YENİ YIL MESAJI

HER YENİ YIL BİR BAŞLANGIÇ OLABİLİR

Yeni bir yılda, en azından kendi yapabileceklerimiz açısından, daha umutlu olabilmek için, geçmiş yılın muhasebesini dürüstçe yapmamız gerekir. Eğer kendimizi kandırarak muhasebesini yapacak olursak, geleceğe umutla bakmamızın bir anlamı kalmaz.

2020 yılı, bilinen insanlık tarihinde, bütün insanların ciddi bir muhasebe yapmalarını mecbur hale getiren bir milat olmuştur. Sadece yöneticilerin, iş insanlarının, önderlerin değil, bütün insanlar geçmiş olayları farklı bir pencereden irdelerse, hep birlikte geleceğe umutla bakabiliriz.

Allah’ım, bizlere, muhasebemizi dürüstçe yapabileceğimiz irade gücü ver.

 

 

Genel kategorisine gönderildi | YENİ YIL MESAJI için yorumlar kapalı

TOPLUMDAKİ ANLAYIŞTAN ETKİLENEN DÜŞMANLIKLAR

TOPLUMDAKİ ANLAYIŞTAN ETKİLENEN DÜŞMANLIKLAR

 

Bu sitede yayınladığımız bazı makalelerde, sosyologların oluşturdukları kuramlarının dayandığı temellerin bazılarının yanlışlığından bahsetmiştik. Teorilerini kurarken düştükleri hatalardan birisi, dayandıkları sebeplerin ne kadar geçerli olduğunu ölçememeleridir.

Yaşadıklarını irdeleyen insanların içerisinden, bir sosyal olayın tek bir etken tarafından oluşturulduğunu düşünenimiz pek yoktur. Bir fikrin olgunlaşarak fiiliyata dönüşebilmesi için, birçok etkenin birleşmesi gerekir. Yaşadıklarını az da olsa tahlil eden bir insan, bu gerçeği tespit edebilir. Bu gerçeği, sosyologlar da elbette iyi bilirler. En azından, bilmeleri beklenir. Fakat sosyologların çoğunluğu, herhangi bir sosyal olayın oluş sebeplerinden birisini temel alarak, teorisini o neden üzerine inşa etmekten geri durmamışlardır. Dolayısıyla, sosyal olaylarla ilgili teorilerini tek bir etken üzerine inşa etmişlerdir. Sosyologların çoğunun, kişisel olarak böyle düşünmediklerini görüyoruz. Peki, oluşturdukları teorilerinde bu hataya neden düştüklerini incelediğimizde, içinde yaşadıkları toplumdaki anlayıştan etkilendiklerini gördük. Bu gördüklerimizi, iki örnekte irdeleyelim.

Bilindiği gibi Hıristiyanların birçoğu, Yahudilere karşı genel anlamda acımasız tavırlar sergilemişlerdir. Tarihe bakıldığında, Hıristiyanların bu baskılarından kaçan İsrail oğullarının melce bulabildikleri yerlerin başında, Türklerin ülkeleri gelmektedir. Hıristiyanların Yahudilere olan bu kinlerinin zirve yaptığı Hitler’den sonra, günümüzde de, bazı menfaat ilişkilerinin dışında, devam etmektedir. Bu kadar kinlenmelerinin sebebi, en azından başlangıçta, Hz. İsa’nın yerini ihbar eden kişinin İsrail oğullarından olmasıdır. İşte, bu bir tek İsrail oğlu yüzünden, bütün Yahudiler, Hıristiyanlarca düşman gözüyle görülmüştür. Yahudilerin de ileri gelenlerinin çoğu, kendilerinin reddettiği Hz. İsa’ya Hıristiyanlar sahip çıktıkları için, Hıristiyanlara düşmanlık beslemiştir. Düşmanlıklar karşılıklı hale gelmiştir.

Düşünen her insan, Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesinin tek sebebinin, yapılan bu ihbar olamayacağına akıl erdirir. Hz. İsa, Roma yönetimi tarafından sürekli aranılmaktaydı. Devlete göre suçlu konumundaydı. Onlara göre Hz. İsa, devletlerinin çok tanrılı olan anlayışlarını yıkmaya çalışıyordu. Dolayısıyla ihbar edilen, sıradan bir kişi değil, suçlu olarak aranılan bir şahıstır. Sıradan bir kişi ihbar edilecek olsa, güvenlik güçleri bu kadar önemsemezler. Hattâ asılsız ihbarları yapanları cezalandırmaya bile başlarlar. Demek ki bu ihbar, Hz. İsa’nın bütün hayatı boyunca yaşanmış, çok çeşitli ve karmaşık sebepleri olan olaylar zincirinin, belki de sondan önceki halkasıdır.

Çoğumuz yaşayarak görmüşüzdür ki, bir köpeğe bir taş attığımızda, köpek, önce kaçar belki, ama toparlandığında taşa saldırmaz, bize saldırır. Hâlbuki köpeği acıtan şey, atılmış olan taştır. Bizim, köpekle hiçbir temasımız olmamıştır. Fakat köpek, kendisini yaralayan taşın sadece bir aracı sebep olduğunu, bu sebebin, sonuç üzerinde etkisinin olmadığını anlar. Dolayısıyla taşı suçlamadığı için, sonucu oluşturan taşa saldırmaz.

Fakat akıl sahibiyiz diye övünen ve çokbilmiş olan biz insanlar, genellikle, sonuçlar üzerine saldırıyoruz. Hz. İsa’nın ihbar edilmesi olayını, sonuç üzerindeki “sebeplerden sadece biri” şeklinde düşünmüyoruz. Her şeyin müsebbibi olan bir sonuç olarak görüyoruz. Böyle olunca, Roma Devletini suçlamıyoruz, ihbar eden bir veya birkaç Yahudi’yi suçluyoruz. Elbette bununla da kalmıyoruz. O dönemdeki bütün Yahudileri suçluyoruz. Yani, köpek kendisine atılan bir tek taşı bile suçlamazken, biz o bölgedeki bütün taşları suçluyoruz. Daha da ileri gidiyoruz, sonradan yaşamış bütün Yahudileri de suçluyoruz. Bununla da kalmıyoruz, Yahudiler var oldukça yaşaması muhtemel ve henüz dünyaya gelmemiş olan Yahudileri de suçluyoruz. Bu durum, köpeğin, çevresindeki taşları suçlamakla kalmayıp, bütün dünyadaki taşları suçlaması ile birdir.

Çok akıllı ve çokbilmiş olan bazı insanlar, İsrail oğullarının gelmiş geçmiş ve gelecekteki bütün nesillerini suçlarken, Peygamberleri olan Hz. İsa’nın kendisinin de, bir İsrail oğlu olduğunu düşünmüyorlar. Hz. İsa’nın en yakın dostları olan ve onun fikirlerini yaymak için ölümüne çaba gösteren Havarilerin de İsrail oğlu olduklarını dikkate almıyorlar. Diğer yandan, Hıristiyanlara düşmanlık yapan Yahudilerin çoğu da, Hıristiyanların sevdikleri peygamberlerinin, aslında bir İsrail oğlu olduğunu görmek istemiyorlar.

Hıristiyan camiasından verdiğimiz örneğin bir benzerini Müslüman dünyasında da görmekteyiz.

Bilindiği gibi, Hz. Ali’yi şehit eden kişi, İbn Mülcem idi. Bu şahıs, Arapların Havaric kabilesindendi. Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’i Kerbelâ’da şehit eden kişi olan Şimr Zil-Cevşen’de, Arapların Havazin kabilesindendi. İşte bu katillere olan düşmanlık, İran’da ve Şia dünyasında, bütün Araplara karşı düşman olunmasının temel dayanağı oldu.

Hz. Ali’nin şehit edilmesi hadisesinde, Hz. İsa’nın yerinin ihbar edilmesinden farklı bir ortam vardı. İbn Mülcem’i, Hz. Ali’yi öldürmek için gönderenler, Muaviye bin Süfyan ve Amr bin As’ı (Kahire şehrini kuran komutan) öldürmeleri için, onların üzerine de başka kişileri, aynı zamanda yollamışlardı. Fakat diğer ikisi, çeşitli sebeplerle kurtulmuştu. Bu duruma rağmen, Hz. Ali’nin şehit edilmesinin suçu, Muaviye bin Süfyan’a yüklendi. Dolayısıyla Emevi sülalesine düşmanlık oluştu.

Diğer taraftan, daha sonraki bir tarihte Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’i şehit eden Şimr Zil-Cevşen, önceleri Hz. Ali’nin yaranlarından idi. Fakat sonradan Hz. Ali ile araları açılmıştı. Bu gelişmelere rağmen, Şia tarafından Emeviler suçlandı. Emeviler Arap olduğu için de, bütün Araplara düşmanlık beslendi.

Şia dünyasının bir bölümü de, o dönemden sonra yaşamış Araplara da düşman olmayı sürdürdü. Bu anlayış devam ederse, bugünden sonra doğacak bütün Araplar da, daha ne olduklarını anlamadan, Şia taraftarlarının birçoğunca düşman damgasını yiyecekler. Benzer anlayış, tersi ortam için de geçerli. Araplar ve onların etkisindeki Sünni camia da, Şia’ya karşı aynı şekilde amansız düşmanlık beslemektedir.

İlginç olan –tıpkı Hıristiyanlar gibi- Şia mensubu kişilerin de, Hz. Ali’nin kendisinin de Arap soyundan olduğunu düşünmüyor olmalarıdır. Hz. Ali’nin yanında olup onunla birlikte savaşan insanların çoğunun da, Arap kökenli olduğunu dikkate almamalarıdır. Arapların da önemli bir kısmı, çarpışan iki tarafın, yani Hz. Ali ile Muaviye’nin de Arap asıllı olduklarına bakmadan, bunlardan birinin tarafını tutan Şia anlayışını savunanlara düşmanlık ediyorlar.

Bu hususlarda verilebilecek çok fazla sayıda örnek vardır. Makalemizin konusu misaller vermek olmadığından, diğer örnekleri, okuyucuların kendilerine bırakmak istiyoruz.

 Yazımızın başlangıcında, sosyologların çoğunun yanılgıları olan temel dayanak noktası hatasından bahsetmiştik. Yukarıdaki toplumsal anlayış örneğini gördükten sonra, sosyologların bu hatalarında, içinde yaşadıkları cemiyetin düşüncelerinden etkilenmiş olmaları ihtimali ağır basıyor.

