İSLÂM’DA RİBA TARTIŞMALARI ÜZERİNE

İSLÂM’DA RİBA TARTIŞMALARI ÜZERİNE

 

Riba konusundaki bazı düşüncelerimizi, bu sitede yayınladığımız “İslâmi Finansın Temelleri Üzerine 2” başlıklı makalemizde sizlerle paylaşmıştık. O yazımızda, Kur’an’da doğrudan riba (faiz) üzerine olan ayetleri irdelemiştik. Konuya, borç-alacak ilişkisi ve para alışverişi açısından yaklaşarak şöyle demiştik: “Ticareti teşvik eden İslâm’ın yasakladığı tek alışveriş, paradan para kazanmaktır. Çünkü İslâm’a göre para, bir emtia değildir. Bir değişim aracıdır. Takas usulü ticaretin zorluklarını aşmak için kullanılan bir araçtır. Dolayısıyla alınıp satılamaz.”

O makalemizde, Kur’an’da faizin haram olduğundan bahseden Bakara Suresi 275 ve 276ıncı ayetleri ele almıştık. Benzer şekilde, alacaklılar ve borçlular arasındaki ilişki hakkında insanlara yol gösteren, Bakara Suresi 280inci ayeti değerlendirmiştik. İster faizsiz borç vermiş olalım, ister bir mal vermiş olalım, borçlu sıkıntıda ise, ona yardımcı olmamız gerektiğini öğütleyen bu ayeti, diğer ilgili ayetlerle birlikte değerlendirdiğimizde, İslâm’ın amacının, toplumda huzuru sağlamak olduğu kanaatine varmıştık.

Bu makalemizde riba konusunu, Kur’an’ın bütününde anlatılmak istenilenlerden anladığımız ölçüde bir başka yönden irdelemeye çalışacağız.

Bilindiği gibi, bütün ilâhi kaynaklı kutsal kitaplar, göklerde ve yerde ne varsa, hepsinin sahibinin, Allah olduğunu net bir şekilde vurgular. İlâhi kaynaklı üç dinin bu konudaki bazı örneklerini, “Amaç ve Araç Üzerine” başlıklı makalemizde verdiğimizden burada bahsetmeyeceğiz.

“Göklerdeki ve yerdeki her şey Yüce Yaradan’ındır” sözünün halk arasındaki algılanışı, “mülk Allah’ındır” deyişiyle özetlenebilir.

Konumuzla dolaylı bağlantılı olan bir diğer husus, Bakara Suresi 30uncu ayete göre, insanların, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki vekil yöneticileri olmaları hakikatidir.

Bizler vekil yöneticiler olduğumuza göre, yetkimiz, bize verilen vekâletname ile sınırlıdır. Bilindiği gibi, hukukta her şeyi kapsayan, yani asıl şahsın bütün yetkilerini kullanabileceğini ifade eden bir vekâletname anlayışı yoktur. Bir insan, vekil tayin ettiği kişiye hangi yetkileri vermek istiyorsa, onları tek tek vekâletnameye yazdırmak zorundadır. Vekâletnamede açıkça yazılı olmayan hiçbir işlemin yapılmasına hukuken izin verilmez.

İşte, bizler de, Yüce Yaradan’ın bize emanet ettiği mülkünün üzerinde, O’nun bize verdiği vekâletnamenin sınırları içerisinde tasarrufta bulunabiliriz.

Kur’an’ın bütününe baktığımızda, tek olan Tanrı’nın insanlara vekâletname vermesinin amacı, insanların hem bu dünyada hem de ahiret yurdunda huzurlu yaşamalarına imkân sağlamaktır. Yoksa vekâletname verilmesinin amacı, insanların zayıf omuzlarına ağır bir yük yüklemek değildir. Enam Suresi 12inci ayete göre, Yüce Yaradan, insanlara rahmet etmeyi, yani merhamet etmeyi Kendi üzerine yazmıştır.

Takdir edileceği gibi, insanlar tek başlarına yaşayamazlar. Dolayısıyla, bu dünyadaki yaşamlarında huzur bulabilmeleri için, insanların toplu yaşama düzenini oluşturmaları şarttır. Eğer her insan, daha yaratılışta birbirine benzer kabiliyette olsaydı, ne yaparlarsa yapsınlar, toplum düzenini oluşturamazlardı. Kimse, kimseye iş gördüremezdi. Spor, müzik, sanat gibi alanlarda karmaşa yaşanırdı veya bir tanesi hariç hiçbiri olmazdı. Diğer taraftan, eğer Yüce Yaradan, insanlara farklı özellikler verip, daha doğuştan onlar arasında ayrım yapılmış olsaydı, adalet anlayışı zedelenirdi.

İşte, çözümü çok zor olan bu konuyu, Yüce Yaradan, güzel bir şekilde ayarlamış. Maddi açıdan farklı özellikte yarattığı insanları, manevi bakımdan eşit yaratmış. Tek olan Tanrı nezdinde, her insanın, başlangıçtaki şeref ve haysiyeti eşittir. Her insan doğuştan masumdur. Yüce Yaradan nezdinde insanlar arasındaki fark, makamları veya maddi zenginlikleri değildir. İnsanlar arasındaki fark, “takva”dadır, yani Allah’ın gösterdiği yolda yürümektedir. Dolayısıyla Yüce Yaradan, bizim toplum düzeni oluşturabilmemiz maksadıyla, farklı maddi özelliklerde yarattığı insanlar arasında, adaleti sağlamıştır.

Tek olan Tanrı, akıl verdiği her insana aynı vekâletnameden vermiştir. Bu vekâletname –Cumartesi yasağı hariç- Hz. Musa’ya gönderdiği on emir ile benzerdir. Ancak, bazı insanlara verdiği vekâletnameye, ilave yetki ve yükümlülükler eklemiştir.

Nitekim Yüce Yaradan, Zuhruf Suresi 32inci ayete göre, toplum düzenini oluşturabilmeleri için, insanlara farklı özelliklerin yanında, bazı insanlara daha fazla nimetler vermiştir. Fakat fazla nimet verdiklerine de, ayrıca ek sorumluluklar yüklemiştir. Nahl Suresi 16/71’de, fazla rızık verdiklerinden, az verdiklerine paylarını vermelerini istemiştir. Benzer talep, Bakara Suresi 219uncu ayetle de tekrarlanmıştır.

Demek ki Yüce Yaradan, Kendisine ait olan mülkünden daha fazla pay verdiği insanlardan, emanet verdiği mülke saygılı davranmalarını istemektedir. Allah’ın o insana verdiği fazla mülkü, Bakara Suresi 177 ve diğer bazı ayetlerde bahsedildiği yerlere paylaştırmasını emreden ek vekâletname vermiştir.

Bilindiği gibi, Yüce Yaradan’ın verdiği mülkü yeterli görmeyip, diğer insanların haklarını yiyerek, onları ezerek daha çok mülk edinme isteğine de, verdiği vekâletname ile set çekmiştir. Kazancın helâlinden olmasını emretmiştir. Yani, zengin olunmasına değil, haksız yollarla, başkalarını ezerek haram yollarla zengin olunmasına karşı çıkmıştır.

İşte, riba konusuna diğer bakış açısı da, burada devreye girmektedir. Haram yollarla, başkalarının haklarını sömürerek elde edilen zenginlik de bir çeşit ‘riba’dır. Çünkü böyle elde edilen zenginlik, paranın hâkimiyetinin hiyerarşisini kurar. Paranın kurduğu hiyerarşide kazanan, yine paradır. Dolayısıyla, haram yöntemle elde edilen zenginlik yoluyla, paradan, dolaylı olarak, para kazanılan bir sistem kurulmuş olur. Hâlbuki kazanç; dürüstçe yapılacak çalışma ve emek verme ile sağlanmalıdır. Haksız yöntemlerle zenginleyip, zenginliğini aynı şekilde sürdürmek, doğrudan faiz alınmasa bile, doğrudan faiz alanlarla aynı konuma düşürür.

Şimdi riba konusunun, fazla tartışılmayan bir başka yönünü daha irdeleyelim.

Küreselleşen dünyamızda, ekonomik ilişkilerin de küreselleştiği hepimizin malûmudur. Küresel ticaretin çok büyük bir bölümü, ABD doları, Euro, İngiliz sterlini üzerinden yapılmaktadır. Bilhassa, kalkınmakta olan ülkeler, dış ticaretlerindeki açığı azaltabilmek için ihracatlarını artırmak adına, kendi milli paralarının değer kaybetmesini kendileri isterler. Bu yapıdaki ülkelerin milli paralarının değeri, yukarıda bahsedilen paralar karşısında sıkça düşmeye başlar. Her değer düşmesinde, halkın, elindeki parayla, ülkesindeki mağazalardan satın aldığı malların miktarı da düşer.

Bu durumu yaşayan vatandaşlardan imkânı olanlar tasarruflarını yabancı paralarla yapmaya başlarlar. Amaçları kendilerini korumaktır. Ancak bazen, ülkeyi yönetenlerin beceriksizlikleri sonucunda, yabancı paralar çok hızlı bir şekilde değerlenirler. Böyle durumlarda yabancı para ile tasarruf edenler, varlıklarını artırmış olurlar.

Şimdi bu ortamları, İslâm’daki riba anlayışı açısından irdelemeye çalışalım.

Önce, milli parasının değerinin düşmesine, bilerek veya beceriksizliklerinden izin veren devlet yöneticileri açısından bakalım. Bu yöneticiler, halkın cebindeki paranın satın alma gücünün düşmesine sebep olmuşlardır. Bu düşüşü ticaretle değil, Merkez Bankasının veya Bakanlar Kurulunun para oyunlarıyla yapmışlardır. Böylece, yaptıkları bu para oyunları sonucunda, halkın cebindeki parasının bir kısmını almış konuma düşmüşlerdir. Diğer bir anlatımla, halka para vermeden, halkın cebinden, faiz anlamına gelecek bir paranın çıkmasına sebep olmuşlardır. Çünkü halkın, ellerindeki paralarıyla aldıkları malların miktarı, kendilerinin yaptıkları bir ticaret sonrasında azalmamıştır. Halkın iradesi dışında, beceriksiz yöneticilerin bilgisizce yaptıkları para oyunlarından dolayı kaybetmişlerdir.

Devletler, vatandaşından tahsil ettikleri vergilerle faaliyetlerini sürdürürler. Bilhassa dolaylı vergiler olan KDV ve ÖTV gibi vergiler, vergi gelirleri içerisinde doğrudan vergilere göre daha fazla olmaktadır. Piyasada bulunan mallardaki her fiyat artışı, devletin aldığı KDV ve ÖTV vergilerinin miktarının artmasına sebep olur. Alım gücü düşen vatandaş, daha az mal almasına rağmen, daha çok vergi öder hale gelir.

Sonuçta devlet, karşılığında para veya hizmet vermeden, halkından faiz tahsil etmiş konuma düşmüştür.   

Şimdi de ülkenin dış ticarette kullandığı yabancı paraların hızla değer kazanmasını irdeleyelim. Bu durumda, eğer mallardaki fiyat artışları dövizdeki artıştan az ise, tasarruflarını yabancı paralarla yapanlar, kazanç sağlamış oldular. Bu kazançlarını, yaptıkları ticaretten değil, ellerindeki (yabancı) paradan elde ettiler. İslâm açısından bakılınca faiz almış konuma düşmüş oldular. Fakat istikrarsız ekonomilerde, döviz, her zaman malların fiyatlarından fazla artmaz. Bazen daha az artar veya aksine düşer. Dolayısıyla, bir risk söz konusudur. Ancak, paradan para kazanıldığı için, yabancı paralarla tasarruf yapmak yanlıştır.

Fiyat artışlarının çok ve sürekli olduğu ülkelerde, vatandaşlar sahip oldukları paralarının değerini korumak için ya faiz alacakları vadeli mevduat şeklinde değerlendirirler yahut da döviz olarak tutarlar. Vatandaşın tasarruflarını dövizle yapmak mecburiyetinde kaldıkları durumlarda, asıl suçlu olanlar, o ülkenin etkili konumdaki yöneticileridir. Dövizin değerinin artmadığı ülkelerde, kimse tasarruflarını döviz ile yapmaya çalışmaz. Beceriksiz yöneticilerin ülkelerindeki vatandaşın çoğunun amacı, enflasyona karşı kendilerini koruma refleksidir. Ama kendilerini korumak amacıyla da olsa, vatandaşların da yaptıkları yanlıştır.

Paranın ve paradan para kazanmanın hâkim olduğu insanlarda ve toplumlarda huzur bozulur. Sosyal dayanışma çok azalır. Böyle durumlarda toplumdaki hiyerarşiyi para gücü oluşturur. Hâlbuki Yüce Yaradan’ın hiyerarşisi takva üzerine olduğundan, biz insanlar da, ancak, hiyerarşiyi takva üzerine kurarsak huzur buluruz. Takva açısından kimin önde olduğunu, sadece, tek olan Tanrı bilir. Dolayısıyla bizler, iş için verilen görevler dışında, hepimizin eşit olduğunu düşünerek davranırsak, birbirimize olan sevgi ve kardeşlik duygularımız gelişir. Birbirimizle maddi ve manevi yardımlaşmalarımız çoğalır. Böylece, aramızdakilerden takvaca önde olanları tahmin etmeye başlarız ve onlara karşı saygımız artar.

Allah’ım, zenginlerken faiz alınmasa bile, haksız yollarla para kazanıldığı için, faiz alanlarla aynı konuma düşmekten, Sana sığınırız.

Allah’ım, helâl yollardan yapacağımız kazancımızı bereketlendir, mücadelemizi bereketlendir, hayatımızı bereketlendir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | İSLÂM’DA RİBA TARTIŞMALARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

EKONOMİDE KURTULUŞ SAVAŞI SÖYLEMLERİ

EKONOMİDE KURTULUŞ SAVAŞI SÖYLEMLERİ

 

Bu sitede yayınladığımız “Cari Açığın Sebepleri ve Sonuçları” başlıklı makalemizde, sürekli cari açık veren ülkelerin ekonomik yapıları hakkındaki fikrimizi paylaşmıştık. Yazımızın son paragrafında da şöyle demiştik:

“Uzun yıllardır cari açık veren ülkeleri bekleyen bir başka sorun daha vardır. Yerli diye bilinen şirketleri, bankaları ile ülkenin varlıklarının çoğu yabancıların eline geçtiğinden ve yabancıların tek amacı kâr olduğundan, ekonomik sıkıntının baş gösterdiği anlarda, iktidarlar, ülke içerisinde almak istedikleri bazı ekonomik önlemleri bile uygulatamazlar. Bilhassa, dünya çapında borç bulmanın zorlaştığı, turizmin gerilediği ortamlarda, cari açıklar çok daha tehlikeli hale gelirler.”

Cari açık vermeyi âdet haline getiren ülkelerin ekonomileri, ara sıra, tabiri caizse, duvara çarparlar. Böyle durumlarda, siyasetçilerin, almak isteyecekleri tedbirleri yürütmeleri çok zordur. Çünkü ülkenin varlıklarının önemli bir bölümü el değiştirmiş yabancıların eline geçmiştir. Mali piyasalarındaki işlemlerde bile etkinlikleri çok azalmıştır. Bu nedenle, ekonominin sorunlarını çözemeyeceklerini gören bazı siyasiler, çareyi milliyetçi söylemlerde bulurlar.

İlginç olan, bu anlayışın bazen ABD’de bile olmasıdır. ABD’nin silkinmesi ve halkın enerjisini seferber edebilmesi için, Pearl Harbor baskını sonrasında ülkede oluşan anlayışa ihtiyaç olduğunu düşünenlerin sayıları, ekonomik buhran dönemlerinde artmaktadır. Ancak bu anlayışı gündeme getirenler de, bunun, savaş olmadan barış ortamı içerisinde olmasını arzu ederler.

Hâlbuki hemen hiçbir ülkede, siyasilerin yaptıkları bu söylemlerin sonuç aldığı görülmemiştir. Bu söylemin bir nebze de olsa işe yaraması için, halkın, ülke dışından ciddi bir düşman tehdidinin olduğuna inanması gerekir. Halk, dış düşman tehdidine inansa bile, bir süre sonra, kendi nefsinin peşine düşecektir. Çünkü kendisi cephede savaşmıyordur ve düşman karşısında değildir. Dolayısıyla, onun birinci meselesi düşmanla mücadele değildir. Birinci derdi, günlük yaşamını kolaylaştıracak tedbirlerdir. Bu sebeple halk, ihracatın artmasından daha ziyade, ithalatın artmasını ister ki, aradığı malları kolayca bulabilsin.

