ŞERİAT HUKUKU ÜZERİNE

ŞERİAT HUKUKU ÜZERİNE

 

Yazımızın başlığı, son derece hassas olarak üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Dolayısıyla hukukçuların, fakihlerin başta Kur’an olmak üzere, kaynaklardan yararlanarak, günümüz şartlarına göre ayrıntılandırmasına ihtiyaç vardır. Biz de, konuyla bağlantılı olarak bu sitede, “İslâm’da Bedeni Cezalar Üzerine” üç ayrı yazımızı yayınlamıştık. Bu makalemizde konunun özünü irdelemeye çalışacağız.

Şeriat kavramı en yalın haliyle, Allah’ın emirlerinin kapsamlı ve öngörülmüş bir sistemi olarak tanımlanabilir. Bu tanım üzerinden konuya yaklaştığımızda, günümüz şeriat hukuku anlayışının çok farklı olduğunu görürüz. Günümüzdeki şeriat hukuku, topluma yukarıdan dayatılan ve Allah’ın emirleriyle benzeşmeyen, toplumun dışında gelişen kurallar silsilesidir.

Hatalı karar vermenin bedelinin ağır olacağının düşünülmesi, fakihleri korkutmuştur. Şeriat hukukunun ayrıntıları üzerinde ilim yapmaya çalışan fakihler, Kur’an’ın insan haysiyetini koruma hususundaki hassasiyetini gördükçe tereddütleri artmıştır. “Birkaç gerçek suçlu hakkında sorumluluktan kaçmanın, suçsuz bir kişiye ceza vermekten dolayı acı çekmekten daha iyi olduğu” inancı oluşmuştur.

Nitekim Kur’an’da bedeni ceza verilmesi istenilen zina suçu konusunda, olayı gören ve adil olduklarına inanılan dört şahit getirilmesi istenilmiştir. Kadınlara zina suçu isnat eden, fakat dört adil şahit getiremeyen insana da ceza verilmesini Kur’an aracılığıyla bizzat Yüce Yaradan istemiştir. Şartlar böylesine ciddi olunca bazı olaylarda karar vermek zorlaşmıştır. Hiç evlenmemiş bir kızın çocuk doğurmasını, zina suçunun işlendiğine kanıt sayan tek mezhep Maliki mezhebidir. Diğer mezhepler, kızın tecavüze uğrama ihtimalini düşünerek, çocuk doğurmayı zina için kanıt saymamışlardır.

Şeriat hukuku, davacıya çok ciddi yük yükler. Açılan bir davada davacı, iddiasını kanıtlamak zorundadır. Bu konuda İslâm Hukuku araştırmaları yapan Noel Coulson şöyle bir örnek verir: “Herhangi bir adam öldürme vakasında davacı taraf, bir evde şiddetli mücadele sesleri duyduklarını, suçluyu elinde kan lekesi olan bir bıçakla evden çıkarken gördüklerini ve evin de kurbanın cesedi hariç boş olduğunu ispatlamak için iki ehliyetli (çevresinde dürüst ve adil olarak bilinen) şahit gösterebilir. Gene de Şeri sistem, hâkimin, bu kanıttan hareketle, sanığın katil olduğu kanaatine varılmasını yasaklar. Böylesi kanıt, ‘şüphe’ terimiyle ifade edilen kuşkuyu meydana getirir. Dava, kurbanın akrabaları tarafından verilen elli adet tasdik edici yeminle ve sanığın, suçlu olduğu hususundaki yeminiyle desteklenmesi halinde, sanığın mahkûmiyeti ile sonuçlanabilir. Alternatif olarak, böylesi şartlarda, sanığın aklanması, onun masumluğu hakkında, akrabaları tarafından yapılmış elli adet yemini gerektirebilir. Ancak, bu delilin bizzat kendisi kati değildir.”

Görüldüğü üzere, karar vermenin çok ciddi araştırmalar gerektirmesi dolayısıyla zor olması, fakihlerin, dünyevi konulardaki kararları ve uygulamaları, devlet görevlilerinin üzerine atmalarına sebep olmuştur. Böylece hukuk bilimi ile hukukun uygulanması arasında, giderek uçuruma dönüşecek farklılıklar oluşmaya başlamıştır. Şeri hukuk âlimleri ile hukuku uygulayan kadılar arsındaki anlayış farkları giderek artmıştır. Sanki görevler bölünmüştür. Bir tarafta ideal Şeri hukuku oluşturmaya çalışan âlimler, diğer tarafta hukukun idealinden sapmış, sosyal gerçeklere göre karar veren kadılar oluşmuştur.

Şeri hukukun uygulamasının devlet adamlarına bırakılması, Şeri hukuk âlimlerinin bazılarının, devlet tarafından kendilerine teklif edilen kadılık görevlerini kabul etmemesi, siyasilerin baskıcı bir şekilde davranmalarının önünü açmıştır. Dönemlerinin sultanları tarafından kadılık görevine getirilmek istenilenlerden, bu teklifi reddeden Şeri hukuk âlimleri, çoğunlukla cezalandırılmışlardır. Bunların en meşhurları, adına Hanefi mezhebi kurulan Ebu Hanife’dir. Fakat Mağrip’ ten Ortadoğu’ya kadar her yerde başta Malik bin Enes ve Ahmed bin Hanbel olmak üzere çok sayıda meşhur insan, böyle cezalara maruz kalmıştır.

