TANRI’NIN VARLIĞI ÜZERİNE SORGULAMALAR

TANRININ VARLIĞINA VEYA YOKLUĞUNA KENDİMİZ KARAR VERELİM

 

Takdir edileceği gibi, biz, “Tanrı vardır” deyince, Tanrı var olmayacağı gibi, biz “Tanrı yoktur” dediğimizde, Tanrı yok olmayacaktır. Bizim bu makale içerisinde yapmaya çalışacağımız şey, Tanrı’nın varlığına veya yokluğuna, kendimizi inandırmamızı sağlayacak sorgulamalar yapmaktır. Hiçbir insan Tanrı’yı veya tanrıları görmediği için, bizim kalben inanabilmemiz deliller eşliğinde karar vermemize bağlıdır. Biz de bu kararı verebilmek için, çevremizde yaşanan olaylara bakacağız.

Tanrı’nın varlığını, bu sitede yayınladığımız, “Aklımıza Takılan Sorular” ve benzeri birçok yazımızda, bilimsel açıdan gözler önüne sermeye çalışmıştık. Ancak, bu makalemizdeki incelememizi, bilimsel bulgularla değil, günlük geçimini sağlamaya çalışmaktan başka bir uğraşa fırsat bulamayan, sıradan bir insan gözüyle yapacağız.

Hepimiz, örümcekleri görmüş ve bazen izlemişizdir. Balkonumuzun kenarında gördüğümüz bir örümceği üfleyerek balkondan düşürmek istediğimiz olmuştur. Biz üflediğimizde, neresinden çıkarttığını bilemediğimiz bir ağ ile kendisini balkondan aşağıya sarkıttığına şahit olmuşuzdur. Bu esnada biraz rüzgâr esse bile, yalpalamasına rağmen örümcek, içinden çıkardığı ağı kopmadan aşağıya doğru inmeye devam eder.

Şimdi, örümceğin yaptığı işin mahiyetini daha iyi anlamak için, benzer bir durumda güçlü birileri bizi balkondan kovalasalar ne yapabiliriz, onu düşünelim. Balkondan düşeriz. Ya sakat kalırız ya da ölürüz. Örümceğin yaptığı gibi, aşağıya inebilmemiz için bizim bazı malzemelere ihtiyacımız vardır. Öncelikle, bizi aşağıya indirecek bir halat bulmamız gerekir. Bu halat, bizi taşıyabilecek sağlamlıkta olmalıdır. Sonra halatı sağlam bir yere bağlamalıyız. Halatı bir yere bağlayamazsak, inemeyiz. Halat sağlam değilse, bir işe yaramaz, yine düşeriz. Halat kısa olursa, yine işimize yaramaz.

Hâlbuki örümcek, bunların hiçbirini düşünmüyor. İçinden çıkardığı halatın ucunu, balkonun uç kısmına yapıştırıyor. Sonra inmeye başlıyor. İndikçe halat gibi kullandığı ağ uzuyor. Arada esen rüzgâra rağmen, örümceği taşıyor.

Peki, örümcek ne yiyor da, içinden, halat gibi kendisini taşıyan sağlam bir ağ çıkarabiliyor. Eğer bir örümceği sabırla takip edersek ne yediğini görebiliriz. Yıllar önce benim böyle bir şansım oldu. İş yerimin bir köşesine içinden çıkardığı iplerle sistemli bir ağ örüp tuzak kuran bir örümceğin, kurduğu ağ sisteminin üzerinde durduğunu görünce, hiç kimseye müdahale ettirmedim ve sabırla takip ettim. Günler geçiyor, örümcek yerinde duruyordu. Çok dikkatli baktığımda, sadece iki defa pozisyonunu değiştirdiğini fark ettim. Bir hafta sonra, tesadüfen baktığım sırada bir sinek ağa kondu, geri uçamadı. Sineğin uçmasını engelleyen ağın üzerindeki örümcek, hemen harekete geçti. Sineği, polisin, yakaladığı bir hırsızın bütün vücuduna halatı dolaştırarak bağladığı gibi (ki, elinde silah olan bir polisin, tek başına bu şekilde bağlama işlemini yapması çok zordur), içinden çıkardığı ipiyle sımsıkı bağladı. Sineği neresinden tuttuğunu anlayamadım. Ama sanki döner çevirir gibi sineği çeviriyor, böylece ağıyla bağlıyordu. Sonra sineği ağzına sokmaya başladı. Sineği hiç parçalamadan ve yavaş yavaş bütün vücudunu yuttu. Örümceğin büyüklüğüne şöyle bir baktım, Nasrettin Hoca’nın kedi ve ciğerle ilgili sorgulaması aklıma geldi. “Bu gördüğüm örümcekse sinek nerede, yuttuğunu gördüğüm sinek buysa örümcek nerede” diye kendime sormadan duramadım.

