MEZHEPLER ÜZERİNE

MEZHEPLERİN GÜNÜMÜZDEKİ HALLERİNİ, KURUCULARI GÖRSELERDİ, KAHROLURLARDI

 

Günümüzdeki genel kabul görmüş Sunni anlayışın mezhepleri; Hanefi, Şafi, Hanbeli ve Malikidir. Bu dört mezhebin kurucu olarak isimleri geçen hiçbir âlim, sağlıklarında ayrı bir mezhep kurmayı düşünmemişlerdir. Hattâ özellikle kaçınmışlardır. Mezhep guruplarının hepsi, onların ölümlerinden sonra oluşmuştur.

Adına mezhep kurulan âlimlerin ortak özellikleri, İslâm hukuku üzerine kafa yormalarıdır. Yani günümüzdeki anlamıyla hukukçu olmalarıdır. Bu âlimler, hızlı bir büyüme göstererek, Hindistan sınırından Magrip’e kadar genişleyen İslâmiyet’in, günlük yaşamını düzenleyen hukuk kurallarını oluşturmaya çalışmışlardır. Soruların ve ihtilafların artması, din bilginlerini çözüm üretmeye zorlamıştır. Kur’an ve sünnette bulamadıklarını düşündükleri çözümleri, aralarında sürekli tartışmışlardır.

İmam Şafi (767-820), usul-i fıkıh olarak bilinen İslâm hukuk ilminin babası olarak anılır. Hâlbuki İmam Şafi sağlığında, öğrettiklerinin pasif bir şekilde kabul edilmesi esası üzerine yeni bir hukuk mezhebi düşüncesini, reddetmiştir. Gerek Şafi’ye ve gerekse Hanefi’ye göre içtihad çok önemlidir. İçtihad’ın anlamı, Şeriat hukukunun şartlarını araştırmaktır. Bu araştırmaları yapan insanlara müctehid denilir.

Şafi de, müctehiddir. Şeriat hukuku alanındaki araştırmalarını kimseye bağlı kalmadan yapmıştır. Düşüncelerini oluştururken özgürce davranmıştır. Kur’an’ın net bilgi vermediği hallerde, Allah’ın insanlara verdiği akıl, vicdan ve iradesini kullanmıştır. Bu tavrından dolayı da çağdaşları arasında saygınlık kazanmıştır.

Şafi’nin meşhur olmasının önemli bir sebebi, kendisinden önceki âlimler arasındaki ihtilafı uzlaştırıcı bir formülle çözmesidir. O güne kadar İslâmi hukuk alanında çalışan âlimler, reyciler (Allah’ın beşere verdiği aklın, hür bir şekilde kullanılmasını savunanlar) ve hadisçiler olarak iki guruba ayrılmışlardı. Şafi, hadislerin önemi üzerinde durdu ve onlara bağlı kalmaya çalıştı. Fakat vahyin ve peygamberin sünnetinin net olmadığı ve hususi özelliğe sahip yerlerde, aklı kullanmanın şart olduğunu ifade etti.

Ebu Hanife (699-767) de, İmam Şafi gibi orta yolu tercih eden bir yapıdaydı. Amacı, istikrarı sağlamak ve kargaşayı önlemekti. Geçmişteki anlaşmazlıklarla uğraşmanın bir faydasının olmadığını söyleyerek, ileriye dönük düşünülmesinin temelini atmıştır. Ancak bu uzlaşmacı tutumu sırasında söylediği bazı şeyler sonradan değişikliğe uğratılmıştır. Örneğin, “peygamberin arkadaşları hakkında konuşulurken, saygıda kusur edilmez” sözü değiştirilmiş ve “sahabelerin hepsi adildir” şekline dönüştürülmüştür.

Ebu Hanife’nin öğrencileriyle yaptığı sohbetlerin niteliğine bakılınca, böyle bir değişikliğin olması hem yadırganır hem de normal karşılanır. Ebu Hanife öğrencileriyle karşılıklı tartışır ve onlarla fikir alışverişinde bulunurdu. İhtimal ki öğrencilerinin bazıları, sonradan kendi fikirlerini, hocalarınınki imiş gibi beyan ettiler. Hoca ile öğrencilerin arasındaki tartışmaların üzerinden uzun süre geçtiğinden ve gerçeği açıklayabilecek tek şahıs olan hoca vefat ettiğinden, kimse aksini söyleyemedi.

Zaten en meşhur öğrencisi Ebu Yusuf’un hocasından çok farklı davranacağı baştan belli olmuştu. Bilindiği gibi Ebu Hanife, kendisine teklif edilen baş kadılık makamını, “iktidarın tasdik memuru olamam” diyerek kabul etmemiştir. Bu sebeple cezalandırılmıştır. Gerek hapis gerekse değnek cezalarına çarptırılmıştır. Bu cezaların sonunda vefat etmiştir. Onun vefatından sonra baş kadılık makamı öğrencilerinin önde gelenlerine teklif edilmiştir. Sırayla öğrencilerine yapılan bu teklifi, Ebu Yusuf kabul etmiştir. Tam 16 yıl bu makamda kalmıştır. Bu olay da gösteriyor ki, Ebu Yusuf, hocasından farklı şeyler yapmıştır. Sonuçta “reyci” bir yapıya sahip Ebu Hanife’nin adı kullanılarak, “hadisçi” bir mezhep oluşturulmuştur.