Âlimler ile kadılar arasındaki bakış farkını en iyi anlayabileceğimiz örnek, Ebu Hanife’nin kabul etmediği baş kadılık görevine getirilen Ebu Yusuf’un uygulamalarıdır. Abbasi Halifeleri Mehdi, Hadi ve Harun Reşid dönemlerinde 16 yıl baş kadılık yapmıştır. Bu dönemde vuku bulan bir olayı, bize Ziyaeddin Gümüşhanevi şöyle aktarır:

“Bir gün Ebu Yusuf, sohbet meclisinde Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kabak yemeğini sevdiğini söyler. Onun meclisine katılabilecek kadar bilgili bir kişi olması beklenen bir zat, kendini tutamayarak “ben kabak sevmem” der. Ebu Yusuf hiddetle ona döner ve ‘demek sen Peygamber efendimizin sevdiği yemeği sevmiyorsun. Bu demek ki, sen Peygamber efendimizi sevmiyorsun. Peygamber efendimizi sevmeyen, Allah’ı da sevmiyor demektir. Allah’ı sevmeyen dinden çıkmış sayılır’. Sonra nöbetçilere döner ve ‘getirin bir kılıç ve bir örtü’ der. Amacı kabak sevmediğini söyleyen kişinin kellesini kesmektir. Sohbet meclisinde bulunan insanların ve kabak sevmeyen şahsın ısrarlı ricaları ve özürleri sonunda Ebu Yusuf, şahsın kellesini kesmekten vazgeçer.” Ziyaeddin Gümüşhanevi, bu olayı, eskilerin İslâm’ın kurallarını uygulamada ne kadar ciddi olduklarını göstermek için örnek olarak verir.

Şimdi bu uygulamayla, yukarıda anlattığımız, evlenmediği halde çocuk sahibi olan kadın ve öldürülen bir kişi hakkında hüküm verirken gösterilen hassasiyeti karşılaştıralım. Ebu Yusuf’un olayında, onun meclisine katılabilecek kadar ileri derecede dindar bilinen bir kişi, Hz. Muhammed’in sevdiği bir yemeği sevmediği için, bizzat baş kadı tarafından öldürülmekle karşı karşıya kalıyor. Bilindiği gibi, kabak yemeği, sevmeyeninin en çok olduğu yemektir. Diyelim fasulye sevmem diyene pek rastlanmaz, ama kabak sevmem diyenle çok karşılaşılır. İşte Ebu Yusuf, böyle bir durumdan, olayı dinden çıkmaya kadar götürebilmiştir.

Bu ve benzeri olaylar, gerçek Şeri hukuk âlimlerinin seslerini çıkarmalarını engellemiştir. Onların yerine, dönemin siyasi yöneticilerinin istedikleri yönde fikir beyan edenler el üstünde tutulmuştur. Günümüze ulaşan eserler ve fikirler de, siyasilerin emirleri doğrultusunda davranan şahıslarındır. Dolayısıyla Şeri hukuk anlayışı, neredeyse tam tersine bir uygulamanın içerisine düşmüştür.

Şeri hukuka yani Yüce Yaradan’ın bizlere yol gösterdiği hukuka göre, bir kişi, suçu kanıtlanmadıkça suçlu muamelesi görmez. Cezalandırılamadığı gibi, hapse de atılamaz. Ayrıca toplumun huzurunu bozan suçların dışında kalan ve şahsımızı ilgilendiren olaylarda, Allah, bizlere hoşgörülü davranmamızı tavsiye etmiştir. Karşılık vermek istersek de, misliyle karşılığa izin vermiştir.

İnsanlığın veya ülkenin huzurunu bozacak bir suçu işlediği düşünülen kişi veya kişiler, önce uyarılır. Onları kazanmak adına, kendilerini düzeltmeleri beklenilir. Fakat aynı suçu veya benzerini işlemekte ısrar edenlerse, suçları belirginleşmiş olur. Suç kesinleşince de, şiddetle cezalandırılır. Verilecek ceza da, ne kadar sert olursa olsun, Nur Suresi 2inci ayette belirtildiği gibi, başkalarına örnek olması açısından, acıma duygusuna kapılmadan uygulanır.

Şeriat hukuku, çok hassas araştırmalar sonucunda ve suç net olarak belirlendiğinde uygulanması dolayısıyla, kararın adil olduğu görüldüğünden, halk arasında “şeriatın kestiği parmak acımaz” şeklinde bir deyiş oluşmuştur.

Allah’ım, hak ve adaletten ayrılmamamız için, bizlere, yardımcı ol, yardımcı ol, yardımcı ol Allah’ım.

Bu yazı Dini, Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.