İşte, sineğin yemeği; kafasıyla, kanatlarıyla, ayaklarıyla birlikte bütün bir sinekti. Örümceğin yediği bu sinek, örümceğin içerisindeki fabrikanın bir takım işlemlerinin sonunda ağ olarak dışarıya çıkıyordu. Yani bizim sinek, sağlam bir ağ, diğer bir deyimle halata dönüşmüştü. Aklıma bir soru takıldı. Biz insanlar olarak, halat yapabilmemiz için böyle bir fabrika kurabilmemiz mümkün olur muydu? Meselâ bir ineği, fabrikanın bir ucundan içeri alıp, diğer tarafından ineğin vücudunun yapısıyla hiç alâkasız bir şekilde halat veya başka bir şey olarak çıkarabilir miydik?

Şimdi, bu gözlemimizden sonra, Tanrı’nın var olup olmadığını düşünelim. Bir örümceğin kabiliyetiyle, çokbilmiş biz insanların yapabildiklerini karşılaştıralım ve kararımızı ona göre verelim. Unutmayalım ki, bu kabiliyet, sadece benim takip ettiğim örümceğe ait değil. Örümceklerin var olduğunu düşündüğümüz milyonlarca yıldır yaşamış bütün örümcekler bunu yapıyor. İnsanlığın bilinen tarihine baktığımızda, binlerce yıl boyunca ziraat bile yapamadığını, ev inşa edemediğini mağaralarda yaşadığını tahmin ettiğimiz insanlığın, şimdiki kabiliyetine gelene kadar ne kadar uzun bin yıllar geçtiğini düşünelim. Dolayısıyla kibirlenmeden, gerçekleri görerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Yine hepimizin görebileceği bir başka örneğe bakalım. Evinin bir köşesinde çiçek yetiştirenler bilirler. Bazen küçük sinekler oluşur. Bu sinekler, dikkatli bakmadığımız takdirde zor fark edilirler. Bu küçücük sinekler uçarlar, yürürler ve az bir su birikintisinin içine düştüklerinde, yüzerek kurtulmaya çalışırlar. Ben bu sineklere, her zaman merakla bakarım. Bunların ağızları nerede, mideleri nerede, kanatları ve ayakları nerede diye hayretle bakarım ve düşünmeye çalışırım. Ama bu düşünüşümden sonuç alamayınca, bu küçük sineklerle ilgili başka hususları düşünmeye başlarım. Nasıl çiftleştiklerini, çiftleşme zamanını nasıl bildiklerini, binlerce yumurtalarını küçücük vücutlarının neresinde oluşturduklarını düşünmeye çalışırım. İşin içinden çıkamayınca düşünmeyi de, onları seyretmeyi de bırakırım.

Şimdi evimizdeki bu küçücük sineklerin özelliklerini düşünerek, bu kadar küçük vücuda bu özelliklerin nasıl sığdığını sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim. İnsanoğlu on binlerce yıl sonra ”çip” yapmayı başardı. Ama bugünlerde yeterince üretilemediği için otomobil üretimi yavaşladı, belki de duracak. Bu sıkıntı diğer sektörlere de sirayet etti. Sebebi, Covid 19 salgını sırasında üretimin aksaması. Yani bir salgın hastalık, sadece kısa bir sürede çip üretiminin azalmasına sebep oldu. Sinekler ise, yüzbinlerce yıldır varlar, nice salgınlara rağmen ayaktalar. Eğer, tabiatın birbirini yem olarak kullanan sistemi olmasa, evlerimiz bu küçük sineklerden geçilemeyecek kadar çok olurdu. Çünkü sinekler, kendi soylarını kendileri devam ettirecek şekilde organize olmuşlardı. Bütün bunları sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Her insanın yaşadığı çevrede ağaç vardır. İğne yapraklı ağaçların dışındakiler, kışın yaprakları dökülmüş ve kurumuş bir haldedir. Bahar geldiğinde aynı ağaç dirilir, yapraklarla bezenir, yeni dallar oluşur. Meyve ağaçları sadece yapraklanmayla kalmaz, çiçekler açar, sonrasında çiçekler meyveye dönüşür. Küçük bir çiçek, büyük bir meyveye nasıl dönüşür, bilmiyorum. Bilen varsa anlatsın isterim.