İmam Malik (711-795) sağlığında Muvatta isimli eserini kaleme almıştır. Ancak bu eser fıkıh sistematiğine göre kaleme alınmamıştır. Bu durumu fırsat bilen ve müçtehit olarak anılan öğrencileri daha sonra Müdevvene, Utbiye, Vadiha ve Mevvaziye adlı eserler yazarak fıkhı ve mezhebi sistematik bir hale getirmişlerdir. Bu eserlerden en önemlisi El Müdevvenedir. El-Müdevvene’de, Malik’ten rivayet olunan fetva ve kaviller, takipçilerinin onun usulüne göre yaptıklarını iddia ettikleri içtihadlar, diğer bazı talebelerinin görüşleri ve fıkha dair hadisler ile daha sonra yaşamış mezhep âlimlerin görüşleri bir araya getirilmiştir.

Ahmed bin Hanbel’in (780-855) Hanbeli mezhebi, en son kurulandır. Belki de bu sebeple taraftarı diğerlerine göre daha azdır. Muhtemelen Bağdat’ta yaşamış olan Ebu Hanife’nin gölgesinde kalmıştır. Belki de bu sebeple, peygamberin sünnetini en yüksek otorite olarak değerlendirerek, halktaki peygamber sevgisini kendilerine yönlendirmek istemişlerdir.

Mezheplere ismini veren âlimlerin yaşadıkları dönemler birbirine çok yakındır. Yaşadıkları bölgeler de birbirine yakındır. İmam Şafi Mısır, İmam Malik Medine, İmam Hanbel Bağdat, Ebu Hanife Bağdat. Muhtemeldir ki, bunların öğrencileri, toplum nezdinde, kendilerinin de hocalarına yakın ölçüde saygınlık kazanabilmeleri için, bir yöntem aradılar. Hocalarını sürekli överek yücelttiler. Kendileri otorite olacak kapasitede olmayan bu insanlar, hocalarının şahsiyetine sığındılar. Böylece kendileri de, böylesine evliya bir insandan ders görmüş ve el almış takipçileri olarak toplumda saygınlık kazandılar.

Bir süre sonra ise, mezhepler arasındaki farklı yorumlar nedeniyle tartışmalar artmıştır. Bu gidişin İslâmiyet açısından sıkıntılı olduğunu gören mezhep ileri gelenleri, ortak bazı noktalarda birleşmişlerdir. İlk kurucu isimler için temel kaynaklar Kur’an ve sünnet idi. Bunlarda bulamadıklarını düşündüklerini Allah’ın insanlara bahşettiği akıl, vicdan ve iradelerini kullanarak çözümlemeye çalışıyorlardı.  Çözümleme sırasındaki farklılıkları azaltmak için, “icma” denilen bir yönteme başvurdular. Aralarında ittifak ettikleri konuları belirlediler. Aralarında yaptıkları bu ittifakın, kendilerinden sonra gelenler için bağlayıcı olduğunu vurguladılar.

Dokuzuncu yüz yılın sonlarında başlayan bu uygulamalar, kendilerinden sonra gelenleri tamamen bağladı. Artık, asıl önemli kaynak, “icma” haline geldi. Sonraki âlimler, kendi akıllarını yürüterek Kur’an, sünnet gibi kaynakları incelediklerinde faklı bir sonuca ulaştıklarında, “âlimlerin ittifak ettikleri bir konuda, onların göremediklerini biz mi göreceğiz?” anlayışıyla, kendi fikirlerini ifade etmekten çekindiler. Bazı dönemlerde, kendi düşüncelerini söylemekten çekinmeyen âlimler oldu. Fakat onlar hemen diğer çoğunluk tarafından suçlandılar. Söylemleri etkisiz hale getirildi.

İcma konusu, bir açıdan bakılınca, İslâm hukuku adına faydalı olacağı düşünülür. İcma konusu olmasaydı, her insan kendi aklıyla farklı sonuçlara ulaşabilir ve kargaşa ortamı doğabilirdi. Fakat bu faydanın oluşabilmesi için, icmanın, sünnet ağırlıklı olarak değil, Kur’an, sünnet ve kıyas kaynaklarına başvurulduktan sonra, Allah’ın verdiği akıl, vicdan ve iradeyi ortaklaşa kullanarak karar alarak oluşturulması gerekiyordu.

Maalesef böyle olmadı. Mezhep ileri gelenleri, peygamber efendimizi çok sevdiklerini gösterme yarışına girdikleri için, sünnetlere ağırlık verdiler. Sünnete ağırlık verilen bu dönem ise, peygamberimizin ebediyete intikalinden, neredeyse üç yüz yıl sonra idi. Bu uzun dönemde, yazı, haberleşme ve seyahat imkânlarının da çok kısıtlı olduğunu göz önüne alırsak, sünnetlerin güvenilirlikleri hakkında tereddüt taşınması en tabii bir durumdur.

Sünnetlerin güvenilir olup olmadıkları, icmalara bakarak kararlar alan Müslüman Halkların ve Devletlerin geldikleri konuma bakarak, daha iyi anlaşılır. Müslümanların geldikleri bu durumu, adına mezhep kurulan saygın âlimler görselerdi, kuvvetli ihtimal, kahrolurlardı. Allah’ın insanlara bahşettiği akıl, vicdan ve irademizi kullanmadığımızı görmek, onları üzüntüye boğardı.  Allah’ın peygamberi aracılığıyla söylediklerini değil de, insanların söylediklerini ve yaptıklarını taklit etmeye çalışan maymunlar gibi olduğumuzu görmek istemezlerdi. Eğer, bu mümtaz insanlar durumumuzu görselerdi, herhalde, önce Yüce Yaradan’dan, sonra peygamber efendimizden binlerce defa af dilerlerdi.

Bu yazı Cemaat, Dini kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.