PİYASA EKONOMİSİ VE DEVLETÇİLİK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

PİYASA EKONOMİSİ VE DEVLETÇİLİK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Bilindiği gibi, her insan hata yapar. Dolayısıyla insanları kurdukları organizasyonların da hata yapmaları normaldir. Şirketler de, devlet de insanların kurduğu kurumlar olduğu için bazen hata yapmaları normaldir.

Fakat bilhassa ekonomik buhran dönemlerinde, piyasaların yani özel sektörün yaptığı hataların oluşturduğu tahribat diğerlerinden daha yüksek olmaktadır.

Küreselleşme anlayışının, normal şartlarda savunduğu tezlerden birisi, devletin küçülmesidir. Piyasa ekonomisinin kendi kendini tamir imkânı olduğu, devletin bu düzelmeyi engelleyeceği iddia edilir. Ancak bütün ekonomik buhranlarda gördük ki, piyasalar, devletin kendilerini kurtarmalarını talep ettiler.

Bu isteklerini yaparken de sadece kendi kuruluşlarının kurtarılmasını isterler. Diğer özel sektörün durumunu hiç düşünmezler. Konkordato başvurularının kabul edilmesini beklerler. Böylece kendilerini kurtarıp, onlara iş yapanları zarar ettirirler. Ayrıca devletin, kendi şirketlerine açıktan para desteği vermesini isterler.

Hâlbuki devletin küçülmesi, devletin gelirlerini azaltmaktadır. Dolayısıyla, devletin zayıflamasına sebep olmaktadır. Takdir edileceği gibi, ülkede canlı bir ekonominin var olabilmesi için devletin yapması gereken yatırımlar vardır. Bu yatırımlar sadece alt yapı yatırımları değildir. Bir ülkenin yönleneceği yatırım koluna göre eğitim sistemini düzenlemek de, devletin görevidir. Bunu piyasaların tek başlarına başarması mümkün değildir. Ayrıca ekonominin ihtiyacı olan teknolojik yatırımlar da devletten beklenilir. Borsalar, devletin teknolojik yatırımları olmadan, saniyenin çok küçük bir diliminde işlem yapamazlar.

Bu örneklerin daha fazlasını kafamızda düşündüğümüzde görürüz ki, devlet güçlü olmadan, piyasa ekonomisi canlı bir şekilde yürüyemez.

Devletin küçülmesinin bir başka açıdan daha olumsuz sonuçlar doğurduğunu gözlemlemek fırsatını bulduk. Devletin görevlerinden birisi de, mümkün olduğu kadar da olsa, adil bir toplum oluşturmaktır. Ancak küçülen bir devletten, gelir dağılımını daha adil olacak bir şekilde yapabilmesi için gerekli imkânı ve mekanizmaları kalmamış olur.

Devletin her şeye karışmasının da yanlış sonuçlar doğurduğu anlaşılmıştır. Devleti yöneten insanların, daha çok, kendilerine yakın insanları güçlendirdiklerini, birkaç istisna hariç, hemen bütün dünyada yaşayarak müşahede ettik.

Ancak sermaye birikimini sağlayamamış ülkelerde, devlet, ülkenin ihtiyacı olan alanlara yatırım yapmalıdır. Çünkü bu yatırımları, yalnızca devlet yapabilir. Piyasalar yani özel sektör, yapıları icabı, ülkenin ihtiyacı olan alanları değil, kendi kârlarını azamileştirecek sahaları seçerler.

Devlet veya piyasa ekonomisini savunanların, yaşanan olaylardan etkilendikleri bir gerçektir. 1873 Viyana Borsasının çöküşüyle başlayan süreçte bilhassa, üretim alt yapısı sağlam olmayan, maddeten kalkınamamış bölgelerde devletçilik fikri öne çıktı. Çünkü en çok zararı bu ülkeler yaşadı. Ancak bu fikir, Avrupa ve bilhassa ABD’de kabul görmedi. Çünkü onlar, zararlarını devlet tarafından karşılattılar. Devletleri de bu zararları karşılayacak güçte idi. Dolayısıyla, Adam Smith’in çizdiği yoldan yürümeye devam ettiler.