Bu sitede, ekonomi hususunda çeşitli makaleler yazdık. Bu yazımızda, konuya biraz daha farklı açılardan yaklaşmaya gayret edeceğiz.

Ekonomilerin gelişmesi, iş hayatına yeni katılan gençlerin sayıları ve eğitim kalitelerinin yüksekliğiyle doğru orantılıdır. Ekonomiye yeni katılacak gençleri yeterli sayıda olmayan ülkeler, başka memleketlerin kapasiteli insanlarını, ülkesine getirmek zorundadır. Başka ülkelerden kaliteleri yüksek gençleri getirebilmek şöyle dursun, kendi kapasiteli gençleri başka ülkelere giden devletler, ekonomik olarak sıkıntıya girmeye mahkûmdurlar. Eğer bu ülkelerde, yaşlı nüfus sayısı da fazla ise, o ülkenin durumu daha da zorlaşır.

Dolayısıyla, gençlerinin sayıları ve kapasiteleri yetersiz olan, yurt dışından kaliteli gençleri getiremeyen ve yaşlı nüfusu fazla olan ülkelerin siyasetçilerinin, insanlarını harekete geçirmek için yapacakları “ekonomide kurtuluş savaşı” söylemleri, askıda kalır.

Bir ülkenin iktisadi yapısı, üretime dayanmalıdır. Üretimleri de, insanlarının teknik bilgi alt yapılarının yüksekliği temeline oturmalıdır. Aksi takdirde, o memleketteki diplomalı gençlerin iş bulmaları zorlaşır. Düşük nitelikli insanları daha kolay iş bulabilir hale gelir. Bu yapıdaki bir ülkenin siyasetçilerinin “vatan-millet” söylemleri, balon üflemek gibidir. Fazla kullanırsanız elinizde patlar.

Kalkınma mücadelesi veren ülkelerin temel çıkış noktaları, sanayilerini geliştirmek olmalıdır. Sanayilerde de, kalifiye işçiye ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacın bir kısmı, meslek liseleri ve teknik okullar gibi yollardan karşılanır. Fakat buralardan yetişen insanların çoğunluğu, uygulamalı eğitim görmediklerinden, henüz çalışma şartlarını düzeltememiş sanayiye uyum sağlamakta zorlanırlar. Bu sebeple, sanayilerin içerisinde, fabrikaların yanında açılacak çıraklık okullarına ihtiyaç vardır.

Eğer, kalkınma mücadelesi veren bir ülke, sanayisine kalifiye işçi yetiştirmek için açtığı çıraklık okullarına öğrenci bulamıyorsa, yeterli öğrenci gelmediğinden bu okulları kapatıyorsa, sorun büyüyor demektir. Bu sonuçtan, artık, gençlerin, masa başında oturarak, kolay kazanç peşine düştükleri anlamı çıkar. Böyle bir ülkede, siyasetçilerin, vatandaşlarını heyecanlandırmak için yaptıkları konuşmaları, yapıldığı yerde kalır. Anlatılanlar kulağın birinden girer, beyinde oyalanmadan, diğerinden çıkar.

Ülkelerin, insanlarının karınlarını daha kolay doyurabilmeleri için, tarım alanındaki üretimlerinin yeterli olması gerekir. İthalata bağlılıklarını en aza indirmeleri şarttır. Fakat bir ülkenin tarıma elverişli toprakları, miras yoluyla parçalanmışsa, üretimdeki verimlilik çok düşer. Verimlilik düşünce maliyetler yükselir. İthal fiyatından daha pahalıya üretim yapılır hale gelir. Toprakları parçalanan ülkelerdeki arazilerin mirasçılarının çoğu şehirlerde yaşıyorsa, sorun daha da büyür. Eğer, kırsal kesimde yaşayan ve toprağı bizzat işleyenlerin, ziraatla ilgili bilgileri kifayetsiz ise ve onları eğitecek kapasiteli kurumları yetersizse, ülkenin sorunu çok daha büyüktür demektir.

Bu yapıda bir ülkenin siyasetçisinin “ekonomide kurtuluş” söylemleri, bir anlam ifade etmez. Çünkü halkın çoğunluğu şehirlerde yaşamaktadır. Şehirlerdeki insanlar kendileri üretemeyeceğinden ve gelirleri sınırlı olduğundan, ucuz gıdaya ulaşmak ister. Dolayısıyla, siyasetçi ikilem içerisinde kalır. Ya ucuz mal ithalatı yapacak ve şehirlerdeki oy deposu olan insanları memnun edecek, ya da çiftçiye karşılıksız para desteği verecektir. Parçalanmış topraklar, makineleşememiş fakir köylüler, bilgisiz insanlar, organize olamamış kurumlar gibi nedenlerden dolayı, çiftçiye yapılacak destekler de, sonunda beklenen ucuzluğu sağlamayacaktır.

Dolayısıyla, ekonomide kurtuluş söylemlerini yapan siyasetçi, başka ülkelerden ucuz gıda ithal etmek zorunda kalacaktır. Böyle yaparak, şehirlerdeki halkı memnun ederken, çiftçilerin hayatlarını zorlaştıracaktır. Üretim şartları zorlaşan çiftçi, daha pahalıya üretim yapmak durumunda kalacaktır. Sonuçta, kısır bir döngü oluşacaktır.

Döngünün içinden çıkılmaz hale gelmesinin sebeplerinden birisi de, biyoteknolojideki gelişmelerin küçük çiftçilere faydalı olacak şartlara haiz olmamasıdır. Küçük çiftçiler, biyoteknolojiyi geliştiremezler. Bu gelişmeyi, bırakın küçük çiftçileri, fakir ülkelerinin kurumlarının başarması bile güçtür. Başkalarının geliştirdiği tekniğe, küçük çiftçilerin ulaşmaları, iki nedenden dolayı zordur. Birincisi satın alacak paraları yetersizdir, borç bulsa bile uygulayacak toprakları küçük olduğundan, verim yine düşük olur. İkincisi, küçük çiftçiler, konumları gereği, atadan kalma usullerle üretim yapmaya daha meyillidirler. Biyoteknoloji konusunda, bu sitede yayınladığımız “Biyoteknolojideki Gelişmeler Üzerine” başlıklı makalemizde geniş açıklamalar yaptığımızdan, burada bahsetmeden geçeceğiz.

İşte, ülkesindeki tarımın yapısı bu halde olan siyasetçiler, “ekonomide kurtuluş savaşı” söylemlerini, önce kendileri uygulayamazlar ve belki de tam tersi sonuçlar doğuracak tedbirleri almak zorunda kalırlar.

Siyasetçilerin söylemlerinin sonuç almamasının bir başka sebebi, siyasetçilerin bizzat kendilerinin davranışlarıdır. Eğer siyasetçiler, kendi lükslerinden taviz vermiyorlarsa, “ekonomide kurtuluş savaşının” gereklerini kendileri uygulamıyorlarsa, inandırıcı olmaları mümkün değildir. Onların bu hallerini bilen halkın içerisinden küçük bir gurup, tıpkı siyasetçiler gibi davranarak, göstermelik bazı destekler veriyormuş görünür. Reklamını yapar, ama gerçekte tam tersini yapar.

“Oy korkusunun, asrın korkusu” olduğu bir siyasetle, adaleti tesis edecek köklü çözümler için gayret edilmesini beklemek, beyhude bir bekleyiştir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİDE KURTULUŞ SAVAŞI SÖYLEMLERİ için yorumlar kapalı

İSLÂMİ HUKUKUN TEMELLERİ

İSLÂMİ HUKUKUN TEMELLERİ

 

Bu sitede daha önce İslâmi hukuk konusuyla bağlantılı olarak çeşitli makaleler yayınlamıştık. Bunlar; “Hukuk Kavramı Üzerine”, “Şeriat Hukuku Üzerine”, “İslâm’da Uluslararası Hukuk Anlayışı” başlıklarına sahipti. Bu yazımızda, diğer makalelerimizden daha farklı bir açıdan konuya yaklaşmaya çalışacağız.

Bilindiği gibi İslâm kavramı, Yüce Yaradan’ın, ilk peygamber Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar, bütün peygamberleri ve nebileri aracılığıyla insanlara ilettiği kurallar manzumesidir. Bu sebeple İslâm, insanın yaratılışına ve yapısına uygundur. Zaten tek olan Tanrı’nın, Kendi yarattığı kullarına verdiği yapıya uymayan bir dini öğütlemesi, düşünülemez.

Dolayısıyla İslâm’ın amacı, insanları huzur ve güvene eriştirecek esasları oluşturmaktır. Bu nedenle, bütün insanlığı kapsayacak şekilde kurallar koymuştur. İnsanlığın huzur ve güven içerisinde yaşayabilmesi için gerekli hükümler üç ana esasa dayanmaktadır:

Birincisi, adalet kavramıdır. Yüce Yaradan’ın koyduğu bütün hükümler, adalet temeli üzerine bina edilmiştir. Bu sebeple, İslâm’ın olduğu yeri tanımlayan en önemli unsur, orada hak ve adaletin olup olmadığıdır. Yani, adaletin olmadığı yerde İslâm’ın varlığından söz edilemez. Eğer, hakkın verilmediği ve adaletin olmadığı yerde İslâm’dan bahsediliyorsa, ortada bir sahtekârlık var demektir. Nerede İslâm varsa, orada hak ve adalet hükümran olmalıdır.

Adalet kavramıyla ilgili çeşitli fikirler vardır. Bunlarla ilgili olarak bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda farklı düşünceleri aktarmaya çalıştık. Yine bu sitede yayınladığımız “Adalet için, Fikri yükseklik, İrade ve Fiziki Güç gerekir” adlı yazımızda, adaleti gerçekleştirmek için bazı önerilerimizi ifade etmiştik.

İslâm’ı, yani Yüce Yaradan’a teslim olmayı benimsediğini söyleyen her insan, kendi özel hayatı dâhil, her alanda adaletli davranmak zorundadır. Bu konuda önce kendisi örnek davranış sergilemelidir. Sonra ailesinin, çevresinin ve bulunduğu kurumun adaletle hüküm vermesi için elinden gelen gayreti göstermelidir. Böyle bir gayret içerisinde olmadığı halde İslâm’dan bahsedenler, insanları kandırmaya çalışanlardır.

İnsanlığın huzur ve güven içerisinde yaşayabilmesi için diğer bir esas, ahlâki erdemliliktir. Erdem hususunda da bu sitede bazı makaleler yayınladık.  Bu konudaki düşüncelerimizi “Erdemliliğin Ölçüsü Üzerine” başlıklı yazımızda ifade ettik. İslâm, ahlâki erdemlilik olarak tanımlayabileceğimiz fazilet kavramını, bütün insanlığa şamil kılar. Dolayısıyla insanları, ırk, renk, bölge ayrımına tabi tutmadan, bütün dünyayı ahlâklı erdemlilik kapsamı içerisine alır. İslâm’ın fazilet kuralları, aklıselimin kabul edeceği esaslardır.

İkinci esas ile birincisini birlikte değerlendirdiğimizde, İslâm’daki adalet kurallarının, fazilet esaslarına uygun olmasını gerekli kılar. Bu açıdan bakılınca İslâm’ın getirdiği. Adalet kavramı, kişilerin malını, canını, namusunu ve ırzını korumakla yükümlüdür. Benzer şekilde, İslâmi adalet; yalan söylemeyi, ikiyüzlülüğü, insanları aldatmayı, hayâsızlığı yasaklayan kurallar getirerek fazilet esaslarını korumalıdır.

İslâm’ın dayandığı üçüncü esas, toplumsal faydadır. İslâm, bütün insanlığa şamil olduğuna göre, gözlenmesi gereken esas, insanlığın hayrına olacak maslahatlar (genel menfaatler) olmalıdır. İnsanların faydasına veya zararına olacak hususlardaki İslâm’ın hukuk anlayışını, “Kur’an Bağlamında Hukuk” başlıklı makalemizde daha ayrıntılı olarak aktardığımızdan dolayı, burada kısaca ele alacağız.

Eğer, bir şey tamamıyla iyi ise, bunu yapmak zorunludur. Diğer bir deyimle farzdır.

Eğer, bir şeyde iyilik yönü daha baskın ise, o şeyi yapmak tercih edilmelidir.

Eğer, bir şeyde iyi ve kötü birbirine yakınsa veya ikisi de yok ise, bu şeyi yapmak mubahtır (sakıncasızdır).

Eğer, bir şeyde kötülük daha baskın ise, iyilik çok daha azsa, o şeyi yapmak zararlıdır, sakınılmalıdır.

Eğer, bir şeyde kötülük çok daha baskın veya tamamen kötü ise, o şeyi yapmak haramdır.

Demek ki, insanlığın huzuru ve güveni için gerekli olan İslâmi hukukun temelleri;  adalet, erdemlilik ve toplumsal faydadır. 

Sosyal kategorisine gönderildi | İSLÂMİ HUKUKUN TEMELLERİ için yorumlar kapalı

KAÇ TANE TANRI OLABİLİR

KAÇ TANE TANRI OLABİLİR

 

Bu sitede yayınladığımız “Tanrı’nın Varlığına veya Yokluğuna Kendimiz Karar Verelim” başlıklı yazımızda, her insanın rahatça gözlemleyebileceği konular üzerinde sorgulama yapmıştık. Bilim insanlarını hayrete düşüren ve onları Tanrı’nın varlığına daha kalpten inanmalarını sağlayan, evrendeki simetri ve bazı sabiteler gibi bulgulardan bahsetmemiştik. Hepimizin çevremizde görebileceği örümcekler, sinekler, tavuklar, kuşlar, ağaçlar gibi örneklerden yürümüştük.

Bu yazımız, çevresindeki varlıkları inceleyip sorguladıktan sonra, halen Tanrı’nın varlığına inanmamakta ısrar edenleri ikna etmek için değildir. Onlara, şu hikâyeyi anlatarak, tekrar düşünmelerini umut etmek istiyoruz.

“Din afyondur” diyen bazı komünist yönetimlerin bütün hızıyla hüküm sürdükleri bir dönemde, askerlerin eğitimi sırasında yaşandığına inanılan hikâye şöyle: Bölük komutanı, eğitimin sonunda askerleri toplar ve onlara sorular sorar. “Şu karşıdaki tek top ağacı görüyor musunuz?” erler cevap verirler, “görüyoruz komutanım”. Komutan gururlu bir edayla erlere der ki, “var da ondan görüyorsunuz”. Komutan aynı şekilde etraftaki görünen tepeleri, binaları tek tek sorar. Her defasında aynı cevabı alır. O da her seferinde, “var da ondan görüyorsunuz” der.

Can alıcı olarak gördüğü sorusunu en sona saklar ve sorar: “Tanrı’yı görebiliyor musunuz?” Erler cevap verirler; “göremiyoruz komutanım”. Bu anı bekleyen komutan, Tanrı için, “yok da ondan göremiyorsunuz” diye gururla söylenir. Derken bir gün bölük komutanı izne çıkar, yerine yardımcısı geçer. O da askerlere aynı soruları sorar ve aynı cevapları alır. Ama yardımcı, bu defa, “Tanrı’yı görebiliyor musunuz?” diye sormak yerine, “bizim komutanın aklını görebiliyor musunuz?” diye sorunca, askerler “göremiyoruz komutanım” diye cevap verirler. Yardımcı, “yok da ondan” der.

Akıllarını kaybetmiş gibi davrananların, akıllarının başlarına gelmesini beklerken, biz aklını kullanarak sorgulayanlarla birlikte fikir yürütmeye devam edelim. Umulur ki, aklı başında olmayanlar da, çevrelerindeki olayları, yeterince sorguladıktan sonra bakış açılarını değiştirirler inşallah.

