TORUNLARIMIZA KARŞI YÜKÜMLÜLÜĞÜMÜZ

TORUNLARIMIZI DİNDAR VEYA ATEİST YAPMAK BİZİM ELİMİZDE

 

Elbette torunlarımızın dindar veya ateist olmaları tamamen bize bağlı değildir. Gencin kendisinin araştıran biri olup olmaması, arkadaşlarının etkisi, Yüce Yaradan’ın o şahsın davranışlarına vereceği karşılık gibi hususlar da tesirlidir. Fakat ebeveynler ve çevre olarak bizim etkimiz çok daha fazladır.

Bilindiği gibi, dünyamız küresel bir köy haline geliyor. Kitle ulaşımında ve iletişimde hızlı gelişmeler var. Bilhassa, internet vasıtasıyla, araştırma yetenekleri gelişiyor. Bütün bunlar, çocuklarımızın daha şimdiden konuları sorgulamalarına sebep oluyor.

Eğer biz onlara dini konuları anlatırken, bize 40-50 yıl önce anlatıldığı gibi anlatırsak, nasıl karşılık alacağımızı kısaca görmeye çalışalım. Çoğumuz, eskiden bize anlatılanlara halen inanmaktayız. Dolayısıyla torunlarımıza ve gençlere de aynısını anlatıyoruz. Birkaç kısa örnek verelim:

Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin dergâhında, yetiştirdiği öğrencilerinin (mürid) olduğunu hepimiz biliyoruz. Öğrencilerden yetiştiklerine ve “el almaya” hazır hale geldiklerine inanılanlar, dergâhtan gönderilirlermiş. Bu öğrenciler için, bazı veda törenleri yapıldıktan sonra, Yesevi Hoca, odanın içerisinde yanmakta olan taş şöminenin önüne geçermiş. Ocakta yanmakta olan odun parçalarından birini eline alırmış. Sonra bu odunu fırlatırmış. Daha sonra öğrencisine döner ve git bu odunun düştüğü yeri bul, senin görev yerin orası dermiş. Derviş anlayışındaki öğrencisi de, ateşi takip eder, bulur ve oraya yerleşirmiş.

Hâlbuki, bir nevi casusluk (çaşıtlık) ağı oluşturan dervişler, hangi bölgeye ne vasıfta derviş gerektiğinin bilgisini dergâha ulaştırıyorlardı. O bölgelere gönderilecek öğrenciler de, gerekli bilgilerle donatılıyorlardı.

Anlatılan bir başka örnek, Hz. Mevlana ile ilgilidir. İşin ilginç yanı, ben bu hikâyeyi 40-50 yıl önce değil, Kasım 2017 yılında Mevlana’yı uzun yıllar araştıran ve topladığı bilgileri, ülkenin entelektüel bir gurubuna anlatan ilâhiyat hocasından dinledim.

Hz. Mevlana dergâhındaki odasında geceleri namaz kılar dua edermiş. Yine böyle birgün, Mevlana hazretleri secdedeyken odasının kapısı biraz aralıkmış. Oğlu ve dergâhın ileri gelenleri odanın yanından geçerken bakmışlar ki, Mevlana secdeye kapanmış. Geri geldiklerinde yine aynı durumdaymış. Merak etmiler, ara sıra takip etmişler. Mevlana hazretlerinin secdeden hiç kalkmadığını anlamışlar. Bunun üzerine içeriye girmişler. Bir de ne görsünler? Mevlana hazretleri ağlayıp durduğu için, gözyaşları donmuş. Sakalının üzerinden donarak yere ulaşmış. Donan gözyaşları sebebiyle sakalı yere yapışmış. Hz. Mevlana donmuş sakalını yerden kurtaramadığı için kalkamıyormuş. Hemen sıcak su falan getirmişler ve Mevlana’yı kaldırmışlar.

Mevlana ile ilgili olarak böyle bir hikâyeyi anlatan ve onu dinleyen entelektüel hocaların da tasdik ettikleri bu uzman hocanın, çokça namaz kıldığına inanıyorum. Fakat kendisi, alnını secdeye koyduğunda, gözlerinin çenesinden daha alt irtifada kaldığına dikkat etmemiş olmalı ki, gözyaşının nereye gideceğini hesaplayamamış. Ayrıca donma konusundaki fizik ve kimya kurallarıyla hiç ilgisi olmadığı anlaşılıyor. Sunumu bittikten sonra bu uzman hocaya, “biraz da Hz. Mevlana’nın fikirlerinden bahseder misiniz?” diye sorduğumda, “Mevlana, bir okyanustur, neresini anlatayım” diyerek konuyu kapattı. Böylece 20 yıllık araştırmalarının sonuçlarından faydalanamadık.