Gerek Hz. İsa ve gerekse Hz. Ali olaylarına bakınca, insanların da bu kadar düşüncesiz olabileceklerini varsaymak, pek doğru bir yaklaşım gibi gözükmüyor. Gerek Hıristiyanların veya İsrail oğullarının ve gerekse Arap veya Şia mensuplarının ileri gelenlerinin, düşmanlıklarının asıl sebepleri anlaşılmasın diye perdeleme yapmış olmaları ihtimali kuvvetlidir. Perdelemeye çalıştıkları asıl sebepler üzerine bizim fikir yürütmemiz, hem bu makalenin konusu dışındadır, hem de okuyucuyu yönlendirme anlamı taşır. Düşünen her insanın, bu konuları araştırıp sorguladıktan sonra, daha sağlıklı bir fikir sahibi olması ihtimali kuvvetlidir.

Bizim burada vurgulamak istediğimiz husus farklıdır. İçinde yaşadığımız toplumlardaki genel anlayıştan etkilenmemek gerektiğini, gözler önüne sermeye çalışıyoruz. Her cemiyetin içerisinde farklı yapı ve anlayışta insanlar vardır. Bir kavim ya da ümmet, tamamen iyi veya kötü olamaz. İçlerinde mutlaka, iyiler de kötüler de vardır. Belki bazı kavimlerin içerisindeki, insanlığı düşünen şahısların oranı, bir başka kavme göre daha az olabilir. Bu durum genellikle, kendilerini çok üstün gören, içlerine kapalı ve kibirli kavimler veya guruplar için geçerlidir.

Dolayısıyla, toptancı anlayışta olmamalıyız. Her kavmin içerisinde var olan iyi niyetli insanları korumaya ve sayılarını çoğaltmaya çaba göstermeliyiz. Eğer kavimler ve ümmetler arası düşmanlıklar devam ederse, küreselleşen dünyada, herkes birden zarar görür. Belki de en çok, düşmanlıkları körükleyenler etkilenir. Ama bütün toptancı yaklaşımlarda, iyi niyetli insanların da zarar gördüğünü anlatan çok sayıda hikâyeler vardır. Bu sebeple, kavimlerin içerisindeki güzel insanlara, diğer insanların yardımcı olmaları, bir insanlık görevi haline gelir.

Diğer taraftan, zalimliklerini terk ederek salih amel işleyen insanlara da, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kucak açılmalıdır. Onların, tek olan Tanrı’dan özür dileyerek, O’nun istediği yolda yürüyebilmeleri için bir fırsat verilmelidir. Zalimliklerine devam etmekte ısrar edenlerin veya doğru yolu gördükten sonra tekrar sapanların sonlarının ne olacakları ise, bütün kutsal kitaplarda yazılıdır.

Allah’ım, insanların hidayete erebilmeleri için, onların iradelerine güç ver.

Allah’ım, Senin gönderdiğin ayetleri (delilleri) anlayabilmeleri için, insanlara anlayış ihsan eyle.

Senin her şeye gücün yeter.

Sosyal kategorisine gönderildi | TOPLUMDAKİ ANLAYIŞTAN ETKİLENEN DÜŞMANLIKLAR için yorumlar kapalı

HAYATI KOLAYLAŞTIRAN UNSURLAR

HAYATI KOLAYLAŞTIRAN UNSURLAR

 

Günümüz insanına, hayatımızı kolaylaştıranın ne olduğunu soracak olsak, büyük çoğunlukla, teknoloji cevabını alırız. Bizim hangi cevabı vereceğimizi belirleyebilmek için, fakir bir ortamda yaşayanlar olarak çocukluğumuzdan itibaren, hatırlayabildiğimiz hayatımızı gözümüzün önünden geçirerek irdeleyelim.

Evlerimizde suyun olmadığı zamanları yaşayanlarımız çoktur. Bazı evlerde tulumba ile kuyu suyu çekilirdi. Evin içerisinde çeşme olanlar çok şanslı sayılırlardı. İşte bu ortamda çamaşır, temizlik ve yemekler yapılırdı. Çamaşır yıkamak için sabun bulamazdık. Kil kullanırdık. Çamaşır yıkanacak suyu ısıtmak başlı başına bir işti. Ocakta odun ateşinde ısıtılırdı. Çamaşırlardan kirleri ayırabilmek için, çamaşırlar tokmaklarla dövülürdü. Yaşadıkları mahallin yakınında dere olanlar, çamaşırlarını derede yıkarlardı.

Yemek pişirmek için, yine odun ateşiyle ocak yakmak şarttı. Başka şansları yoktu. Benim çocukluğumda, gazocağı denilen bir alet çıktı. Onu da yakmak zordu. Zaten gaz deposu da küçüktü. Sönmemesi için arada gazı pompalamak gerekirdi. Ama ocakta odun yakmaktan ve onun ateşini ayarlamaktan daha kolay olduğu için, gazocağına sahip olanlar, kendilerini şanslı hissederlerdi.

Annelerimiz, yemekleri günlük yapmak zorundaydı. Buzdolabı diye bir şey yoktu. Mutfaklarda kapaklı dolabı olanlar sayılıydı. Tel dolaplarda saklanırdı. Hemen her evin altında küçük bir ahır vardı. Ayrıca hiç penceresi olmayan ambar gibi bölümler vardı. Evlerin duvarları kerpiçtendi. Damlarında kiremit yoktu, toprak serilirdi. Evler korunaklı değildi. Odalar doğrudan açık mekân olan sahanlığa açılırdı. Dolayısıyla temizlik ve soğuktan korunma işleri zordu.

Şimdi kendimize bazı sorular soralım:

Yaşadığımız bu zorlu hayat mücadelesi bizi mutsuz edip yaşamaktan bıktırıyor muydu?

Kar yağdığında (ki, o dönemlerde çok daha fazla yağardı), o soğukta ve bekletmeden, toprak damlarımızdaki karları kürüyerek sokağa atarken mutsuz muyduk?

Yoğun karlı havalarda bile hiç tatil olmayan okulumuza gidip, soğuk sınıflarda ders görürken, şikâyetçi miydik?

Bahar gelince, sabah okula gitmeden önce, evimizin ahırındaki hayvanları, belli bir yerde toplanan sürüye katmak için götürürken, dertleniyor muyduk?

Diyelim ki, biz o zamanlar çocuk idik. Dolayısıyla hayatın zorluklarından pek bir şey anlamıyorduk. Yaşadıklarımız bize oyun gibi geliyordu. Peki, annelerimiz, babalarımız ve büyüklerimiz şikâyetçiler miydi?

Ben henüz çocuk olduğum için, annemin babamın yaşadıklarının iç yüzünü bilemem. Ama bu konularda bir şikâyetlerini duymadım. Aksine mutluluklarını gözlemledim. Günün yorgunluğunu gidermek için akşamları evlerde sıra gezmeleri yapılırdı. Bilhassa soğuk kış gecelerinde, evlerde sıkça bir araya gelinirdi. Radyo yoktu. Televizyon bilinmiyordu. Ama büyüklerimiz çok güzel sohbet ederlerdi. Sohbetlerinde, siyaset konusu çok nadiren geçerdi. Spor olarak, sadece güreşten bahsedilirdi. Müzik bilgileri, bildikleri birkaç acılı türkü ile sınırlıydı. Buna rağmen, sohbetleri bitmezdi. Aralarında kendi buldukları yöntemlerle oyunlar oynarlardı. Kış gecelerinde pişmaniyeler çekilirdi.

Biz çocuklar da kendi aramızda oyunlar oynardık. Birbirimize bilmeceler sorardık. Coğrafya ve genel kültür bilgimizi geliştirmek için, “dağ, şehir, nehir, isim, hayvan” gibi başlıklar altında yazılı yarışmalar yapardık.

Bütün bu anlattıklarımı yaparken, oturduğumuz odayı, lüks dediğimiz gazlı lamba aydınlatırsa, mutlu olurduk. Çünkü birçok evde o da yoktu. Kandiller aydınlatırdı. Odayı soba ısıtırdı. Bu arada birimizin tuvalet ihtiyacı gelse, tuvalet, evin en uzak yerinde, toprak damın ucunda olurdu. Kışın karlı gecesinde odadan çıkıp oraya yürümek ve soğuk bir tuvalette ihtiyacımızı gidermek gerekirdi. Evde yatarken gece tuvalet ihtiyacımız olsa yine aynı durum geçerliydi. Ama ne biz çocuklar ne de büyüklerimizden bu konuda şikâyet olmazdı.

Günümüzdeki yaşamımızda -en azından bizim gibi ülkelerde- bahsettiğimiz bu zorluklar kalmadı gibi. Ben bir ilçede yaşamıştım. Şimdi köyler dâhil, evlerin çoğunluğunda buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, elektrikli süpürge, televizyon gibi aletlere ilaveten internet bağlantılı cep telefonları var. Bunların hepsi de hayatı kolaylaştıran aletler. Günümüzde içerisinde çeşme olmayan ev yok denecek kadar az.

Bizim verdiğimiz bu örneklerden çok daha fazlasını, okuyucularımız vereceklerdir. Yaşamı içerisinde teknolojinin hızlı gelişimine şahit olmuş hemen her insan, teknolojik gelişmelerin hayatımızı kolaylaştırdığını kabul edecektir.

Peki, madem hayatımız kolaylaştı, neden daha şikâyetçi bir toplum olduk. Bilhassa şehirlerde yaşayan insanların çoğu, patlamaya hazır bir bomba gibiler. Anne babalarımızın zamanında meslek olarak bilinmeyen psikologlar, psikiyatristler şimdi neden en çok başvurulan meslekler. Eskiden sıkıntısı olanlar arkadaşlarına giderdi. Arkadaşları onları dinler, dolaştırır, yedirir, içirir, rahatlatır gönderirdi. Şimdi hayatımız kolaylaştığına göre, insanlar neden ceplerinden para ödeyerek, sırf sohbet edebilmek için psikologlara gidiyorlar? Neden bu kadar gerginler?

Bu sorulara mantıklı cevap verebilmemiz için, hayat kavramını doğru irdelememiz gerekiyor. Hayatın iki yönü vardır. Biri fiziksel, yani somuttur. Diğeri manevi, yani soyuttur. Fiziksel zorluklar, bedenimizi zorlarlar. Dolayısıyla yıpranan bedenimiz olur. Hayatımızdaki manevi sıkıntılar ise, ruhumuzu zorlar. Ruhumuz yıpranır. Yıpranan ruhumuz bedenimizin de yıpranmasına sebep olur.

Fiziksel açıdan yıpranan bedenimizi korumak ve iyileştirmek, yine fiziksel tedbirlerle başarılır. Ama yıpranan ruhumuzu iyileştirmek için, manevi tedbirlere ihtiyacımız vardır. Hattâ yıpranan ruhumuzun tetiklediği bedensel sıkıntıları düzeltebilmemiz için bile, tek başına fiziksel tedbirler yetmez. Manevi destekler de gerekir.