Peki, bahar gelince bu ağacın büyümesi, yapraklanması ve ağacın büyüklüğüne göre yüzlerce kg meyve vermesi için, insanların yaptığı nedir? Cevap, hiçbir şeydir. Biz bir şey yapmazken, gökten yağmur yağmış, havalar ısınmış, sonunda bütün yarım küre üzerindeki ağaçlarda aynı şey olmuştur. Güneş milyonlarca yıldır aynı güneştir. Ama benim yaşadığım bölgenin sıcaklığı her mevsimde farklı olur. Neden böyledir diye bazen düşünürüm, ama sonuç alamam. Bilim insanları bile, son asırlarda yaptıkları araştırmalarının sonucunda, dünyanın hem yuvarlak ama hem de eğik olduğunu söylüyorlar. Ama dünya, neden hem yuvarlak hem de basık, onun cevabı yok.

Toprak, milyonlarca yıldır aynı topraktır. Ağacın büyümesi için verilen sadece sudur. Bizim kullandığımız gübre, sadece verimi artırmak içindir. Ama gübre verilen alanlar, dünyanın küçük bir bölümüdür. Kızılderililer gübre vermiyorlardı, ama Amerika bugünkünden daha yeşildi. Sadece su ve sıcaklığın değişmesi ile bir ağaçtan yüzlerce kg meyve, binlerce yaprak ve dallar nasıl oluşmuştur? Bütün dünyadaki ağaçlar değerlendirilince, nasıl böyle olabilir diye düşünmeye çalıştım. Bizim, her gün mutlaka yemek yememiz gerekirken, ağaç sadece su ile nasıl büyüyebilmektedir. Yağmur her gün yağmadığına göre su depolama işini nasıl yapmaktadır? Sorularım çoktu, ama işin içinden çıkamadım.

Bildiğim kadarıyla suyun bir yere gidebilmesi için, aşağıya doğru eğim olması gerekir. Suyu yukarıya doğru çıkarmak istersek, pompa kullanmamız gerekir. İnsanlarda ve hayvanlarda, pompa görevini yerine getiren kalp vardır. Peki, yağmur yağdıktan sonra köklerle buluşan su, büyük bir ağacın en tepe noktasına kadar nasıl çıkmaktadır? Ağacın ve bütün bitkilerin bir yerlerinde bizim göremediğimiz bir pompa mı vardır? Düşündüm ama yine işin içinden çıkamadım.

Gökten yağan yağmur; yapraklara, meyvelere, dallara dönüştü ise, her sene yağan yağmurun miktarının azalması beklenir. Dünya üzerindeki yetişen bitkiler, tahıllar, sebzeler, meyveler, ağaçlar düşünülünce kaybolması beklenen su miktarının büyüklüğü anlaşılır. Dünyadaki bu düzenin yüz milyonlarca yıldır devam ettiği düşünülürse, dünyada hiç suyun kalmaması icap eder.  Ama böyle bir şey olmuyor. Su eksilmiyor. Bu nasıl oluyor, nasıl bir dönüşüm var diye düşünmeye başlayınca, devamını getiremiyorum.

Şimdi, sadece su verdiğimiz bitkilerden aldığımız ürünlerin miktarının muazzamlığı, milyonlarca yıldır su verildiği halde dünyadaki suyun hiç eksilmemesi, suyun, pompa olmadan yukarıya doğru çıkamazken, ağaçlarda çıkması gibi hususları düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Bilindiği gibi, bazı hayvanlar sadece et yerler ve vücutlarında et oluşur. Diyelim ki, bu normaldir, et yediği için et oluşmuştur. Peki, bazı hayvanlar sadece ot yedikleri halde, onların vücutlarında et nasıl oluşuyor? Biz insanlar, hem ot hem de et yeriz, bizim vücudumuzda da et oluşuyor. Dişi hayvanların, erkeklere nazaran bir başka özellikleri daha var. İster et yesinler, ister ot yesinler, bütün dişilerde yavrularını beslemek için, vücutlarında süt oluşur. Bu durum memeli balıklarda da vardır. Peki, bütün bunlar nasıl oluyor diye düşünmeye başladığımda, işin içinden çıkamayacağımı anladım.

