PAVLOV’UN ŞARTLANMIŞ REFLEKSİ NASIL AŞILIR?
İvan Pavlov, yaptığı deneylerle şartlanmış refleks konusunda yeni bir çığır açmıştır. Bu deneyler göstermiştir ki, uzun süre fiziksel ve ruhsal baskılara tabi tutulan hayvanlarda, sinirsel çöküntü görülmektedir. Hayvanlar arasında, baskıya dayanma süreleri farklı olmakla birlikte, soğukkanlı olarak nitelenenler bile, kısa sayılacak kadar bir sürede pes etmişlerdir.
Pavlov’un deneyler sonucunda ulaştığı bu bulgular, bilhassa İkinci Dünya Savaşı sırasında, insanlar arasındaki olaylarla, maalesef ve genel anlamda, doğrulanmıştır. Savaş meydanlarındaki ve esir kamplarındaki insanlarda, bazı ruhsal değişiklikler görülmüştür. Geçici olarak bilinç kaybı yaşayanlara çok rastlanılmıştır. Aşırı sinirlilik veya uyuşukluk hali yaygınlaşmıştır.
Bilhassa esir kamplarına düşenler arasında, geleceğe olan inanç kaybolduğu için, insanlar boşluğa düşmüşlerdir. Çin Devleti, Kore Savaşı sırasında esir aldığı insanları yerleştirdiği kamplarda, bu durumu kısmen bilimsel olarak ortaya koymuştur.
Bilindiği gibi, Devleti yönetenler komünist anlayışta idi. Merkez yönetimden güç alan bazı komünist polislerin, sanıklara ve mahkûmlara uyguladıkları yıldırma teknikleri ile Pavlov’un köpeklere yaptıkları birbirine zaten benzemekteydi.
Bu nedenle, konuya biraz daha teknik yaklaştılar. Savaş esirlerine fiziksel zorlamadan daha çok, ruhsal baskı uyguladılar. Ama bu baskıları, sistematik bir şekilde yaptılar. Örneğin, kamp kurallarını en basit bir şekilde ihlal edenlere sürekli taciz edici baskılar uyguladılar. Belki fiziki şiddet yapmadılar. Ama basit bir kural hatası yapan kişiyi, günde birkaç defa kamp müdürünün yanına çağırıp, herkesin önünde aşağıladılar, küçük düşürdüler. Neden kural hatası yaptığını, uzun bir şekilde yazılı olarak açıklamasını istediler. Kural hatası yapan kişinin beslenme ve barınma şartlarını kötüleştirdiler. Esirleri toplayarak, onlara aylarca Marksizm’i anlattılar. Derslerin sonunda imtihan ettiler. İmtihanda başarısız olanlara, canlarından bezdirecek ruhi baskılar yaptılar. Hemen her fırsatta uyguladıkları benzer ruhi baskılar, sonunda işe yaradı. Kötü ve belirsiz şartlara en fazla dayanabilenler bile, altı ayın sonunda mücadele güçlerini yitirdiler.
Net rakamlar bilinmiyor. Ama Çinlilerin ifadelerine göre, Amerikalı her üç mahkûmdan birisi, Çinlilerle teknik işbirliğini kabul etmiş. Her yedi tutsaktan birisi, Çinlilerle her türlü işbirliği yapmış. Esirlerin beşte biri, zihinsel rahatsızlık geçirmiş. İntihar vakaları çoğalmış. Hastalıktan ölümler artmış.
Esir kamplarının şartlarına ve savaşın uzun sürmesine bakılınca, Amerikalı tutsakların davranışları normal karşılanabilir. Hem dünyanın gidişatı hem de kamplardaki şartlar, esirlerdeki kaygıları kronik hale getirmektedir. Dolayısıyla esaretten kurtulma umuduyla, düşmanla işbirliğini düşünmek, Pavlov’un şartlanmış refleksine göre normal bir davranış olmaktadır. Pavlov’un köpekleri nasıl zihinsel sorun yaşamışlarsa, esirlerde de benzer sıkıntıların olması, bireysel düşünceyi ve menfaati öne çıkaran kapitalist sistemin üyeleri için normal karşılanmalıdır. Çünkü böyle yetişen insanların, gelecek kaygısının en üst seviyede olduğu esaret şartlarında, geçmişleriyle bütün bağlarını koparmaları zor olmamaktadır.
Savaşın devam etmesi ve kamplardaki şartların kötülüğü, düşman ile işbirliği yapmak istemeyenlere, tek çıkar yol olarak intiharı bırakmaktadır. Kendince son noktaya kadar dayanan bazı esirler, intiharı kurtuluş olarak görmeye başlamaktadır.
