EKONOMİNİN İYİ GİTMESİ Mİ, İYİ İŞLEMESİ Mİ?

EKONOMİNİN İYİ GİTMESİ Mİ, İYİ İŞLEMESİ Mİ?

 

Ekonomistler ve siyasi yöneticiler, GSYİH’nın yükselmesini, ekonominin iyi gittiğinin bir işareti olarak görmektedirler. Bu sitede yayınladığımız “GSYİH Hesaplamalarından Anladıklarım” başlıklı makalemizde, bu kavramın ilk ortaya atılışı hakkında şöyle demiştik:

“GSYİH kavramının temelini atan kişi, Rus asıllı Amerikalı Profesör Simon Kuznets. Belki kendisi de şaşırmıştır, ama GSYİH fikri, çok hızlı kabul gördü. Bu fikir öyle hızlı gelişti ki, Rutger Bregman’a göre, bazı tarihçiler, atom bombasının bile, GSYİH fikrinin önemi yanında sönük kaldığını ifade ettiler.

GSYİH konusun bilgi veren Rutger Bregman “Gerçekçiler için Ütopya” adlı kitabında şöyle demektedir. “GSYİH hesaplamaları çok karışıktır. Giderek de içinden çıkılmaz hale getirilmektedir. Birleşmiş Milletlerin 1953 yılında GSYİH’yı bulmak için yayınladıkları yönerge elli sayfadan az iken, 2008’deki son baskı, tam 722 sayfadır.”

Bilhassa günümüzdeki algılanışıyla ekonomi, çok farklı etkenlerin tesiri altındadır. Kişiden kişiye ve zamana göre değişir. Özü itibarıyla soyut bir kavramdır. Dolayısıyla zorluk, soyut şeyleri ölçmektedir. Ekonomistler de, GSYİH gibi somut olmayan bir değeri ölçmekte zorlanmaktadırlar.

722 sayfa tutan verileri araştırmak başlı başına güç bir iştir. Her bir kalem için piyasada çok farklı fiyatlar vardır. Ortalama fiyat nasıl hesaplanacaktır. Borsalarda işlem gören kâğıtlar, her an değişmektedir. Dalgalı döviz kuru uygulandığı için, dövizlerin milli para karşılıkları da değişmektedir. Bu değişimler bazen öylesine hızlı olmaktadır ki, siyasiler veya ekonomistler açıklama yaparlarken rakamlar farklılaşmaktadır.

O halde sadece GSYİH’ya bakılarak ekonomi hakkında fikir yürütmek yanlış olmaktadır. Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, GSYİH’nın ve bu değerdeki artışın paylaşımı da önemlidir. Refah artışı, halka yansımıyorsa, aksine, ülkedeki vasatın altında gelire sahip insanların kazançlarında artış yerine azalma oluyorsa, ekonomi iyi işlemiyor demektir.

Devletin görevlerinden ikisi, eğitim ve sağlık alanındadır. Devlet, bu alanlardaki sorumluluğunu yerine getiremezse, vatandaşların sağlığa ve eğitime harcadıkları para miktarı artar. Çünkü daha iyi hizmet alabilmek için, özelleştirilmiş eğitim ve sağlık kuruluşlarına gitmek zorunda kalır. Bu durum, bu ülkede kişi başına düşen milli gelir miktarı ile bağlantılı değildir. Bazen, kişi başına milli geliri daha yüksek bir ülkenin vatandaşı, daha düşük gelirli olan, ama devletinin eğitim ve sağlık alanında yaptığı harcamaları daha yüksek olan ülkenin vatandaşına göre, daha sıkıntılı bir hayat sürer. Bu konunun ilginç bir tarafı daha vardır. Bir ülkenin vatandaşları, eğitim ve sağlığa daha çok para harcadıkça, o ülkenin GSYİH’sı da yükselir. Sonuç olarak bu yapıdaki ülkede ekonomi iyi gitse de, iyi işlemiyor demektir.

Benzer bir örnek daha verelim. Güveneceği dostu olmayan insanlar, dertlerini psikologlara para ödeyerek anlatırlar. Psikologlar da para aldıkları sürece, onları dinlerler ve kendilerince tavsiyelerde bulunurlar. Hastanın! kendisini düzeltebilmesi için yapılan tavsiyelerin çoğu, para harcanarak yapılacak faaliyetlerdir. Diğer taraftan, gelirleri karşılaştırılınca daha fakir olan ülkelerde, bu durumlar farklı gelişir. Onlar sıkıntılarını dostlarına anlatırlar. Dostları, bazen, onları rahatlatmak için sadece öğüt vermez, onlara maddi destek de verir. Bu açıdan karşılaştırıldığında, geliri yüksek ülkenin vatandaşı, geliri daha düşük, ama dostları olan bir vatandaşa göre daha sıkıntılıdır. Yani ekonominin iyi gitmesi, ekonominin iyi işlediğini göstermemektedir.

Başka bir açıdan daha bakalım. Ülkedeki ortalama gelirin altında kazanca sahip olan insanları düşünelim. Bu insanların, yiyecek, giyecek ve barınma gibi ihtiyaçlar için harcadığı paradan arta kalan miktarın, gelirine oranına bakalım. Yani genel anlamda, tasarruf imkânına göz atalım. Geliri daha yüksek bir ülkenin, ülke ortalamasının altında kazanca sahip insanının tasarruf oranı, daha düşük gelirli bir ülkenin benzer insanınkinden daha düşük ise, miktar anlamında yüksek gelirin faydası yoktur demektir. Demek ki, ülkede ekonomi iyi gidiyor olsa bile, bu şartlarda, ekonomi iyi işlemiyor demektir.

Bir ülkenin insanları borç aldıkça, ülkenin GSYİH’sı artar. Ancak bu borçlar, o ülkenin insanlarının alıştıkları standart hayatı sürdürmek için ise, bir sıkıntı var demektir. Eğer borç alanların sayısı ve alınan miktar her geçen gün artıyorsa, GSYİH’nın artıyor olması, ekonominin iyi gittiğini gösterebilir, ama ekonominin iyi işlemediğinin de işaretidir.

Bizim verdiğimiz bu örneklerin daha fazlasını okuyucularımızın vereceklerine inanıyoruz. Çünkü hayatın içerisinde yaşayan her insan, siyasetçiler “ekonomi iyi gidiyor” deseler bile, ekonominin kendisi için iyi işlemediğini bizzat görmektedir.

Dolayısıyla bir ülkede, ekonominin genel rakamlarının iyi olması önemli değildir. Önemli olan ekonominin iyi işlemesidir. Bilhassa ülkedeki ortanın altında geliri olan insanlar açısından, bu durum çok daha mühimdir. Siyasetçiler ve zenginler, bu önemli farka dikkat etmezlerse, ekonominin iyi işlememesi, sonunda kendilerini de vurur.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİNİN İYİ GİTMESİ Mİ, İYİ İŞLEMESİ Mİ? için yorumlar kapalı

GOETHE’NİN DOĞU-BATI DİVANI VE DÜŞÜNCELER

GOETHE’NİN DOĞU-BATI DİVANI VE DÜŞÜNCELER

 

(Not: Bu yazı Eylül 2014 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Önceki yazımızda Hegel’in Doğu ile Batı ayrımı yaptığını aktarmıştık. Avrupalı bazı düşünürlerin böyle bir ayrıma gitmelerine ve Doğuyu; düşünmeyi bilmeyen, aklı olmayan, kavramlarla değil, kavramsız düşüncelerle konuşan olarak görmelerine sebep olan hatalarını incelemiştik.

Bazı Alman düşünürler bu hatalara düşerken, yine bir Alman olan Goethe (Johann Wolfgang von Goethe, 1749-1832), onlardan farklı hissetti, düşündü, sezgisini kullandı ve yazdı.

Tek yönlü eserler okumadı. Okuduklarını kendi mantık süzgecinden geçirdi. Birilerine veya bir yerlere yaranmak için yazmadı. Böylece o, felsefi sistem ve düşüncelerin içerisinde kaybolmadı. Dolayısıyla sonuçlarını kendi dünya görüşü olarak bizlere sundu.

Bu şekilde davranarak, daha az hata yaptı. Diğer bazı düşünürlerden farklı davranabilmesinin muhtemel sebebi, sahip olduğu temaşa kudretidir.

Goethe, bilimlerin, tasvir yoluyla parçadan bütüne giderken sürekli tökezlediklerini düşünür. Onların elde ettikleri bilgiyle ne yapacaklarını bilmedikleri söyler.

Goethe, Divan’ında Mefistotoles’in ağzından çağının bilgilerini tenkit eder ve tavsiyelerde bulunur:

‘’Zamandan istifade ediniz, o pek çabuk geçip gider. Lakin intizam size vakit kazanmasını öğretir. Onun için değerli dostum, ben size ilk önce mantık dersini tavsiye ederim…”

Goethe, 65 yaşında iken yazmaya başladığı Doğu Batı Divanı’nı başta Hafız olmak üzere sadece İran Edebiyatının etkisinde kalarak kaleme almamış, bilakis aynı zamanda büyük ölçüde Türk Edebiyatı’nın sultan şairlerinin, düşünürlerinin, devlet adamlarının ve sanatkârlarının bariz etkileriyle yazmıştır. Doğu Batı Divanı, Goethe tarafından Arap, Fars ve Türk Edebiyatına yazılmış eşsiz bir naziredir. Doğunun sanat ve kültür malzemelerinden ördüğü renkli bir şiir halısı gibidir.

Goethe, Hammer von Purgstall’ın 1812-13 yıllarında tercüme ettiği Hafız Divanı’nı okumasa belki de kendisi böyle bir Divan yazmayacaktı. Ayrıca İstanbul’daki Prusya maslahatgüzarı olarak 1785-1791 arasında çalışan Heinrich Friedrich von Diez’in Türkçe Farsça ve Arapça menşeili tercümelerinden de çok fazla etkilenmiştir.

Goethe, Marko Polo, Johannes von Montevilla, Pretro della Valle, olearius, Tavernier ve Chardin gibi seyyahların Doğu ile ilgili notlarından da çok istifade etmiştir. Hafız’ın Divanı muhtemelen tetikleyici olmuştur.

Bundan 200 yıl önce tercümeler ve seyyahların anlatımlarının çok az olması, bunları yorumlama ferasetini gösteremeyen düşünürlerin dünyaya bakışlarında hata yapmalarına sebep olabiliyordu. Günümüzün küresel dünyasında böyle bir kaynak sıkıntısı yok.

Küreselleşmenin sonucu olarak artan insanlar arası etkileşme, bölgeler arası farklılıkları törpülüyor. Doğu Batı, Kuzey Güney gibi farklılıklardan ileride bahseden azalacak En azından, özellikleri belirgin çizgilerle birbirinden ayrılmış bölgeler orta vadede kalmayacak.

Goethe’nin Doğu Batı Divanı’nın ‘’Notlar ve Araştırmalar’’ bölümünde ‘Çölde İsrail’ başlığı altında yaptığı irdeleme bugün içinde geçerlidir:

‘’Dünya ve insanlık tarihinin asıl, biricik ve en derin konusunu inançla inançsızlık arasındaki çatışma teşkil eder, diğer konular ise buna tabi ve ayrıntıdır…

İnançtan maksat, sadece, bir dine inanmak değildir. Sadece dini ve ruhi hayatla sınırlı da değildir. Varoluşun bütününü kucaklamaya çalışmak, insanı gerçek inanca götürür. Varoluşun ve hayatın manasını anlamak, insanı inançlı kılar.

