TANRI’NIN VARLIĞI ÜZERİNE SORGULAMALAR

TANRININ VARLIĞINA VEYA YOKLUĞUNA KENDİMİZ KARAR VERELİM

 

Takdir edileceği gibi, biz, “Tanrı vardır” deyince, Tanrı var olmayacağı gibi, biz “Tanrı yoktur” dediğimizde, Tanrı yok olmayacaktır. Bizim bu makale içerisinde yapmaya çalışacağımız şey, Tanrı’nın varlığına veya yokluğuna, kendimizi inandırmamızı sağlayacak sorgulamalar yapmaktır. Hiçbir insan Tanrı’yı veya tanrıları görmediği için, bizim kalben inanabilmemiz deliller eşliğinde karar vermemize bağlıdır. Biz de bu kararı verebilmek için, çevremizde yaşanan olaylara bakacağız.

Tanrı’nın varlığını, bu sitede yayınladığımız, “Aklımıza Takılan Sorular” ve benzeri birçok yazımızda, bilimsel açıdan gözler önüne sermeye çalışmıştık. Ancak, bu makalemizdeki incelememizi, bilimsel bulgularla değil, günlük geçimini sağlamaya çalışmaktan başka bir uğraşa fırsat bulamayan, sıradan bir insan gözüyle yapacağız.

Hepimiz, örümcekleri görmüş ve bazen izlemişizdir. Balkonumuzun kenarında gördüğümüz bir örümceği üfleyerek balkondan düşürmek istediğimiz olmuştur. Biz üflediğimizde, neresinden çıkarttığını bilemediğimiz bir ağ ile kendisini balkondan aşağıya sarkıttığına şahit olmuşuzdur. Bu esnada biraz rüzgâr esse bile, yalpalamasına rağmen örümcek, içinden çıkardığı ağı kopmadan aşağıya doğru inmeye devam eder.

Şimdi, örümceğin yaptığı işin mahiyetini daha iyi anlamak için, benzer bir durumda güçlü birileri bizi balkondan kovalasalar ne yapabiliriz, onu düşünelim. Balkondan düşeriz. Ya sakat kalırız ya da ölürüz. Örümceğin yaptığı gibi, aşağıya inebilmemiz için bizim bazı malzemelere ihtiyacımız vardır. Öncelikle, bizi aşağıya indirecek bir halat bulmamız gerekir. Bu halat, bizi taşıyabilecek sağlamlıkta olmalıdır. Sonra halatı sağlam bir yere bağlamalıyız. Halatı bir yere bağlayamazsak, inemeyiz. Halat sağlam değilse, bir işe yaramaz, yine düşeriz. Halat kısa olursa, yine işimize yaramaz.

Hâlbuki örümcek, bunların hiçbirini düşünmüyor. İçinden çıkardığı halatın ucunu, balkonun uç kısmına yapıştırıyor. Sonra inmeye başlıyor. İndikçe halat gibi kullandığı ağ uzuyor. Arada esen rüzgâra rağmen, örümceği taşıyor.

Peki, örümcek ne yiyor da, içinden, halat gibi kendisini taşıyan sağlam bir ağ çıkarabiliyor. Eğer bir örümceği sabırla takip edersek ne yediğini görebiliriz. Yıllar önce benim böyle bir şansım oldu. İş yerimin bir köşesine içinden çıkardığı iplerle sistemli bir ağ örüp tuzak kuran bir örümceğin, kurduğu ağ sisteminin üzerinde durduğunu görünce, hiç kimseye müdahale ettirmedim ve sabırla takip ettim. Günler geçiyor, örümcek yerinde duruyordu. Çok dikkatli baktığımda, sadece iki defa pozisyonunu değiştirdiğini fark ettim. Bir hafta sonra, tesadüfen baktığım sırada bir sinek ağa kondu, geri uçamadı. Sineğin uçmasını engelleyen ağın üzerindeki örümcek, hemen harekete geçti. Sineği, polisin, yakaladığı bir hırsızın bütün vücuduna halatı dolaştırarak bağladığı gibi (ki, elinde silah olan bir polisin, tek başına bu şekilde bağlama işlemini yapması çok zordur), içinden çıkardığı ipiyle sımsıkı bağladı. Sineği neresinden tuttuğunu anlayamadım. Ama sanki döner çevirir gibi sineği çeviriyor, böylece ağıyla bağlıyordu. Sonra sineği ağzına sokmaya başladı. Sineği hiç parçalamadan ve yavaş yavaş bütün vücudunu yuttu. Örümceğin büyüklüğüne şöyle bir baktım, Nasrettin Hoca’nın kedi ve ciğerle ilgili sorgulaması aklıma geldi. “Bu gördüğüm örümcekse sinek nerede, yuttuğunu gördüğüm sinek buysa örümcek nerede” diye kendime sormadan duramadım.

İşte, sineğin yemeği; kafasıyla, kanatlarıyla, ayaklarıyla birlikte bütün bir sinekti. Örümceğin yediği bu sinek, örümceğin içerisindeki fabrikanın bir takım işlemlerinin sonunda ağ olarak dışarıya çıkıyordu. Yani bizim sinek, sağlam bir ağ, diğer bir deyimle halata dönüşmüştü. Aklıma bir soru takıldı. Biz insanlar olarak, halat yapabilmemiz için böyle bir fabrika kurabilmemiz mümkün olur muydu? Meselâ bir ineği, fabrikanın bir ucundan içeri alıp, diğer tarafından ineğin vücudunun yapısıyla hiç alâkasız bir şekilde halat veya başka bir şey olarak çıkarabilir miydik?

Şimdi, bu gözlemimizden sonra, Tanrı’nın var olup olmadığını düşünelim. Bir örümceğin kabiliyetiyle, çokbilmiş biz insanların yapabildiklerini karşılaştıralım ve kararımızı ona göre verelim. Unutmayalım ki, bu kabiliyet, sadece benim takip ettiğim örümceğe ait değil. Örümceklerin var olduğunu düşündüğümüz milyonlarca yıldır yaşamış bütün örümcekler bunu yapıyor. İnsanlığın bilinen tarihine baktığımızda, binlerce yıl boyunca ziraat bile yapamadığını, ev inşa edemediğini mağaralarda yaşadığını tahmin ettiğimiz insanlığın, şimdiki kabiliyetine gelene kadar ne kadar uzun bin yıllar geçtiğini düşünelim. Dolayısıyla kibirlenmeden, gerçekleri görerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Yine hepimizin görebileceği bir başka örneğe bakalım. Evinin bir köşesinde çiçek yetiştirenler bilirler. Bazen küçük sinekler oluşur. Bu sinekler, dikkatli bakmadığımız takdirde zor fark edilirler. Bu küçücük sinekler uçarlar, yürürler ve az bir su birikintisinin içine düştüklerinde, yüzerek kurtulmaya çalışırlar. Ben bu sineklere, her zaman merakla bakarım. Bunların ağızları nerede, mideleri nerede, kanatları ve ayakları nerede diye hayretle bakarım ve düşünmeye çalışırım. Ama bu düşünüşümden sonuç alamayınca, bu küçük sineklerle ilgili başka hususları düşünmeye başlarım. Nasıl çiftleştiklerini, çiftleşme zamanını nasıl bildiklerini, binlerce yumurtalarını küçücük vücutlarının neresinde oluşturduklarını düşünmeye çalışırım. İşin içinden çıkamayınca düşünmeyi de, onları seyretmeyi de bırakırım.

Şimdi evimizdeki bu küçücük sineklerin özelliklerini düşünerek, bu kadar küçük vücuda bu özelliklerin nasıl sığdığını sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim. İnsanoğlu on binlerce yıl sonra ”çip” yapmayı başardı. Ama bugünlerde yeterince üretilemediği için otomobil üretimi yavaşladı, belki de duracak. Bu sıkıntı diğer sektörlere de sirayet etti. Sebebi, Covid 19 salgını sırasında üretimin aksaması. Yani bir salgın hastalık, sadece kısa bir sürede çip üretiminin azalmasına sebep oldu. Sinekler ise, yüzbinlerce yıldır varlar, nice salgınlara rağmen ayaktalar. Eğer, tabiatın birbirini yem olarak kullanan sistemi olmasa, evlerimiz bu küçük sineklerden geçilemeyecek kadar çok olurdu. Çünkü sinekler, kendi soylarını kendileri devam ettirecek şekilde organize olmuşlardı. Bütün bunları sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Her insanın yaşadığı çevrede ağaç vardır. İğne yapraklı ağaçların dışındakiler, kışın yaprakları dökülmüş ve kurumuş bir haldedir. Bahar geldiğinde aynı ağaç dirilir, yapraklarla bezenir, yeni dallar oluşur. Meyve ağaçları sadece yapraklanmayla kalmaz, çiçekler açar, sonrasında çiçekler meyveye dönüşür. Küçük bir çiçek, büyük bir meyveye nasıl dönüşür, bilmiyorum. Bilen varsa anlatsın isterim.

Peki, bahar gelince bu ağacın büyümesi, yapraklanması ve ağacın büyüklüğüne göre yüzlerce kg meyve vermesi için, insanların yaptığı nedir? Cevap, hiçbir şeydir. Biz bir şey yapmazken, gökten yağmur yağmış, havalar ısınmış, sonunda bütün yarım küre üzerindeki ağaçlarda aynı şey olmuştur. Güneş milyonlarca yıldır aynı güneştir. Ama benim yaşadığım bölgenin sıcaklığı her mevsimde farklı olur. Neden böyledir diye bazen düşünürüm, ama sonuç alamam. Bilim insanları bile, son asırlarda yaptıkları araştırmalarının sonucunda, dünyanın hem yuvarlak ama hem de eğik olduğunu söylüyorlar. Ama dünya, neden hem yuvarlak hem de basık, onun cevabı yok.

Toprak, milyonlarca yıldır aynı topraktır. Ağacın büyümesi için verilen sadece sudur. Bizim kullandığımız gübre, sadece verimi artırmak içindir. Ama gübre verilen alanlar, dünyanın küçük bir bölümüdür. Kızılderililer gübre vermiyorlardı, ama Amerika bugünkünden daha yeşildi. Sadece su ve sıcaklığın değişmesi ile bir ağaçtan yüzlerce kg meyve, binlerce yaprak ve dallar nasıl oluşmuştur? Bütün dünyadaki ağaçlar değerlendirilince, nasıl böyle olabilir diye düşünmeye çalıştım. Bizim, her gün mutlaka yemek yememiz gerekirken, ağaç sadece su ile nasıl büyüyebilmektedir. Yağmur her gün yağmadığına göre su depolama işini nasıl yapmaktadır? Sorularım çoktu, ama işin içinden çıkamadım.

Bildiğim kadarıyla suyun bir yere gidebilmesi için, aşağıya doğru eğim olması gerekir. Suyu yukarıya doğru çıkarmak istersek, pompa kullanmamız gerekir. İnsanlarda ve hayvanlarda, pompa görevini yerine getiren kalp vardır. Peki, yağmur yağdıktan sonra köklerle buluşan su, büyük bir ağacın en tepe noktasına kadar nasıl çıkmaktadır? Ağacın ve bütün bitkilerin bir yerlerinde bizim göremediğimiz bir pompa mı vardır? Düşündüm ama yine işin içinden çıkamadım.

Gökten yağan yağmur; yapraklara, meyvelere, dallara dönüştü ise, her sene yağan yağmurun miktarının azalması beklenir. Dünya üzerindeki yetişen bitkiler, tahıllar, sebzeler, meyveler, ağaçlar düşünülünce kaybolması beklenen su miktarının büyüklüğü anlaşılır. Dünyadaki bu düzenin yüz milyonlarca yıldır devam ettiği düşünülürse, dünyada hiç suyun kalmaması icap eder.  Ama böyle bir şey olmuyor. Su eksilmiyor. Bu nasıl oluyor, nasıl bir dönüşüm var diye düşünmeye başlayınca, devamını getiremiyorum.

Şimdi, sadece su verdiğimiz bitkilerden aldığımız ürünlerin miktarının muazzamlığı, milyonlarca yıldır su verildiği halde dünyadaki suyun hiç eksilmemesi, suyun, pompa olmadan yukarıya doğru çıkamazken, ağaçlarda çıkması gibi hususları düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Bilindiği gibi, bazı hayvanlar sadece et yerler ve vücutlarında et oluşur. Diyelim ki, bu normaldir, et yediği için et oluşmuştur. Peki, bazı hayvanlar sadece ot yedikleri halde, onların vücutlarında et nasıl oluşuyor? Biz insanlar, hem ot hem de et yeriz, bizim vücudumuzda da et oluşuyor. Dişi hayvanların, erkeklere nazaran bir başka özellikleri daha var. İster et yesinler, ister ot yesinler, bütün dişilerde yavrularını beslemek için, vücutlarında süt oluşur. Bu durum memeli balıklarda da vardır. Peki, bütün bunlar nasıl oluyor diye düşünmeye başladığımda, işin içinden çıkamayacağımı anladım.

Evinde kedi besleyenler bilirler. Kedi ot yemez. Ama kedinin başı ağrıdığı zaman, ağrısını gidermek için ot yer. Bunu bilen kedi sahipleri, bir saksıda kedileri için ot yetiştirirler. Kedinin, başı ağrıdığında ot yemesi gerektiğini nereden öğrendiğini düşünmeye çalıştığımda, sonuç alamadım.

Şimdi, hayvanlardaki basit gibi algıladığımız, ama sorgulayınca cevabını veremediğimiz bu durumların milyonlarca yıldır nasıl sürdüğünü düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığını tekrar sorgulayalım.

Bu yazıyı okuyacak yaşta olan herkes, mutlaka tavuk görmüştür. Tavuğun yumurtasını hepimiz biliriz. Bizim, pişirerek yediğimiz veya sesimizi güçlendirmek için çiğ olarak içtiğimiz yumurtalar, kuluçka makinesinde civciv haline dönüşmektedir. Eskiden kuluçka makinesi yoktu. Yumurtalar bir yere toplanır, bir anaç tavuk yumurtaların üzerine oturur, üç haftaya yakın kıpırdamadan dururdu. Sonunda yumurtalar içten kırılmaya başlar, kırılan yumurtaların içerisinden civciv çıkardı. Yani bizim yiyip içtiğimiz yumurta, küçük bir tavuk yavrusuna dönüşürdü. Ben, bir yumurtaya, bir de içinden çıkan civcive baktığımda, bu civciv yumurtaya nasıl sığmış diye düşündüm, ama anlayamadım. Bu basit durumu anlayamayınca, akı ve sarısıyla, içilip yenen bir yumurtanın, civciv haline nasıl dönüştüğünü düşünmek bile istemedim.

Memeli hayvanlarda döllenme olayından bahsedilir. Peki, yumurta kendi kendisini nasıl döllemiştir? Memeli hayvanların, karınlarındaki yavrularını, kendi yediklerinden ve göbek bağı aracılığıyla besleyip büyüttükleri bilinmektedir. Peki, bu civcivler ne ile beslendiler. Sadece yumurtanın akı ve sarısı ile beslenerek, nasıl civciv haline geldiler? Ben bu soruyu, en çok bilinen hayvan olarak tavuk ve yumurta üzerine sordum. Siz bütün kuşlar, böcekler ve sinekler için sorabilirsiniz. Ama cevabını verebilecek çıkar mı bilemem.