Kamplardaki beslenme şartları, bütün esir kamplarında olduğu gibi, kötüdür. Yeterli beslenme imkânı yoktur. Böyle bir ortamdaki gelecek kaygısı, insanları, her ne olursa olsun kendi hayatını koruma mücadelesi vermeye zorlar. Bu nedenle tutsaklar, karşılaştığı ruhi ve fiziki baskılara karşı koyabilmek için, bedenen güçlü olmak gerektiğini düşünmeye başlarlar. Bu fikre kapılınca, hastaların ve zayıfların yiyeceklerini, onların ellerinden alarak kendileri yerler. Bu davranışların sonunda, zaten hasta ve zayıf olan bazı esirler, güçten düşmeye başlarlar. Böylece ölümler artar.
Çinlilerin kurduğu geniş esir kampında, sadece Amerikalılar yoktu. Birçok milletten tutsaklar vardı. Bunlardan birisi de Türkler idi. Esir Türklerin bulunduğu bölümünde yaşananlar, Çinli yetkililerin dikkatini çeker. Türklerde karşı tarafa iltica olarak değerlendirilebilecek vakalar, kamptaki sayılara göre son derece azdır. İntihar olayı yoktur. Hastalıktan ölümler ise, diğer esir milletlerle karşılaştırılınca, yok denecek kadar azdır.
Bu bariz farkı gören Çinli yetkililer, bunun sebeplerini araştırmaya başlarlar. Kamp yetkililerinin gözlemlerinin bazıları şöyledir:
Esir Türkler, kampta hemen bir teşkilat kurmaktadır. O anda en üst rütbeli olan kim ise, kurulan teşkilatın başına o getirilmekte, diğerleri rütbelerine göre sıralanmaktadır. Sonradan daha üst rütbeli yeni bir tutsak gelirse, başkanlık ona devredilmektedir. Dolayısıyla, gelecekle ilgili duyulan kaygılar, birlikte göğüslenmektedir. Bu sistemde, her esir kendisini, ülkesinde ve dostlarıyla berabermiş gibi hissediyor. Kendisini, geçmişinden koparmakta çok zorlanıyor. Baskılar karşısında zihnen zayıf düşen esirler, diğerleri tarafından yapılan sohbet tedavileriyle tekrar güçlendiriliyor. Bu sebeple, karşı tarafa iltica veya intihar olayları en alt seviyede oluyor.
Dayanışma, en üst seviyede tutuluyor. Sadece ruhi değil, bedenen de dayanışma oluyor. Hasta olanlara, bedenen daha güçlü olanlar yiyeceklerinin bir kısmını veriyorlar. Böylece hastalıktan ve zayıflıktan ölümler çok azalıyor.
Peki, esir kampındaki diğer milletlerden farklı olan bu uygulamaların sebepleri neler olabilir? Bunları da biz irdeleyelim.
Türkler, bu savaşa katılan milletlerin içerisinde, diğer hepsine göre çok farklı yapıda idiler. Ekonomik anlayışları, ne kapitalizm ne de komünizm idi. Bu ikisinin arasında dengeli bir sistemdi. Askeri anlayış olarak, genel anlamda, bütün diğer milletlerden farklı bir üste itaat ve disiplin fikrine sahiptiler. Atalarının da aynı anlayışta olduklarını bildiklerinden, onlara layık olmaya çalışanlar çoğunlukta. Dini anlayış olarak, Müslüman idiler ve “ölürsem şehit, kalırsam gazi” anlayışına sahiptiler. Din anlayışı bakımından da, diğer milletlerden farklı idiler. Yaşadıkları bu kötü olaylarla, Allah’ın kendilerini imtihan ettiğini düşünüyorlardı. Kimisi de, başlarına gelenin alın yazısı olduğunu, bu sebeple sabretmeleri gerektiğini düşünerek tevekkül gösteriyordu.
Esir Türklerin içerisindeki okuryazar oranı, diğer tutsaklara göre daha az idi. Dolayısıyla, ülkelerindeki yaşamlarında zaten sıkıntılara ve yokluklara alışık idiler. Bu yapıları ve ortaklaşa hareket etmeleri, esir kampındaki zorluklara daha kolay sabretmelerine imkân sağlamış olabilir.
Eğer Türkler de, kapitalist veya komünist sistemle yönetilselerdi, sonuç farklı olabilirdi. Kapitalist sistem hâkim olsaydı, onlar da başkalarını düşünmez, önce kendilerini kurtarmaya çalışırlardı. Veya komünist sistemle idare edilselerdi, “komünist partisinin aktif üyesi değilsen üvey evlatsın, ne zengin olabilirsin ne de yönetici, o zaman bana ne devletten” diye düşünür ve kendini kurtarmaya çabalarlardı. Tek korkusu, geride kalan ailesine, komünist yönetimin yapacağı baskılar olurdu.
