EVEREST-HİMALAYALAR İLİŞKİSİ

EVERESTİN YÜCELİĞİ, HİMALAYALARDAN GELİR

 

Everest tepesi, Himalayalar olmadan yükselmez. Himalayalar da, Everest ve diğer tepeler olduğu için bir anlam ifade eder. Konya ovasında Everest tepesinin oluşması ihtimali çok zayıftır. Bu çok zayıf ihtimal gerçekleşse bile, Konya’daki Everest tepesinin çevresine faydası çok az olurdu. Hâlbuki Himalayaların, kar toplayarak nehirlere su kaynağı olmak gibi birçok faydası var.

İnsan-toplum ilişkileri de, Everest ile Himalayalar arasındaki ilişki gibidir. Toplumdaki önderlerin başarısı, çevrelerine topladığı insanların yapılarıyla doğru orantılıdır. Bu başarı insanlığa zararlı da olsa böyledir. Başarının topluma faydalı yönde olması için, toplumun yapısının da düzgün olması gerekir. Bir toplumda tembellik, yalancılık, bilgisizlik daha etkili ise, önderlerin yapabilecekleri iyi şeyler sınırlı olur.

Bir örnek verirsek, Atatürk, arayış içerisindeki bir toplumda ve kendisine yakın özelliklere sahip önderlerin arasından öne çıkmıştır. Eğer 50 yıl önce yaşasaydı, durum mutlaka farklı olurdu. Belki Mustafa Kemal olarak, başka bazı güzel işler yapabilirdi. Gazi Osman Paşa gibi, iyi bir komutan olarak anılabilirdi. Fakat o durumlarda yapacakları, Atatürk olarak başardıklarıyla kıyaslanamazdı. Demek ki dâhilerin, uygun ortam olmadan ortaya çıkmaları ihtimali zayıftır. Birkaç paragraf aşağısında göreceğimiz gibi, dâhi olarak karşımıza çıksalar bile topluma faydaları çok az olur.

Hz. Muhammed’in (s.a.v.) durumu da, peygamber olmasına ve Yüce Yaradan tarafından desteklenmesine rağmen aynı Everest-Himalayalar ilişkisine sahiptir. Dikkat edilirse, Hz. Peygamberin geliş tarihi, İncillerde bahsedilen peygamberin geleceğinin halk arasında konuşulduğu bir zamana rastlar. Yani bir beklenti vardır. Hz. Peygamberin yaşadığı yer, Roma İmparatorluğu sınırları dışında, Romalıların etkisinin çok az olduğu Arabistan çölleridir. Eğer Romalıların etkili olduğu bölge olsaydı, Hz. İsa’nın durumuna benzer şartlarla karşılaşabilirdi.

Doğduğu Mekke şehrinde, hem Hz. İbrahim’in getirdiklerine bağlı olan insanlar, hem Hıristiyanlar vardı. Hicret ettiği Medine’de, çok sayıda Yahudi yaşamaktaydı. Yani Allah inancı mevcuttu. Hattâ putlara tapanlar bile, Kâbe’deki putlarının en büyüğünün ismine “Allah” diyorlardı. Nitekim Hz. Muhammed’in babası, Hıristiyan, Yahudi veya Hanif (Hz. İbrahim’in takipçileri) değildi, fakat adı ‘Abdullah’tı. Abdullah, Allah’ın kulu anlamındadır.

Hz. Muhammed’in yaşadığı Mekke’de bir başka güzel ortam daha vardı. Mekkeliler, kabileler arasındaki ihtilâfları halletmek ve Kâbe’nin düzenini sağlamak için “Erdemliler Paktı” gibi bir anlaşma imzalamışlardı. (Bu anlaşma konusunda bu sitede daha önce aynı başlık altında bilgi vermiştik.) Hz. Muhammed gençliğinde bu anlaşmanın yapıldığı ortamda bulunmuştur. Kendisine peygamberlik geldikten sonra da, bu anlaşmayı takdirle anmıştır.

Elbette her peygambere yapıldığı gibi, Hz. Muhammed’e de karşı çıkılmıştır. Ancak Mekke’nin ileri gelenlerinin itirazlarının temelinde, peygamberliğin kendi kabilelerine veya mevcut zengin önderlere değil de, yetim büyümüş ve okuma yazma bilmeyen birine verilmesi yatmaktadır.

Tarihe baktığımızda, Everest-Himalayalar ilişkisine uymayan nice kabiliyetli ve kapasiteli önderin, toplum hazır olmadığı için, yapabileceklerinden çok daha azını başarabildiklerini görürüz. Bu durum dini konularda da böyledir. Devlet yönetiminde de aynıdır. Bu ilişki bilimsel buluşlarda da geçerlidir.