Şimdi tavuk ile yumurta konusunu ve bütün kuşların, böceklerin, sineklerin yumurtadan nasıl oluştuklarını, milyonlarca yıldır aynı düzenin nasıl yürüdüğünü düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Hepimiz göçmen kuşları duymuşuzdur ve bir kısmını tanırız. Yaşadıkları bölgelerde havalar soğumaya başlayınca, diğer yarım küredeki sıcak yerlere doğru göç ederler. Gittikleri yerde de havalar soğumaya başlayınca, geri dönerek eski yerlerine dönerler. Bu göçmen kuşların içerisinde en çok tanınanlardan birisi leyleklerdir. Leylekler her göç edişlerinde aynı bölgeye gelirler. Neredeyse aynı ağaca veya elektrik direğine yuva yaparlar.

Bazen düşünürüm. Ben üniversite mezunu bir insan olarak, yaşadığım şehirde bir iki defa gittiğim bir yeri, bir süre sonra tekrar gitmek istediğimde, elimde adres bilgileri yoksa, bulmakta zorlanıyorum. Bilhassa giderken arabayı ben kullanmadıysam veya gece gittiysem daha çok zorlanıyorum. Benim işyerime gelen müşterilerin anlattıklarından anlıyorum ki, benim başıma gelen bu durum, bana özel değil, çok fazla insanın başına geliyor.

Peki, biz insanlar, yaşadığımız şehirde birkaç defa gittiğimiz yeri bulmakta zorlanırken, leylekler, bizim haritada yerini gösteremeyeceğimiz ülkeleri nasıl buluyorlar? (Geçenlerde Afganistan’da Taliban yönetiminin atadığı bir eyalet valisi, kendi ülkesini harita üzerinde gösterememişti.) Leylekler, ülkelere gitmekle kalmayıp, aynı şehri, aynı ilçeyi, aynı köyü, köydeki aynı mahallî nasıl buluyorlar? Biz ıssız bir yere göç etsek, kendimize bir kulübe yapmakta zorlanırız. Alet edevat olmadan yapamayız. Leylekler o yüksek yerlere, rüzgârda, yağmurda bozulmayan yuvalarını nasıl yapıyorlar?

Göçmen kuşlardan birisi de kırlangıçlardır. Bu küçük kuşun kanadında birkaç gram yağ vardır. İşte bu kuşlar da göç ederler. Göç sırasında bütün göçmen kuşların karşılaştıkları hava ve iklim şartları onlar için de geçerlidir. Havada rüzgârlar, yağmurlar bazen de yakıcı güneş vardır. Türkiye’den göç edenler, Afrika’nın ortalarına kadar giderler. Afrika’ya, uçarak nasıl gidilir diye haritaya baktığımızda, koca Akdeniz’i geçmeleri gerektiği görülür. Sonra, Afrika’nın kuzeyindeki Sahra Çölünü geçmeleri gerekir. Akdeniz’i geçerken konaklayıp dinlenecekleri ve karınlarını doyurabilecekleri kara parçası olarak, bir Kıbrıs var. Sahra çölünde ise konaklayabilecekleri ne kadar yer var bilemiyorum.

İşte bu küçük kırlangıç kuşları, yüzlerce (belki de birkaç bin) kilometre mesafeyi, uçarak geçmek zorundalar. Bir tarafta rüzgâr, yağmur, diğer yanda çölde, insanı susuz bırakan sıcak var. Durup dinlenmeden, yem yemeden, aç bilaç nasıl uçarlar? Kırlangıçların yerine bir insan olarak kendimi koyduğumda, onların bu göç işini nasıl yaptıklarını anlamam mümkün değil. Bu kuşlar toplu halde uçarlarken, bazen bizlere resital verir gibi dalgalanarak, geri dönüp tekrar ileriye yönelerek uçarlar. Sığırcıklar şarkı da söylerler. Biz geniş yollarda arabamızı sürerken birbirimize çarpıyoruz. Bu binlerce kuş topluluğu, birbirlerine çarpmadan nasıl uçuyorlar? Biz bir halk oyunları gösterisine çıkacaksak, ekipteki beş on kişinin ortak hareket edebilmesi için, onlarca defa prova yapıyoruz. Peki, kuşlar hiç prova yapmadan, hem de binlercesi, hiç birbiriyle ters hareket etmeden ve uçarken aynı saniyede nasıl dönüyorlar?

Şimdi, göçmen kuşların bir türlü akıl erdiremediğimiz bu özelliklerini, milyonlarca yıldır nasıl sürdürdüklerini sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Verdiğimiz misaller karada yaşayan hayvanlar içindi. Denizlerde de, uzmanların söylediklerine göre 250.000 çeşit canlı varmış. Bazılarının özellikleri karada yaşayanlardan daha ilginçmiş. Dikine yüzen balıklar, yavrusunu doğuran ve süt ile besleyen memeli balıklar gibi akıl yürütmekte çok zorlanacağımız konular var. Ancak denizlerden örnek vermeyi pek istemedim. Çünkü denizlerle ilgili bilgisi olan insan sayısı, çevremizdeki kara hayvanlarını bilenlere göre çok az. Biz bu yazımızda, hemen her insanın çevresinde görebileceği ve kendisinin yorum yapabileceği konulardan, basit anlatımlı örnekler vermeye çalıştık.

Dolayısıyla, örnek vermeyi burada bitirelim. Okuyucularımın benim verdiğim ve çok yaygın olarak bilinen örneklerden çok daha fazlasını vereceklerine ve çok daha fazla sorular soracaklarına inanıyorum. En azından, son yıllardaki belgeselleri çokça izleyen okuyucularım, benim aktardığımdan çok daha fazlasını bildikleri için, benim anlattıklarım onlara çok basit gelebilir. Çünkü son yıllarda, televizyonu çok az seyrediyorum.

Ancak, bundan 27 yıl önce 1994 yılında seyrettiğim, timsahlarla ilgili belgeseli, araştırmacıların emeklerine hürmeten ve belgesellere güzel bir örnek olarak, vermek istiyorum.

Yumurtalarını bataklığın yakınındaki bir ağacın altına bırakan bir anne timsah, yavruların yumurtadan ne zaman çıkacaklarını, gün olarak veya saat olarak değil dakikasına kadar bilmişçesine, sudan çıkarak ağacın yanına geliyor. Tam o esnada yumurtalar içten kırılmaya başlıyorlar ve yavrular çıkmaya çalışıyor. Buradaki bir başka ilginçlik, dört yumurtadan da yavruların arka arkaya çıkmalarıdır. Yani yumurtalardan çıkışlar arasında günler değil, saatler bile geçmiyor. Yavrular birbirleriyle tele konferansla sözleşmişler gibi aynı dakikalarda çıkıyorlar.

Yavrularını teker teker ağzına alan timsah, onları suya bırakıyor. Ağzını kapattığı halde, yavrularını hiç incitmiyor. Belgeseli çekebilmek için çok uzun ve zorlu uğraşlar veren belgeselciye göre, bu dört yavrunun, yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki bir adanın çevresinde yaşamaları gerekiyormuş. Ancak oraya hem kendi başlarına hem de gece geçmeleri gerekiyormuş. Çünkü bölgede köpek balıkları varmış ve onlar timsah yavrularını yerlermiş. Ayrıca bu bölgedeki köpek balıkları, suyun üstlerinde avlanan cinsindenmiş. Bu sebeple, yavruların hem geceleyin gitmeleri, hem de derinden yüzmeleri şartmış.

Belgeselcinin bu anlattıklarını dinleyince, annenin, yavruların çıkma dakikasını nasıl bilebildiğini, yavruların, kendilerinin nerede yaşayacaklarını, oraya ne zaman gitmeleri gerektiğini ve derinden mi, yüzeyden mi yüzmeleri gerektiğini nasıl bilebildiklerini düşünmeye başladım.

Ben böyle düşünürken, belgeselci yavruların geceleyin derinden yüzüşlerini göstermeye başlamıştı. Yavruları teker teker gösterirken, bir anda yavrulardan birinin hemen suyun yüzeyine doğru çıkmaya başladığını gösterdi. Ben, ani bir refleksle, yavruya kızdım. Niçin annenin size birkaç saat önce verdiği seminerleri dinlemedin, şimdi yukarı çıkıp köpek balığına yem olacaksın diye söylenirken, belgeselci kamerayı başka tarafa yöneltti. Bir de baktım ki, bir köpek balığı. İşte, balık şimdi yavruyu yiyecek diye düşünürken, belgeselci “bu köpek balığı türü, bu bölgelerde çok az görülür, bunlar da suyun derinliklerinde avlanırlar” demesin mi. Yani, ben hiçbir şeyden anlamadan yavruya kızarken, meğer yavru, annesinin verdiği seminerleri can kulağıyla dinlemiş. Bu yeni tür köpek balığını, kokusundan anlamış. Ondan kurtulması için yukarı çıkması gerektiğini seminerde duyduğundan, hemen yukarı doğru çıkmış.

Dört yavrunun bu muazzam macerasının sonunda, üçü, çevresinde yaşayacakları adaya ulaşmayı başardı. Birisi, köpek balıklarından kaçamayıp yem olmuştu.

Şimdi, milyonlarca yıldır süren bu sistemi gözümüzle gördükten, belgeselcinin çekim öncesinde aktardığı bilgileri dinleyip çekim sırasında teyit ettikten, çevremdeki olaylar hakkında düşündükten sonra, eğer ben, “bunlar tesadüfen ve kendiliğinden olmuş olaylardır, Tanrı yoktur” dersem, insanların en aptallarından olmayı kabul ediyorum demektir.   

YAŞAM kategorisine gönderildi | TANRI’NIN VARLIĞI ÜZERİNE SORGULAMALAR için yorumlar kapalı

PEYGAMBERLER HEP ORTADOĞU BÖLGESİNDE Mİ?

PEYGAMBERLER HEP ORTADOĞU BÖLGESİNDE Mİ?

 

Eski Ahit (Tevrat), Yeni Ahit (İncil) ve Kur’an’da bahsedilen peygamberlerin birkaçı hariç, hepsi Ortadoğu bölgesinde yaşamış olanlardır. Bu durum bazı insanlarda tereddütlere sebep olmaktadır. Bazı insanlar, neden başka bölgelere görevlendirilen peygamberlerin isimlerinden bahsedilmediğini sorgularken, konuyu daha yüzeysel irdeleyenler, neden sadece bu bölgeye peygamber gönderildiği gibi sorular sormaktadır.

Bu soruların gerçek cevaplarını yalnızca Yüce Yaradan bilir. Bizim yapabileceğimiz, fikir yürütmektir. Önce, Ahitlerde ve Kur’an’da, neden sadece Ortadoğu bölgesindeki isimlerden bahsedilmiş olabileceği üzerine düşünelim.

Bilindiği gibi, son peygamber Hz. Muhammed de, Ortadoğu bölgesinde yaşamıştır. Peygamberin yaşadığı bölgede, farklı inanışlara sahip insanlar bir arada yaşıyordu. Yahudiler, Hıristiyanlar, Hz. İbrahim’in getirdiklerine inanan Hanifler ve Allah ile birlikte başka tanrıların olduğuna inanan, yani Allah’a ortak koştukları için “müşrik” olarak nitelenen insanlar vardı. Hz. Muhammed’in doğduğu Mekke’de müşrik denilen insanlar çoğunlukta idiler. Bunlar, Peygamberin vahiy olarak söylediklerinin doğru olup olmadığını, Yahudilere ve Hıristiyanlara soruyor, onların cevaplarına göre karar veriyorlardı. Bazen de, kendi bölgelerinde kulaktan kulağa dolaşan menkıbelerle, Peygamberin anlattıklarını karşılaştırıyorlardı.

Bölgede böyle bir ortam mevcut iken, Kur’an’da neden başka bölgelerdeki peygamberlerden bahsedilmediğini irdelemeye çalışalım.

Meselâ, Kur’an’da, Çin’de yaşamış bir peygamberden bahsedilerek “Yan Zhengzai’yi de an” diye bir tabir olsaydı ne olurdu? Müşriklerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, Haniflerin hiç duymadıkları ve hattâ söylerken dillerinin bile dönmediği bir isim geçince, Peygamber ile alay etmezler miydi?

Kur’an’da, Hindistan’da yaşamış “Siddarta’yı da an” denilseydi, aynı tepkiyi vermezler miydi? Veya Germen asıllı bir peygamberden bahsederek “Friedrich’i de an” denilse ne düşünülürdü? Ya da Afrika kökenli bir peygamberin ismini vererek “Kunta Kinte’yi de an” denilse, insanlar, Hz. Muhammed’i, sırf bu isimlerden dolayı, yalancı olarak suçlamazlar mıydı?

İnsanların verecekleri tepkileri biz tahmin ederken, hepimizi yaratan ve tek olan Tanrı’nın tahmin etmemesi düşünülebilir mi?

Dolayısıyla Kur’an’da bahsedilen isimlerin çoğu, bölge insanlarınca duyulmuş kişiler olmalıydı. Hem Tevrat’ta hem de İncil’de bu isimlerin bazılarının geçmiş olması gerekirdi. Hattâ, Allah’a ortak koşan müşriklerin bile duyduğu isimlerden olması önemliydi.

Sadece isimlerin değil, anlatılan olayların da bölge halkı tarafından duyulmuş veya önceki kutsal kitaplarda bahsedilen hadiseler olması gerekmez miydi? Bölgedeki Yahudilerin ve Hıristiyanların kutsal kitaplarında anlatılan olaylarla hiç ilgisi olmayan olaylardan bahsedilseydi, ne düşünülürdü? Kur’an’da, İsrailoğullarının Hz. Musa ile birlikte Mısır’dan çıkışları yerine, Siddarta’nın Hindistan’da yaşadıkları anlatılsaydı, Hz. Muhammed’i dinleyenlerden hangi biri bir şey anlardı. Peygamberin getirdiği vahiylere inanan mümin insanlar bile tereddüte düşmez miydi?

Kur’an’da bahsedilen peygamber isimleri ve hadiselerin bölge halkı tarafından biliniyor olması ile vahiylerin bölge halkının dilinde ve hattâ lehçesinde indirilmesi, aynı gayeye yöneliktir. Nitekim Hz. Musa’ya indirilen Tevrat’ın İbranice değil de Türkçe olmasının yaratacağı şaşkınlık ve duygular ne ise, bahsedilen isimler ve olaylarda da, bölge dışından örneklerin verilmesinin sonuçları aynıdır.

Yukarıda aktardığımız anlayışlar, sadece Ortadoğu bölgesinde yaşayan hakla sınırlı değildir. Bütün insanlık için geçerlidir. Böyle olup olmadığına karar verebilmemiz için, konuyu farklı bir açıdan ele alalım.

Diyelim ki, son peygamber olarak Ortadoğu bölgesinde değil, Çin’de yaşayan bir kişi görevlendirildi. Çin’de yaşayan bu peygambere gönderilen kitapta, bölge halkına eski peygamberlerden bahsederken, Çinliler tarafından hiç duyulmamış isimleri sıralasaydı ne olurdu? İbrahim, Salih, Süleyman gibi peygamberlerden örnekler verilseydi, Çin halkının tepkisi, Araplardan farklı mı olurdu? Bu ve benzeri isimleri ve Mısır’dan çıkış gibi olayları dinleyen Çinliler, bunları söyleyen kişinin sahte peygamber olduğunu ve hepsini kendisinin uydurduğunu söylemezler miydi?

Yazımızın başlangıcında ifade ettiğimiz gibi, bazı insanların sordukları bir başka soru, son dönemlerdeki peygamberlerin neden hep Ortadoğu bölgesinden olduklarıdır. Neden Çin’de, Hindistan’da, Orta Asya’da veya Avrupa’da yaşamadıkları sorgulanmaktadır. Bu sorgulamaya da gerçek cevabı verecek olan sadece Yüce Yaradan’dır. Biz burada yine, tek olan Tanrı’nın bize verdiği aklı ile fikir yürütmeye çalışacağız.