Dolayısıyla dünyanın her bölgesinde, kendi içinde farklı anlayışlar vardır. Asıl olan, her bölgeden hayatın anlamını anlayanların, Dünyanın güzel geleceği için birlikte hareket etmeleridir.    

Sosyal kategorisine gönderildi | GOETHE’NİN DOĞU-BATI DİVANI VE DÜŞÜNCELER için yorumlar kapalı

GELİŞMİŞLİK VE GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE

GELİŞMİŞLİK VE GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE

 

Bu sitede kalkınma üzerine bazı makaleler yayınladık. Kalkınmanın boyutlarından bahsettik. Maddeci bakış açısından kalkınma, GSYİH ve kişi başına düşen milli gelir ile ölçülmektedir. Biz bu karşılaştırmanın yanlış olduğunu vurguladık. Maddi GSYİH’nın tek başına ölçü olamayacağını ifade ettik. Ve manevi GSYİH değerlerinden bahsettik. Güvenlik, sağlık, eğitim, huzur gibi konuların manevi GSYİH kapsamı içerisine girdiğini belirttik.

Kalkınmışlığın hem fert için hem de toplum açısından irdelenmesi gerektiğini aktardık. Kalkınmışlığın, insanları ve toplumları, mantıklı düşünerek sabırlı davranmaya yönelteceğini varsaydık. Bu fikrimizi güçlendirecek şekilde şu ifadeleri kullandık: “Sonuç olarak kalkınmışlık, hem maddi hem manevi alanda olmalıdır. Hem fertlerin becerilerini geliştirmeli, hem de yeni karşılaştıkları bir işin veya sorunun üstesinden gelmelerine yardımcı olmalıdır.”

Bir ülkenin maddi ve manevi gelişmişliğindeki dengesizlik oranı arttıkça, o ülkenin sıkıntılarının da artacağını iddia etmiştik.

Ülkeler arasındaki farkları anlatırken, gelişmişlik ve geri kalmışlık terimleri yerine, maddeten kalkınmış ülkeler ve maddeten geri kalmış ülkeler ifadelerini tercih etmiştik. Birey olarak insanlar açısından benzer irdelemeyi yapmıştık. Zengin ile fakir arasındaki farkın, sadece maddi güç açısından değerlendirilmesinin yanlışlığını vurgulamıştık.

Bu yazımızda biraz daha değişik açıdan konuya yaklaşacağız.

Gelişmişliğin ölçüsü, gerek kendimizi gerek idare ettiklerimizi nasıl yönettiğimizle yakından ilgilidir. Allah’ın bizlere verdiği akıl, vicdan ve irade ile belirleyeceğimiz insani davranışlar gelişmişlik derecemizi belirler. Davranışlarımızı insani değerlerle yönlendirdikçe gelişmişliğimiz artar. Davranışlarımızı içgüdülerimiz belirledikçe, geri kalmakta devam ederiz.

Bu sınıflandırma, toplumlar için de geçerlidir. Bir toplumun davranışları, Yüce Yaradan’ın belirlediği insani değerlerle uyumlu ise, onlara gelişmiş toplum olarak bakabiliriz. Ama davranışlarını ve uygulamalarını içgüdülerinin belirlediği toplumlar, geri kalmış olarak görülmelidir. Ancak, toplumlardaki bu davranışlarını, sadece kendi guruplarının içerisindeki insanlara değil, dışarıdan insanlara karşı da sergilemeleri gerekir. Hattâ rakip olarak gördüklerine karşı da, aynı insani davranışı sergilemelidirler.

Kur’an, bu hususta bize şöyle yol göstermektedir: Maide 8 olunuz ve sakın bir topluluğa buğzunuz (kininiz) sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adalet edin takvaya: “Ey iman edenler Allah için duran hâkimler ve adalet numunesi şahitler en yakın odur. Allah’tan korkun muttaki olun; çünkü Allah her ne yaparsanız haberdardır.”

Dolayısıyla maddeten kalkınmış olmak, gelişmişliğin göstergesi değildir. Bir insanın ve toplumun rehberi, Allah ve Onun bize verdiği akıl, vicdan ve irade olmazsa, sahip olduğu zenginlik kişinin veya toplumun gelişmişliğine işaret etmez. İnsanın veya toplumun rehberi, tek başına ilim olursa, belki kalkınmayı sağlar. Fakat gelişmişliği yani insani davranışları yönetemez. İçselleştirilmemiş bir Allah fikri de, aynı sonuca ulaşır. Belki maddeten kalkındırır, ama geliştirmez.

Bu hususta, Avrupa’nın maddeten en güçlü döneminde yaşamış olan İngiliz romancı Somerest Maugham’ın (1874-1965) sözleri bizi düşündürmelidir. “Avrupa bugün Allah’ını (God) kaybetmiş ve yeni bir Allah’a inanmıştır. O da ilimdir. Hâlbuki ilim, devamlı değişen bir varlıktır. Bugün inkâr ettiğini, yarın ispat eder. Bugün ispat ettiğini, yarın inkâr eder. İşte bu sebepten dolayı ilmin kurallarını, istikrar ve sakinlikten yoksun, sürekli bir ıstırap ve gönül darlığı içerisinde bulursun.”

Rehberin ilim olması, rehberin içgüdüler olmasından biraz daha iyicedir. Ama Maugham’ın uyarılarını dikkate almayan o dönemin Avrupalılarının bir bölümü içten sıkıntılı bir hayat yaşamışlardır. Huzursuzluk hissetmişler, para vererek psikologları dost edinmişlerdir. Tolstoy’un kendisiyle ilgili olarak itiraf ettiği gibi, intihar etmeyi düşünmüşlerdir. Felsefecilerin bile çoğu, bugün söylediklerinin tam tersini, yarın söylemişlerdir. Bütün bunlar kâinatın sahibi olan sabit bir kuvvete dayanmayarak, değişken kuralların peşinden gitmenin sonucudur. Her an değişen, insandan insana, toplumdan topluma farklılık gösteren kurallar, insanlar arasındaki çatışmayı sürekli hale getirmektedir.

Her insanın içgüdüsü, her toplumun menfaati farklı olduğu için, çatışma kaçınılmazdır. Gerek insanın kendi içerisinde, gerekse toplumlar arasındaki çatışmalar devam ettikçe, gelişme sağlanamaz. Gelişme için, istikrar ve sakinlik gerekir.

İslâm; akıl, beden ve ruhun ihtiyaçları arasında denge kurduğu gibi, toplumdaki insanlar arasında da denge arar. Birini diğerine ezdirmez. İnsanı ve toplumu, birbirine zıt çeşitli fikirlerle yönetmez.

İslâm; şahsın istekleri ile toplumun arzuları arasında da denge kurar. Böylece, ne kişiler birbirine, ne toplum şahıslara, ne de kişiler topluma baskı kurabilir. Dolayısıyla gelişme hep birlikte olur.

YAŞAM kategorisine gönderildi | GELİŞMİŞLİK VE GERİ KALMIŞLIK ÜZERİNE için yorumlar kapalı

PİYASA EKONOMİSİ VE DEVLETÇİLİK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

PİYASA EKONOMİSİ VE DEVLETÇİLİK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

 

Bilindiği gibi, her insan hata yapar. Dolayısıyla insanları kurdukları organizasyonların da hata yapmaları normaldir. Şirketler de, devlet de insanların kurduğu kurumlar olduğu için bazen hata yapmaları normaldir.

Fakat bilhassa ekonomik buhran dönemlerinde, piyasaların yani özel sektörün yaptığı hataların oluşturduğu tahribat diğerlerinden daha yüksek olmaktadır.

Küreselleşme anlayışının, normal şartlarda savunduğu tezlerden birisi, devletin küçülmesidir. Piyasa ekonomisinin kendi kendini tamir imkânı olduğu, devletin bu düzelmeyi engelleyeceği iddia edilir. Ancak bütün ekonomik buhranlarda gördük ki, piyasalar, devletin kendilerini kurtarmalarını talep ettiler.

Bu isteklerini yaparken de sadece kendi kuruluşlarının kurtarılmasını isterler. Diğer özel sektörün durumunu hiç düşünmezler. Konkordato başvurularının kabul edilmesini beklerler. Böylece kendilerini kurtarıp, onlara iş yapanları zarar ettirirler. Ayrıca devletin, kendi şirketlerine açıktan para desteği vermesini isterler.

Hâlbuki devletin küçülmesi, devletin gelirlerini azaltmaktadır. Dolayısıyla, devletin zayıflamasına sebep olmaktadır. Takdir edileceği gibi, ülkede canlı bir ekonominin var olabilmesi için devletin yapması gereken yatırımlar vardır. Bu yatırımlar sadece alt yapı yatırımları değildir. Bir ülkenin yönleneceği yatırım koluna göre eğitim sistemini düzenlemek de, devletin görevidir. Bunu piyasaların tek başlarına başarması mümkün değildir. Ayrıca ekonominin ihtiyacı olan teknolojik yatırımlar da devletten beklenilir. Borsalar, devletin teknolojik yatırımları olmadan, saniyenin çok küçük bir diliminde işlem yapamazlar.

Bu örneklerin daha fazlasını kafamızda düşündüğümüzde görürüz ki, devlet güçlü olmadan, piyasa ekonomisi canlı bir şekilde yürüyemez.

Devletin küçülmesinin bir başka açıdan daha olumsuz sonuçlar doğurduğunu gözlemlemek fırsatını bulduk. Devletin görevlerinden birisi de, mümkün olduğu kadar da olsa, adil bir toplum oluşturmaktır. Ancak küçülen bir devletten, gelir dağılımını daha adil olacak bir şekilde yapabilmesi için gerekli imkânı ve mekanizmaları kalmamış olur.

Devletin her şeye karışmasının da yanlış sonuçlar doğurduğu anlaşılmıştır. Devleti yöneten insanların, daha çok, kendilerine yakın insanları güçlendirdiklerini, birkaç istisna hariç, hemen bütün dünyada yaşayarak müşahede ettik.

Ancak sermaye birikimini sağlayamamış ülkelerde, devlet, ülkenin ihtiyacı olan alanlara yatırım yapmalıdır. Çünkü bu yatırımları, yalnızca devlet yapabilir. Piyasalar yani özel sektör, yapıları icabı, ülkenin ihtiyacı olan alanları değil, kendi kârlarını azamileştirecek sahaları seçerler.

Devlet veya piyasa ekonomisini savunanların, yaşanan olaylardan etkilendikleri bir gerçektir. 1873 Viyana Borsasının çöküşüyle başlayan süreçte bilhassa, üretim alt yapısı sağlam olmayan, maddeten kalkınamamış bölgelerde devletçilik fikri öne çıktı. Çünkü en çok zararı bu ülkeler yaşadı. Ancak bu fikir, Avrupa ve bilhassa ABD’de kabul görmedi. Çünkü onlar, zararlarını devlet tarafından karşılattılar. Devletleri de bu zararları karşılayacak güçte idi. Dolayısıyla, Adam Smith’in çizdiği yoldan yürümeye devam ettiler.

1929 buhranı, onların düşüncelerinde de değişikliğe yol açtı. Buhranın, bütün kalkınmış ülkeleri de etkisine alması, bu değişikliğin müsebbibi oldu. İnsanların piyasa ekonomisine olan güvenleri sarsıldı. Devletin, ekonomi üzerinde rolünün düşünüldüğünden daha fazla olduğuna inanıldı. Bu inanç, azalarak da olsa, 1980lere kadar sürdü. SSCB’nin dağılma sürecine girmesiyle, yani tam devletçiliğin uygulanışının başarısızlığının anlaşılmasıyla, bu defa fikirler tam zıddı yönde gelişmeye başladı.

