DANIŞMA MECLİSİNİN ÜYELERİNİN ÖZELLİKLERİ

DANIŞMA MECLİSİNİN ÜYELERİNİN ÖZELLİKLERİ

 

Kur’an, Allah’ın yanında bulunanları hak eden inanan insanların bazı özelliklerini Şura Suresinin 36-39 uncu ayetlerinde şöyle sıralar.

İnanıp, Rablerine güvenenler,

Büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınanlar,

Öfkelendikleri zaman bile affedenler,

Rablerinin çağrısına gelerek namaz kılanlar,

İşlerini aralarında şura ile yapanlar (istişare edenler)

Kendilerine Allah’ın verdiği rızıktan hayredenler,

Bir zulüm ve saldırıya uğradıklarında birleşerek karşı koyanlar.

Ayetlerde, yukarıda kısaca belirtilen özelliklere sahip müminlerin, işlerini, aralarında meşveret ederek gördükleri anlatılır. Meşveretin ne kadar önemli olduğunu Ali İmran Suresinin 3/159uncu ayetinden de anlıyoruz. Bu ayette Yüce Yaradan, Cebrail aracılığıyla vahiy gönderdiği peygamberine bile, yapacağı işleri ashabına danışmasını emretmiştir. Hâlbuki Allah, bu isteğini Kur’an ayeti olarak kaydettirmeyip, yine Cebrail vasıtasıyla veya başka bir yolla, nasıl hareket etmesi gerektiğini, peygamberine söyletebilirdi. Ama böyle yapmayıp, bütün insanlara yol göstermek için, açıkça ve Kur’an ayeti olarak ifade edilmesi, Yüce Yaradan’ın danışmaya (şura) verdiği önemi göstermektedir.

Ali İmran Suresi 159uncu ayetinin, bize anlatmak istediği bir başka husus daha vardır. Yüce Yaradan’ın, bir taraftan peygamberine vahiy gönderirken, diğer yandan da ashabına danış demesi, hangi konularda meşveret yapılabileceğini açıkça belirtmek içindir. Ayetten anlaşıldığına göre, vahiy dışındaki meselelerde meşveret yapılmalıdır. Nitekim Hz. Muhammed, yaptığı Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarında, sahabesiyle istişare etmiş ve kendi fikrini değil, çoğunluğun görüşünü uygulamıştır.

Bu demek değildir ki, meşveret sadece Kur’an ayetleri dışındaki hususlarda yapılır. Hz. Peygamber vefat ettiği için, sorulacak ilk kaynak kalmadığından, insanlar aralarında, Kur’an ayetleri hususunda istişare edebilirler. Ancak bu istişareler, amir hükmü net olmayan ve insanların uygulamalarına bırakılmış hususlarda olmalıdır. Kuralların net olduğu, yani Yüce Yaradan’ın apaçık bir şekilde bildirdiği hükümlerde meşveret yapılması yanlıştır. Kur’an’daki net ifadelerle belirtilen hükümler tartışılmaz, sadece uyulur. Uyamamışsak, sonucuna katlanırız. Demek ki, yapılan istişareler ve danışılarak alınan kararlar, Yüce Yaradan’ın koyduğu kuralların esaslarına aykırı olamaz.

Yapılan meşveretlerde güzel sonuçların elde edilebilmesi için, istişarelerin hür ve güven ortamı içerisinde yapılması gerekir. Danışılanların kendilerinin de olgun insanlar olmaları şarttır. İşte, Şura Suresinin 36-39uncu ayetlerinde belirtilen özellikler, böyle bir ortamı sağlamak içindir.

Yüce Yaradan’a inanıp güvenenler, kendilerini özgür hissederler. Dünyevi nimetler onları etkilemez. Böyle vasıflara sahip insanlardan oluşan danışma meclisleri de, güven içerisinde toplanır, huzur içerisinde ve adaletli karar verir.

Kur’an ayetlerine baktığımızda, sayısı az olan bazı net hükümlerin dışında, bizleri sınırlandırmadığını görürüz. Dolayısıyla Kur’an, bizlere hüküm verebileceğimiz geniş bir alan bırakmıştır. Böylece Yüce Yaradan, bizlerin hayatını kolaylaştırmak istemiş olabilir.

Meşveretlerde, bazen oy birliği sağlanır. Ama çoğu zaman ittifak olmayabilir. Bu durumlarda çoğunluğun kanaatine uyulur. Bazen karar vermek zor olur. Böyle zamanlarda, Kur’an’ın bütününde anlatılmak istenilene göre karar vermek gerekir. Eğer karar verilmesi gereken konular, delile isnat edilen hususlar ise, daha kuvvetli olan delile uyulmalıdır.

Kur’an’daki meşveret emirleri, insanları, kâmil kişi olmaya yönlendirmeye çalışır. Böylece, toplum düzenini ve hukukunu sürekli muhafaza etmemize imkân verir. Bütün bunlar, kâmil insanlara ve onların düşüncelerine verilen önemi göstermektedir.

Kur’an, meşveret edilmesini bir öğüt şeklinde değil, emir şeklinde ifade etmiştir. Bu şekilde bahsedilmiş olması, istişarenin, cemiyetin huzur ve mutluluğu için ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu göstermektedir. Danışılacak kişilerde aranılan özelliklerin sıralanması da, bu düşüncemizi pekiştirmektedir.

Tek olan Tanrı’yı henüz gereğince kavrayamamış toplumlar olabilir. Bu gibi toplumlarda, istişarelerin kimlerle yapılabileceği hususunda karar verebilmek için, ayetlerde bahsedilen vasıfların Yüce Yaradan’a iman dışındakileri, onlara uygulamak gerekir. Meselâ, değişik tanrılara inanan bir toplumdaki şahıs, inandığı tanrısına, yalan söylememe konusunda verdiği sözü tutuyorsa, istenilen özelliklerin birçoğuna sahip demektir. Veya Buda’nın gösterdiği yolda yürümeye gayret ettiği bilinen bir Budist, istişare heyetine katılmaya hak kazanmış olur.

İstişare heyetine girebilecek vasıflara sahip insanların sayıları çok olduğunda, danışma meclisi için ayrıca seçim yapılmalıdır. Bu seçimlerde aranılacak farklı özellik, istişare edilecek konu hakkında daha çok bilgi sahibi olunmasıdır.

Günümüzdeki demokrasi sisteminde; danışma meclisi, seçim ve istişare gibi konular esas alınır. Ama danışma meclisine seçilecek insanlardan istenilen özellikler, Kur’an’daki tanımlardan çok farklıdır. Bu durum çok önemli bir farklılıktır. Belki de, demokrasi anlayışının, “insanların şimdiye kadar bulabildiği en iyi sistem” olarak tanımlanmasına rağmen, başarısız olmasının temelinde, Kur’an’daki tanımlara uymayan bu farklılık vardır.

Demek ki, insanlığın huzurunu sağlamak, insanların güven içerisinde yaşamasını temin etmek için, danışma meclisine seçilecek insanlarda aranılacak vasıflar çok önemlidir. Danışma meclisine girmeyi hak etmek için, o insanın soyu, dini, bir guruba mensup olup olmadığı gibi hususlar önemli değildir. Yazımızın başlangıcında yayınladığımız Şura Suresinin 36-39uncu ayetlerinde bahsedilen vasıflara göre değerlendirme yapmamız, bizi güzel geleceğe taşıyacaktır.

Allah’ım, hak ve adaleti tesis etmek maksadıyla, emaneti ehline verebilmemiz için, bizlere zihin açıklığı ve irade gücü ver.

Allah’ım, bize tevdi edilen görevleri layıkıyla yapabilmemiz için de, bizlere mücadele azmi, sabır ve sebat ver.

Sosyal kategorisine gönderildi | DANIŞMA MECLİSİNİN ÜYELERİNİN ÖZELLİKLERİ için yorumlar kapalı

DÜNYA BARIŞI İNSANLIĞI CENNETE YAKLAŞTIRACAKTIR

DÜNYA BARIŞI İNSANLIĞI CENNETE YAKLAŞTIRACAKTIR

 

Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz sözlerinden birisi şöyledir: “Yurtta sulh, Cihanda sulh”. Atatürk’ün bu güzel sözü söylediği dönemde, dünya barışını oluşturmak çok zordu. Nitekim bir büyük savaşın yaraları sarılmadan, ilkinden daha feci sonuçları olan yeni bir savaş çıktı.

İkinci Dünya Savaşından sonra ise, bir kısım insanların aklı başına gelmeye başladı. Bu savaştan sonra hem barış çabalarının artması, hem de küreselleşmenin hızlanması, yeryüzünün büyük bir köy haline gelmesine vesile olmakta. Dolayısıyla, dünya barışını sağlamak için, günümüzde, her zamankinden daha çok şansımız var.

Dünya barışını sağlamak için neler yapılabileceği hususunda, bu sitedeki bazı yazılarımızda düşüncelerimizi okuyucularımızla paylaştık. Bunlardan bazıları; “Barış İnsanlığın Zorunlu Kaderidir”, “Dünya Barışını Oluşturmanın Yöntemleri”, “Barış Hükümlerin En Güzelidir”, “İslâm’da Savaş ve Barış”, “Savaş ve Barış Üzerine” başlıklı makalelerimizdir.

Bu makalemizde ise, konuya biraz daha farklı açıdan yaklaşmaya çalışacağız.

Takdir edileceği gibi, barışın temeli adalettir. Adaletin sarsıldığı yerlerde barışın sağlanması mümkün değildir. Adaletsiz uygulamalar ve diktatörce davranışlar, insanların seslerini, belki bir süreliğine kısabilir. Ama barış ortamını oluşturması imkânsızdır. Aksine, toplumu patlamaya hazır bir bomba haline getirir. Çünkü kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler sonucunda, insanlar arasındaki bilgi akışı, tarihin en hızlı etkileşimine dönüşmüştür. Dolayısıyla kitlelerin sadece ulusal seviyede değil, uluslararası düzeyde örgütlenmesi kolaylaşmıştır.

Peki, adalet nedir ve nasıl sağlanabilir? Bu hususta, bu sitede yayınladığımız bazı makalelerde, hem düşünürlerin hem de kendimizin fikirlerini ifade ettik. Bu yazımızda, adaleti, barışla bağlantısı açısından irdelemeye çalışacağız.

Adalet, maya gibidir. Mayasız ekmek uzun süre dayanmaz ve hamur kabarmadığından sert olup beğenilmesi ihtimali azdır. Bilindiği gibi, maya, hamurun her zerresine yayılırsa, yani hamur ile dengeli bir şekilde karışırsa, hamur güzel kabarır. Güzel kabarmış hamurla yapılan şeyler de lezzetli olur.