Eğer Türklerdeki askerliğe bakış, “her Türk, asker doğar” şeklinde olmasaydı veya sivil hayatta iken, ülkesinde ve askerliği sırasında, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüp aşağılansaydı (ABD’de Siyahilere ve İspaniklere yapılanlar gibi), üstlerine itaat etmeyerek ve kendi menfaatlerinin peşine düşebilirlerdi.
Eğer Türklerdeki dini anlayış farklı olsaydı, yine sonuç değişik olurdu. Tek yaratıcı olan bir Tanrı’ya inanan Yahudiler ’in çoğu gibi, dini dünyevileştirselerdi, kamptaki baskılar karşısında, ya ferden veya gurup olarak dünyevi menfaatle hareket ederlerdi. Hıristiyanların bir kısmı gibi, dini sadece uhrevi bir görüş olarak algılayıp, Makyavelist bir bakış açısına sahip olsalardı, yine kendisini kurtarmayı hedefleyebilirlerdi.
Budistler veya Hindular gibi olsalardı ve Allah’a inanmasalardı, yine sonuç farklı olurdu. Belki acılara karşı sabretmeye çalışırlardı, ama ahiret inancı olmayınca bu sabır uzun sürmezdi ve baskılara yenik düşenler daha çok olurdu. Türkler, Yüce Yaradan’ın kendilerini imtihan ettiğini, bu imtihanı başarırlarsa, ölmüş olsalar bile, ahirette mükâfatını alacağını düşünmeselerdi, üstlerinin sözlerini bu kadar dinlemezlerdi. Sonsuzluk anlayışıyla birleşmeyen kahramanlık duygusu, esaret hayatının baskıları karşısında, bu denli dayanıklı olamazdı.
Eğer Türklerin din anlayışında, hem bu dünya hem de ahiret için dengeli çalışma şartı olmasaydı, savaşanlar arasındaki içten gelen dayanışma anlayışı daha az olurdu. Dayanışma duygusunun zayıflaması, yarın kendisi zayıf düştüğünde kimsenin kendisine yardım etmeyeceğini düşündürtür ve çevresindekilere hizmet arzusunu azaltırdı. Sonuçta, zaten az olan yemeğinden, hasta ve zayıflara vermezlerdi.
Eğer, Türklerdeki bu anlayışlar olmasaydı, baskılar karşısında en zayıf davranacak olanların, Türkler olması beklenirdi. Çünkü Kore’deki bu savaş ile ne uzaktan ne yakından bağlantıları yoktu. Çin, Türk Devleti için bir tehlike değildi. Ayrıca, Çin’e karşı savaşan devletlerle, kendi yöneticileri tarafından önceden yapılmış bir ittifakları yoktu. Dolayısıyla bu savaş, baskı altındaki esir Türkler için anlamsızdı.
Demek ki, sihir Türklerde değil, Türklerin sahip oldukları sistemler ve anlayışlardadır. Bazı okuyucular, Yüce Yaradan’ın, Türklere farklı özellikler verdiğini düşünebilirler. Eğer bu düşünceleri doğru ise, bunun mutlaka bir sebebi vardır. Çünkü Allah, hiç kimseye ve hiçbir guruba daha baştan torpil yapmaz. Onun adaletinde, zerre şaşma olmaz. Yüce Yaradan, başlangıçta herkese eşit davranır. Önce kişilerin ve gurupların davranışlarını izler. Eğer onlarda bazı güzellikler görürse, biraz destekler. Kişiler veya guruplar salih amellerini sürdürdükçe, Allah da, desteğini daha çok artırır. Kullarının yaptıkları kötülüklere, sadece aynen misliyle karşılık veren Yüce Yaradan, iyilikle gelen kullarına on misli güzellikle muamele edeceğini, Kur’an’ında ifade etmiştir. (Enam Suresi 6/160: Kim iyilik getirirse, ona o (getirdiği)nin on katı vardır. Kim kötülük getirirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.)
Dolayısıyla, Türklerde var olduğu düşünülen bu özelliklere, güzel işler yapmaya çabalayan diğer milletler de sahip olabilirler. Çünkü milletler gayret ettikçe, Yüce Yaradan onları destekler, desteklenenler de giderek, daha ferasetli davranmaya başlarlar. Ne zaman ki, Allah’ın gösterdiği yoldan ayrılmaya başlayan yeni nesiller gelir, Yüce Yaradan’ın desteği de biter. Ta ki, daha sonra gelecek nesillerin aklını başına toplayıp, salih ameller işlemeye başlamasına kadar.