Teknoloji, fiziksel hayatımızı kolaylaştırır. Fakat manevi yaşamımızı kolaylaştıran unsur, teknoloji değildir. Elbette teknolojinin de etkisi vardır. Ancak, çevremizdekilerle benzer teknolojiye sahip isek, manevi yaşamımıza etkisi daha azdır.

Manevi yaşamımızı kolaylaştıran unsurların başında, kanaatkârlık anlayışımız gelir. Ayrıca, manevi yaşamımızı kolaylaştıranlar, çevremizdeki insanların birbirlerine olan sevgileridir. Sevginin tetiklediği saygıdır. İnsanlar arasındaki sevgi ve saygı temeline oturan dayanışmadır. Olaylara, karşımızdakinin açısından bakabilme anlayışıdır. Karşımızdakinin derdiyle hemhal olabilmektir. Çevremizdekilerin acılarını ve sevinçlerini paylaşabilmektir.

Bütün bu saydıklarımız, bizim hayattan zevk alarak huzur bulmamızı ve doğanın güzelliklerini görmemizi sağlar. Bir insanın hayattan zevk alabilmesi, çevresindeki insanların sıcak ve samimi davranışlarıyla doğru orantılıdır.

Bir insanın yaşamından zevk duyabilmesi, bazen, teknolojinin hayatımızı kolaylaştırması ile de mümkün olur. Ama bu durum, sadece, başkalarından daha üstün teknolojiye sahip olduğumuz anlarda geçerlidir. Eğer, çevremizdekilerden daha geri teknolojiye ve daha az güce sahipsek, bu durum bizim için üzüntü kaynağı olacaktır. Günümüzün küreselleşen dünyasında hiç kimse, en üstün teknolojiye uzun süre sahip olamaz. Dolayısıyla, teknolojik üstünlüğün ve gücün bize vereceği zevk, geçicidir.

Diğer taraftan, sevgi sahibi olmadan, başkalarından daha üstün teknolojiye ve güce sahip olmamız ise, çoğu zaman, düşmanlarımızın sayısının artmasına sebep olur. Tıpkı Atilla Han’ın şu sözlerindeki gibi: “Gösterişli elbiseler, kıskançlık yaratmaktan ve düşmanlarımızın sayısını artırmaktan başka bir işe yaramaz.”

YAŞAM kategorisine gönderildi | HAYATI KOLAYLAŞTIRAN UNSURLAR için yorumlar kapalı

POZİTİVİZM VE TANRI KAVRAMI

POZİTİVİZM VE TANRI KAVRAMI

 

Pozitivizmde, fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bir bilim anlayışı vardır. Bu sebeple pozitivistler, Tanrı kavramının, bilimsel bir hipotez olmadığı için anlamsız olduğunu söylerler. Biyolog Richard Dawkins’e göre, yaratıcı bir süper zekânın (Tanrı’nın) varlığı ve yokluğu, su götürmez bir şekilde bilimsel bir meseledir.

Dawkins’in bu iddiasını, onun savunduğu bilimsel açıdan ele alalım.

Günümüzdeki bilimsel bulgulara göre; doğadaki düzenler, matematiksel olarak kesin, evrensel ve birbirine bağlı haldedir. Bu tespiti yapan bilim insanları, doğanın bu şekilde bir bütün haline nasıl geldiği sorusuna cevap verememektedirler.

Doğanın bir bütün haline nasıl geldiğine cevap verilememesinin bir nedeni, bilimin kendi yapısından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, bilimsel teori ispatlanamaz. Ancak delillerle desteklenebilir. Bu desteklemenin de ömrü, aksi kanıtlar çıkana kadardır. Aksi deliller bulunduğunda, eski teori rafa kalkar.

Hidrojenin babası olarak bilinen Edward Teller’a göre, “bir insan, nasıl suçu ispatlanana kadar suçsuz ise, bir hipotez de ispatlanana kadar suçludur.”

Diğer taraftan, bilimin yapısının işleyişiyle ilgili olarak, insanlara anlatılan yanlış bir tekerleme vardır. Bilimciler (gerçek bilim insanları değil), “hipotezler ispatlanınca teori, daha da ispatlanınca ve kabul görünce kanun olur” şeklinde bir anlatım yaparlar. Hâlbuki gerçek böyle değildir. Bir teorinin kabul görmesi onun kanun olduğunu göstermez. Nitekim termodinamiğin 2inci kanunu, ispatlandığı için değil, aksi ispatlanamadığı için kanun olarak kabul edilmektedir.

Bilim, bir gerçeği gözlemlemiş veya tespit etmiş olabilir. Ama bu, bilimin, onun gerçekliğini doğrulamasını mümkün kılmaktan başka bir anlamı yoktur. Bilimin, onun gerçekliğini doğrulaması, onun, neden ve nasıl o şekilde olduğunu açıklamasını da mümkün kılmamaktadır.

Bu konuyu bir örnekle daha anlaşılır hale getirmeye çalışalım. Bilindiği gibi, cisimlerde, birbirlerini çekme, yani kütle çekim özelliği vardır. Bunun aksi ispatlanamadığı için, bir doğa kanunu olarak kabul görmüştür. Ama bu gözlemin bize verdiği tek bilgi, evrendeki bir gerçekliktir ve evrende ne olduğudur. Ancak bu bilgi, bize, cisimlerin neden birbirlerine doğru hareket ettiklerini açıklamaz. Cisimlerin birbirlerini nasıl çektiklerini de açıklamaz.

Yukarıda verdiğimiz örneklerden daha fazlası evrende vardır. Bu sitede yayınladığımız “Aklımıza Takılan Sorular” başlıklı makalemizde sorduğumuz soruların hiçbirisine cevap veremeyen bilimin, Tanrı’nın varlığı hakkında karar verecek tek merci olarak düşünülmesinin bir anlamı olabilir mi?

Demek ki Richard Dawkins’in savunması, bilimin yöntemleri dikkate alındığında kendi içerisinde çelişkilidir. Dawkins’in fikri, sadece kendi düşüncesini savunabilmek için yaptığı, kanıtsız bir inanç meselesidir. Yani bilimsel bir savunma değildir. Dolayısıyla ciddiye alınması mümkün değildir.

Bir başka pozitivist, Amerikalı felsefeci ve bilişsel bilimci Daniel Dennett, bilincin kaynağının tamamen fiziksel olduğunu savunmaktadır. Fakat bilinç hakkında kimse tam bir bilgi sahibi olmadığı için, kendisine sorulan sorular karşısında Dennett, bilincin, bir mucize sonucu oluşumundan bahsetmek zorunda kalmıştır. Böylece kendisiyle çelişmiştir. Hâlbuki bir şeyin, hem fiziksel yani somut, hem de mucizevi yani soyut olmayacağını en iyi bilenlerden birisi kendisidir.

Geçmişte, Dennett gibi bilimcilerden, kendilerinin bekledikleri cevapları alamayanlar, Einstein’ı bu konuda sıkıştırmak isterler. Bunun üzerine Einstein konuya başka bir açıdan yaklaşarak şöyle söyler: “Ben bir pozitivist değilim. Pozitivizm, gözlemlenemeyen şeyin var olmadığını iddia ediyor. Bu kavram, bilimsel olarak savunulamaz. İnsanların neyi gözlemleyip neyi gözlemlemediklerini, geçerli bir biçimde ispatlamak mümkün değildir.”

Pozitivistlerin iddialarının doğru olduğunu kabul edersek, insanları ancak şöyle tanımlamamız gerekir: “İnsanlar, davranışlarını fiziksel kuralların belirlediği bir robottur.” Diğer taraftan Dawkins’in tanımına göre, insanlar olarak bizler, genler olarak bilinen bencil molekülleri korumak için, gözümüz bağlı programlanan robot araçlarız. Bu düşünürlerin dikkatlerinden kaçan bir husus var. İnsanların hepsi böylesine robotlar olunca, hayatı tamamen fiziksel açıdan değerlendiren pozitivistler, herhalde, verilen emirleri harfiyen uygulayan öncü robotlar olacaklardır.

Biz, pozitivistlerin bile, robot olmayı kabul edeceklerini zannetmiyoruz. Bilindiği gibi, bir robot, ne için programlandıysa onu yapar. Biz, bir robota, programında olmayan güzel sözler söylesek, iltifat etsek, robot hiçbir tepki vermez. Bir robot, bizim üzerimize doğru gelmeye programlanmışsa, onu tatlı bir dil kullanarak başka tarafa yönlendiremeyiz.

Hâlbuki insanlardan en gaddar olanlarının bile, güzel davranışlara ve tatlı dile aynı güzellikle karşılık verebildiği görülmektedir. Demek ki bizler, genlerimizin yönlendirdiği robotlar değiliz. Zaten robot olsaydık, bilim yapamazdık. Hipotezler oluşturamazdık. Onları kanıtlamak için, yıllarca bıkmadan yeni yöntemler geliştirerek çalışamazdık. Robot olsaydık, yaptığımız deneylerde ulaştığımız sonuçları yorumlayamazdık.

Eğer robot gibi davranmayarak, gerçek anlamda bilim yapar ve bulgularımızı mantıklı bir şekilde yorumlarsak, tabiatın, Tanrı’ya işaret eden üç boyutunu rahatça görebiliriz.

Birinci boyut, doğa kanunlarının varlığıdır. Her şey, o kanunlara göre ve hiç sekmeden yürümektedir.

İkinci boyut, hayat boyutudur. Hayat, hayatın yokluğundan çıkmaktadır.

Üçüncü boyut, doğanın varlığıdır. Fiziksel olarak var olan her şeyin, nasıl var olduğu sorusudur.

Antony Flew, eski ateist arkadaşlarına şu soruyu soruyor: “Tanrı’nın varlığı hususunu düşünmemiz için bir neden oluşturmak üzere, ne olması ya da ne olmuş olması gerekir?”

Pozitivistler, bu soruya ve diğerlerine somut cevaplar veremeyip, varoluş için, “mucize sonucu” veya “tesadüfen” gibi soyut cevaplar vermeye çalıştıkları sürece, Tanrı’nın varlığına itiraz etmelerinin hiçbir temelinin olmayacağı açıktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | POZİTİVİZM VE TANRI KAVRAMI için yorumlar kapalı

EVRENİN VAR OLMASI NEDENİ ÜZERİNE

EVRENİN VAR OLMASI NEDENİ ÜZERİNE

 

Evrendeki işleyişi anlamaya çalışan Einstein, 20inci yüz yılın en ünlü fizik âlimidir. Einstein, yaptığı çalışmalarla cevabını bulabilmeyi çok istediği soruyu şöyle açıklar: “Tanrı’nın bu dünyayı nasıl yarattığını merak ediyorum. O’nun, dünyayı yaratırken düşündüklerini bilmek istiyorum, gerisi teferruattır.”