Dünya barışı da böyledir. Burada maya adalet olduğuna göre, adaletli uygulamalarımız, dünyada yaşayan insanlar arasında ne kadar çok yayılırsa, barış da o kadar etkili olur. Barışın ömrünün uzunluğu da, adaletin, insanlığın her zerresine ne kadar yayıldığıyla doğru orantılıdır. Eğer, insanlar arasındaki adalet mayasının daha güzel tutmasını istiyorsak, daha çok işbirliğine ihtiyacımız vardır. Bu işbirliğimiz dünya çapında olursa, başarı şansımız artar. Küreselleşmiş dünyamızda, başarı konusunda daha şanslı olduğumuzu unutmayalım.

İnsanlar arası ilişkiler, elektrik bağlantıları gibidir. Nitekim bir insan iyilik enerjisi yayarsa, çevresindeki şahıslarda da iyilik görülmeye başlar. Böylece iyilikler, tıpkı üzüm salkımı gibi çoğalır. Etrafa yayılan iyilik enerjisi, ne kadar güçlü ve ne kadar uzun süreli olursa, iyilikler de suya atılan taşın dalgaları gibi yayılır. Yani giderek genişler ve etki alanı dünyaya ulaşır. Bir insan kötülük enerjisi yayarsa, çevresindeki kişilerde de kötülük görülmeye başlar. Kötülüğün yayılması arttıkça, insanlığın huzuru kalmaz.

O halde, mayanın yapısı önemlidir.

Mayanın yapısı adalet olursa, etrafa huzur yayılır.

Mayanın yapısı, haksızlık olursa, çevreye zulüm yayılır.

Bizim amacımız, insanlığın huzurunu artırmak olduğuna göre, önümüzde iki yol vardır.

Birincisi, adil yapıdaki insanların, sahip oldukları enerjiyi yaymak için, özel bir gayret sarf etmeleridir.

İkincisi, haksızlık yaparak zulmün yayılmasına sebep olan insanların sayılarının azaltılmasıdır.

Zalimlerin sayılarının azaltılması için iki yol takip edilebilir.

Birincisi, onlara karşı sürekli olarak iyilik mayası enerjisi göndermektir.

İkincisi, iyilik yoluna yapılan her türlü davet gayretlerine rağmen, halen zalimliklerinde ısrar edenleri fiilen engellemektir.

Yukarıda bahsettiğimiz bu yöntemleri uyguladıkça, dünya barışına yaklaşırız. Dünya Barışını tesis ettikçe, insanların huzur ve güven içerisinde yaşaması ihtimali artar. İnsanlardaki huzur ve güven içerisinde yaşayan sayısı arttıkça, bu dünya hayatı cennete dönüşmeye başlar. Bu dünya hayatının cennete dönüşmesi, dünya barışının tesisinde emeği geçen insanların, ahiret yaşamında da Cennete girmesine vesile olur.

Takdir edileceği gibi, ahiret hayatındaki Cennet ve Cehenneme giden yolun taşları, bu dünyada döşenmektedir.

İsteyen içindeki nefreti gizlemeye çalışır. Dıştan farklı davranır, içten ise hinlik peşine düşer. Böylece hem bu dünya, hem de ahiret kendisine cehennem olur.

Dileyen, içindeki nefreti siler atar. Yerine sevgiyi koyarak, adaletle hükmeder. Barışı sağlamak için gayret sarf eder. Böylece hem bu dünya, hem de ahiret kendisine cennet olur.

Seçim her insanın kendisine aittir. Yüce Yaradan’ın aklı verdiği kimse, bir başkasını suçlayamaz.

Sosyal kategorisine gönderildi | DÜNYA BARIŞI İNSANLIĞI CENNETE YAKLAŞTIRACAKTIR için yorumlar kapalı

ARAPLARDAKİ DEVLET ANLAYIŞINDA İSLÂM’IN ETKİLERİ

ARAPLARDAKİ DEVLET ANLAYIŞINDA İSLÂM’IN ETKİLERİ ÜZERİNE

 

İngiliz tarihçi John Morris Roberts, Avrupa ve Dünya tarihi üzerine çeşitli eserler vermiş bir uzmandır. J.M. Roberts, Arapların tarihini incelerken, onlardaki devlet anlayışını İslâmi açıdan irdelemiştir. Yazara göre devlet, güvenilir ellerde olsa ve istenilen şeyleri yapsa bile, İslâm düşüncesinde, meşru bir otorite değildi.

Günümüzde demokratik düzenin olduğu Batılı ülkelerde yaşayan radikal İslâmcıların, devlet otoritesine karşı başkaldırılarının altında, bu düşüncenin olduğu iddia edilmektedir. İslâm içerisinde, Batıdakine benzer bir devlet veya kurum teorisi olmadığı için, kargaşanın hüküm sürdüğü söylenmektedir.

Böyle düşünenler, Arap bölgesindeki devlet anlayışının, Batının şuurlu ya da şuursuz taklidi olduğunu iddia etmektedir. Bu taklidin de, ancak 19uncu yüz yılda başladığını savunmaktadır.

Yazarın bu iddialarına cevap niteliğinde olabilecek bir makalemizi, bu sitede “Devlet Anlayışı Üzerine Düşünceler” adı altında yayınlamıştık. O yazımızı yazarın savunduğu fikirlerden bağımsız yazmıştık. Dolayısıyla, yazarın iddialarından bahsetmeden, konuya tarihi açıdan yaklaşmıştık. Ayrıca, devlet anlayışını Kur’an bağlamında incelemeye çalışmıştık. İslâm’ı esas aldıklarını söyleyen Mutezile ve Şia mezheplerinin, devlet anlayışlarının neredeyse birbirine zıt yapıda olduğunu vurgulamıştık.

Bu yazımızda konuyu, yazarın birbiriyle çelişen düşünceleri çerçevesinde ele almaya çalışacağız.

Yazar, bir taraftan, Müslüman Araplardaki devlet anlayışı hususundaki düşüncelerini bizlerle paylaşmakta, diğer yandan da, kavramlar hakkındaki fikirlerini aktarmaktadır. Yazar, “İslâm” sözcüğünün de, “Batı” kelimesi gibi, tanımlama yaparken kolaylık sağlayan bir soyutlama olduğunu ifade etmektedir.

Yazarın bu ifadesine, genel anlamda, biz de katılıyoruz. Çünkü “İslâm” ve “Batı” kavramları, neredeyse insan sayısı kadar farklı anlamda algılanmaktadır.

Görüldüğü üzere, yazarın, Arap Bölgesi için yaptığı ve İslâm’da devlet kavramının meşru bir otorite olmadığı iddiasını, yine J.M. Roberts’in kendisi çürütmektedir. Yazar, “İslâm” ve “Batı” sözcüklerinin soyut kavramlar olduğunu söyleyerek, “İslâm’da devlet fikrinin meşru bir otorite olmadığı” düşüncesini soyut bir kavrama dayandırdığı için, kendisi reddetmiş durumuna düşmektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz “Devlet Anlayışı Üzerine Düşünceler” makalemizde görüldüğü üzere, Mutezile mezhebinin, Şia Mezhebinin ve Türklerin, devlet anlayışları birbirinden çok farklıdır. Hâlbuki her üçü de Müslümandır. Dolayısıyla ağırlıklı olarak İslâm düşüncesinin etkisi altındadırlar. Buradan da anlaşılıyor ki, yazarın, İslâm’daki devlet anlayışı üzerine yaptığı savunmaları, genelleştirilemez. Yazarın, soyut kavramlara dayanarak, genellemeler yapmakla hata ettiği anlaşılmaktadır.

Bilindiği gibi, Arapların, Müslüman olmadan önce devletleri yoktu. Sadece Yemen’de bir krallık vardı. Hâlbuki Müslüman olduktan sonra büyük devletler kurdular. Emeviler hanedanının yıkılarak, yerine Abbasi hanedanının iktidar olması, Arapların hâkimiyetindeki devletin devam ettiğini göstermektedir. Bu iki hanedanlığın, yaklaşık dört asır hüküm sürmesi, “Araplarda, İslâm’dan dolayı devlet anlayışının olmadığı” tezini çürütmektedir.

Diğer taraftan, bugünkü İspanya’da devlet kurarak, bölgeyi yedi yüz yıl yönetmiş olan Endülüs Devleti de, yazarın düşüncesini bir başka açıdan çürütmektedir.

J.M. Roberts’in belki de dikkatinden kaçan bir başka husus daha var. Yukarıdaki paragrafta ifade ettiğimiz gibi, İslâm öncesindeki Mekke ve Medine Araplarında devlet kavramı yoktur. Müslüman olmadan önce devlet otoritesi nedir bilmeyen bu Araplar, İslâm ile müşerref olduktan sonra, çok büyük devletler kurmuşlardır.

Eğer yazar, bu ayrıntıya dikkat etseydi, “İslâm düşüncesinde devlet otoritesinin meşru olmadığı” şeklindeki bir iddiayı ortaya atması ihtimali çok düşük kalırdı. Aksine, İslâm’da devlet otoritesinin var olduğunu, devletin yönetim şeklinin, günümüzdekine yakın anlayışta demokratik bir yapıda olduğunu iddia edebilirdi. Yani, önyargılı düşünmeyen, sorgulayan her araştırmacıdan beklenilen fikri davranışları gerçekleştirmesi umulurdu.

Anlaşılan o ki, yazar, Arapların bir kısmının günümüzdeki hallerine bakarak böyle bir fikri savunmuştur. Yazar, sadece Arapları incelemeyip, Müslüman Türkleri ve hattâ diğer bazı Müslümanları da araştırsaydı, bu yanlışa düşmezdi. Eğer İslâm’daki devlet anlayışı yazarın dediği gibi olsaydı, bundan Türkler de etkilenir, eski anlayışlarını terk ederlerdi. Aksine eski anlayışlarını daha geliştirdiler. Dolayısıyla, derinlemesine bir irdeleme yapsaydı, hatanın İslâm’da değil, Arapların birçoğundaki fabrika ayarlarına dönüşte olduğunu görürdü.

Demek ki Arapların birçoğunun, devlete bakışlarındaki sorun, İslâm’da değildir. Yönetenlerin bir kısmının, İslâm’ı kendi anlayışlarına, geleneklerine ve menfaatlerine uydurma gayretlerindedir.  

Sosyal kategorisine gönderildi | ARAPLARDAKİ DEVLET ANLAYIŞINDA İSLÂM’IN ETKİLERİ için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

BAYRAM KUTLAMASI

Bayramları zehir eden, içimizdeki nefrettir

Bayramları güzelleştiren, içimizdeki hoşgörüdür

Bayram, eğer içimizde sevgi varsa, mutluluktur

Bayram, eğer başkasını sevindirirsek, Bayramdır.