Kur’an, her kavme peygamber gönderildiğini belirtir. Bu anlatımı temel alan Müslüman âlimler, 124.000 veya 128.000 civarında peygamber geldiğini düşünürler. Sayı konusunda bizler net bir şey söyleyemeyiz. Gerçek sayıyı, peygamberleri seçen Yüce Yaradan bilir. Biz ancak, Kur’an’a dayanarak bir fikir yürütebiliriz. Bilindiği gibi, Enam Suresi 12inci ayetinde Yüce Yaradan, insanlara rahmetini Kendi üzerine yazdığından bahsetmektedir. İnsanlara karşı en merhametli ve en bağışlayıcı olan Allah’ın, insanlar zalimliğe doğru meylettikçe, onları toparlamak için peygamberler görevlendirmesi, gerçekçi ve beklenen bir durumdur. Dolayısıyla sayı hususunda söyleyebileceğimiz şey, insanlık tarihi boyunca her dönemde, yeterli sayıda peygamberin görevlendirildiği olacaktır. Bazen peygamberlerin birbirini takiben gönderildikleri de dikkate alınırsa, bahsedilen sayı abartılı değildir.

Her kavme peygamber gönderilmiş iken, son kutsal kitaplarda, sadece Ortadoğu bölgesindekilerden bahsedilmesinin sebepleri üzerine fikir yürütebilmemiz için, Dünya Tarihine bakmak gerekir. Bilinen tarih içerisinde en çok kargaşanın olduğu bölgenin Ortadoğu olduğu fikrinde genel ittifak vardır. Bu bölge, en netameli coğrafya bölgesidir. Bu bölge, Yüce Yaradan’ın görevlendirdiği ve kendi içlerinden çıkan peygamberlerin bir kısmını öldürmüş insanların yaşadığı bölgedir. Bu bölge, tek olan Tanrı’nın gönderdiği peygamberlerin bazısını kabul ettikleri halde, kendilerinin kabul etmediği diğer peygamberlere inanan insanlarla sürekli savaştığı bölgedir. Bu bölge, aynı peygamberin ümmetinden olduklarını söyleyenlerin, birbirlerini acımasızca öldürdükleri bölgedir. (Yahudilerde de, Hıristiyanlarda da, Müslümanlarda da aynı acımasızlık varittir.) Bu bölge, sürekli peygamberler göndermesine rağmen, Yüce Yaradan’ı değil, parayı kutsayan bir bölgedir. Bu bölge, farklı dinlere ve inançlara sahip olduklarını söyleyenlerin ve tanrıtanımazların aynı terör örgütü içerisinde birlikte mücadele ettikleri bölgedir. Sonuçta bu bölge, kargaşanın en çok görüldüğü bölgedir. Günümüzde de, kitle iletişim ve ulaşım araçlarının hızlı gelişimi sonrasında bu bölge, kötü niyetli insanların para için terör amacıyla toplandığı yer haline gelmiştir. Dolayısıyla bütün dünyadaki kötü niyetli insanların rahatça kullanabilecekleri uygun bir ortam oluşmuştur.

Belki de Yüce Yaradan, bizlerin dikkatini bu hususa çekmek istemiş olabilir. Bilhassa günümüz açısından bakılınca, bu bölgedeki kargaşanın önlenerek huzurun sağlanması halinde, dünyanın geri kalan bölgelerindeki kargaşanın çok daha kolay düzeltilebileceğini anlatmak istemiş olabilir. Ayrıca, Kur’an’daki “helâk edilen kavimler” örnekleriyle, huzurun sağlanabilmesi için, gerektiğinde bazı lâf anlamayan gurupların helâk edilmesinden çekinilmemesi gerektiğini bize göstermiş olabilir.

Yani insanlığın toparlanabilmesinin yolunun, Ortadoğu bölgesinin düzeltilmesinden geçeceğini bizlere göstermek istemiş olabilir. Son peygamber Hz. Muhammed’in ümmetinden olan Abbasilerin ve Osmanlının tam hâkimiyetlerinin olduğu dönemlerde, hem bölgedeki hem de çevresindeki kargaşanın çok azalmış olması, Yüce Yaradan’ın bize böyle yol gösterdiği şeklinde düşünmemize vesile olmuştur.

Kur’an’a bakıldığında, Yüce Yaradan’ın, Ortadoğu bölgesindeki insanların huzurunu sağlayabilmek, kargaşayı önleyebilmek için iki yöntemi bir arada uyguladığını görmekteyiz. Önce, insanları düşünmeye ve akıl erdirmeye yöneltmek için çeşitli bilgiler vermiş. Ahiret hayatının varlığını haber vererek, zalimlerin ahiret hayatında cezalandırılacaklarını belirtmiş. İnsanlara kendilerini düzeltmeleri için çok çeşitli fırsatlar vermiş. Tövbe edenleri affetmiştir. Ancak, lâftan anlamayıp “ille de odunumun parası” diyenleri de helâk etmiştir. Diğer bir anlatımla, bir taraftan insanların kalbini kazanırken, diğer yandan sopasını her zaman hazır tutmuştur.

Abbasilerin ve Osmanlının tam hâkim oldukları dönemlerdeki uygulamalarına bakılınca, Kur’an’daki yöntemi takip ettikleri anlaşılmaktadır. Önce sevgiyle yaklaşılmıştır. Bir taraftan insanlara hizmet götürülürken, diğer yandan huzuru bozanlar uyarılmışlardır. Bu arada tövbe edenler affedilmiştir. Ama tövbe ettikten sonra da kötülüklerini sürdüren gurupları helâk etmekten çekinilmemiştir.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | PEYGAMBERLER HEP ORTADOĞU BÖLGESİNDE Mİ? için yorumlar kapalı

İNSANLARIN FİZİKSEL VE ZİHİNSEL SINIRLARI ÜZERİNE

İNSANLARIN FİZİKSEL VE ZİHİNSEL SINIRLARI ÜZERİNE

 

Hemen bütün insanlar, fiziksel sınırları hakkında fikir sahibidirler. Bizler, ne kadar ağırlık kaldırabileceğimizi yaklaşık olarak tahmin ederiz. Dünya çapında yapılan yarışmalarda, kaldırılan en çok ağırlık bellidir. Yeni bir rekor kırmak isteyen halterciler, önceki rekor ağırlığa, sadece 250 gram gibi ufak eklemeler yaparak, rekor denemesi yaparlar. Halterciler, her gün saatlerce idman yapmalarına rağmen, fiziksel sınırlarını bildikleri için, rekor denemelerinde, hiçbir zaman ilave ağırlık olarak 10 kg ekletmezler.

Bizler, ne kadar yük taşıyabileceğimizi, aşağı yukarı biliriz. Hepimiz, bir attan daha çok yükü taşıyamayacağımızı, net bir şekilde biliriz. Sırtımıza aldığımız yükle, ne kadarlık mesafeye dinlenmeden gidebileceğimizi tahmin ederiz. Yanlış tahmin yapmışsak yolda durur dinleniriz. Dolayısıyla fiziki gücümüzü zorlamayız. Zorladığımız zaman bedenimizin ciddi zarar göreceğini biliriz.

Benzer şekilde koşabileceğimiz mesafe ve koşma hızımız da sınırlıdır. Ne kadar idman yaparsak yapalım, durmadan koşabileceğimiz bir süre vardır. Süreyi birden bire uzatırsak, yığılıp kalacağımızı biliriz. Belki de atı, deveyi ve eşeği evcilleştirmemiz bu sebeplerledir.

Zıplayabileceğimiz yükseklik de çok sınırlıdır. Ne kadar idman yaparsak yapalım, dünya rekorunun sınırı bellidir. Bu sınırı, sadece birkaç santimetre yükselterek aşmayı deneriz. Bu sebeple, daha yükseğe zıplayabilmek için, uzun çıtalar kullanmaya çalışırız. Çıtalar, zıplamamıza faydalı olur ama bizi yüksekte tutamaz. Hem daha yükseklere çıkabilmek hem de yükseklerde kalabilmek için merdiven yaparız.

Tek adımda atlayabileceğimiz mesafe de çok sınırlıdır. Uzağa atlamaya çalıştıkça, atlamanın sonunda ayakta kalma ihtimalimiz azalır, yere düzgün basamadan düşeriz. Uzağa atlayamayacağımız için nehirleri veya vadileri geçerken köprüler yaparız.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Vereceğimiz bütün örneklerden anlaşılacağı gibi, bütün insanlar olarak hepimiz fiziksel sınırlarımızı biliyoruz. İnsanların fiziksel, kimyasal ve biyolojik sınırları vardır. Bu sınırlarımızı ancak idmanlarla zorlarız. Fakat zorlayarak ulaşabileceğimiz yeni sınırlarımız da, çok kısıtlıdır.

İnsanlar olarak, fiziksel, kimyasal ve biyolojik sınırlarımızı bilirken, konu zihinsel ve bilişsel âlemi tasarlamaya gelince, insanoğlunun kapasitesinin sınırı olmadığını zannediyoruz. Kendimizin çok akıllı olduğumuzu düşünüyoruz. Dahi olarak nitelediğimiz bazı insanların zihinlerinin süper olduğunu varsayıyoruz. Oysaki en zeki insanlardan olan Einstein şöyle demektedir: “Özel bir yeteneğim olduğunu düşünmeyin, sadece derin bir anlama merakım var.” Bu gibi açıklamalara rağmen, onlardan mucizevi çözümler bekliyoruz. Bilgisayarları ve süper bilgisayarları yaptığımız için, kendimizi, en büyük yaratıcı olarak görüyoruz.

Dan Ariely bu duruma iki sebep söylüyor. Birincisi, fiziksel sınırlarımız her zaman gözümüzün önündedir. Dolayısıyla sınırlarımızı yaklaşık olarak da olsa biliyoruz. İkincisi, zihnimizi göremediğimiz için, zihnimizin sınırlarını bilemiyoruz. Bazı bilimsel buluşları görünce zihnimizin sınırının olmadığını düşünüyoruz. Hâlbuki yaptığımız iş, kâinatta var olan bir işleyişin nasıl olduğunu anlamaya çalışmaktır. Evrende var olmayan yeni bir şey yapmak değildir.

Ariely’nin bu bakış açısı, ilk bakışta doğru olarak görünmektedir. Ama konuyu derinlemesine irdeleyince, tek sebebin bu olmadığını anlıyoruz. Örneğin, vücudumuzdaki küçücük bir pankreasın yaptığı görevin aynısını yerine getirecek bir kimya fabrikası kuramadığımızı bilmemize rağmen, zihnimizin sınırının farkına varmak istemiyoruz. Bu yanılgımızın sebebini, teknolojideki bazı gelişmelere bağlıyoruz.

Milyarlarca insanın parmaklarının uçlarındaki izlerin birbirinden farklı olduğunu biliyoruz. Bizden değişik parmak ucu izleri çizmemizi isteseler, en fazlasından, bir mahallede yaşayanların sayısınca farklı çizim yapabiliriz. Milyarlarca insanın farklı parmak izini çizmeyi gerçekleştiremeyeceğimizi net bir şekilde anladığımız halde, zihnimizin sınırının olduğunu kabul etmek istemiyoruz.

Bu sitede yayınladığımız “Aklımıza Takılan Sorular” başlıklı makalemizde sorduğumuz sorulara bilim insanlarının cevap veremediklerini bildiğimiz halde, insan zihninin sınırının olmadığını varsayıyoruz.

Demek ki sorun, fiziksel sınırlarımızı gördüğümüz için kabul etmemiz, zihnimizi görmediğimiz için sınırlarını reddetmemiz değildir. Sebep, belki, üst zekâ olan Tanrı karşısındaki acizliğimizi kabul etmek istemeyişimizdir. Belki, Yüce Yaradan’ın yarattığı evrendeki sistematiğin çok küçük bir kısmını anlayarak teknolojide bazı gelişmeler sağlayınca, kibirlenmemizdir. Ancak ilginç olan, bu kibirlenmeyi, gerçek ilim insanlarının yapmamaları, aksine, yalanları ve palavralarıyla toplum içerisinde saygınlık kazanmak isteyen bazı “bilimcilerin” yapmalarıdır. Mustafa Çetiner, “Bilim Bizi Kandırıyor mu” isimli kitabında diyor ki: “İnsanoğlu tuhaf bir yaratık, gözünün önündeki perde kalksa, göremediği, anlayamadığı, çözemediği bilinmezler apaçık ortaya dökülse bile, yine de yalana ve palavraya sarılabiliyor ve görmüyor.”

Kibirlenmek ve büyüklenmek, insanın gözünü kör eder. Bilimsel gelişmelerde ciddi payları olan ilim insanlarının büyük çoğunluğu, insan zihninin sınırlarının çok kısıtlı olduğunu anladıklarını, çeşitli vesilelerle ifade etmişlerdir. Darwin’in yaptığı çalışmaları fırsat bilerek, insan zekâsının gücünü abartıp, Darwin’e, Tanrı’nın olmadığını teyit ettirmek isterler. Darwin şöyle cevap verir: “Bu konunun bütünü, insan zihni için fazla derin, dolayısıyla böyle bir tartışma, bir köpeğin, Newton’un zihni hakkında yorum yapmasına benzer”.

Bilim insanları, gerçekleri anladıkça, insanın Tanrı karşısındaki acizliğini kabul ederken, bilimle uğraşmayan veya elde ettiği bazı bulgularla kibirlenen insanlar ise, zihnimizin sınırının olmadığını iddia etmek cüretini göstermektedirler.

Demek ki, bizi yanıltan şey, fiziksel sınırlarımızı görüp, zihinsel sınırlarımızı göremememiz değildir, kibrimizdir. Süper bilgisayarların yapılması, kibrimize tavan yaptırarak, kendimizi tanrı gibi görmemize neden olmaktadır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLARIN FİZİKSEL VE ZİHİNSEL SINIRLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

EBEVEYNLERİN ÇOCUKLARINDAN ŞİKÂYETLERİ ÜZERİNE

EBEVEYNLERİN ÇOCUKLARINDAN ŞİKÂYETLERİ ÜZERİNE

 

Bu makalemizde ifade ettiğimiz şikâyetler, elbette, bütün gençler için geçerli değildir. İnsanların yaşadıkları tecrübelerinden ve bazı deneylerinden çıkartılan bir genellemedir.

Bu sitede yayınladığımız bazı yazılarımızda, çok önce yaşamış nesillerdeki ebeveynlerin de çocuklarından şikâyetçi olduklarını ifade etmiştik. Bu şikâyetleri yapanlardan birisi de, Sokrates idi. Sokrates, gençlerin bulundukları bir ortama bir yaşlı insan girdiğinde, gençlerin ayağa kalkmadıklarını anlatır. Gençlerin, daha yaşlı olan büyüklerine gerekli saygıyı göstermediklerinden yakınır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, benzer şikâyetler, tarih boyunca yapıla gelmiştir. Ancak tarihte yapılan şikâyetler ile günümüzdekiler karşılaştırıldığında bazı farklılıklar görülmektedir. Günümüz büyüklerinin yaptıkları şikâyetler, hem nitelik olarak biraz daha değişiktir hem de sayı olarak daha fazladır. Şikâyetler, belirli zümrelere veya belirli ülkelere has değildir. Ayrıca, hem nitelik olarak, hem de yoğunluk olarak bütün insanlığın geleceğini ilgilendirecek hâl almaktadır.

Yeni yetişen nesille alâkalı en belirgin şikâyet, gençlerin bencil oldukları hususudur. Ebeveynler, ister fakir olsunlar, ister zengin olsunlar, bu konudaki şikâyetleri aynı temele dayanmaktadır.

