhi değil, bedenen de dayanışma oluyor. Hasta olanlara, bedenen daha güçlü olanlar yiyeceklerinin bir kısmını veriyorlar. Böylece hastalıktan ve zayıflıktan ölümler çok azalıyor.

Peki, esir kampındaki diğer milletlerden farklı olan bu uygulamaların sebepleri neler olabilir? Bunları da biz irdeleyelim.

Türkler, bu savaşa katılan milletlerin içerisinde, diğer hepsine göre çok farklı yapıda idiler. Ekonomik anlayışları, ne kapitalizm ne de komünizm idi. Bu ikisinin arasında dengeli bir sistemdi. Askeri anlayış olarak, genel anlamda, bütün diğer milletlerden farklı bir üste itaat ve disiplin fikrine sahiptiler. Atalarının da aynı anlayışta olduklarını bildiklerinden, onlara layık olmaya çalışanlar çoğunlukta. Dini anlayış olarak, Müslüman idiler ve “ölürsem şehit, kalırsam gazi” anlayışına sahiptiler. Din anlayışı bakımından da, diğer milletlerden farklı idiler. Yaşadıkları bu kötü olaylarla, Allah’ın kendilerini imtihan ettiğini düşünüyorlardı. Kimisi de, başlarına gelenin alın yazısı olduğunu, bu sebeple sabretmeleri gerektiğini düşünerek tevekkül gösteriyordu.

Esir Türklerin içerisindeki okuryazar oranı, diğer tutsaklara göre daha az idi. Dolayısıyla, ülkelerindeki yaşamlarında zaten sıkıntılara ve yokluklara alışık idiler. Bu yapıları ve ortaklaşa hareket etmeleri, esir kampındaki zorluklara daha kolay sabretmelerine imkân sağlamış olabilir.

Eğer Türkler de, kapitalist veya komünist sistemle yönetilselerdi, sonuç farklı olabilirdi. Kapitalist sistem hâkim olsaydı, onlar da başkalarını düşünmez, önce kendilerini kurtarmaya çalışırlardı. Veya komünist sistemle idare edilselerdi, “komünist partisinin aktif üyesi değilsen üvey evlatsın, ne zengin olabilirsin ne de yönetici, o zaman bana ne devletten” diye düşünür ve kendini kurtarmaya çabalarlardı. Tek korkusu, geride kalan ailesine, komünist yönetimin yapacağı baskılar olurdu.

Eğer Türklerdeki askerliğe bakış, “her Türk, asker doğar” şeklinde olmasaydı veya sivil hayatta iken, ülkesinde ve askerliği sırasında, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüp aşağılansaydı (ABD’de Siyahilere ve İspaniklere yapılanlar gibi), üstlerine itaat etmeyerek ve kendi menfaatlerinin peşine düşebilirlerdi.

Eğer Türklerdeki dini anlayış farklı olsaydı, yine sonuç değişik olurdu. Tek yaratıcı olan bir Tanrı’ya inanan Yahudiler ’in çoğu gibi,  dini dünyevileştirselerdi, kamptaki baskılar karşısında, ya ferden veya gurup olarak dünyevi menfaatle hareket ederlerdi. Hıristiyanların bir kısmı gibi, dini sadece uhrevi bir görüş olarak algılayıp, Makyavelist bir bakış açısına sahip olsalardı, yine kendisini kurtarmayı hedefleyebilirlerdi.

Budistler veya Hindular gibi olsalardı ve Allah’a inanmasalardı, yine sonuç farklı olurdu. Belki acılara karşı sabretmeye çalışırlardı, ama ahiret inancı olmayınca bu sabır uzun sürmezdi ve baskılara yenik düşenler daha çok olurdu. Türkler, Yüce Yaradan’ın kendilerini imtihan ettiğini, bu imtihanı başarırlarsa, ölmüş olsalar bile, ahirette mükâfatını alacağını düşünmeselerdi, üstlerinin sözlerini bu kadar dinlemezlerdi. Sonsuzluk anlayışıyla birleşmeyen kahramanlık duygusu, esaret hayatının baskıları karşısında, bu denli dayanıklı olamazdı.

Eğer Türklerin din anlayışında, hem bu dünya hem de ahiret için dengeli çalışma şartı olmasaydı, savaşanlar arasındaki içten gelen dayanışma anlayışı daha az olurdu. Dayanışma duygusunun zayıflaması, yarın kendisi zayıf düştüğünde kimsenin kendisine yardım etmeyeceğini düşündürtür ve çevresindekilere hizmet arzusunu azaltırdı. Sonuçta, zaten az olan yemeğinden, hasta ve zayıflara vermezlerdi.

Eğer, Türklerdeki bu anlayışlar olmasaydı, baskılar karşısında en zayıf davranacak olanların, Türkler olması beklenirdi. Çünkü Kore’deki bu savaş ile ne uzaktan ne yakından bağlantıları yoktu. Çin, Türk Devleti için bir tehlike değildi. Ayrıca, Çin’e karşı savaşan devletlerle, kendi yöneticileri tarafından önceden yapılmış bir ittifakları yoktu. Dolayısıyla bu savaş, baskı altındaki esir Türkler için anlamsızdı.

Demek ki, sihir Türklerde değil, Türklerin sahip oldukları sistemler ve anlayışlardadır. Bazı okuyucular, Yüce Yaradan’ın, Türklere farklı özellikler verdiğini düşünebilirler. Eğer bu düşünceleri doğru ise, bunun mutlaka bir sebebi vardır. Çünkü Allah, hiç kimseye ve hiçbir guruba daha baştan torpil yapmaz. Onun adaletinde, zerre şaşma olmaz. Yüce Yaradan, başlangıçta herkese eşit davranır. Önce kişilerin ve gurupların davranışlarını izler. Eğer onlarda bazı güzellikler görürse, biraz destekler. Kişiler veya guruplar salih amellerini sürdürdükçe, Allah da, desteğini daha çok artırır. Kullarının yaptıkları kötülüklere, sadece aynen misliyle karşılık veren Yüce Yaradan, iyilikle gelen kullarına on misli güzellikle muamele edeceğini, Kur’an’ında ifade etmiştir. (Enam Suresi 6/160: Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.)

Dolayısıyla, Türklerde var olduğu düşünülen bu özelliklere, güzel işler yapmaya çabalayan diğer milletler de sahip olabilirler. Çünkü milletler gayret ettikçe, Yüce Yaradan onları destekler, desteklenenler de giderek, daha ferasetli davranmaya başlarlar. Ne zaman ki, Allah’ın gösterdiği yoldan ayrılmaya başlayan yeni nesiller gelir, Yüce Yaradan’ın desteği de biter. Ta ki, daha sonra gelecek nesillerin aklını başına toplayıp, salih ameller işlemeye başlamasına kadar.

YAŞAM kategorisine gönderildi | PAVLOV’UN ŞARTLANMIŞ REFLEKSİ NASIL AŞILIR? için yorumlar kapalı

KÂMİL İNSANLAR, BAL ARILARI GİBİ OLMALIDIR

KÂMİL İNSANLAR, BAL ARILARI GİBİ OLMALIDIR

 

Bilindiği gibi, Kur’an’daki Nahl Suresinin anlamı, bal arısı demektir. Surenin 68 ve 69uncu ayetlerinde de bal arısı ve bal kısaca anlatılır.