Bayram yapacak insanların sayılarının artmasına vesile olmak için; kalbinden nefreti söküp atanların, insanlara hoşgörü ile bakanların, onlara sevgiyle yaklaşanların, başkalarını da sevindirmek için çabalayanların Bayramını kutlarım.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

19UNCU YÜZ YILDA ABD KALKINMASI ÜZERİNE

19UNCU YÜZ YILDA ABD KALKINMASI ÜZERİNE

 

Bilindiği gibi, Amerika’ya ilk gidenler, İspanyollar ve Portekizlilerdir. Bunlar ilk olarak Amerika kıtasının ortasına ulaşmışlardır. Fetihlerini sürdürürken, belki sıcak yerler aradıklarından, kuzeye doğru daha az gitmişlerdir. Daha çok güneye, sıcak bölgelere doğru hareket etmişlerdir.

Sonraki yüz yıllarda, Fransızlar ve İngilizler de Amerika’ya gelmişlerdir. Onlar da, kendi ülkelerinin paralelinde olan bölgelere yani kıtanın kuzeyine yönelmişlerdir.

Günümüzdeki Amerika kıtasının kalkınmışlık durumuna bakılınca, İspanyolların ve Portekizlilerin hâkim oldukları bölgelerin halleri, bugünkü İspanya ve Portekiz ile benzeşmektedir.

Bu benzerlikten bir genelleme çıkaramayız. Ama arada ciddi bir etkileşimin olduğu muhakkaktır. Çünkü fethe çıkan ülkeden gelen göçmenler, yeni yerleştikleri topraklarda işlerini yürütürken, sahip oldukları bilgi ve görgüye göre hareket ederler. Ayrıca, alış verişlerini, geldikleri ülkedeki tanıdıklarıyla yaparlar. Diğer taraftan, kendi çocuklarını da, kendilerinin anlayışına uygun yetiştirirler. Dolayısıyla, en azından ilk iki neslin, geldikleri ülkelerle etkileşimleri ciddi boyutta gerçekleşmiştir.

Bu kısa notu düşmemizin bir sebebi var. Aşağıda ABD’nin kalkınmasıyla ilgili olarak öne süreceğimiz etkenlerin, kıtanın orta ve güney bölgeleriyle karşılaştırmasını yaparak, okuyucularımızın fikir yürütmesini kolaylaştırmayı düşündük.

ABD kalkınmasının temelinde birkaç etken sayılabilir. Bunlardan birisi de doğal kaynaklarının çokluğudur. Bölge, gerek yer altı ve gerekse yer üstü kaynakları açısından zengindir. Ayrıca, varlıkları, çeşitlilik açısından çok geniş bir yelpazeye sahiptir. 19uncu asırdaki nüfusunun azlığı ile tabii varlıkların çokluğu bir arada değerlendirilince, bölgenin kendi kendine yeter bir durumda olduğu ortaya çıkmaktadır.

Diğer taraftan 19uncu yüz yıl, Napolyon’un yenilmesi sonucu imzalanan 1815 Büyük Avrupa Barışı antlaşması sonrasında, denizlerde “balina” olarak nitelenen Birleşik Krallığın da, rakipsiz kaldığı için kıtalararası imparatorluk kurduğu bir dönem olmuştur. Bu durum, İngiltere ile sıkı irtibat içerisindeki ABD’nin, ürettiği fazla malları rahatça satabileceği bir ortamın oluşmasına vesile olmuştur. Orta ve Güney Amerika halkının bu şansı, kuzeydekiler kadar olmamıştır. Kuzeydekiler, Birleşik Krallık aracılığıyla bütün dünyaya mal satarlarken, Amerika’nın güneyindekiler satamamışlardır.

ABD’nin kalkınmasının bir başka etkeni göçmenlerdir. Ülkelerindeki zor şartlardan kaçan veya Amerika’nın zenginliğinin hayaliyle gelen insanların ortak özellikleri, mecburen de olsa, yüksek mücadele azmine sahip olmalarıdır. Ülkeye gelen göçmenlerin, başarmaktan başka şansları yoktu. Memleketlerinden güç şartlarda hicret ettiklerinden, zorlu hayata ve seyahate alışmışlardı. Bu nedenle geldikleri ABD’deki yeni açılan (vahşi) Batı bölgesine gitmek için, zorlu seyahat şartlarına ve yaşam mücadelesine daha kolay katlandılar.

Kalkınmaya tesir eden bir diğer amil, kölelerdir. Hem Afrika’dan getirilen hem de yerlilerden sağlanan insanlar, ucuz işgücünü oluşturmuşlardır. Baskı altındaki ucuz işgücü, beden gücünün etken olduğu dönemlerde, her zaman maliyetleri düşürmüştür.

Kalkınmanın bir başka önemli etkeni, ülke dışından gelen yabancı sermayenin çok olmasıdır. Yukarıda belirtildiği gibi, İngiltere’nin en az askeri harcama ile en fazla kazanç sağladığı bu dönemde, yani 19uncu yüz yılda, Birleşik Krallıkta sermaye birikimi olmuştu. Zengin İngilizlerin önemli bir bölümü, bu sermayeyi, İngiltere’den sonra daha güvenilir buldukları ABD’ye yatırmayı uygun görmüşlerdir. Orta ve Güney Amerika’da yaşayan halkın çekebildiği yabancı sermaye, ABD ile kıyaslanamayacak kadar az olmuştur. Kısmen, besicilik gibi alanlarda Arjantin sermaye transferini yaşamıştır.

Aslında yabancı sermaye, ülkelerin borçlanmalarına ve faiz sarmalının içine düşmelerine sebep olur. ABD’de de benzer durum yaşanabilirdi. Ama Prusya’nın, Alman Birliğini sağlayarak güç kazanmış bir şekilde ortaya çıkması taşları yerinden oynattı. Başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar, silahlanmaya büyük harcamalar yapmaya başladılar. Bu durum ABD’nin sanayisinin gelişmesine olumlu etki yaptı. Avrupalılar, sömürüden daha fazla pay alabilmek amacıyla ve hızlarını alamayarak Birinci Dünya Savaşını çıkardılar. Birbirlerinin varlıklarını hem harcattılar, hem de üretime değil, patlayan silahlara yatırım yaptıklarından, hiç işe yaramamasına vesile oldular. Birinci Dünya Savaşından çıkıldığında, savaşa karışan ve hatta karışmayan bütün Avrupalı devletler zarar içerisindeydiler. Fakat savaş bölgesiyle ilgileri olmayan iki ülke borçlarından kurtuldukları gibi, ilaveten sermaye sahibi olmuştu. Bu iki ülke ABD ve Japonya’dır.

ABD’nin 19uncu yüz yıldaki kalkınmasının dikkat çekmeyen bir sebebi daha vardır. Bilindiği gibi, yeni açılan Batı bölgesi ile birlikte toprakları çok genişlemiş olmasına rağmen, nüfus halen az idi. Yeni insan gücü bulmakta çok zorlanıyorlardı. Köle sistemi bile yetersiz kalıyordu. Bu zorluk, ABD’li işverenleri, insanın yapacağı işleri, teknoloji ile yapma çabasına yönlendirdi.

Toprakların geniş, nüfusun az olması, iç pazar için yurt dışından mal getirmenin anlamsız olmasına sebep olmuştu. Ülke içi pazarın genişliği üreticilerin hiç satış zorluğu yaşamadan üretimlerini artırmaya yönelmelerine sebep olmuştu. Artan iç üretim fazlalaşınca, ihracat imkânları artmıştı. Bu durumu gören ABD’li yetkililer, gümrük duvarlarını yükselttiler. Dışarıdan ucuz malların gelmesini engellediler. Böylece iç üretimin önünü açtılar.

Bilhassa Kuzey-Güney Savaşından, yani iç savaştan sonra, barış ortamı doğunca nüfus hızla artmaya başladı. Artan nüfus, hem sayı açısından hem de mücadeleci insan gücü bakımından iç pazarın kapasitesini de artırdı. Böylece gümrüklerin yükseltilmesinin rehavetine kapılmadılar. Bu defa üretim, iç rekabet ortamı içerisinde artarak sürdü. Dolayısıyla, kazançlarını yurt dışına kaptırmadan, iç üretimi artıracak yatırımlara harcayabildiler.

19uncu yüz yıl sonunda öncesinde borç alan ülke konumundan, Birinci Dünya Harbinin sonunda borç veren devlet durumuna gelmişlerdi. Ama gümrük duvarlarını yine indirmediler. Böylece iç pazarın gücünden yararlanarak hızla geliştiler. Borç verdikleri Avrupa’dan, stratejik ürünlerin haricinde, pek mal almadılar.

Yukarıda bahsettiğimiz düşüncelerimizin, günümüzde bütün devletlere yol gösterebilmesi için, konuyu bugün ile bağlamakta fayda var. ABD’nin 19uncu yüz yıldaki kalkınması üzerine fikir yürüttüğümüz etkenler, günümüzde de farklı şekillerde devam ediyor.

O dönemde ABD’liler, Birleşik Krallığa ihracat yapıyorlar ve sermaye sağlıyorlardı. Günümüzde de, bu görevi küreselleşme sistemi sağlıyor. ABD’li yetkililer, Dünyayı küreselleştirmek için, ekonomik sınırları kaldıran uluslararası anlaşmalar oluşturdular. Böylece gümrük vergisi sıkıntısı çekmeden ihracat yapabiliyorlar. Dünyanın her yerinden sermaye sağlayabiliyorlar.

19uncu yüz yılda ülkeye gelen göçmenlerin benzerleri, aynı hırsa sahip olmalarına karşılık kapasiteleri daha da artmış olarak, bugün de ABD’ye gitme yarışındalar. Tabiri caizse, “beyinleri” göçmen olarak çalıştırıyorlar. 19uncu yüz yılda, ucuz işçilik için köleler vardı. Günümüzde de ucuz işçilik temin ediyorlar. Ama işçileri kendi ülkelerine getirmiyorlar. Fakir ülkelere fabrikalarını taşıyorlar ve o bölgelerdeki insanları, çok ucuza ve çok riskli ortamlarda çalıştırıyorlar. Eğer fabrikaları yine kendi ülkelerinde kursalar ve fakir insanları ABD’ye getirseler, onları aynı riskli şartlarda ve ucuza çalıştırmaları mümkün olmaz. Ayrıca ülkelerine gelen bu fakir insanların ileride yaratacakları kesin olan sosyal sorunlardan kurtulmuş oluyorlar. Nitekim günümüzde siyah derili vatandaşları, ABD’nin çözemediği en büyük sosyal yapısıdır.

İç pazarlarının genişliği yine büyük bir avantaj. Teknolojideki gelişmelerin hızı, insanlara yeni imkânlar sunuyor. Tıpkı, 19uncu yüz yılda Batı bölgesinin yerleşime açılması sırasındaki gibi, teknolojik gelişmeler insanlara umut veriyor.

Günümüzdeki ABD’nin özel bir avantajı var. İtibari paraya geçilmiş olması ve ABD dolarının bütün dünyada çevrilebilir geçerlikte para olması, onlar için çok önemli bir etkendir. Para basımının da neredeyse serbest olması, ABD’nin ekonomik açıdan en önemli avantajlarını teşkil etmektedir.