1929 buhranı, onların düşüncelerinde de değişikliğe yol açtı. Buhranın, bütün kalkınmış ülkeleri de etkisine alması, bu değişikliğin müsebbibi oldu. İnsanların piyasa ekonomisine olan güvenleri sarsıldı. Devletin, ekonomi üzerinde rolünün düşünüldüğünden daha fazla olduğuna inanıldı. Bu inanç, azalarak da olsa, 1980lere kadar sürdü. SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle, yani tam devletçiliğin uygulanışının başarısızlığının anlaşılmasıyla, bu defa fikirler tam zıddı yönde gelişmeye başladı.

Devletin ekonomide baskın rol oynamasına itiraz edildi. Bununla da yetinmeyerek, devletin ekonomi alanından tamamen çekilmesi gerektiği fikri yaygınlaştı. Ancak başlangıçta bu anlayış, dünyanın her yerinde aynı şekilde kabul görmedi. Bilhassa Uzak Doğu Asya ülkelerinin bazılarında farklı fikirler oluştu. Bu ülkeler, devletin kalkınmayı organize etmesinin gerekli olduğunu düşündüler. Hattâ devletin, fiyat mekanizmalarını kullanmasına izin verdiler. Bilindiği gibi, bu ülkelerde 1990’lı yıllarda ekonomik alanda ciddi başarılar elde edildi. Her başarıda olduğu gibi, bu muvaffakiyette de sebebi, sadece bu ülkelerin uyguladığı ekonomik modele bağlayanlar oldu. Başarının mimarı olarak kalkınmacı devlet fikrini gördüler. (Kaldı ki, gelişen olayların sonucunda, günümüzdeki bakış değişmiştir.)

Oysaki takdir edileceği gibi, ekonomik ve sosyal olayların tek bir etkeni yoktur. Sosyal konular ve ekonomi, matematik ve fizik problemi gibi çözülmezler. Zaten o alanlarda da ilerlemeler, teoriler üzerinden yürüyor. Yeni bulgulara ulaşıldıkça eski teoriler boşa çıkıyor, yenileri devreye giriyor. Örnek olarak atom konusunu verebiliriz. Bilindiği gibi, biz atomu göremiyoruz. Onun bütün özelliklerinin belirtilerini de henüz tam anlayamadık. Fakat biz görmüyoruz diye, atom yoktur diyemeyiz. Veya atomun özelliklerinin tamamı, bizim tespit ettiklerimizdir diye bir iddiada bulunamayız. Bizim bunları bilemememiz, atomun hareketini hiçbir şekilde etkilemez. Atom, mevcut yapısıyla hareketini sürdürür.

Sosyal olaylar, atom gibi belli bir özellikte değildir. Değişkendirler. Ekonomi de öyledir. Ekonomiyi etkileyen çok farklı faktörler vardır. Sermaye ve fiziksel imkânların dışında, insanların algılamalarından ve çevreden de etkilenir. Aynı olaylar, aynı insanı farklı ortamlarda farklı etkiler. Bir konuda insanın tek başına iken verdiği tepki, toplum içerisinde iken verdiği tepkiden farklıdır. Hattâ birbirinden değişik yapıdaki toplumlar içerisinde iken bile farklı tepki verebilir. Ulaşılan sonuç farklı olur.

Dolayısıyla bir bölgedeki başarıyı, tamamen uygulanan ekonomik modele atfetmemiz yanlış olur. Benzer şekilde, bir bölgede uygulanan ve başarılı olduğu düşünülen modellerin, diğer bölgelerde de başarılı olacağını iddia etmek güçtür.

Aslında insanların yaratılışları aynı olduğu için, bir bölgedeki uygulamanın, benzer sermaye ve fiziki imkânlara sahip diğer bir bölgede de geçerli olması beklenilir. Fakat böyle olmamaktadır. Bunun en önemli sebebi, kişilerin ve şirketlerin sadece kendi menfaatlerini düşünmeleridir. Diğer taraftan, devleti yönetenler de, kendi taraftarlarını ön plana almaktadır. Dolayısıyla adil bir uygulama olmamaktadır.

Çözüm; ister fakir ister zengin olsunlar, insanların, şirketlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve devleti yönetenlerin, Kur’an’ın yol göstericiliğinde yürümeleridir.

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.