Bilim insanları da, her dönemde yaptıkları araştırmaların sonucunda, bal arısının faydaları ve özellikleri hakkında bilmediğimiz bilgilere ulaşmışlar. Bilim insanlarının en çok tanınanı olan Einstein’a göre, bal arılarının ölmeleri durumunda insanlar da öleceklerdir. Böyle söylemesinin bir nedeni, bal arılarının, bitkilerin ve çiçeklerin aşılanmalarındaki katkılarıdır. Belki de balın şifa için, sağlık alanında ilaç oluşturmada kullanılması da fikrini etkilemiştir. Einstein’nın iddiasını biraz abartılı bulabilirsiniz. Ama bal arısının önemini anlatmak için, iyi bir yoldur.

Biz makalemizde, arıların sahip oldukları güzel özelliklerinden esinlenerek, kendimizle ilgili ders çıkarmaya çalışacağız.

Bal arılarının, gözle gözlemlenen en önemli özelliği, çalışkanlıklarıdır. Eğer, biz de kâmil insan olmak istiyorsak, öncelikle çalışkan olmalıyız. Üşengeçlik ve tembellik, bizim insanlığa faydalı olmamızın önündeki bir engeldir.

Yenises dergisinin Eylül 2019 sayısındaki bir söyleşide, Haybir başkanı Mehmet Ekici bal arıları hakkında bazı bilgiler verir. Ekici’ye göre, bal arıları, hayatlarının altıncı gününde görev almaya başlarlar. İlk vazifeleri, “dadı arı” olmaktır. Dadı arılar, kafalarındaki bir çift bezden salgıladıkları sıvı “arı sütü” ile yumurtadan yeni çıkan larvaları üç gün boyunca beslerler. Üç günden sonra larvaların gıdası, polen ve balı karıştırarak yaptıkları “arı ekmeği” adı verilen besindir. Dadı arılar, binlerce kardeşlerini, hiçbirini ihmal etmeden ve birbirleriyle karıştırmadan, hem de kapkaranlık olan kovan içerisinde, uygun bir şekilde beslerler.

Kâmil insan olmak isteyenler de, arılar gibi, küçüklere ve güçsüzlere karşı, şefkatle davranarak onları korumalıdırlar. Aynı arılar gibi davranmalı ve güçsüz kardeşlerinin arasında ayrım yapmamalıdırlar.

Ekici’nin verdiği bilgiye göre, eğer işçi arılardan bazısı, ekşimiş meyve yiyerek sarhoş olurlarsa, kovandaki insicam bozulur. Bu nedenle, sarhoş oldukları için hareketlerine hâkim olamayan arılar asker arılar tarafından kovandan atılırlar. Böylece, asker arılar, kovanlarının düzenlerinin bozulmasına izin vermezler.

Kâmil insan olmak isteyenler de, cemiyetin düzeninin bozulmasına engel olmalıdırlar. Aralarında istişare ederek oluşturacakları kurallarla, toplumun düzenini korumalıdırlar. Kurallara uymayarak cemiyetin huzurunu bozanlar bunu bilerek yapıyorlarsa, gerekli cezayı vermekten çekinmemelidirler.

Bal arıları, özgürdürler. Yönetilemezler, yön verilirler. Kâmil insan olmak isteyenler de, Yüce Yaradan’a bağlı, ama insanlar karşısında özgür olmalıdırlar. Nefisleri tarafından yönetilmemelidirler. Allah’ın gösterdiği yönde ve hür olarak yürümelidirler.

Arılar, çok temiz hayvanlardır. Kovanlarını kirletmezler. Dışkılama ihtiyaçlarını kovanın dışında giderirler. İshal olan bir arının, dışkısını dışarıya kadar yetişemediği için, kovanın içerisine yapması durumunda, bütün kovana hastalık yayılır. Nitekim toplu arı ölümlerinin bir sebebi tarım ilaçları ise, bir başka önemli nedeni bu ishal durumudur. Kâmil insan olmak isteyenler de, hem beden temizliklerine, hem de kalp temizliğine gayret etmelidir.

Yarım kilo bal yapabilmek için, binlerce arı birlikte çalışırlar. Yüz binlerce çiçekten öz alırlar. Kâmil insan olmak isteyenler de, güzel sonuçlar almak için, birlikte çalışmalıdırlar. Öz toplayan arılar gibi, bilgi toplamalı, kendilerini bilgiyle donatmalıdırlar.

Çiçek özü bulmak için dolaşan bir arı, yeni bir çiçek tarlası ile karşılaşınca, bu bilgiyi arkadaşlarıyla paylaşmak için kovana geri dönermiş. Vücudunu titreştirip bazı hareketler yaparak, çiçeklerin yerini ve uzaklığını arkadaşlarına anlatmaya çalışırmış.  Kâmil insan olmak isteyenler de, yeni bir maddi imkân veya bilgi elde edince, bunu dostlarıyla paylaşmalıdırlar.

Bilindiği gibi, arı kovanında binlerce arı vardır. Kovan karanlıktır. Buna rağmen kovandaki işler tıkır tıkır yürür. Çünkü arılar arasında çok güzel bir görev paylaşımı vardır. Küçük bir kovanda görev paylaşımlı bir hayat nasıl olur deyip geçmeyelim. Karanlık olan bu küçük kovanda yapılması gerekli işlerin bazısı şunlardır: Petek örmek, yiyecek toplamak, yavru yapmak, yavruları beslemek, kovanın ısısını belli bir düzeyde tutmak, kovanı temizlemek, kovana başka kovanın arılarının girmesini önleyecek savunma oluşturmak.

Birbirinden çok farklı özellikler isteyen bu işler, binlerce arının yaşadığı dar alanda, hiçbir kargaşa oluşmadan yürür. Çünkü her arı, kendi görevini yapar. Kâmil insan olmak isteyenler de, huzurlu bir sosyal düzen oluşturabilmek için, kendi kabiliyetleri doğrultusunda üzerlerine düşen görevleri yerine getirmelidir.

Arılar (bilhassa kovanı korumakla görevli olanlar), gerektiğinde kendi hayatlarını, kovandaki aileleri için feda ederler. Hem kâmil insan hem de koruyucu olmak isteyenler de, çevresindekiler ve insanlık için, gerektiğinde, kendi hayatlarını feda edebilmelidirler.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KÂMİL İNSANLAR, BAL ARILARI GİBİ OLMALIDIR için yorumlar kapalı

KUR’AN, BİLİMSEL BAKIŞ REHBERİDİR

KUR’AN, BİLİMSEL EL KİTABI DEĞİL, BİLİMSEL BAKIŞ REHBERİDİR

 

Kur’an’ın ilk emri, “oku” şeklindedir. Ortada henüz yazılı bir şey yok iken gelen bu emir, tabiatı ve insanı incelememizi istemektedir. Çevremizi ve kendimizi sorgulayarak incelememiz, her şeyi yaratan bir Yüce Yaradan’ın varlığına ulaşmamızı sağlar. Dolayısıyla, insanlardan, Rablerini bilebilmeleri için, sorgulayarak araştırmaları istenmektedir.

İnsanlar, kendilerini dış dünyadan soyutlayarak yaşayamazlar. Sadece iç dünyalarına yönelerek huzuru bulabilmeleri mümkün değildir. Kur’an, insanlara hem iç dünyaları, hem de dışlarındaki dünya hakkında yol gösterir.

Brahma veya Buda’nın, insanlardan istediklerinin önemli bir kısmı ile Kur’an’ın istedikleri birbirine benzemektedir. Ancak, Brahma veya Buda, insanın dışındaki dünyayı dışlayarak, tamamen iç dünyasına dönmesini istemektedir. İşte, Kur’an ile Brahma veya Buda’nın ayrıldıkları temel fark bu bakış açısıdır.