Ünlü bir fizikçi olduğu için Einstein’la çok kişi mülâkat yapar. Bu söyleşilerde Einstein,  “evrenin var olma nedeni nedir?” diye kendisine sürekli sorduğunu söyler. Bütün insanlara da şu tavsiyeyi yapar: “Hepimiz, bizlerin ve kâinatın neden var olduğu sorusuna ilişkin tartışmaya katılmalıyız. Bu sorunun cevabını bulacak olursak, bu durum insan aklının en büyük zaferi olacaktır. Çünkü o zaman Tanrı’nın aklının ne olduğunu öğrenebiliriz.”

Takdir edileceği gibi bu sorular çok zorlu sorulardır. Ayrıca Einstein’ın “cevabını bulursak, bu, insan aklının en büyük zaferi olacaktır” dediği soruya, gerçek cevabı bizim vermemiz mümkün değildir. Çünkü bizim aradığımız cevap, Tanrı’nın bizzat Kendisinin ne düşündüğüdür. Hâlbuki bırakalım Tanrı’nın ne düşündüğünü, eşimizin veya iş ortağımızın bile ne düşündüğünü biz bilemeyiz.

Karşımızdaki şahıs, herhangi bir davranışı için, bizlere, kendisinin gerçekleştirdiği ve hoşumuza gitmeyen olayla ilgili olarak, başlangıçta ne düşündüğünü söylerse söylesin, söylediklerinin doğruluğu hakkında tereddüt ederiz. Çünkü karşımızdakinin, nefsine uyup yaptığı hatayı veya düşüncesizce yaptığı davranışını gizlemek için yalan söylemesi ihtimalinin olduğunu düşünürüz. Bu şekilde düşünmemizin muhtemel sebebi, benzer durumlarda bizim kendimizin de nefsimize uyarak benzer yalanı uyduracağımıza inanmamızdır.

Elbette Tanrı ile O’nun yarattığı insanlar aynı yapıda olamaz. Bizler nefis taşıyoruz ve sıklıkla nefsimize uyarak yanlış yapabiliyoruz. Fakat Yüce Yaradan için, böyle bir nefse uyma diye bir durum düşünülemez. Çünkü O, hepimizin ve evrenin yaratıcısıdır. O’nun, insanların hoşuna gitmesi veya insanların beğenisini geçici de olsa kazanması için fikir beyan edeceğini iddia etmek mümkün değildir. O’nun ne bize ne de başka bir şeye ihtiyacı yoktur.

Dolayısıyla biz, Tanrı’nın ne düşündüğünü bilemeyiz. Ancak, O’nun vahyi olan kutsal kitaplarından bazı düşüncelerini öğrenebiliriz. Eğer, bizim kafamızdaki soruya tam karşılık gelen net bir açıklama bulamazsak, kutsal kitaplarını irdeleyerek tahmin yürütebiliriz. Bizim yapacağımız tahminlerin gerçeği yansıtacağını söylemek mümkün değildir. Fakat mümkün olduğu kadar aslına yakın tahmin yürütmemiz mümkündür. Daha az hata ile gerçeğe yaklaşabilmek için, kutsal kitaplarının bütününde bize aktarmak istediği anlayışlar üzerinden fikir yürütebiliriz.

Öncelikle kabul etmemiz gereken şey, O’nun bütün yaratışları, Yüce Yaradan’ın Kendi takdiridir. Nitekim Fussilet Suresinin 41/12inci ayetinde evrenin yaratılışından bahsettikten sonra, ayetin son cümlesi şöyledir: “…İşte bu, hep O, aziz ve her şeyi hakkıyla bilenin takdiridir.”

Diyelim biz bir makine yapsak, o makineden beklentilerimiz olur. Bizim makineden beklentilerimiz, o makinenin sorumluluğu olarak addedilebilir. Eğer bizim yaptığımız makineden bir beklentimiz olmazsa, yani makinenin bir sorumluluğu olmazsa, o makineyi yapmanın bir anlamı olmaz. Eğlence olsun diye, uzun uğraşlardan sonra bir makine yapılmaz.

Bu durumda bizim irdelememiz gereken, Yüce Yaradan’ın, kâinatı ve insanları yaratırken ki beklentisinin ne olabileceği hususudur. Bir insanın, yaptığı makineden beklentileri olduğu gibi, üretilen makinenin de onu kullanandan beklentilerinin olacağını bilerek irdelememizi yapmaya gayret edeceğiz.

Bu sitede yayınladığımız “Evrenin Yaratılış Sebebi Üzerine Düşünceler” başlıklı makalemizde bu hususta irdeleme yapmıştık. Bu yazımızda, bazı açılardan eski makalemizin aynısını, bazı bakımlardan da farklı bir irdeleme yapmaya gayret edeceğiz.   

Kâinatın yaratılışının sebebi, sanki insanı yaratmaya karar vermenin bir sonucu gibi. İnsanın yaşayabileceği ortamın şartlarının sürekliliğini sağlayabilmek için, sadece dünyayı ve dünyanın bağlı olduğu güneş sistemini yaratmanın yeterli olmadığını artık biliyoruz. Sadece bizim güneş sistemimizin içerisinde olduğu samanyolunu yaratmanın da yeterli olmadığını, bilim insanlarının yeni ulaştıkları bulgular sayesinde anladık. Bilim insanları, dünyanın mevcut şartlarının sürekliliğini sağlamak için, bizim içerisinde olduğumuz samanyolu gibi binlerce samanyolu sistemine ihtiyaç olduğunu ifade etmekteler.

Peki, evrenin milyonlarca samanyolu sisteminden oluşacak şekilde muazzam büyüklükte olmasının bir nedeni olabilir mi? Bu sorunun cevabını bugün bilimsel açıdan bilemiyoruz. Belki ileride yeni bulgulara ulaşınca, daha net cevap verebiliriz. Bu soruya vereceğimiz cevap, daha çok tahmin olacaktır. Bilimsel bir gerçeklik şeklinde olmayacaktır.

Muhtemel bir cevap şöyle olabilir. İnsanların sahip oldukları akla güvenerek, kendisini çok büyük göreceğini bilen Yüce Yaradan, trilyonlarca güneş sistemini oluşturarak, bu muazzam üst zekâ karşısında, insanı haddini bilmeye yöneltmek istemiş olabilir. Kâinatın muazzam büyüklüğüne ilaveten, muazzam bir hesap ve simetri uygulaması olduğunu gören insan, kendisinin küçüklüğünü idrak edebilecektir.

Peki, Yüce Yaradan, neden insanları yaratmaya karar vermiştir? İslâm mutasavvıfları, Allah’ın “bilinmek istediği” için insanları yarattığını söylerler. Ancak, eğer insanları yaratmasının tek amacı bilinmek olsaydı, insanlardan önce yarattığı melekler yeterli olurdu. Çünkü onlar da Yüce Yaradan’ı biliyorlardı. Hem de her isteğini derhal ve sorgulamadan yapıyorlardı.

Eğer, yaratmadaki amaç, yarattıklarının Kendisine “kulluk” etmesi olsaydı, Cinleri yaratmış olmakla yetinirdi. Onlar da “kul” konumunda idiler.

İnsanları yaratma isteğinde, muhtemelen başka sebep veya sebepler olabilir. Belki de evreni yaratmasını, insanı da yaratarak anlamlandırmak istemiş olabilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kâinatın sistemini, insanların yaşayacağı yeryüzünün sistemini uzun süre muhafaza edecek yapıda yaratmıştır. Tanrı, insanlara Kendi vasıflarından bazı yansımalar vererek, diğer yaratmalarını anlamlı hale getirmiştir.

Peki, insanların yaratılması, insanlar için iyi bir şey midir?

Bu soruya daha gerçekçi cevap verebilmek için, yaşamadığımız için bilemeyeceğimiz ve tarihte kalmış düşünceleri değil, bizzat kendimizin gözlemlerini irdelemeliyiz. Hemen her insan, yaşamanın güzel bir şey olduğunu düşünür. Bazı istisnai durumlar hariç, her insan daha uzun süre yaşamak ister. Hâlbuki aynı insan, birçok acılar çekmiş, sıkıntılı bir yaşam sürmüştür. Ama yine de kendisine sorulduğunda daha çok yaşamak ister. Hayatındaki bazı maddi sıkıntılara rağmen, hastalandığı zaman doktorun tedavi etmesini istemeyen insan yok denilebilir. İnsanları intihara sürükleyen sebeplerin büyük çoğunluğu, insanların birbirlerine zulmetmesi veya kendi iç dünyasında kendisinin oluşturduğu sıkıntılardır. Bir kısmı da tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmasıdır. Yoksa Tanrı’nın insana zulmetmesi söz konusu değildir. Yüce Yaradan, intihar etmeyi de yasaklamıştır. Zaten intihar olaylarının sayısı da, insanların sayısı ile karşılaştırıldığında ihmal edilebilir bir rakamdır.

Demek ki, Yüce Yaradan’ın insanları yaratması, yaratılan insanlar için güzel bir şeydir. Elbette her güzelliğin de bir bedeli olacaktır. Çünkü Tanrı, insanlara Kendi vasıflarından yansımalar verirken, aynı zamanda yeryüzünde Kendisinin halefi olma sorumluluğunu da yüklemiştir.

Einstein’ın  “evrenin var olma nedeni nedir?” sorusunu şimdi tekrar soralım. Ve yaptığı tavsiyeyi hatırlayalım:  “Hepimiz, bizlerin ve kâinatın neden var olduğu sorusuna ilişkin tartışmaya katılmalıyız. Bu sorunun cevabını bulacak olursak, bu durum insan aklının en büyük zaferi olacaktır. Çünkü o zaman Tanrı’nın aklının ne olduğunu öğrenebiliriz.”

Bizler, Tanrı’nın aklını tam bilemediğimizi belirterek bazı tahminlerde bulunduk. Fakat Yüce Yaradan’ın bize olan tavsiyelerini dikkate alırsak, en azından Tanrı’nın aklının mantığını kavrayabiliriz. Çünkü Tanrı, bizlere, Kendi özelliklerinden yansımalar verdiği için, O’nun tavsiyelerine uymamız, O’nun mantığını kavramamız anlamına gelir.

Tanrı, tavsiyelerini yaparken insanların huzur içerisinde yaşamalarını sağlamak istediğini ifade ediyor. Bazı insanların, bazı insanlara zulmetmesini istemediği için, bizleri iki ayrı ortamda yaşatacağını söylüyor. İkinci ortamdaki hayatımızda nasıl yaşayacağımızı, ilk hayatımızdaki tavrımızın belirleyeceğini net bir şekilde vurguluyor. Yeryüzü ortamındaki yaşamımızın, daha sonra nakil olacağımız ahiret ortamına göre çok kısa olduğunu haber veriyor. Asıl hayatımızın ahiret olduğunu sıkça hatırlatarak, yeryüzü hayatımızda Kendisinin gösterdiği yolda yürümemizi sağlamaya çalışıyor. İnsanlık Yüce Yaradan’ın tavsiyelerine ve O’nun yeryüzündeki halefi olma yükümlülüğüne uyduğu müddetçe huzur içerisinde yaşar. Görevlerini yapmayıp tersine davrandıkça, huzurunu kaybeder. Ahiret hayatında ise hiç huzur bulamaz.