Bu makalemizi, insanlığın geleceğiyle ilgili dersler alabilmemiz amacıyla ele aldık. Okuyucularımın çok kapsamlı irdelemeler yaparak, insanlığın güzel geleceği için yöntemler düşüneceğine inanıyorum

Benim hatırlatmak istediğim, eğer küreselleşme, tıpkı 19uncu yüz yılda olduğu gibi, çoğunluk devletlerin aleyhine ve azınlık bir gurubun lehine işlemeye devam ederse, insanlığın geleceğine umutla bakmamız, hem zenginler hem de fakirler için, mümkün görünmüyor.

Sosyal kategorisine gönderildi | 19UNCU YÜZ YILDA ABD KALKINMASI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

HAY’DAN GELEN HU’YA GİDER

HAY’DAN GELEN HU’YA GİDER SÖZÜNÜN ANLAMI ÜZERİNE

 

Yazımızın başlığındaki bu deyim, günümüz Türkçesinde, “haydan gelen huya gider” şeklinde söylenilmektedir. Bu özdeyişten günümüz insanının anladığı şudur: “emek verilmeden, yani havadan kazanılan şeyler, bir işe yaramadan elden çıkar”. Yani, bedavadan gelen, bedavaya gider anlamındadır.

Deyimin günümüzdeki bu anlamı ile özdeyişteki kelimeleri karşılaştırdığımızda, arada hiçbir bağlantının olmadığını gözlemlemekteyiz. Çünkü günümüz Türkçesinde “hay” ve “huy”, başka anlamlardadır. Eğer deyimin anlatmak istediği şey bizim şimdiki anladığımız gibi olsaydı, “bedavadan gelen, bedavaya gider” veya “havadan gelen, havaya gider” denilebilirdi.

Deyimler, bir toplumda çok uzun yıllarda oluşurlar. Deyimler, bir dilin dayandığı kültürü yansıtırlar. Nitekim belli bir kültüre ulaşmamış toplumlarda, deyimler ya oluşmazlar, ya da yetersizdirler. Kalıplaşmış sözler niteliğindeki bu özdeyişler, o dili kullananların soyut düşünmeye başladığını gösterir. Soyut düşünceler, edebiyat ve felsefenin gelişmesine vesile olurlar.

Eğer deyimler, bir felsefeyi yani hayata bakışı yansıtıyorsa, atalarımızın uzun yıllar boyunca oluşturdukları bu sözün de başka bir anlamının olması ihtimali kuvvetlidir. Bu sebeple, biz de, bu anlamın ne olabileceğini belirleyebilmek için, yazımızın başlığındaki deyimi ve kelimeleri irdeledik.

Hay kelimesi, İslâmiyet’te “Hayy” olarak geçer. Yüce Yaradan’ın vasıflarından birisidir. “Diri, canlı olan, ölmek şanında olmayan” anlamındadır

Şimdi, deyimdeki “hu’ya gider” kavramının anlamını tam anlayabilmemiz için, geçmiş zamanlardaki yaşantıları göz önüne getirmemiz faydalı olacaktır. Bilindiği gibi eskiden evler, apartmanlardaki, daireler şeklinde değildi. Evlerin çoğunun odaları önü açık sahanlığa açılırdı. Evlerin damlarından, sahanlıklarından (ki hayat olarak adlandırılır) ve bahçelerinden, komşular birbirlerini görürlerdi. Hattâ çoğu komşu, evlerinin içinden açtıkları bir kapıdan birbirlerine girip çıkarlardı. Dolayısıyla, komşuya gitmek için dış kapıya çıkıp, komşunun dış kapısından içeri girmeye gerek kalmazdı. Komşular birbirlerine bir şey söyleyeceklerinde, şimdiki gibi apartmandaki dairesinden çıkıp, komşusunun ziline basmazdı. Evinin açık alanına çıkar veya pencereyi açar, “hu” veya “hu komşu” diye seslenirdi. Komşusunun ismini söylemezdi. Komşusu da, bir “hu” sesi duyduğunda, hemen sesin geldiği tarafa yönelirdi. Çünkü kendisine bir komşusunun seslendiğini anlardı.

Takdir edileceği gibi, iyi bir komşu, insanın hayatına güzellik katar. Kötü bir komşu, insanın içini karartır. Bundan dolayı atalarımız “ev alma, komşu al” derlerdi.

İyi komşular, her şeylerini paylaşırlardı. Çünkü yine ataların deyimi olan “komşu komşunun külüne muhtaçtır” sözünün gerçekliğini bizzat yaşayarak görürlerdi. Komşular arasındaki paylaşım, sadece maddi açıdan olmazdı. Manevi paylaşımlar yapılırdı. Dertler ve sevinçler de paylaşılırdı.

İyi komşular birbirlerini korurlardı. Son peygamber Hz. Muhammed’in “komşusu aç iken tok yatan, bizden değildir” sözünü herkes bilirdi. Bu sebeple, sahip olduğu varlıklardan, “hu” diye seslendiği komşusuna da pay verilirdi. Komşular, birbirlerine haber bile vermeden yiyecek gönderirlerdi. Evlerde yapılan turşulardan, reçellerden, yemeklerden, bağ ve bahçelerinden yaptıkları hasatlarından komşulara mutlaka dağıtılırdı. Ben çocukluğumda, bu anlattıklarımdan çok daha fazlasını yaşadım. Çoğu okuyucumun da yaşadıklarını zannediyorum.

Şimdi, geçmişte yaşanmış bu gerçeklerin ışığında, yazımızın başlığındaki deyimi tekrar ele alalım. “Hay’dan gelen hu’ya gider” sözünün, yukarıdaki gerçeklerle değerlendirilince, “Tanrı’dan gelen, komşuya gider” anlamında olması ihtimali çok kuvvetlidir.

Bazı insanlar ihtiyaçlı olmalarına rağmen, komşularına sezdirmemeye çalışırlardı. Diğer komşular, onların hallerinden anlayıp, ihtiyaçlarını gidermeye gayret ederlerdi. Komşular bilirlerdi ki, Tanrı’nın onlara verdiği bu nimetler, mal, mülk kendilerine ait değildir. Mal ve mülkün asıl sahibi Yüce Yaradan’dır. Komşuların bildiği bir başka şey daha vardı. Bir atasözünde ifade edildiği gibi “düşmez kalkmaz sadece Allah’tır” anlayışına sahiptiler. Bu nedenle, “ne oldum değil, ne olacağım” demek gerektiğine inanırlardı. Dolayısıyla, ihtiyacını gizleyen komşularına hissettirmeden yardım ederken, bu atasözlerini hep göz önünde tutarlardı.

Diğer taraftan, günümüz Türkçesinde bazılarımızın kullandığı “yahu” kelimesi de, aslında argo bir terim değildir. Aslı, “ya hu!” anlamındadır. Bir komşumuzun veya dostumuzun karşılaştığı bir sıkıntısı karşısında, onu teselli etmek için, “bu da geçer ya hu!” deriz. Veya bir yanlışını düzeltmesini (örneğin sigarayı bırakmasını) istediğimiz komşumuza veya dostumuza “vazgeç ya hu!” deriz. Kızgın birini sakinleştirmek için “hoş gör ya hu!” diye öfkesini dindirmeye çalışırız. Bizi neşelendiren bir dostumuza “hay Allah iyiliğini versin” diyerek, Yüce Yaradan’ın “hay” vasfını dile getiririz.

Dolayısıyla, “hay” sözümüz, Tanrı’yı işaret etmektedir. “hu” hitabımız, komşularımızı ve çevremizdeki insanları kapsamaktadır. Demek ki, “Hay” yani diri ve ölümsüz olan Yüce Yaradan’ın bize verdiklerini, bizler de “hu” diye seslendiğimiz insanlarla paylaşmalıyız. Böylece “Hay’dan gelen hu’ya gider” deyimine uygun davranmış oluruz.

Konuya tasavvuf açısından bakarsak, “Hu” kelimesi de Yüce Yaradan’ın sıfatlarından olduğundan, “Allah’tan gelen Allah’a gider” anlamı çıkar. Mülkün asıl sahibi olan Tanrı’dan bize gelen bir varlığın tekrar Tanrı’ya gidebilmesi, ancak sahip olduğumuz varlıklarla yaptığımız iyilikler sayesinde olur. Bu bakış açısı da, yukarıdaki yorumumuzla aynı kapıya çıkmaktadır.

Sosyal kategorisine gönderildi | HAY’DAN GELEN HU’YA GİDER için yorumlar kapalı

ALLAH’IN SEVDİĞİ DAVRANIŞLAR

ALLAH’IN SEVDİĞİ DAVRANIŞLAR

 

Bu sitede yayınladığımız bir yazımızda, Yüce Yaradan’ın sevmediği davranışları, Kur’an ayetlerinden örnekler vererek aktarmıştık. Ve “Allah’ın sevmediği insanları, seven insan var mıdır acaba?” diye sormuştuk. O makalenin amaçlarından birisi, Yüce Yaradan’ın, insanların davranışlarının bazılarını sevmemesinin sebebinin, net olarak görülmesini sağlamaktı.

Bilindiği gibi, insanların çoğunluğunca, Yüce Yaradan despot bir Tanrı olarak algılanmaktadır. Çünkü tek olan Tanrı’yı anlatanların çoğu, bu şekilde algılanmaya yol açacak açıklamalar yapmaktadır. Yapılan yanlışların bazılarıyla ilgili olarak bu sitede açıklayıcı yazılar yayınlamaya çalıştık. Bunlardan birisi “Allah, Dilediğini Değil, Dileyeni Saptırır” başlıklı makalemizdir. Dolayısıyla, Yüce Yaradan’ın, dilediğini saptırdığını, dilediğini doğru yola ilettiğini düşünen insanlar, tek olan Tanrı’yı despot bir hükümdar gibi algılamaktadırlar.  Yüce Yaradan’ın, sırf kullarına eziyet vermek için bazı şeyleri sevmediğini söylediğini ve sırf sevmediği için de, insanlara yasakladığını zannetmektedirler.

Böyle bir algılamanın doğru veya yanlışlığını anlamak için, insanların yani bizim davranışlarımızla karşılaştırma yapalım. Takdir edileceği gibi, sıradan bir anne, kendi çocuğuna karşı, şefkat ve merhametle davranmaya gayret eder. Hâlbuki o çocuğu kendisi yaratmamıştır. Çocuğu yaratan da Allah’tır. Anne ve baba sadece aracılık etmişlerdir. Buna rağmen ebeveynler çocuklarına şefkatli davranmaya çalışmaktadırlar. Ebeveynler böyle merhametli tavır sergilerken, bütün insanlığın yaratıcısı olan Yüce Yaradan’ın despot olması mümkün müdür? Hem de, insanların sorunsuz yaşayabilmeleri için, yeryüzünde hiçbir eksik bırakmadan her imkânı oluşturmakla yetinmeyip, evrenin sistemini, dünyanın düzenini koruyacak şekilde yaratan bir Allah, nasıl olur da despot olarak hayal edilebilir?