Gençliğimizde bize anlatılan bir başka örnek, Yavuz Sultan Selim Han ile ilgili. Yavuz, doğu seferinde Şah İsmail’i yendikten sonra, güneye yönelir. Mısırdaki Memlûk Türk Devleti üzerine yürür. Bu yürüyüş sırasında ordunun tamamının meşhur Sina çölünü geçmesi gerekmektedir. Vezirlerden (mareşal) Hüseyin Paşa dahil itirazlar yükselir. Çünkü bu çölü daha önceki Moğollar, Emir Timur gibi cihangirler geçmekten çekinmişlerdir. Fakat Yavuz Sultan Selim, 13 günde çölü geçer. Çölde iken, askerlerden birisi tesadüfen bir su kaynağı bulur. Fakat bu su ile ancak kendi matarasını doldurabilir. Su dolu matarasını alır ve hemen padişahın çadırına koşar. Elindeki suya padişahının kendinden daha çok ihtiyacı olduğunu düşünür. Padişaha haber verirler. Yavuz, çadırın dışına çıkar. Mataradaki suyu içmeyerek herkesin gözü önünde yere döker. Dökerken de askerlerine şöyle seslenir: “Askerim susuz ise, ben de susuzum” Bu hikâyeyi anlatanlar da bize döner şöyle derler: “İşte bu anlayışlar ve duygular sayesinde Sina çölü geçildi.”

Hâlbuki, Yavuz’un Sina Çölünü geçerken uyguladığı levazım yöntemleri, yakın zamana kadar, dünyadaki bazı ciddi Harp Akademilerinde ders olarak veriliyordu.

Adlarına hikâyeler düzenlenen bu insanlar, Allah’a kalpten inanan, dürüst, güzel işler yapmaya gayret eden kişilerdi. Fakat onları bu şekilde tanıtmaya kalkışmak, öncelikle, bu mümtaz kişilere hakaret etmekle eşdeğerdir.

Yüce Yaradan, elbette, Kendisine kalpten inanan, dürüst ve güzel işler yapmaya çabalayan insanlara yardım eder. Yaptığı bu yardımlarda, kullarını korumak için, bize göre doğaüstü olan durumlar oluşturabilir. Fakat, yardımlarının hikâyelerde anlatıldığı şekilde olacağını iddia etmek, Allah’ın peygamberleri aracılığıyla bize aktardıklarını, hiç anlamadığımızı gösterir.

Verdiğimiz örnekleri “uç” misal olarak bulanlar olabilir. Ama eğer düşünürsek, masum gibi görünen birçok hikâyenin ve din ileri gelenlerinin koydukları zorlaştırıcı kuralların, tam anlamıyla küreselleşecek bir dünyada yaşayacak olan torunlarımız tarafından, mantıklı bulunması ihtimali çok zayıftır.

Yukarıda çok kısa olarak aktardığım bu örneklerin benzerinden, binlercesi insanların sohbetlerini süslemektedir. Böyle hikâyeler, sadece Hz. Muhammed’in ümmetinde anlatılmaz. Benzerleri, Hz. İsa ve Hz. Musa’nın ümmetinde de var. Hem de çok sayıda. Bilhassa Kilisenin anlatımları, yukarıdaki hikâyelere çok benzer. Bu durum sadece semavi dinlerde değil, Budizm’de de var. Onlar da, Buda heykellerinin karşısına geçip, heykelden, oğlunu veya kızını evlendirmesini, işlerini düzeltmesini vs istiyor. Onlarda da, dervişlerin doğaüstü hikâyeleri dillerde dolaşıyor.

Demek ki sorun, sadece bir gurubun değil. Bütün insanlığın. Dolayısıyla hep birlikte çözüm üretmeliyiz. Eğer, Yüce Yaradan’ın bize verdiği aklı, vicdanı ve iradeyi kullanarak, Onun gösterdiği yolda yürürsek, çözüme ulaşabiliriz.

Bizim, gençlere bazı şeyleri anlatabilmemiz için, iki temel şart vardır. Birincisi, Allah’ın Kur’an’ında sıkça “hiç düşünmez misiniz? Hiç akıl erdirmez misiniz?” diyerek, bizi yönlendirmesine uymak ve düşünerek, akıl erdirerek konuşmaktır. İkincisi ise, Yüce Yaradan’ın gösterdiği yoldan yürümeye çalışarak, dürüst davranarak, güzel işler yaparak Onun rızasını kazanmaya uğraşırken, çevremiz için güzel örnek oluşturmaya gayret etmektir. Bu iki özellik bir arada olmazsa, torunlarımızın seçimlerinden biz sorumlu oluruz. Bu iki vasıftan ne kadar fire verirsek, torunlarımız da o kadar fire verir.

Anonim bir deyiş olan “biz dünyayı, torunlarımızdan borç aldık” sözü gereği, torunlarımızın güzel gelecekleri için gayret sarfetmekle yükümlüyüz.

Allah’ım, bizlere aklımızı kullanabilmemiz için zihin açıklığı ver. Dürüstlükten ayrılmayarak salih ameller işleyebilmemiz için irade gücü ver, sabır ve sebat ver.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.