Devletin ekonomide baskın rol oynamasına itiraz edildi. Bununla da yetinmeyerek, devletin ekonomi alanından tamamen çekilmesi gerektiği fikri yaygınlaştı. Ancak başlangıçta bu anlayış, dünyanın her yerinde aynı şekilde kabul görmedi. Bilhassa Uzak Doğu Asya ülkelerinin bazılarında farklı fikirler oluştu. Bu ülkeler, devletin kalkınmayı organize etmesinin gerekli olduğunu düşündüler. Hattâ devletin, fiyat mekanizmalarını kullanmasına izin verdiler. Bilindiği gibi, bu ülkelerde 1990’lı yıllarda ekonomik alanda ciddi başarılar elde edildi. Her başarıda olduğu gibi, bu muvaffakiyette de sebebi, sadece bu ülkelerin uyguladığı ekonomik modele bağlayanlar oldu. Başarının mimarı olarak kalkınmacı devlet fikrini gördüler. (Kaldı ki, gelişen olayların sonucunda, günümüzdeki bakış değişmiştir.)

Oysaki takdir edileceği gibi, ekonomik ve sosyal olayların tek bir etkeni yoktur. Sosyal konular ve ekonomi, matematik ve fizik problemi gibi çözülmezler. Zaten o alanlarda da ilerlemeler, teoriler üzerinden yürüyor. Yeni bulgulara ulaşıldıkça eski teoriler boşa çıkıyor, yenileri devreye giriyor. Örnek olarak atom konusunu verebiliriz. Bilindiği gibi, biz atomu göremiyoruz. Onun bütün özelliklerinin belirtilerini de henüz tam anlayamadık. Fakat biz görmüyoruz diye, atom yoktur diyemeyiz. Veya atomun özelliklerinin tamamı, bizim tespit ettiklerimizdir diye bir iddiada bulunamayız. Bizim bunları bilemememiz, atomun hareketini hiçbir şekilde etkilemez. Atom, mevcut yapısıyla hareketini sürdürür.

Sosyal olaylar, atom gibi belli bir özellikte değildir. Değişkendirler. Ekonomi de öyledir. Ekonomiyi etkileyen çok farklı faktörler vardır. Sermaye ve fiziksel imkânların dışında, insanların algılamalarından ve çevreden de etkilenir. Aynı olaylar, aynı insanı farklı ortamlarda farklı etkiler. Bir konuda insanın tek başına iken verdiği tepki, toplum içerisinde iken verdiği tepkiden farklıdır. Hattâ birbirinden değişik yapıdaki toplumlar içerisinde iken bile farklı tepki verebilir. Ulaşılan sonuç farklı olur.

Dolayısıyla bir bölgedeki başarıyı, tamamen uygulanan ekonomik modele atfetmemiz yanlış olur. Benzer şekilde, bir bölgede uygulanan ve başarılı olduğu düşünülen modellerin, diğer bölgelerde de başarılı olacağını iddia etmek güçtür.

Aslında insanların yaratılışları aynı olduğu için, bir bölgedeki uygulamanın, benzer sermaye ve fiziki imkânlara sahip diğer bir bölgede de geçerli olması beklenilir. Fakat böyle olmamaktadır. Bunun en önemli sebebi, kişilerin ve şirketlerin sadece kendi menfaatlerini düşünmeleridir. Diğer taraftan, devleti yönetenler de, kendi taraftarlarını ön plana almaktadır. Dolayısıyla adil bir uygulama olmamaktadır.

Çözüm; ister fakir ister zengin olsunlar, insanların, şirketlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve devleti yönetenlerin, Kur’an’ın yol göstericiliğinde yürümeleridir.

Genel kategorisine gönderildi | PİYASA EKONOMİSİ VE DEVLETÇİLİK ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

YÖNETİCİLER, HALKIN SIKINTILARININ SEBEPLERİNE ODAKLANMALIDIR

YÖNETİCİLER, HALKIN SIKINTILARININ SEBEPLERİNE ODAKLANMALIDIR

 

Ülkeleri yönetenlerin büyük çoğunluğu, halkın memnuniyetsizliğin sebeplerine değil, belirtilerine odaklanmaktadırlar. Çözüm yolu olarak da, belirtileri giderecek yolları tavsiye ediyorlar veya uyguluyorlar.

Konuyu biraz daha anlaşılır hale getirmek için bazı ayrıntılara girelim. Bu sitede yayınladığımız “Reklamın Amacı Üzerine” başlıklı makalemizin bir paragrafı şöyle idi: “Günümüzdeki reklamların amacı, insanları tüketim toplumu haline getirmektir. Reklamlarla bağlantılı olan üretimin de amacı, ihtiyaç duyulan malzemeleri üretmek değil, kârlı satış yapılabilecek ürünleri imal etmektir. Hedef böyle olunca, reklamdan beklenilen, insanların ihtiyacı olmayan ürünleri satın almalarını sağlamasıdır. Dolayısıyla, başarılı olarak nitelenen reklam, insanlara yeni ihtiyaç alanları oluşturmayı başarandır.”

Bu reklamları daha tehlikeli hale getiren bir başka husus, kredi kartları tanıtımlarıdır. Sanki alınan krediler hiç ödenmeyecekmiş gibi tanıtımlar yapılmaktadır.

Özet olarak bahsedersek, reklamlar, insanları, sahip olmadıkları paraları, ihtiyaçları olmayan şeyleri almaya yönlendirmektedir. Devleti yönetenler ise, aldatma teknikleriyle dolu olan bu reklamlara, hiçbir şey yapmamaktadır. Yöneticilerin yaptıkları, reklamların etkisiyle maddi sıkışıklığa düşen halka faizli kredi verilmesini sağlamaktır. Kredi alamayacak kadar sıkıntıya düşenlerin küçük bir bölümüne doğrudan maddi yardım yapmaktır. Bir kısmına da, zaman zaman devlet bankaları aracılığıyla daha düşük faizli kredi vererek, eskiden aldığı ve ödeyemediği kredilerini ödemesini sağlamaktadır. Bu uygulamalar, maddi sıkıntıya düşen insanların durumlarını daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Konunun ciddiyetini daha iyi anlamak için, reklamların çocuklar üzerinde yaptığı kötü etkilerin benzerini, bir siyasetçinin, çocukları ve hattâ büyükleri kandırarak yaptığını düşünelim. Hemen, rakip bir siyasetçi duruma müdahale edecek ve hatalı davrananı halkın gözünden düşürmeye çalışacaktır. Ama ilginç olan, birbirleriyle kıyasıya mücadele eden, rakiplerinin küçük bir hatasını devleştiren siyasetçilerin hiçbirisi, reklamların insanlar üzerindeki kötü etkilerini dile getirmemektedir.

Bilindiği gibi, devletin görevlerinden birisi, hastalıkları önlemeye çalışmaktır. Fakat çoğu ülkede yöneticiler, dikkatlerini hastalıkları önleyecek sistemler ve uygulamalar üzerine vermemektedir. Hasta olan insanlara doktora giderek ilaç almalarını öğütlemektedir. Yöneticiler, ilaçların kimyasal yapılarının insanlar üzerindeki etkilerini ciddiyetle araştırılmasının peşine düşmüyorlar. Bitki özlü ilaçların artmasını teşvik etmiyorlar. Sadece, hastaların kendiliklerinden ilaç kullanmamalarını, doktorun vereceği ilaçları kullanmalarını öğütlüyorlar. Hastalar da, bir doktorun verdiği ilaca, gittiği başka bir doktorun itiraz etmesi sonucu, ne yapacağını şaşırıyor.

Yöneticilerin görevlerinden bir diğeri, insanların sağlıklı beslenmeleri için ortamları hazırlamaktır. Yöneticiler, insanların hasta olmalarına vesile olan GDOlu yiyeceklerin yetiştirilmesine, her türlü zararlı hormonun kullanılmasına ses çıkarmıyorlar. Yiyecekleri satın alırken insanların nelere dikkat etmeleri gerektiğini ciddiyetle anlatmıyorlar. İlaçların bilinçli kullanılması için, ülke çapında gayret göstermiyorlar. Fakat hastalanan insanları tedavi etmek için çok daha fazlasını ödemeyi, marifet gibi gösteriyorlar.

Yöneticiler, yaşam boyu spor için gerekli ortamları yeterince hazırlamıyorlar. İnsanları bu yönde yeterince bilinçlendirmiyorlar. Yiyecekler ve bunların tüketimi hususunda, insanları yeterince bilgi sahibi yapmayan yöneticiler, onları diyet yapmaya yönlendiriyorlar. Diyeti de, mutlaka bir diyetisyen eşliğinde, yani para ödeyerek yapmalarını tavsiye ediyorlar. Bu öğütle, görevlerini çok iyi yaptıklarını düşünüyorlar.

Yöneticiler, halkın yaşadığı olumsuzluklara, devletin uygulamalarındaki yanlışlıklara odaklanmıyorlar. Bilhassa, adaletsizliklere karşı ortamı düzeltecek tedbirleri almakta yeterince gayret etmiyorlar. Fakat yaşadıklarının olumsuzlukların etkisiyle ne yapacağını şaşıran insanları, psikologlara yönlendirmeyi marifet sayıyorlar.

Benzer şekilde, ülkedeki yönetim hatalarından, adaletsizliklerden veya insanların kendi hatalarından kaynaklanan suçlar işleniyor. Yöneticiler, “devlet polis, millet hırsız” mantığıyla hazırladıkları kanunları işleterek, insanları hapse atıyorlar. Değişik sebeplerle hapse düşen insanların düzelmeleri için programlar uygulamak yerine, hapis şartlarını ağırlaştırmaya çalışıyorlar. Yöneticiler, bu uygulamalarının sonucunda, hapisten çıkanların içerisinden tekrar hapse girme oranındaki artıştan, kendilerinin de payı olduğunu düşünmüyorlar.

Yöneticiler, uyguladıkları ekonomik sistemin, insanları daha menfaatçi yaptığını görmüyorlar. İnsanlar arasındaki dostluğun çok zayıfladığını fark etmek istemiyorlar. Sistemin hatasından dolayı bir dostundan borç alamayacak hale düşmüş insanları, faizle borç almaya yönlendiriyorlar.

Ticari alanda kurulan şirketlerin, sermayeleri oranında sorumlu olmasına ses çıkarmıyorlar. Ticarete atılan bir insanın bütün varlığıyla sorumlu olması gerektiğini, göz ardı ediyorlar. Böylece, aynı birkaç kişinin, sadece insanları kandırmak amacıyla çok sayıda şirket kurmalarına sebep oluyorlar. Bu şirketler, bilanço oyunlarıyla şirketin üzerinde para ve mal göstermiyorlar. Böylece, sermayelerinin yüzlerce katı oranında satın aldıkları malların paralarını ödemediklerinde, ceza almıyorlar. Böyle firmalara yaptığı işlerin paralarını alamayan insanların, zor duruma düşmelerine sebep oluyorlar.