Orta halli vatandaşların çocuklarından şikâyetlerindeki ortak kanaat, çocuklarının duygusuz oldukları şeklindedir. Ebeveynlerin bir bölümüne göre, evlatlarının duygusuz olmalarının temelinde, hayatın gerçeklerinden habersiz olmaları yatmaktadır. Çocuklar, ailelerinin evlatları için yaptıkları fedakârlıkları, fedakârlık olarak değerlendirmemektedirler. Çocuklar konuya bakarken “madem bizi dünyaya getirdiler, en iyi şekilde bakmak zorundalar” diye yaklaşmaktalar. Dolayısıyla, ebeveynlerinin, kendilerine hizmet etmek yükümlülüğünde olduklarını düşünüyorlar. Hattâ, yerine getirilmesini bekledikleri bu yükümlülükleri, sadece ebeveynlerinden değil, çevrelerindeki bazı insanlardan da umuyorlar.

Düşünce yapıları bu şekilde olan çocukların ve gençlerin önemli bir kısmının, insanları değerlendirmeleri de daha farklı olabiliyor. Gerek ebeveynlerine ve gerekse çeşitli vesilelerle irtibat kurdukları insanları değerlendirirken, onlardan istediklerinin ve taleplerinin ne kadar yerine getirildiğine göre not veriyorlar.

Günümüzün çocuklarının ve gençlerinin, geçmiş nesillere göre farklı bir özellikleri daha var. Şimdikiler, teknoloji bağımlısı durumundalar. Gençlerin teknoloji bağımlısı olduklarını söyleyebilmemizin nedeni, gençler arasında yapılan anketlere verdikleri cevaplardır.

Gençlerle yapılan ankette, onlara “en çok neyinizi kaybettiğinizde üzülürsünüz” diye soruluyor. Cevapların şıkları; a) Anne veya babanızı, b) İkinci veya üçüncü derecede yakınınızı, c) Cep telefonunuzu d) Bilgisayarınızı e) Diğer

Gençler, kaybetmekten en çok üzüldükleri varlıklar olarak, cep telefonu şıkkını işaretliyorlar. Ebeveynlerinin ölümüne daha az üzülüyorlar. Ankete verdikleri bu cevapları, gençlerin sadece teknoloji bağımlısı olduklarının değil, ilaveten, yukarıda ifade edildiği gibi, duygusuz olduklarının da işareti sayılabilir.

Anne ve babalarını, cep telefonlarından daha az seven gençler için, akrabalık bağlarının da pek bir öneminin olmadığı anlaşılıyor. Akrabalık bağlarının zayıf olduğu yerlerde gençlerin, vatan, millet, gibi hususlarda ne hissettiklerini tahmin etmek zor değil.

Bu anket Türkiye’de yaklaşık 13 yıl önce yapılmıştı. O dönemdeki Türkiye’de boşanmaların oranı maddeten kalkınmış ülkelere nazaran çok düşük seviyede idi. Bu anket boşanmaların ve evlilik dışı çocukların çok önemli boyutlarda olduğu ülkelerde yapılsaydı, muhtemelen daha duygusuz sonuçlar alınırdı.

Gençlerin sahip oldukları bu anlayış, yaşadıkları sorunlara bakışlarını da daha farklı yapıyor. Bilindiği gibi, bilhassa maddeten güçlü olmayan ülkelerin gençlerinde işsizlik oranı giderek yükseliyor. İşsiz kalmalarının tek sebebi, ülkelerindeki yatırım azlığı değil. Gençlerin diplomalarının hakkını verecek bilgilere sahip olmayışları ve diploma sahibi olmanın kibriyle iş beğenmekte zorlanmaları gibi sebepler de işsiz kalmalarına vesile olmaktadır. Yaşanan bu işsizlik sorununun, bu makalemizin konusuyla bağlantısı, boş gezen gençlerin yaşam anlayışlarıdır. Bu gençlerin çoğunluğu, bir gelir sahibi olmadıkları için, ebeveynlerinin verdikleri paralarla hayatlarını sürdürmekteler. Fakat bu yaşam biçiminin gençleri rencide ettiği pek söylenemez.

İşsiz gençlerin önemli bir bölümü, iş beğenmemeye devam ediyorlar. İş bulanların çoğu, zor çalışma şartlarına katlanamıyorlar. Beklentileri, mesai saatleri içerisinde masa başında oturmak ve internette kendi istekleri doğrultusunda dolaşarak mesailerini tamamlamaktır. Böyle bir ortam bulamadıkları zaman, işten ayrılıyorlar. Çünkü ebeveynleri onlara bakmayı sürdürüyor. Hattâ orta halli aileler, erkek evlatlarının düğünlerini yapmak için, ev eşyalarını eksiksiz temin etmek için ve yeni evlilerin ev geçimlerini de sağlamak için üstün bir gayret gösteriyorlar. Gençlerin çoğu da bu durumu kanıksamışlar ve pek yüksünmüyorlar. Üzüntü duymuyorlar. Asalak gibi yaşamaktan çekinmeyenlerin sayısı her geçen gün artıyor.

Gençlerin bu duruma düşmelerinin sebeplerinden birisi de, ailelerinin tavırlarıdır. Orta halli ebeveynler “biz çok sıkıntı çektik, onlar çekmesin” diyerek onları memnun etmek için üstün gayret sarf ettikçe, gençlerdeki memnuniyetsizlik artıyor. Gençler, sahip olduklarının değerini ölçemiyorlar. Belki de memnuniyetsizliklerinin artmasının sebebi, sahip oldukları varlıkların değerini kavrayamamalarıdır.

Bu duruma düşen gençlerin bir bölümü, çözümü, bulundukları çevreden uzaklaşmakta buluyorlar. Ama çoğunluğunda, bunu başarabilmek için gerekli kapasite ve güç yok. Aileleri onları “cam fanus” içerisindelermiş gibi büyütmeye çalıştıkları için, mücadele nasıl yapılır öğrenememişler. Bu nedenle, başarısız oldukları zamanlarda, kendilerini sorgulamak yerine başkalarını suçlama yoluna gidiyorlar. Kendilerine toz kondurmuyorlar. Başkalarını suçlarken de, vefasızlık yaptıklarının farkına varamıyorlar. Farkına varamadıkları için de, destekçileri giderek azalıyor. Kendi dar arkadaş guruplarının dışındakilerle ilişki kurmakta zorlanıyorlar.

Günümüz gençlerindeki bu duygular arttıkça, geleceğe güvenle bakmamız çok güç. Çünkü bu neslin yetiştireceği, yeni nesilde daha fazla sıkıntı görülmesi kuvvetli ihtimaldir.

Gençlerin bir bölümü, asalak olarak yaşadıklarının farkındalar. Bu sebeple, evlenmeyi pek istemiyorlar. Evlenenler de, mümkün olduğu kadar az çocuk sahibi olmayı planlıyorlar. Hattâ evlat sahibi olmak istemiyorlar. Çocuklarına bakamayacaklarını düşünüyorlar. Ama çocuk sahibi olmak istememelerinin suçunu, dünyanın ve insanlığın mevcut haline yüklüyorlar. Evlat sahibi olmanın sorumluluğundan korkanların sayıları her geçen gün artıyor.

Orta hallilerin çocukları bu durumda iken, fakirlerin çocukları daha farklı konumdalar. Onlar cam fanusta büyümedikleri için, ayakta kalma mücadelesi yapıyorlar. Ama başarma şansları çok az. Çünkü son asırlardaki vahşi kapitalizm uygulamaları, sanki kast sistemi oluşturmuş gibi. Helâl yollardan mücadeleyi sürdürerek başarma şansları her geçen gün hızla azalıyor. Genel anlamıyla zenginlerin oluşturmaya çalıştığı sistem, onları, kanunsuz yollara başvurmaya doğru itiyor.

Takdir edileceği gibi, gerek orta hallilerin gerekse fakirlerin çocuklarını kanunsuz işlere yönlendirenler, zenginler olmaktadır. Zenginler, yaptıklarının sonucunun kendilerine zarar vereceğini göremiyorlar. Ailelerine karşı duyarsız büyüyen bu gençlerin, bir gün kendilerine karşı tavır alabileceklerini unutuyorlar. Zenginlerin çoğunluğu, insanlara iş gördürürken, onların insan olduklarını dikkate almıyorlar. Bu nedenle, fakirlerin çocukları ezilmekten bıkacakları için ölümü göze alarak, orta hallilerin çocukları ise zenginlerin yerlerine göz dikerek, kendilerini kullanan zenginlerden intikam almayı düşünmekle kalmayıp, fiiliyata geçebilirler.

Dolayısıyla, fakirlerin çocuklarının birçoğunun mecburen girdikleri kanunsuz işlerden dolayı oluşacak zarar, orta hallilerin çocuklarının bir kısmının yapacakları kanunsuz işlerin zararına göre çok küçük kalabilir.

Zenginlerin, çocuklarından şikâyetleri, konumlarına göre farklılık arzetmektedir. Zenginlikleri ebeveynlerinden miras kalmayanlar, kendi gayretleri ile zengin olanların çoğu, çocuklarına “mirasyedi” gözüyle bakmaktadırlar. Çünkü kendileri kısa sürede zengin olabilmek için, her türlü gayri meşru yollarda yürürken, çoğu, çocuklarını işlerinden uzak tutmuşlardır. Bu çocuklar büyüyüp genç hale geldiklerinde, sorumluluk almayı öğrenemedikleri gibi, gayri meşru işlerin tabiatında olan tehlikelere karşı, babaları gibi mücadele edecek yapıyı kazanamamışlardır. Dolayısıyla, yaşam anlayışları daha çok bir mirasyedi gibi olmaktadır.

Birkaç nesildir zengin olan insanların, çocuklarından olan şikâyetleri biraz daha farklıdır. Bunlar, ebeveynlerinin yaptıkları gayri meşru işler hakkında bilgi sahibidirler. Bu yeni nesil gençlerin bir bölümü, sadece para sahibi oldukları için itibarlı olmayı yetersiz görmektedirler. Yaptıkları işin toplum tarafından takdir edilecek nitelikte olmasını da arzu etmektedirler. Yeni neslin bir bölümü de çok daha kolay para kazanma yollarını tercih etmek istemektedirler. Dolayısıyla sanal ortamda para kazanmayı yeğlemektedirler.

Aileden zengin ebeveynlerin çoğu, bu gençleri hayalperest olarak nitelemekteler. Bu anlayıştaki ebeveynlere göre, insanları korkutmadan, ezmeden, şantaj yapmadan para kazanmanın mümkün değildir. Dolayısıyla, zalimliklerini uygulattıracakları insanları beslemeleri, hattâ teröristlerle bağlantılı olmaları gerekir. Ebeveynlerin bir bölümü, başka işler yaparak kazanmış olsalar bile, zenginliklerini korumak için, bu ilişkilere ihtiyaç olduğunu düşünmektedirler.

Görünen o ki, gerek miras kalmadan kendi yaşamında zengin olsunlar, gerekse aileden gelen bir varlık olsun, sahip oldukları zenginliklerin, çocukları tarafından sürdürülmesi çok zor olacaktır. Varlıklarını, orta hallilerin açıkgöz çocuklarına veya daha zalim olan başka zengin ailelere kaptırabilirler.

Bizim bu yazıda verdiğimiz örnekler, çocuklarla ilgili şikâyetlerin sadece bir bölümüdür. Bu nedenle, çocuklarımızın ve gençlerimizin gelecekleri, gerek kendileri ve gerekse insanlık açısından bakılınca, çok sıkıntılı duruyor. Çünkü onları yetiştiren biz ebeveynlerdeki yanlışlık çok daha fazladır. Hâlbuki ebeveynlerin hepsi bir zamanlar çocuktular ve gençlik yıllarını yaşadılar. Bu sebeple bütün ebeveynler, çocukların ve hattâ gençlerin, büyüklere göre daha idealist olduklarını yaşayarak görmüşlerdir. Küçüklüklerinde, onları yalan söylemeye, tembelliğe, hazıra konmaya alıştıranlar hep büyükleri olmuştur. Gençlerin idealistliğini törpüleyen, büyüklerin davranışları ve kurdukları sistemlerdir.

Çocuklar daha iki yaşında iken, mamalarını yesinler diye, bazı vaatlerde bulunan büyükler, yemek bittikten sonra, sözlerini yerine getirmemek için çocuğa unutturmaya çalışmışlardır. Ama çocuğun dünyasında o vaat çok önemli olduğundan unutmamıştır. Böyle olaylar defalarca olunca çocukta yer etmiştir.

Ebeveynler, çocukların yanında konuşurken, yakın akrabalarının aleyhine sözler sarf etmişler, çocuğun bu sözleri duyduğunu anlayınca, “sakın duyduklarını akrabalara söyleme” diye uyarılmışlardır. Bu ve benzeri olaylar çok kez olunca çocuğun hayata ve insanlara bakışında değişiklik oluşturmuştur.

Gerek yazının tamamında verdiğimiz bu örnekler, gerekse okuyucuların kendi yaşamlarını gözden geçirdiklerinde hatırlayacakları olaylar, çocuklarından şikâyet eden ebeveynlerin, aslında kendilerinden şikâyetçi olmaları gerektiğini göstermektedir.

Eğer çocuklarımızdan şikâyetlerimizi azaltmak istiyorsak, işe kendi hatalarımızı düzelterek başlamalıyız. Çocukları yetiştirirken, günlük ve anlık çözümler değil, konuya geniş açıdan bakarak, sabırla ve dikkatlice uzun vadeli çözüm üretmeye çalışmalıyız.

Çocukların, gençlerin ve büyüklerin çoğunun, kendilerine rol model olarak aldıkları insanları, her yönden taklit ettiklerini unutmamalıyız. Dolayısıyla, biz ebeveynler nasıl davranırsak, onların da büyük çoğunluğu aynı davranacaktır. Demek ki, çocuklarımızın büyüdüklerinde dürüst, saygılı, kazancını başkalarını ezmeden elde eden, sevgi dolu ve hayat mücadelesinden yılmayan insanlar olmalarını istiyorsak, onlara aynı vasıflarla örnek olmalıyız.

 

Sosyal kategorisine gönderildi | EBEVEYNLERİN ÇOCUKLARINDAN ŞİKÂYETLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 5

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 5

 

Budha, insanlardan, kendisine mutlak inanmalarını veya ona dua etmelerini istememiştir.

Tek Tanrılı dinin peygamberleri de, Yüce Yaradan’ın sözüdür diyerek aktardıklarının dışındaki kendi sözlerine, mutlak inanılıp uygulanmasını istememişlerdir. Peygamberler, bütün mükâfatlarını tek olan Tanrı’dan bekledikleri için, insanlardan, kendilerine dua etmelerini istememişlerdir. Nitekim Hz. Muhammed de, Veda Haccındaki hutbesinde, insanlardan, kendisine vahiy olarak bildirilenleri tebliğ ettiğinin şahitliğini istemiştir. Kendisine dua edilmesini talep etmemiştir.

Budha, kendisini “aydınlanmış” olarak tanımlamamaktadır. Kendisini “uyanmış” olarak görmektedir. Bu sebeple asıl adı Siddarta Gautama iken, kendisine “uyanmış” anlamına gelen Budha denilmesini arzu etmiştir.

Budha’nın, kendisi için yaptığı bu tanım doğrudur. Çünkü aydınlanmalar, ancak dışarıdan tesirle olur. Uyanma ise, insanın kendisinin başarabileceği bir husustur.