Kur’an ile diğer semavi nitelikteki dinlerin günümüzdeki algılamaları arasında da, aynı temel fark vardır.

Kur’an, insanlara, yeryüzünde dolaşmalarını ve etrafı incelemelerini tavsiye eder. Örneğin Gaşiye suresi 88/17-20inci ayetler, çevremize bakarak sorgulamamızı ister:

  1. Bakmıyorlar mı o develere, nasıl yaratılmış?
  2. Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiş?
  3. Bakmıyorlar mı dağlara, nasıl dikilmiş?
  4. Yere bakmıyorlar mı, nasıl yayılmış?

Kur’an, çok sayıda ayette böyle yol gösterirken, iç dünyamızla dış dünyayı nasıl birleştireceğimiz hususunda da fikir veriyor.

Hac Suresi 22/46ıncı ayet: “Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, olanların akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.”

Demek ki, yeryüzünde sorgulayarak dolaşmak, bizim akledecek bir kalbe ve işitecek bir kulağa sahip olmamızı sağlıyor. Ayete göre, kalp akletmez ise, kör oluyor.

Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için, Kur’an’ın yol göstermesi sebebiyle insanlarda değişen bir bakış açısına bakmamız yeterli olacaktır. Kur’an inmeden önce, insanlar, yıldızlara bakarak astroloji bilimi oluşturmaya çalışıyorlardı. Kur’an’ın oluşturduğu bilimsel bakış nedeniyle, aklı kullanmaya başlanılması sayesinde, astroloji gitti, astronomi bilimi geldi.

Astroloji, insanları kendi iç dünyalarına hapsediyordu. Bu durumda iç huzuru bulmak zorlaşıyordu. Fakat astronomi sayesinde Yüce Yaradan’ın varlığı daha net anlaşıldı. Böylece, sorgulayan akılların kalp ile birleşerek huzura ulaşması daha kolay oldu.

İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu, önce astronomi ile ilgilenmişler, sonra diğer dallara geçmişlerdir. Âlimlerin, astronomiden sonra geçtikleri bu alanlar, sadece tıp, coğrafya, kimya gibi olmayıp, felsefe, sosyoloji, ruh bilimi gibi sahalar da olmuştur. Böyle olmasının sebebi, astronomi bilgisinin, diğer alanları daha iyi kavramayı kolaylaştırmasıdır.

Kur’an’ın bilimsel bakışı sayesinde, caminin bitişiğinde, medrese yani okul oluşturulmuştur. Kur’an nazil olmadan önce böyle bir uygulama olmamıştır. İlk defa Kur’an’ın yol göstermesiyle uygulanmıştır.

Bilindiği gibi, İslâmi medreseler, günümüzdeki ilahiyatlar gibi değildir. Sadece teoloji eğitimi vermemişlerdir. Tıptan hukuka, edebiyattan müziğe, matematikten astronomiye kadar, dünya ile ilgili değişik ilimler öğretilmiştir.

İslâm anlayışına göre, insanın, bilim adına dini reddetmesi yanlıştır, anlamsızdır. Benzer şekilde, din adına, hayatını zorlaştırması da yanlıştır, anlamsızdır.

Dolayısıyla insan, hem toplumun huzurunu hem de iç huzurunu, ancak, iç dünyası ile dışındaki dünyayı birbiriyle bağdaştırarak sağlayabilir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | KUR’AN, BİLİMSEL BAKIŞ REHBERİDİR için yorumlar kapalı

EĞİTİMİN İNSANLIĞA FAYDASI ÜZERİNE

EĞİTİMİN İNSANLIĞA FAYDASI ÜZERİNE

 

Bu sitede eğitim konusunu birkaç yönden irdelemeye çalıştık. Eğitim görmüş bir insanın özelliklerinin ne olması gerektiği veya geleceğin eğitimi gibi hususlar hakkındaki fikirlerimizi paylaşmıştık. Bir başka yazımızda, öğrenimimizin üniversiteyi bitirdikten sonra başladığını savunan düşüncelerimizi aktarmıştık. Bu makalemizde de yine farklı bir açıdan irdelemeye çalışacağız.

Eğer eğitimi, sadece okullarda yapılan öğretim olarak düşünürsek,  insanlığa faydasının beklenilenin çok altında olduğunu söyleyebiliriz. Bunun anlamı, öğretimin insanları yetiştiremediğidir. Bir insanın nasıl yetiştirildiğini anlatan güzel sözlerden birisi, “çocuğu, bütün köy yetiştirir” şeklindeki bir Afrika atasözüdür.

Eğitimin başarısızlıklarından birisi, insanların psikolojilerini düzeltememesidir. Bu durumu intihar vakalarının karşılaştırmasından anlayabiliyoruz. İstatistiklere bakıldığında, öğretim seviyesi yüksek olan ülkelerdeki intihar oranı, onların yarı seviyesi kadar öğrenim görmüş ülkelerden 8 katı kadar fazladır.

Bu başarısızlığın nedenlerinin başında, eğitim sistemimizi, tamamen bilim temeline oturtma gayretimiz gelmektedir. Bilindiği gibi bilim, sayısaldır ve nicelikle ilgili konular üzerine araştırma yapar. Sayısal olmayan şeyler, yani vasıflar hakkında bilim yapmak imkânsızdır. Sayısal olmayan hususlarda bilimsel düşünce belirtmek, imkânsız olduğu kadar da, anlamsızdır.

Örnek olarak resim konusunu ele alalım. Bir ressamın, herhangi bir resim yaptığını düşünelim. Başka ressamlar da, bu resmin kopyasını yapsın. Veya günümüz teknolojisi kullanılarak, resmin renkli baskısı yapılmış olsun. Şimdi kendimize soralım. Orijinal resim ile diğerleri arasındaki farkı, nicelik açısından açıklamasını, hangi bilimsel yöntemle başarabiliriz? Diğer taraftan, insan yüzünü yapmaya çalışan ressam da kopyacılık yapmış olmakta değil midir? Onun bu eserini, nicelik açısından nasıl araştırabiliriz?

Komünizmin ilk olarak iktidara geldiği SSCB’de eğitim seferberliği yapıldı. Bu gayretlerin sonucunda, okuma yazma bilenlerin oranı hızla arttı. Ama 19uncu yüz yılda, yani komünizmden önceki dönemde yetişmiş Rus edebiyatçısı ve düşünürlerinin seviyesinde insanlar yetişmedi. Elbette arada çıkmaya çalışanlar oldu. Fakat onları da, komünist yöneticiler kendileri için tehlikeli gördüklerinden, ortadan kaldırdılar veya tasfiye ettiler.

Eğitimin, insanı yetiştirme ve insanlığa faydası konusunda daha iyi karar verebilmek için, geçmiş devirlerle karşılaştırmalar yapalım. Geçmiş dönemlerdeki mektep sayısı ile günümüzdeki karşılaştırıldığında, karşımıza inanılmaz rakamlar çıkmaktadır.

Eskiden, öğrenim görmüş insan sayısı az olduğundan, alet kullanımı ve teknoloji çok yavaş ilerliyordu. Son yıllardaki hızlı artıştan dolayı, alet kullanımı ve teknolojideki gelişmeler de hızla arttı. 1500’lü yıllardan önceki dünya, teknolojik gelişmelerde kendisini birkaç yüz yılda bir yenileyebiliyordu. Günümüzde ise, birkaç senede bir yenilemektedir.