Evinde kedi besleyenler bilirler. Kedi ot yemez. Ama kedinin başı ağrıdığı zaman, ağrısını gidermek için ot yer. Bunu bilen kedi sahipleri, bir saksıda kedileri için ot yetiştirirler. Kedinin, başı ağrıdığında ot yemesi gerektiğini nereden öğrendiğini düşünmeye çalıştığımda, sonuç alamadım.

Şimdi, hayvanlardaki basit gibi algıladığımız, ama sorgulayınca cevabını veremediğimiz bu durumların milyonlarca yıldır nasıl sürdüğünü düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığını tekrar sorgulayalım.

Bu yazıyı okuyacak yaşta olan herkes, mutlaka tavuk görmüştür. Tavuğun yumurtasını hepimiz biliriz. Bizim, pişirerek yediğimiz veya sesimizi güçlendirmek için çiğ olarak içtiğimiz yumurtalar, kuluçka makinesinde civciv haline dönüşmektedir. Eskiden kuluçka makinesi yoktu. Yumurtalar bir yere toplanır, bir anaç tavuk yumurtaların üzerine oturur, üç haftaya yakın kıpırdamadan dururdu. Sonunda yumurtalar içten kırılmaya başlar, kırılan yumurtaların içerisinden civciv çıkardı. Yani bizim yiyip içtiğimiz yumurta, küçük bir tavuk yavrusuna dönüşürdü. Ben, bir yumurtaya, bir de içinden çıkan civcive baktığımda, bu civciv yumurtaya nasıl sığmış diye düşündüm, ama anlayamadım. Bu basit durumu anlayamayınca, akı ve sarısıyla, içilip yenen bir yumurtanın, civciv haline nasıl dönüştüğünü düşünmek bile istemedim.

Memeli hayvanlarda döllenme olayından bahsedilir. Peki, yumurta kendi kendisini nasıl döllemiştir? Memeli hayvanların, karınlarındaki yavrularını, kendi yediklerinden ve göbek bağı aracılığıyla besleyip büyüttükleri bilinmektedir. Peki, bu civcivler ne ile beslendiler. Sadece yumurtanın akı ve sarısı ile beslenerek, nasıl civciv haline geldiler? Ben bu soruyu, en çok bilinen hayvan olarak tavuk ve yumurta üzerine sordum. Siz bütün kuşlar, böcekler ve sinekler için sorabilirsiniz. Ama cevabını verebilecek çıkar mı bilemem.

Şimdi tavuk ile yumurta konusunu ve bütün kuşların, böceklerin, sineklerin yumurtadan nasıl oluştuklarını, milyonlarca yıldır aynı düzenin nasıl yürüdüğünü düşünerek, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Hepimiz göçmen kuşları duymuşuzdur ve bir kısmını tanırız. Yaşadıkları bölgelerde havalar soğumaya başlayınca, diğer yarım küredeki sıcak yerlere doğru göç ederler. Gittikleri yerde de havalar soğumaya başlayınca, geri dönerek eski yerlerine dönerler. Bu göçmen kuşların içerisinde en çok tanınanlardan birisi leyleklerdir. Leylekler her göç edişlerinde aynı bölgeye gelirler. Neredeyse aynı ağaca veya elektrik direğine yuva yaparlar.

Bazen düşünürüm. Ben üniversite mezunu bir insan olarak, yaşadığım şehirde bir iki defa gittiğim bir yeri, bir süre sonra tekrar gitmek istediğimde, elimde adres bilgileri yoksa, bulmakta zorlanıyorum. Bilhassa giderken arabayı ben kullanmadıysam veya gece gittiysem daha çok zorlanıyorum. Benim işyerime gelen müşterilerin anlattıklarından anlıyorum ki, benim başıma gelen bu durum, bana özel değil, çok fazla insanın başına geliyor.