Her ebeveyn, çocuklarını yetiştirirken, çocukları, hoşlarına giden şeyler yaptıkça sevinmişlerdir. Çocuk, kendisi için tehlikeli olan şeyleri bilmediği için yaptıkça onları uyarmışlardır. Çocuk daha küçük olduğu için, bazen bu uyarıları anlayamamış olabilir. Eğer çocuk, yeniden aynı hataları yaparsa bu defa, ebeveynler kızgınlıklarını gösterecek şekilde karşılık verirler. Onları çeşitli şekillerde cezalandırmaya, bazı şeylerden mahrum bırakmaya çalışırlar. Çünkü çocuğun yaptığı, çocuk için tehlikeli bir davranıştır. Çocuk tehlikeli olduğunu bilmeden yapmaktadır. Hâlbuki Yüce Yaradan, Kendisi hakkında ağza alınmayacak sözler sarf ederek yok sayan yetişkin ateistleri, ne yaptıklarını bildikleri halde bile rızıklandırmakta ve onlardan hiçbir nimetini esirgememektedir. Yanlışta ısrar edenleri bile sıkça uyararak, tövbe etmelerini beklemektedir.

Geçmişte her türlü kötülüğü ve zulmü yapmış olan bir insan, tövbe eder ve Allah’ın sevdiği işleri yapmaya başlarsa, Yüce Yaradan, onu affedeceğini ve Cennetine alabileceğini, Kur’an’ında sıkça vurgulamaktadır.

Biz de, merhameti gazabından daha geniş olan Yüce Yaradan’ın, sevdiği davranışları Kur’an’dan ayetlerle aktararak, insanların, Tanrı algılamalarını yeniden gözden geçirmelerine vesile olmaya çalışacağız. İşte Yüce Yaradan’ın sevdiği davranışlar:

Bakara Suresi 2/222: “…Şüphesiz Allah çok tövbe edenleri sever, çok temizlenenleri sever.”

2/195: “…Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.”

Ali İmran 3/76: “…şüphesiz Allah da sakınanları sever.”

3/134: “…Allah, iyilik edenleri sever.”

3/146: “…Allah, sabredenleri sever.”

3/148: “…Allah, güzel davrananları sever.”

3/159: “…Şüphesiz Allah, Kendine dayanıp güvenenleri sever.”

Maide Suresi 5/13: “…Çünkü Allah, iyilik yapanları sever.”

5/42: “…Çünkü Allah, âdil davrananları sever.”

5/93: “…Allah, iyilik edenleri sever.”

Tevbe Suresi 9/4: “… Şüphesiz Allah, sakınanları sever.”

9/7: “…Allah sakınanları elbette sever.”

9/108: “…Allah, tertemiz olanları sever.”

Hud Suresi 11/90: “Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tövbe ile dönün. Şüphe yok ki Rabbim çok merhametlidir, çok sever.

Hucurat Suresi 49/9: “…Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.”

Mümtehine Suresi 60/8: “…Şüphesiz Allah, âdil davrananları sever.”

Ayetlerde görüldüğü gibi, Allah’ın sevdiği bütün davranışlar, mantıklı her insanın da sevdiği davranışlardır. Her insan, karşısındakilerin kendisine böyle davranmalarını ister. Kendisine böyle tavır sergilendikçe, mutluluğu artar. Bundan dolayı, Yüce Yaradan’ın sevdiği şekilde davranan insanların sayıları arttıkça, dünyanın daha huzurlu yaşanacak bir yer haline geleceği açıktır. İnsanların büyük çoğunluğu böyle güzel davrandıkları zaman, bütün insanlık için yeryüzünün Cennetten bir parça olacağı da aşikârdır.

Bu dünyadaki yaşamın daha huzurlu olabilmesi için, Tanrı’yı bilen ve sevgi sahibi her insanın gayret etmesi şarttır. Sevgi sahibi bir insan, Yüce Yaradan’ı yanlış algılayanlara gerçekleri anlatmaya çalışmalıdır. Çevresindekilere bu hususta yol göstermeye gayret etmelidir.

İnanan ve sevgi sahibi kişiler olarak, insanlığın huzurunu bozanları ikaz etmeliyiz. Uyarıları dinlememekte ısrar etmekle yetinmeyip, insanlığın huzurunu bozmaya kalkışanlara, elimizden geldiğince engel olmalıyız. Bu konuda Yüce Yaradan, bizlere şöyle yol gösteriyor.

Saff Suresi 61/4: “Hiç şüphe yok ki Allah, Kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”

Ayetlerden anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, yarattığı kullarının bu dünyada huzur ve güven içerisinde yaşamalarını, böylece imtihanda başarılı olarak, Cennetine girmelerini arzu ediyor. Saff Suresi 4üncü ayetinde, insanlığın huzurunu bozanlara ve insanların Cennete girmesini engellemeye çalışanlara karşı, “duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak” savaşıp bertaraf edenleri seveceğini net bir şekilde ifade ediyor.

Allah’ım, Senin sevgine mazhar olabilmemiz için, bizlere verdiğin sevme duygumuzu artır, bizlere irade gücü ver ve mücadele azmi ver.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH’IN SEVDİĞİ DAVRANIŞLAR için yorumlar kapalı

RAUF DENKTAŞ’IN GENÇLERE TAVSİYELERİ

RAUF DENKTAŞ’IN GENÇLERE TAVSİYELERİ

 

Rauf Denktaş’ın Ocak 1981 tarihinde kaleme aldığı “Gençlerle Sohbet” adlı küçük kitapçığından anladıklarımı, aktarmaya çalışacağım. İnşallah, güzel bir özet yapar ve ebediyete intikal etmiş olan güzel insan Rauf Denktaş’ın ruhunu incitmem.

Denktaş bu söyleşisine, gençlerin hayat yolculuğuna hazır olup olmadıklarını sorgulayarak başlıyor. Geçici bir imtihan dünyasında yaşadığımızı belirttikten sonra, bizi bekleyen tehlike ve tuzakların sonsuz olduklarını vurgulayarak, gençleri uyarıyor. Böylece, imtihanın, insanın ölümüne kadar süreceğine dikkat çekmiş oluyor. Bu çetin hayat yolculuğuna hazır olabilmek için, manen silahlanmak gerektiğini söylüyor. Manen silahlanmanın tek yolunun, Allah’ın yoluna baş koymak olduğunu vurguluyor.

Allah’ın yoluna baş koyan bir insan, kendisinin geçici olmasına karşılık, Yüce Yaradan’ın, devamlı yani baki olduğunu anlar. Bu gerçeği anlayan bir kişinin, yaşadığı sürece yapacağı işlerden, Hak yolunda olanların dışındakilerin boş olduğunu kavraması kolaydır.

Denktaş, her gün kendimize şöyle sorular sormamızı tavsiye ediyor: “Hak yolunda, hak ve adalet için bugün ne yaptım? İnsanlık için, yoksullar için ne yaptım? Bir yakınımın, bir yetimin elinden tuttum mu?”

Gençlere, kadere karşı gelmemelerini tavsiye ettikten sonra, bazı öğütlerini şöyle sıralıyor: “Her olayda, size ve çevrenize verilen bir ders, bir hikmet vardır. Hayatta hedefiniz, iç huzurunuz, sağlığınız ve esenlik olsun. Bunları para ile satın alamazsınız.”

Denktaş, ne yapacaklarını bilemeyen gençlerin, Kur’an’a başvurmalarını istiyor. Aramasını bilenlerin, hayatta karşılaştıkları her sorunun cevabını, Kur’an’da bulabileceklerine dikkat çekiyor.

Gençlerin, Allah’ın, onları ulvi bir maksat için yarattığının şuuru içerisinde, hürriyete, insanlığa ve barışa hizmet etmelerini istiyor.

Gençlere, başarılı olmanın yollarını da gösteriyor. Ekmeklerini taştan çıkarma mücadelesi veren gençlerin, hayatın tadına varacaklarını söylüyor. Gençlere “hayatta, mutlaka, yaşamınızı anlamlandıracak bir hedefiniz olsun” diyor. Ve ekliyor; ”bu hedefe ulaşabilmenin yolu, aklını kullanmak, doğruluktan ayrılmamak ve sebat etmektir.”

Allah’ın, her kuluna eşit şans verdiğini vurguladıktan sonra, “Allah, doğrunun, iyinin ve Hak yolunda olanın yardımcısıdır. O’na ve kendinize güvenin” diyerek her daim umutlu olmaları için yol gösteriyor. Allah’a tevekkülü yanlış anlamamak gerektiğini, Allah’ı suçlayarak, ellerimizi ovuşturup oturmanın yanlışlığını vurguluyor. Kolları sıvayarak, işe koyulmak gerektiğini gençliğin geri gelmeyeceğini, bu sebeple, bir taraftan da öğrenme, arkadaş edinme ve insanlara yardımcı olma fırsatını kaçırmamak gerektiğini ifade ediyor.

Hayatın, hem rengârenk hem de ahenkli olduğuna dikkat çeken Denktaş, ruhen genç kalmayı öğrenmemizi öğütlüyor. Gençlere “geleceği daha güzel yapmak benim elimde” diyerek, neşeli olmaları gerektiğini vurguluyor. Olanlara üzülerek takılıp kalmanın yanlışlığını ifade ederek, şu tavsiyeyi yapıyor; “hataları tekrar etmemeye çalışın, çünkü kalan hayat sizindir”.

Eğer, sizi başarısızlığa iten bir çevreniz varsa, o çevreden kurtulmaya çalışılmasını tavsiye ediyor. Sizi yanlışa götüren çevreden ayrılmanız sizin elinizde diyor ve ekliyor; “hayatta arkadaşlarını seçemeyen kişilerin başarı şansı çok azdır”. Asıl olanın, doğru yolda yürümek olduğunu, doğru yolda olduğumuz sürece, istediğimiz gibi yaşayabileceğimizi, eleştirilerden korkmamamızı öğütlüyor.

Denktaş, hayatımızın geçmişte kalan kısmına bakmamamızı, ama daha iyisini ve daha güzelini yapmak için gayret etmemizi istiyor. Gençlerin hayal etmelerini ve hayallerini geniş tutmalarını öğütlüyor. Ama “hayalperest olmayın” diyor. “İnançlı olun, heyecanlı yaşamayı sevin, hareketli olun” diye tavsiyede bulunuyor.