Bilinen çok tanrılı mitolojinin en eskisi Antik Mısır’da bundan beş bin yıl öncesinde oluşmaya başlamıştır. Yaklaşık iki bin yıl sonrasında, Antik Helen’de de, çok tanrılı inanış görülmüştür. Antik Helen inanışında tanrı sayısı 12 ile sınırlandırılmıştır. Eğer yeni bir tanrıya inanılır ve heykeli Olympos’a konulursa, eski tanrılardan birinin heykeli ortadan kaldırılarak 12 sayısı muhafaza edilmiştir. Bu tanrıların çoğu erkek, bir kısmı ise kadın olarak tasarlanmıştır. Antik Mısır’da ise durum daha karmaşıktır. Sayıları çok fazla olan erkek ve kadın tanrıların haricinde, aynı vücutta hem kadın hem de erkek olan tanrılar da vardır. Sonraki dönemlerde Antik Mısır’da da, tanrıların sayılarında ve isimlerinde, sürekli değişiklikler olmuştur.

Günümüz insanı açısından bakılınca, çok tanrılı inanışlarla ilgili olarak anlatılan mitolojik olaylar, tanrılar arasındaki mücadeleler, tebessümle izlenmenin ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü bu tanrılar, gerçekte olmayan, ama insanların kendilerinin uydurdukları hayali şeylerdir. Eğer bu tanrılar, insanların uydurmaları olmasaydı, sayıları ve isimleri değişip durmazdı. Eğer bu tanrılar, uydurma olmasaydı, halen varlıklarını sürdürmeleri gerekirdi. Bu sebeple, eski dönemlerdeki çok tanrılı inanışlar hakkında fikir yürütmenin, günümüze bir katkısı olmayacağından, biz bugünkü tartışmalar hakkında düşünce üretmeye çalışacağız.

Kâinatın ve kâinattaki bütün varlıkların kendiliğinden oluştuğunu, bugüne kadar da tesadüfen aynı özelliklerini muhafaza ettiklerini düşünenlerin, bu yazımızın konusunun dışında olduğunu söylemiştik. Biz, evrenin ve evrendeki varlıkların yaratıldığını kabul edenlerin fikirlerini sorgulamayı sürdüreceğiz.

Evrenin yaratıcısının, bir tane olduğunu düşünenlerin çoğunlukta olduğu günümüzde, Tanrı hakkındaki fikirlerde insanları tereddüde düşürerek ayrıştıran, birbirlerini ötekileştiren bazı ortamlar vardır. İlâhi kaynaklı dinler olan Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık gibi inançlara sahip insanların birbirlerine karşı tavırları, insanları tereddüde düşürmektedir. Her üçünde de, düşünmeden hareket eden veya menfaati gereği davranan insanlardan dolayı, bu inanışların mensuplarının bir bölümü, diğer gurupları düşman olarak görmektedirler. Birbirleriyle acımasızca mücadele etmektedirler.

Böylesine acımasız mücadeleyi dışarıdan seyredenler, Yahudi’nin, Hıristiyan’ın ve Müslüman’ın her birinin inandığı Tanrı’sının farklı olduğu yanılgısına düşebilirler.

Peki, birbirlerinin ibadet ettikleri camilerini bombalayan Şii ve Sünni Müslümanları görenler ne düşünmelidirler?

Veya birbirlerini acımasızca öldüren Katolik ve Protestan Hıristiyanları duyanlar nasıl yorum yapmalılar?

Ya da kendileri dışındakileri insan olarak bile görmeyen Yahudilerle karşılaşanlar, Tanrı fikri hakkında ne düşünebilirler? İlâhi kaynaklı üç din varsa, üç tane de tanrı vardır gibi garabet bir durum doğmaz mı?

İnsanlar mutsuz bir tavırla, hayatı, hem kendilerine hem de başkalarına zehir etmeye çalışırlarken, doğada yaşayan diğer canlılar ne yapıyorlar bir inceleyelim.

Yaşadıkları mücadelelerinin bazılarını, önceki yazılarımızda yazdığımız hayvanları izleyelim.

Ağını ördükten sonra, ördüğü ağının üzerinde, belki de 10 gün aç-bilaç ama sabırla, bir sineğin konmasını bekleyen örümcekte, mutsuzluk işareti var mıdır acaba? Eğer günlerce aç bekleyen örümcek mutsuz olsaydı, yerini terk eder giderdi. Belki de başka örümceklerle kavga eder, onları öldürüp yemeye çalışırdı. Ama böyle bir şeyin görüldüğünü zannetmiyorum.

Haftalarca aç dolaştığı için mutsuz olan bir aslan duydunuz mu? Eğer aç dolaşan aslanlar mutsuz olsalardı, en sonunda karşılaştıkları hayvan sürüsünden ihtiyaçlarını gidermek için sadece birini öldürmekle kalmazlardı. Uzun süre aç dolaşmanın verdiği mutsuzluğun tetiklediği kızgınlıkla, birçok hayvanı öldürmeye çalışırlardı. Ya da birkaç aslan birlikte dolaşıyorlarsa, yiyecek hayvan bulamadıklarında mutsuzluğun verdiği öfkeyle, içlerinden en zayıfını öldürüp yemeleri gerekmez miydi?

Başka tavukların yumurtladığı yumurtaların üzerinde, hiç kıpırdamadan yaklaşık üç hafta oturan bir tavuğun mutsuz olduğunu gördünüz mü? Hiç kıpırdamadan kuluçkaya yatan bir tavuğun, bu dönemde nasıl yiyip içtiğini, dışkı yapıp yapmadığını araştırmadım. Ama biz insanlar açısından bakılınca, üç hafta kıpırdamadan durmanın ne kadar zor olduğu kesin bellidir. Tavuk, bu zorluklar karşısında eğer mutsuz olsaydı, yumurtaların üzerinden kalkar gider, diğer tavuklarla beraber dolaşır, eşinir ve karnını doyururdu.

Bu örneklerin onlarcasını okuyucularımız bir çırpıda düşünebilirler. Şimdi aklımıza gelen bütün örnekleri sorgulayarak, tekrar düşünmeye devam edelim. Eğer tanrılar çok sayıda olsaydı, hayvanların bir kısmını başka tanrıların yaratması beklenirdi. Farklı tanrıların yarattıklarının yapılarının ve özelliklerinin de, değişik olması gerekirdi. Hâlbuki yeryüzündeki hemen bütün hayvanların psikolojik davranışları, gurup halinde yaşarlarken uydukları toplumsal kuralları, annelik duyguları, yavruların anneye bağlılıkları birbirine benzemektedir. Dolayısıyla, bütün hayvanları yaratan Tanrı, tektir.  

Diyelim ki, tanrılar birden fazladır. Bu takdirde, aklımıza hemen gelen bazı sorular olacaktır.

Bu durumda güneşi hangisi yaratmış olabilir? Dünyayı yaratan ile güneşi veya diğer gezegenleri yaratan aynı mı, yoksa farklı mıdır?

Denizleri, karaları, bitkileri, hayvanları veya insanları yaratan tanrılar farklı tanrı mıdır?

Tanrılar, neleri yaratacakları hususunda aralarında anlaşmışlar mıdır?

İnsanların sahip oldukları akıl, vicdan ve irade gibi donanımları ve nefret-sevgi gibi duyguları yaratmayı, tanrılar aralarında paylaşmışlar mıdır? Bu gibi soruları bir çırpıda çoğaltabiliriz. Ama hiçbirisine cevap veremeyiz. Ama şunu net bir şekilde söyleyebiliriz ki, eğer çok sayıda yaratıcı tanrı olsaydı, evren, yeryüzü, güneş, ay, insanlar, hülasa, var olan her şey kargaşa içerisinde olurdu ve hepsinin ömrü çok kısa olurdu. Milyarlarca veya milyonlarca yıl sürmezdi.

Demek ki, hayvanlarla ilgili aktardığımız sorgulamalardan yürürsek, bütün hayvanları yaratan Tanrı tektir. Aynı sorgulama mantığıyla düşündüğümüzde, bütün evreni yaratan Tanrı, tek olmalıdır. Bu tek olan Tanrı, yarattığı hayvanların mutsuz olmalarını istememiş ve onlara, gerekli sabır ve sebatı vermiştir.

Yarattığı hayvanların, yaşamlarının en sıkıntılı anlarında bile mutsuz olmamaları için plan yapan bir Yüce Yaradan, “halefi” olarak yarattığını söylediği insanların mutsuz olmalarını ister mi?

Hayvanlara karşı böylesine ince ruhlu olan bir Yaratıcı, gönderdiği peygamberler aracılığıyla, Kendisinin yarattığı insanlara, birbiriyle çelişen, farklı ve hattâ birbirine zıt bilgiler verir mi?

Peygamberleri aracılığıyla, insanları birbiriyle savaştırıp, yukarıdan onların kavgasını zevkle seyreder mi?

Kendi görevlendirdiği peygamberler aracılığıyla, insanları birbirine düşüren bir güç, Tanrı olarak saygı görmeyi hak eder mi?

Bir Tanrı, Kendisinin gönderdiği peygamberlerin bazısına inanan kavimlerden sadece birini “insan” sayacağını, ifade eder mi?

Bu kavmin dışındaki diğer kavimlerin, bu tek kavme gönderdiği peygamberlerini de, Yüce Yaradan’ın elçileri olarak kabul etseler bile, onların insan görünümlü yaratıklar olduğunu söylerse, Tanrı olarak kabul görür mü?

Eğer tek olan Tanrı, yarattığı kavimlerden sadece birinin “insan” olduğunu düşünse, hemen her kavme olmak üzere, yaklaşık 124.000 peygamber yollar mı?

Bilindiği gibi, her dönemde, yaşayan insanlardaki erkek ve kadın oranları hep birbirine yakın olmuştur. Yani ne kadar erkek varsa, yaklaşık o kadar kadın var olmuştur. Eğer insanları yaratanlar birden fazla tanrı olsaydı, insanlık tarihinin her döneminde böylesine bir eşitlik nasıl gerçekleşirdi?

Birbiriyle anlaşamayan tanrılar, kadın-erkek hususundaki eşitlikte uzlaşabilirler miydi?

Diğer tanrıların yarattığı insanlara karşı üstünlük kurmak isteyen bir tanrı, yarattıklarından erkek sayısını artırıp, kadın sayısını azaltmaz mıydı?

Birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi yapan tanrıların hepsi de, daha çok erkek yaratmak istemezler miydi?

O halde, bütün insanları yaratan, tek olan Tanrı’dır. Tanrı tek ise, niçin yarattıkları arasında ayrım yapsın?

Niçin, erkeklere, “has kulları”, kadınlara ise, “üvey kulları” olarak davransın?

Biz erkekler olarak, erkek evlatlara işgücü ve kavga gücü şeklinde baktığımızdan, erkek evlatları, kız çocuklarımıza göre daha üstün tutanlarımız olabilir. Peki, Yüce Yaradan’ın, biz insanların çalışmasına yani işgücüne ihtiyacı var mı?

Ya da, erkekler, Allah’a, kadınlardan daha çok mu şükrederler ve daha çok mu ibadet ederler? Bu soruya evet diyebilecek bir erkeğin olduğunu düşünemediğim gibi, çoğunluğun hayır dediğini duyar gibiyim. Aksine, kadınlar daha duygusal olduklarından, Yüce Yaradan ile daha çok bağlantı kurmaya çalışırlar. Bilhassa, erkek egemenliğinin baskıya dönüştüğü toplumlarda, kadınlar, Tanrı’ya daha çok sığınırlar.

Peki, gerçekler böyle iken, neden kadınlar, Yüce Yaradan tarafından ikinci sınıf muamelesi görsünler?

Bazı insanlar, peygamberlerin erkeklerden seçilmesini, Tanrı’nın erkeklere daha çok değer vermesi şeklinde yorumlamaya çalışıyorlar. Şimdi düşünelim. Hemen hemen bütün peygamberlere itiraz edilmiş, yalancılıkla suçlanmış ve toplumun ileri gelen erkekleri tarafından baskı ve zulme uğramışlardır. Peygamberlerin başlarına gelenler bu kadar açık iken, erkek egemen toplumlara kadın bir peygamber gönderilmiş olsaydı ne olacağını, düşünmek bile istemeyiz. Kendi hanımlarına bile her türlü zulmü reva gören erkekler, hanım peygamberlere neler yapmaya çalışırlardı? Yüce Yaradan, elbette, görevlendirdiği kadın peygamberlere yapılmak istenenleri engellerdi. Ama erkek peygamberlerini yalanlayan bazı kavimleri helâk eden Tanrı, kadın peygamberlerine karşı, soysuzca olan düşüncelerini, fiiliyata dökülmesini beklemeden bile hiç affetmeyebilirdi. Belki de bütün insanlığı helâk eder, içlerinden birazını cennetine, kalan hepsini cehennemine gönderirdi. Bu açıdan bakılınca, Yüce Yaradan’ın kadın peygamber görevlendirmemesi, insanlık için, kıyamet saatinin uzamasına vesile olmuştur dersek yanlış olmaz.

Şimdi de, Yüce Yaradan’ın binlerce peygamber görevlendirmesini irdeleyelim. Tek olan Tanrı, insanlara, akıl, vicdan ve irade vermiş. Düşünme ve düşündüklerini irtibatlandırma kabiliyeti vermiş. Görme, işitme, koku alma, lezzet alma becerisi vermiş. Bunlarla da yetinmemiş, sevgi ve merhamet gibi duygular vermiş. Şöyle bir düşünürsek, bu yazdıklarımızdan çok daha fazlasını veren Yüce Yaradan’ın, artık insanları kendileriyle başbaşa bırakması, en beklenen davranış olurdu. İnsanlara verdiği bunca güzelliklerden sonra hiç karışmaz, ama ahirette huzuruna geldiklerinde cezalandırırdı.

Fakat Tanrı, insanların kendilerine verdiği özellikleri kendi menfaatleri için kullanıp güçlenenlerin, diğer insanlara zulmettiklerini gördükçe, peygamberler görevlendirmiştir. Tek olan Tanrı, insanların, onlara verdiği vasıfları kullanarak, mutlu ve güvenli bir şekilde yaşamalarını arzu etmeseydi, ayrıca on binlerce peygamber ve daha başka elçiler görevlendirir miydi?

Demek ki Tanrı, bizim mutlu olmamızı istiyor. Bir insanın mutlu olabilmesi, ancak vicdanen müsterih olmasına bağlıdır. Kendi başına kaldığında, yaptıklarından dolayı vicdan azabı duyan bir insanın mutlu olabilmesi mümkün değildir.

Başka insanlarla ilişkisinde, sadece menfaatini düşünen bir insan, onların da kendisiyle ilişkilerinde aynı şeyi hedeflediklerini düşünür. Dolayısıyla kimseye güvenemez. Güvenecek kimseleri olmayan bir insanın mutlu olması düşünülemez.

Eğer, çok sayıdaki tanrılar, bizim uydurduğumuz hayali varlıklar değil de, gerçek yaratıcı tanrılar olsaydı, yeryüzündeki hiçbir insanın mutlu olması mümkün olmazdı. Tanrılar, aralarında yaptıkları kavgalarda insanları kullanırlar ve sürekli savaş hali olurdu. Dolayısıyla, kimsede huzur kalmazdı.

Mutlu olmamızın tek yolu, Tanrı’nın tek olmasından ve tek olan Tanrı’nın insanlara gösterdiği yolda, samimiyetle yürümekten geçer.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KAÇ TANE TANRI OLABİLİR için yorumlar kapalı

ALLAH’IN RAHMETİ, GAZABINDAN GENİŞ MİDİR?

ALLAH’IN RAHMETİ, GAZABINDAN GENİŞ MİDİR?

 

Bu hususta karar verebilmemiz için, Yüce Yaradan’ın değişmeden kalan kitabı olan Kur’an’daki sözlerini incelememizin yeterli olacağını düşünüyorum.

Tek olan Tanrı, son peygamberi Hz. Muhammed’e hitaben şöyle buyuruyor:

Enbiya Suresi 21/107: “Biz, seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”

Ayete dikkat edilirse, Arapçasında “lilalemiyn” yani, âlemlere ifadesi geçiyor. Bu vurgulamaya dikkat etmeyen bazı İslâm âlimleri, Hz. Muhammed’i, sanki sadece Müslümanlara rahmet için gönderilmiş gibi bir algı oluşturuyorlar. Bu âlimlere göre, Allah, rahmetini sadece Müslüman olanlara gösterecektir.

Hâlbuki Tevbe Suresi hariç, Kur’an’daki bütün sureler “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” ifadesiyle başlamaktadır. Yani, Yüce Yaradan’ın, esirgeyen ve bağışlayan vasfı her surede bahsedilmektedir. Ayrıca çok sayıda ayette de Allah’ın rahmetinin genişliğinden bahsedilir.