Bu açıdan bakınca, eğitim sistemimizin, insanlara çok şey öğreterek, medeniyetimizi geliştirdiği düşünülebilir. Hâlbuki gelişen medeniyetimizin durumu, pek umut vermemektedir. Bu sitede yayınladığımız “Medeniyet ve İnsanın Maddeye Bağımlılığının İlişkisi Üzerine” başlıklı yazımızda örnekler vererek ifade ettiğimiz gibi, medeniyetimiz ilerledikçe, maddeye bağımlılığımız artmaktadır. Demek ki, eğitim sistemimiz, insanlığa katkı sağlayacak olan, maddeten değil, ruhen yüksek insanlar yetiştirememektedir. Ruhen yüksek insanlar, tabiri caizse, eğitimin ters imalatları olarak değerlendirilmektedir.

Eğitimimiz, ruhen yüksek insanlar yetiştirmek bir yana, çoğu zaman “insan” yetiştirmemize bile engeldir. Çünkü insanları özgürleştirmek yerine, verilen emirleri ve kuralları sorgulamadan uygulayan uyumlu insan yetiştirmeye yöneliktir. Bir “insan”, diğer insanlara karşı özgür, sadece Yüce Yaradan’ın isteklerine uyumlu olması gerekirken, neredeyse tam tersi olmaktadır. Onları “insancıl” duygulara sahip kılmaya çalışmak yerine, insanları, becerikli, daha çok verimli, daha uyumlu olan ve içinde bulunduğu guruba daha çok faydalı olacak şekilde yetiştirmekteyiz.

Okullardaki eğitim sistemimiz, insanımıza, araştırma yapmayı ve bu hususta düşünmeyi öğretebilir. Ama Abraham (İbrahim) Lincoln’un çocuğunun öğretmenine yazdığı mektuptaki isteklerini, maalesef, öğretmemektedir. Okulların görevi, sanki alet kullanımı ve teknolojik gelişmelerdeki verimliliği artıracak yönde, araştırma ve düşünme öğretmektir. Okullar, sanki, insandaki ruhun asaletini yükseltecek yönde çaba sarf etmeyi düşünmemektedir.

Ülkelerin büyük çoğunluğu, okullarındaki eğitimi, devleti yönetenlerin ideolojik anlayışlarına uygun insan yetiştirmek için yönlendirmektedir. Ülkedeki uygulama, kapitalist sistem ise, eğitimleri, insanları kapitalizmin alt yapısını oluşturacak şekilde yetiştirmeye yönelmektedir. Sosyalist sistemi savunanlar, kendi ideolojilerine uygun insanlar yetiştirmeye çalışmaktadır. Dini duyguları öne çıkararak iktidarda kalabilen yöneticilerin ülkelerinde, kendi yorumlarını ezberlemiş asker insanlar yetiştirme çabası vardır.

Okulların, insanlığa, ince ruhlu şahsiyetler yetiştirmeye katkıda bulunması için, eğitim sisteminde fikri bir değişikliğe ihtiyaç vardır. Aksi takdirde, günümüzdeki yüzeysel değişiklikler şeklindeki çabalar, demir bir malzemenin pasını, boyayarak kapatmaya çalışmak gibidir. Bizim bahsettiğimiz fikri değişiklikten maksat, insanların hür fertler olarak yetiştirilmelerini sağlayacak, yani malzemenin kendisini hem koruyacak hem de ışıldatacak yöntemlerdir.

Eğer eğitim sistemimiz konusunda, böylesine köklü değişikliği yapamazsak, insanların giderek kibar barbarlar haline geldiklerini, bilgilerini ve zekâlarını, insanları ezerek kendi menfaatleri yönünde kullandıklarını, acı bir şekilde müşahede edeceğiz. Böylece, kendi ellerimizle, çocuklarımız ve torunlarımız için “yaşanmaz bir dünya” oluşturacağız.

Gençlik, Sosyal kategorisine gönderildi | EĞİTİMİN İNSANLIĞA FAYDASI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DEVLET VE TERÖRİST FARKI

DEVLET İLE TERÖR GURUBU ARASINDAKİ FARK VE KUR’AN’IN MİSALLERİ

 

(Not: Bu makale Temmuz 2014 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden, imlâ hatalarını düzeltmeye çalışarak aynen yayınlıyoruz.)

Terör gurubu, amacına ulaşmak için, kendilerince suçlu olduklarını düşündükleri insanlardan ziyade, ilgisiz masum insanlara saldırır.

Devlet ise, suçlu bulduğu insanların bizzat kendilerini (adalet kavramından sapmadan) cezalandırır. Eğer bir devlet bunu yapmıyor, teröristin yaptığı bir harekete cevap verirken, doğrudan ve bilerek masum insanlara saldırıyorsa, o devletin saygınlığı kalmaz. Devlet de, teröristin seviyesine doğru düşmeye başlar. İntikam hırsıyla yapılan ve masumları ayırt etmeyen böyle uygulamalar, Allah’ın istemediği davranışlardır.

Zaten böyle hatalı davranışların sonunda, Devlet haklı olsa bile, haksız konuma düşer. Ayrıca istemediği halde, terörün zeminini güçlendirir.

Böyle durumlarda yapılması gerekenler, istişare edilerek belirlenmelidir. Böylece hatalar azaltılır. Veya Kur’an’da ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatında örnekler aranarak, ne yapılacağına karar verilmesi daha uygun olur.

Hz. Muhammed (s.a.v.), Medine’ye hicret eden Müslümanların Mekke’deki mallarına el konulmasına içerlemiş ve Mekkelilere ait bazı kervanların mallarına el koymuştu. Ama onların (Mekke’nin ileri gelenlerinin) sadece mallarına ve misliyle el koymuş, kervanlardaki hiç kimsenin öldürülmesine izin vermemişti. Hz. Peygamber, Kur’an’da kendisine vahyedilenlere göre kısas uyguluyordu.

Eğer Mekkelilerin, hicret eden Müslümanların mallarına el koyan ve törelere uymayan bu davranışlarının önünü kesmek mecburiyetinde kalınmasaydı,  ayrıca mallarına el konulduğu için fakirleşen Müslümanların maddi ihtiyaçları olmasaydı ve hareket sadece Peygamberin kendisine yapılsaydı, affedebilirdi. Fakat genel ahlâk anlayışına uymayan davranışlar ve diğer şartların zorlamasıyla, affetmedi. Ama yine de sadece misliyle cevap verdi.

Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim’de, insanlar için örnek olması bakımından çok sayıda olay bahsedilir. Kutsak Kitapta verilen örneklerin biri hariç tamamı, Orta Doğu bölgesinde geçer. Sadece, Yasin Suresi 13-29. ayetler arasında anlatılan kıssadan hisse hikâyesi için, yer ve peygamber adı verilmez. Fakat İslâm bilginlerinin çoğu, bu olayın da Orta Doğu’ya yakın bir bölgede geçtiğini düşünürler.

Allah, başka bölgelerden örnek verebilirdi. Fakat Allah, Kur’an’ın indiği bölgedeki insanların kısmen de olsa duyduğu olaylar olmasını istemiş olabilir. Böylece insanlar, daha çabuk ders alacaklar ve kendilerini düzeltebileceklerdir. Veya bu bölgede çok farklı guruplar yaşadığı için, diğer bölgelere göre örnek olacak çok daha fazla olay meydana gelmiş olabilir.

Kur’an’da verilen örneklerin ortak yönleri vardır. Nitekim bölge insanı ve ileri gelenleri, önce uyarılır. Bu ikazlar, farklı yönlerden ele alınarak birkaç defa tekrarlanır. Bu uyarıları bazı insanlar anlarlar ve kendilerini düzeltirler. Böylece kurtuluşa ererler.