Bizim çok kısa olarak verdiğimiz bu örnekler, çoğaltılabilir. Bizim burada vurgulamak istediğimiz, yöneticilerin, meselelerin temel sebeplerine yönelmelerinin gerekliliğidir. Sorunlara sadece “pansuman” tedbirlerle yaklaşmanın, sorunları artırmaktan başka bir işe yaramayacağını göstermektir. Bilindiği gibi, bazı yaralar sadece pansuman yapılarak kapanabilir. Fakat bazıları, sadece pansuman yapıldığında kangrene çevirebilir.

Sosyal kategorisine gönderildi | YÖNETİCİLER, HALKIN SIKINTILARININ SEBEPLERİNE ODAKLANMALIDIR için yorumlar kapalı

DİNLERDE CİHAT KONUSU

DİNLERDE CİHAT KONUSU

 

Bu sitedeki daha önce yayınladığımız “İslâm’da Cihad” başlıklı makalemizde cihat konusunu irdelemeye çalışmıştık. Arapça cihad kelimesinin “cehede” kökünden geldiğini ve “gayret etmek” anlamında olduğunu ifade etmiştik. İslâm’da emredilen büyük cihadın, insanın kendi nefsine karşı yaptığı mücadele olduğunu vurgulamıştık. Ancak cihat kelimesinin, “savaş” anlamının da olduğunu belirttik. Allah’a inananlara karşı savaşanlara karşılık verilmesinin istendiğini ayetlerle aktarmıştık. Bu anlamıyla İslâm’daki savaşın amacının barışı korumak olduğunu, yine ayetlerden örneklerle göstermiştik.

İnsanın kendi nefsine karşı savaşması gerektiği, bunu başarmanın büyük erdem olduğu, hemen bütün dinlerde ve öğretilerde vurgulanmıştır. Bu nedenle biz cihadın, başkalarına karşı savaşmak anlamının üzerinde duracağız.

Günümüzde yaşayan semavi dinlerden Yahudilikte de, cihat emri vardır. Bu hususta Kur’an’da verilen bilgi, en güvenilir kaynaktır.

5 Maide Suresi 21: “(Hz. Musa) Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı kutsal toprağa girin. Sakın ardınıza dönmeyin. Yoksa ziyana uğrayanlar olursunuz.”

24: Dediler ki: “Ey Musa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.”

21inci ayette Yüce Yaradan, İsrailoğullarına vatan olmasını düşündüğü kutsal toprağı işaret ediyor. Oraya gidip savaşmalarını ve yerleşmelerini istiyor. Fakat İsrailoğulları, Rablarının bu talebini reddediyor. Bunun üzerine Yüce Yaradan onları cezalandırıyor:

26ıncı ayet: Allah, şöyle dedi: “O hâlde, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dönüp dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme.”

Demek ki, Yahudilik olarak bilinen Allah’ın dininde de savaş emri var.

Hristiyanlıkta da savaş konusunun işlendiğini Matta İncilinden anlıyoruz. 26/52inci bölüm: “Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek” İncil’deki ifadede kılıç çekmeyenlerle ilgili bir ibare yok. Bu hususta benzer bir ifadeye, Saint Matthieu’nun X(10) 34 üncü kısmında rastlıyoruz: “Ben (Hz. İsa), size sulh getirmeye değil, kılıç getirmeye geldim.”

Buradaki kılıç ifadesi, kuvvetle ihtimal, mecazi anlamdadır. Sulhu insanların sağlayacağı, bunu temin için de, mücadele azimlerinin olması gerektiği vurgulamak istenmiş olabilir. Belki biraz daha farklı bir anlamı olabilir. Ama doğrudan kılıcın kendisini getireceği anlamı olamaz.

Matta İncilinin 26/52inci bölümündeki ifade, Kur’an ayetleri ile benzeşmektedir. Allah’ın yolunda gidenlere karşı kılıç çekenleri, aynı şekilde karşılık vererek, kılıçla öldürmeye izin verilmiştir. Kur’an’daki benzer ifade şöyledir.

Hacc Suresi 40: Onlar “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan mescitler elbette yıkılırdı. Şüphesiz Allah kendi(dini)ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok kuvvetlidir (her şeye galiptir).

Hıristiyanlar, İncillerde cihat emrinin olmadığını düşünseler idi, Haçlı Seferlerini düzenlerler miydi? Bilindiği gibi Haçlı Seferlerinin tertipleyicisi ve toparlayıcısı, Kilise ve Papalık olmuştur. Bu seferler Müslümanlara karşı yapılmıştır. Fakat Hıristiyan halk, “kâfirlere” karşı savaşmak için çağrılmıştır.

Semavi dinlerin dışındaki en eski inanış Hinduculuktur. Bu dinin temelini teşkil eden Vedaların vahiy ifadeleri olup olmadığı tartışmalıdır. Hinduculukta din işlerini Brahmanlar, devleti ise Kshatriyalar yönetir. Brahmanların görevi, insanın kendi nefsiyle yaptığı savaşı yönetmektir. Kshatriyaların görevi, dışarıya karşı yapılan harbi idare etmektir.

Brahmanlar arasında kurbancı olanlar vardır. Kurbancı Brahman, elinde tuttuğu tahta kılıcı salladığı vakit, bu, artık onun, düşmana karşı fırlattığı bir yıldırım anlamına gelir. Tahta kılıç uygulaması İslâmiyet’te de vardır. Din adamının tahta kılıcı kullanması, muhtemelen devlet yöneticisini savaşa çağırmak anlamındadır.

Brahmanlarda kılıç, yıldırım ile bir tutulurken, Şintoizm’de kılıç, şimşekten türemiştir.

Aslında bütün dinlerin temeli kendi nefsinle mücadeleyi emrederken, dışarıya karşı barışçı olmayı öğütler. Ancak barışçı olmanın sınırlarını çizer.

Tarihte, bütün dinlerin mensupları içerisinden, barışçı olmanın sınırlarını, kendi amaçları doğrultusunda çizenler her dönem olmuştur. Semavi dinlerdeki bazı yanlış uygulamaları çoğumuz biliyoruz. Halen de yaşıyoruz. Diğer dinlerden Hinduculuk taraftarları dışarıya karşı pek savaşmamış. Sadece Hindistan’da ortaya çıkan Budizm’in ilk başlarında ve henüz güçlenemeden, taraftarlarını ülkeden kovmuşlar, rahatladıktan sonra da Müslümanlar gelene kadar savaş ihtiyacı duymamışlar. Çünkü yaşadıkları bölgeyi çevreleyen denizleri ve Himalayaları aşmaya çalışmanın bir anlamını görememişler. Ülkelerine gelen Türklere karşı savaşmak ihtiyacı duyduklarında güçleri yetmemiş. Aynı durum İngilizlere karşı da vuku bulmuş. Fakat onlar da, kendi insanları arasında kast sistemi oluşturarak, bir alt gurupta olanları ezmişlerdir.

En barışçı dinlerden olan Budizm, Çin’de yayılmış. Çinliler geniş ülkelerini çevreleyen denizleri ve kuzeydeki çölleri, dağlık bölgeleri aşmanın faydalı olacağına inanmamışlar. Kendi içlerinde mücadele etmişler. Budistlerin arasından, zaman içerisinde krallarla birlikte hareket ederek, kendileri dışındakilerle acımasızca savaşan Budist rahipler her dönem olmuştur. Bu hatalı tutum, günümüzde Sri Lanka ve Birmanya’da da görülmüştür.

Japon Budistleri içerisinde en savaşçı bilinenler, Zen tarikatının üyeleri olmuşlardır. Japonlar dış dünyadan habersiz yaşadıkları için, dışarıya karşı savaşmak ihtiyacını duymamışlar ve içlerinde mücadele etmişlerdir.

Eğer Hinducular, Budistler, Şintoistler, Avrupa veya Asya’nın içlerinde yaşasalardı, tarih, kuvvetli ihtimal, farklı gelişirdi. Onların da, dışarıya karşı cihatları hususunda çok sayıda örnekler oluşurdu.

Yaşayan bütün dinlerde savaş, eğer huzuru ve nizamı bozanlara, başkalarını ezenlere karşı yapılıyor ve onları tekrar düzene sokmayı hedefliyorsa, meşru görülür. Bu amaçla yapılan ve düşman teslim olduktan sonra sürdürülmeyen savaş, adaleti tesis etmenin hem bir aracı hem de göstergesi olarak değerlendirilir.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | DİNLERDE CİHAT KONUSU için yorumlar kapalı

SİYASETÇİ VE ZENGİN İŞBİRLİĞİNİN SEÇİMLERE ETKİLERİ

SİYASETÇİ VE ZENGİN İŞBİRLİĞİNİN SEÇİMLERE ETKİLERİ

 

Herhangi bir ülkedeki en zengin % 0,5-1’i arasına giren gurubun, zenginliklerini sürdürebilmeleri için, devlet yönetimde etkili olmaları şarttır. Bu yazımızda ele alacağımız zenginler, hırslarının peşinde gittikleri için, sadece kendi menfaatlerini düşünenlerdir. Eğer ülkede, görünüşte de olsa, demokratik seçim yöntemi yoksa zenginlerin işleri çok kolaydır. Zaten yönetimdekiler ve onlarla bağlantılı olanlar dışında, zengin pek yoktur. Çünkü araya, yönetimdekilerin istemediği başka birilerinin karışma ihtimali çok zayıftır.

Eğer ülkelerinde demokratik seçim sistemi varsa, o zaman ince taktiklerin uygulanması ihtiyacı doğar. Bu durumda siyasetin işleyişinin, hırslı zenginlerin ve zenginlere hizmet edecek hırslı siyasilerin lehine oluşturulması gerekir. Ancak halkın da, bu yapının farkına varacak kadar bilgi sahibi olmamasını temin etmek şarttır.

Fark ettirmemeyi başaracak olanlar siyasetçilerdir. Takdir edileceği gibi, siyasetçiler, bir nevi tüccardırlar. Onlar, fikirleri pazarlarlar. Zenginlerin büyük çoğunluğunda, fikirlerini doğrudan halka pazarlayacak kabiliyet yoktur. Onlar, mallarını pazarlamak için bile, başkalarını ve reklamcıları kullanırlar. Zenginler ile karşılaştırıldığında, siyasetçilerin başka ilave özellikleri daha vardır. Siyasetçiler, pazarladıkları fikirleri kanun maddelerine dönüştürebilirler.

Ülkelerin çoğunda, siyasetçilerinin kapasiteleri, hem fikir üretmek, hem bu fikirleri pazarlamak, hem de bunları kanun maddesi haline getirmek için yeterli değildir. Dolayısıyla, politikacıların da desteğe ihtiyaçları vardır. Ancak zenginler, bu desteği onlara doğrudan veremezler. Çünkü onların içerisinde de, böyle bir kapasiteye sahip olanlar son derece azdır. Zenginlerin yapmaları gereken şey, ülkenin akademisyenlerinden, fikir insanlarından ve sivil toplum kuruluşlarından bazılarını destekleyerek, bunların, siyasetçilere ve bürokratlara yardımcı olmalarını sağlamaktır. Siyasetçiler de elbette, kendilerine ne verilirse sadece onları yapan robotlar değildir. Onlar da, kendilerine verilen bu bilgileri, kendi dünya görüşleriyle harmanlayarak ve kendi bildikleri yöntemlerle halka sunarlar. Halkı ikna ederken, akıllara değil, daha çok duygulara hitap ederler. İnsanların duygularına hitap ederken, fikirlerini akıllı bir davranış gibi göstermeyi başaranlar, siyasette daha başarılı olurlar.