Peki, biz insanlar, yaşadığımız şehirde birkaç defa gittiğimiz yeri bulmakta zorlanırken, leylekler, bizim haritada yerini gösteremeyeceğimiz ülkeleri nasıl buluyorlar? (Geçenlerde Afganistan’da Taliban yönetiminin atadığı bir eyalet valisi, kendi ülkesini harita üzerinde gösterememişti.) Leylekler, ülkelere gitmekle kalmayıp, aynı şehri, aynı ilçeyi, aynı köyü, köydeki aynı mahallî nasıl buluyorlar? Biz ıssız bir yere göç etsek, kendimize bir kulübe yapmakta zorlanırız. Alet edevat olmadan yapamayız. Leylekler o yüksek yerlere, rüzgârda, yağmurda bozulmayan yuvalarını nasıl yapıyorlar?

Göçmen kuşlardan birisi de kırlangıçlardır. Bu küçük kuşun kanadında birkaç gram yağ vardır. İşte bu kuşlar da göç ederler. Göç sırasında bütün göçmen kuşların karşılaştıkları hava ve iklim şartları onlar için de geçerlidir. Havada rüzgârlar, yağmurlar bazen de yakıcı güneş vardır. Türkiye’den göç edenler, Afrika’nın ortalarına kadar giderler. Afrika’ya, uçarak nasıl gidilir diye haritaya baktığımızda, koca Akdeniz’i geçmeleri gerektiği görülür. Sonra, Afrika’nın kuzeyindeki Sahra Çölünü geçmeleri gerekir. Akdeniz’i geçerken konaklayıp dinlenecekleri ve karınlarını doyurabilecekleri kara parçası olarak, bir Kıbrıs var. Sahra çölünde ise konaklayabilecekleri ne kadar yer var bilemiyorum.

İşte bu küçük kırlangıç kuşları, yüzlerce (belki de birkaç bin) kilometre mesafeyi, uçarak geçmek zorundalar. Bir tarafta rüzgâr, yağmur, diğer yanda çölde, insanı susuz bırakan sıcak var. Durup dinlenmeden, yem yemeden, aç bilaç nasıl uçarlar? Kırlangıçların yerine bir insan olarak kendimi koyduğumda, onların bu göç işini nasıl yaptıklarını anlamam mümkün değil. Bu kuşlar toplu halde uçarlarken, bazen bizlere resital verir gibi dalgalanarak, geri dönüp tekrar ileriye yönelerek uçarlar. Sığırcıklar şarkı da söylerler. Biz geniş yollarda arabamızı sürerken birbirimize çarpıyoruz. Bu binlerce kuş topluluğu, birbirlerine çarpmadan nasıl uçuyorlar? Biz bir halk oyunları gösterisine çıkacaksak, ekipteki beş on kişinin ortak hareket edebilmesi için, onlarca defa prova yapıyoruz. Peki, kuşlar hiç prova yapmadan, hem de binlercesi, hiç birbiriyle ters hareket etmeden ve uçarken aynı saniyede nasıl dönüyorlar?

Şimdi, göçmen kuşların bir türlü akıl erdiremediğimiz bu özelliklerini, milyonlarca yıldır nasıl sürdürdüklerini sorgulayarak, Tanrı’nın var olup olmadığına kendimiz karar verelim.

Verdiğimiz misaller karada yaşayan hayvanlar içindi. Denizlerde de, uzmanların söylediklerine göre 250.000 çeşit canlı varmış. Bazılarının özellikleri karada yaşayanlardan daha ilginçmiş. Dikine yüzen balıklar, yavrusunu doğuran ve süt ile besleyen memeli balıklar gibi akıl yürütmekte çok zorlanacağımız konular var. Ancak denizlerden örnek vermeyi pek istemedim. Çünkü denizlerle ilgili bilgisi olan insan sayısı, çevremizdeki kara hayvanlarını bilenlere göre çok az. Biz bu yazımızda, hemen her insanın çevresinde görebileceği ve kendisinin yorum yapabileceği konulardan, basit anlatımlı örnekler vermeye çalıştık.