Bazıları ise anlamazlar. Kibirlerine yenilirler ve kendi bildiklerini yapmaya devam ederler. Fakat kibirli davranan bu insanlar ve böbürlenen kavimlerin birçoğunun, sonunda helâk edildikleri Kur’an’da anlatılır.

Dolayısıyla, hareketlerine en çok dikkat etmesi gereken bölge, Orta Doğu civarıdır. Bölgede çok uzun süredir yaşayan gurupların ve insanların, atalarının düştüğü hatalara düşmemeleri umulur.

Bölge insanının, atalarının hatalarını yapmamaları için, bir şansları var. Hepsi, aynı Yüce Yaradan’a yani Allah’a inanıyoruz diyorlar. Bu sebeple, inşallah kendilerini düzeltirler, eğer gerçekten inanıyorlarsa!

Ama gerçekte Allah’a değil de, dünyevi menfaatlere inanıyorlar, kendilerini çok büyük ve güçlü görüyorlarsa, sonlarının ne olacağını anlamaları için, Kur’an’a bakmaları yeterlidir.

Her insan, kendi geleceğini kendi seçer ve kendi elinde tutar. Allah, kimseye zulmetmez. Sadece yaptığının karşılığını verir. Düşünen her insan, bu gerçeği yaşar. Fakat Kur’an, özü temiz olmayanların düşünemediğini anlatır.

Allah’ım, insanların ve oluşturdukları guruplarının hidayete erebilmeleri için onların iradelerine güç ver, onların Senin gönderdiğin ayetleri anlayabilmeleri için anlayış ihsan eyle. Onların kalplerini nurunla fetheyle, gönüllerini güzelliklere aç Allah’ım.

Senin her şeye gücün yeter Allah’ım.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEVLET VE TERÖRİST FARKI için yorumlar kapalı

BİYOTEKNOLOJİDEKİ GELİŞMELER ÜZERİNE

BİYOTEKNOLOJİDEKİ GELİŞMELER ÜZERİNE

 

Günümüzde yetiştirilen hayvanlar ve bitkilerin bir bölümünde, büyüme hormonu kullanılmaktadır. Bu şekilde yetiştirilen hayvan ve bitkilerde bir süre sonra, beklenmedik hastalıklara rastlanmaya başlanmıştır. Bu hastalıkların çok azı, insanları doğrudan etkilemektedir. Doğrudan tesir eden böyle vak’alarda da, bütün dünya konunun üzerine hassasiyetle eğildiği için, sonunda pahalıya mal olsa da, bir çözüm bulunmaktadır.

Ancak hayvanlarda görülen hastalıkların çoğu, insanları doğrudan etkileyen cinsten olmamaktadır. Hayvanlarda görülen mide ülseri, deri hastalıkları ve artrite denilen iltihabi hastalıkların belirtileri önemsenmemekte ve hastalıklı hayvanlar kesilmektedir. Bu etleri tüketen insanlarda, zaman içerisinde benzer hastalıkların oluşması ihtimali kuvvetlidir. Tabipler, insanlarda görülen ülser, deri ve iltihabi hastalıkların menşei olarak, daha önceden öğrendikleri sebepler üzerinde durmaktadırlar. Dolayısıyla, hastalıkların sebepleri sayılırken, hayvanların durumu hiç dile getirilmemektedir. Henüz bu konularda ciddi araştırmalar yapılmadığından, kesin bir şey söylenemez. Ama hayvanlardaki hastalıkların, insanlar üzerinde etkilerinin olacağı muhakkaktır.

Günümüzde, çiftçilerin bilinçlendirilmeleri için yapılan çalışmalar çok yetersizdir. Bu durumun bir sonucu, zararlı otlara ve haşerelere karşı kullanılan ilaçlarda görülmektedir. Bilinçsizce kullanılan ilaçlar, toprağı, suyu ve havayı kirlettiği gibi, zararlı otlar ve haşerelerin de direnç oluşturmalarına vesile olmaktadır.

Bitkilerde, üretimi artırmak adına, zararlı otlar ve zararlı haşereler için geliştirilen ilaçlara karşı mukavemet oluştuğunda, tek çıkar yol olarak, daha kuvvetli bir ilaç oluşturmak kalmaktadır. Her kuvvetlendirilmiş yeni ilacın, doğaya daha çok zarar vereceği aşikârdır. Ayrıca, kuvvetlendirilen bu ilaçlar, üretimi artırmak amacıyla kullanıldığı meyve, sebze ve hattâ tahıllardan, daha zor atılmaktadır. Bilinçsizce ilaç kullananlar veya daha çok para kazanmak için bilerek ürünün toplanmasına yakın dönemde ilaç kullananlar, çok daha büyük sorun oluşturmaktadır. Dolayısıyla, kuvvetlendirilmiş ilaçlar, insanlara da doğrudan zararlı hale gelebilmektedir.

Her yeni oluşturulan ilaç, uzun araştırmalar sonucunda elde edilmektedir. Dolayısıyla, ilaçların maliyetleri giderek artmaktadır. Ancak, pahalı olmasına rağmen, yeni elde edilen bu ilaca da, zararlı bitki ve haşerelerde mukavemet oluşması ihtimali kuvvetlidir. Bu durumda, tabiatı egemenliğimiz altına alma mücadelemiz, kısır bir döngüye dönüşmektedir.

İnsanların nüfusları, düşüncesizce bir anlayıştan dolayı, hızla çoğalmaktadır. Artan nüfusu besleyebilmek için, tarımda verimliliği artırma çalışmaları da hızla sürmektedir. Bu alanda yapılan çalışmaların ortak yönleri, ürün çeşidini azaltma gayretidir. Laboratuvar imkânlarının ve maddi gücün sınırlı olması sebebiyle, üzerinde çalışılan yiyecekler, bir veya iki çeşit olmak zorundadır. Örneğin, yüzlerce patates çeşidi arasından, sadece iki tanesi üzerinde çalışılmaktadır. Aynı durum, mısır, biber, domates, salatalık ve hattâ çimen gibi bitkiler için de geçerlidir.

Neredeyse tek tip hale gelen tohumlarla üretim yapmak, tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Bu ürünlerde oluşabilecek bir hastalık veya bunlara musallat olacak tek bir zararlı haşere, bir bölgedeki aynı tip ürünlerin hepsini birden etkileyebilecektir. Nitekim ABD dâhil, birçok ülkede bu durumlar yaşanmıştır.

Biyoteknolojideki gelişmeler, karşılaşılan sorunların bir kısmına çözüm üretebilmektedir. Meselâ, insanların hataları yüzünden çoraklaşmış topraklarda, biyoteknoloji sayesinde yeni ürünler yetiştirebiliriz. Hattâ, biyoteknoloji sayesinde, kirlenmiş sularda yetişen balık türleri oluşturabiliriz. Ancak bütün bu pahalı gayretler, insanların doğayı tahrip etmelerini artıracaktır. Çünkü çoğu kimse, tabiatı tahrip etmenin zararlarını tam olarak kavrayamayacaktır. Anlayanların bir kısmı da, biyoteknolojideki bu çözümler sebebiyle, doğayı tahrip etmekten üzüntü duymayacaklardır.