Bakara Suresi 2/115: “…Şüphe yok ki, Allah’ın rahmeti geniştir… O, her şeyi bilendir”

Aynı ifade, aynı surenin diğer bazı ayetlerinde de geçer. Bakara 247, 261: “…Allah’ın rahmeti geniştir. O, her şeyi bilir.”

Bakara 268 ve Nisa 4/130: “…Allah’ın lütfu geniştir…”

Necm Suresi 53/32: “…Şüphesiz Rabbinin affı geniştir…”

Nuh Suresi 71/10: “…Çünkü O, çok bağışlayandır.”

Daha birçok ayette benzer ifadeler vardır. Rahmetinden sıkça bahsetmesine rağmen, Yüce Yaradan, insanlara ayrıca şu tavsiyeyi de yapmaktadır.

Yusuf Suresi 12/87: “…Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin…”

Tek başına bu ifade bile, tek olan Tanrı’nın affının yani bağışlayıcılığının bizim anladığımız şekilde sınırlı olmadığını göstermektedir. Rahmetinden ümit kesilmemesini isteyen Yüce Yaradan, aynı ifadeyi Zumer Suresi 39/53 ayetinde de vurgular.

Yüce Yaradan’ın bu ifadeleri, ayetlerde net bir şekilde verildiğine göre, bazı âlimlerin Enbiya Suresi 107inci ayetle ilgili yorumlarındaki “Hz. Muhammed’in sadece Müslümanlara rahmet olarak gönderildiği” fikri hatalıdır. Hiçbir insanın, Allah’ın rahmetinin veya gazabının sınırlarını belirlemesi düşünülemez. Yüce Yaradan’ın yarattığı diğer kullarından olan meleklerin veya cinlerin de, tek olan Tanrı adına, böyle bir sınır çizmesi söz konusu olamaz.

Yüce Yaradan, her türlü kararını Kendisi verir. Yarattığı hiçbir kulu, onun adına konuşamaz. Eğer biz, tek olan Tanrı’nın rahmetine, kendiliğimizden sınır koymaya kalkışırsak, korkulur ki, rahmeti geniş olan Yüce Yaradan, bizi rahmetinin dışına bırakabilir.

Bakara 2/169, Araf 7/28, Yunus 10/68 gibi ayetler, Allah’a karşı bilmediğimiz şeyleri söylememizi tavsiye etmektedir. Bizden, Yüce Yaradan hakkında bilmediğimiz şeyleri konuşmamızı bizden, ancak şeytanın isteyeceğini belirtmektedir.

Eğer biz, Yüce Yaradan’ın rahmetine, hiçbir bilgimiz olmadan sınır koyarsak, bunun sonu, kendi gurubumuz arasında da düşmanlık oluşmasına kadar gider. Nitekim Hz. Muhammed’in söylemediği bir hadis emsal gösterilerek, Müslümanlar birbirini boğazlamaktadır. Daha önceki bir makalemizde de yazdığımız bu hadis şöyledir: “Benden sonra ümmetim 73 (bazı aktarımlarda 72) fırkaya (guruba) ayrılacak, bunun 72 (bazı aktarımlarda 71) si cehennemlik, sadece biri cennetlik olacak”. Bu hadisin varlığına inanan Müslümanların çoğu, kendi gurubunu, hattâ gurup içerisinde kendi fikrine daha yakın olanları, cennetlik olarak, diğer Müslümanları da cehennemlik olarak görebilmektedir. Böyle düşününce de, diğer guruba bağlı Müslümanı, hiç düşünmeden gaddarca öldürebilmektedir.

Hâlbuki Enbiya Suresi 107inci ayetteki ifadede, “Müslümanlara” sözü geçmediği gibi, “insanlara” ifadesi de geçmez. Hz. Muhammed’in âlemlere rahmet olarak gönderildiğinden bahseder. Nitekim cinlerden bazılarının da, Hz. Muhammed Kur’an okurken dinlediklerinden bahsedilir.

Ahkaf Suresi 46/29: Ey Muhammed! Hani biz cinlerden bir grubu Kur’an’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar Kur’an’ı dinlemek için hazır bulundukları zaman birbirlerine “susun” dediler. Kur’an’ın okunması bitince de, birer uyarıcı olarak kavimlerine döndüler.

Demek ki, Yüce Yaradan’ın, sadece insanlara değil, yarattığı bütün âlemlere rahmeti geniştir.

Yusuf Suresi 10/64: “…O, merhametlilerin en merhametlisidir.”

Aşağıdaki ayette ise, bizi aydınlatacak net bir ifade vardır:

Araf Suresi 7/156: “…Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır…”

Yazımızın başlığındaki soruya dönersek, sadece bu son ayet bile gösteriyor ki, Yüce Yaradan’ın rahmeti, gazabından geniştir.

Yüce Yaradan’ın bizzat Kendisinin, “her şeyi kuşattığını” söylediği rahmeti; sadece Müslümanlara değildir, sadece ilâhi kaynaklı dinlerin mensuplarına değildir, yalnızca insanlara değildir. Yüce Yaradan’ın rahmeti, bizim bildiğimiz, bize bildirilen ve bildirilmeyen bütün âlemleri kuşatmıştır.

Tek olan Tanrı’nın rahmetinin, bütün âlemleri kuşattığını, şeytan ile ilgili aktarılanları irdelediğimizde daha net anlayabiliriz. Bu sitede, şeytan hususunda yayınladığımız makalelerimizde, Kur’an’a dayanarak, şeytanın bir melek olduğunu, diğer bir ifadeyle, beş baş melekten biri olduğunu ifade etmiştik. Ancak, bir baş melek olan şeytan, Yüce Yaradan’ın “insana saygı gösterin” emrini dinlememiştir. Bu durumda beklenen davranış, şeytanın cezalandırılarak, derhal cehenneme atılmasıdır. Fakat tek olan Tanrı, şeytana karşı da rahmetini göstermiş ve şeytanın, kıyamete kadar istediğini yapmasına fırsat vermiştir. Böylece rahmetinin bütün âlemleri kapsadığını bizlere göstermiştir.

O halde, sadece, rahmeti bütün âlemleri kuşatan Yüce Yaradan’ın merhametine sığınalım. Yalnızca, Ondan af dileyerek, Onun rahmetini isteyelim. Çünkü Onun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | ALLAH’IN RAHMETİ, GAZABINDAN GENİŞ MİDİR? için yorumlar kapalı

TANRI’NIN VARLIĞI ÜZERİNE SORGULAMALAR

TANRININ VARLIĞINA VEYA YOKLUĞUNA KENDİMİZ KARAR VERELİM

 

Takdir edileceği gibi, biz, “Tanrı vardır” deyince, Tanrı var olmayacağı gibi, biz “Tanrı yoktur” dediğimizde, Tanrı yok olmayacaktır. Bizim bu makale içerisinde yapmaya çalışacağımız şey, Tanrı’nın varlığına veya yokluğuna, kendimizi inandırmamızı sağlayacak sorgulamalar yapmaktır. Hiçbir insan Tanrı’yı veya tanrıları görmediği için, bizim kalben inanabilmemiz deliller eşliğinde karar vermemize bağlıdır. Biz de bu kararı verebilmek için, çevremizde yaşanan olaylara bakacağız.

Tanrı’nın varlığını, bu sitede yayınladığımız, “Aklımıza Takılan Sorular” ve benzeri birçok yazımızda, bilimsel açıdan gözler önüne sermeye çalışmıştık. Ancak, bu makalemizdeki incelememizi, bilimsel bulgularla değil, günlük geçimini sağlamaya çalışmaktan başka bir uğraşa fırsat bulamayan, sıradan bir insan gözüyle yapacağız.

Hepimiz, örümcekleri görmüş ve bazen izlemişizdir. Balkonumuzun kenarında gördüğümüz bir örümceği üfleyerek balkondan düşürmek istediğimiz olmuştur. Biz üflediğimizde, neresinden çıkarttığını bilemediğimiz bir ağ ile kendisini balkondan aşağıya sarkıttığına şahit olmuşuzdur. Bu esnada biraz rüzgâr esse bile, yalpalamasına rağmen örümcek, içinden çıkardığı ağı kopmadan aşağıya doğru inmeye devam eder.

Şimdi, örümceğin yaptığı işin mahiyetini daha iyi anlamak için, benzer bir durumda güçlü birileri bizi balkondan kovalasalar ne yapabiliriz, onu düşünelim. Balkondan düşeriz. Ya sakat kalırız ya da ölürüz. Örümceğin yaptığı gibi, aşağıya inebilmemiz için bizim bazı malzemelere ihtiyacımız vardır. Öncelikle, bizi aşağıya indirecek bir halat bulmamız gerekir. Bu halat, bizi taşıyabilecek sağlamlıkta olmalıdır. Sonra halatı sağlam bir yere bağlamalıyız. Halatı bir yere bağlayamazsak, inemeyiz. Halat sağlam değilse, bir işe yaramaz, yine düşeriz. Halat kısa olursa, yine işimize yaramaz.

Hâlbuki örümcek, bunların hiçbirini düşünmüyor. İçinden çıkardığı halatın ucunu, balkonun uç kısmına yapıştırıyor. Sonra inmeye başlıyor. İndikçe halat gibi kullandığı ağ uzuyor. Arada esen rüzgâra rağmen, örümceği taşıyor.

Peki, örümcek ne yiyor da, içinden, halat gibi kendisini taşıyan sağlam bir ağ çıkarabiliyor. Eğer bir örümceği sabırla takip edersek ne yediğini görebiliriz. Yıllar önce benim böyle bir şansım oldu. İş yerimin bir köşesine içinden çıkardığı iplerle sistemli bir ağ örüp tuzak kuran bir örümceğin, kurduğu ağ sisteminin üzerinde durduğunu görünce, hiç kimseye müdahale ettirmedim ve sabırla takip ettim. Günler geçiyor, örümcek yerinde duruyordu. Çok dikkatli baktığımda, sadece iki defa pozisyonunu değiştirdiğini fark ettim. Bir hafta sonra, tesadüfen baktığım sırada bir sinek ağa kondu, geri uçamadı. Sineğin uçmasını engelleyen ağın üzerindeki örümcek, hemen harekete geçti. Sineği, polisin, yakaladığı bir hırsızın bütün vücuduna halatı dolaştırarak bağladığı gibi (ki, elinde silah olan bir polisin, tek başına bu şekilde bağlama işlemini yapması çok zordur), içinden çıkardığı ipiyle sımsıkı bağladı. Sineği neresinden tuttuğunu anlayamadım. Ama sanki döner çevirir gibi sineği çeviriyor, böylece ağıyla bağlıyordu. Sonra sineği ağzına sokmaya başladı. Sineği hiç parçalamadan ve yavaş yavaş bütün vücudunu yuttu. Örümceğin büyüklüğüne şöyle bir baktım, Nasrettin Hoca’nın kedi ve ciğerle ilgili sorgulaması aklıma geldi. “Bu gördüğüm örümcekse sinek nerede, yuttuğunu gördüğüm sinek buysa örümcek nerede” diye kendime sormadan duramadım.

İşte, sineğin yemeği; kafasıyla, kanatlarıyla, ayaklarıyla birlikte bütün bir sinekti. Örümceğin yediği bu sinek, örümceğin içerisindeki fabrikanın bir takım işlemlerinin sonunda ağ olarak dışarıya çıkıyordu. Yani bizim sinek, sağlam bir ağ, diğer bir deyimle halata dönüşmüştü. Aklıma bir soru takıldı. Biz insanlar olarak, halat yapabilmemiz için böyle bir fabrika kurabilmemiz mümkün olur muydu? Meselâ bir ineği, fabrikanın bir ucundan içeri alıp, diğer tarafından ineğin vücudunun yapısıyla hiç alâkasız bir şekilde halat veya başka bir şey olarak çıkarabilir miydik?

Şimdi, bu gözlemimizden sonra, Tanrı’nın var olup olmadığını düşünelim. Bir örümceğin kabiliyetiyle, çokbilmiş biz insanların yapabildiklerini karşılaştıralım ve kararımızı ona göre verelim. Unutmayalım ki, bu kabiliyet, sadece benim takip ettiğim örümceğe ait değil. Örümceklerin var olduğunu düşündüğümüz milyonlarca yıldır yaşamış bütün örümcekler bunu yapıyor. İnsanlığın bilinen tarihine baktığımızda, binlerce yıl boyunca ziraat bile yapamadığını, ev inşa edemediğini mağaralarda yaşadığını tahmin ettiğimiz insanlığın, şimdiki kabiliyetine gelene kadar ne kadar uzun bin yıllar geçtiğini düşünelim. Dolayısıyla kibirlenmeden, gerçekleri görerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Yine hepimizin görebileceği bir başka örneğe bakalım. Evinin bir köşesinde çiçek yetiştirenler bilirler. Bazen küçük sinekler oluşur. Bu sinekler, dikkatli bakmadığımız takdirde zor fark edilirler. Bu küçücük sinekler uçarlar, yürürler ve az bir su birikintisinin içine düştüklerinde, yüzerek kurtulmaya çalışırlar. Ben bu sineklere, her zaman merakla bakarım. Bunların ağızları nerede, mideleri nerede, kanatları ve ayakları nerede diye hayretle bakarım ve düşünmeye çalışırım. Ama bu düşünüşümden sonuç alamayınca, bu küçük sineklerle ilgili başka hususları düşünmeye başlarım. Nasıl çiftleştiklerini, çiftleşme zamanını nasıl bildiklerini, binlerce yumurtalarını küçücük vücutlarının neresinde oluşturduklarını düşünmeye çalışırım. İşin içinden çıkamayınca düşünmeyi de, onları seyretmeyi de bırakırım.

Şimdi evimizdeki bu küçücük sineklerin özelliklerini düşünerek, bu kadar küçük vücuda bu özelliklerin nasıl sığdığını sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim. İnsanoğlu on binlerce yıl sonra ”çip” yapmayı başardı. Ama bugünlerde yeterince üretilemediği için otomobil üretimi yavaşladı, belki de duracak. Bu sıkıntı diğer sektörlere de sirayet etti. Sebebi, Covid 19 salgını sırasında üretimin aksaması. Yani bir salgın hastalık, sadece kısa bir sürede çip üretiminin azalmasına sebep oldu. Sinekler ise, yüzbinlerce yıldır varlar, nice salgınlara rağmen ayaktalar. Eğer, tabiatın birbirini yem olarak kullanan sistemi olmasa, evlerimiz bu küçük sineklerden geçilemeyecek kadar çok olurdu. Çünkü sinekler, kendi soylarını kendileri devam ettirecek şekilde organize olmuşlardı. Bütün bunları sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Her insanın yaşadığı çevrede ağaç vardır. İğne yapraklı ağaçların dışındakiler, kışın yaprakları dökülmüş ve kurumuş bir haldedir. Bahar geldiğinde aynı ağaç dirilir, yapraklarla bezenir, yeni dallar oluşur. Meyve ağaçları sadece yapraklanmayla kalmaz, çiçekler açar, sonrasında çiçekler meyveye dönüşür. Küçük bir çiçek, büyük bir meyveye nasıl dönüşür, bilmiyorum. Bilen varsa anlatsın isterim.

Peki, bahar gelince bu ağacın büyümesi, yapraklanması ve ağacın büyüklüğüne göre yüzlerce kg meyve vermesi için, insanların yaptığı nedir? Cevap, hiçbir şeydir. Biz bir şey yapmazken, gökten yağmur yağmış, havalar ısınmış, sonunda bütün yarım küre üzerindeki ağaçlarda aynı şey olmuştur. Güneş milyonlarca yıldır aynı güneştir. Ama benim yaşadığım bölgenin sıcaklığı her mevsimde farklı olur. Neden böyledir diye bazen düşünürüm, ama sonuç alamam. Bilim insanları bile, son asırlarda yaptıkları araştırmalarının sonucunda, dünyanın hem yuvarlak ama hem de eğik olduğunu söylüyorlar. Ama dünya, neden hem yuvarlak hem de basık, onun cevabı yok.