Bu sitedeki birçok yazımızda Yüce Yaradan’ın insanlara yaptığı tavsiyeleri irdelemeye çalıştık. Bu tavsiyelerin bazıları için, nefsani isteklerimize uymuyor diyebiliriz. Ama hiçbirisi için, bu bizim mantığımıza uymuyor diyemeyiz. Mantıklı bir şekilde düşündüğümüzde, Yüce Yaradan’ın mantığının bizim mantığımızla uyuştuğunu gözlüyoruz. O’nun yasakladığı şeylerin, bizlerin zararımıza olduğu için yasaklandığını anlıyoruz. O’nun sevmediği davranışların, bizlerin de, bize yapılmasını istemediğimiz davranışlar olduğunu fark ediyoruz. O’nun bizden uymamızı istediği kuralların, insanlığın huzuru için çok gerekli olduğunu yaşadıkça anlıyoruz. Bizler de çocuk sahibi oldukça, Tanrı’nın kullarına bakışıyla, bizim çocuklarımıza bakışımızın benzerliğini gözlemliyoruz. Daha önce kimsenin başaramadığı yepyeni bir eser oluşturduğumuzda, herkesin bizi yüceltmesini beklerken, kâinatı yoktan var eden Tanrı’nın, Kendisinin yüceliğini kabul etmemizi istemesini daha iyi anlıyoruz.

Demek ki, nefsimizin isteklerine değil, mantığımıza ve vicdanımıza uyduğumuzda, Tanrı’nın mantığı ve vicdanıyla, bizimkinin benzer yapıda olduğunu, net bir şekilde kavrayabiliriz. Ama yine de, bütün gerçeği biz bilemeyiz. Gerçeğin tamamını, sadece fiili gerçekleştiren olarak Yüce Yaradan bilir.

Allah’ım, bize verdiğin ilim ve hikmeti artır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | EVRENİN VAR OLMASI NEDENİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

ATEİZM VE AKLIMIZA TAKILAN SORULAR

AKLIMIZA TAKILAN SORULAR

 

Bilimin henüz cevaplayamadığı bazı soruları kendimize sorarak, cevaplarını nerede aramamız gerektiğini araştıralım.

Canlı olmak ne demektir?

Canlı bir varlık, cansız bir varlıktan nasıl ortaya çıkmaktadır?

(Kurutulmuş sebze tohumları, kurumuş ekin taneleri, meyve çekirdekleri gibi cansızlardan, canlı bir varlık nasıl oluşuyor?)

Canlı bir varlık, içsel hedeflere ve niyetlere nasıl sahip oluyor?

İçsel hedefleri yokmuş gibi görülen hayvanlar bile, daha doğar doğmaz, neleri yiyip neleri yemeyeceklerini, hangi hayvanların dost, hangilerinin düşman olduklarını nasıl bilebilmektedir?

Yediğimiz sıradan bir yumurta, canlı bir civciv haline nasıl dönüşebiliyor?

İdrar yollarıyla atılan yapışkan bir sıvının gözle görülmesi mümkün olmayan zerresinden, canlı bir çocuk nasıl oluşmaktadır?

Üreme kabiliyeti olmayan ilk yaşam biçimlerinden, üreme kabiliyeti olan yaşam biçimleri nasıl doğmaktadır?

Eğer yaşamın üreme kabiliyeti olmasaydı, farklı türlerin ortaya çıkması nasıl mümkün olurdu?

DNA ve RNA’daki kodlar, nasıl oluşmaktadır?

Canlılardaki bu kodlar neden vardır?

Gözle görülmesi mümkün olmayan bir hücre, kendi başına, bilgi depolama, işleme ve kopyalama sistemi olarak nasıl görev yapabilmektedir?

Hücredeki bu bilgilerin kaynağı nedir?

Bilgi işleme mekanizması nasıl var olmuştur?

Biyologlar, neden asıl sorularla ilgilenmeyip, kimyasalların etkileşimiyle ilgilenmektedir?

Biyologların cevaplaması gereken bir sorunun, “bir şey, nasıl belirli bir amaca yönelik olabilir” şeklinde olması gerekmez midir?

Biyologların cevaplaması gereken bir diğer soru, “bir madde, sembol işleme yoluyla nasıl yönetilebilir” olmalı değil midir?

Yaşamın varlığının temeli olan genetik bir mekanizma, zaman içerisinde, değişebilmeyi, mevcut bilgisini depolayıp çoğaltarak iletebilmeyi nasıl yapmaktadır?

Maddi bir evren, nasıl oluyor da birbirine bağlı olağandışı özelliklerle yaşamı destekleyen bir yapıya sahip oluyor?

Yaşam nasıl oluyor da, anlama ve yaratabilme kabiliyeti olan insan dediğimiz bir varlığı oluşturabiliyor?

İnsandaki akıl nasıl var olabiliyor?

İnsan yaşamında, bağımsız olarak hareket edebilme becerisi nasıl var olabiliyor?

İnsandaki, farkında olma kabiliyeti olan bilinç nasıl oluşabiliyor?

İnsandaki, anlamlı simgeleri ifade edebilme ve anlayabilme yeteneği olan kavramsal düşünme nasıl oluşabiliyor?

Birbirine düşman iki insan, nasıl birbirine âşık olabiliyor?

Birbirini öldürmek için çabalayan iki insan, bir anda, nasıl, kalplerinde birbirlerine karşı sevgi besleyebiliyorlar?

Birbirine düşman insanlar, kalpleri birbirine ısınınca, aynı amaç için birlikte içten gelen bir anlayışla, nasıl ölümüne mücadele edebiliyorlar?

Milyonlarca samanyolu sistemi barındıran büyüklükte karmaşık ve maddi bir evren, nasıl var olabiliyor?

Sınırlı veya sonsuz zaman içerisindeki kâinat, sebepsiz yere nasıl var olabiliyor?

Kâinatın sebepsiz yere var olması ihtimalinden bahsedilebilir mi?

Tanrı’nın sebepsiz yere var olması ihtimali ile evrenin nedensiz yere var olması ihtimalini birlikte düşünürsek, nasıl bir sonuca ulaşırız?

İnsanın kafasında beliren bir düşüncenin, sinirsel bir etkileşim olduğunu iddia etmek inandırıcı olabilir mi?

Ateistler, “Tanrı’yı kim yaratmıştır” sorusunu sormaktadır. Hâlbuki ebediyen var olan böyle bir “ondan önce mutlaka var olan bir şey olmalı” gerçekliği asla meydana gelmemiştir. Bu sebeple bir seçim yapmak gerekir. Tanrı veya evrenden hangisinin baştan beri var olduğuna karar verilmelidir. Çünkü biri en başından beri vardı.

Eğer seçimimizi “en başından beri evren vardı” şeklinde yaptıysak, böylesine muazzam ve simetrik bir hesap sistemine sahip olan bir evrenin, en başından beri var olmasının ve kurallarda hiçbir değişiklik olmadan milyarlarca yıldır varlığının devam etmesini nasıl açıklayacağız?

Hâlbuki Tanrı’nın, baştan beri olan ebedi varlığının, bizim görebileceğimiz kendi iç mantığı vardır. Nitekim evrendeki akılcılık, ancak en temel akılcılıkla temellendirilerek açıklanabilir. Nitekim bilimin günümüzde ulaştığı bulgular, doğadaki olağanüstü matematik düzen, genetik ve nöronal kodlar gibi olağanüstü akılcılığın, temel ve her şeyi kaplayan yapısını ortaya koymuştur. Dolayısıyla, böyle bir akılcı yaratılışın, çok daha akılcı bir yaratan ile ilişkilendirilmesi, evrenin kendiliğinden oluştuğu iddiasına göre çok daha mantıklı değil midir?

Doğal seçilimden bahsetmek, doğada olup bitenin bir uyumu, yani bir mantığı olduğunu ve bu mantığı anlayabilecek akla sahip olduğumuzu varsaymak değil midir?

Eğer, kâinatı Tanrı yaratmışsa, O’nun yarattıklarını sürekli denetim altında tutması mantıklı değil midir? Bu mantığa göre Tanrı, insanları başıboş bırakmadığı gibi, evreni de başıboş bırakmamış olabilir. Evrenin başıboş bırakılmadığını, yani Evrenin, kökü Tanrı’nın aklında bulunan akılcılığını ve anlaşılabilirliğini gösteren şey, bilim insanlarına göre, doğa kanunları değil, simetridir. Simetri, bir nesne ya da sistemin, bir şekil değiştirme karşısındaki değişmezliğidir. Evrendeki bu simetri, evrenin sürekli denetim altında tutulduğunun bir göstergesi değil midir?

Antony Zee’nin düşüncesi olan; “bize rehberlik eden simetri olmasaydı, modern fiziğin başlaması mümkün olmazdı” ifadesinin geçerli olduğunu düşünüyor musunuz?

Eğer düşünüyorsanız, muazzam büyüklükteki evrendeki bu simetri, kendiliğinden nasıl oluşmuştur ve hiç bozulmadan milyarlarca yıldır nasıl devam etmektedir?

Fizikçi Gerald Schroeder’e göre; “bir kum yığınının temel fiziksel bileşenleriyle, bir dâhinin beynindekiler arasında aslında bir fark yoktur” ifadesi sizce de geçerli midir?

Eğer geçerli ise, maddenin bazı parçalarının, maddeye hiç benzemeyen yeni bir gerçeklik yaratabileceğini düşünmek boş bir inanç değil midir?

Bu durumda sübjektif bilincin kaynağı nedir? Bilinç ve bilinçaltının varlığı nasıl açıklanabilir?

Bizler insanlar olarak, bir saniye bile çaba sarf etmeden, nesneleri soyut biçimde düşünürüz. Onları ayırt ederiz. Nesneleri birleştiririz. Hayatımız bir anda film şeridi gibi aklımızdan geçer. Aklımızdan geçenler sadece sözler değildir, hatırladığımız her şey görsel olarak da geçer. Bizler, bir işi yaparken, aynı zamanda kısa sürede bir sürü planlar yaparız. Düşünceler zihnimizden şimşek gibi geçer. Bizlerin bu düşünme işlemimizin madde ile fiziksel bir bağı olduğunu, elektrik akımları olduğunu söylemek saçmalık olmaz mı?

Bizlerdeki “anlama” işlemini hangi organımız ve nasıl gerçekleştiriyor?