“Hata yapmaktan korkmayınız, ama yaptığınız hatayı tekrarlamayınız” diyerek yol gösteriyor. Başarısız olmak isteyenlere de yol gösterirken, aslında başarının anahtarını veriyor; “eğer başarısız olmak istiyorsanız, kararsız davranın, suçu başkalarına veya talihinize yükleyin yeter” diyor. Geçmiş hayatında başarısız olduklarını düşünen gençlerin de, “vakit çok geçti” dememelerini, umutsuzluğa düşmemelerini öğütlüyor. Başarısız bir geçmişi olup ondan kurtulmak isteyenlerin, hayat tarzlarını, etraflarını, çevrelerini değiştirmelerini istiyor. Ayrıca, yaşadığımız kötü hatıraları unutmaya çalışırken iyilerini hatırlamaya gayret etmemizi tavsiye ediyor.

Denktaş’a göre, bir insan, insan olduğu için değerlidir. Bu sebeple, insan tarafımızı takviye etmemizi istiyor. İnsanlara şüpheyle bakmamamız, bizi anlamalarını istiyorsak, bizim de onları anlamamız gerektiğinin altını çiziyor. İnsanlara karşı anlayışlı olmaya gayret etmemizi ve insanlara yardımcı olmaktan zevk almaya çalışmamızı tavsiye ediyor. Almak istiyorsak vermesini, sevilmek istiyorsak sevmesini bilmemiz gerektiğini vurguluyor. Ayrıca, insanlara yaptığımız yardımları yayarsak, Allah indinde küçük düşeceğimizi hatırlatarak, kibirli ve mağrur olmamamızı öğütlüyor.

Denktaş, hayatta karşılaştığımız sorunları iki guruba ayırıyor. Çaresi olan sorunlar ve çaresi olmayanlar. “Çaresi olanları halletmek sizin elinizde, ama çaresiz olmayanları halletmek için boşuna emek sarf edip, üzülmeyin” diyerek, şu uyarıyı yapıyor; “böyle yapmazsanız üzülme hastası olursunuz”.

Kendimizi mutsuz ve bahtsız addettiğimiz anlar için, Denktaş’ın tavsiyesi şöyle; “elinize bir kâğıt alınız ve Allah’a şükretmenizi gerektirecek mutluluklarınızı sıralayınız. Listenize dikkatli bir gözle baktığınızda, sevinmeye başladığınızı göreceksiniz”.

Denktaş’ın bir başka tavsiyesi, dedikodu konusundadır. Bu güzel insan, başkaları hakkında dedikodu yapmamamızı istiyor.  “Siz başkaları hakkında dedikodu yapmazsanız, başkaları da sizinle ilgili dedikodu yapmayacaktır” diyor. Buna rağmen, bizimle ilgili dedikodu yapanlara da, cevap vermememizi öğütlüyor. Denktaş’a göre, çamur atanlar, çirkefte yaşadıkları için atacak çok çamur bulabilmektedirler. “Onları bırakın, içlerinde bulundukları çamurda çırpınsınlar. Allah onlara layık olduklarını verecektir” diyerek, bizi sakin olmaya davet ediyor.

Elimizden geldiğince, dostlarımızı çoğaltmamızı isteyen Denktaş, bunun, doğruluktan şaşmamakla sağlanabileceğini vurguluyor. Birlikte çalıştığımız insanların, hem bize hem de kendi kendilerine güvenmelerini sağlamamızı istiyor. Bunu sağlayabilmek için, onlara güven vermemizi, itibar etmemizi ve kişilik kazandırmamızı öğütlüyor. Bu hususla ilgili diğer bazı tavsiyeleri de şöyle; “müspet düşünün, kendi işinizi kendiniz yapın, güler yüzlü olun”. Ayrıca baba-ana dostlarımızı arada arayarak onların gönüllerini almamızı istiyor.

Denktaş, zenginlik nedir konusunu daha iyi kavrayabilmeleri için, gençlerin kendilerine şöyle sorular sormalarını tavsiye ediyor. “Sağlık açısından zengin miyim? Ruh zenginliğim nasıl? Aile sevgisi ve saygısı açısından zenginliğim nasıl? Etrafımda dönüp dolaşan çocuklar, teyzeler, dayılar, amcalar, halalar, dayılar açısından zenginliği nasıl? Arkadaş zenginliğim ne durumda, onlarla sevinçlerimi ve ya acılarımı ne kadar paylaşabiliyorum?”

“Görev size değil, siz göreve hâkim olun” diyen Denktaş, karar adamı olmamızı istiyor. ”Başkaları ne der” düşüncesiyle kendimizi harap etmememizi tavsiye ediyor. Halkın takdirinin, Hakkın rızasına tercih edilmemesini vurguluyor. Bunun için, haksızlığa boyun eğmememizi ifade ettikten sonra, kararlarımızda akıl ve adalet duygularının hâkim olmasını öğütlüyor.

Denktaş, gençlerden ölçülü olmalarını istiyor. Sözde, giyimde, uykuda, çalışmada, tasarrufta velhasıl hayatta ölçülü olmanın güzelliğini aktarıyor. Evrende ve dünyamızda her şeyin ölçülü olduğunu hatırlatarak, tabiatın kurduğu dengeyi ve ölçüyü bozmamamızı öğütlüyor. Diğer yandan, Allah’ın bize verdiği vücut makinesini de, ölçülü davranarak koruyabileceğimizi vurguluyor.

Denktaş, uygun bir uykunun önemine işaret ediyor. Ona göre, uyuyamıyorsanız, bunun bir nedeni vardır. Uykunuzu düzene sokmak için, erken yatıp erken kalkmaya çalışın. Yemek, çay, kahve gibi bazı hususların uykunuzu kaçırması ihtimaline karşı, kendinizi deneyin. Ama Denktaş’a göre, güzel bir uykunun en önemli vesilesi vicdan rahatlığıdır. “Bugün kimsenin hakkını yemedim, kimseye fenalık yapmadım, kimseyi kandırmadım” diyebilen herkes, başını yastığa koyar koymaz uyuyabilecektir.

Denktaş’ın diğer bazı tavsiyelerini ve çözüm önerilerini, makalenin sınırlarını aşmamak için özetlemedik. Ancak, yaptığı tavsiyelerin sonunda söylediklerini aynen aktarırsak, anlattıklarını bağlamış olacağımız inancındayım.

Denktaş diyor ki; “ben kimim, ben neyim?” sorusunun cevabını yine siz vermektesiniz, fakat farkında değilsiniz. Düşünceleriniz ne ise, siz osunuz. İyi düşünüyorsanız, iyisiniz. Güzel düşünüyorsanız, etrafınız da güzeldir, dünyanız da…

Siz ne yapıyorsanız osunuz. Lüzumundan fazla yiyorsanız, obursunuz. Yalan söylüyorsanız, yalancısınız. Çalışmaktan hoşlanıyor ve vaktinizi çalışarak dolduruyorsanız, çalışkansınız. O halde, kim ve ne olduğunuzun cevabını, başkalarında aramayınız. Kendinizde, içinizde arayınız. Bu arayış içine girdiğinizde, siz de göreceksiniz ki, Allah’ın sizden istediği yolda olduğunuz sürece sağlığınız ve iç huzurunuz da ilerleyecektir. Ufkunuz açılacak ve düşünceleriniz berraklaşacaktır. Fakat bu yoldan ayrıldığınız sürece, iç huzuru bulamayacaksınız. Hâlbuki mutluluk, iç huzurundan başka bir şey değildir.

Merhum Rauf Denktaş’ın bu güzel tavsiyelerini, biz de, “ hayatta başarılı olmak, iç huzuru yakalayıp mutlu olmaktır” sözüyle bağlayarak, güzel bir dua ile noktalayalım inşallah.

Allah’ım, Sana inanıyor, Sana güveniyor, Sana sığınıyor ve Seni seviyoruz. Senin sevgine mazhar olan kullarından olabilmemiz için, bizlere, irade gücü ver, zihin açıklığı ver, mücadele azmi ver.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | RAUF DENKTAŞ’IN GENÇLERE TAVSİYELERİ için yorumlar kapalı

ÇOĞUNLUK DÜRÜSTLÜĞÜ ÖNEMSERKEN SAHTEKÂRLIK NİYE ARTIYOR

ÇOĞUNLUK DÜRÜSTLÜĞÜ ÖNEMSERKEN SAHTEKÂRLIK NİYE ARTIYOR

 

Bu konuda fikir yürütebilmek için, bazı kavramları ve dayandıkları temelleri irdelemekte fayda var.

Maslow ve Sigmund Freud gibi düşünürler, insanları dürüstlüğe yönlendirmek için, kişilerdeki süper ego dedikleri anlayışın gelişmesi gerektiğini söylemişlerdir. Böyle düşünenlere göre insanlar, toplum olarak bazı erdemlere sahiptir. Dolayısıyla bizler, toplum içerisinde yaşadığımız için, sosyal erdemleri de içselleştirmişizdir. Bu sebeple, bu içselleştirmemiz, bizlerdeki süper ego anlayışının gelişmesini sağlamaktadır. Maslow ve Freud’un savunmaları genel anlamda böyle.

Bu düşünürler, insanlardaki mutluluk veya mutsuzluğun nedenlerinden biri olarak bu içselleştirmelerdeki uyumlarını göstermişlerdir. Onlara göre, insanlardaki süper ego, toplumun erdem kurallarına uyduğunda, insanlar mutlu olmaktadır. Süper egoları toplumun ahlâk kurallarıyla uyuşmadığında ise, mutsuz olmaktadırlar.

Bu düşünürlere göre, bizlerdeki süper ego ve beynimizin algılaması şöyle olmaktadır. Bizler bir kurala uyduğumuzda veya bir iyilik yaptığımızda, yapılan eylemler, beynimizdeki ödül merkezlerini uyarmakta ve bizim mutlu olmamızı sağlamaktadır.

Eğer, süper ego dedikleri anlayışın temeli bu ise, bu temelin sağlamlığına nasıl kani olacağız? Süper ego tanımı, belki bazı psikologların, mutlu olmamız için çikolata yememizi tavsiye etmelerine göre daha sağlam bir temele dayanmaktadır. Ama acaba, süper ego anlayışımızın dayandığı temel ne kadar sağlamdır?

Bilindiği gibi, avukatlar ve doktorlar, öğrenimlerini bitirdikten sonra mesleklerini ifa etmeye başlamadan önce, meslek yemini ederler.

Avukatlar, “hukuka, ahlâka, mesleğin onuruna ve kurallarına uygun davranacağıma, namusum ve vicdanım üzerine ant içerim” şeklindeki yazılı bir metni okuduktan sonra imzalarlar. İmzaladıkları bu metin onların dosyalarına konulduktan sonra, kendilerine avukatlık yapma izinleri verilir.

Peki, böyle bir metni imzalayan avukatlar, sözlerinde ne kadar duruyorlardır? Bu soruya, her okuyucumuz, kendi yaşadıklarına göre bazı cevaplar verecektir.  Biz verecekleri cevapları kendilerine bırakarak, bu hususta, bizzat avukatların kendilerinin ne düşündüklerine bakalım.