Toprak, milyonlarca yıldır aynı topraktır. Ağacın büyümesi için verilen sadece sudur. Bizim kullandığımız gübre, sadece verimi artırmak içindir. Ama gübre verilen alanlar, dünyanın küçük bir bölümüdür. Kızılderililer gübre vermiyorlardı, ama Amerika bugünkünden daha yeşildi. Sadece su ve sıcaklığın değişmesi ile bir ağaçtan yüzlerce kg meyve, binlerce yaprak ve dallar nasıl oluşmuştur? Bütün dünyadaki ağaçlar değerlendirilince, nasıl böyle olabilir diye düşünmeye çalıştım. Bizim, her gün mutlaka yemek yememiz gerekirken, ağaç sadece su ile nasıl büyüyebilmektedir. Yağmur her gün yağmadığına göre su depolama işini nasıl yapmaktadır? Sorularım çoktu, ama işin içinden çıkamadım.

Bildiğim kadarıyla suyun bir yere gidebilmesi için, aşağıya doğru eğim olması gerekir. Suyu yukarıya doğru çıkarmak istersek, pompa kullanmamız gerekir. İnsanlarda ve hayvanlarda, pompa görevini yerine getiren kalp vardır. Peki, yağmur yağdıktan sonra köklerle buluşan su, büyük bir ağacın en tepe noktasına kadar nasıl çıkmaktadır? Ağacın ve bütün bitkilerin bir yerlerinde bizim göremediğimiz bir pompa mı vardır? Düşündüm ama yine işin içinden çıkamadım.

Gökten yağan yağmur; yapraklara, meyvelere, dallara dönüştü ise, her sene yağan yağmurun miktarının azalması beklenir. Dünya üzerindeki yetişen bitkiler, tahıllar, sebzeler, meyveler, ağaçlar düşünülünce kaybolması beklenen su miktarının büyüklüğü anlaşılır. Dünyadaki bu düzenin yüz milyonlarca yıldır devam ettiği düşünülürse, dünyada hiç suyun kalmaması icap eder.  Ama böyle bir şey olmuyor. Su eksilmiyor. Bu nasıl oluyor, nasıl bir dönüşüm var diye düşünmeye başlayınca, devamını getiremiyorum.

Şimdi, sadece su verdiğimiz bitkilerden aldığımız ürünlerin miktarının muazzamlığı, milyonlarca yıldır su verildiği halde dünyadaki suyun hiç eksilmemesi, suyun, pompa olmadan yukarıya doğru çıkamazken, ağaçlarda çıkması gibi hususları düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Bilindiği gibi, bazı hayvanlar sadece et yerler ve vücutlarında et oluşur. Diyelim ki, bu normaldir, et yediği için et oluşmuştur. Peki, bazı hayvanlar sadece ot yedikleri halde, onların vücutlarında et nasıl oluşuyor? Biz insanlar, hem ot hem de et yeriz, bizim vücudumuzda da et oluşuyor. Dişi hayvanların, erkeklere nazaran bir başka özellikleri daha var. İster et yesinler, ister ot yesinler, bütün dişilerde yavrularını beslemek için, vücutlarında süt oluşur. Bu durum memeli balıklarda da vardır. Peki, bütün bunlar nasıl oluyor diye düşünmeye başladığımda, işin içinden çıkamayacağımı anladım.

Evinde kedi besleyenler bilirler. Kedi ot yemez. Ama kedinin başı ağrıdığı zaman, ağrısını gidermek için ot yer. Bunu bilen kedi sahipleri, bir saksıda kedileri için ot yetiştirirler. Kedinin, başı ağrıdığında ot yemesi gerektiğini nereden öğrendiğini düşünmeye çalıştığımda, sonuç alamadım.

Şimdi, hayvanlardaki basit gibi algıladığımız, ama sorgulayınca cevabını veremediğimiz bu durumların milyonlarca yıldır nasıl sürdüğünü düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığını tekrar sorgulayalım.

Bu yazıyı okuyacak yaşta olan herkes, mutlaka tavuk görmüştür. Tavuğun yumurtasını hepimiz biliriz. Bizim, pişirerek yediğimiz veya sesimizi güçlendirmek için çiğ olarak içtiğimiz yumurtalar, kuluçka makinesinde civciv haline dönüşmektedir. Eskiden kuluçka makinesi yoktu. Yumurtalar bir yere toplanır, bir anaç tavuk yumurtaların üzerine oturur, üç haftaya yakın kıpırdamadan dururdu. Sonunda yumurtalar içten kırılmaya başlar, kırılan yumurtaların içerisinden civciv çıkardı. Yani bizim yiyip içtiğimiz yumurta, küçük bir tavuk yavrusuna dönüşürdü. Ben, bir yumurtaya, bir de içinden çıkan civcive baktığımda, bu civciv yumurtaya nasıl sığmış diye düşündüm, ama anlayamadım. Bu basit durumu anlayamayınca, akı ve sarısıyla, içilip yenen bir yumurtanın, civciv haline nasıl dönüştüğünü düşünmek bile istemedim.

Memeli hayvanlarda döllenme olayından bahsedilir. Peki, yumurta kendi kendisini nasıl döllemiştir? Memeli hayvanların, karınlarındaki yavrularını, kendi yediklerinden ve göbek bağı aracılığıyla besleyip büyüttükleri bilinmektedir. Peki, bu civcivler ne ile beslendiler. Sadece yumurtanın akı ve sarısı ile beslenerek, nasıl civciv haline geldiler? Ben bu soruyu, en çok bilinen hayvan olarak tavuk ve yumurta üzerine sordum. Siz bütün kuşlar, böcekler ve sinekler için sorabilirsiniz. Ama cevabını verebilecek çıkar mı bilemem.

Şimdi tavuk ile yumurta konusunu ve bütün kuşların, böceklerin, sineklerin yumurtadan nasıl oluştuklarını, milyonlarca yıldır aynı düzenin nasıl yürüdüğünü düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Hepimiz göçmen kuşları duymuşuzdur ve bir kısmını tanırız. Yaşadıkları bölgelerde havalar soğumaya başlayınca, diğer yarım küredeki sıcak yerlere doğru göç ederler. Gittikleri yerde de havalar soğumaya başlayınca, geri dönerek eski yerlerine dönerler. Bu göçmen kuşların içerisinde en çok tanınanlardan birisi leyleklerdir. Leylekler her göç edişlerinde aynı bölgeye gelirler. Neredeyse aynı ağaca veya elektrik direğine yuva yaparlar.

Bazen düşünürüm. Ben üniversite mezunu bir insan olarak, yaşadığım şehirde bir iki defa gittiğim bir yeri, bir süre sonra tekrar gitmek istediğimde, elimde adres bilgileri yoksa, bulmakta zorlanıyorum. Bilhassa giderken arabayı ben kullanmadıysam veya gece gittiysem daha çok zorlanıyorum. Benim işyerime gelen müşterilerin anlattıklarından anlıyorum ki, benim başıma gelen bu durum, bana özel değil, çok fazla insanın başına geliyor.

Peki, biz insanlar, yaşadığımız şehirde birkaç defa gittiğimiz yeri bulmakta zorlanırken, leylekler, bizim haritada yerini gösteremeyeceğimiz ülkeleri nasıl buluyorlar? (Geçenlerde Afganistan’da Taliban yönetiminin atadığı bir eyalet valisi, kendi ülkesini harita üzerinde gösterememişti.) Leylekler, ülkelere gitmekle kalmayıp, aynı şehri, aynı ilçeyi, aynı köyü, köydeki aynı mahallî nasıl buluyorlar? Biz ıssız bir yere göç etsek, kendimize bir kulübe yapmakta zorlanırız. Alet edevat olmadan yapamayız. Leylekler o yüksek yerlere, rüzgârda, yağmurda bozulmayan yuvalarını nasıl yapıyorlar?

Göçmen kuşlardan birisi de kırlangıçlardır. Bu küçük kuşun kanadında birkaç gram yağ vardır. İşte bu kuşlar da göç ederler. Göç sırasında bütün göçmen kuşların karşılaştıkları hava ve iklim şartları onlar için de geçerlidir. Havada rüzgârlar, yağmurlar bazen de yakıcı güneş vardır. Türkiye’den göç edenler, Afrika’nın ortalarına kadar giderler. Afrika’ya, uçarak nasıl gidilir diye haritaya baktığımızda, koca Akdeniz’i geçmeleri gerektiği görülür. Sonra, Afrika’nın kuzeyindeki Sahra Çölünü geçmeleri gerekir. Akdeniz’i geçerken konaklayıp dinlenecekleri ve karınlarını doyurabilecekleri kara parçası olarak, bir Kıbrıs var. Sahra çölünde ise konaklayabilecekleri ne kadar yer var bilemiyorum.

İşte bu küçük kırlangıç kuşları, yüzlerce (belki de birkaç bin) kilometre mesafeyi, uçarak geçmek zorundalar. Bir tarafta rüzgâr, yağmur, diğer yanda çölde, insanı susuz bırakan sıcak var. Durup dinlenmeden, yem yemeden, aç bilaç nasıl uçarlar? Kırlangıçların yerine bir insan olarak kendimi koyduğumda, onların bu göç işini nasıl yaptıklarını anlamam mümkün değil. Bu kuşlar toplu halde uçarlarken, bazen bizlere resital verir gibi dalgalanarak, geri dönüp tekrar ileriye yönelerek uçarlar. Sığırcıklar şarkı da söylerler. Biz geniş yollarda arabamızı sürerken birbirimize çarpıyoruz. Bu binlerce kuş topluluğu, birbirlerine çarpmadan nasıl uçuyorlar? Biz bir halk oyunları gösterisine çıkacaksak, ekipteki beş on kişinin ortak hareket edebilmesi için, onlarca defa prova yapıyoruz. Peki, kuşlar hiç prova yapmadan, hem de binlercesi, hiç birbiriyle ters hareket etmeden ve uçarken aynı saniyede nasıl dönüyorlar?

Şimdi, göçmen kuşların bir türlü akıl erdiremediğimiz bu özelliklerini, milyonlarca yıldır nasıl sürdürdüklerini sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Verdiğimiz misaller karada yaşayan hayvanlar içindi. Denizlerde de, uzmanların söylediklerine göre 250.000 çeşit canlı varmış. Bazılarının özellikleri karada yaşayanlardan daha ilginçmiş. Dikine yüzen balıklar, yavrusunu doğuran ve süt ile besleyen memeli balıklar gibi akıl yürütmekte çok zorlanacağımız konular var. Ancak denizlerden örnek vermeyi pek istemedim. Çünkü denizlerle ilgili bilgisi olan insan sayısı, çevremizdeki kara hayvanlarını bilenlere göre çok az. Biz bu yazımızda, hemen her insanın çevresinde görebileceği ve kendisinin yorum yapabileceği konulardan, basit anlatımlı örnekler vermeye çalıştık.

Dolayısıyla, örnek vermeyi burada bitirelim. Okuyucularımın benim verdiğim ve çok yaygın olarak bilinen örneklerden çok daha fazlasını vereceklerine ve çok daha fazla sorular soracaklarına inanıyorum. En azından, son yıllardaki belgeselleri çokça izleyen okuyucularım, benim aktardığımdan çok daha fazlasını bildikleri için, benim anlattıklarım onlara çok basit gelebilir. Çünkü son yıllarda, televizyonu çok az seyrediyorum.

Ancak, bundan 27 yıl önce 1994 yılında seyrettiğim, timsahlarla ilgili belgeseli, araştırmacıların emeklerine hürmeten ve belgesellere güzel bir örnek olarak, vermek istiyorum.

Yumurtalarını bataklığın yakınındaki bir ağacın altına bırakan bir anne timsah, yavruların yumurtadan ne zaman çıkacaklarını, gün olarak veya saat olarak değil dakikasına kadar bilmişçesine, sudan çıkarak ağacın yanına geliyor. Tam o esnada yumurtalar içten kırılmaya başlıyorlar ve yavrular çıkmaya çalışıyor. Buradaki bir başka ilginçlik, dört yumurtadan da yavruların arka arkaya çıkmalarıdır. Yani yumurtalardan çıkışlar arasında günler değil, saatler bile geçmiyor. Yavrular birbirleriyle tele konferansla sözleşmişler gibi aynı dakikalarda çıkıyorlar.

Yavrularını teker teker ağzına alan timsah, onları suya bırakıyor. Ağzını kapattığı halde, yavrularını hiç incitmiyor. Belgeseli çekebilmek için çok uzun ve zorlu uğraşlar veren belgeselciye göre, bu dört yavrunun, yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki bir adanın çevresinde yaşamaları gerekiyormuş. Ancak oraya hem kendi başlarına hem de gece geçmeleri gerekiyormuş. Çünkü bölgede köpek balıkları varmış ve onlar timsah yavrularını yerlermiş. Ayrıca bu bölgedeki köpek balıkları, suyun üstlerinde avlanan cinsindenmiş. Bu sebeple, yavruların hem geceleyin gitmeleri, hem de derinden yüzmeleri şartmış.

Belgeselcinin bu anlattıklarını dinleyince, annenin, yavruların çıkma dakikasını nasıl bilebildiğini, yavruların, kendilerinin nerede yaşayacaklarını, oraya ne zaman gitmeleri gerektiğini ve derinden mi, yüzeyden mi yüzmeleri gerektiğini nasıl bilebildiklerini düşünmeye başladım.

Ben böyle düşünürken, belgeselci yavruların geceleyin derinden yüzüşlerini göstermeye başlamıştı. Yavruları teker teker gösterirken, bir anda yavrulardan birinin hemen suyun yüzeyine doğru çıkmaya başladığını gösterdi. Ben, ani bir refleksle, yavruya kızdım. Niçin annenin size birkaç saat önce verdiği seminerleri dinlemedin, şimdi yukarı çıkıp köpek balığına yem olacaksın diye söylenirken, belgeselci kamerayı başka tarafa yöneltti. Bir de baktım ki, bir köpek balığı. İşte, balık şimdi yavruyu yiyecek diye düşünürken, belgeselci “bu köpek balığı türü, bu bölgelerde çok az görülür, bunlar da suyun derinliklerinde avlanırlar” demesin mi. Yani, ben hiçbir şeyden anlamadan yavruya kızarken, meğer yavru, annesinin verdiği seminerleri can kulağıyla dinlemiş. Bu yeni tür köpek balığını, kokusundan anlamış. Ondan kurtulması için yukarı çıkması gerektiğini seminerde duyduğundan, hemen yukarı doğru çıkmış.

Dört yavrunun bu muazzam macerasının sonunda, üçü, çevresinde yaşayacakları adaya ulaşmayı başardı. Birisi, köpek balıklarından kaçamayıp yem olmuştu.

Şimdi, milyonlarca yıldır süren bu sistemi gözümüzle gördükten, belgeselcinin çekim öncesinde aktardığı bilgileri dinleyip çekim sırasında teyit ettikten, çevremdeki olaylar hakkında düşündükten sonra, eğer ben, “bunlar tesadüfen ve kendiliğinden olmuş olaylardır, Tanrı yoktur” dersem, insanların en aptallarından olmayı kabul ediyorum demektir.   

YAŞAM kategorisine gönderildi | TANRI’NIN VARLIĞI ÜZERİNE SORGULAMALAR için yorumlar kapalı

PEYGAMBERLER HEP ORTADOĞU BÖLGESİNDE Mİ?

PEYGAMBERLER HEP ORTADOĞU BÖLGESİNDE Mİ?

 

Eski Ahit (Tevrat), Yeni Ahit (İncil) ve Kur’an’da bahsedilen peygamberlerin birkaçı hariç, hepsi Ortadoğu bölgesinde yaşamış olanlardır. Bu durum bazı insanlarda tereddütlere sebep olmaktadır. Bazı insanlar, neden başka bölgelere görevlendirilen peygamberlerin isimlerinden bahsedilmediğini sorgularken, konuyu daha yüzeysel irdeleyenler, neden sadece bu bölgeye peygamber gönderildiği gibi sorular sormaktadır.

Bu soruların gerçek cevaplarını yalnızca Yüce Yaradan bilir. Bizim yapabileceğimiz, fikir yürütmektir. Önce, Ahitlerde ve Kur’an’da, neden sadece Ortadoğu bölgesindeki isimlerden bahsedilmiş olabileceği üzerine düşünelim.