Bu açıdan bakılınca, peygamberler için, “aydınlanmış” terimini kullanmak yanlış olmaz. Çünkü onlar, aydınlandıkları konu hakkında pek bir şey bilmez iken, kendi kendilerine yaptıkları davranışlar veya düşüncelerle değişmemişlerdir. Peygamberler, bir noktaya kadar kendi gayretleriyle gelmişlerdir. Ama sonrasında, Yüce Yaradan’ın onlara dışarıdan ulaştırdığı bilgilerle ve desteklerle değişime uğramışlardır. Dolayısıyla aydınlanmışlardır.

Bu bakımdan, Budha’nın öğütlerine uygun davrananların da, kendi deneyimlemeleriyle yürüyecekleri için, aydınlanmış değil uyanmış hale gelebileceklerini söyleyebiliriz. Diğer taraftan, peygamberlerin aktardığı vahiylerin doğrultusunda düşünerek, Yüce Yaradan’ın varlığına şahit olacak nitelikteki ortamlar sonucunda, O’nun gösterdiği yolda yürüyenler için, aydınlanmış denilebilir.

Budizm’in temel kavramlarından birisi “Karma”dır. Karma, sorumlulukla ilgilidir. Karma, kendi fiillerimizin, hayatımızı şekillendirdiği bir süreçtir. Dolayısıyla biz, yaptıklarımız ve yapmaya niyetlendiklerimizizdir. Bu anlayışta olan Budha, insanların geçmiş hatalarının bedelini ödemeyeceklerini, geçmişteki iyi işleri için de ödüllendirilmeyeceklerini düşünür.

Tek Tanrılı dinde, insan, yaptığı yanlış işlerden tövbe ederek güzel işler yapmaya başladığı zaman, geçmişteki kötülükleri rafa kaldırılır. O anda yaptığı güzel işlerden dolayı sevap kazanmaya başlar. Ancak, Yüce Yaradan, “dönerseniz Biz de döneriz” demektedir. Bu demektir ki, eğer yaşadığımız an güzel işler yapmamıza rağmen, ileride tekrar yanlış işler yapmaya başlarsak, rafa kaldırılan eski yanlışlarımız gündeme gelir ve bu dönemde yaptığımız güzel işler için ödüllendirilmeyiz.

Anlaşılan o ki, tek Tanrılı dine göre de, asıl olan yaşadığımız andır. Dolayısıyla biz, bu anda yaptıklarımız veya yapmaya niyetlendiklerimiziz.

Budha’nın, tanrısal bir kuvvetin varlığını tanımadığı, bundan dolayı, “Karma”yı dışarıdan nesnel bir hüküm vericiyle irtibatlandırmadığı söylenir.

Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için ünlü Budist öğretmenlerden Santideva’nın şu sözlerini aktaralım: “Istırap, bir kişinin kendi yaptıklarının bir sonucudur. Dıştan bir kuvvetten gelen bir ceza değildir…Bizler, kendi kaderimizin yazarlarıyız ve sonuçta yazarlar olarak bizler özgürüz.”

Tek olan Tanrı da, kutsal kitaplarında bunun aynısını söylemektedir. Yüce Yaradan, bize zulmetmediğini, bizim kendi kendimize zulmettiğimizi sıkça vurgular. Konunun anlaşılabilmesi için, bu durumun bazı örneklerini verir. Demek ki, ıstırap, Tanrı’nın bize verdiği bir ceza değildir.

Diğer taraftan, kutsal kitaplara göre, bizim kaderimiz baştan yazılmamıştır. Yüce Yaradan’ın bize bildirdiğine göre, biz kaderimizi kendimiz inşa ederiz. Biz kaderimizi inşa ederken özgürüzdür. Çünkü Tanrı, bize akıl, vicdan ve irade verdikten sonra, nasıl davranacağımızı görmek için bizleri özgür bıraktığını beyan etmektedir.

Diğer taraftan Budistlere göre Karma, başka bir anlatımla sorumluluk, sadece maksatlı yapılan faaliyetleri ve davranışları kapsar. Yanlışlıkla yapılanlar, Karma’ya dâhil değildir.

Tek olan Tanrı indinde de, aynı durum geçerlidir. Kastan yapılan hatalardan cezalandırılırız. (Nisa Suresi 4/93) Yanlışlıkla yapılan hatalardan dolayı, tövbe edip bir daha yapmamak için daha dikkatli olmak kaydıyla ceza görmeyiz veya çok hafif bir ceza alırız. (Nisa Suresi 4/92) Hattâ Yüce Yaradan, yenilmesini bizzat Kendisinin yasak ettiği yiyecekleri bile, zorda kalınması ve o andaki sıkıntıyı giderecek kadar yenilmesi şartıyla, geçici olarak serbest bırakmıştır.

Budha diyor ki: “Ey keşişler, benim Karma dediğim, zihinsel bir iradedir. İsteyen keşiş ki, bedeni, konuşması veya zihni vasıtasıyla faaliyette bulunur.

Tek olan Tanrı’nın da, insanlardan istediği şeylerin önemlilerinden biri, düşünmeleri ve akıl erdirmeleridir. Çünkü kararlar önce zihinde alınır. Bir insan, ister iyi yönde isterse kötü yönde faaliyette bulunsun, onun davranış tarzını etkileyen şey, zihni faaliyetidir.

Karma, bir Budist için, hayatının pusulası gibidir. Yaptığı, söylediği ve hissettiği her şeyin, hayatına bir etkisi olur. Bu bakış açısına göre, Budha, geçmişten kaygılanmamızı ve onlara saplanmamızı istemez. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, anda yaşanmasını ve şimdiki yaşamın dönüştürülmesini ister. Çünkü böyle yaparak, geleceği dönüştürme ihtimalimiz artar.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu anlayış tek Tanrılı dinlerde de aynen geçerlidir. İlave olarak şunu diyebiliriz, insanlar, Yüce Yaradan’ın yeryüzündeki vekil yöneticileri olduklarından sorumlulukları süreklidir. Dolayısıyla, hissedeceğimiz bu vekil yöneticilik, hayatımızın pusulası gibidir.

Budizm’de tek yaşam yoktur, yaşamlar vardır. Dolayısıyla doğumlar da tek değildir, yeniden doğumlar vardır. Ancak, Budha’ya göre, bu yeniden doğumlar arasındaki hareket, rastgele değildir. Yeniden doğumlar, şimdiki hayatınızdaki eylemlerle belirlenir. Bu açıdan bakınca insan, bir anlamda kendisinin varisi olur.

Bilge bir Budist, yeniden doğumların, mevcut yaşamında iyi işler yapanlar için geçerli olacağını düşünür. Nitekim bu anlayıştan dolayı Budha, Hint kast sistemini reddetmiştir. Bu yaşamında kötü işler yapanların, yeniden doğumlarında hayvan olarak dönmeyeceklerine inanır. Ölmüş bir insanın, yeniden doğumda bir tanrı olarak gelebileceğine dair, Budha’nın herhangi bir sözünden bahsedildiğini bilmiyorum. Demek ki Budha’ya göre, ölen bir insanın yeniden doğuşu yine bir insan olarak gerçekleşecektir.

Yeniden doğuma inanan bir Budist, bu yaşamında kötü işler yapanların, cehennem ortamında yeniden doğacağına inanır. Ancak, cehennem ortamından sonra tekrar dirilmenin olup olmayacağı hususunda bir fikir beyan etmez. Yani, bu yaşamında başkalarına zarar vermiş, insanlara zulmetmiş birisi isen, gideceğin yer olan cehennem, son durağın olabilir.

Fakat inançlı bir Budist’e göre, bu hayatında iyi işler yapmışsan gideceğin Nirvana veya başka bir yer, senin son durağın olmayabilir. Yeniden ve insan olarak, insan âlemine dönebilirsin. Ancak, yeniden doğan insanın aynı yapıda olup olmayacağı bilinmemektedir. Buna rağmen, “uyanmış” bir Budist, ölümünden sonra tekrar geri gelerek, başkalarının da uyanmasına vesile olabilmenin arzusu içerisindedir. Geri dönüşü bu amaçla ve isteyerek arzular. Bir insanın bu amacı gütmesi, yeniden doğduğunda da aynı yapıda olacağına dair inancını gösterir. Budizm’de, yeniden doğmuş bir insanın kendisinin varisi olacağının düşünülmesi de, aynı yapıda doğulacağı fikrine inanıldığını gösterir.

Buda’nın yaşadığı dönemde, insanlar, doğum-ölüm çevrimine daha çok inanıyorlardı. Ancak anlaşıldığı üzere Budha, bu anlayışa bazı sınırlamalar getirmiş. Ölen bir insanın yine bir insan olarak doğacağını düşünmüş. Ancak ister insan olarak ister hayvan olarak geri dönüleceğine inanılsın, sonuçta yeniden doğan, eski yaşamdakinin ceremesini çekiyor veya sefasını sürüyor.

Doğum-ölüm hareketini tek Tanrılı dinler açısından irdeleyelim. Kur’an’a baktığımızda, bu hususla ilgili olarak, sadece cehenneme gidenler açısından net ifadeler var.

Enam Suresi 6/27: Onların, ateşin üzerinde durduruldukları zaman: “Ne olurdu dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasaydık da müminlerden olsaydık” dediklerini bir görsen!

28: “Hayır, daha önce gizleyip durdukları karşılarına çıktı da ondan, yoksa geri çevrilselerdi yine menedildikleri şeyi yapmaya dönerlerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar.”

Bu ve benzeri ayetlerden anlaşılan o ki, cehenneme gidenler, yeniden doğmak için Yüce Yaradan’a talepte bulunurlar. Ama kabul edilmez. Çünkü aynı şeyleri yapmaya dönecekleri, bu sebeple bulundukları kötü şartlardan kurtulmak için yalan söyledikleri düşünülür. Bir insanın yeniden doğduğunda aynı şeyleri yapması için, yine aynı yapıda doğması gerekir.

Kur’an’da, cennete gidenlerle ilgili olarak yeniden doğma isteği olup olmadığına işaret eden bir ayet yoktur. Nitekim cehenneme gidenler için, Allah dilemezse oradan çıkarılmayacaklarını ifade eden Kur’an, cennettekiler için “onlar oradan çıkarılmayacaktır” (15/48) demektedir. Ayrıca cennettekiler için “oradan hiç ayrılmak istemeyeceklerdir” denilmektedir. (18/108) Ancak bu ifadelerin varlığı, cennete gidenlerin yeniden doğum gibi bir talepte bulunmayacaklarını göstermez. Cennete girebilmiş olanlar önceki yaşamlarında güzel işler yapmış kişiler olduklarından, tekrar doğarak yine insanlara faydalı olmayı isteyebilirler. Tıpkı, uyanmış bir Budist’in, insanları aydınlatmak arzusuyla geri doğmak isteği gibi bir amaçları olabilir. Ama böyle talepler olup olmadığını biz bilmiyoruz. Böyle talepler varsa da, bunun kararı ve uygulaması, tamamen Yüce Yaradan’ın takdirindedir. Bu açıdan bakılınca, uyanmış bir Budist’in yeniden doğması ihtimali, sadece, tek olan Tanrı’nın Cennetine girmesi halinde vardır. Aksi takdirde böyle bir ihtimal yoktur. Ama Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda inançla yürüyen iyi bir mümin olarak vefat etmiş bir insanın, cennete girmesi ihtimali çok kuvvetli olacağından, yeniden doğması ihtimali vardır. Çünkü talep edilmesi halinde, yeniden doğum ve ölümleri gerçekleştirecek olan tek otorite, Yüce Yaradan’dır. Tek olan Tanrı, cehennemdekilerin taleplerini reddedeceğini ifade etmesine rağmen, cennettekilerin de yeniden doğum taleplerinin olacağı ve onların da reddedileceği şeklinde, bize bir bildirimde bulunmamıştır. Bu konudaki gerçeği, sadece Yüce Yaradan bilir. Bizim yaptığımız, Kur’an’dan anladıklarımıza göre fikir beyan etmektir.

Budizm ve tek Tanrılı dinlerle ilgili olarak yaptığımız bu karşılaştırmaları çoğaltabilmemiz için elimizde çok sayıda veri var. Ancak şimdilik buna gerek görmeyerek, yazı serimizi burada bitiriyoruz.

Gerek bu konudaki makalelerimizden, gerekse diğer birçok yazımızdan anlaşılacağı gibi, önemli olan, dinlerin ve inançların isimleri değildir. Önemli olan, her bireyin, inancını gerçek anlamda yaşamaya çalışmasıdır. Çünkü bir inancın, geniş halk kitlelerince kabul görebilmesi için, o söylemlerin, insanlığın huzuru ve güvenini sağlamayı amaçlaması gerekir. Hiç kimse, hak yemenin, yalan söylemenin, insanları ezmenin ve zulmetmenin iyi bir şey olduğunu savunamaz. Bütün inançların ortak yanı “kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkasına yapma” düsturudur. Dolayısıyla asıl olan, kişinin inandıklarını değiştirmesi değil, inandığını diliyle söylemek yerine, yaşamına yansıtmasıdır. Güzel düşünen ve davranan bir insan, başlangıçta Tanrı fikrine sıcak bakmıyor olsa bile, bir süre sonra kendiliğinden, fikrinin değiştiğini ve aydınlandığını görebilir. Çünkü göklerin, yerin ve bunların arasındaki her şeyin yaratıcısı olan Yüce Yaradan, özgür iradeleriyle güzel düşünerek, insanlığa yakışır bir şekilde davrananlara yardımcı olacağını, kutsal kitaplarında sıkça vurgulamaktadır. Tek olan Tanrı’nın yapacağı bu yardımı anlamak veya anlamamak, kişiye kalmıştır.

Sosyal kategorisine gönderildi | BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 5 için yorumlar kapalı

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 4

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 4

 

Siddarta Gautama, kendisini uyanmış olarak tanımlayarak, “uyanmış” anlamına gelen Budha unvanını kendine uygun görmüştür. Uyanmış bir şahıs olan Budha, uyanışın 7 merhalesini şöyle sıralar:

Farkındalık, muhasebe, kararlılık, vecd hali (kendinden geçme), dinginlik, yoğunlaşma, ağırbaşlılık.

Budha’nın bu öğretileri, tek Tanrılı dinlerden İslâmiyet’teki tasavvuf anlayışına benzemektedir. Tasavvufta da Allah’ın sevdiği kullar arasına girebilmek için geçilecek 7 merhale vardır. Bunlar şöyledir:

Nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mülhine, nefsi mutmaine, nefsi radiyye, nefsi marziyye ve nefsi kâmile.

Görüldüğü gibi, Budizm’deki ileri meditasyon ile tasavvuf arasında kuvvetli bir bağlantı vardır. Bu bağlantıyı ayrıntılı olarak araştıranların daha somut sonuçlara ulaşacağını düşünüyorum.

Budha, insanların kendilerini çok ciddiye almamalarını öğütler. Yüce Yaradan, bu konuyu farklı bir anlatımla kutsal kitabı Kur’an’da şöyle ifade eder: İsra Suresi 17/37: “Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin.” İlâhi kaynaklı din mensubu olmayan Atilla Han da, benzer şeyi şöyle ifade etmiştir: “Kendisini fazla önemseyen bir Hun, görüş derinliğini kaybeder.”

Budha, Nirvanaya ulaşabilmek için Sekizli Asil Yol tavsiye etmiştir. Önceki yazımızda saydığımız bu yolların birincisi, Doğru Bakıştır. Doğru Bakış, ıstırabı, ıstırabın sebeplerini nasıl durduracağımızı ve böylesi bir hayata nasıl yöneleceğimizi anlamaktır. Doğru Bakıştaki amaç, kendimize, başkalarına ve dünyaya verdiğimiz zararı azaltarak hayatı iyi yaşamaktır.

Tek Tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında da, insanın kendisine, başkalarına ve yeryüzüne zarar vermemesi istenir. Böyle davranılırsa huzurlu bir yaşam sürülebileceği anlatılır.