Halkın gerçekleri görmesini engellemek için, siyasetçilerin, halka yalan söylemeleri veya yanıltıcı bilgi vermeleri, çoğu zaman, yeterli olmaz. Yukarıda söylediğimiz gibi, sivil toplum kuruluşlarının da, zenginlerin menfaatleri doğrultusunda organize edilmeleri gerekir. Bu kuruluşların hepsine ulaşmak ve onları kendi istekleri doğrultusunda koordine etmek çoğu zaman mümkün olmaz. Bu sebeple, daha etkili olanlara öncelik verilir. Bu açıdan bakılınca, kamu kurumu niteliğindeki sivil toplum kuruluşlarının da, siyasetçilerin etkisi altına alınması gerekir. Bunu sağlamak için, bu kuruluşların seçim, yönetim kuralları ve gelir kaynakları, siyasilerin etkilerinin olabileceği şekilde düzenlenmelidir. Dolayısıyla, sivil toplum kuruluşlarına zenginlerin verecekleri maddi desteklere ilaveten, siyasetçilerin de yapacakları kanunlar önemlidir.

Sivil toplum kuruluşlarıyla ilgili sistemin yeniden düzenlenmesinin en önemli amacı, yapılan bir seçimde kazanan yandaş gurubun, bu kuruluşun yönetimini bir daha kaybetmemesidir. Bazen bunu sağlamak mümkün olmaz. Dolayısıyla yargı sistemini de düzenlemek gerekir. Yargıdaki düzenlemeler halkın farkına varamayacağı şekilde yapılmalıdır. Yargının, normal olaylarda halkın ve bireyin lehine karar verdiği algısı oluşturulmalıdır. Fakat az sayıda vuku bulacak olan önemli anlarda,  zenginler ve zenginlere hizmet eden siyasilerin korunması sağlanmalıdır.

Herhangi bir ülkede, siyasetçi-bürokrat-zengin üçgenini tamamlayan gurupların önlerinde, dünyevi engel kalmamış demektir. Çünkü üçgen tamamlanınca, yargı kurumu da bürokrasinin içerisinde erir. Bağımsız düşünen dürüst yargı mensupları elenir. Bu üçlünün oluşumu sırasında, zaten medyanın büyük bölümü, etkileri altına alınmış olacağından, bu üçlü için tek engel, sadece kendilerinin kibre kapılarak hata yapmaları sonucu ilâhi adaletin gerçekleşmesidir.

Bizim kısmen senaryo gibi anlattığımız bu durum, maddeten kalkınmış ülkelerin birçoğunda da geçerlidir. Bu ülkelere verilebilecek ilk örnek ABD’dir. ABD’deki Yüksek Mahkeme diğer ülkelere göre daha bağımsız olarak bilinir. Fakat onlar bile, 2010 yılında, büyük şirketlere, siyasi seçim kampanyasında, sınırsız harcama yapabilmeleri hakkını onaylamıştır. Bilindiği gibi bu şirketlerin bir kısmı, yüzbinlerce ABD vatandaşının toplamından daha zengindir. Sıradan bir vatandaştan da, belki de milyonlarca kat daha zengindir. Bu durumda, zenginlerin desteklediği adayların kaybetme ihtimalleri, çok düşüktür.

Bizim ifadelerimizden zenginleri sevmediğimiz gibi bir anlam çıkarılmayacağını, diğer yazılarımızı okuyanlar bilirler. Biz zenginliğe değil, toplum nezdindeki güçlerini, takvalı davranışlarda değil, sermaye güçlerinde aradıkları için, haksız uygulamalar yapanlara ve bazısının zalimliklerine karşı tavırlıyız. Bir başka yazımızda ifade ettiğimiz gibi, Müslümanların içerisindeki en geniş kitleye sahip mezhep olan Hanefi mezhebine adını veren Ebu Hanife, çok zengin insan idi.

Dolayısıyla, elbette zengin şirketlerin de, kendilerini ifade hürriyetleri vardır. Fakat şirketlerle vatandaşın arasındaki güç farkı dikkate alınınca, yargının verdiği kararla, şirketlerin ifade hürriyeti, vatandaşın mücadele özgürlüğünü neredeyse sıfırlamaktadır. Desteklediği partisine belki de 40 yıldır, en alt kademeden başlayarak hizmet etmiş bir vatandaşı düşünelim. Normal şartlarda herhangi bir seçimde, o kişinin partisinin, kendisi gibi parti içerisinde hizmet etmiş insanlar içerisinden daha kapasiteli olanı aday göstermesi beklenilir. Fakat önemli konumdaki adaylıklarda genelde böyle olmaz. Aynı partiye yeni girmiş, hattâ girmeden önceki dönemlerde, bu partinin aleyhine konuşmuş veya fiilen zarar vermiş bir insanın adaylığı öne çıkabilir. Yeter ki bu şahıs, siyasetçi-bürokrat-zengin üçlüsünün daha çok desteklediği insan olsun. Bu kişinin tanıtımı yapılırken zengin şirketlerin verecekleri maddi destek, istenilen her türlü algıyı oluşturabilir.

Bazen, oluşturdukları algılarla yaptıkları yanıltmalar da, destekledikleri kişinin seçilmesine yetmeyebilir. ABD’de başkanlık yapan oğul Bush’un, ilk seçildiği seçimleri hatırlayalım. Bush ile rakibi Al Gore, birbirine eşit oy aldılar denildi. Fakat sonucu belirleyen, Florida’daki 25 delegenin oyu oldu. Uzun mahkemeler, çöp varillerinde bulunan oylardan sonra Bush’un seçimi kazandığı ilan edildi.

ABD gibi demokrasi şampiyonu olarak görülen bir ülkede yaşanan bu garip olay gösterdi ki, hırs sahibi zengin-siyasetçi-bürokrat üçlüsü, her halükârda istediği sonuca ulaşma imkânına sahiptir. Vatandaşlar ise, halen demokrasi ile yönetildiklerini ve yöneticileri kendilerinin seçtiklerini zannetmekteler. ABD’de bu gerçekleşebiliyorsa, demokrasi hususunda henüz emekleme safhasında olan ülkelerde, ilan edilen seçim sonuçlarının inandırıcılığı çok tartışmalıdır.

Diyelim ki, seçim sonuçlarında ciddi bir hile yapılmadı. Ama yine de demokrasinin emeklediği ülkelerde, vatandaşın seçimlerdeki etkisi yok denecek kadar azdır. Çünkü oy verdiği adayların seçilmesinde etkileri sıfıra yakındır. Vatandaşın oy verdiği adayların büyük çoğunluğunu belirleyenler, ister muhalefette isterse iktidar partisinde olsun, hırslı zenginler ve onlara hizmet eden siyasetçilerdir.

Bu seçim yöntemi devam ettikçe, sistem geri döndürülemez bir hal almaya başlamaktadır. Çünkü her seçim, zenginlerin ve zenginlere hizmet eden siyasetçilerin güçlerini artırmaktadır. Sıradan bir vatandaşın ve halkın gücü ile zenginler ve siyasetçiler arasında uçurum oluşmaya başlamaktadır. Sadece kendilerini düşünen zenginlerin kurduğu bu düzenin çarkları arasında kalan vatandaşların büyük bölümü, siyasetten uzak durmaya çalışmaktadır. Halkın bu bıkkınlığı, hırslı zenginlerin ve zenginlere hizmet eden siyasetçilerin işlerini kolaylaştırmaktadır.

Bazı zenginlerin ve zenginlemiş siyasilerin denetimine giren medyanın sunduğu yanıltıcı bilgi akışı, vatandaşı oy vermeye zorlamaktadır. Fakat bu zorlamaya rağmen, vatandaş bu durumun farkına varamamaktadır. Aksine kendisini ve kullandığı oyunu önemsemektedir. Hattâ ülkedeki sistemin kendisine hizmet ettiğini bile düşünebilmektedir. Kendisini önemli görmesine rağmen, seçimler öncesinde partilerin adayları belirlenirken, kafası başka konularla meşgul edilerek önem sırası saptırılmaktadır. Zenginlerin belirledikleri adayların medyadaki tanıtım bombardımanının tesiriyle, o adayları destekleyici konuşmalar yapmaktan, kendisinin adaylığının peşine düşememektedir. Zenginlerin hizmetindeki partilerin yöneticileri, gündem değiştirmekte ustalaştıkları için, vatandaş zaten onların gündeminin dedikodusu ile zamanını doldurmaktadır.

Zenginlerin çoğu, giderek, tam istedikleri gibi kukla aday peşinde koştuklarından, bu adaylar için oy toplamakta zorlanmaya başladılar. Bu sebeple, mecburen daha çok para harcamaları gerekiyor. Çünkü defolu olan adayları için, vatandaşı sadece fikren ikna etmek yetmiyor, maddeten de ikna etmek ihtiyacı doğuyor. Bilhassa, emekleyen demokrasinin olduğu ülkelerde, zenginler ve zenginleşen siyasiler, daha çok para harcadıkça, bu paraları fazlasıyla geri kazanabilmek için, daha cüretkâr yolsuzluklar ve hukuksuzluklar yapmaya başlıyorlar.

ABD gibi demokrasinin daha iyi uygulandığı ülkelerin vatandaşlarını da, artık ikna etmek giderek zorlaşıyor. ABD’de başkanlık seçimlerindeki oylamaya katılımın son yıllardaki ortalaması, yüzde 57 gibi düşük oranlardadır. Başkanlık seçiminin olmadığı Temsilciler Meclisi seçimlerinde bu oran %40’a kadar düşmüştür. Gençlerdeki oy kullanma oranı ise, çok daha kötüdür. Yüzde 20’lere kadar düşmüştür. Bütün bunlar, insanların ve bilhassa gençlerin siyaset kurumuna ve siyasetçiye güvenmediğini göstermektedir. Aynı zamanda geleceğe de güvenle bakmadıklarının göstergesidir. Gençlerdeki, ülkedeki eşitsizliğin varlığına olan inancı artırmakta, demokrasiye olan güveni zayıflatmaktadır. Bu durum, maddeten kalkınmış ülkelerin gelecekleri açısından, tehlike sinyalidir.

Emekleyen demokrasinin olduğu ülkelerde, seçime katılımı artırmanın en etkili yolu, karşı partileri düşman yerine koymak olmaktadır. Böylece bazen, katılım gerçekten artmaktadır. Fakat toplum, birbirini sevmemekle kalmayarak nefret eden insanlar topluluğu haline gelmektedir. Bu anlayış, böyle ülkelerin geleceği açısından çok tehlikelidir.

İnsanlığın güzel geleceği için, bu gidişatın değiştirilmesi gerektiği açıktır. Burada ilk görev, zenginlere ve siyasetçilere düşmektedir. Eğer mevcut ortam böyle devam ederse, patlamaya hazır bir hale doğru ilerleyen toplumların aniden patlamaları durumunda, en çok zararı zenginlerin ve siyasetçilerin görecekleri açıktır.  Ancak bir ülkenin zenginlerinin ve siyasetçilerinin, tek başlarına bu durumu düzeltmeleri çok zordur. Mümkün olduğu kadar çok katılımlı ortak tavırlarla sonuca gidilebilir. Herhangi bir sebeple ortak tavrın dışında kalanların, en çok zararı görmeleri ihtimali çok kuvvetlidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | SİYASETÇİ VE ZENGİN İŞBİRLİĞİNİN SEÇİMLERE ETKİLERİ için yorumlar kapalı

SOSYAL KONUMUMUZU TAKVA DEĞİL, SERVET BELİRLERSE

SOSYAL KONUMUMUZU TAKVA DEĞİL, SERVET BELİRLERSE

 

Takvayı, Yüce Yaradan’ın emir ve isteklerini yerine getirme anlamında alıyoruz. Allah’ın emir ve yasaklarına uymanın oranı arttıkça, takvadaki derecemiz yükselir.