Bilindiği gibi, son peygamber Hz. Muhammed de, Ortadoğu bölgesinde yaşamıştır. Peygamberin yaşadığı bölgede, farklı inanışlara sahip insanlar bir arada yaşıyordu. Yahudiler, Hıristiyanlar, Hz. İbrahim’in getirdiklerine inanan Hanifler ve Allah ile birlikte başka tanrıların olduğuna inanan, yani Allah’a ortak koştukları için “müşrik” olarak nitelenen insanlar vardı. Hz. Muhammed’in doğduğu Mekke’de müşrik denilen insanlar çoğunlukta idiler. Bunlar, Peygamberin vahiy olarak söylediklerinin doğru olup olmadığını, Yahudilere ve Hıristiyanlara soruyor, onların cevaplarına göre karar veriyorlardı. Bazen de, kendi bölgelerinde kulaktan kulağa dolaşan menkıbelerle, Peygamberin anlattıklarını karşılaştırıyorlardı.

Bölgede böyle bir ortam mevcut iken, Kur’an’da neden başka bölgelerdeki peygamberlerden bahsedilmediğini irdelemeye çalışalım.

Meselâ, Kur’an’da, Çin’de yaşamış bir peygamberden bahsedilerek “Yan Zhengzai’yi de an” diye bir tabir olsaydı ne olurdu? Müşriklerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Haniflerin hiç duymadıkları ve hattâ söylerken dillerinin bile dönmediği bir isim geçince, Peygamber ile alay etmezler miydi?

Kur’an’da, Hindistan’da yaşamış “Siddarta’yı da an” denilseydi, aynı tepkiyi vermezler miydi? Veya Germen asıllı bir peygamberden bahsederek “Friedrich’i de an” denilse ne düşünülürdü? Ya da Afrika kökenli bir peygamberin ismini vererek “Kunta Kinte’yi de an” denilse, insanlar, Hz. Muhammed’i, sırf bu isimlerden dolayı, yalancı olarak suçlamazlar mıydı?

İnsanların verecekleri tepkileri biz tahmin ederken, hepimizi yaratan ve tek olan Tanrı’nın tahmin etmemesi düşünülebilir mi?

Dolayısıyla Kur’an’da bahsedilen isimlerin çoğu, bölge insanlarınca duyulmuş kişiler olmalıydı. Hem Tevrat’ta hem de İncil’de bu isimlerin bazılarının geçmiş olması gerekirdi. Hattâ, Allah’a ortak koşan müşriklerin bile duyduğu isimlerden olması önemliydi.

Sadece isimlerin değil, anlatılan olayların da bölge halkı tarafından duyulmuş veya önceki kutsal kitaplarda bahsedilen hadiseler olması gerekmez miydi? Bölgedeki Yahudilerin ve Hıristiyanların kutsal kitaplarında anlatılan olaylarla hiç ilgisi olmayan olaylardan bahsedilseydi, ne düşünülürdü? Kur’an’da, İsrailoğullarının Hz. Musa ile birlikte Mısır’dan çıkışları yerine, Siddarta’nın Hindistan’da yaşadıkları anlatılsaydı, Hz. Muhammed’i dinleyenlerden hangi biri bir şey anlardı. Peygamberin getirdiği vahiylere inanan mümin insanlar bile tereddüte düşmez miydi?

Kur’an’da bahsedilen peygamber isimleri ve hadiselerin bölge halkı tarafından biliniyor olması ile vahiylerin bölge halkının dilinde ve hattâ lehçesinde indirilmesi, aynı gayeye yöneliktir. Nitekim Hz. Musa’ya indirilen Tevrat’ın İbranice değil de Türkçe olmasının yaratacağı şaşkınlık ve duygular ne ise, bahsedilen isimler ve olaylarda da, bölge dışından örneklerin verilmesinin sonuçları aynıdır.

Yukarıda aktardığımız anlayışlar, sadece Ortadoğu bölgesinde yaşayan hakla sınırlı değildir. Bütün insanlık için geçerlidir. Böyle olup olmadığına karar verebilmemiz için, konuyu farklı bir açıdan ele alalım.

Diyelim ki, son peygamber olarak Ortadoğu bölgesinde değil, Çin’de yaşayan bir kişi görevlendirildi. Çin’de yaşayan bu peygambere gönderilen kitapta, bölge halkına eski peygamberlerden bahsederken, Çinliler tarafından hiç duyulmamış isimleri sıralasaydı ne olurdu? İbrahim, Salih, Süleyman gibi peygamberlerden örnekler verilseydi, Çin halkının tepkisi, Araplardan farklı mı olurdu? Bu ve benzeri isimleri ve Mısır’dan çıkış gibi olayları dinleyen Çinliler, bunları söyleyen kişinin sahte peygamber olduğunu ve hepsini kendisinin uydurduğunu söylemezler miydi?

Yazımızın başlangıcında ifade ettiğimiz gibi, bazı insanların sordukları bir başka soru, son dönemlerdeki peygamberlerin neden hep Ortadoğu bölgesinden olduklarıdır. Neden Çin’de, Hindistan’da, Orta Asya’da veya Avrupa’da yaşamadıkları sorgulanmaktadır. Bu sorgulamaya da gerçek cevabı verecek olan sadece Yüce Yaradan’dır. Biz burada yine, tek olan Tanrı’nın bize verdiği aklı ile fikir yürütmeye çalışacağız.

Kur’an, her kavme peygamber gönderildiğini belirtir. Bu anlatımı temel alan Müslüman âlimler, 124.000 veya 128.000 civarında peygamber geldiğini düşünürler. Sayı konusunda bizler net bir şey söyleyemeyiz. Gerçek sayıyı, peygamberleri seçen Yüce Yaradan bilir. Biz ancak, Kur’an’a dayanarak bir fikir yürütebiliriz. Bilindiği gibi, Enam Suresi 12inci ayetinde Yüce Yaradan, insanlara rahmetini Kendi üzerine yazdığından bahsetmektedir. İnsanlara karşı en merhametli ve en bağışlayıcı olan Allah’ın, insanlar zalimliğe doğru meylettikçe, onları toparlamak için peygamberler görevlendirmesi, gerçekçi ve beklenen bir durumdur. Dolayısıyla sayı hususunda söyleyebileceğimiz şey, insanlık tarihi boyunca her dönemde, yeterli sayıda peygamberin görevlendirildiği olacaktır. Bazen peygamberlerin birbirini takiben gönderildikleri de dikkate alınırsa, bahsedilen sayı abartılı değildir.

Her kavme peygamber gönderilmiş iken, son kutsal kitaplarda, sadece Ortadoğu bölgesindekilerden bahsedilmesinin sebepleri üzerine fikir yürütebilmemiz için, Dünya Tarihine bakmak gerekir. Bilinen tarih içerisinde en çok kargaşanın olduğu bölgenin Ortadoğu olduğu fikrinde genel ittifak vardır. Bu bölge, en netameli coğrafya bölgesidir. Bu bölge, Yüce Yaradan’ın görevlendirdiği ve kendi içlerinden çıkan peygamberlerin bir kısmını öldürmüş insanların yaşadığı bölgedir. Bu bölge, tek olan Tanrı’nın gönderdiği peygamberlerin bazısını kabul ettikleri halde, kendilerinin kabul etmediği diğer peygamberlere inanan insanlarla sürekli savaştığı bölgedir. Bu bölge, aynı peygamberin ümmetinden olduklarını söyleyenlerin, birbirlerini acımasızca öldürdükleri bölgedir. (Yahudilerde de, Hıristiyanlarda da, Müslümanlarda da aynı acımasızlık varittir.) Bu bölge, sürekli peygamberler göndermesine rağmen, Yüce Yaradan’ı değil, parayı kutsayan bir bölgedir. Bu bölge, farklı dinlere ve inançlara sahip olduklarını söyleyenlerin ve tanrıtanımazların aynı terör örgütü içerisinde birlikte mücadele ettikleri bölgedir. Sonuçta bu bölge, kargaşanın en çok görüldüğü bölgedir. Günümüzde de, kitle iletişim ve ulaşım araçlarının hızlı gelişimi sonrasında bu bölge, kötü niyetli insanların para için terör amacıyla toplandığı yer haline gelmiştir. Dolayısıyla bütün dünyadaki kötü niyetli insanların rahatça kullanabilecekleri uygun bir ortam oluşmuştur.

Belki de Yüce Yaradan, bizlerin dikkatini bu hususa çekmek istemiş olabilir. Bilhassa günümüz açısından bakılınca, bu bölgedeki kargaşanın önlenerek huzurun sağlanması halinde, dünyanın geri kalan bölgelerindeki kargaşanın çok daha kolay düzeltilebileceğini anlatmak istemiş olabilir. Ayrıca, Kur’an’daki “helâk edilen kavimler” örnekleriyle, huzurun sağlanabilmesi için, gerektiğinde bazı lâf anlamayan gurupların helâk edilmesinden çekinilmemesi gerektiğini bize göstermiş olabilir.

Yani insanlığın toparlanabilmesinin yolunun, Ortadoğu bölgesinin düzeltilmesinden geçeceğini bizlere göstermek istemiş olabilir. Son peygamber Hz. Muhammed’in ümmetinden olan Abbasilerin ve Osmanlının tam hâkimiyetlerinin olduğu dönemlerde, hem bölgedeki hem de çevresindeki kargaşanın çok azalmış olması, Yüce Yaradan’ın bize böyle yol gösterdiği şeklinde düşünmemize vesile olmuştur.

Kur’an’a bakıldığında, Yüce Yaradan’ın, Ortadoğu bölgesindeki insanların huzurunu sağlayabilmek, kargaşayı önleyebilmek için iki yöntemi bir arada uyguladığını görmekteyiz. Önce, insanları düşünmeye ve akıl erdirmeye yöneltmek için çeşitli bilgiler vermiş. Ahiret hayatının varlığını haber vererek, zalimlerin ahiret hayatında cezalandırılacaklarını belirtmiş. İnsanlara kendilerini düzeltmeleri için çok çeşitli fırsatlar vermiş. Tövbe edenleri affetmiştir. Ancak, lâftan anlamayıp “ille de odunumun parası” diyenleri de helâk etmiştir. Diğer bir anlatımla, bir taraftan insanların kalbini kazanırken, diğer yandan sopasını her zaman hazır tutmuştur.

Abbasilerin ve Osmanlının tam hâkim oldukları dönemlerdeki uygulamalarına bakılınca, Kur’an’daki yöntemi takip ettikleri anlaşılmaktadır. Önce sevgiyle yaklaşılmıştır. Bir taraftan insanlara hizmet götürülürken, diğer yandan huzuru bozanlar uyarılmışlardır. Bu arada tövbe edenler affedilmiştir. Ama tövbe ettikten sonra da kötülüklerini sürdüren gurupları helâk etmekten çekinilmemiştir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | PEYGAMBERLER HEP ORTADOĞU BÖLGESİNDE Mİ? için yorumlar kapalı

İNSANLARIN FİZİKSEL VE ZİHİNSEL SINIRLARI ÜZERİNE

İNSANLARIN FİZİKSEL VE ZİHİNSEL SINIRLARI ÜZERİNE

 

Hemen bütün insanlar, fiziksel sınırları hakkında fikir sahibidirler. Bizler, ne kadar ağırlık kaldırabileceğimizi yaklaşık olarak tahmin ederiz. Dünya çapında yapılan yarışmalarda, kaldırılan en çok ağırlık bellidir. Yeni bir rekor kırmak isteyen halterciler, önceki rekor ağırlığa, sadece 250 gram gibi ufak eklemeler yaparak, rekor denemesi yaparlar. Halterciler, her gün saatlerce idman yapmalarına rağmen, fiziksel sınırlarını bildikleri için, rekor denemelerinde, hiçbir zaman ilave ağırlık olarak 10 kg ekletmezler.

Bizler, ne kadar yük taşıyabileceğimizi, aşağı yukarı biliriz. Hepimiz, bir attan daha çok yükü taşıyamayacağımızı, net bir şekilde biliriz. Sırtımıza aldığımız yükle, ne kadarlık mesafeye dinlenmeden gidebileceğimizi tahmin ederiz. Yanlış tahmin yapmışsak yolda durur dinleniriz. Dolayısıyla fiziki gücümüzü zorlamayız. Zorladığımız zaman bedenimizin ciddi zarar göreceğini biliriz.

Benzer şekilde koşabileceğimiz mesafe ve koşma hızımız da sınırlıdır. Ne kadar idman yaparsak yapalım, durmadan koşabileceğimiz bir süre vardır. Süreyi birden bire uzatırsak, yığılıp kalacağımızı biliriz. Belki de atı, deveyi ve eşeği evcilleştirmemiz bu sebeplerledir.

Zıplayabileceğimiz yükseklik de çok sınırlıdır. Ne kadar idman yaparsak yapalım, dünya rekorunun sınırı bellidir. Bu sınırı, sadece birkaç santimetre yükselterek aşmayı deneriz. Bu sebeple, daha yükseğe zıplayabilmek için, uzun çıtalar kullanmaya çalışırız. Çıtalar, zıplamamıza faydalı olur ama bizi yüksekte tutamaz. Hem daha yükseklere çıkabilmek hem de yükseklerde kalabilmek için merdiven yaparız.

Tek adımda atlayabileceğimiz mesafe de çok sınırlıdır. Uzağa atlamaya çalıştıkça, atlamanın sonunda ayakta kalma ihtimalimiz azalır, yere düzgün basamadan düşeriz. Uzağa atlayamayacağımız için nehirleri veya vadileri geçerken köprüler yaparız.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Vereceğimiz bütün örneklerden anlaşılacağı gibi, bütün insanlar olarak hepimiz fiziksel sınırlarımızı biliyoruz. İnsanların fiziksel, kimyasal ve biyolojik sınırları vardır. Bu sınırlarımızı ancak idmanlarla zorlarız. Fakat zorlayarak ulaşabileceğimiz yeni sınırlarımız da, çok kısıtlıdır.

İnsanlar olarak, fiziksel, kimyasal ve biyolojik sınırlarımızı bilirken, konu zihinsel ve bilişsel âlemi tasarlamaya gelince, insanoğlunun kapasitesinin sınırı olmadığını zannediyoruz. Kendimizin çok akıllı olduğumuzu düşünüyoruz. Dahi olarak nitelediğimiz bazı insanların zihinlerinin süper olduğunu varsayıyoruz. Oysaki en zeki insanlardan olan Einstein şöyle demektedir: “Özel bir yeteneğim olduğunu düşünmeyin, sadece derin bir anlama merakım var.” Bu gibi açıklamalara rağmen, onlardan mucizevi çözümler bekliyoruz. Bilgisayarları ve süper bilgisayarları yaptığımız için, kendimizi, en büyük yaratıcı olarak görüyoruz.

Dan Ariely bu duruma iki sebep söylüyor. Birincisi, fiziksel sınırlarımız her zaman gözümüzün önündedir. Dolayısıyla sınırlarımızı yaklaşık olarak da olsa biliyoruz. İkincisi, zihnimizi göremediğimiz için, zihnimizin sınırlarını bilemiyoruz. Bazı bilimsel buluşları görünce zihnimizin sınırının olmadığını düşünüyoruz. Hâlbuki yaptığımız iş, kâinatta var olan bir işleyişin nasıl olduğunu anlamaya çalışmaktır. Evrende var olmayan yeni bir şey yapmak değildir.

Ariely’nin bu bakış açısı, ilk bakışta doğru olarak görünmektedir. Ama konuyu derinlemesine irdeleyince, tek sebebin bu olmadığını anlıyoruz. Örneğin, vücudumuzdaki küçücük bir pankreasın yaptığı görevin aynısını yerine getirecek bir kimya fabrikası kuramadığımızı bilmemize rağmen, zihnimizin sınırının farkına varmak istemiyoruz. Bu yanılgımızın sebebini, teknolojideki bazı gelişmelere bağlıyoruz.

Milyarlarca insanın parmaklarının uçlarındaki izlerin birbirinden farklı olduğunu biliyoruz. Bizden değişik parmak ucu izleri çizmemizi isteseler, en fazlasından, bir mahallede yaşayanların sayısınca farklı çizim yapabiliriz. Milyarlarca insanın farklı parmak izini çizmeyi gerçekleştiremeyeceğimizi net bir şekilde anladığımız halde, zihnimizin sınırının olduğunu kabul etmek istemiyoruz.

Bu sitede yayınladığımız “Aklımıza Takılan Sorular” başlıklı makalemizde sorduğumuz sorulara bilim insanlarının cevap veremediklerini bildiğimiz halde, insan zihninin sınırının olmadığını varsayıyoruz.