Anlaşılan o ki, biyoteknolojideki gelişmeler, zenginlerin daha çok tüketmesine ve orta hallilerin yiyeceklere daha kolay ulaşmasına vesile olabilir. Fakat yukarıda izah edildiği gibi, beklenilmeyen kıtlıklar oluşturabilir ve insanlarda daha önce bilinmeyen yeni hastalıklar görülmesine sebep olabilir. Dolayısıyla, biyoteknolojideki gelişmelerin insanlığa maliyeti, başlangıçtaki düşünülenden çok daha yüksek olabilir.

Biyoteknolojideki gelişmeler, ciddi laboratuvar araştırmaları gerektirdiğinden, genelde zenginler bu çalışmaları yapabilir. Dolayısıyla asıl kazanç da, zenginlerin olacaktır. Fakirler, zenginlere göre çok daha az yararlanabileceklerdir. Zenginlerin kazançları, onları ürünlerden geçecek hastalıklardan korumayacaktır. Yeni ortaya çıkacak hastalıkların tedavileri hem daha pahalı olacaktır, hem de tedavilerdeki başarı oranı azalacaktır. Fakirler ise, hem hastalıktan, hem de giderek pahalılaşan biyoteknolik ürünlere ulaşmanın zorluğundan dolayı gıdasızlıktan perişan olacaklardır.

Bilindiği gibi, biyoteknoloji alanındaki gelişmeleri, insanlığa faydalı olmak için çabalayan bilim insanları değil, kâr hırsıyla hareket eden ve daha çok kazanmaktan başka hedefleri olmayan şirketler sağlamaktadır. Dolayısıyla insanların sağlığı değil, kazanç ön plandadır. Şirketlerin bu hırslarını, bazı zengin ülkeler kurallar koyarak törpülemeye çalışmaktadırlar. Ancak bu kuralların konulup uygulanması bile, aradan uzun süre geçtikten sonra olmaktadır. Fakirler ise, bu kuralları koyamamakta veya uygulayamamaktadır. Dolayısıyla, halkın sağlığı, şirketlerin kâr hırsındaki insaflarına terk edilmiştir.

Biyoteknoloji alanında çalışan şirketler, yaptıkları araştırmaları, devlet sırrından daha gizli tutmaktadırlar. Genelde zenginlerin oluşturdukları patent yasaları sayesinde, araştırma sonuçlarını uygulamaya başladıkları sırada, kazançlarını teminat altına almaktadırlar. Fakirlerin biyoteknoloji alanında araştırma yapmaları ihtimali giderek azalmaktadır. Nadiren böyle bir araştırmayı başarıyla sonuçlandıranlar da, ya patent yasalarına takılmaktadırlar veya araştırma sonuçlarını uygulayacak maddi güç bulamamaktadırlar.

Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler, insanlığın bilinen tarihinden çok farklı olarak, ilginç noktalara doğru gitmektedir. Artık üreten, toprak olmaktan çıkmaya başlamıştır. İnsanlık, giderek, laboratuvar araştırmalarına ve topraksız üretime bağlı hale gelmektedir. Arıyı görmeyen bal, toprağı görmeyen sebze, hayvanı görmeyen süt üretilmektedir. Diğer taraftan, sentetik yiyecekler oluşturulmaktadır.   Yiyeceklerdeki bütün bu gelişmelerin, insanların bağışıklık sistemleri üzerindeki etkileri henüz net olarak bilinmemektedir. Ancak olumsuz tesirinin olduğu hususunda fikir birliği vardır.

Biyoteknolojideki gelişmelerin ülkeler bazındaki sonuçlarını incelersek, şöyle bir ortamla karşılaşabiliriz. Biyoteknoloji alanındaki gelişmelerin, zenginler arası rekabeti artıracağı muhakkaktır. Bu rekabetten, ABD ve Avusturalya olumsuz etkilenebilir. Çünkü bu ülkelerin en büyük alıcıları olan Avrupa ve Japonya, kendilerinin oluşturacakları biyoteknoloji alanındaki gelişmeler sayesinde, daha az ithalata ihtiyaç duyabilir. Bütün zengin devletler üretimlerini, yeterli toprakları olmayan orta halli ülkeler dâhil olmak üzere, fakirlere satmaya çalışacaklardır. Ancak fakirler, bu ürünleri ancak borç karşılığında alabileceklerdir. Fakir ülkelere verilecek bu borçları, biyoteknoloji şirketleri sağlamayacaklardır. Ürünleri satmak isteyen devletlerin bizzat kendileri ve finans kurumları sağlayacaklardır. Dolayısıyla, biyoteknoloji şirketleri her halükârda kazanırken, borçlar geri ödenmediği zaman zarar edenler, zenginlerin finans kurumları ve fakir ülkeler olacaktır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, biyoteknoloji alanındaki gelişmelerden fakir ülkeler de faydalanıyormuş gibi bir ortam vardır. Teknoloji sayesinde daha ucuza üretilen ürünleri satın almak daha kolay olacaktır. Fakat bu durum sadece, fakir ülkeler doğrudan ithalat yaptıklarında oluşacaktır. İthalatı da, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, faiz oranı giderek yükselen borçla yapacaklarından, sonunda fazla bir kazançları olmayacaktır. Fakir ülkelerin çiftçileri ve hayvan yetiştiricileri açısından da durum pek iç açıcı değildir. Bu çiftçiler, kazançlarının büyük bölümünü, biyoteknoloji şirketlerinden aldıkları malzemelere vereceklerdir.

Bilindiği gibi, biyoteknoloji ile geliştirilen tohumlardan, yeni ürün için tohum elde edilememektedir. Dolayısıyla çiftçiler, tamamen biyoteknoloji şirketlerine bağımlıdır. Benzer bağımlılık, ilaçlar, gübreler ve hormonlar hususunda da mevcuttur.  Bu malzemelerin fiyatlarını şirketler belirlediklerinden, üretim giderek pahalanmaktadır. Fakir ülkelerin çiftçilerinin girdilerindeki fiyatlar artarken, sattıkları ürünlerin fiyatları düşmektedir.

Bu durumun iki sebebi vardır. Birincisi, zengin ülkeler, kendilerinin ürettikleri girdiler sayesinde ve toplu üretim yaptıklarından ucuza mal ettikleri ürünleri, fakir ülkelere, kısa süreliğine de olsa, onların maliyetlerinden daha ucuza teklif etmektedirler. Böylece fakir ülkelerin çiftçilerini kendileriyle rekabet edebilir konumdan çıkarmaktadırlar. İkinci neden şöyle gelişmektedir: Fakir ülkelerde, çiftçilerden ürünleri satın alan şirketler, çiftçilerden daha güçlüdürler. Bu şirketler, çiftçilerden aldıklarını hem iç pazarda hem de dış pazarda satmaktadırlar. Bu sebeple, zengin ülkelerin tüccarlarına da bağlıdırlar. Dolayısıyla, yerli satıcılar, hem zengin ülke tüccarlarına bağlı olmaları, hem de zengin şirketlerin, çiftçileri değil kendi kârlarını azamileştirecek güce sahip olmaları nedeniyle, çiftçilerin ürünlerini daha ucuza alabilmektedirler. Sonuçta, bilhassa küçük çiftçiler, kendi emekleri karşılığı olan yevmiyelerini bile kurtaramamaktadırlar.