Sahtekârlık ve dürüstlük konularında çeşitli anketler yapan Dan Ariely’nin aktardığına göre, Florida Barosu 2003 yılında baroya kayıtlı üyeleri için şu tespiti yapmıştır:

“Sayısı azımsanmayacak bir kesimin, paragöz, açıkgöz, hilebaz, içten pazarlıklı ve güvenilmez olduğu hakikati ya da adaleti hiçe saydığı, kazanmak için çarpıtmaya, manevra yapmaya ve örtbas etmeye istekli, küstah, küçümseyici, ağzı bozuk olduğu”

Avukatların önemli bir bölümünün ne halde olduklarını biz söylemiyoruz. Kendi meslektaşları ve yöneticileri söylüyor. Avukatlar Birliği anlamına gelen bir Baro’nun aktardığına göre avukatların çoğu, mesleğe başlarken okuyup imzaladıkları metinde yazılanların tam tersini yapmaktadırlar.

Meslek hayatına başlarken yemin eden bir başka gurup, tıp mensuplarıdır. Onlar da, Hipokrat yemini ederek mesleğe başlama izni alırlar. Bu yeminin metni, daha uzundur. Dolayısıyla, avukatlık yeminine göre, bağlayıcı yönleri daha fazladır.

Peki, doktorların büyük çoğunluğunun, yaptıkları Hipokrat yeminine uyduklarına, kaçımız şahitlik edebiliriz. Okuyucularımızdan ne kadarı, doktorların gereksiz ameliyatlar veya başka işlemler yapmadıklarını söyleyebilir. Bir doktorun, çalıştığı hastanenin ameliyathanesinde yaptığı bir ameliyat için, hastadan para istemediğine, kaç okuyucumuz şahit olmuştur. Özel laboratuvarlarla menfaat ilişkisinde olmayan doktor sayısının çok olduğunu söyleyebilir miyiz? Bazı laboratuvarlardan komisyon almadıklarını, döner sermayeden aldıkları payları artırmak için, yeni yapılmış bir tahlili bile kabul etmeyerek, kendi çalıştığı yerde veya göndereceği laboratuvarda yenisinin yapılmasını istemediğini, vicdan huzuruyla söyleyebilir miyiz?

Yemin edilerek mesleğe başlanılan alanlarda böyle iken, yemin edilmeyenlerini hiç irdelemesek iyi olacak galiba.

Bu durumda birkaç ihtimal görünüyor. Birincisi, yaşadığımız toplumdaki sosyal erdemler, kaybolmuş. Toplumların anlayışı, Florida Barosunun şikâyet ettiği şekilde, ahlâksızlığa ve erdemsizliğe dönüşmüştür. Dolayısıyla, avukatlar da, içinde yaşadıkları cemiyetin özelliklerini içselleştirmişlerdir. Ancak, bu ihtimalin doğru olabilmesi için, hem toplumun hem de avukatların çok büyük bir bölümünün aynı yapıda olmaları gerekir. Eğer, büyük çoğunluğun, ahlâksız yapıda olduğunu düşünüyorsanız, insanlığın durumu içler acısı demektir. Bu durumda, çözüme ulaşmak için, en zorlu mücadeleyi vermek gerekir.

İkinci bir ihtimal daha var. Yapılan yeminin, insanın vicdanını harekete geçirecek bir yönü yoktur. Ayrıca, yeminine uymadığında karşılaşacağı ciddi bir yaptırımın olmamasıdır.

Avukatlar, doktorlar ve diğer meslek sahipleri, eğitimli kesimdir. Dolayısıyla, Sigmund Freud’un bahsettiği toplum içerisinde yaşadıkları için, cemiyetteki sosyal erdemleri içselleştirmiş olmaları en çok beklenenlerdir.

Demek ki, süper egomuzu besleyen kaynak yetersizdir. Süper egomuzu toplumun yönlendirmesi, pek bir işe yaramıyor. İnsanlara, sadece yol göstermekle yetinip, onları serbest bırakınca, şaşırabiliyorlar. Eğer, yöneticiler daha önce şaşırmış iseler, toplumun onlara uyması daha hızlı oluyor. Dolayısıyla, giderek şaşkın bir toplum oluyoruz.

Yapılan ahlâksızlıklara caydırıcı cezalar verilmediğinde, yolunu şaşıranlarımızın oranı artıyor. Diğer yandan da, şaşırmayıp düzgün yürüyene bir ödül verilmiyorsa, toplum, o kişiyi enayi olarak algılamaya başlıyor.

İlginç olan ise, yolunu şaşırmış insanlar, konuşurken, erdemden ve ahlâktan bahsederek, kendilerinin en erdemli olduklarını ifade ediyorlar. Çünkü her türlü ahlâksızlığı yapmalarına rağmen yakalanmadıkça ceza görmüyorlar. Takdir edileceği gibi, zaten yalnızca polisiye tedbirlerle sonuç alındığını söylememiz de mümkün değildir. Dünya üzerindeki uygulamalar, sadece polisiye tedbirlerin geçerli olmadıklarını gösteriyor.

Bu durumda, Freud’un bahsettiği anlayışın gerçekleşmediğini görüyoruz. Herkes erdemden bahsediyor. Ama erdemli davrananlar çok azınlıkta kalıyor. Demek ki, erdemin içselleştirilebilmesi hususunda, düşünürlerin söyledikleri toplumsal yaşam temeli yanlıştır.

Erdemli olabilmenin önemli bir yolu, ahiret hayatının varlığını, Yüce Yaradan’ın her şeyi bildiği ve gördüğünü, O’nu kandırmanın mümkün olmadığını ve ödül veya cezanın mutlak varlığını içselleştirebilmektir.

Tek olan Tanrı gerçeğini içselleştirememiş olanların, sahtekârlıklarını azaltabilmek amacıyla uygulanabilecek yöntemlerden bazıları şöyle olabilir. İnsanların tüketim alışkanlıklarının değişebilmesi için gayret etmek. Kanaatkârlık duygusunun yaygınlaşabilmesini sağlamak için uğraşmak.

Ancak insanların çoğu için, kendiliğinden bu anlayışı benimsemeleri zordur. Bu sebeple, toplumun gözü önünde olanların örnek olmaları gerekir. Bunlar kendilerini düzeltip güzel örnek oluşturmak istemezlerse, toplumdaki erdemsizlik ve sahtekârlıktaki hızlı gelişmeler, Yüce Yaradan’ın ahiretteki cezalandırmasından önce, başta önderler olmak üzere herkesi bu dünya yaşamında vurabilir.

O halde, erdemden bahsetme sahtekârlığını azaltabilmek için, Yüce Yaradan’ın vereceği ödül ve cezayı içselleştirmiş her insanın, cesurca davranarak elini taşın altına koymaları gerekmektedir.

Sosyal kategorisine gönderildi | ÇOĞUNLUK DÜRÜSTLÜĞÜ ÖNEMSERKEN SAHTEKÂRLIK NİYE ARTIYOR için yorumlar kapalı

DÜŞÜNÜRLERE VE KUR’AN’A GÖRE, ERDEM VE ÖLÇÜSÜ

ÜNLÜ DÜŞÜNÜRLERE VE KUR’AN’A GÖRE, ERDEM VE ÖLÇÜSÜ

 

Erdem ve ölçüsü, erdemin doğuştan mı geldiği, sonradan mı kazanıldığı gibi konular her dönem tartışılmıştır. Fakat düşünürler arasında fikir birliği hiç olmamıştır. Ayrıca erdem ve ölçüsü hakkında düşünürler arasında fikir birliği de görülmemiştir. Ciltlerle kitapta anlatılması gereken erdem ve ölçüsü konusunu, Kur’an’dan alıntılar yaparak, kısa bir yazıda aktarmaya çalışacağız.

Ayrıca bu makalemizde, bu sitede daha önce yayınladığımız “Erdemliler Paktı” ve “Erdemliliğin Ölçüsü Üzerine” başlıklı yazılarımızdan farklı bir irdeleme yapacağız.

Hemen herkes, insan öldürmenin erdemsizlik olduğunda hemfikirdir. Ama büyük çoğunluğa göre savaşta insan öldürmek erdemliktir. Hâlbuki savaş sırasındaki davranışlarda bile bazı ayrıntıları dikkate almak gerekir. Bu gerçeğe rağmen, erdem hususundaki birçok ayrıntıda olduğu gibi, bu konuda da, aradaki çelişkiyle, erdemin tanımıyla ve ölçüsüyle ilgili olarak, pek çok ünlü düşünür, insanları tatmin edecek bir yorum getirememiştir. Bunlar arasında, M.Ö. 10nuncu yüzyıldan günümüze kadar yaşamış olan, Homeros’tan Thales’e, Sokrates’ten Aristotoles’e (Aristo’ya), Buda’dan Konfüçyüs’e,  Kant’tan Nietzsche’ye kadar meşhur düşünürler sayılabilir.

İslâmiyet’te bir mümini kasten öldürmek en ciddi suçlardandır. Bu yasak hem normal hayatta hem de savaşlarda geçerlidir. Bilindiği gibi savaş; Allah’ı ve gösterdiği yolları tanımayan, müminleri yurtlarından çıkaran, onlara eziyet edenlere karşı yapılır. Ancak, savaş sırasında karşı taraf Lâilâheillaallah diyerek Müslüman olduğunu söylerse veya aman dilerse (teslim olursa), İslâmiyet’e göre artık onu, o anda öldürmek günahtır. Bu davranış, güzel bir erdemdir.

Savaş sırasındaki sözünden, sonradan vazgeçer ve ihanet ederse, o kişi cezalandırılmayı hak eder. Çünkü ihanet etmek erdemsizliktir ve Yüce Yaradan hainleri sevmez.

Savaşın dışındaki normal hayatta; münafıkları, insanlar arasına nifak sokanları, müminlerle yaptıkları anlaşmalara uymayarak hile yapanları, Firavun misali halkını kandırarak onları ateşe götürenleri, halkına zulüm edenleri öldürmeye izin vardır.

İslâmiyet, “bir mümini öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir” demesine rağmen, bazı insanları öldürmeye izin vermektedir. Bu izin verilirken hedeflenen amaç, dünyanın (insanların) huzurunun bozulmasını önlemektir. Bu amaç, güzel bir erdemdir.

Talan etmek, başka insanların ve ülkelerin mallarını gasp etmek, güç gösterisinde bulunmak, makul bir sebep olmadan saldırmak vb. sebeplerle yapılan savaşlarda ölmek, İslâmiyet’e göre erdemlik değildir. Bakara Suresi 2/190: “Korunun da sizinle savaşanlarla Allah yolunda (siz de) çarpışın fakat haksız taarruz etmeyin; çünkü Allah haksız taarruz edenleri sevmez.”