Demek ki sorun, fiziksel sınırlarımızı gördüğümüz için kabul etmemiz, zihnimizi görmediğimiz için sınırlarını reddetmemiz değildir. Sebep, belki, üst zekâ olan Tanrı karşısındaki acizliğimizi kabul etmek istemeyişimizdir. Belki, Yüce Yaradan’ın yarattığı evrendeki sistematiğin çok küçük bir kısmını anlayarak teknolojide bazı gelişmeler sağlayınca, kibirlenmemizdir. Ancak ilginç olan, bu kibirlenmeyi, gerçek ilim insanlarının yapmamaları, aksine, yalanları ve palavralarıyla toplum içerisinde saygınlık kazanmak isteyen bazı “bilimcilerin” yapmalarıdır. Mustafa Çetiner, “Bilim Bizi Kandırıyor mu” isimli kitabında diyor ki: “İnsanoğlu tuhaf bir yaratık, gözünün önündeki perde kalksa, göremediği, anlayamadığı, çözemediği bilinmezler apaçık ortaya dökülse bile, yine de yalana ve palavraya sarılabiliyor ve görmüyor.”

Kibirlenmek ve büyüklenmek, insanın gözünü kör eder. Bilimsel gelişmelerde ciddi payları olan ilim insanlarının büyük çoğunluğu, insan zihninin sınırlarının çok kısıtlı olduğunu anladıklarını, çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir. Darwin’in yaptığı çalışmaları fırsat bilerek, insan zekâsının gücünü abartıp, Darwin’e, Tanrı’nın olmadığını teyit ettirmek isterler. Darwin şöyle cevap verir: “Bu konunun bütünü, insan zihni için fazla derin, dolayısıyla böyle bir tartışma, bir köpeğin, Newton’un zihni hakkında yorum yapmasına benzer”.

Bilim insanları, gerçekleri anladıkça, insanın Tanrı karşısındaki acizliğini kabul ederken, bilimle uğraşmayan veya elde ettiği bazı bulgularla kibirlenen insanlar ise, zihnimizin sınırının olmadığını iddia etmek cüretini göstermektedirler.

Demek ki, bizi yanıltan şey, fiziksel sınırlarımızı görüp, zihinsel sınırlarımızı göremememiz değildir, kibrimizdir. Süper bilgisayarların yapılması, kibrimize tavan yaptırarak, kendimizi tanrı gibi görmemize neden olmaktadır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLARIN FİZİKSEL VE ZİHİNSEL SINIRLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

EBEVEYNLERİN ÇOCUKLARINDAN ŞİKÂYETLERİ ÜZERİNE

EBEVEYNLERİN ÇOCUKLARINDAN ŞİKÂYETLERİ ÜZERİNE

 

Bu makalemizde ifade ettiğimiz şikâyetler, elbette, bütün gençler için geçerli değildir. İnsanların yaşadıkları tecrübelerinden ve bazı deneylerinden çıkartılan bir genellemedir.

Bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, çok önce yaşamış nesillerdeki ebeveynlerin de çocuklarından şikâyetçi olduklarını ifade etmiştik. Bu şikâyetleri yapanlardan birisi de, Sokrates idi. Sokrates, gençlerin bulundukları bir ortama bir yaşlı insan girdiğinde, gençlerin ayağa kalkmadıklarını anlatır. Gençlerin, daha yaşlı olan büyüklerine gerekli saygıyı göstermediklerinden yakınır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, benzer şikâyetler, tarih boyunca yapıla gelmiştir. Ancak tarihte yapılan şikâyetler ile günümüzdekiler karşılaştırıldığında bazı farklılıklar görülmektedir. Günümüz büyüklerinin yaptıkları şikâyetler, hem nitelik olarak biraz daha değişiktir hem de sayı olarak daha fazladır. Şikâyetler, belirli zümrelere veya belirli ülkelere has değildir. Ayrıca, hem nitelik olarak, hem de yoğunluk olarak bütün insanlığın geleceğini ilgilendirecek hâl almaktadır.

Yeni yetişen nesille alâkalı en belirgin şikâyet, gençlerin bencil oldukları hususudur. Ebeveynler, ister fakir olsunlar, ister zengin olsunlar, bu konudaki şikâyetleri aynı temele dayanmaktadır.

Orta halli vatandaşların çocuklarından şikâyetlerindeki ortak kanaat, çocuklarının duygusuz oldukları şeklindedir. Ebeveynlerin bir bölümüne göre, evlatlarının duygusuz olmalarının temelinde, hayatın gerçeklerinden habersiz olmaları yatmaktadır. Çocuklar, ailelerinin evlatları için yaptıkları fedakârlıkları, fedakârlık olarak değerlendirmemektedirler. Çocuklar konuya bakarken “madem bizi dünyaya getirdiler, en iyi şekilde bakmak zorundalar” diye yaklaşmaktalar. Dolayısıyla, ebeveynlerinin, kendilerine hizmet etmek yükümlülüğünde olduklarını düşünüyorlar. Hattâ, yerine getirilmesini bekledikleri bu yükümlülükleri, sadece ebeveynlerinden değil, çevrelerindeki bazı insanlardan da umuyorlar.

Düşünce yapıları bu şekilde olan çocukların ve gençlerin önemli bir kısmının, insanları değerlendirmeleri de daha farklı olabiliyor. Gerek ebeveynlerine ve gerekse çeşitli vesilelerle irtibat kurdukları insanları değerlendirirken, onlardan istediklerinin ve taleplerinin ne kadar yerine getirildiğine göre not veriyorlar.

Günümüzün çocuklarının ve gençlerinin, geçmiş nesillere göre farklı bir özellikleri daha var. Şimdikiler, teknoloji bağımlısı durumundalar. Gençlerin teknoloji bağımlısı olduklarını söyleyebilmemizin nedeni, gençler arasında yapılan anketlere verdikleri cevaplardır.

Gençlerle yapılan ankette, onlara “en çok neyinizi kaybettiğinizde üzülürsünüz” diye soruluyor. Cevapların şıkları; a) Anne veya babanızı, b) İkinci veya üçüncü derecede yakınınızı, c) Cep telefonunuzu d) Bilgisayarınızı e) Diğer

Gençler, kaybetmekten en çok üzüldükleri varlıklar olarak, cep telefonu şıkkını işaretliyorlar. Ebeveynlerinin ölümüne daha az üzülüyorlar. Ankete verdikleri bu cevapları, gençlerin sadece teknoloji bağımlısı olduklarının değil, ilaveten, yukarıda ifade edildiği gibi, duygusuz olduklarının da işareti sayılabilir.

Anne ve babalarını, cep telefonlarından daha az seven gençler için, akrabalık bağlarının da pek bir öneminin olmadığı anlaşılıyor. Akrabalık bağlarının zayıf olduğu yerlerde gençlerin, vatan, millet, gibi hususlarda ne hissettiklerini tahmin etmek zor değil.

Bu anket Türkiye’de yaklaşık 13 yıl önce yapılmıştı. O dönemdeki Türkiye’de boşanmaların oranı maddeten kalkınmış ülkelere nazaran çok düşük seviyede idi. Bu anket boşanmaların ve evlilik dışı çocukların çok önemli boyutlarda olduğu ülkelerde yapılsaydı, muhtemelen daha duygusuz sonuçlar alınırdı.

Gençlerin sahip oldukları bu anlayış, yaşadıkları sorunlara bakışlarını da daha farklı yapıyor. Bilindiği gibi, bilhassa maddeten güçlü olmayan ülkelerin gençlerinde işsizlik oranı giderek yükseliyor. İşsiz kalmalarının tek sebebi, ülkelerindeki yatırım azlığı değil. Gençlerin diplomalarının hakkını verecek bilgilere sahip olmayışları ve diploma sahibi olmanın kibriyle iş beğenmekte zorlanmaları gibi sebepler de işsiz kalmalarına vesile olmaktadır. Yaşanan bu işsizlik sorununun, bu makalemizin konusuyla bağlantısı, boş gezen gençlerin yaşam anlayışlarıdır. Bu gençlerin çoğunluğu, bir gelir sahibi olmadıkları için, ebeveynlerinin verdikleri paralarla hayatlarını sürdürmekteler. Fakat bu yaşam biçiminin gençleri rencide ettiği pek söylenemez.

İşsiz gençlerin önemli bir bölümü, iş beğenmemeye devam ediyorlar. İş bulanların çoğu, zor çalışma şartlarına katlanamıyorlar. Beklentileri, mesai saatleri içerisinde masa başında oturmak ve internette kendi istekleri doğrultusunda dolaşarak mesailerini tamamlamaktır. Böyle bir ortam bulamadıkları zaman, işten ayrılıyorlar. Çünkü ebeveynleri onlara bakmayı sürdürüyor. Hattâ orta halli aileler, erkek evlatlarının düğünlerini yapmak için, ev eşyalarını eksiksiz temin etmek için ve yeni evlilerin ev geçimlerini de sağlamak için üstün bir gayret gösteriyorlar. Gençlerin çoğu da bu durumu kanıksamışlar ve pek yüksünmüyorlar. Üzüntü duymuyorlar. Asalak gibi yaşamaktan çekinmeyenlerin sayısı her geçen gün artıyor.

Gençlerin bu duruma düşmelerinin sebeplerinden birisi de, ailelerinin tavırlarıdır. Orta halli ebeveynler “biz çok sıkıntı çektik, onlar çekmesin” diyerek onları memnun etmek için üstün gayret sarf ettikçe, gençlerdeki memnuniyetsizlik artıyor. Gençler, sahip olduklarının değerini ölçemiyorlar. Belki de memnuniyetsizliklerinin artmasının sebebi, sahip oldukları varlıkların değerini kavrayamamalarıdır.

Bu duruma düşen gençlerin bir bölümü, çözümü, bulundukları çevreden uzaklaşmakta buluyorlar. Ama çoğunluğunda, bunu başarabilmek için gerekli kapasite ve güç yok. Aileleri onları “cam fanus” içerisindelermiş gibi büyütmeye çalıştıkları için, mücadele nasıl yapılır öğrenememişler. Bu nedenle, başarısız oldukları zamanlarda, kendilerini sorgulamak yerine başkalarını suçlama yoluna gidiyorlar. Kendilerine toz kondurmuyorlar. Başkalarını suçlarken de, vefasızlık yaptıklarının farkına varamıyorlar. Farkına varamadıkları için de, destekçileri giderek azalıyor. Kendi dar arkadaş guruplarının dışındakilerle ilişki kurmakta zorlanıyorlar.

Günümüz gençlerindeki bu duygular arttıkça, geleceğe güvenle bakmamız çok güç. Çünkü bu neslin yetiştireceği, yeni nesilde daha fazla sıkıntı görülmesi kuvvetli ihtimaldir.

Gençlerin bir bölümü, asalak olarak yaşadıklarının farkındalar. Bu sebeple, evlenmeyi pek istemiyorlar. Evlenenler de, mümkün olduğu kadar az çocuk sahibi olmayı planlıyorlar. Hattâ evlat sahibi olmak istemiyorlar. Çocuklarına bakamayacaklarını düşünüyorlar. Ama çocuk sahibi olmak istememelerinin suçunu, dünyanın ve insanlığın mevcut haline yüklüyorlar. Evlat sahibi olmanın sorumluluğundan korkanların sayıları her geçen gün artıyor.

Orta hallilerin çocukları bu durumda iken, fakirlerin çocukları daha farklı konumdalar. Onlar cam fanusta büyümedikleri için, ayakta kalma mücadelesi yapıyorlar. Ama başarma şansları çok az. Çünkü son asırlardaki vahşi kapitalizm uygulamaları, sanki kast sistemi oluşturmuş gibi. Helâl yollardan mücadeleyi sürdürerek başarma şansları her geçen gün hızla azalıyor. Genel anlamıyla zenginlerin oluşturmaya çalıştığı sistem, onları, kanunsuz yollara başvurmaya doğru itiyor.

Takdir edileceği gibi, gerek orta hallilerin gerekse fakirlerin çocuklarını kanunsuz işlere yönlendirenler, zenginler olmaktadır. Zenginler, yaptıklarının sonucunun kendilerine zarar vereceğini göremiyorlar. Ailelerine karşı duyarsız büyüyen bu gençlerin, bir gün kendilerine karşı tavır alabileceklerini unutuyorlar. Zenginlerin çoğunluğu, insanlara iş gördürürken, onların insan olduklarını dikkate almıyorlar. Bu nedenle, fakirlerin çocukları ezilmekten bıkacakları için ölümü göze alarak, orta hallilerin çocukları ise zenginlerin yerlerine göz dikerek, kendilerini kullanan zenginlerden intikam almayı düşünmekle kalmayıp, fiiliyata geçebilirler.

Dolayısıyla, fakirlerin çocuklarının birçoğunun mecburen girdikleri kanunsuz işlerden dolayı oluşacak zarar, orta hallilerin çocuklarının bir kısmının yapacakları kanunsuz işlerin zararına göre çok küçük kalabilir.

Zenginlerin, çocuklarından şikâyetleri, konumlarına göre farklılık arzetmektedir. Zenginlikleri ebeveynlerinden miras kalmayanlar, kendi gayretleri ile zengin olanların çoğu, çocuklarına “mirasyedi” gözüyle bakmaktadırlar. Çünkü kendileri kısa sürede zengin olabilmek için, her türlü gayri meşru yollarda yürürken, çoğu, çocuklarını işlerinden uzak tutmuşlardır. Bu çocuklar büyüyüp genç hale geldiklerinde, sorumluluk almayı öğrenemedikleri gibi, gayri meşru işlerin tabiatında olan tehlikelere karşı, babaları gibi mücadele edecek yapıyı kazanamamışlardır. Dolayısıyla, yaşam anlayışları daha çok bir mirasyedi gibi olmaktadır.

Birkaç nesildir zengin olan insanların, çocuklarından olan şikâyetleri biraz daha farklıdır. Bunlar, ebeveynlerinin yaptıkları gayri meşru işler hakkında bilgi sahibidirler. Bu yeni nesil gençlerin bir bölümü, sadece para sahibi oldukları için itibarlı olmayı yetersiz görmektedirler. Yaptıkları işin toplum tarafından takdir edilecek nitelikte olmasını da arzu etmektedirler. Yeni neslin bir bölümü de çok daha kolay para kazanma yollarını tercih etmek istemektedirler. Dolayısıyla sanal ortamda para kazanmayı yeğlemektedirler.

Aileden zengin ebeveynlerin çoğu, bu gençleri hayalperest olarak nitelemekteler. Bu anlayıştaki ebeveynlere göre, insanları korkutmadan, ezmeden, şantaj yapmadan para kazanmanın mümkün değildir. Dolayısıyla, zalimliklerini uygulattıracakları insanları beslemeleri, hattâ teröristlerle bağlantılı olmaları gerekir. Ebeveynlerin bir bölümü, başka işler yaparak kazanmış olsalar bile, zenginliklerini korumak için, bu ilişkilere ihtiyaç olduğunu düşünmektedirler.

Görünen o ki, gerek miras kalmadan kendi yaşamında zengin olsunlar, gerekse aileden gelen bir varlık olsun, sahip oldukları zenginliklerin, çocukları tarafından sürdürülmesi çok zor olacaktır. Varlıklarını, orta hallilerin açıkgöz çocuklarına veya daha zalim olan başka zengin ailelere kaptırabilirler.

Bizim bu yazıda verdiğimiz örnekler, çocuklarla ilgili şikâyetlerin sadece bir bölümüdür. Bu nedenle, çocuklarımızın ve gençlerimizin gelecekleri, gerek kendileri ve gerekse insanlık açısından bakılınca, çok sıkıntılı duruyor. Çünkü onları yetiştiren biz ebeveynlerdeki yanlışlık çok daha fazladır. Hâlbuki ebeveynlerin hepsi bir zamanlar çocuktular ve gençlik yıllarını yaşadılar. Bu sebeple bütün ebeveynler, çocukların ve hattâ gençlerin, büyüklere göre daha idealist olduklarını yaşayarak görmüşlerdir. Küçüklüklerinde, onları yalan söylemeye, tembelliğe, hazıra konmaya alıştıranlar hep büyükleri olmuştur. Gençlerin idealistliğini törpüleyen, büyüklerin davranışları ve kurdukları sistemlerdir.

Çocuklar daha iki yaşında iken, mamalarını yesinler diye, bazı vaatlerde bulunan büyükler, yemek bittikten sonra, sözlerini yerine getirmemek için çocuğa unutturmaya çalışmışlardır. Ama çocuğun dünyasında o vaat çok önemli olduğundan unutmamıştır. Böyle olaylar defalarca olunca çocukta yer etmiştir.

