BARIŞ’IN ÖNEMİ

BARIŞ, HÜKÜMLERİN EN GÜZELİDİR

 

Yazının başlığı, Osmanlı Türk Devleti’nin anayasası olan Mecellenin hükümlerinden biridir. Savaşçı bir millet olarak bilinen Türkler, Müslüman olmadan önce de benzer duyguları taşımışlardır.

Nitekim önceki yazılarımızdan birinde belirttiğimiz gibi, Balkan Bulgar Türklerinin hakanı Kurum Han, 810’lu yıllarda şöyle demektedir: “Doğru insanı ve yalancıyı Tanrı bilir. Biz Bulgarlar, Hıristiyanlar (Bizanslılar) için çok iyilikler yaptık. Ancak, onlar bunu çabuk unuttu. Fakat Tanrı biliyor.”

Türkler zaten böyle bir yapıda olduklarından, Müslüman olduktan sonra, İslâm’ın gerçek hükümlerine önce kendileri uymaya çalışmışlar, sonra başkalarına uygulamaya uğraşmışlardır. Bu hükümlerin en başında adil olmak, gittikleri yerlerde hak ve adaleti tesis etmeye çabalamak gelir.

Eğer barış ortamı oluşturulursa, hak ve adaleti tesis etmek kolaylaşır. Barış, hem içeride hem çevrede olmalıdır. Bu sebeple Türklerin fütuhatlarının bile çoğunun özünde, bu anlayış vardır.

Allah, kimsenin makamıyla ve zenginliğiyle uğraşmamıştır. Herkesin makamı ve zenginliği kendinedir. Sonunda her insan, sahip olduklarının hesabını Yüce Yaradan’a verecektir. Allah’ın peygamberleri dâhil, hiç kimse için hesap vermekten kaçış yoktur.

Yüce Yaradan, her insan için nasıl uyarmışsa, makam sahipleri ve zenginleri de ikaz etmiştir. Onların sorumluluklarının daha fazla olduğunu örneklerle anlatmıştır. Yapılan uyarılardan sonra kendilerini düzelterek, güzel işler yapmaya başlayanları affedeceğini, bütün Kutsal Kitaplarında buyurmuştur.

Firavun ve Karun’u bizlere örnek olarak vermesinin sebebi vardır. Onlar, Yüce Yaradan’ın defalarca uyarılarına rağmen, kendilerini düzeltmemişlerdir. Aksine komplolarına devam etmişlerdir. Bu sebeple Allah her ikisini de, böyle insanları temsil etmeleri açısından, gelecek nesillere ibret olacak şekilde cezalandırmaktan çekinmemiştir.

Yeniden böyleleri ortaya çıkarsa, tekrar aynı şekilde cezalandırmaktan da çekineceği düşünülemez. Dilediğini, uyurken veya su içer, yemek yerken cezalandırır. İstediğini çevresiyle birlikte yok eder.

Nitekim Firavun ve Karun’u doğrudan Kendisi cezalandırmıştır. Yüce Yaradan dilemezse, biz ne bir adım atabiliriz, ne de bir söz söyleyebiliriz. Allah’ın her şeye gücü yeter.

Bununla beraber Allah, Kendisinden af dileyen, düzeleceğine sözler veren ve sözlerinde duran makam sahiplerinin ve zenginlerin konumlarını devam ettirmelerine karşı olmamıştır. Çünkü zaten, insanları farklı özelliklerde yaratarak, toplumsal düzenin kurulması için ortam sağlayan Yüce Yaradan’dır. Eğer her insanı benzer özellikte yaratsaydı ve hepimize benzer şeyleri verseydi, toplumsal hayatımız olur muydu?

Yüce Yaradan, yarattığı bütün canlılar gibi, insanların da toplum içerisinde birlikte yaşamalarını istemiştir. Bir toplumda elbette makamlar, dolayısıyla makam sahipleri olacaktır. Benzer şekilde zenginler ve fakirler olacaktır. İnsanlardan beklenilen, aslında Allah’ın verdiği bu imkânlarını, insanları ezerek şahsi menfaatlerini artırma yönünde kullanmamalarıdır.

Makamlar, halka hak ve adaletle hizmet yerleridir. Zenginlik, fakirleri kollamak içindir. Böyle davrananların geçmiş hatalarını, Yüce Yaradan’ın affetmesi umulur. Ama hatalarını anladıklarını söyleyerek özür dileyenler, içten pazarlıklı davranmaya devam ederlerse, Tolstoy’un bir hikâyesinin başlığını hatırlamaları faydalı olacaktır: “Allah, gerçeği bilir, ama sabırla bekler.”

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.