Beynimizin anlama kabiliyeti var mı?

Beynimizin anlama kabiliyeti varsa, anlamamıza ve plan yapmamıza yardımcı olurken, bunu bazı sinir hücrelerinin hareketiyle mi yapıyor?

Günümüzde insanlığın ulaştığı en güçlü bilgisayarlar olan süper bilgisayarlar, kendilerine verilen programlı işleri yapmaktan başka bir iş yapabiliyorlar mı?

Süper bilgisayarlar, yaptıkları işin farkındalar mı? Yaptıklarının şuurundalar mı? Yaptıklarını anlayabiliyorlar mı? Yaptıkları işin sonucunu yorumlayabiliyorlar mı? Yaptığı işlemin amacını bilebilirler mi?

Bilgisayarlarda müzik çalarız. Bilgisayarlar, kendilerinde çalınan müzikten zevk almak veya beğenmemek gibi, kendiliğinden bazı kararlar verebilirler mi?

Bir sivrisinek bile, kendi hayatını koruma ve neslini idame ettirme çabası gösterirken, süper bilgisayarların böyle bir özelliklerinin olması ihtimali var mı?

Bilindiği gibi, her insan farklıdır. Her insanın düşünmesi, algılaması, anlaması, niyet etmesi, iletişim kurması gibi davranışları birbirinden farklıdır. Yani her insan, farklı benliğe sahiptir. Peki, bu benliğimiz, yani biz, vücudumuzun neresindeyiz?

Vücudumuzdaki bütün hücreler değişirken, biz yani benliğimiz aynı kalıyorsa, benliğimizin fiziksel bir olgu olduğu söylenebilir mi?

Sinir hücrelerimiz bizim benliğimizi belirler mi?

Eğer sinir hücreleri belirlerse, sinir hücrelerimiz değiştikçe, benliğimiz niçin değişmez?

Bütün bu sorulara cevap veremeyince, benliğimizin olmadığını iddia etmemiz çok daha saçma olmaz mı?

Benliğimizin olmadığını iddia ettiğimizde,  bu duruma karar veren ve bütün bu soruları soran kim veya ne?

Bir insan kendi benliğini analiz edebilir mi?

Benliğimizi fizik veya kimya ile açıklayabilmemiz, bırakalım açıklamayı, tanımlamamız mümkün mü?

Fizik ve kimya, benliğimizi tanımlayamadığı halde, benliğimiz nasıl oluyor da, fizik, kimya ve biyolojiyi anlıyor, öğreniyor ve bilgilerini nasıl geliştiriyor?

Yaşam, bilinç, düşünme ve benlik fiziksel değil de, fizik ötesi ise, fizik ötesi nasıl oluşmaktadır?

Fizik ötesini oluşturmak için, yine fizik ötesi bir kaynağa ihtiyacımız olmaz mı?

Madde yani nesneler, kavramlar ve algılar oluşturabilir mi?

Sorduğumuz bütün bu sorulara, bütün insanlar olarak birlikte düşündüğümüz halde, sahip olduğumuz akıllar ile cevap bulamıyorsak, bu soruları cevaplayacak olan şeyin, muazzam bir üst akla sahip olması gerekmez mi?

Sadece sorduğumuz soruları değil, sorduğumuz sorulardaki oluşumları, örneğin, cansızdan canlı oluşturmayı başarabilen şeyin, çok daha muazzam bir üst akıl olması gerekmez mi?

Oluşturduğu bir hücreye, yani mikroskopla bile zor görülen bir canlıya, bilgi işleme, depolama ve kopyalama işlemini hiç aksatmadan yaptıran şeyin, çok daha fazla muazzam bir akıl olması gerekmez mi?

YAŞAM kategorisine gönderildi | ATEİZM VE AKLIMIZA TAKILAN SORULAR için yorumlar kapalı

DEVLET ANLAYIŞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

DEVLET ANLAYIŞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

 

Yazımızın başlığıyla ilgili olarak, bu sitede çeşitli makaleler yayınladık. Bu yazımızda konuyu daha farklı açılardan ele almaya çalışacağız.

Önce, Osmanlı Türk Devletinin ünlü padişahlarından Muhteşem Süleyman’ın şiirinden bir bölüm aktaralım.

Halk içinde muteber nesne yok, devlet gibi,

Olmaya cihanda devlet, bir nefes sıhhat gibi,

Saltanat dedikleri, bir cihan kavgasıdır,

Olmaya Baht-ü saadet dünyada, vahdet gibi.

Şiirde ifade edildiği gibi, halk devlete itibar etmektedir. (Şiir gerçeği yansıtmaktadır. Türklerde bu anlayış kesinlikle vardır. Bu sebeple devletlerinin sonsuz yaşamasını isterler.) Aslında, dünyanın her yerinde halk, devleti kendisinin koruyucu meleği gibi görmek ister. Eğer böyle görürse, o zaman devlete kutsallık atfeder. Dolayısıyla, devletinin kendisine ihtiyacı olduğunu düşündüğü anda, devletinin yaşaması için, kendi hayatını feda etmekten çekinmez. Bu hususta kendisine ayrıca bir emir verilmesini bile beklemez.

Eğer halk, devlete kutsallık atfetmişse, halkın bu anlayışının değişmesi uzun sürer. Devleti yönetenlerin yanlış davranışlarını görse bile, halkın büyük çoğunluğu fikrini hemen değiştirmez. Devleti yönetenleri sevmese bile, savaşa gider. Kendi birliğinin komutanının davranışları hoşuna gitmese dahi, cansiperane savaşır.

Halkın, devleti kutsal bir nesne gibi görmesinin çeşitli sebepleri vardır. Bazen kendi yaşadıklarının sonucunda bu karara varabildiği gibi, bazen atalarından devreden bir duygu da olabilir. Hangi sebeple olursa olsun, devlete kutsallık atfedilmesinin oluşması uzun zaman alır. Dolayısıyla, bazı yöneticilerin yanlış davranışlarına rağmen, bu duygu hemen kaybolmaz.

Her devletin, halk içerisinde böyle bir itibara sahip olması beklenemez. Devletin, halk içerisinde böyle bir konuma gelebilmesi için, önce, devlet kurumlarının halkın hizmetkârı olmaları gerekir. Devleti yönetenler, tıpkı, II. Göktürk Devletinin hakanı Bilge Kağan’ın, Orhun abidelerinde bahsettiği şu sözleri gibi davranmalıdır: “Ben, hali vakti yerinde bir millete kağan olmadım! İçeriden yiyeceksiz, dışarıdan giyeceksiz, güçsüz kalmış, yoksul bir millete kağan oldum. Küçük kardeşim Kül Tigin ile sözleştik. Babamızın kazandığı millet adı, millet sanı yok olmasın diye. Türk Milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Küçük kardeşim Kül Tigin ile iki Şad (Yabgu’ya yani hakan yardımcılığına eş bir unvan) ile ölesiye, bitesiye çalıştım. Toplanan milleti ateşe suya düşürmedim.”

Hakanla kardeşi bu inançlarla çalışınca, halk da onlara ayak uydurdu. Öylesine köklü değişiklikler oldu ki, bazı tarihçiler, II. Göktürk Devleti’nin yıkılışı için, “ama bu yıkılışın önemi yoktu; Türk Dünyasına onu yüzyıllar boyunca hareket halinde tutacak bir atılım kazanılmıştı” diyerek, yapılanların önemini ve uzun ömürlü olduğunu vurguladılar.

Diğer taraftan, İslâm’daki devlet anlayışını, bu sitede yayınladığımız “İslâm’a Göre Devlet Yönetimi” başlıklı makalemizde, Kur’an’dan aldığım örneklerden anladığım kadarıyla aktarmaya çalıştım. Ama nasıl ben, Kur’an’ı kendi anladığım şekliyle yorumluyorsam, Müslümanların bir kısmı da kendilerince yorumladıkları için, devlet kavramı hususunda da farklı anlayış ve uygulamalar oluşmuştur.

İslâm’ın ilk kelâm mezhebi olan Muteziledeki anlayışa göre devlet, tamamen medeni bir kurumdur. Devletin, dinî ya da itikadi bir karakteri yoktur. Onlara göre, adalet, meşveret, ehliyet ve karşılıklı rızaya dayanan sözleşme ile devlet kurulur ve yönetilir. Bu hususta hiç kimseye ve zümreye ayrıcalık verilmemiştir. Mutezilenin, hiç kimseye veya guruba ayrıcalık tanımayan anlayışına göre, Hz. Peygamberden sonra, devlet oluşturma yetkisi, ümmete bırakılmıştır. Bana göre, mutezile âlimlerinin buradaki maksadının, devleti kurma yetkisinin değil, mevcut devleti yönetme salahiyetinin ümmete verilmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir.

Müslüman âlimlerin bir kısmının oluşturduğu Mutezile mensupları bunları savunurken, yine Müslümanların bir kısmının meydana getirdiği Şia’ya göre, devleti; Allah, Peygamber, imamlar ve onlara velayet edenler, yani Ayetullahlar yönetirler. Başka hiç kimsenin devlet yönetmeye hakları yoktur. Yönetmeye kalkışanlar, gayri meşrudur.

Mutezileye göre insan hakları, sadece hak değildir. Aynı zamanda, devleti yönetenler için ödevdir. Devletten vazgeçilir, insan haklarından vazgeçilmez. Devlet ile haklar çatışırsa, “vücup” olan devlet değil, “farz” olan insan hakları tercih edilmelidir.

Şia’da ise, devleti yönetenler Ayetullahlar olursa, insan haklarının bir önemi yoktur.

Mutezile ve Şia arasındaki bu zıt anlayışlara rağmen, her ikisi de İslâm dinine dayandıklarını iddia etmektedirler. Hangi anlayışın dine daha uygun olduğuna veya ikisinin de hangi yönlerden hatalı olduğuna, her birimiz kendimiz karar verebiliriz. Yeter ki, Kur’an’ı, bıkmadan defalarca kendimiz okuyalım. Kur’an’ın bütününde anlatılmak istenilenleri kavramaya çalışalım.

Türklerde ise, devlet esastır. Aynı zamanda, devlette adalet esastır. “Devlet, ol devlettir ki, yönetene yâr olmaya” anlayışı esastır. Bu anlayışta olmayanların devleti yönetmelerine izin verilmemelidir. (Türk tarihi, kendi menfaatine davrananların engellendiğinin örnekleriyle doludur.)

Diğer yandan, Arapların İslâmiyet sonrası anlayışlarının en etkili olanı, Emevi dönemindeki bakıştır. Onlara göre, devleti yönetenlere itiraz edilmemelidir. Çünkü eğer yöneticiler hatalı davranmışlarsa, bunu Allah bilmektedir ve ona göre ahirette yöneticileri cezalandıracaktır. Dolayısıyla devlet yöneticilerine her şartta biat etmek gerekir.

Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig adlı eserinde, Türk adalet anlayışını, Fars adalet anlayışı ile karşılaştırır. Muhtemelen, yazar, Arap bölgesinden uzak olduğu için, onlardaki yapı hakkında fikir beyan etmez. Türklerdeki adalet anlayışını şöyle açıklar: “Adalet, hükümdarın bir bağışlama fiili değil, törenin, doğru ve tarafsız bir şekilde uygulanmasıdır.” Ona göre, Farslardaki adalet anlayışı, hükümdarın bir lütfudur.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEVLET ANLAYIŞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER için yorumlar kapalı

KİME NİYET, KİME KISMET

HIRİSTİYANLIK, KOMÜNİZM VE BUDİZM’İN YAYILMASINDAKİ İLGİNÇ YÖNLER

 

Belgelenmiş tarihe baktığımızda, yeni ortaya çıkan bütün fikir akımlarının, önce doğdukları toplumları etkilediğini görürüz. Yüce Yaradan’ın insanlara yol göstermesi için görevlendirdiği peygamberlerin hemen hepsinin ilk tesir sahaları içinde yaşadıkları toplum olmuştur. Daha sonradan çevreye yayılmışlardır.

Fakat Hıristiyanlık, Marksizm ve Budizm, böyle olmamıştır.

Bilindiği gibi, Buda, Hindistan’da doğmuş ve yine orada vefat etmiştir. Bilindiği kadarıyla, bütün yaşamı Hindistan’da geçmiştir. Hindistan dışına çıkmamıştır. Fakat Buda’nın takipçileri Hintliler olmamıştır. Fikirleri Hindistan’ın doğusundaki ülkelere doğru yayılmıştır. Günümüzde, Çin, Japonya, Kore, Moğolistan, Nepal, Sri Lanka, Tayland ve Tibet gibi ülkelerde daha yaygındır.

Budizm’in, Hıristiyanlık ve Marksizm’den farklı bir özelliği vardır. Budizm, girdiği her ülkede farklı algılanmıştır. Bu sebeple, her yerde yerel liderler oluşmuştur. Tek merkezden yönetilen bir din öğretisi sistemi oluşmamıştır.

Görüldüğü gibi, Buda’nın fikirleri, doğduğu yerde kabul görmemiştir. Kendisinin hiç gitmediği ve belki de varlıklarından haberdar olmadığı bölgelerde yayılmıştır.

Buda’nın yaşadığı kaderin benzerini Hz. İsa peygamber yaşamıştır. Hz. İsa, soy olarak İsrail oğullarındandır. Yaşadıkları yerler, Roma İmparatorluğunun egemenlik alanındadır. Bilindiği gibi Roma, bir Avrupa devletidir. Avrupa medeniyetini temsil etmektedir. Çünkü Roma’nın dışındaki halklar, henüz medeniyet kuracak bir anlayışta, zenginlikte ve yönetim tarzında değildiler. Nitekim Roma İmparatorluğu ikiye bölünüp, Avrupa’yı temsil eden kısmı 476 yılında yıkıldıktan sonra, yaklaşık bin yüz yıl boyunca Avrupa’da yeni bir medeniyet hamlesi başlangıcı bile oluşmadı.

Hz. İsa’nın anlattıklarına İsrail oğulları itibar etmediler. Kendileri de, tek olan Tanrı’ya inanmalarına rağmen, İsa Peygamberin, Yüce Yaradan’ın buyrukları olarak aktardıklarını yalanladılar. Peygamberin aleyhine çalıştılar. Onu, Roma İmparatorluğunun temsilcisi olan valiye şikâyet ettiler. İsrail oğullarından birisi, Hz. İsa zannettiği kişinin saklandığı yeri valinin adamlarına gösterdi. Olaylar bu yönde gelişince, Yüce Yaradan, mucizelerle donattığı Peygamberini yanına aldı.

Hz. İsa’nın vefatıyla ilgili hususlardaki düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız “Hz. İsa’nın Kıyametten Önce Diriltileceği Üzerine” başlıklı makalemizde, Kur’an’dan ayetler vererek ifade etmiştik.

Şimdi de, Hz. İsa’nın bu dünyadan ayrılışının sonrasındaki gelişmeleri irdeleyelim. Önce, kendi soylarından olan Hz. İsa’ya inanmayan Yahudiler, yaşadıkları bölgeden sürüldüler. Onları yurtlarından sürenler, Hz. İsa’yı öldürmeleri için kendilerine yardım ettikleri Roma İmparatorluk yönetimi oldu. M.S. 70 yılında gerçekleşen bu olay, İsa Peygamberin, Hakkın huzuruna çıkışından yaklaşık 40 yıl gibi kısa bir süre sonra gerçekleşti.

İsrail oğullarını yurtlarından kovan Romalılar, ilk üç asır boyunca, Hz. İsa’nın ilettiği, Yüce Yaradan’ın buyruklarının peşinden gidenleri, en sert bir şekilde cezalandırdılar. Fakat sanki kader ağlarını örmeye başlamıştı. Hıristiyanlara karşı, arenalarda aç aslanlara parçalatmak gibi vahşice davranışlarda bulunan Roma yönetimi, üç asır sonra Hıristiyanlığı kabul etti. Yani, öldürmeye çalıştıkları İsa Peygamberin izinden gitmeye ve onu yüceltmeye başladılar. Onun getirdiği buyrukları, egemenlik alanındaki bütün bölgelere ilettiler. Hâkimiyetleri altındaki insanları zorla Hıristiyan yaptılar. Egemenlikleri dışındaki bölgelerde de, Hıristiyanlığı yaymak için gayret sarf ettiler.

Görüldüğü gibi Hz. İsa’nın ilettiği buyruklar, kendi doğduğu yerde kabul görmedi. Ama kendisine düşmanlık yapan insanların torunları tarafından dünyaya yayıldı. Bu durum muhtemelen, Hz. İsa’nın hiç aklına gelmezdi.

Tam bu noktada konumuzla bağlantılı olan bir Kur’an ayetini dikkatinize sunmak isterim. Hz. İsa’nın vefatı hakkında bilgi verilen Ali İmran Suresi 55inci ayetten sonraki 56ıncı ayette, şöyle denilmektedir: “İnkâr edenlere gelince, onlara dünyada da, ahirette de şiddetli azap edeceğim, onların yardımcıları da olmayacaktır.”

İlk çıktığı yerde kabul görmeyip, hiç ilgisiz bölgelerde uygulanan bir başka fikri akım, komünizmdir. Bilindiği gibi Karl Marks, Prusya’da doğmuştur. Daha sonra Birleşik Krallığa yerleşmiş ve orada yaşamını yitirmiştir. Ömrü hayatında, Prusya’nın doğusuna gitmemiştir. Ayrıca, Asya halkları için, hiç iyi duygular beslememiştir. Hattâ onları kendilerini idare etmekten aciz insanlar olarak görmüştür. Neredeyse insan olarak bile görmek istememiştir. Bu sebeple, Batılıların, Asyalılar üzerindeki tahakkümlerini haklı bulmuş, Asyalıları medeni yapmak gibi yüce bir görevi ifa ettiklerini savunmuştur. Bu hususlarla ilgili olarak Marks’ın bizzat söylediği bazı sözleri, onun teorisi, çelişkileri ve sonuçları hakkında bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde ele almıştık.

Marks’ın hayatıyla ve fikirleriyle ilgili bu gerçek ortada iken, günümüze bakalım. Marks’ın fikirleri, ne doğduğu Almanya’da, ne de öldüğü İngiltere’de kabul görmedi. İkinci sınıf insanlar olarak değerlendirdiği Asya’da kabul gördü. Marks’ın savunuculuğunu yapanlar, Rusya, Çin ve bölgedeki diğer bazı devletler oldu. Bu devletler, Marks’ın fikirlerini dünyaya yaymak için de, üstün gayret sarf ettiler.

Görüldüğü gibi, her üç fikir de, doğdukları yerde yaşamadı. Başka bölgelerde kabul gördü.

Bahsettiğimiz fikirlerin yayılmasında yaşananlar, yakından incelediğimizde biraz farklılık arz etmesine rağmen, birbirine benziyor.

Buda, Çin’e hiç gitmedi. Ama ne Buda Çinlilere, ne de Çinliler ona düşmanlık yapmadı. Zaten Buda, insanın, önce kendini düzeltmesi üzerine yoğunlaşmıştı.

Diğer taraftan Hz. İsa, kimseye düşmanlık yapmadı. İnsanlara sevgi ve merhametle yaklaştı. Ama ona düşmanlık yapıldı. Sonunda düşmanlık yapanların bir gurubu olan İsrail oğulları yurtlarından oldu. Diğer gurup olan Romalılar ise, onun fikirlerinin dünyaya yayılmasının öncülüğünü yaptı.

Karl Marks ise, Asya hakkında kötü düşünüyordu. Ama Asyalılar onu tanımıyorlardı. Onun yaşamı sırasında, fikirlerinden çok az haberdardılar. Dolayısıyla Marks’a herhangi bir düşmanlık ya da sevgi besleyecek konumda değildiler. Fakat yine de, kendileri hakkında kötü düşünen Marks’ın fikirlerini dünyaya yaymaya çalışanlar, Asyalılar oldu.

Sosyal kategorisine gönderildi | KİME NİYET, KİME KISMET için yorumlar kapalı

HAYIR İŞLERİNİN ÖNEMİ

HAYIR İŞLERİNİN ÖNEMİ

 

Hayır işlerinin, yani yardımlaşmanın, iyiliğin önemini daha net anlayabilmek için, Yüce Yaradan’ın ifadelerinden daha uygun bir yöntem olduğunu düşünmüyoruz. Bu nedenle, konuyu tamamen, tek olan Tanrı’nın sözlerinin ışığında irdelemeye çalışacağız.

Bakara Suresi 2/148: “Herkesin yöneleceği bir yönü vardır, o halde haydin, hep hayırlara koşun, yarışın. Her nerede olsanız Allah sizi toplar, bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.”

Yukarıdaki ayet, bütün insanlara hitap ediyor. Ayetin ifadeleri de gayet anlaşılır bir şekilde nettir. Herkesin yöneleceği bir yönünün olduğunu söylüyor. Yani, insanların inançlarının farklı olduğunu vurguluyor. İnançların farklı olmasının Yüce Yaradan nezdinde bir öneminin olmadığı, asıl önemli olanın hayır işleri işlemek olduğunu, ayetin devamındaki ifadeler net bir şekilde anlatıyor.

Demek ki, inançların çeşitli ve birbirinden değişik olması, bizlerin hayır işleri yapmamıza engel değildir. Bunun böyle olduğunu, ayetin, inançları farklı olan insanların hepsini hayır işlerine koşmaya çağırmasından anlıyoruz.