Ebeveynler, çocukların yanında konuşurken, yakın akrabalarının aleyhine sözler sarf etmişler, çocuğun bu sözleri duyduğunu anlayınca, “sakın duyduklarını akrabalara söyleme” diye uyarılmışlardır. Bu ve benzeri olaylar çok kez olunca çocuğun hayata ve insanlara bakışında değişiklik oluşturmuştur.

Gerek yazının tamamında verdiğimiz bu örnekler, gerekse okuyucuların kendi yaşamlarını gözden geçirdiklerinde hatırlayacakları olaylar, çocuklarından şikâyet eden ebeveynlerin, aslında kendilerinden şikâyetçi olmaları gerektiğini göstermektedir.

Eğer çocuklarımızdan şikâyetlerimizi azaltmak istiyorsak, işe kendi hatalarımızı düzelterek başlamalıyız. Çocukları yetiştirirken, günlük ve anlık çözümler değil, konuya geniş açıdan bakarak, sabırla ve dikkatlice uzun vadeli çözüm üretmeye çalışmalıyız.

Çocukların, gençlerin ve büyüklerin çoğunun, kendilerine rol model olarak aldıkları insanları, her yönden taklit ettiklerini unutmamalıyız. Dolayısıyla, biz ebeveynler nasıl davranırsak, onların da büyük çoğunluğu aynı davranacaktır. Demek ki, çocuklarımızın büyüdüklerinde dürüst, saygılı, kazancını başkalarını ezmeden elde eden, sevgi dolu ve hayat mücadelesinden yılmayan insanlar olmalarını istiyorsak, onlara aynı vasıflarla örnek olmalıyız.

 

Sosyal kategorisine gönderildi | EBEVEYNLERİN ÇOCUKLARINDAN ŞİKÂYETLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 5

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 5

 

Budha, insanlardan, kendisine mutlak inanmalarını veya ona dua etmelerini istememiştir.

Tek Tanrılı dinin peygamberleri de, Yüce Yaradan’ın sözüdür diyerek aktardıklarının dışındaki kendi sözlerine, mutlak inanılıp uygulanmasını istememişlerdir. Peygamberler, bütün mükâfatlarını tek olan Tanrı’dan bekledikleri için, insanlardan, kendilerine dua etmelerini istememişlerdir. Nitekim Hz. Muhammed de, Veda Haccındaki hutbesinde, insanlardan, kendisine vahiy olarak bildirilenleri tebliğ ettiğinin şahitliğini istemiştir. Kendisine dua edilmesini talep etmemiştir.

Budha, kendisini “aydınlanmış” olarak tanımlamamaktadır. Kendisini “uyanmış” olarak görmektedir. Bu sebeple asıl adı Siddarta Gautama iken, kendisine “uyanmış” anlamına gelen Budha denilmesini arzu etmiştir.

Budha’nın, kendisi için yaptığı bu tanım doğrudur. Çünkü aydınlanmalar, ancak dışarıdan tesirle olur. Uyanma ise, insanın kendisinin başarabileceği bir husustur.

Bu açıdan bakılınca, peygamberler için, “aydınlanmış” terimini kullanmak yanlış olmaz. Çünkü onlar, aydınlandıkları konu hakkında pek bir şey bilmez iken, kendi kendilerine yaptıkları davranışlar veya düşüncelerle değişmemişlerdir. Peygamberler, bir noktaya kadar kendi gayretleriyle gelmişlerdir. Ama sonrasında, Yüce Yaradan’ın onlara dışarıdan ulaştırdığı bilgilerle ve desteklerle değişime uğramışlardır. Dolayısıyla aydınlanmışlardır.

Bu bakımdan, Budha’nın öğütlerine uygun davrananların da, kendi deneyimlemeleriyle yürüyecekleri için, aydınlanmış değil uyanmış hale gelebileceklerini söyleyebiliriz. Diğer taraftan, peygamberlerin aktardığı vahiylerin doğrultusunda düşünerek, Yüce Yaradan’ın varlığına şahit olacak nitelikteki ortamlar sonucunda, O’nun gösterdiği yolda yürüyenler için, aydınlanmış denilebilir.

Budizm’in temel kavramlarından birisi “Karma”dır. Karma, sorumlulukla ilgilidir. Karma, kendi fiillerimizin, hayatımızı şekillendirdiği bir süreçtir. Dolayısıyla biz, yaptıklarımız ve yapmaya niyetlendiklerimizizdir. Bu anlayışta olan Budha, insanların geçmiş hatalarının bedelini ödemeyeceklerini, geçmişteki iyi işleri için de ödüllendirilmeyeceklerini düşünür.

Tek Tanrılı dinde, insan, yaptığı yanlış işlerden tövbe ederek güzel işler yapmaya başladığı zaman, geçmişteki kötülükleri rafa kaldırılır. O anda yaptığı güzel işlerden dolayı sevap kazanmaya başlar. Ancak, Yüce Yaradan, “dönerseniz Biz de döneriz” demektedir. Bu demektir ki, eğer yaşadığımız an güzel işler yapmamıza rağmen, ileride tekrar yanlış işler yapmaya başlarsak, rafa kaldırılan eski yanlışlarımız gündeme gelir ve bu dönemde yaptığımız güzel işler için ödüllendirilmeyiz.

Anlaşılan o ki, tek Tanrılı dine göre de, asıl olan yaşadığımız andır. Dolayısıyla biz, bu anda yaptıklarımız veya yapmaya niyetlendiklerimiziz.

Budha’nın, tanrısal bir kuvvetin varlığını tanımadığı, bundan dolayı, “Karma”yı dışarıdan nesnel bir hüküm vericiyle irtibatlandırmadığı söylenir.

Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için ünlü Budist öğretmenlerden Santideva’nın şu sözlerini aktaralım: “Istırap, bir kişinin kendi yaptıklarının bir sonucudur. Dıştan bir kuvvetten gelen bir ceza değildir…Bizler, kendi kaderimizin yazarlarıyız ve sonuçta yazarlar olarak bizler özgürüz.”

Tek olan Tanrı da, kutsal kitaplarında bunun aynısını söylemektedir. Yüce Yaradan, bize zulmetmediğini, bizim kendi kendimize zulmettiğimizi sıkça vurgular. Konunun anlaşılabilmesi için, bu durumun bazı örneklerini verir. Demek ki, ıstırap, Tanrı’nın bize verdiği bir ceza değildir.

Diğer taraftan, kutsal kitaplara göre, bizim kaderimiz baştan yazılmamıştır. Yüce Yaradan’ın bize bildirdiğine göre, biz kaderimizi kendimiz inşa ederiz. Biz kaderimizi inşa ederken özgürüzdür. Çünkü Tanrı, bize akıl, vicdan ve irade verdikten sonra, nasıl davranacağımızı görmek için bizleri özgür bıraktığını beyan etmektedir.

Diğer taraftan Budistlere göre Karma, başka bir anlatımla sorumluluk, sadece maksatlı yapılan faaliyetleri ve davranışları kapsar. Yanlışlıkla yapılanlar, Karma’ya dâhil değildir.

Tek olan Tanrı indinde de, aynı durum geçerlidir. Kastan yapılan hatalardan cezalandırılırız. (Nisa Suresi 4/93) Yanlışlıkla yapılan hatalardan dolayı, tövbe edip bir daha yapmamak için daha dikkatli olmak kaydıyla ceza görmeyiz veya çok hafif bir ceza alırız. (Nisa Suresi 4/92) Hattâ Yüce Yaradan, yenilmesini bizzat Kendisinin yasak ettiği yiyecekleri bile, zorda kalınması ve o andaki sıkıntıyı giderecek kadar yenilmesi şartıyla, geçici olarak serbest bırakmıştır.

Budha diyor ki: “Ey keşişler, benim Karma dediğim, zihinsel bir iradedir. İsteyen keşiş ki, bedeni, konuşması veya zihni vasıtasıyla faaliyette bulunur.

Tek olan Tanrı’nın da, insanlardan istediği şeylerin önemlilerinden biri, düşünmeleri ve akıl erdirmeleridir. Çünkü kararlar önce zihinde alınır. Bir insan, ister iyi yönde isterse kötü yönde faaliyette bulunsun, onun davranış tarzını etkileyen şey, zihni faaliyetidir.

Karma, bir Budist için, hayatının pusulası gibidir. Yaptığı, söylediği ve hissettiği her şeyin, hayatına bir etkisi olur. Bu bakış açısına göre, Budha, geçmişten kaygılanmamızı ve onlara saplanmamızı istemez. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, anda yaşanmasını ve şimdiki yaşamın dönüştürülmesini ister. Çünkü böyle yaparak, geleceği dönüştürme ihtimalimiz artar.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu anlayış tek Tanrılı dinlerde de aynen geçerlidir. İlave olarak şunu diyebiliriz, insanlar, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki vekil yöneticileri olduklarından sorumlulukları süreklidir. Dolayısıyla, hissedeceğimiz bu vekil yöneticilik, hayatımızın pusulası gibidir.

Budizm’de tek yaşam yoktur, yaşamlar vardır. Dolayısıyla doğumlar da tek değildir, yeniden doğumlar vardır. Ancak, Budha’ya göre, bu yeniden doğumlar arasındaki hareket, rastgele değildir. Yeniden doğumlar, şimdiki hayatınızdaki eylemlerle belirlenir. Bu açıdan bakınca insan, bir anlamda kendisinin varisi olur.

Bilge bir Budist, yeniden doğumların, mevcut yaşamında iyi işler yapanlar için geçerli olacağını düşünür. Nitekim bu anlayıştan dolayı Budha, Hint kast sistemini reddetmiştir. Bu yaşamında kötü işler yapanların, yeniden doğumlarında hayvan olarak dönmeyeceklerine inanır. Ölmüş bir insanın, yeniden doğumda bir tanrı olarak gelebileceğine dair, Budha’nın herhangi bir sözünden bahsedildiğini bilmiyorum. Demek ki Budha’ya göre, ölen bir insanın yeniden doğuşu yine bir insan olarak gerçekleşecektir.

Yeniden doğuma inanan bir Budist, bu yaşamında kötü işler yapanların, cehennem ortamında yeniden doğacağına inanır. Ancak, cehennem ortamından sonra tekrar dirilmenin olup olmayacağı hususunda bir fikir beyan etmez. Yani, bu yaşamında başkalarına zarar vermiş, insanlara zulmetmiş birisi isen, gideceğin yer olan cehennem, son durağın olabilir.

Fakat inançlı bir Budist’e göre, bu hayatında iyi işler yapmışsan gideceğin Nirvana veya başka bir yer, senin son durağın olmayabilir. Yeniden ve insan olarak, insan âlemine dönebilirsin. Ancak, yeniden doğan insanın aynı yapıda olup olmayacağı bilinmemektedir. Buna rağmen, “uyanmış” bir Budist, ölümünden sonra tekrar geri gelerek, başkalarının da uyanmasına vesile olabilmenin arzusu içerisindedir. Geri dönüşü bu amaçla ve isteyerek arzular. Bir insanın bu amacı gütmesi, yeniden doğduğunda da aynı yapıda olacağına dair inancını gösterir. Budizm’de, yeniden doğmuş bir insanın kendisinin varisi olacağının düşünülmesi de, aynı yapıda doğulacağı fikrine inanıldığını gösterir.

Buda’nın yaşadığı dönemde, insanlar, doğum-ölüm çevrimine daha çok inanıyorlardı. Ancak anlaşıldığı üzere Budha, bu anlayışa bazı sınırlamalar getirmiş. Ölen bir insanın yine bir insan olarak doğacağını düşünmüş. Ancak ister insan olarak ister hayvan olarak geri dönüleceğine inanılsın, sonuçta yeniden doğan, eski yaşamdakinin ceremesini çekiyor veya sefasını sürüyor.

Doğum-ölüm hareketini tek Tanrılı dinler açısından irdeleyelim. Kur’an’a baktığımızda, bu hususla ilgili olarak, sadece cehenneme gidenler açısından net ifadeler var.

Enam Suresi 6/27: Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: “Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık” dediklerini bir görsen!

28: “Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan, yoksa geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeyi yapmaya dönerlerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar.”

Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılan o ki, cehenneme gidenler, yeniden doğmak için Yüce Yaradan’a talepte bulunurlar. Ama kabul edilmez. Çünkü aynı şeyleri yapmaya dönecekleri, bu sebeple bulundukları kötü şartlardan kurtulmak için yalan söyledikleri düşünülür. Bir insanın yeniden doğduğunda aynı şeyleri yapması için, yine aynı yapıda doğması gerekir.

Kur’an’da, cennete gidenlerle ilgili olarak yeniden doğma isteği olup olmadığına işaret eden bir ayet yoktur. Nitekim cehenneme gidenler için, Allah dilemezse oradan çıkarılmayacaklarını ifade eden Kur’an, cennettekiler için “onlar oradan çıkarılmayacaktır” (15/48) demektedir. Ayrıca cennettekiler için “oradan hiç ayrılmak istemeyeceklerdir” denilmektedir. (18/108) Ancak bu ifadelerin varlığı, cennete gidenlerin yeniden doğum gibi bir talepte bulunmayacaklarını göstermez. Cennete girebilmiş olanlar önceki yaşamlarında güzel işler yapmış kişiler olduklarından, tekrar doğarak yine insanlara faydalı olmayı isteyebilirler. Tıpkı, uyanmış bir Budist’in, insanları aydınlatmak arzusuyla geri doğmak isteği gibi bir amaçları olabilir. Ama böyle talepler olup olmadığını biz bilmiyoruz. Böyle talepler varsa da, bunun kararı ve uygulaması, tamamen Yüce Yaradan’ın takdirindedir. Bu açıdan bakılınca, uyanmış bir Budist’in yeniden doğması ihtimali, sadece, tek olan Tanrı’nın Cennetine girmesi halinde vardır. Aksi takdirde böyle bir ihtimal yoktur. Ama Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda inançla yürüyen iyi bir mümin olarak vefat etmiş bir insanın, cennete girmesi ihtimali çok kuvvetli olacağından, yeniden doğması ihtimali vardır. Çünkü talep edilmesi halinde, yeniden doğum ve ölümleri gerçekleştirecek olan tek otorite, Yüce Yaradan’dır. Tek olan Tanrı, cehennemdekilerin taleplerini reddedeceğini ifade etmesine rağmen, cennettekilerin de yeniden doğum taleplerinin olacağı ve onların da reddedileceği şeklinde, bize bir bildirimde bulunmamıştır. Bu konudaki gerçeği, sadece Yüce Yaradan bilir. Bizim yaptığımız, Kur’an’dan anladıklarımıza göre fikir beyan etmektir.

Budizm ve tek Tanrılı dinlerle ilgili olarak yaptığımız bu karşılaştırmaları çoğaltabilmemiz için elimizde çok sayıda veri var. Ancak şimdilik buna gerek görmeyerek, yazı serimizi burada bitiriyoruz.

Gerek bu konudaki makalelerimizden, gerekse diğer birçok yazımızdan anlaşılacağı gibi, önemli olan, dinlerin ve inançların isimleri değildir. Önemli olan, her bireyin, inancını gerçek anlamda yaşamaya çalışmasıdır. Çünkü bir inancın, geniş halk kitlelerince kabul görebilmesi için, o söylemlerin, insanlığın huzuru ve güvenini sağlamayı amaçlaması gerekir. Hiç kimse, hak yemenin, yalan söylemenin, insanları ezmenin ve zulmetmenin iyi bir şey olduğunu savunamaz. Bütün inançların ortak yanı “kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkasına yapma” düsturudur. Dolayısıyla asıl olan, kişinin inandıklarını değiştirmesi değil, inandığını diliyle söylemek yerine, yaşamına yansıtmasıdır. Güzel düşünen ve davranan bir insan, başlangıçta Tanrı fikrine sıcak bakmıyor olsa bile, bir süre sonra kendiliğinden, fikrinin değiştiğini ve aydınlandığını görebilir. Çünkü göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin yaratıcısı olan Yüce Yaradan, özgür iradeleriyle güzel düşünerek, insanlığa yakışır bir şekilde davrananlara yardımcı olacağını, kutsal kitaplarında sıkça vurgulamaktadır. Tek olan Tanrı’nın yapacağı bu yardımı anlamak veya anlamamak, kişiye kalmıştır.

Sosyal kategorisine gönderildi | BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 5 için yorumlar kapalı