Sekizli Asil Yolun ikincisi olan Doğru Davranışın temeli zarar vermeme üzerinedir. Çevreyle uyum içinde olunmalı, husumetle hareket edilmemelidir. Zararlı olduğu açıkça belli oldukları için kaçınılması gerekenler şunlardır:

Çalmak, can almak, kişiyi tabiatı ya da huzuru yıkıma uğratmak, fazla müsamaha etmektir.

Budizm’deki Doğru Davranış, cinsellikle ilgili sorumluluğu da kapsar. Eşini aldatmak ve zina yapmak yanlış davranışlar olarak değerlendirilir. Budizm’e göre cinsellik, yaratılıştan gelen ve insanın en çok zaaf gösterdiği bir husustur. Budha, insanları cinselliğin gücünü düşünmeye ve bu konuda hem kendiniz hem de başkaları için saygı ve sorumlulukla davranmaya davet eder.

Ayrıca, içkiyi ve keyif verici ilaçları, zararlı gidişatlar yolunda kullanmaktan uzak durmak da Doğru Davranışa dâhildir. Belki de uzak durma sözünden dolayı, Budizm’de sarhoşluk konusunda iki farklı görüş var.

Birinde, her türlü sarhoşluk verici madde, bir kadeh içki bile yasak. Hattâ bazı öğretilerde kafein ve tütün de yasakların içerisine alınmıştır.

Diğerinde, bir kadeh olarak belirtilmez. Sarhoşluğu tetikleyecek kendisini bozmaya sebep olacak derecede olan maddeyi bünyeye almak yasaktır. Çünkü eğer sarhoş olduysanız, meditasyon yapacak, yani derin düşünecek beceriyi göstermeniz zorlaşır.

Budizm, sarhoşluk verici besinler ve eğlence gibi konulardaki fikirleri şöyle açıklar: Asıl olan kurallara, sırf kurallara uymanın hatırına uymak olmamalıdır. Tüketimin bütün şekilleri konusunda farkındalığınızın olması esastır. Yani, yaptığınız tüketim sizi ıstıraba mı götürüyor, yoksa geçici bir rahatlık mı sağlıyor. Bunu anlamak önemlidir. Çünkü asıl olan, geçici rahatlamanın, sizi yeni yeni ıstırap bataklıklarına düşürdüğünü görme farkındalığıdır.

Yüce Yaradan’ın kitaplarından olan Kur’an’ı incelersek, içki, cinsellik gibi konularda da benzer öğütlerin sıkça yapıldığını görürüz. Burada dikkat çekeceğimiz bir husus, içki ile ilgili benzerliktir. Tek olan Tanrı, Kur’an’da, içkinin bazı faydaları olduğunu, zararlarının faydalarından çok olduğunu vurgular. Yani içki, geçici rahatlık sağlayabilir ama bu durum sonrasında yeni yeni ıstıraplar başlar. Yüce Yaradan’ın verdiği bu öğütlere uymayan insanların olması, tamamen insanların sorunudur. Nitekim cinsellik istismarını yapanların içerisinde, kendisinin din adına konuştuğunu söyleyen her guruptan bazı kişilerin de varlığı bir gerçektir.

Budha, Sekizli Asil Yolun üçüncüsü olan Doğru Konuşmayı anlayabilmek için, kaçınılması gereken davranışlardan başlanılmasını istemiştir. Bunlar:

Yalan söylemek, iftira atmak, lanetleyen kötü bir dil kullanmak, sert sözler söylemek, çok fazla konuşmak, dedikodu yapmak, nefret tohumu ekmektir.

Budha, yalan söyleme konusunun önemini bildiğinden öğretisinde şöyle demektedir: “Yalan söyleme, kimseyi kötüleme, hiçbir şekilde sahtekârlık yapma, ikiyüzlüce konuşma, yalanı teşvik ederek destekleme, bilgiyi yanlış sunma, haince dedikodu yapma. Hiç bir şartta veya olan olaylarda gerçeğe lakayt olma. Yaptığın her şeyde dosdoğru ol, çevrene sevgi ve iyilik getir.”

Bu konuyu araştıracaklar göreceklerdir ki, kaçınılması gereken bu davranışların ve yalanla ilgili hususların aynısı, tek olan Tanrı’nın kutsal kitaplarında da sıralanmıştır.

Budha, zenginlik konusunu, Sekizli Asil Yolun beşincisi olan Doğru Geçim Yolu içerisinde ele almıştır. Doğru Geçim Yolu, öncelikle, çalıştığın işe kötülük etmekten uzak durmayı gerektirir. Bu sebeple, Budist keşişler, mülkiyetlerden fedakârlık etmişlerdir. Böylece, kendiişlerine karşı saygılı olmayı ve kendiişlerine kötülük etmemeyi amaçlamışlardır.

Ancak, keşişlerin amaçları, her şeyden elini eteğini çekmek anlamında görülmemelidir. Onların yoksulluk yemini etmelerinin sebebi, mülkiyete bağlanma haline daha fazla kapılmamak içindir. Yoksa servet edinmeyi yasaklayan net bir kural yoktur.  Burada anlatılmak istenilen, maddi varlıklarla kurulan ilişkinin niteliği hususudur. Eğer maddi varlıklara bağlanmamışsanız, onlar sizi değil, siz maddi varlıkları yönetirsiniz. Böyle bir anlayışta iseniz, zengin olmanızda bir sorun yoktur.

Aksine Budha’ya göre, eğer sahip olduğunuz maddi varlıklar, sizin cömertlik vasıtasıyla başkalarına yardım etmenize vesile oluyorsa, bu durum istenilen bir ortamdır. Çünkü Budha’ya göre, verici olmak yani cömertlik, insanda bir fedakârlık hissi oluşturur. Bu fedakârlık hissi de, insandaki açgözlülük yangınının panzehridir. Böylece kişinin bencillik duygusunu aşmasına, nefsini yenmesine yardım eder.

Budha, Doğru Geçim Yolunu anlatırken başka örnekler de verir. Örneğin, sofranıza koyduğunuz ve yediğiniz yemeği, başka insanlara zarar vererek mi koyduğunuza karar vermenizi ister. Sizi, onurlu ve şerefli bir hayat yaşamaya davet eder.

Konuya bu açıdan bakılınca Doğru Geçim Yolu, insanlardan mesleğini bile sorgulamalarını ister. Çünkü bazı meslekler, Budha’nın Doğru Geçim Yolu yöntemiyle ters düşer.

Budha’nın anlattığı Doğru Geçim Yolunda bahsettiği zenginlik, cömertlik ve yediklerinin kaynağını araştırma hususu, Kur’an’daki bazı ayetlerde de aynı şekilde ele alınır.

Savaş hususunda Budha, hiçbir savaşın adil olmadığını düşünür.

Yüce Yaradan da, sizlere saldırılması, güçsüz ve mazlum insanların ezilmesi, insanların yurtlarından sürülmeleri gibi, insanların huzurlarını bozmaya yönelik şartlar oluştuğunda cihad izni ve emri vermiştir. Bunların dışındaki savaşları uygun bulmamıştır.

Tek olan Tanrı’nın savaş konusundaki anlatımıyla Budha’nın fikrinin çeliştiğini söylemek zordur. Çünkü Budha’nın, Yüce Yaradan’ın savaş için izin verdiği şartlar konusundaki fikrini –en azından ben- bilmiyorum. Diğer bir anlatımla, yurtlarından çıkarılan insanların veya tek umudu düzgün insanlar olan mazlumların haklarını korumak durumunda olanların, insanlığın huzurunu bozanlara karşı sessiz kalmaları, hiç çaba sarf etmeden kurban olmayı veya zulmü kabul etmelerini istediğine dair bir sözü olduğunu bilmiyoruz.

Yukarıdaki birçok konuda, Yüce Yaradan’ın kutsal kitaplarından alıntılar yapmadık. Ayrıntılı örnekler vermeden, benzer ifadelerin çok sık olduğundan bahsetmekle yetindik. Çünkü yukarıda bahsedilen konuların birçoğuyla ilgili, bu sitede yayınladığımız yazılarımızda ayrıntılı olarak Kur’an ayetlerinden örnekler vermiştik. Bahsedilen konuların bazılarıyla ilgili olarak, Hinduculuğun kitabı sayılan Vedalardan ve Upanişadlardan da bazı makalelerimizde örnekler vermiştik.

Sosyal kategorisine gönderildi | BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 4 için yorumlar kapalı

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 3

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 3

 

Japon Budist başrahiplerden Dainin Katagiri diyor ki; “Buda’ya sığınırız, çünkü Buda, bizim büyük öğretmenimizdir. Dharma’ya (yasaya) sığınırız, çünkü o bizim ilacımızdır…Buda’nın topluluğuna Sangha’ya sığınırız, çünkü orada mükemmel dostlar vardır…” (Not: Türkçedeki yanlış anlamadan dolayı bundan sonra Budha olarak yazılacaktır.)

Yukarıdaki sözler, tek Tanrılı dinlerde şöyle sıralanabilir. Tek olan Tanrı’ya sığınırız, çünkü o bizim yaratıcımız ve merhamet edenimizdir. Peygamberlerine sığınırız, çünkü onlar bizim büyük öğretmenimizdir. Yüce Yaradan tarafından indirildiğine inandığımız kitabına sığınırız, çünkü o, bizim ilacımızdır. Yüce Yaradan’ın yolunda kalpten gelen bir inanışla yürüyenlere inanırız, çünkü onlar bizim kardeşlerimizdir ve orada mükemmel dostlar vardır.

Takdir edileceği gibi, insanların kendilerini iyileştirecek bazı acı ilaçları kendiliklerinden içmeleri zordur. Çevrelerinden destek beklerler. İşte, nefsine yenilme ihtimaline karşı da, bir insana bu desteği kendisi gibi düzgün anlayışta olan insanlar verebilir. Sangha veya Yüce Yaradan’ın yolunda yürüyen topluluklarla birlikte olmak bu açıdan çok önemlidir. Din tüccarlarıyla, duygu sömürücüleriyle ve nefsinin esiri olmuşlarla birlikte yaşayanlar, kendileri düzgün bile olsalar, her an egolarına yenilebilirler.

Budha, kendini geliştirebilmek ve kafasındaki sorulara cevap bulabilmek için meditasyonlar yapıyordu. Uyanışa ulaşabilmek için yaptığı bu derin düşünüşlerinde, karşısına çıkan “Mara” adlı bir karakter vardır. Arnie Kozak’a göre Mara, Budha’nın baş hasmıydı. Mara, arzuya, sıra sıra dizilmiş güzel kadınlara ve Siddarta’yı yolundan alıkoymaya çalışan cezbedici görünümlerle bir metafor olarak kabul edilebilir.

Budizm’deki bu Mara karakteri, tek Tanrılı dinlerdeki şeytan ile çok benzer. Her ikisi de insana cezbedici ortamlardan bahseder. Ama bu ortama uyması için insanı zorlamaz. İnsana sadece nefsinin arzu edeceği şeylerden bahseder.

Budha, Mara’yı, meditasyonuna devam ederek yenmeye çalıştı. Budha, Mara’nın ona verdiği vesveselerin yani güzel arzuların da geçici olduğunu, gerçek olmadığını, dolayısıyla bağlanmaya değer olmadığını düşündü. Böylece Mara’yı yendi. Her türlü hile hurdayı deneyen Mara, pes edip gitti.

Tek Tanrılı dinlerdeki, diğer bir anlatımla Yüce Yaradan’a teslim olmak anlamındaki İslâm’daki kavramıyla şeytanın insana verdiği güzel arzuların geçici olduğu, gerçek olmadığı, kutsal kitaplarda bize bildirilmektedir. (Nisa Suresi 4/120) Bu sebeple, Yüce Yaradan sık sık, “şeytan sizin düşmanınızdır, ona bağlanmayın” diye uyarır.

Budha’ya göre, ıstırap, hoşnutsuzluk veya gerginlik (stres) insanın her anını zehirler. Istırabın sebebi, istekler yani arzulardır. İnsanın çektiği acıların çoğunun sebebi, yine kendisidir. Bu ortam bir karmaşadır. Bu karmaşanın ötesinde bir yer vardır ve o yer, Nirvana’dır.

Nirvana, kelime anlamı olarak, ateşin soğuyarak sönmesi, sönmek anlamındadır. Budha’nın, “üç ateş” dediği hırs, nefret ve hezeyana olan bağlılığın sönmesidir. Şiddetle duyulan arzuları reddederek ondan vazgeçiştir. İsteklerden özgürleşmek ve ona bağlılığı sonlandırmaktır.

Budha’ya göre, hayata arzu yerine bilgelikle yaklaştığımızda, keder sona erebilir.

Yüce Yaradan da, insanları düşünmeye, akıl erdirmeye davet etmektedir.

Budha’ya göre, arzuyu yenmek için bilgelikle yaklaşabilmenin yolu, meditasyondur. Bu farkındalığa meditasyon olmadan erişmek zordur.

Tek olan Tanrı’nın insanlardan yapmalarını istediği ibadetlerin bir amacı da, meditasyondur.

Namaz, her gün belli sürelerde yapılan bir meditasyondur. Ancak, namazı, sadece idman yapar gibi kılmak ile Budha’nın tavsiye ettiği meditasyonu, yalnızca, sakince oturmak olarak görmek arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla, dosdoğru kılınacak namazlar, insanı her gün meditasyon ortamıyla bağlantılı tutar. Böylece üç ateş denilen hırs, nefret ve hezeyanı söndürmemize yardımcı olur.

Tek olan Tanrı’nın öğütlediği ibadetlerden olan oruç da, üç ateşi söndürmeye yönelik bir başka meditasyondur.

Yüce Yaradan’ın insanlara bahsettiği Cennet ile Budha’nın söylediği Nirvana kavramı birbirine benzer. Her ikisine de ulaşmak zordur.

Budha, Nirvana’ya erişmenin ancak Sekizli Asil Yol sayesinde olabileceğini vurgular. Bunlar; doğru bakış, doğru karar, doğru konuşma, doğru davranış, doğru geçim yolu, doğru çaba, doğru farkındalık ve doğru meditasyondur. Buradaki doğru kelimesi, uygun olan anlamında düşünülebilir. Dolayısıyla, doğru yerine bilgece terimi kullanılabilir.

Tek olan Tanrı ise, Cennete ulaşmanın yolunu, önce Kendisine inanma, inandıktan sonra güzel işler yapma olarak belirtir. (Bakara Suresi 2/82) Görüldüğü gibi Cennete ulaşmak, Nirvana’ya erişmekten daha kolay bile olabilir.

Budha, Nirvana’ya ulaşmayı, ruh sağlığına kavuşma olarak görür. Cennete ulaşmak da, ruh sağlığına kavuşmak demektir. Çünkü güzel işler yapanlar, aynı zamanda ruhen yükselirler. Dolayısıyla, ruh sağlığına bu dünyada yaşarken de kavuşurlar ve Cennette de, hiç kaybetme ihtimali olmadan devam ettirirler.

Birbirine benzeyen Nirvana ve Cennet kavramlarından, Cennet anlayışı, Nirvana’ya ulaşmaya göre daha avantajlıdır. Çünkü Yüce Yaradan’ın, güzel işler yapmakla ilgili tavsiyelerini uygulayan bir insan, sadece ruh sağlığına kavuşmakla kalmaz. Ruh sağlığını uzun süre koruyabilmesine yardımcı olacak olan ilâhi bir desteğe mazhar olur. Ayrıca, ruhen yükselen bu insan, öldükten sonraki dirilişinde Cennete gitme ihtimalini artırmak amacıyla, meditasyon çabasını sürekli hale getirir. İbadetlerini bilgece bir üslupla huşu içerisinde yapmaya çabalar. İnanarak yaptığı bu ibadetler (meditasyonlar) onu kötülüklerden alıkoyar.