Diğer taraftan, zenginlerin laboratuvarda yaptıkları üretimler, fakir ülkelerin ihracat kaynakları olan tarım ürünlerindeki kazançlarını sekteye uğratabilir. Şeker kamışı ve şeker pancarından elde edilen şekerin yerini, izoglükoz veya diğer süper tatlandırıcılar alabilir. Bu durumda, fakir ülkelerin şeker kamışı ve şeker pancarı üreticileri, olumsuz etkilenecektir. Benzer durum, başka birçok ürün için de geçerlidir. Örneğin, tabii bir ürün olan vanilyanın, kimyagerler tarafından laboratuvarda üretildiğini düşünelim. Bu durumda vanilya ihracatına bağımlı olan ülkeler gelir kaybına uğrayacaklardır. Kakao ve hindistancevizi yağı gibi ürünler için de, aynı durum geçerlidir. Çünkü bu ürünlerin muadilleri, laboratuvar ortamında veya soya fasulyesi ve kolza tohumundan elde edilebilmektedir.

Dünya nüfusundaki hızlı artış ve her mevsim her yiyeceğe ulaşma hırsı, insanlığı, biyoteknoloji alanındaki gelişmelere mahkûm etmektedir. Biyoteknoloji alanındaki gelişmeler de, tıpta, sosyal alanlarda ve ekonomide sorunlar oluşturmaktadır. Daha önce bilinmeyen yeni hastalıklar veya eski hastalıkların farklı türevleri ile karşılaşılmaktadır. Teknolojideki gelişmeler, toprağın ve emeğin değerini düşürdüğü için, sosyal sıkıntılar oluşturmaktadır. Biyoteknolojiyi zenginler geliştirdiği için, kazancın büyüğünü zenginler elde etmektedir. Bu durum insanlar arasındaki ekonomik eşitsizliği artırmaktadır.

Dolayısıyla, bu konunun üzerinde, bütün insanlık olarak, birlikte, çok yönlü ve ciddi bir şekilde durulması gerekmektedir. Patent yasaları, kartel oluşturulmasını engelleme, insanları bilinçlendirme, tabiatın tahribatını azaltma gibi konulardan, nüfus artışını denetleme ve kanaatkârlık anlayışını yayma gibi konulara kadar, çok farklı alanlarda ortak çalışma bizleri beklemektedir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BİYOTEKNOLOJİDEKİ GELİŞMELER ÜZERİNE için yorumlar kapalı

YENİ YIL MESAJI

YENİ YILDA, DAHA HUZURLU BİR DÜNYADA YAŞAMAK UMUDUYLA

 

Her insanın yaşamında, üzerinde düşünmeden geçip giden çok sayıda olay vardır. Eğer sonradan geriye doğru düşünürsek, bu olaylardan çıkardığımız çok ders olduğunu görürüz. Geçmişimizden ders aldığımız ve çıkardığımız bu “hisseleri” hayatımıza uyguladığımızda, daha başarılı olduğumuzu da yaşayarak görmüşüzdür.

Geçmişte yaşadığımız olayları irdelerken, bazen tam anlayamadığımız sebep-sonuç ilişkisi olduğunu görürüz. Böyle olayları kavrayabilmemiz için, aslında, biraz farklı bir pencereden bakmamız yeterlidir.

Bu pencere, insanın ve doğanın kendiliğinden olmadığını, bir Yüce Yaradan’ın olduğunu düşündüğümüzde, tamamen açılır. Biz nasıl, sahip olduklarımızı başıboş bırakmıyor, sürekli kontrol ediyorsak, bizleri ve kâinatı yaratan Yüce Yaratıcı da, bizleri ve doğayı başıboş bırakmaz. Biz nasıl, çocuklarımız iyi bir şey yaptıklarında onları ödüllendirirsek, Yüce Yaradan da, güzel işler yaptığımızda bizleri ödüllendirir. Biz nasıl, çocuklarımız iyi şeyler yaparken onlara destek verirsek, Allah da, bizlere güzel işler yaptığımız sırada yardım eder.

O halde, her yeni bir günde ve her yeni bir yılda, eğer güzel işler yapmak için gayret gösterirsek, Yüce Yaradan da bizim önümüzü açacaktır. Bize, hiç düşünmediğimiz yönlerde yardımcı olacaktır. Bazen, hiç aklımıza gelmeyen işleri önümüze çıkaracaktır. Bazen, hiç düşünmediğimiz sevgi bağları ile bizi destekleyerek, bizleri hiç tahmin etmediğimiz dostluklar veya evliliklerle tanıştıracaktır. Bazen, bulunduğumuz görevde yanlış işler yaptığımızı fark ettirerek, bizim görevi kendiliğimizden bırakmamızı sağlayarak bize huzur verecektir. Yüce Yaradan’ın bize sağladığı huzur, hem bu dünya, hem de yarı yolda yanlışa geri dönmediğimiz takdirde, ahiret için de geçerli olacaktır. Bütün bunlar, bizim güzel düşünüp güzel işler yapmamızla başlayacaktır. Güzel düşünerek güzel işler yapanlar çoğaldıkça, dünya daha yaşanabilir hale gelecektir.

İşte, geçmişte kendi kendimize yaptığımız sorgulamalar sırasında, anlayamadığımız sebep-sonuç ilişkilerini, Yüce Yaradan, bizim güzel veya kötü düşünmemize göre oluşturmaktadır.

Dolayısıyla, yeni yılda daha huzurlu olmak istiyorsak, Yüce Yaradan’ın hoşuna gidecek şekilde hayatımızı sorgulayalım. Hatalarımızı ayna karşısında kendimize söyleyelim. Akabinde hemen güzel işler yapmaya başlayalım. Böylece Yüce Yaradan’ın desteğini alabilelim inşallah.

Allah’ım, kalplerimizi nurunla fetheyle, gönlümüzü güzelliklere aç Allah’ım.

Allah’ım, ufkunla idrakimizi genişlet, kudretinle takatimizi artır, hıfzınla bizleri koru Allah’ım.

 

Genel kategorisine gönderildi | YENİ YIL MESAJI için yorumlar kapalı

EĞİTİM (ÖĞRETİM) İLE SİYASETÇİLER ARASINDAKİ BAĞ ÜZERİNE

EĞİTİM (ÖĞRETİM) İLE SİYASETÇİLER ARASINDAKİ BAĞ ÜZERİNE

 

Bir ülkedeki eğitimin kalitesinin düşük olmasının o devletin zararına olduğunu, konuyla bağlantılı olarak yazdığımız makalelerimizde, rakamlarla göstermeye çalıştık. Peki, devletler, kalitesiz eğitimden zarar görmelerine rağmen, acaba, sadece maddi imkânları yetersiz olduğu için mi öğretimin kalitesini yükseltme çalışmalarını ciddiyetle yapamazlar. Elbette, maddi gücün önemi vardır. Ancak, maddeten yeterli gücü olmayan nice devletler, eğitime verdikleri öncelik ve önem sayesinde, ülkelerinin kaderini değiştirmeye başlamışlardır.

Demek ki, maddi gücün etkisinden daha önemlisi, eğitimin önemini kavrayan ve kalitesini artırmayı hedefleyen zihniyet değişikliğidir. Konuya bu açıdan bakılınca, bir ülkedeki eğitimin kalitesi düşük ise, o devletin yöneticilerinin zihniyetleri, ülkenin değil, kendi menfaatlerinin peşinde demektir.

Liseyi bitirmiş vasat bir seçmeni düşünelim. Eğer, kaliteli bir eğitim almışsa, siyasetçilerin söylemlerinin mantık hatalarını görebilecektir. Dolayısıyla, bazı yalanları fark edeceklerinden onlara itibar etmeyecektir. Bu sebeple, kendi çıkarı peşinde koşan siyasetçiler, az veya kalitesiz eğitim görmüş ve düşünme kabiliyeti yetersiz olan insanları tercih edeceklerdir.