Ayetin devamındaki vaat ise çok daha ilginçtir. Eğer bizler, hayır işleri yapmaya koşarsak, nerede olursak olalım ve hangi inanca sahip olursak olalım, fark etmiyor. Yüce yaradan, bizleri bir araya getireceğini vaat ediyor. Bizlere böylesine güzel bir müjde veriyor.

Allah’ın vaadi, en gerçek vaattir. Çoğumuz, bu gerçeği hayatımız süresince bizzat yaşayarak görmüşüzdür. Yeter ki, yaşadıklarımıza o gözle bakmış olalım. Yeter ki, bizler, iyiliklere ve güzelliklere ulaşmak için çaba sarf edelim. Böyle davranırsak, Yüce Yaradan, bizleri dünyanın farklı uçlarında da olsak bir araya getirebilir. Bizler hayır işlerine koştukça, çok farklı inançlarda olsak bile, aynı hayır işinde bizleri birlikte hareket ettirebilir. Bizler, insanlığın güzel geleceğini düşünerek hareket ettikçe, birbirimize düşman bile olsak, kalplerimizi birbirine ısındırabilir.

Yüce Yaradan’ın, birbirinden çok farklı yapıda olan insanların kalplerini birbirine ısındırdığını, aşağıdaki ayetinden anlıyoruz.

 Ali İmran Suresi 3/103: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.”

Tanrı’nın ipinin ne olduğunu çok kısa olarak ifade eden çok sayıda ayet vardır. Bunlardan ikisi, Bakara Suresinin aşağıdaki ayetleridir:

82inci ayet: “İman edip salih ameller işleyenler ise cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”

112inci ayet: “Hayır, hayır! Kim özü iyilik dolu olarak yüzünü Allah’a tertemiz döndürür ve teslim ederse, işte onun Rabbi katında ecri vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olacak değiller.”

Ali İmran Suresinin 103üncü ayetinde, birbirlerine düşman olan insanların bile kalplerini birleştirenin, Yüce Yaradan olduğu vurgulanıyor. Ayette, bu insanların kalplerini birbirine ısındırarak, hepsini, ateş çukurunun kenarından çekip kurtardığını da ifade ediyor.

Acaba, bizler de kalplerimizi birbirine ısındırabilir miyiz? Bu sorunun cevabını, aşağıdaki ayetiyle, Yüce Yaradan, net bir ifadeyle veriyor.

Enfal Suresi 8/63: “Müminlerin kalplerini birbirlerine O ısındırdı. Yoksa yeryüzünde ne varsa sen hepsini harcasaydın yine de onların kalplerini (böylesine) ısındıramazdın. Lâkin Allah, kalplerini kaynaştırdı. Muhakkak ki, O azizdir, hâkimdir.”

Bu ayetteki hitap, son peygamberi olan Hz. Muhammed’e yöneliktir. Demek ki, peygamberi bile, birbirine düşman olan insanların kalplerini birbirine ısındıramaz. Isındırmak için, dünyanın hazinelerini harcasaydı bile, bu ısınma, kalpten gelen bir şekilde olmazdı. Yüce Yaradan’ın peygamberinin yapamadığını bizim yapmamız mümkün değildir.

Eğer, hayatımızın bazı kesitlerini bu gözle irdelersek, Yüce Yaradan’ın yukarıdaki ayette bahsettiklerini bizzat yaşadığımızı anlarız. Yaşadıklarımızı film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçirdiğimizde, göreceğiz ki, Yüce Yaradan’ın bize olan lütfu, bizim hayır işlerine yönelmemizle başlamış. Bizim yaptığımız, sadece çevremizde olanları sorgulayıp, hayır işlerinin önemini anlamamız olmuş. Gerisini Yüce Yaradan oluşturmuş.

Biz güzel düşündükçe, tek olan Tanrı da, bizleri koruma altına almış. Bizleri ateş çukurunun tam kenarından çekip çıkarmış. Bizleri sadece ateş çukuruna düşmekten kurtarmakla kalmamış. Bizleri dünyanın neresinde olursak olalım bir araya toplamış. Bizlerin birlikte çalışmamızı, birlikte mücadele vermemizi sağlamış.

Yüce Yaradan, bizlerin, hayır işleri yaparak attığımız küçük bir adıma karşılık, bizlere gerçekleşmesinin mümkün olmayacağını düşündüğümüz güzellikleri yaşatmış. Bakara Suresinin 82 ve 112inci ayetlerinden anladığımız kadarıyla, Yüce Yaradan’ın bize olan nimetleri, sadece bunlarla da sınırlı kalmayacak. Eğer bizler, hayır işlerine koşmaya devam edersek, insanlığın güzel geleceği için birlikte mücadelemizi kalpten gelen bir inançla sürdürürsek, bizleri Cennetine alacağının müjdesini de veriyor.

Tek olan Tanrı, bu müjdesini verirken, bizlerin inanç farklılıklarımızı önemsemiyor. Hangi yöne yöneldiğimizi mühimsemiyor. Bakara Suresinin 82inci ayetinde çok kısa bir ifadeyle bize yol gösteriyor. Yapmamız gereken tek şeyin, tek olan Tanrı’ya iman etmek ve salih ameller, yani güzel işler işlemek olduğunu, net bir şekilde vurguluyor.

Allah’ım, Senin rızanı kazanabilmek için, hayır işlerinde kalpten gelen bir inançla yarışabileceğimiz, kötülüklere karşı cesaretle mücadele edebileceğimiz irade gücü ver, zihin açıklığı ver, cesaret ver, mücadele azmi ver.

Senin her şeye gücün yeter.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | HAYIR İŞLERİNİN ÖNEMİ için yorumlar kapalı

ÖRNEK TARİHİ ŞAHSİYETLER

ÖRNEK TARİHİ ŞAHSİYETLER

 

(Not: Bu makale, Aralık 2013 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden tekrar yayınlıyoruz.)

Abraham Lincoln, Gautama Siddharta (Buda), Konfüçyus (Kung Fu) gibi nice insanlar, ortak yönleri olan çileli yaşamları, mücadele azimleri, sabırları ile tarihte iz bırakmışlardır. Bu güzel insanlardan Buda ve Kofüçyus hakkında hem bu sitede hem de genel anlamda çok şey yazılmıştır. Ama Lincoln hakkında, Amerikalılar dışında, ayrıntılı bilgisi olan azdır.

Fakirliğin en acısını yaşamış olan Lincoln, “Köleliği kaldıran adam” olarak tarihe geçti. Günümüz dünyasında kölelik ekonomik karaktere bürünmüştür. Yeni ortaya çıkan bu köleliğe başkaldıranlar için, Lincoln’ün davranışlarında ders alınacak yönler vardı.

“Dertsiz yaşam olmaz. Dertler bir bakıma mutluluğa giden ve onun meyveleri olan hikmettir. Eğer sabredilirse, zorlukların insanı ne kadar değerli yerlere taşıdığı görülür” anlayışıyla yılmadan mücadele etti. Lincoln tökezledi ama düşmedi.

Buda, tarihe “İnsanlık uğruna kendini feda eden bilge” olarak geçmiştir. Buda, Lincoln’un sözlerini farklı bir bakışla tamamlar. “Istırap bir duygudur, zengini de bulur, fakiri de. Istırap ona nasıl bakıldığına bağlıdır, ya siz onu kullanırsınız ya da o sizi kullanır. Kötü olmayana ıstırap etki etmez. Gerçek kuvvet fazilettedir. Sen iyi ol ki, mutlu ol.”

İnşirah Suresi 6-7. Ayetler: “Evet her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. O halde boş kaldın mı kalk yine yorul.” Bu ayetler Hz. Muhammed’e hitabeder. Ama aslında Peygamberin kişiliğinde aklı olan her insana yöneliktir.

Tarihe iz bırakan şahsiyetlerin anlayışları ve davranışları, ayetlerin herkes için geçerli olduğunu gösterir.

Köleliğin kaldırılması için mücadele eden Lincoln, “İnsanlara adaletli davranmayı Türklerden öğrenmeliyiz, Müslümanlardan öğrenmeliyiz” diyebilecek kadar tarih bilgisine ve kadirşinaslığa sahipti.

Lincoln’un, oğlunun öğretmenine yazdığı mektup her dönem için geçerli olduğundan aynen aktarıyoruz. Lincoln’un Mektubu:

“ Öğrenmesi gerekli biliyorum; bütün insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: ‘Her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşı kendini adamış bir lider vardır.’

Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona… Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu…

Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların sırrını öğret ona… Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını…

Eğer yapabilirsen, ona kitapların hayati önemini öğret. Fakat ona gökyüzündeki kuşların, güneşin önündeki arıların ve yemyeşil ağaçlardaki çiçeklerin büyük sırlarını düşünebilmeyi öğret.

Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona… Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi.

Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona… Herkes birine takılmış giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma… Bütün insanları dinlemesini öğret ona, fakat bütün dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını öğret.

Eğer yapabilirsen, üzüldüğünde bile nasıl gülümsenebileceğini öğret ona… Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret.

Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığını inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini…

Ona, kuvvetli ve beynini en yüksek fiyata satmasını, fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona; ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü çeliği ateş saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesaretine hükmetsin, bırak cesur olacak kadar sabretsin. Ona her zaman kendisinde derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır.

Bu büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsin bir bakalım. Sizler bileklerinden öpülecek insanlarsınız öğretmenim.”

Eğer bu mektup, Kur’an hükümlerine dayandırarak yazılmak istenseydi Bakara Suresi 251. Ayetle başlanırdı: “……Allah’ın insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı yeryüzü mutlak bozulmuş gitmişti. Fakat Allah’ın bütün akıl sahiplerine bir iyiliği vardır.” Sonrasında ifade ettiği hemen her fikrine bir ayet bulunurdu.

Allah hükmünü muhakkak yerine getirecektir. İnşallah Dünya düzenini koruyacaktır. Burada bizim gayemiz, Yüce Yaradan’ın ve dolayısıyla gelecek nesillerin hoşnut olacağı insanların arasına girebilmektir.

Biz havalanır, kendimizi abartır veya içten pazarlıklı hesaplara dalarak görevimizi aksatırsak, Allah bizim yerimize yenilerini getirebileceğini Nisa Suresi 133. ayette belirtiyor: “Ey insanlar! Dilerse sizleri giderir, başkalarını getirir. Allah ona da kadirdir.”

Allah’ım, Senin rızanı kazanabilmek için yapmaya çalıştığımız hak ve adalet mücadelesini, kibirlenmeden, büyüklenmeden yürütebileceğimiz irade gücü ver.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ÖRNEK TARİHİ ŞAHSİYETLER için yorumlar kapalı