Dolayısıyla, inançlı bir mümin, inançlı bir Budist’e göre ruh sağlığına ulaşma ve bu sağlığını koruma açısından yapacakları meditasyonlarda, daha avantajlıdır.

Yüce Yaradan’a inanan bir müminin, bir Budist’e göre en önemli avantajı, öldükten sonra ortaya çıkar. Güzel işler yapmış imanlı bir müminin, Cennete girmesi ihtimali çok kuvvetlidir. Ama tek olan Tanrı’ya inanmamakla kalmayıp, Yüce Yaradan’ı reddeden bir Budist’in, Cennete girmesi ihtimali, bizim kutsal kitaplardan anladığımıza göre, yok denecek kadar azdır. Ancak her konuda olduğu gibi bu hususta da tek karar mercii, Yüce Yaradan’dır. Diğer taraftan, her Budist’in, Tanrı’yı inkâr ettiği de söylenemez.

Budha’nın çok zorlu olan Sekizli Asil Yolunu uygulamayı başarmış bir insanın, kendisini ve var olan her şeyi yaratmış olan Tanrı’yı reddettiği için Cennetten mahrum kalması, hiç arzu edilmeyecek bir durumdur. Fakat madalyonun öbür yüzünden bakılınca, Buda’nın Dharma’daki öğütlerini uygulayan inançlı bir Budist’in, Cennete girmek için atacağı adım çok kolaydır. Kendi varoluşunu, çevresindeki tabiat olaylarını ve evreni incelemesi yeterlidir. Zaten araştırmacı bir ruha sahip olan Budist insanlar, düşünerek inceledikçe, Tanrı’nın varlığını şahit olacak derecede kavrayacaklardır.

Sosyal kategorisine gönderildi | BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 3 için yorumlar kapalı

İSTİŞARELER

İSTİŞARELER

 

(NOT: Bu yazı Eylül 2013 tarihinde bu sitede yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen tekrar veriyoruz.)

Tarih bize istişarelerin önemini hep göstermiştir. Yüce Yaradan da, Kuran’ı Kerim’inde, Al-i İmran Suresi 159. ayetinde bu konuya değinmiştir. Hz. Muhammed’e önemli konularda sahabelerine danışmasını, bir karar alındımı da, Allah’a sığınıp uygulamasını buyurmuştur.

Peygamberimiz de bu buyruğa uymuştur. Nitekim Bedir Savaşında kendisinin seçtiği konaklama ve düşmanı karşılama yerini, El Hübab bin el Münzir’in fikirlerine uyarak değiştirmiştir.

Benzer şekilde Uhud Savaşı öncesinde de istişare etmiştir. Hz. Muhammed, düşmanı Medine’de karşılamanın daha uygun olacağını düşünmüştür. Ama toplantının kararı Medine’den çıkarak Uhud civarında karşılanması şeklinde olmuştur. Peygamberimiz de bazı sahabelerin son ana kadar itirazlarına rağmen, alınan karara uymuştur.

Hendek Savaşı öncesinde de şurayı toplamıştır. Sahabeden Salman-ı Farisi’nin tavsiyeleri benimsenmiş ve uygulanmıştır.

Ama her zaman alınan kararlara uyduğu da söylenemez. Peygamberimiz alınan kararın, vicdanların sesine uymadığı durumlarda insanları uyarmıştır.

Nitekim hurma ağacı hikâyesi buna örnektir. Sahabeden Ebu Lübabe, Hz. Muhammed’in sevdiği bir insandı. Bedir Savaşına giderken onu Medine’nin yönetimiyle görevlendirmişti. Fakat bir gün yetim bir genç peygamberimize gelerek, Ebu Lübabe’nin meyvesini topladığı hurma ağacının kendisine ait olduğunu iddia etmiştir.

Peygamberimiz hemen bir heyet kurarak durumu araştırtmış, sonunda gencin iddiasının yanlış olduğu anlaşılmıştır. Böylece, hukuki olarak hurma ağacının Ebu Lübabe’ye ait olduğu tescil edilmiştir.

Ancak Hz. Muhammed, bu ağaca yetim gencin daha çok ihtiyacı olduğunu ve sahabesinin ağacı ona bağışlamasını istemiştir. Ebu Lübabe, adaletin tescil edildiğini, mülkün kendisine ait olduğunu, herkesin karara uyması gerektiğinde ısrar etmiştir.

Hâlbuki Ebu Lübabe’nin eksik anladığı bir husus vardır. İnsanlığın güzel geleceği için, sadece hukuki adalet yetersizdir. Vicdan adaletinin tesis edilmediği yerde tam adaletten bahsedilemez.

Fakat sahabe kararından dönmemiştir. Bunun üzerine bir başka sahabe, Ebu Lübabe’den o ağacı bir bahçe karşılığında satın almış, sonrasında yetim gence hediye etmiştir.

Hz. Muhammed sonuca sevinmiş ama Ebu Lübabe’ye de gücenmemiştir. Hatta Kurayzaoğulları’na teslim şartlarını iletme görevini ona vermiştir. Bir süre sonra gelişen olaylar karşısında hatasını anlayan Ebu Lübabe, kendini affettirmek için altı gün bir ağaca kendini bağlamıştır.

Sonunda affedilen sahabenin bağlarını Peygamberimiz bizzat çözmüştür. Bu olaydan diğer sahabeler de dersler çıkarmışlardır. Önceki toplantılarda alınan kararların uygulanmalarının, her kararın adil ve gönül rahatlığıyla uygulanabilir manasına gelmeyeceğini anlamışlardır.

Daha sonra katıldıkları istişari toplantılarda; sadece hukuki adalet kavramı değil, vicdani adalet kavramına da uyacak kararlar almaya gayret etmişlerdir. Böylece manevi gelişimlerini yükseltmişler ve dünyaya örnek güzel olmuşlardır.

Sosyal kategorisine gönderildi | İSTİŞARELER için yorumlar kapalı

ALLAH’IN ADİLLİĞİ ÜZERİNE

ALLAH’IN ADİLLİĞİ ÜZERİNE

 

Biz insanların, ben dâhil, haksızlık yapmaya meylimiz vardır. Nefis sahibi olduğumuzdan, bazen nefsimizin istekleri doğrultusunda ve düşünmeden karar alırız. Arzu ettiğimiz bir şeye sahip olabilmek amacıyla, başkasına haksızlık etmekten çekinmediğimiz zamanlar olur. Haksızlık yapmamızın temel sebebi, elimizdekilerden daha fazlasına sahip olma isteği ve daha çok kazanma hırsımızdır. Arzularımızın sınırı genişledikçe, haksızlıklarımızın da sınırı genişlemektedir.

Biz insanlar bu yapıda iken, tek olan Tanrı’nın haksızlık yapıp yapmadığı hususundaki durumu hakkında fikir yürütebilmemiz için, kendimize bazı sorular soralım. Yüce Yaradan’ın, herhangi bir şeye ihtiyacı var mıdır? Diyelim ki, Allah, yeni bir şeylere daha sahip olmak istedi. Bu durumda söyleyeceği tek kelime, kutsal kitabındaki ifadesine göre, “ol” demek olacaktır. Peki, bu ifadelere ne kadar güvenebiliriz diyenler için, bilim insanlarının çalışmalarına bakalım. Son dönemlerde evrenin yaratılması üzerine teoriler oluşturan bilim insanları, bu sözü doğrulayan “Bing Bang” yani “büyük patlama” teorisini deneylerle doğrulamaya çalışmaktadırlar. Bu deneyler sonucunda “Bing Bang” kuramı, günümüz fizikçilerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir.

Büyük Patlama ifadesinin maksadı, bir bombanın patlaması gibi algılanmamalıdır. Olay kâinatın herhangi bir yerinde değil, zamanda bir anda olmuştur. Bu olay, evrenin oluşmasının başlangıcı olarak görülmektedir. Bu teori, evrenin, protondan bile küçük bir parça ile başladığını söyler. İlk oluşumun, saniyenin katrilyonlarda biri kadar kısa bir sürede meydana geldiğini kabul eder. Bu ilk genişlemeden itibaren oluşmaya başlayan sonsuz yoğunluktaki tek parçanın, sürekli genişlediğini ve halen genişlemeye devam etmekte olduğunu vurgular. Ancak bu genişlemenin, uzayın içerisinde olup olmadığını henüz tam bilememekteyiz. Zaten zaman kavramı ve zamanın izafiliği konusunda da henüz bilemediğimiz hususlar olduğundan, gerçeğe ulaşmamız şu an mümkün değildir. Ancak, Bing Bang teorisinde anlatılanlara, yokluktan varlığa geçiş olarak bakabiliriz. Ayrıca, Yüce Yaradan’ın “ol” emri sonucunda, anında bir şeylerin meydana geldiğinin doğru olduğunu düşünebiliriz.

Yüce Yaradan’ın, oluşturmak istediği herhangi bir ortam veya madde için, sadece “ol” demesi yettiğine göre, yarattığı mahlûklardan hiçbirine ve onların hiçbir şeyine ihtiyacı yok demektir. Yazımızın başlangıcında, haksızlık yapmanın en önemli sebebinin, daha çok şeye sahip olma hırsının olduğunu belirttik. Peki, yarattığı hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve istediğini anında yaratabilen bir yaratıcı, neden daha çok şeye sahip olmak amacıyla, yarattıklarına haksızlık yapsın ki?

İnsanlardan bazıları, tek olan Tanrı’nın adını kullanarak, diğer insanlara ve tabiata haksızlık yapabilirler. Peki, insanların, Yüce Yaradan’a rüşvet vererek herhangi birine haksızlık yaptırmaları mümkün müdür? Bırakalım başka birisine haksızlık yaptırmayı, kendimize yapılacak azabı, üzerimizden kaldırması için, Yüce Yaradan’a rüşvet verebilir miyiz?

Bütün insanlar birleşip, dünyadaki bütün zenginlikleri versek bu mümkün mü? Bütün evren dikkate alındığında, okyanusta bir damla kadar bile yer kaplamayan dünyayı rüşvet olarak teklif etmemiz, kâinatın tamamının sahibi olan Yüce Yaradan nezdinde nasıl bir etki yapabilir? Bizim vereceğimiz rüşveti kabul etmesi için, makul bir sebep gösterebilir miyiz?

Rad Suresi 13/18: “Rablerinin emirlerine uyanlar için daha güzeli vardır. O’na itaat etmeyenler ise, yeryüzünde bulunan ne varsa hepsi kendilerinin olsa da, onu ve bir o kadarını bütünüyle kurtuluş fidyesi olarak verirlerdi. İşte onlar, hesabın kötüsü kendileri için olanlardır. Varacakları yer de cehennemdir. Orası da ne fena yataktır.”

İrdelememize bir başka açıdan devam edelim. Yüce Yaradan, zalimlik yapan bir topluluğu, diğer insanların haklarını yedikleri ve huzurlarını bozduğu için, cezalandıracağını ifade ediyor. Ve bu cezalandırma işlemleriyle ilgili olarak birçok örnek veriyor. Verilen bu örnekleri dikkatli irdelemeyenler, Yüce Yaradan’ın adil olmadığını iddia ederek şöyle diyorlar: “Zalimleri cezalandırırken, arada bazı inanan masumların da cezalandırabilir, bu durum haksızlık olmuyor mu?”  Yüce Yaradan, neden, zalimlerle birlikte, az sayıda da olsa, inanan insanları da cezalandırsın ki? Eğer bu cezalandırmayı yapanlar bizler yani insanlar olsaydık, böyle bir haksızlığı yapma ihtimalimiz kuvvetlidir. Hattâ, yaptığımız yanlışlığı da, “kurunun yanında yaş da yanar” diyerek savunmaya çalışabiliriz. Böyle davranmamızın bir sebebi, bizim cezalandırmalarımız sırasında, masumları ve inananları ayırt etmemiz çoğu zaman mümkün değildir. Biz, insanların içlerinden geçirdikleri düşüncelerini bilemeyiz. Bir şekilde bilmiş olsak bile, bazen onları, zalimlerin arasından ayırarak kurtarmamız mümkün olmayabilir.

Hâlbuki Yüce Yaradan için böyle bir zorluk yoktur. O, insanların kalplerinden geçen her şeyi bildiği gibi, melekleri ve diğer orduları vasıtasıyla, nokta atışı yaparak cezalandırabilir. Enfal Suresi 8/17: “(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

Veya zalimlerin arasında kalmış olan inanan bir insanı, Yüce Yaradan, nokta hedefle kurtarabilir. Nitekim Kur’an, peygamberlerine inananları “onları tarafımızdan bir rahmetle kurtardık, zalimleri ise helâk ettik” diyerek olaylar hakkında sıkça bilgi verir. Eğer, tek olan Tanrı, zalimlerin arasındaki bazı masumları kurtarmamışsa, onların bu dünyada daha fazla cefa çekmemeleri veya çevresindekilerin etkisiyle ileride yanlış yollara düşmemeleri için onlara rahmetiyle muamele edip yanına almış ve onları Cennetine kabul etmiş olabilir.

Bazı insanların aklına gelen bir başka husus, Yüce Yaradan’ın, kullarına zulmedip etmeyeceği konusudur. Bu durumu irdelemek için önce kendimizi düşünelim. Bizler, evlat sahibi olmayı, çocuklarımıza zulmetmek amacıyla mı isteriz? Daha başlangıçta, zulmetmek maksadıyla çocuk sahibi olmak isteyen bir annenin veya babanın var olabileceğini iddia edecek birisi var mıdır? Eğer biz insanlar, başlangıçta böyle bir amaca sahip değilsek, Yüce Yaradan’ın böyle yapacağını nasıl söyleyebiliriz?

Biz insanların, az sayıda da olsa bir kısmımız, evlatlarımızın bazılarına, ilerleyen zamanlarda zulmedebiliriz. Bazen bizim dediğimizi yapmadı diye, bazen bizi eleştirdi diyerek onlara kötü davranabiliriz. Ama acaba, Yüce Yaradan böyle durumlarda nasıl davranır? Bilindiği gibi, her dönemde insanların bir bölümü, Allah’ın varlığını inkâr etmişlerdir. Hattâ O’nun adı anılınca, en kötü sözleri sarf edenler bile olmuştur. Böyleleri günümüzde de mevcuttur. Bu yapıdaki insanların hayatlarını incelediğimizde, Yüce Yaradan’ın, onları nimetlerinden faydalandırmaya devam ettiğini görmekteyiz. Eğer, tek olan Tanrı, biz insanlar gibi davransaydı, böylelerine nimet vermeyi keserdi. Fakat Yüce Yaradan, inkârcıların da gerçeği görerek doğru yola gelmeleri için sabırla bekliyor. Onlara zenginlik, yani mal ve mülk vermeye devam ediyor. Hâlbuki insanların çoğu, kendisine böyle davranan evlatlarını aç bırakmakta beis görmez.

Peki, Kur’an’da bahsedilen bazı olaylarda zalimlerin helâk edilişi anlatıldığına göre, zalimlerin cezalandırılmaları, Yüce Yaradan’ın adil sıfatını zedeler mi? Bu soruya cevap verebilmemiz için, zalimlerin hangi durumlarda helâk edildiklerini irdelemeye çalışalım. Kur’an’a baktığımızda, en toplu helâk edilmenin Nuh Tufanı ile olduğu anlaşılıyor. Anlatılanlara göre Hz. Nuh, 900 yıl kavmini doğru yola gelmeleri için bıkmadan usanmadan uyarıyor. Kavminin çoğunluğu, zalimliklerine devam ediyor. Hz. Nuh’u yalanlayanlara karşı Yüce Yaradan’ın gösterdiği böylesine muazzam bir sabrı, hangimiz, hayatımızın ne kadarlık kesitinde gösterebiliriz?

Yüce Yaradan’ın insanları helâk ettiğini bahsettiği diğer olayların, bazı ortak özellikleri var. Zalimler, haksızlık yapmaya, insanları aldatmaya, onları ezmeye, onlara şantajlar yaparak veya baskı kurarak düzelmelerini önlemeye devam ediyorlar. Yani, insanlığın huzur bulmasının önüne geçmeye çalışıyorlar. Bu durumda Yüce Yaradan, masum insanların haklarını korumak ve insanlığın huzurunu sağlamak için, zalimleri cezalandırıyor.

Anlaşılan o ki, Yüce Yaradan, insanlara haksızlık yapmıyor. Biz, kendimize haksızlık yapıyoruz. Bilindiği gibi, insanın içerisinde iki kişilik bir aradadır. Yani bizim içimizde hem evliyalık hem de eşkıyalık vardır. Bu sitede yayınladığımız “İnsanın İçinde Hem Evliyalık Hem Eşkıyalık Vardır” başlıklı yazımızda, bu hususta geniş bilgi vermeye çalışmıştık. Olaya, bu makalemizin konusu açısından yaklaştığımızda, içimizdeki eşkıyalığın, yine içimizde olan evliyalığımızın hakkını yediğini gözlemliyoruz. Yani bir kimliğimiz, diğer kimliğimizin hakkını yiyor. İnsanlar; malının, mülkünün ve çocuklarının çokluğuyla övünüp kibirlenerek, nefsinin esiri olmaya başlıyor. Nefsine yenilince de, içindeki güzelliği öldürmeye çalışıyor. İçimizdeki evliyalık ölümcül hale gelince de, başkalarına zulmetmek kolaylaşıyor.

İnsanların haksızlık yapma ihtimallerini azaltan tek unsur, Yüce Yaradan’a kalpten bağlı olmaya uğraşmalarıdır. Tek olan Tanrı’sına teslim olmaya başlayan insan, O’nun sevgisini kazanabilmek için, çaba göstermeye başlar. Bu gayretleri, insanların, nefislerinin helâl olmayan aşırı isteklerine gem vurmaya başlamasına vesile olur.

Bizler, bu gayretlerimize rağmen, bazen haksızlık etmeye meyledebiliriz. Böyle durumlarda, ahiret hayatının sahnelerini gözümüzün önüne getirirsek, kendimize çeki düzen verme ihtimalimiz artar.

Yukarıda yaptığımız irdelemelerden çıkan sonuç, tek olan Tanrı’nın konumu gereği adil olduğu ve adil olmak isteyen insanların da, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yolda yürümelerinin en önemli etken olduğudur.

YAŞAM kategorisine gönderildi | ALLAH’IN ADİLLİĞİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İNSANLARA ÖZGÜRLÜK VERİLMESİ HUSUSU

İNSANLARA ÖZGÜRLÜK VERİLMESİ İNSAN İÇİN KÖTÜ MÜ OLMUŞTUR?

 

İbn Arabi’ye göre, Allah, insanları hür iradelerinde mecbur bırakmıştır. Arabi, kulluk ve ibadet görevini yerine getirmeyi, “asli” ve “arızi” şeklinde ikiye ayırmıştır. Asli olan, fıtrattan yani yapımızdan kaynaklanmaktadır. Arızi olan ise, peygamberleri aracılığıyla gönderdiği emirlerinden kaynaklanmaktadır. Asli yani fıtrattan gelen kulluk, irademiz dışındadır. Arızi olan kulluk ibadetini yerine getirebilmesi için ise, insana hür irade verilmiştir. Verilen bu irade, bu dünya hayatı için geçerlidir. Arabi’ye göre, ahirete varıp cennet veya cehenneme gidildiğinde, insanların hür iradeleri kaybolacak ve fıtratları gereği ibadet edeceklerdir. İşte bu sebeple Allah, insanların arızi itaatsizliklerini affedecektir. Çünkü Arabi’ye göre, bu dünyanın özrü, insanların hür seçimlerinde mecbur oldukları için kabul edilecek ve Allah, her şeyin son meselesini rahmete sevk edecektir.

Arabi bu sonuca, Araf Suresi 172inci ayetinin yorumunu kendisine göre yaparak ulaşmıştır. Arabi, bu ayeti yorumlarken, insanların bu dünyaya gelmeden önce Allah’ın huzurunda işittikleri “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”  hitabına verdikleri “evet” cevabıyla, fıtratın oluştuğunu söylemiştir.

Arabi’nin yukarıdaki algılamalarıyla ilgili olarak birkaç söz söylenebilir. Birincisi, Araf Suresinin 172inci ayetinin yorumuyla ilgilidir. İslâm âlimlerinin çoğu da Arabi ile benzer tercümeyi yapmışlardır. Biz bu konudaki yorumumuzu, “Allah, İnsanı Kendi Nefsine Karşı Neden Şahit Tutuyor” başlıklı makalemizde aktarmıştık.   Ayetin gerçek söylemini, Yüce Yaradan bilir. Biz o yazımızda, her insanın yaptığı gibi, Allah’ın bize verdiği akıl ile fikir yürüterek şöyle demiştik:

“Yüce Yaradan, insana verdiği akla ilaveten, sahip olduğu akılla olayları inceledikten sonra karar alırken kullanması için kişiye vicdan da vermiştir. Vicdanını kullanarak aldığı kararları uygulayabilmesi için de, insana irade vermiştir.

Yani Allah, Kendisinin varlığını ispat edecek delillerini -az bir yapışkan sıvının milyonda biri kadar olan kısmından, her yönüyle mükemmel bir insan vücudunu, duygularını ve aklını yaratarak- insanların her birine sunmuş ve bu delilleri anlamalarını sağlayacak mekanizmaları da vermiştir. Geçmişte yaşamış insanlar için de, gelecekte var olacak insanlar için de, aynı deliller geçerlidir. Yüce Yaradan, delillere ilaveten, doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan ayırt edebilmesi için gerekli vicdani kabiliyetleri de, insana vermiştir. Doğru olanı, hak olanı yapabilmemiz için de ayrıca irade vermiştir.

İşte Yüce Yaradan, insana verdiği bu özellikleri şahit tutmaktadır. Çünkü akıl baliğ olan her bir insan, tek olan Tanrı’nın verdiği donanım sayesinde Allah’ın delillerini görmüş, idrak etmiş, yaşamıştır.”

Dolayısıyla, Araf Suresinin 172inci ayetiyle ilgili olarak İbn Arabi ile farklı düşünüyoruz.  Arabi’nin yukarıda bahsettiğimiz savunması hakkında söylenebilecek ikincisi söz ise, ahiret hayatında insanların fıtratları gereği kulluk ibadetlerini yapacağı hususunda, Kur’an’da açık bir ifade olmadığından, gerçeği sadece Yüce Yaradan’ın bileceğidir. Bizim bu konularda fikir yürütmemiz yanlıştır. Bizim söyleyebileceğimiz söz, sadece, tek olan Tanrı’nın rahmetinin, her şeyi kuşattığı (Araf 156) olacaktır.

İbn Arabi’nin “Allah, insanları hür iradelerinde mecbur bırakmıştır” sözü mevcut durumu yansıtmaktadır. Ancak, İbn Arabi’nin, kişilere mecburi hür irade vermesi sebebiyle Yüce Yaradan’ın, cehennemdeki insanları da rahmetiyle kuşatacağı sonucunu çıkarması, bizim yani insanların karar verebileceği bir şey değildir. Bu karar tamamen Allah’a aittir. Nitekim Arabi de bu karara varırken, Kur’an ayetlerini, kendisine gösterilen rüyetler doğrultusunda yorumlamıştır. (Tasavvufta rüyet; Allah’ı, Hz. Peygamberi, melekleri, vefat etmiş velilerin ruhlarını görme anlamındadır.) Arabi, rüyetlerle sınırlı kalmamış, bu iddialarının, kendisinin ahirete götürüldüğünü ve orada bizzat gördüklerine dayandığını, Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde (üçüncü cilt 431/32) ifade etmiştir. (Dünyadaki en önemli İbn Arabi uzmanlarından olan William C. Chittick’in aktardığına göre)

Cehennem hayatıyla ilgili bu karar hususu, makalemizin konusu olmadığından burada irdelemeyeceğiz. Belki daha sonra, Kur’an ayetlerini inceleyerek bu hususta da bazı fikirler yürütebiliriz.

Bu yazımızda sorgulamaya çalışacağımız husus, Yüce Yaradan’ın verdiği özgürlüğün insanlar açısından nasıl değerlendirildiğidir.

Tek olan Tanrı, insanlara özgürlük verirken, verdiği hür iradelerin imtihanını gerçekleştirmek için, insanlara hem nefis hem de çeşitli duygular vermiştir. Nefsimizin somut olan istekleri, bedenimizin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Soyut olan kısmı ise, ruhumuzun tatmini içindir.

Nefsimizin somut kısmı, yeme içme vb zevki ve şehvet duygusudur. Yeme ihtiyacı, sadece rutin bir karın doyurma mecburiyeti değildir. Yeme işlemi sırasında aldıkları güzel tatlar, insanlara zevk verir. Bu zevkleri tatmak istemeyen bir insan düşünülebilir mi?

Şehvet ise, insana yeme işleminden daha fazla zevk verir. Yeter ki, zorla yapmak mecburiyetinde kalınmasın. Burada da aynı soruyu soralım; “şehvet zevkini tatmak istemeyen kaç insan tanıyorsunuz?”.

Ruhumuzu tatmin etmek için verilen duygular; sevgi, merhamet, nefret, intikam gibi hislerdir. Şimdi kendimize bazı sorular soralım. Sevmenin ve sevilmenin zevkini, mutluluğunu tatmak istemeyen bir insan düşünülebilir mi? Merhamet etme ve merhamet edilme duygusuna, kim, keşke böyle bir duygu olmasaydı diyebilir? Yaşamı sırasında, “herhangi bir olay, davranış veya insan hakkında nefret etmek” durumunda kalmayan insan var mıdır? Nefret duygumuz olmasaydı, iyi ile kötüyü nasıl ayırt ederdik? Kendisine haksız bir şekilde zulmedilen insanlardan kaç tanesi intikam almak istemez? İntikam için yanıp tutuşurken, merhamet edip affetmenin huzurunu kim tatmış bir insan, yeniden aynı şeyi tatmak istemez?

Yukarıdaki soruların çok daha fazlasını okuyucularımın sorduklarını tahmin ediyorum. Bu nedenle daha fala bahsetmeyeceğiz. Bütün bu sorulardan anlaşılan o ki, nefsimizi tatmin ederken aldığımız hoşluklar bizi mutlu etmektedir. Ancak bu zevkleri, huzur ve güven içerisinde tatmamız için tek yol vardır. O da, Yüce Yaradan’ın gösterdiği helâl yoldur. Bu yolda yürümek aslında çok kolaydır. Tek şart vardır, kendine yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapmadan, başkalarına zarar vermeden hayattan zevk almaktır.

Bazımız, bu zevk alma konusuna, temelden itiraz edebilir. İtirazcıların dayandığı husus, çok kısa olan bu dünya hayatında zevk aldığımız için, ebedi denilebilecek kadar uzun ahiret hayatımızda cezalandırılma ihtimalimizin kuvvetli olması durumudur. Bu sebeple, “bu hoşlukları tatmasaydık, ceza da almamış olurduk” diyebilirler. Böyle düşünenlerin dikkatinden kaçan bir husus var. İnsan, hem bu kısa dünyada zevk alabilir, hem de ahirette hoş bir yaşam sürebilir. Yeter ki, tek olan Tanrı’nın gösterdiği kolay yolda yürüsün ve hata yaptığında bile af dileyerek, dönüp geri düzgün yola girsin.

İnsanların ulaşabileceği bu çifte güzelliğe rağmen, melek özelliğinde yaratılmış olmayı insan olmaya yeğ tutanlara, Kur’an’dan bazı hatırlatmalar yapalım.

Kur’an’dan anladığımız kadarıyla, melekler özgür değildirler. Dolayısıyla nefis sahibi de değillerdir. Ancak, ayetlere bakılınca, meleklerin de duygu sahibi oldukları anlaşılmaktadır. Nefis sahibi olmadıklarından, Yüce Yaradan’ın emrinden dışarı çıkmazlar.

Bazı insanlar, “madem melekler her emre uyuyorlardı, şeytan neden itiraz etti” diye düşünebilir. Kur’an’daki ilgili ayetleri incelediğimizde, meleklerden olan şeytanın itirazının, Allah’ın emrine karşı çıkmak amacını gütmediğini, duygularına yenildiğini tahmin ediyoruz. Çünkü şeytan, insanların bilmediği şeyleri bildiğinden Allah’tan korkmaktadır. Nitekim Enfal Suresi 8/48’de bu durum şöyle tasvir edilmektedir: “Şeytan, onlara amellerini güzel gösterdiği zaman, “Bu gün insanlardan size galip gelecek yoktur, ben de size yardımcıyım.” demişti. Fakat iki tarafın karşı karşıya geldiği görününce arkasını dönüp kaçtı ve şöyle dedi: “Ben sizden kesinlikle uzağım. Ben sizin göremeyeceğiniz şeyler görüyorum ve ben Allah’tan korkarım. Ayrıca Allah’ın azabı çok çetindir.”

Muhtemeldir ki şeytan da, diğer melekler gibi, Yüce Yaradan’ın her emrini yerine getirip, Onu hamd ile tesbih edip takdis ederken, yeryüzünde bozgunculuk yapıp kan dökecek birilerini yaratmasını hayretle karşılamıştır (Bakara Suresi 30). Allah’ın, meleklerden Âdem’e saygı göstermelerini istediğinde, şeytan, bilmediği şeyler olduğunu dikkate almadan, kendisi Allah’ı hamd ile teşbih ederken, bozgunculuk yapıp kan döken birilerine saygı duymak istememiş, kibrine yenilmiş ve itiraz etmiştir (Bakara 34). Şeytan hususunda bu sitede “İslâm’da Şeytan Konusu”, “Şeytan, Hayatı Anlamlandıran Olgudur”, “Şeytanın Vesveselerinden Korunmanın Yolları” gibi başlıkları olan makaleler yayınladığımızdan burada ayrıntıya girmeyeceğiz.

Ancak, bu yazımızın konusuyla ilgili olarak söyleyeceğimiz şey, aslında bir melek olan şeytanın, somut nefsi istekleri olmamasına rağmen, duygu sahibi olduğu için yanlışa düşebildiğidir. Dolayısıyla, melek olsaydık cezalandırılmazdık diyemeyiz. Şeytan, melek olmasına rağmen cezalandırılmıştır.

O halde, Yüce Yaradan’ın, biz istemeden insanlara hür irade vermesi, insanlar için kötü bir şey değildir. Aksine, bu hür irade karşılığında verdiği; akıl, vicdan, irade gibi donanımlar ile zevkli tatlar ve duygular, insanların, sahip olmaktan kıvanç duyacakları vasıflardır. Bu özelliklerini helal yöntemlerle, başkalarına zarar vermeden değerlendiren bir insan, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında çok hoş yaşama şansına sahip olur. Dolayısıyla, hem özgürlüğün tadını çıkarabilir, hem de iki cihanda da huzur içerisinde yaşayabilir.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLARA ÖZGÜRLÜK VERİLMESİ HUSUSU için yorumlar kapalı