Bu tercihlerinin sebeplerini, çoğu ülkenin siyasetçilerinin bazı söylemlerinden anlayabiliriz. Birbirine benzeyen bu söylemlerin bazıları şunlardır: “kandırıldım”, “şaka yaptım”, “söylediklerime değil, gözlerime bakın”, “gözlerime bakın, ne dediğimi anlarsınız”, “dün dündür, bugün de bugün”, veya siyasetçinin yaptığını yanlış bulan mahkeme ve diğer kurumlar hakkında “sözde hâkim”, “sözde …” gibi tanımlar ülkelerin çoğundaki insanlara tanıdık gelebilir.

Eğer, okuryazar oranı %70’in üzerinde olan bir ülkenin siyasetçisi, böyle sözler sarfetmesine rağmen, görevinde devam ediyor ve oy oranında ciddi bir düşüş olmuyorsa, o devletin eğitim sisteminde ciddi bir sorun var demektir.

Ülkelerin çoğunluğundaki eğitim, yapboz tahtası gibi, deneme yanılma yöntemiyle kurgulanmaktadır. Dolayısıyla eğitim sistemleri çok bozuktur. Öyle ki, uyguladıkları bu eğitim sistemini onlara bir başka ülke dayatmış olsa, düşman devlet olarak addedilmeyi gerektirir. Yani ülkelerin çoğu, uyguladıkları eğitim sistemiyle kendi kendilerine yaptıkları kötülük, düşmanlarının onlara yapabileceğinden daha fazladır.

Maddeten kalkınmış ülkelerden ABD’deki eğitim sistemi, yukarıda bahsettiğimiz bozuk sisteme benzemektedir. Ancak ABD, zararını azaltmak için, üniversite eğitimine daha çok yatırım yapmaktadır. Böylece, ülkelerine dışarıdan gelecek beyinleri cezbetmeye çalışmaktadırlar. Dışarıdan gelenler, eğitim sistemindeki bozukluğun zararını azaltmaktadır.

Eğer bir devlet, eğitiminde güzel bir sistem kuramamış ise, o ülkenin maddeten güçlü olması da, okuryazar kesimdeki kalitenin düşük olmasını engellemiyor. Kişi başına düşen milli gelirin yüksek olduğu ülkelerin bazılarında ve çoğu devlette, okuryazarların üçte biri, bir mektup zarfının üzerini doğru yazamamaktadır. Üniversite mezunları da dâhil, okuryazar insanların en az yarısı, düzgün bir şekilde dilekçe yazamamaktadır.

Ortaokul mezunu olmuş insanların içerisinde, dünya haritası üzerinde kendi ülkelerinin yerini kolayca gösterebilenlerin sayısı, çoğu ülke için, hayal kırıklığıdır.

Ortaokul mezunu insanların ne kadarı, bir yiyecek maddesinin üzerindeki ikaz yazısını anlayabilmektedir? Bu uyarı yazısını anlayabilenlerin ne kadarı, bir ilacın kullanım kılavuzunu anlayabilmektedir?

Üniversite mezunlarının yüzde kaçı, büyük marketlerden aldıkları bir eşyanın kurulum kılavuzundaki anlatılanları kavrayarak, aldıkları eşyayı kendi başına kurabilir? Üniversite mezunlarının ne kadarı, evindeki basit tamiratları yapabilir?

Hâlbuki çocukların kapasitelerine bakıldığında, daha farklı bir durumla karşılaşmaktayız. Çocuklar, küçükken daha zekiler ve kavrayışları daha fazladır. Fakat maalesef, bu çocuklar eğitildikçe, okulda sınıf atladıkça, çok azı hariç, anlayışları ve kabiliyetleri ilerlememektedir.

Okullarda verilen eğitim seviyeleri düşük olunca, şirketler de ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Bazıları, üniversiteden yeni mezun olmuş kişileri veya lise mezunlarını işe almak istemiyorlar. Bazı şirketler ise, işe aldıkları şahıslara, kendileri ayrıca eğitim vermek zorunda kalıyorlar. Çünkü işe almak için yaptıkları imtihanda, şirketin ihtiyacı olan beceriye sahip kişi sayısı çok yetersiz kalıyor. Şirketlerin imtihanda istedikleri hususlar, teknik ayrıntılar değil, basit hayat bilgisi olmasına rağmen böyle bir durumla karşılaşılmaktadır. Şirketlerin, işe aldıkları insanları eğitim için harcadıkları ek paralar, maliyetleri artırmaktadır.

Ülkelerin çoğundaki eğitimin hali maalesef olması gerekenden çok uzaktır. Bu durumun müsebbibi, sadece siyasiler değildir. Milli eğitim bakanlıklarının bürokratları, öğretmenler ve öğretmen sendikaları da sorumludur. Öğretmenleri yetiştiren üniversitelerin yetkilileri ve öğretim üyeleri de sorumludur. Öğrencilerin okudukları mekteplerdeki veliler ve kurullar da sorumludur. Anneler ve babalar ile birlikte, onların bilgilerini artırma yönünde gayret etmeyen medya gurubunun yetkilileri de sorumludur. Bilhassa televizyonda aileler ve çocukları için zararlı konuları işleyenler de sorumludur. Çocuklarla ilgili televizyon kanallarının yapımcıları ve yetkilileri de sorumludur. Bilhassa dememizin bir nedeni, çocukların, televizyon ve bilgisayarlarındaki çocuk programları karşısında geçirdikleri vaktin, okulda geçirdiklerine yakın olmasıdır.

Çocuklarının geleceklerini ve ruhi yapılarını düşünmeden boşanan ebeveynler de sorumludur. Parçalanan ailelerde, çocukların yükü, genelde, annelerin üzerine kalmaktadır. Annelerin bu yükü tek başlarına kaldırmaları mümkün değildir. Parçalanmış aileler, eğitimin kalitesi üzerinde olumsuz tesir yapmaktadır.

Bilhassa parçalanmış aileler ve bilinçsiz aileler, çocuklarını eğitmek için uğraş veremiyorlar. Kendilerine daha kolay geldiği için veya ayrılmış eşler çocuk üzerinde daha etkin olmak amacıyla, çocuklarının AVM’lerdeki eğlence ve alışveriş yerlerine götürüyorlar.

Anlaşılan o ki, kötü eğitim, toplumun çoğunluğunun sorumsuzca davranmasının bir sonucudur. Eğer ciddi bir neşter vurulmazsa, sorun, tavuk-yumurta misali kısır bir döngüye dönüşür. Toplum mu bizi kötü eğitiyor, yoksa geçmişte kötü eğitilmiş insanlar mı toplumu inşa ediyor tartışması bitmez.

Eğitimin bu makalede ele aldığımız tarafı, hayat mücadelesi için gerekli olan beceri ve bilgilerin öğretilmesi, menfaati peşinde koşan siyasiler tarafından kandırılmaması ile ilgilidir. Eğitimin diğer alanlarında başarısız olunduğu gibi, bu hususta da maalesef, dünya genelinde başarısız durumdayız. Sorunun çözümüne başlamak için menfaatini değil, ülkesini ve insanlığı düşünen önderlerin harekete geçmesi şarttır. Eğer, eğitim meselesinin çözümü, siyasilere veya günlük geçimi peşinde koşan insanlara bırakılırsa, hiçbir sonuç alamayız, kısır döngüden çıkamayız.

Gençlik kategorisine gönderildi | EĞİTİM (ÖĞRETİM) İLE SİYASETÇİLER ARASINDAKİ BAĞ ÜZERİNE için yorumlar kapalı