Arşimed, El Biruni, Galileo, Toriçelli, Lagari Hasan Çelebi gibi insanlar Konya ovasında yükselen Everest gibi kalmışlardır. Toplum onları takip etmemiştir. El Biruni, dünyanın basık olduğunu söylemekle kalmamış, basıklık derecesini günümüzdeki gelişmiş aletlere göre sadece 9’ (9 saniye) farkla bulmuştur. Benzer şekilde dünyanın çapını günümüzdekine çok yakın (15 km farkla) bir şekilde hesaplamıştır. Hasan Çelebi, füze benzeri bir alet yaparak gökyüzüne uçmuştur. Fakat hiçbirinin devamı gelmemiştir.

Demek ki dâhiler, dâhinin konusuyla ilgili aktivitelerin olmadığı toplumlarda ortaya çıkmış olsalar bile faydaları çok az olmuştur. Hâlbuki çok geniş zanaatkâr kitlelerin ve binlerce düşünen insanların olduğu toplumlarda ortaya çıkan dâhiler faydalı olmuşlardır.

Çünkü dâhiler ile diğerleri arasındaki zekâ farkı, muhtemelen azdır. Benzer konuları araştıran insanların içerisinden, en çok çalışan, en çok sabır gösteren, en çok deneme-yanılma deneyleri yapanlara dâhi denilmiştir. Gelişmelerin temelini sessiz çoğunluk oluşturmuştur. Bu sabırlı ve gayretli insanların çoğu üniversite hocası veya mühendis vb değildir. Az da olsa bir kısmının eğitimi bile yoktur.

Bu insanların yaptıklarının birçoğu, ilim adamlarının bulduklarının eksiklerini tamamlamak olmuştur. Bir iddiaya göre İngiliz endüstri devrimi boyunca icat edilen alet ve makinelerin çoğu, o günün bilimiyle çok az ilişkilidir. Yoksa buharlı makinenin yapımını sadece James Watt’a, elektriği Edison’a vb bağlamak yanlış olur. Aksine düşünen insanların çabaları, bu dâhilerin ortaya çıkmalarına destek olmuştur. James Watt, Thomas Newcomenin’in 57 yılıdır piyasada çalışan makinesinden faydalanmıştır. Edison, akkor lambasıyla çalışan elektrik aydınlatma sistemi düşünmeye başladığında, piyasada iki ayrı sistemle çalışan lamba vardı.

Dolayısıyla bizler, insanlığa faydalı çalışmalar yapmak istiyorsak, düşünen ve sabırla gayret eden insanlardan geniş bir alt yapı oluşturmalıyız. Böylece hem dâhi diye nitelendirdiklerimiz için ortam hazırlamış oluruz, hem de faydalı yenilikçi çabaların toplumda kabul görerek etkili olmasına zemin oluştururuz.

Eğer böyle yapmazsak Napolyon’un durumuna düşeriz. Robert Fulton (1765-1815)  Napolyon’a, rüzgâra ihtiyaç duymayan ve gelgit olaylarından etkilenmeyen gemilerle İngiltere’ye gidebileceğini söyler. Bunun için sadece kaynar suya ihtiyacı olduğunu anlatır. Fakat Napolyon, onu deli diyerek huzurundan kovar. Bu olaydan kısa bir süre sonra Fulton, ABD’de ilk buharlı ticari gemiyi yapar.

Hâlbuki 1769 yılında Fransız Cugnot, buharla çalışan araba denemesi yapmıştı. Ama Fransa’da buharlı makineler konularıyla ilgilenen binlerce zanaatkâr insanlar olmayınca, bu çalışma bir işe yaramamıştı. Sonuçta Napolyon, Robert Fulton’u deli olarak görmüştü. Eğer toplumda bu konularda çalışan binlerce düşünen zanaatkâr insan olsaydı, tarihin akışı değişebilirdi.

Belki Napolyon sadece askerlikten anlıyordu. Eğer öyle olmasaydı, mesleği avukatlık olmasına rağmen kimya ilminin büyük dâhisi olan Antonie Lavosier’in (1743-1794), sorgulanmadan ve işlemediği bir suçtan dolayı giyotin ile idam edilmesine sesiz kalmazdı. Dâhi âlimi 1794 yılında idam eden Fransız devrimin savcısı Coffinhal’in, “Cumhuriyetin dâhilere ihtiyacı yoktur” sözlerinin sanki tasdikcisi gibi davrandı.

Demek ki; düşünceye, araştırıcılığa, sorgulayıcılığa, çalışkanlığa destek verirken, diploma şartı koymamalıyız. Benzer şekilde, din ve devlet işlerinde de makam, diploma ve zenginlik aranmadan, düşünen ve gayretli insanlar yetiştirmeye çalışmalıyız. Araştırıcı, sorgulayıcı, düşünen ruhu, toplumun her kesiminde yaygınlaştırmalıyız. Devlet işlerinde, din anlayışında, bilim ve teknoloji alanındaki dâhilerin sayısını ancak bu yöntemle artırabiliriz.

Allah’ım, bu dünyaya güzel eserler bırakabilmemiz için, bizlere yol göster, irade gücümüzü ve mücadele gücümüzü artır, bizlere zihin açıklığı ver.

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.