Erdemle ilgili olarak iyi ve kötü üzerine yapılan tartışmalar iki ana temelde yapılmıştır. Eski Yunan’da Protagoras gibi düşünürler, “iyiyi kötüden ayıramayız. Çünkü her kişinin ölçüsü kendine göredir” demişlerdir. Sokrates ise, iyiyi kötüden ayırmanın töre ile mümkün olduğunu savunmuştur.

Yani, bir gurup, özel (kişiden kişiye değişen) iyilik konusunu savunurken, diğer gurup, genel (töreye uygun) iyiliği işlemiştir. Dikkat edilirse, özel iyiliği işleyenler, insanı tek başına incelerken, insanların ortak yanlarını görememişlerdir. Töreleri ve genel iyiliği savunanlar ise, genel iyiliğin neler olduğu konusunda anlaşamamışlardır.

İslâmiyet ikisi arasında denge kurmaya çalıştığı gibi, bazı ayrıntıları da açıklamıştır. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır” sözü, iyiliğin hem kişisel hem de toplumsal yönünü birleştirir.

Diğer taraftan, Türkçede bir söz vardır: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halîk (Yüce Yaradan) bilir.” Bu söz, şahısların iyilik anlayışıyla, toplumun iyilik algılamasını birleştirmektedir. Ayrıca, iyiliği, karşılıklılık konumundan çıkararak, erdemlilik konumuna yükseltmektedir.

Bakara 2/263: “Bir tatlı dil, bir mağfiret arkasına eza takılacak sadakadan daha iyidir. Allah zengindir. Halimdir.” Demek ki, yaptığın iyiliği ve yardımı insanların başlarına kakmak, onları horlamak, yapılan maddi yardımın güzelliğini bile gideriyor. Bir tatlı dil ve bağışlama, her insanda var olan sevme ve sevilme duygusunu geliştiriyor. Bu davranışlar, erdemliliğin güzel örnekleridir.

Al-i İmran 3/130: “Ey iman edenler! Öyle kat kat katlayarak faiz yemeyin. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” Dikkat edilirse ayet, hem kişinin kurtuluşuna, hem de toplum düzenini korumaya yöneliktir.

Sokrates, “erdemlerimiz olmazsa toplumumuz çürür” inancındaydı. Bernard de Mandeville ise, tam ters açıdan bakmaktadır. Ona göre, “erdemsizliklerimiz olmazsa, toplumumuz gelişemez”.

İslâmiyet insanların nefislerini tamamen reddetmemiştir. Onların zevk alma, ünlü olma, kıskanma, rekabet gibi isteklerini göz ardı etmemiştir. Bu duyguları, hem insanın kendi huzuru hem de toplumun huzuru açısından aşırıya gitmeden dengeli olarak uygulamayı öğütlemiştir. Böylece, nefsimizin arzuları olan erdemsizliklerimizi sınırlandırarak, toplumsal erdem oluşturmaya çalışmıştır.

İslâmiyet, şehevi açıdan zevk almayı, evlilik düzeni içerisinde ve ters olmayan yollardan gerçekleştirmeyi tavsiye etmiştir. Ünlü olmayı; mal-mülk ve makam sahibi iken halka adaletle hizmet ederek elde etmeyi uygun görmüştür. Böylece insan, kendi kendisini övmek durumuna düşmeyecek, insanlar onu öveceklerdir.

Başkalarını kıskanmayı hasetliğe dönüştürmeden, gıpta anlayışı içerisinde, rakibimizden daha başarılı olma mücadelesini yapmayı öğütlemiştir. Yarışmalarda haksız rekabet yapılmasına izin vermemiştir. (Gıpta ile kıskançlık arasındaki farkı, bu sitede yayınladığımız, “Medeniyet Ve Kültür” başlıklı makalemizde daha geniş olarak ele aldık.)

Takdir edileceği gibi, yardımlaşmak erdemdir. Ama her yardımlaşma erdem değildir. Hatta bazen erdemsizliktir. Bu hususta Kur’an bize şöyle yol gösteriyor; Maide Suresi 5/2: “Ey iman edenler! ………….birtakımlarına karşı beslediğiniz kin, sizi sakın tecavüze sevk etmesin! İyilik ve takva üzere yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın!”  

Erdemin konularından biri olan yalan söylemek, düşünürlerin çoğunluğu tarafından erdemsizlik olarak görülmüştür. Kant “yalan söylememelisin” derken Shopenhauer şöyle karşı çıkıyordu: “Issız bir yolda gidiyorum. Yanımda param var. Bakışını beğenmediğim bir adama rastlıyorum. Yoldaşlık yapıyoruz. Adam bana param olup olmadığını soruyor. Kant’ın kuralına uyarak doğru söyleyip soyulayım mı?”

Yüce Yaradan, Kendisi hakkında yalan söyleyenleri sevmediğini, birçok ayetinde ifade etmektedir. İslâmiyet, yalana karşıdır. Ancak Hz. Muhammed’in bazı konulardaki tavsiyelerine bakılınca, yalana izin verilen yerler olduğu anlaşılır. İlk Müslüman şehitler Yesir ve Sümeyye uzun süre işkence görmüşlerdi. Daha sonra oğulları Ammar’a da aynı kişiler işkence etti. Ailesinin çektiklerini ve şehadetlerini yaşayan Ammar, baskılara dayanamadı ve putları Tanrı olarak kabul ettiğini söyledi. Serbest bırakıldı.

Fakat büyük bir pişmanlıkla ve ağlayarak hemen Hz. Muhammed’e gitti. Onun inancını sağlam olduğunu test eden Hz. Muhammed yaptığı davranışı onayladı.

Bir başka olay Hendek Savaşı sırasında oldu. Savaşın en zorlu günlerinde Nuaym bin Mesud isimli tanınmış bir kişi gizlice Hz. Muhammed’e geldi. Müslüman olduğunu söyledi. Yardım etmek istediğini belirtti. Hz. Muhammed “Git aralarını bozmak için elinden ne geliyorsa yap!” dedi. Nuaym, yalan söyleyip söyleyemeyeceğini sordu. Hz. Peygamber: “Üzerimizdeki baskıyı kaldırmak için ne istiyorsan yap. Savaş bir hiledir” diyerek onu gönderdi.

Birinci örnekte, ferdin dayanılmaz işkenceyi kapsayan olağanüstü bir durumda hayatını kurtarması için, imanı sağlam iken, yalana izin verilmiştir. İkincisi ise, savaşta yenilgi ihtimali belirdiğinde, söylenmesinde sakınca görülmemiştir. Çünkü savaşta, Yüce Yaradan’ın yolunda savaşanların galip gelmeleri, dünyadaki huzurun sağlanmasına hizmet edecektir.

Nisa Suresi 4/147inci ayette, “Allah, çirkin sözün açıklanmasını sevmez” demektedir. Bir şeyi açıklamamak, düşündüğümüz anlamda yalan söylemek değildir. Ama yine de, insanların arasını bozması ihtimali olduğu için, sorulmasına rağmen, çirkin sözü açıklamayarak yalan söylemek de, muhtemelen izin verilen yalanlar arasındadır.

Bunların dışında, bedeli ne olursa olsun, İslâmiyet, yalan söylemeye izin vermez.

Bir başka olay, Hz. İsa için anlatılır. Hz. İsa, gitmeyeceğim dediği bir toplantıya gizlice gittiğini söylemiştir. Burada Hz. İsa’nın yalan söylemesinin sebebi, ona kurulması muhtemel bir tuzağı bertaraf etmektir.

Diğer bir erdemli davranış, fakirlere yardım etmektir. İslâmiyet, bu konuda bazı sınırlamalar getirmiştir. Birincisi yukarıda söylediğimiz gibi, yardımın arkasına eza koymamaktır.

Diğer sınırlama da, yardım edilecek kazancın, helâl yollarla kazanılmasıdır. Sırf yardım etmek için haksız kazanç elde ederek, başkalarının hakkını yiyen veya devletten çalan kişinin fakirlere yardım etmesi, erdemli davranış değildir.

Müslüman olmadan önce haksız yollardan kazanan kişi, fakirlere yardım ederse, Allah’tan bağışlanma bekleyebilir. Yüce Yaradan’ın merhameti geniştir. Ama Müslüman olan bir kişi bilerek hak yerse, cezası cehennemdir. Tek olan Tanrı, kendisine ortak koşanları ve kul hakkıyla huzuruna gelenleri affetmeyeceğini söylemektedir. Kur’an’da doğrudan kul hakkı konusu geçmez. Ama Yüce Yaradan’ın; zalimlik yapanları, büyüklük taslayarak hakkı kabul etmeyenleri, haksız saldırıda bulunanları, faiz yiyenleri sevmediğini ayetlerinde vurgulamaktadır.

Bir kimsenin başka bir dinden olması, hatta zalim olması, bir Müslümanın onun hakkını yemesini mübah(sakıncasız) kılmaz. Aksine ceza gerektirir. Dolayısıyla bir Müslüman, ancak helâl kazancından yardım etmelidir.

Erdem ve ölçüsü konusunda örnekler çoğaltılabilir. Ama İslâm’ın bakışı ile düşünürlerinki arasındaki farklılıklar, her örnekte görülebilir. Tarih boyunca gelmiş geçmiş düşünürlerin hareket noktalarındaki ortak yönleri, bilgimizin kaynağını duyularımız (beş duyu) olarak görmeleridir. Bu sebeple insanların; mutluluk, iyilik, kötülük, yalan, hırsızlık, adam öldürme gibi konularda görüşleri farklı olmuştur. Hatta aynı düşünürler, hayatlarının farklı evresinde birbirine zıt düşüncelere kapılmışlardır.

İslâmiyet ile düşünürlerin erdem anlayışında böyle farklılıkların olmamasının temel sebebi, bilginin kaynaklarının düşünürlerinkinden farklı olmasıdır. İslâm’da bilginin kaynakları; sadece beş duyu değildir, ayrıca, doğru haber (vahiy yoluyla iletilenler) ve aklın tefekkürü de bilginin kaynaklarıdır.

Dolayısıyla, bilginin kaynakları daha şaşmaz ilkelerdir. Hem insanın şahsı, hem de toplumun huzuru için daha ayrıntılı yol göstericidir. Hayat kavgasının içerisindeki erdemsizlikler insanları güçlendirebilir, ama huzurlu yapmaz. İç yüzünü bilmediğimiz olaylar, iç dünyasını bilmediğimiz kişiler bizler için yanlış örnek olabilirler.

Bu sebeple en az hata yapmak için, vicdanımızı ve irademizi kullanmamız gerekir. Bunun için de, aklımızı kullanırken vahyin aydınlığına ihtiyacımız vardır. Aklımız ve duyularımız bize bir noktaya kadar yol gösterebilirler, sonrasında nefsimizin hizmetine girerler.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | DÜŞÜNÜRLERE VE KUR’AN’A GÖRE, ERDEM VE ÖLÇÜSÜ için yorumlar kapalı