Günümüzde, maddecilik fikri zihinleri o kadar etkilemiştir ki, imanlı insanların bile büyük çoğunluğunu tesiri altına almaktadır. Dışarıdan bakıldığında dindar olarak görülen pek çok insan, içten aynı durumda değildir. Bu insanlar sanki makine gibidirler. Dini konulardaki bazı şeyleri ezberlemişlerdir. Dinle ilgili olan uygulamalarının birçoğunu, aynı makine gibi, düşünmeden yapmaktadırlar. Neden böyle yaptıklarını hiç düşünmemektedirler. Sadece ezberledikleri bazı kavramları hafızalarında tutmaktadırlar. Fırsat buldukça da, tıpkı mekanik bir makine gibi aynı şeyleri tekrarlamaktadırlar. Onlarla biraz konuşulunca, bütün bildiklerinin ezberlediklerinden ibaret olduğu anlaşılır.

Bu açıdan bakılınca, iman sahibi oldukları düşünülen insanlardaki maddeci bakış, iman sahibi olmadıklarını söyleyenlerden aşağı kalmamaktadır.

Maddecilik, her şeyi madde olarak tasavvur eder. Tıpkı bir makine gibi, her şeyi sayar ve ölçer. Maddeci anlayıştakiler, makinelerden de ileri gitmişlerdir. Onlar, yalnızca niteliği değil, niceliği de saymaya ve ölçmeye çalışırlar. Psikolojide bile ölçme yöntemleri geliştirme gayretleri bu durumun göstergelerinden sadece birisidir.

Dindar olduklarını iddia eden insanların çoğu da, benzer şekilde niceliği ölçmeye çalışırlar. Onlar da dindarlığı, sanki ölçme ve saymaya indirgemişlerdir. Allah’ın insanlardan istediği takvalı davranışları sergilemeye çalışmak yerine, ezberledikleri duaları kaç kere okuduklarını saymaktadırlar. İnsanların kıldıkları namazda, secdeye doğru giderken pantolonlarını çekip çekmediklerine, secdeden kalkarken sağ ayak başparmaklarının yerden kalkıp kalkmadığına, başlarında takke olup olmadığına bakarak, namazların kabul derecesini ölçmektedirler. Benzer birçok yöntemle, kişilerin dindarlık seviyelerini ölçmektedirler.

Artık, dindarlığın derecesi, nicelik yani salih amel işlemek değildir. Onlara göre ölçü, sanki 3T formülüdür, yani takke-tespih-takunyadır. Takkesiz namaz kılanın, namaz sonrasında tespih çekmeyenin, abdest sırasında takunya giyip ayağını yıkamayarak mesh edenin kıldığı namazlar, sayma ve ölçme hesabına bile alınmamaktadır.

Anlaşılan o ki, maddecilik her alana girmiştir. Her şeyi maddeleştirmiştir. Her şeyi ölçeceğine inanmıştır. Yukarıdaki basit örneklerden de görüldüğü gibi, dindar olduklarını iddia edenlerin bile çoğu, maddeciliği içselleştirmişlerdir. Dini alanda bile bu etkiyi oluşturmuşsa, maddeciliğin insanları fiilen teslim almakta olduğunu söylemek, bizi yanıltmaz.

Maddecilik bu denli etkin olunca, hakikat kavramının da anlamı değişmeye başlamıştır. Artık, bir şeyin gerçekliği, beş duyumuz ile bilinmesiyle sınırlandırılmıştır. Beş duyu ile belirlenmeyen şeyler, gerçek dışı olarak kabul edilmiştir. Bu anlayış, dindar bilinenleri de kuşatmıştır. Dindar bilinenlerin çoğu, Tanrı inancını içselleştirememişler ve hayatlarını maddeciliğin tesirinde sürdürmektedirler. Eğer, Tanrı inancını bir hakikat olarak düşünselerdi, yaptıkları her şeyi gören, kafalarından geçirdikleri her şeyi bilen bir Tanrı gerçeği var iken, kimse fark etmedi diyerek, menfaat peşinde koşmazlardı.

Maddecilik ve ölçme yarışı, bilimsel çalışmaları da etkilemiştir. İlmi bulgular, bilgeliğin önüne geçmiştir. Hâlbuki bilimsel çalışmalar, Yüce Yaradan’ın yarattığı kâinatta oluşturduğu sistemin işleyişini anlayabilmek için ölçme ve sayma yapar. Öteki dünya hususunda hiçbir şey diyemez. Bir şey diyemediği için de, maddi alanla ilgili olmayan şeyleri incelemeyi ilmi olmadığı gerekçesiyle reddeder.

İnançlı insanların büyük çoğunluğunun ahiret konusundaki tasavvurları da, bu dünyadaki yaşam ile benzeşir. Ahiretteki cennet hayatında kendilerine, “göğsü yeni tomurcuklanmış güzel hurilerin” hizmet edeceğini düşünürler. Böylece ölçülerini verdikleri hurilerin sayıları hakkında bile fikir yürütürler.

İnançlı insanları bir kısmı, bir kimsenin evliya olup olmadığına oluşturdukları mucizelerin varlığına göre karar verirler. Hangi evliyanın daha üstün olduğunu, oluşturduğu mucizelerin sayısı ve güçlüğü belirler. Bu ayrımı da, güya bilimsel davranmak adına yaparlar. Sevdikleri şeyhleri ve hattâ peygamberi övebilmek, diğerlerinden üstün olduğunu vurgulayabilmek için, bilimsel davranabilmek adına, mucize olaylar uydururlar. Hâlbuki bilindiği gibi, mucizeleri insanlar oluşturamaz. Bizim mucize olarak nitelediğimiz şeyleri oluşturan, Yüce Yaradan’dır. Bize göre mucize olan şeyler, Allah’a göre çok sıradan bir iştir.

Bazı insanlar da, Kur’an’ın, Allah’ın sözü olduğunu ispat etmek için, bilimsel bulgularla Kur’an ayetlerindeki ifadeleri karşılaştırırlar. Bunu yapabilmek yani bilimsel olayların Kur’an’da bahsedildiğini anlatabilmek için, ayetlerin anlamlarını günümüzdeki bilimsel bulgulara uyarlamaya çalışırlar. Ne kadar çok sayıda ayeti bilimsel bulgularla eşleştirirlerse, Kur’an’ın o kadar çok Allah’ın sözü olduğunu ölçtüklerini zannederler. Arapçanın yapısı, bazı kelimelerin 20 civarında anlamının olması, böyle düşünenlerin işlerini kolaylaştırır.

Batı dünyasında taraftar bulan Spirtüalizm yani maneviyatçılık anlayışı da, savunmalarında, maddiyatçılık ile benzer temellere dayanmaktadır.

Bizim verdiğimiz çok az sayıdaki örneklerin çok daha fazlasını, okuyucularımızın vereceğine inanıyoruz. Bu sebeple misal vermeyi burada bitiriyoruz. Bütün bu örneklerin doğrultusunda şunu söyleyebiliriz ki, inançlı insanların bile çoğunluğu, manevi olayları ve hayatı, maddeciliğin etkisiyle hayal etmektedir.

İnsanlığın huzuru, maddecilikten uzaklaşması ile doğru orantılıdır. Maddecilikten uzaklaştıkça, güzelliklere ulaşması artacaktır.

Maddecilik, yani sayma ve ölçme anlayışı, insanların arasındaki servet farkını artırmıştır. Servet farkının artması, bir sorun olmakla birlikte, çözülemeyecek kadar ciddi bir mesele değildir. Ancak, maddeci zihniyetin hâkim olduğu bir ortamda oluşan servet farkı, insanlığın temeline konulmuş dinamit gibidir.

Hâlbuki servet sahibi olanlar iman sahibi insanlar olursa, sonuç farklı olur. Bu insanlar, servetlerinin ahiret hayatında kendilerine yaramayacağını bilirler. Servetlerini infak ederek (paylaşarak) fakirleri korurlarsa, hem toplum huzurunu korumuş hem de kendileri takvalı davranmış olurlar. Yüce Yaradan, kutsal kitaplarında insanlar arasındaki farkın, takva açısından olduğunu ifade etmektedir. Böylece servetlerini paylaşan insanlar, hem toplum nezdinde saygınlık kazanırlar, hem de Allah nezdinde itibar sahibi olurlar.

Günümüzde, toplumları sevk ve idare etmek için, maddi vasıtalara sahip olmak yeterlidir. Bu gidişat tehlikelidir. Maddeten kalkınmış bir ülke olan ABD’de bile bugün, nüfusun %1’rinin her şeye hâkim olduğuna inanılır hale gelmiştir. Nüfusun %99’zunun içerisinde, geleceğe umutla ve güvenle bakanlar her geçen gün azalmaktadır. Oysa toplumları sevk ve idare etmekte takvaca üstün olanlar, yani Allah’ın emir ve yasaklarını uygulayanlar etkili olurlarsa, geleceğe umutla ve güvenle bakan insanların sayıları hızla artacaktır.

Maddeci anlayış, insanlara mümkün olduğu kadar çok tüketmeyi öğütler. Çünkü maddeci anlayışta, insanlar arasındaki sosyal konum farkını, yapılan tüketimler belirler. Bu sistemde, daha çok tüketenler, insanları yönetme mevkiine yükselmeye daha yakındırlar.

Hâlbuki hem şahısların hem de insanlığın huzuru, daha az tüketmektedir. Daha önce kanaatkârlık üzerine yayınladığımız bir makalemizde ifade ettiğimiz gibi, kanaatkârlık tükenmez bir hazinedir. Dolayısıyla amaç, ihtiyacını karşılayacak kadar tüketmek olmalıdır. Aynı malın lüks olanı, ihtiyaç olarak görülmemelidir. Kendisi daha az tüketen yöneticilerin, halka örnek olmaları ihtimali kuvvetlidir. Bu sebeple, insanlığı güzel geleceğe götürecek bir başka gösterge de, yöneticilerin içerisinden, kendileri daha az tüketen insanların çoğalmasıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | SOSYAL KONUMUMUZU TAKVA DEĞİL, SERVET BELİRLERSE için yorumlar kapalı

DOĞU-BATI SENTEZİ ÜZERİNE

DOĞU-BATI SENTEZİ ÜZERİNE

 

“Doğu Batı Anlayışları Üzerine” başlığıyla yayınladığımız makalemizde, genel olarak Avrupalı felsefecilerin fikirlerinden örnekler vermiştik. Düşünür olarak nitelenen bu insanların bir kısmının doğuyu çok küçük gördüklerini, doğuluların düşünemeyen insanlardan oluştuklarına inandıklarını onların sözleriyle vermiştik. Doğu anlayış ile kastettiklerinin, İslâm ve Hint dünyasının olduğunu vurgulamıştık. Biz de, onların fikirlerine karşılık olarak, İslâm dünyasının fikirlerini temsilen Maturidi’nin düşüncelerini ifade etmiştik.