Dolayısıyla, örnek vermeyi burada bitirelim. Okuyucularımın benim verdiğim ve çok yaygın olarak bilinen örneklerden çok daha fazlasını vereceklerine ve çok daha fazla sorular soracaklarına inanıyorum. En azından, son yıllardaki belgeselleri çokça izleyen okuyucularım, benim aktardığımdan çok daha fazlasını bildikleri için, benim anlattıklarım onlara çok basit gelebilir. Çünkü son yıllarda, televizyonu çok az seyrediyorum.

Ancak, bundan 27 yıl önce 1994 yılında seyrettiğim, timsahlarla ilgili belgeseli, araştırmacıların emeklerine hürmeten ve belgesellere güzel bir örnek olarak, vermek istiyorum.

Yumurtalarını bataklığın yakınındaki bir ağacın altına bırakan bir anne timsah, yavruların yumurtadan ne zaman çıkacaklarını, gün olarak veya saat olarak değil dakikasına kadar bilmişçesine, sudan çıkarak ağacın yanına geliyor. Tam o esnada yumurtalar içten kırılmaya başlıyorlar ve yavrular çıkmaya çalışıyor. Buradaki bir başka ilginçlik, dört yumurtadan da yavruların arka arkaya çıkmalarıdır. Yani yumurtalardan çıkışlar arasında günler değil, saatler bile geçmiyor. Yavrular birbirleriyle tele konferansla sözleşmişler gibi aynı dakikalarda çıkıyorlar.

Yavrularını teker teker ağzına alan timsah, onları suya bırakıyor. Ağzını kapattığı halde, yavrularını hiç incitmiyor. Belgeseli çekebilmek için çok uzun ve zorlu uğraşlar veren belgeselciye göre, bu dört yavrunun, yaklaşık bir kilometre uzaklıktaki bir adanın çevresinde yaşamaları gerekiyormuş. Ancak oraya hem kendi başlarına hem de gece geçmeleri gerekiyormuş. Çünkü bölgede köpek balıkları varmış ve onlar timsah yavrularını yerlermiş. Ayrıca bu bölgedeki köpek balıkları, suyun üstlerinde avlanan cinsindenmiş. Bu sebeple, yavruların hem geceleyin gitmeleri, hem de derinden yüzmeleri şartmış.

Belgeselcinin bu anlattıklarını dinleyince, annenin, yavruların çıkma dakikasını nasıl bilebildiğini, yavruların, kendilerinin nerede yaşayacaklarını, oraya ne zaman gitmeleri gerektiğini ve derinden mi, yüzeyden mi yüzmeleri gerektiğini nasıl bilebildiklerini düşünmeye başladım.

Ben böyle düşünürken, belgeselci yavruların geceleyin derinden yüzüşlerini göstermeye başlamıştı. Yavruları teker teker gösterirken, bir anda yavrulardan birinin hemen suyun yüzeyine doğru çıkmaya başladığını gösterdi. Ben, ani bir refleksle, yavruya kızdım. Niçin annenin size birkaç saat önce verdiği seminerleri dinlemedin, şimdi yukarı çıkıp köpek balığına yem olacaksın diye söylenirken, belgeselci kamerayı başka tarafa yöneltti. Bir de baktım ki, bir köpek balığı. İşte, balık şimdi yavruyu yiyecek diye düşünürken, belgeselci “bu köpek balığı türü, bu bölgelerde çok az görülür, bunlar da suyun derinliklerinde avlanırlar” demesin mi. Yani, ben hiçbir şeyden anlamadan yavruya kızarken, meğer yavru, annesinin verdiği seminerleri can kulağıyla dinlemiş. Bu yeni tür köpek balığını, kokusundan anlamış. Ondan kurtulması için yukarı çıkması gerektiğini seminerde duyduğundan, hemen yukarı doğru çıkmış.

Dört yavrunun bu muazzam macerasının sonunda, üçü, çevresinde yaşayacakları adaya ulaşmayı başardı. Birisi, köpek balıklarından kaçamayıp yem olmuştu.

Şimdi, milyonlarca yıldır süren bu sistemi gözümüzle gördükten, belgeselcinin çekim öncesinde aktardığı bilgileri dinleyip çekim sırasında teyit ettikten, çevremdeki olaylar hakkında düşündükten sonra, eğer ben, “bunlar tesadüfen ve kendiliğinden olmuş olaylardır, Tanrı yoktur” dersem, insanların en aptallarından olmayı kabul ediyorum demektir.   

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.