“Batı Anlayışı Üzerine” yazdığımız bir başka makalemizde, bu terimin bir coğrafyayı belirtmediğini vurgulamıştık. Batı anlayışını, kendi fikrini karşı tarafa zorla kabul ettirme çabası olarak ifade etmiştik. Coğrafi olarak Batı bölgesinin anlayışı, kendi fikrini zorla kabul ettirme çabasına ilaveten, maddenin üstünlüğüne inanır. Bu sebeple sürekli aksiyon halindedir. Bölge olarak doğu ise, daha dingindir ve maneviyatçıdır. Ananevi anlayışları olan dinlerine ve geleneklerine bağlıdır.

Bölgeler arasındaki bu ayrım, küreselleşmenin hızlandığı 1980li yıllardan önce çok daha belirgin idi. Ancak günümüzde, batının maddecilik anlayışı, küreselleşmenin etkili olduğu dünyanın her tarafında hâkim olma yolunda ilerliyor. Mustafa Tahralı’nın aktardığına göre, Fransız Röne Genon (René Guénon) “Modern Dünyanın Bunalımı” adlı eserinde doğu ve batı anlayışları hususunda ayrıntılı bilgi verir. Gelecekle ilgili kaygısını da şöyle ifade eder: “Esas mesele şudur; Doğu, modern batı anlayışının etkisinde geçici olarak mı kalacaktır, yoksa batı, kendi düşüş ve çöküşüne bütün insanlığı da sürükleyecek midir?”

Röne Genon’u tereddüde düşüren konu, muhtemelen Batılılaşmış doğulular olarak nitelediği insanların çoğaldıklarını ve etkili olmaya başladıklarını görmesidir. Günümüzdeki küreselleşmenin tesirlerine bakılınca, Genon’un ikinci şık olarak gördüğü gerçekleşmektedir. Yani, batı, kendi düşüş ve çöküşüne bütün insanlığı sürüklemektedir.

Genon, bu ikinci şıkkın daha kuvvetli bir ihtimal olarak gerçekleşebileceğini düşünmüş olmalı ki, bu hususta da fikrini ifade etmiştir. Moralinde hiçbir bozulma olmadan şu ifadeleri kullanmıştır: “Hattâ, manevi kuvvetin, er geç mecburi olarak muvaffak olacağını söyleyebiliriz. Fakat bu noktaya gelmeden önce, tam bir karanlığa gömülme safhasının olması mümkündür.” Yazarın umutlu olmasının sebebi, sahip olduğu inancıdır. O, kitabını yazdığı dönemde, Hz. Muhammed’in ümmetindeki şuurlu insanların arsına girmiştir. Dolayısıyla ananevi dini anlayış ruhunun ölmesinin mümkün olmayacağını düşünür. Çünkü ona göre ananevi din anlayışı, özü itibarıyla, ölüm ve değişmenin üstündedir.

 Küreselleşen dünyamızın hızla ilerlediği nokta, maalesef, insanlığın kendi sonunu getirmesine doğru hızla ilerliyor. Aslında bu gidişatı, Genon’dan önce de ifade eden batılı düşünürler olmuştu. ”Batı Medeniyetinin Bugünkü Durumu” başlıklı makalemizde bu düşünürlerin eserlerinden örnekler vermiştik. Bu konudaki kötü gidişi beğenmeyen felsefecilerin ortak sorusu şu idi: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Aslında Batı Medeniyetinin bugünkü durumunu dile getiren bu yazarların bütün eserleri, insanın ve insanlar arası ilişkilerin yok oluşuna bir ağıt, bir çığlıktır.

İnsanlığın geleceğini güzelleştirmek için yapılması gerekenler konusunda fikir yürüten insanların ortak kanaatleri, doğu-batı arasında uzlaşmanın olmasıdır. Genon, bu uzlaşmanın, batının, doğu anlayışına gelmesinde görür. Hindu tasavvufunu da ciddiyetle inceleyen yazar, doğu anlayışı ile daha çok İslâm tasavvufunu kasteder. Doğu ile batı arasındaki uyumu sağlayacak resmi gücün, Katolik Kilisesi olduğunu düşünür. Muhtemelen onları ve diğer batılıları uyarmak için, Matta İncil’inden 23/16 daki “Vay halinize kör kılavuzlar” şeklindeki Hz. İsa’nın sözünü hatırlatır.

Bize göre kılavuzluk, önce insanın kendisine yol göstermesiyle başlar. Kişinin kendi nefsine karşı mücadele edecek iradeyi göstermesi, kendisine yaptığı kılavuzluk anlamındadır. Kendisine yaptığı kılavuzluğunda başarılı olan kimse, başkalarına da yol gösterdiğinde, daha dikkat çeker ve ilgi görür. Kendi iç muhasebesindeki kılavuzlukta başarılı olamamış şahısların ve kurumların, insanlar üzerinde tesirli olmaları çok zayıf ihtimaldir.

Daha önceki bir makalemizde ifade ettiğimiz gibi, aynı insanın içerisinde hem evliyalık hem de eşkıyalık duygusu vardır. Tıpkı aynı insandaki farklı yönlerin varlığı gibi, coğrafi anlamda, doğunun da, batının da, hem güzel hem de yanlış yönleri vardır. Doğuda da, batıda da, inançlı ve ahlâklı insanlar mevcuttur. Doğuda da, batıda da, menfaatinden başka bir şey düşünmeyen maddeci insanlar vardır. Dolayısıyla, coğrafi anlamda ne sadece doğu, ne yalnızca batı tamamen haklıdır veya tamamen haksızdır. Çözüme ulaşmak için, doğu-batı sentezi sağlanabilmelidir. Tıpkı, insanın kendi içerisinde olduğu gibi bir senteze ulaşılmalıdır.

Bu konuda Tahralı’nın aktardığına göre, Peyami Safa, 1961’de kitabının önsözünde şöyle söylemektedir: “Aramızda bazı müfritler hariç, hepimiz, hem doğulu hem de batılıyız. Doğu-batı sentezi bizim, yani bütün insanların tarih ve ruh yapısı, kaderimizdir. Doğu ile batı arasındaki mücadele, her insanın kendi nefsiyle mücadelesine benzer. Bunların sentezi, insanın var olmak için muhtaç olduğu birliğin (vahdetin) ifadesidir. İnsan, bütünlüğünü ve tamlığını ancak bu sentezde bulabilir.”

Genon’a göre batı, aksiyonun, manevi tefekkürden üstün olduğunu ifade etmekte çok ileri gitmiştir. Aksiyonu tek düşüncesi ve fikri temeli haline getirmiştir. Ona göre, bütün doğu doktrinleri, manevi tefekkürün üstünlüğünü kabul eder ve insan hayatındaki önemini vurgular. Genon, İslâmi anlayışta, ilmin, manevi tefekkürün amelden üstün olduğunu savunur.

Genon’un bu anlayışa sahip olmasının muhtemel sebeplerinden birisi, onun tasavvuf aracılığıyla Müslüman olmuş olmasıdır. Allah’ın dininde, elbette manevi tefekkür önemlidir. Ama uygulamaya, yani salih amele dönüşmemiş bir kalbi sezginin, diğer insanlara faydası çok azdır. Bu konuda daha önceki makalelerimizde ifade ettiğimiz, Yusuf Has Hacib’in Kutadgubilig adlı eserindeki vurgulamayı tekrar hatırlamakta yarar var.

Kutadgubililg’teki ifade anlam olarak şöyledir: “Ahireti kazanmak için bir lokma bir hırka anlayışıyla manevi tefekkür içerisinde ibadetle hayatını sürdürebilirsin. Ama asıl olan, bu dünyada mal, mülk ve saltanat sahibi olup, bunları halka hizmet için adaletli bir şekilde kullanmandır. İşte bu, aslında iki dünya saadetidir.”

Yapılan ilim, insanlığa faydalı ise ve ilim yapanı Allah’a daha çok yaklaştırıyorsa bir anlam ifade eder. İnsanlığın huzurlu olmasına ve yardıma ihtiyacı olanlara hizmet etmeyen tefekkürün, yeterli olup olmadığına ve salih amelden üstünlüğü hususuna yalnızca Yüce Yaradan karar verir. Biz Kur’an’daki “Onlar inandılar ve salih amel işlediler. Onlara korku yoktur” açıklamalarından hareket etmekteyiz.

Hint Müslümanlarından (Pakistanlı) Muhammed İkbal, İslâm dünyasını inceleyen İngiliz siyasi yöneticilerin kanaatlerini şöyle ifade eder: İslâm’ın beyni Mısır, kalbi Hint, hareket eden uzuvları Osmanlı’dır. İkbal’in de kabul ettiği bu sınıflandırmanın, bu yazı konumuzu ilgilendiren kısmının irdelemesini yapalım. Mısır, eğer beyin ise ve vücudu yönlendiren o ise, neden Firavunlar döneminde medeniyet oluşturmuş bir halk, Müslümanlıktan sonra geçen 1400 küsur senede bir medeniyet oluşturamadı. Hattâ İslâmiyet’in ilk dönemlerindeki güzel gelişmelerde ciddi bir etkisi olmadı ve Kûfe bölgesinin gölgesinde kaldı. Benzer şekilde, Hint dünyası İslâm’ın hisseden kalbi ise, aynı bölgede günümüzden üç bin yıl önce oluşturulmuş medeniyetin benzerini neden oluşturamadılar. Neden Hint tasavvufu çok eski tarihte başlamışken, İslâm tasavvufunda önder olamadılar. Bu bölgelerdeki ciddi eserleri meydana getirenler, Emir Timur ve torunları ile Babür Şahın halefleridir.

Demek ki, medeniyeti oluşturmak için hem manevi tefekkür hem de aksiyon gerekmektedir. Önce, devlet olarak kısa ömrüne ve iki büyük saldırıya (Haçlı Seferleri ve Moğol saldırıları) maruz kalmalarına rağmen Selçuklu Türkleri, sonrasında Osmanlı Türk Devleti, bu ikisine de sahip olduğu sürece ciddi bir medeniyet oluşturmuştur. Osmanlı Medeniyetinin özellikleri hususunda, bu sitede çeşitli yazılar yazdık. Bu makalelerimizden birisinin bir kısmını vererek, oluşturulan medeniyetin günümüz insanlığı açısından önemini göstermekte fayda görüyoruz. Makalemizde aynen aşağıdaki ifadelerde bulunmuştuk:

Önceki yazılarımızda Osmanlıların, genelleştirmekte sakınca olmayan bazı özelliklerini bahsetmiştik. Her bir özelliğini, ayrı bir yazımızda anlatmıştık. Bunlardan biri, sınıflar arası çatışmaya değil, eşitlikçi anlayış temeline oturan uygulamalardı. Diğeri, rekabet ve çatışmaya değil, işbirliği ve dayanışma üzerine toplumun oluşturulduğu idi. Bir başkası, her alanda gösterdikleri itidalli davranış idi.

Bu açılardan bakılınca Osmanlı Türk Devletinin uygulamalarının bir diğer önemli özelliği, hoşgörü anlayışıdır. Bu konuda daha önce bu sitede “Türklerin Hoşgörüyü Evrenselleştirmesi” üzerine bir yazı yazmıştık. Ancak silindi. Gerektiğinde yeniden aynı yazıyı yayınlarız.

Zaten bütün bu davranışların temeli, “adalet” anlayış olduğundan, adalet konusunu ayrıca bir makale ile kaleme almadık. Fakat hemen her yazımızın içerisinde, “adalet” kavramının yansımalarından bahsetmekteyiz.

Osmanlı Türk Devleti “soylu”dur, ama insanlara tepeden bakmaz. Devlet “muhteşem”dir,  fakat insanları ezmez. Osmanlı “büyük”tür, ama insanları ürkütmez.

Osmanlı Türk Devleti, zalimlere ve zorba olduğunu düşündüklerine karşı, keskin bir kılıç gibidir. Kendisine maliyetini düşünmeden, zorbanın haddini bildirmeye var gücüyle çalışır. Ama masum ve mağdurlara karşı, boynu kıldan incedir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Doğu batı sentezi için, öncelikle bu senteze, yani maddeci yanımızın aşırı isteklerine karşı kanaatkâr bir yapı oluşturmaya kendimizden başlayacağız. Sonra, bunu çevremize ve insanlığa doğru yaymaya çaba göstereceğiz. Manevi tefekkürün ve imanın önderliğinde salih ameller işlemeye gayret edeceğiz. Nefsimizin esiri olmadan, onun isteklerinin ihtiyaç olanlarını helal yollardan yerine getireceğiz ama başkalarına da yardımcı olacağız. Hem gönüllere hem de göze hitap edeceğiz. Bunları yaparken temelde ahlâklı olacağız.

Doğu-batı sentezi için Genon’un en önemli beklentisi, batıda, doğu anlayışına sahip elit bir kitlenin oluşmasıdır. Bu beklenti bir asır öncesinde uygun bir yöntem olabilirdi. Ama şimdi hem zaman yok, hem de küreselleşme sebebiyle böyle bir elit gurubun oluşması ihtimali çok zayıfladı. Buna karşılık küreselleşmenin bize sağladığı güzel bir imkân var. Bütün dünyadaki yöneticiler, sivil toplum kuruluşları, dinlerin temsilcileri ortak hareket edebilirler. Medya ve internet imkânlarını kullanarak, kısa sürede halkların anlayışları üzerinde etkili olunabilir. Yeter ki bu değişimi gerçekleştirmek isteyenler, önce kendilerinde değişimi gerçekleştirmiş insanlar olsunlar.

Sosyal kategorisine gönderildi | DOĞU-BATI SENTEZİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DOĞU-BATI ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

DOĞU-BATI ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

(Not: Bu yazı Eylül 2014 tarihinde sitede yayınlanmıştı, silindiğinden aynen veriyoruz.)

Alman Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), dünya tarihindeki hükümdarlıkları, Hukuk Felsefesinin Ana Çizgileri adlı eserinin 354. Maddesinde dörde ayırır.

  1. Doğulu, 2. Yunanlı, 3. Romalı,   4. Germen,

Madde 355’te de Doğu hükümdarlığını şöyle tanımlar: “Bu ilk hükümdarlık, ataerkil fıtrat bütünlüğünden yola çıkar. Kendi içinde ayrışmaz. Kendi zatıyla kaim bir dünya görüşüdür. Buradaki dünya yönetimi Tanrı düzenidir….”

Hegel’in Doğu derken kastettiği ağırlıklı olarak Müslüman Dünyası ve kısmen Hindistan’dır. Belki de Konfüçyüs düşüncesinin dev cüssesi nedeniyle, Çin bu bağlamın dışında tutulmuştur.

Bu tanımlamaya giden yol, İmmanuel Kant’ın (1724-1804) düşünceyi, Estetik ve Mantıksal şeklinde ikiye ayırmasıyla başladı.

Kant’a göre doğada bir şey ne ise, odur. Kavramsallık doğada yoktur. Oysa mantıksal düşünce, kavramlara dayanır. Kavram ise, bir şeyin aslı yani bizatihi kendisi değildir. Kavram, doğada var olan bir şeyin insan zihnindeki tasarımı veya adıdır.

Friedrich von Schlegel’in 1800’de yazdığı “En büyük romantizmi Doğu’da aramak zorundayız.” sözü ile Almanya’da Romantik anlayışın temelleri atılmış oldu.

Aslında Alman idealizmi ve Romantik okul, birbirinden çıkmış ve birbirlerini genişleterek ilerlemişlerdir.

Romantik akımın temeli, Doğu ve Batı diye iki ayrı bilincin varlığını kabul etmektir. Yoksa günümüzdeki anlamıyla duygusallık demek değildir.

Ancak Almanya’daki bu Romantik akım, bitişik komşusu Fransa’da etkili olmamıştır. Almanya’da “dichtung” denilen şiir, yani edebiyat ve sanatı içerisinde barındıran yazılar genellikle filozoflar için yazılır, filozoflarca okunur.

Fransa’da ise bu anlamıyla şiir, toplumsal bir olgudur. Şiir ve şairler, toplumsal devrimleri, bunalımları ve çalkantıları ciddi anlamda etkilerler. Dolayısıyla Fransa’da felsefe, toplumsal olayları ve toplumu irdeleyerek sonuç çıkarmaya çalışır.

Nitekim Fransız filozof Auguste Comte’un (1798-1857) getirdiği felsefe olan Pozitivizm, bu anlayışın bir sonucudur. Pozitivizm; beş duyu ile algılanabilir, elle tutulup görülebilir, yani gözlemlenebilir olaylar demektir. Anlayış olarak, Alman Romantizmini tehdit eder bir konumdadır.

Kant için Batı, Yunan ve Roma veya onun yolundan gittiğini düşünen Batı Hıristiyanlığıdır. Kant’a göre Batı demek, kavramsal ve mantıklı düşünme ile bilim ve felsefe demektir.

Kant’a göre Doğu yani Müslüman Dünya düşünmeyi bilmez, aklı yoktur. Kavramlarla değil, kavramsız düşünceyle yani “poesie” dedikleri nazım şiir ile konuşur.

Hâlbuki Kant ve benzer filozoflardan 800-900 yıl önce, Türk ve Müslüman olan Maturidi’nin (852?-944) açıklamaları vardır. Maturidi’ye göre bilginin kaynakları üçtür; beş duyu, doğru haber (zaruri ilim ve vahiy yoluyla Allah’ın kullarına aktardıklarıdır) ve aklın tefekkürü.

Maturidi’den ve irdelemelerinden habersiz olan Comte, zihinsel gerçeklikten hareket etmez. Pozitif gerçeklikten yola çıkar. Maturidi’yi hiç duymamış olan Kant ise, kavramlarla düşünür. Kavramlar, mantıksal düşünmeyi yani genel anlamda bilimi oluşturur.

İki akımın da takipçileri, üstatlarını çok methederek, tıpkı Sokrates örneğindeki gibi, onların düşüncelerinin etkili olmasını sağladılar. Doğu ya da Müslüman Dünyayı, Batı’dan kesin çizgilerle ayırdılar.

Avrupalı düşünürlerin fikirleri bütün dünyayı etkiledi. Fakat bu etkiler, yaşamı anlamlı kılmak yönünde olmadı. Aksine insan ve insanlar arası ilişkileri perişan etti.

Schopenhauer, Nietzche ve Michel Henry gibi filozoflar aynı soruyu sormuşlardır: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Hâlbuki yaşamın bu duruma düşmesinde, Avrupalı fikir insanlarının etkileri çok büyük olmuştur. Yanılgılarında, üç temel bakış hatası olmuştur.

Birinci hata, olayların etmenlerinden sadece birini (bazen ikisini) esas alarak, teorilerini sadece bu etmenin üzerine kurmalarıdır.

İkincisi ise, olayların sadece bir dönemini, yani bir kesitini ele almaları ve teorilerini bunun üzerine inşa etmeleridir.

Üçüncüsü, dar bir bölge içerisindeki gelişen olayları irdelemeleridir.

Sosyal olaylar çok etmenlidir. Hiçbir gelişme, tek bir sebebe dayanmaz. Sosyal olaylarda tek doğru yoktur. Daha çok insana faydalı, daha az insana zararlı çözüm yolları her zaman geliştirilebilir.

Düşünürlerin, diğer etmenleri ve kesitleri hiç gibi görerek teori geliştirmeleri, fikirlerini daha başlangıçta sağlam bir mesnetten yoksun bırakmaktadır.

Wilhelm Dilthey’in (1833-1911)  kurduğu “düşünce tarihi” anlayışı bile, Avrupalı düşünürlerin böylesine temel yanlışları ve benzer hatalara kendisinin de düşmesi dolayısıyla durumu toparlayamamıştır. Hâlbuki Maturidi’nin geniş bakışlı, dini motifleri de sistemin içerisinde irdeleyen ve denge kuran sentezi Dilthey’in kuramıyla birleşseydi, insanlık için çok daha faydalı olurdu.

Dilthey, Romantik ve Pozitivizm akımlarının da eksiklerini ortaya koymaya çalışırken,  “anlama” ile “açıklama”nın birbirine karşıtlığından hareket etmiştir. “Biz doğayı açıklamakta, gönül hayatını anlamaktayız” diyerek, bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştur.

Ancak kendisinin de, “yaşam ve yaşantı” konusundaki düşüncelerinde büyük sıkıntılar çektiğini görürüz. Dilthey, asıl çözüm bekleyen “Bütün bu görecelikler içerisinde nesnellik nasıl mümkün olacaktır” sorusuna doyurucu bir cevap verememektedir. Bütün bunların sonucunda, Avrupalı filozofların düşünceleri havada kalmıştır.

Maturidi sosyal olayların etmenlerinin çoğunluğunun üzerine bir teori kurduğundan, görüşleri halen günümüzde insanlığın geleceğine ışık tutmaktadır. O; iman, kader, akıl, mucize gibi insanların cevaplamada zorlandığı konularda doyurucu yanıtlar verebilmiştir.

Kant ve takipçilerinin Müslüman Dünyasını irdeledikleri dönemler, Müslüman yöneticilerin Maturidi’nin yorumlarından bilerek uzaklaştığı asırlardır. Avrupalı filozoflar görüntü üzerinden hareket ettikleri için, kendilerini derin düşünüyormuş gibi görmelerine rağmen sığ kalmışlar ve bir sonraki dönemde eleştirilmişlerdir. Hattâ birçoğu, kendi yaşantıları içerisinde bile, birbirine zıt fikirlere sahip olmuşlardır.

Maturidi de ise, kendi söylemleriyle çelişme ve sonrakiler tarafından eleştirilme yoktur. Farabi(870-950) ve İbni Sina(980-1037) gibi âlimleri zındıklıkla (dıştan Müslüman içten inkârcı) suçlayan İmam Gazali (1058-1111) bile, Maturid’iyi ciddi anlamda eleştirememiştir. Hâlbuki Gazali, Eşarilik anlayışını sistemleştiren kişidir. Eşarilik ile Maturidilik arasında da ciddi anlayış ve irdeleme farklılıkları vardır.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. Kimisi kendisiyle çelişen, kimisi kısa süre sonra eleştirilen ve kimisi kendi sordukları sorulara bile doyurucu cevap bulamayan düşünürlerin yönlendirmeleri, insanlığın faydasına olmamıştır. Hattâ Nietzche’nin güçlülük istenci gibi anlayışlar, insanlığın aleyhine olmuştur.

İnsanlığın güzel geleceği için, Maturudi’nin konuları irdelerken yaptığı gibi, bilginin kaynaklarını; beş duyu, doğru haber ve aklın tefekkürü şeklinde üçlü ve daha fazla sağlam temellere oturtan çalışmalara ihtiyaç var.

Allah’ım, gönlümüzü güzelliklere aç, ufkunla idrakimizi genişlet, gönderdiğin ayetlerini anlayabilmemiz için anlayışımızı artır, aklımızı kullanırken bizlere irade gücü ver.

Senin her şeye gücün yeter.

Genel, Sosyal kategorisine gönderildi | DOĞU-BATI ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı