DİNLERDE CİHAT KONUSU

DİNLERDE CİHAT KONUSU

 

Bu sitedeki daha önce yayınladığımız “İslâm’da Cihad” başlıklı makalemizde cihat konusunu irdelemeye çalışmıştık. Arapça cihad kelimesinin “cehede” kökünden geldiğini ve “gayret etmek” anlamında olduğunu ifade etmiştik. İslâm’da emredilen büyük cihadın, insanın kendi nefsine karşı yaptığı mücadele olduğunu vurgulamıştık. Ancak cihat kelimesinin, “savaş” anlamının da olduğunu belirttik. Allah’a inananlara karşı savaşanlara karşılık verilmesinin istendiğini ayetlerle aktarmıştık. Bu anlamıyla İslâm’daki savaşın amacının barışı korumak olduğunu, yine ayetlerden örneklerle göstermiştik.

İnsanın kendi nefsine karşı savaşması gerektiği, bunu başarmanın büyük erdem olduğu, hemen bütün dinlerde ve öğretilerde vurgulanmıştır. Bu nedenle biz cihadın, başkalarına karşı savaşmak anlamının üzerinde duracağız.

Günümüzde yaşayan semavi dinlerden Yahudilikte de, cihat emri vardır. Bu hususta Kur’an’da verilen bilgi, en güvenilir kaynaktır.

5 Maide Suresi 21: “(Hz. Musa) Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı kutsal toprağa girin. Sakın ardınıza dönmeyin. Yoksa ziyana uğrayanlar olursunuz.”

24: Dediler ki: “Ey Musa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.”

21inci ayette Yüce Yaradan, İsrailoğullarına vatan olmasını düşündüğü kutsal toprağı işaret ediyor. Oraya gidip savaşmalarını ve yerleşmelerini istiyor. Fakat İsrailoğulları, Rablarının bu talebini reddediyor. Bunun üzerine Yüce Yaradan onları cezalandırıyor:

26ıncı ayet: Allah, şöyle dedi: “O hâlde, orası onlara kırk yıl haram kılınmıştır. Bu süre içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dönüp dolaşacaklar. Artık böyle yoldan çıkmış kavme üzülme.”

Demek ki, Yahudilik olarak bilinen Allah’ın dininde de savaş emri var.

Hristiyanlıkta da savaş konusunun işlendiğini Matta İncilinden anlıyoruz. 26/52inci bölüm: “Kılıç çekenlerin hepsi kılıçla ölecek” İncil’deki ifadede kılıç çekmeyenlerle ilgili bir ibare yok. Bu hususta benzer bir ifadeye, Saint Matthieu’nun X(10) 34 üncü kısmında rastlıyoruz: “Ben (Hz. İsa), size sulh getirmeye değil, kılıç getirmeye geldim.”

Buradaki kılıç ifadesi, kuvvetle ihtimal, mecazi anlamdadır. Sulhu insanların sağlayacağı, bunu temin için de, mücadele azimlerinin olması gerektiği vurgulamak istenmiş olabilir. Belki biraz daha farklı bir anlamı olabilir. Ama doğrudan kılıcın kendisini getireceği anlamı olamaz.

Matta İncilinin 26/52inci bölümündeki ifade, Kur’an ayetleri ile benzeşmektedir. Allah’ın yolunda gidenlere karşı kılıç çekenleri, aynı şekilde karşılık vererek, kılıçla öldürmeye izin verilmiştir. Kur’an’daki benzer ifade şöyledir.

Hacc Suresi 40: Onlar “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın adı çok anılan mescitler elbette yıkılırdı. Şüphesiz Allah kendi(dini)ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, çok kuvvetlidir (her şeye galiptir).

Hıristiyanlar, İncillerde cihat emrinin olmadığını düşünseler idi, Haçlı Seferlerini düzenlerler miydi? Bilindiği gibi Haçlı Seferlerinin tertipleyicisi ve toparlayıcısı, Kilise ve Papalık olmuştur. Bu seferler Müslümanlara karşı yapılmıştır. Fakat Hıristiyan halk, “kâfirlere” karşı savaşmak için çağrılmıştır.

Semavi dinlerin dışındaki en eski inanış Hinduculuktur. Bu dinin temelini teşkil eden Vedaların vahiy ifadeleri olup olmadığı tartışmalıdır. Hinduculukta din işlerini Brahmanlar, devleti ise Kshatriyalar yönetir. Brahmanların görevi, insanın kendi nefsiyle yaptığı savaşı yönetmektir. Kshatriyaların görevi, dışarıya karşı yapılan harbi idare etmektir.

Brahmanlar arasında kurbancı olanlar vardır. Kurbancı Brahman, elinde tuttuğu tahta kılıcı salladığı vakit, bu, artık onun, düşmana karşı fırlattığı bir yıldırım anlamına gelir. Tahta kılıç uygulaması İslâmiyet’te de vardır. Din adamının tahta kılıcı kullanması, muhtemelen devlet yöneticisini savaşa çağırmak anlamındadır.

Brahmanlarda kılıç, yıldırım ile bir tutulurken, Şintoizm’de kılıç, şimşekten türemiştir.

Aslında bütün dinlerin temeli kendi nefsinle mücadeleyi emrederken, dışarıya karşı barışçı olmayı öğütler. Ancak barışçı olmanın sınırlarını çizer.

Tarihte, bütün dinlerin mensupları içerisinden, barışçı olmanın sınırlarını, kendi amaçları doğrultusunda çizenler her dönem olmuştur. Semavi dinlerdeki bazı yanlış uygulamaları çoğumuz biliyoruz. Halen de yaşıyoruz. Diğer dinlerden Hinduculuk taraftarları dışarıya karşı pek savaşmamış. Sadece Hindistan’da ortaya çıkan Budizm’in ilk başlarında ve henüz güçlenemeden, taraftarlarını ülkeden kovmuşlar, rahatladıktan sonra da Müslümanlar gelene kadar savaş ihtiyacı duymamışlar. Çünkü yaşadıkları bölgeyi çevreleyen denizleri ve Himalayaları aşmaya çalışmanın bir anlamını görememişler. Ülkelerine gelen Türklere karşı savaşmak ihtiyacı duyduklarında güçleri yetmemiş. Aynı durum İngilizlere karşı da vuku bulmuş. Fakat onlar da, kendi insanları arasında kast sistemi oluşturarak, bir alt gurupta olanları ezmişlerdir.

En barışçı dinlerden olan Budizm, Çin’de yayılmış. Çinliler geniş ülkelerini çevreleyen denizleri ve kuzeydeki çölleri, dağlık bölgeleri aşmanın faydalı olacağına inanmamışlar. Kendi içlerinde mücadele etmişler. Budistlerin arasından, zaman içerisinde krallarla birlikte hareket ederek, kendileri dışındakilerle acımasızca savaşan Budist rahipler her dönem olmuştur. Bu hatalı tutum, günümüzde Sri Lanka ve Birmanya’da da görülmüştür.

Japon Budistleri içerisinde en savaşçı bilinenler, Zen tarikatının üyeleri olmuşlardır. Japonlar dış dünyadan habersiz yaşadıkları için, dışarıya karşı savaşmak ihtiyacını duymamışlar ve içlerinde mücadele etmişlerdir.

Eğer Hinducular, Budistler, Şintoistler, Avrupa veya Asya’nın içlerinde yaşasalardı, tarih, kuvvetli ihtimal, farklı gelişirdi. Onların da, dışarıya karşı cihatları hususunda çok sayıda örnekler oluşurdu.

Yaşayan bütün dinlerde savaş, eğer huzuru ve nizamı bozanlara, başkalarını ezenlere karşı yapılıyor ve onları tekrar düzene sokmayı hedefliyorsa, meşru görülür. Bu amaçla yapılan ve düşman teslim olduktan sonra sürdürülmeyen savaş, adaleti tesis etmenin hem bir aracı hem de göstergesi olarak değerlendirilir.

Dini, Sosyal kategorisine gönderildi | DİNLERDE CİHAT KONUSU için yorumlar kapalı

SİYASETÇİ VE ZENGİN İŞBİRLİĞİNİN SEÇİMLERE ETKİLERİ

SİYASETÇİ VE ZENGİN İŞBİRLİĞİNİN SEÇİMLERE ETKİLERİ

 

Herhangi bir ülkedeki en zengin % 0,5-1’i arasına giren gurubun, zenginliklerini sürdürebilmeleri için, devlet yönetimde etkili olmaları şarttır. Bu yazımızda ele alacağımız zenginler, hırslarının peşinde gittikleri için, sadece kendi menfaatlerini düşünenlerdir. Eğer ülkede, görünüşte de olsa, demokratik seçim yöntemi yoksa zenginlerin işleri çok kolaydır. Zaten yönetimdekiler ve onlarla bağlantılı olanlar dışında, zengin pek yoktur. Çünkü araya, yönetimdekilerin istemediği başka birilerinin karışma ihtimali çok zayıftır.

Eğer ülkelerinde demokratik seçim sistemi varsa, o zaman ince taktiklerin uygulanması ihtiyacı doğar. Bu durumda siyasetin işleyişinin, hırslı zenginlerin ve zenginlere hizmet edecek hırslı siyasilerin lehine oluşturulması gerekir. Ancak halkın da, bu yapının farkına varacak kadar bilgi sahibi olmamasını temin etmek şarttır.

Fark ettirmemeyi başaracak olanlar siyasetçilerdir. Takdir edileceği gibi, siyasetçiler, bir nevi tüccardırlar. Onlar, fikirleri pazarlarlar. Zenginlerin büyük çoğunluğunda, fikirlerini doğrudan halka pazarlayacak kabiliyet yoktur. Onlar, mallarını pazarlamak için bile, başkalarını ve reklamcıları kullanırlar. Zenginler ile karşılaştırıldığında, siyasetçilerin başka ilave özellikleri daha vardır. Siyasetçiler, pazarladıkları fikirleri kanun maddelerine dönüştürebilirler.

Ülkelerin çoğunda, siyasetçilerinin kapasiteleri, hem fikir üretmek, hem bu fikirleri pazarlamak, hem de bunları kanun maddesi haline getirmek için yeterli değildir. Dolayısıyla, politikacıların da desteğe ihtiyaçları vardır. Ancak zenginler, bu desteği onlara doğrudan veremezler. Çünkü onların içerisinde de, böyle bir kapasiteye sahip olanlar son derece azdır. Zenginlerin yapmaları gereken şey, ülkenin akademisyenlerinden, fikir insanlarından ve sivil toplum kuruluşlarından bazılarını destekleyerek, bunların, siyasetçilere ve bürokratlara yardımcı olmalarını sağlamaktır. Siyasetçiler de elbette, kendilerine ne verilirse sadece onları yapan robotlar değildir. Onlar da, kendilerine verilen bu bilgileri, kendi dünya görüşleriyle harmanlayarak ve kendi bildikleri yöntemlerle halka sunarlar. Halkı ikna ederken, akıllara değil, daha çok duygulara hitap ederler. İnsanların duygularına hitap ederken, fikirlerini akıllı bir davranış gibi göstermeyi başaranlar, siyasette daha başarılı olurlar.

Halkın gerçekleri görmesini engellemek için, siyasetçilerin, halka yalan söylemeleri veya yanıltıcı bilgi vermeleri, çoğu zaman, yeterli olmaz. Yukarıda söylediğimiz gibi, sivil toplum kuruluşlarının da, zenginlerin menfaatleri doğrultusunda organize edilmeleri gerekir. Bu kuruluşların hepsine ulaşmak ve onları kendi istekleri doğrultusunda koordine etmek çoğu zaman mümkün olmaz. Bu sebeple, daha etkili olanlara öncelik verilir. Bu açıdan bakılınca, kamu kurumu niteliğindeki sivil toplum kuruluşlarının da, siyasetçilerin etkisi altına alınması gerekir. Bunu sağlamak için, bu kuruluşların seçim, yönetim kuralları ve gelir kaynakları, siyasilerin etkilerinin olabileceği şekilde düzenlenmelidir. Dolayısıyla, sivil toplum kuruluşlarına zenginlerin verecekleri maddi desteklere ilaveten, siyasetçilerin de yapacakları kanunlar önemlidir.

Sivil toplum kuruluşlarıyla ilgili sistemin yeniden düzenlenmesinin en önemli amacı, yapılan bir seçimde kazanan yandaş gurubun, bu kuruluşun yönetimini bir daha kaybetmemesidir. Bazen bunu sağlamak mümkün olmaz. Dolayısıyla yargı sistemini de düzenlemek gerekir. Yargıdaki düzenlemeler halkın farkına varamayacağı şekilde yapılmalıdır. Yargının, normal olaylarda halkın ve bireyin lehine karar verdiği algısı oluşturulmalıdır. Fakat az sayıda vuku bulacak olan önemli anlarda,  zenginler ve zenginlere hizmet eden siyasilerin korunması sağlanmalıdır.

Herhangi bir ülkede, siyasetçi-bürokrat-zengin üçgenini tamamlayan gurupların önlerinde, dünyevi engel kalmamış demektir. Çünkü üçgen tamamlanınca, yargı kurumu da bürokrasinin içerisinde erir. Bağımsız düşünen dürüst yargı mensupları elenir. Bu üçlünün oluşumu sırasında, zaten medyanın büyük bölümü, etkileri altına alınmış olacağından, bu üçlü için tek engel, sadece kendilerinin kibre kapılarak hata yapmaları sonucu ilâhi adaletin gerçekleşmesidir.

Bizim kısmen senaryo gibi anlattığımız bu durum, maddeten kalkınmış ülkelerin birçoğunda da geçerlidir. Bu ülkelere verilebilecek ilk örnek ABD’dir. ABD’deki Yüksek Mahkeme diğer ülkelere göre daha bağımsız olarak bilinir. Fakat onlar bile, 2010 yılında, büyük şirketlere, siyasi seçim kampanyasında, sınırsız harcama yapabilmeleri hakkını onaylamıştır. Bilindiği gibi bu şirketlerin bir kısmı, yüzbinlerce ABD vatandaşının toplamından daha zengindir. Sıradan bir vatandaştan da, belki de milyonlarca kat daha zengindir. Bu durumda, zenginlerin desteklediği adayların kaybetme ihtimalleri, çok düşüktür.

Bizim ifadelerimizden zenginleri sevmediğimiz gibi bir anlam çıkarılmayacağını, diğer yazılarımızı okuyanlar bilirler. Biz zenginliğe değil, toplum nezdindeki güçlerini, takvalı davranışlarda değil, sermaye güçlerinde aradıkları için, haksız uygulamalar yapanlara ve bazısının zalimliklerine karşı tavırlıyız. Bir başka yazımızda ifade ettiğimiz gibi, Müslümanların içerisindeki en geniş kitleye sahip mezhep olan Hanefi mezhebine adını veren Ebu Hanife, çok zengin insan idi.

Dolayısıyla, elbette zengin şirketlerin de, kendilerini ifade hürriyetleri vardır. Fakat şirketlerle vatandaşın arasındaki güç farkı dikkate alınınca, yargının verdiği kararla, şirketlerin ifade hürriyeti, vatandaşın mücadele özgürlüğünü neredeyse sıfırlamaktadır. Desteklediği partisine belki de 40 yıldır, en alt kademeden başlayarak hizmet etmiş bir vatandaşı düşünelim. Normal şartlarda herhangi bir seçimde, o kişinin partisinin, kendisi gibi parti içerisinde hizmet etmiş insanlar içerisinden daha kapasiteli olanı aday göstermesi beklenilir. Fakat önemli konumdaki adaylıklarda genelde böyle olmaz. Aynı partiye yeni girmiş, hattâ girmeden önceki dönemlerde, bu partinin aleyhine konuşmuş veya fiilen zarar vermiş bir insanın adaylığı öne çıkabilir. Yeter ki bu şahıs, siyasetçi-bürokrat-zengin üçlüsünün daha çok desteklediği insan olsun. Bu kişinin tanıtımı yapılırken zengin şirketlerin verecekleri maddi destek, istenilen her türlü algıyı oluşturabilir.

Bazen, oluşturdukları algılarla yaptıkları yanıltmalar da, destekledikleri kişinin seçilmesine yetmeyebilir. ABD’de başkanlık yapan oğul Bush’un, ilk seçildiği seçimleri hatırlayalım. Bush ile rakibi Al Gore, birbirine eşit oy aldılar denildi. Fakat sonucu belirleyen, Florida’daki 25 delegenin oyu oldu. Uzun mahkemeler, çöp varillerinde bulunan oylardan sonra Bush’un seçimi kazandığı ilan edildi.

ABD gibi demokrasi şampiyonu olarak görülen bir ülkede yaşanan bu garip olay gösterdi ki, hırs sahibi zengin-siyasetçi-bürokrat üçlüsü, her halükârda istediği sonuca ulaşma imkânına sahiptir. Vatandaşlar ise, halen demokrasi ile yönetildiklerini ve yöneticileri kendilerinin seçtiklerini zannetmekteler. ABD’de bu gerçekleşebiliyorsa, demokrasi hususunda henüz emekleme safhasında olan ülkelerde, ilan edilen seçim sonuçlarının inandırıcılığı çok tartışmalıdır.

Diyelim ki, seçim sonuçlarında ciddi bir hile yapılmadı. Ama yine de demokrasinin emeklediği ülkelerde, vatandaşın seçimlerdeki etkisi yok denecek kadar azdır. Çünkü oy verdiği adayların seçilmesinde etkileri sıfıra yakındır. Vatandaşın oy verdiği adayların büyük çoğunluğunu belirleyenler, ister muhalefette isterse iktidar partisinde olsun, hırslı zenginler ve onlara hizmet eden siyasetçilerdir.

Bu seçim yöntemi devam ettikçe, sistem geri döndürülemez bir hal almaya başlamaktadır. Çünkü her seçim, zenginlerin ve zenginlere hizmet eden siyasetçilerin güçlerini artırmaktadır. Sıradan bir vatandaşın ve halkın gücü ile zenginler ve siyasetçiler arasında uçurum oluşmaya başlamaktadır. Sadece kendilerini düşünen zenginlerin kurduğu bu düzenin çarkları arasında kalan vatandaşların büyük bölümü, siyasetten uzak durmaya çalışmaktadır. Halkın bu bıkkınlığı, hırslı zenginlerin ve zenginlere hizmet eden siyasetçilerin işlerini kolaylaştırmaktadır.

Bazı zenginlerin ve zenginlemiş siyasilerin denetimine giren medyanın sunduğu yanıltıcı bilgi akışı, vatandaşı oy vermeye zorlamaktadır. Fakat bu zorlamaya rağmen, vatandaş bu durumun farkına varamamaktadır. Aksine kendisini ve kullandığı oyunu önemsemektedir. Hattâ ülkedeki sistemin kendisine hizmet ettiğini bile düşünebilmektedir. Kendisini önemli görmesine rağmen, seçimler öncesinde partilerin adayları belirlenirken, kafası başka konularla meşgul edilerek önem sırası saptırılmaktadır. Zenginlerin belirledikleri adayların medyadaki tanıtım bombardımanının tesiriyle, o adayları destekleyici konuşmalar yapmaktan, kendisinin adaylığının peşine düşememektedir. Zenginlerin hizmetindeki partilerin yöneticileri, gündem değiştirmekte ustalaştıkları için, vatandaş zaten onların gündeminin dedikodusu ile zamanını doldurmaktadır.

Zenginlerin çoğu, giderek, tam istedikleri gibi kukla aday peşinde koştuklarından, bu adaylar için oy toplamakta zorlanmaya başladılar. Bu sebeple, mecburen daha çok para harcamaları gerekiyor. Çünkü defolu olan adayları için, vatandaşı sadece fikren ikna etmek yetmiyor, maddeten de ikna etmek ihtiyacı doğuyor. Bilhassa, emekleyen demokrasinin olduğu ülkelerde, zenginler ve zenginleşen siyasiler, daha çok para harcadıkça, bu paraları fazlasıyla geri kazanabilmek için, daha cüretkâr yolsuzluklar ve hukuksuzluklar yapmaya başlıyorlar.

ABD gibi demokrasinin daha iyi uygulandığı ülkelerin vatandaşlarını da, artık ikna etmek giderek zorlaşıyor. ABD’de başkanlık seçimlerindeki oylamaya katılımın son yıllardaki ortalaması, yüzde 57 gibi düşük oranlardadır. Başkanlık seçiminin olmadığı Temsilciler Meclisi seçimlerinde bu oran %40’a kadar düşmüştür. Gençlerdeki oy kullanma oranı ise, çok daha kötüdür. Yüzde 20’lere kadar düşmüştür. Bütün bunlar, insanların ve bilhassa gençlerin siyaset kurumuna ve siyasetçiye güvenmediğini göstermektedir. Aynı zamanda geleceğe de güvenle bakmadıklarının göstergesidir. Gençlerdeki, ülkedeki eşitsizliğin varlığına olan inancı artırmakta, demokrasiye olan güveni zayıflatmaktadır. Bu durum, maddeten kalkınmış ülkelerin gelecekleri açısından, tehlike sinyalidir.

Emekleyen demokrasinin olduğu ülkelerde, seçime katılımı artırmanın en etkili yolu, karşı partileri düşman yerine koymak olmaktadır. Böylece bazen, katılım gerçekten artmaktadır. Fakat toplum, birbirini sevmemekle kalmayarak nefret eden insanlar topluluğu haline gelmektedir. Bu anlayış, böyle ülkelerin geleceği açısından çok tehlikelidir.

İnsanlığın güzel geleceği için, bu gidişatın değiştirilmesi gerektiği açıktır. Burada ilk görev, zenginlere ve siyasetçilere düşmektedir. Eğer mevcut ortam böyle devam ederse, patlamaya hazır bir hale doğru ilerleyen toplumların aniden patlamaları durumunda, en çok zararı zenginlerin ve siyasetçilerin görecekleri açıktır.  Ancak bir ülkenin zenginlerinin ve siyasetçilerinin, tek başlarına bu durumu düzeltmeleri çok zordur. Mümkün olduğu kadar çok katılımlı ortak tavırlarla sonuca gidilebilir. Herhangi bir sebeple ortak tavrın dışında kalanların, en çok zararı görmeleri ihtimali çok kuvvetlidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | SİYASETÇİ VE ZENGİN İŞBİRLİĞİNİN SEÇİMLERE ETKİLERİ için yorumlar kapalı

SOSYAL KONUMUMUZU TAKVA DEĞİL, SERVET BELİRLERSE

SOSYAL KONUMUMUZU TAKVA DEĞİL, SERVET BELİRLERSE

 

Takvayı, Yüce Yaradan’ın emir ve isteklerini yerine getirme anlamında alıyoruz. Allah’ın emir ve yasaklarına uymanın oranı arttıkça, takvadaki derecemiz yükselir.

Günümüzde, maddecilik fikri zihinleri o kadar etkilemiştir ki, imanlı insanların bile büyük çoğunluğunu tesiri altına almaktadır. Dışarıdan bakıldığında dindar olarak görülen pek çok insan, içten aynı durumda değildir. Bu insanlar sanki makine gibidirler. Dini konulardaki bazı şeyleri ezberlemişlerdir. Dinle ilgili olan uygulamalarının birçoğunu, aynı makine gibi, düşünmeden yapmaktadırlar. Neden böyle yaptıklarını hiç düşünmemektedirler. Sadece ezberledikleri bazı kavramları hafızalarında tutmaktadırlar. Fırsat buldukça da, tıpkı mekanik bir makine gibi aynı şeyleri tekrarlamaktadırlar. Onlarla biraz konuşulunca, bütün bildiklerinin ezberlediklerinden ibaret olduğu anlaşılır.

Bu açıdan bakılınca, iman sahibi oldukları düşünülen insanlardaki maddeci bakış, iman sahibi olmadıklarını söyleyenlerden aşağı kalmamaktadır.

Maddecilik, her şeyi madde olarak tasavvur eder. Tıpkı bir makine gibi, her şeyi sayar ve ölçer. Maddeci anlayıştakiler, makinelerden de ileri gitmişlerdir. Onlar, yalnızca niteliği değil, niceliği de saymaya ve ölçmeye çalışırlar. Psikolojide bile ölçme yöntemleri geliştirme gayretleri bu durumun göstergelerinden sadece birisidir.

Dindar olduklarını iddia eden insanların çoğu da, benzer şekilde niceliği ölçmeye çalışırlar. Onlar da dindarlığı, sanki ölçme ve saymaya indirgemişlerdir. Allah’ın insanlardan istediği takvalı davranışları sergilemeye çalışmak yerine, ezberledikleri duaları kaç kere okuduklarını saymaktadırlar. İnsanların kıldıkları namazda, secdeye doğru giderken pantolonlarını çekip çekmediklerine, secdeden kalkarken sağ ayak başparmaklarının yerden kalkıp kalkmadığına, başlarında takke olup olmadığına bakarak, namazların kabul derecesini ölçmektedirler. Benzer birçok yöntemle, kişilerin dindarlık seviyelerini ölçmektedirler.

Artık, dindarlığın derecesi, nicelik yani salih amel işlemek değildir. Onlara göre ölçü, sanki 3T formülüdür, yani takke-tespih-takunyadır. Takkesiz namaz kılanın, namaz sonrasında tespih çekmeyenin, abdest sırasında takunya giyip ayağını yıkamayarak mesh edenin kıldığı namazlar, sayma ve ölçme hesabına bile alınmamaktadır.

Anlaşılan o ki, maddecilik her alana girmiştir. Her şeyi maddeleştirmiştir. Her şeyi ölçeceğine inanmıştır. Yukarıdaki basit örneklerden de görüldüğü gibi, dindar olduklarını iddia edenlerin bile çoğu, maddeciliği içselleştirmişlerdir. Dini alanda bile bu etkiyi oluşturmuşsa, maddeciliğin insanları fiilen teslim almakta olduğunu söylemek, bizi yanıltmaz.

Maddecilik bu denli etkin olunca, hakikat kavramının da anlamı değişmeye başlamıştır. Artık, bir şeyin gerçekliği, beş duyumuz ile bilinmesiyle sınırlandırılmıştır. Beş duyu ile belirlenmeyen şeyler, gerçek dışı olarak kabul edilmiştir. Bu anlayış, dindar bilinenleri de kuşatmıştır. Dindar bilinenlerin çoğu, Tanrı inancını içselleştirememişler ve hayatlarını maddeciliğin tesirinde sürdürmektedirler. Eğer, Tanrı inancını bir hakikat olarak düşünselerdi, yaptıkları her şeyi gören, kafalarından geçirdikleri her şeyi bilen bir Tanrı gerçeği var iken, kimse fark etmedi diyerek, menfaat peşinde koşmazlardı.

Maddecilik ve ölçme yarışı, bilimsel çalışmaları da etkilemiştir. İlmi bulgular, bilgeliğin önüne geçmiştir. Hâlbuki bilimsel çalışmalar, Yüce Yaradan’ın yarattığı kâinatta oluşturduğu sistemin işleyişini anlayabilmek için ölçme ve sayma yapar. Öteki dünya hususunda hiçbir şey diyemez. Bir şey diyemediği için de, maddi alanla ilgili olmayan şeyleri incelemeyi ilmi olmadığı gerekçesiyle reddeder.

İnançlı insanların büyük çoğunluğunun ahiret konusundaki tasavvurları da, bu dünyadaki yaşam ile benzeşir. Ahiretteki cennet hayatında kendilerine, “göğsü yeni tomurcuklanmış güzel hurilerin” hizmet edeceğini düşünürler. Böylece ölçülerini verdikleri hurilerin sayıları hakkında bile fikir yürütürler.

İnançlı insanları bir kısmı, bir kimsenin evliya olup olmadığına oluşturdukları mucizelerin varlığına göre karar verirler. Hangi evliyanın daha üstün olduğunu, oluşturduğu mucizelerin sayısı ve güçlüğü belirler. Bu ayrımı da, güya bilimsel davranmak adına yaparlar. Sevdikleri şeyhleri ve hattâ peygamberi övebilmek, diğerlerinden üstün olduğunu vurgulayabilmek için, bilimsel davranabilmek adına, mucize olaylar uydururlar. Hâlbuki bilindiği gibi, mucizeleri insanlar oluşturamaz. Bizim mucize olarak nitelediğimiz şeyleri oluşturan, Yüce Yaradan’dır. Bize göre mucize olan şeyler, Allah’a göre çok sıradan bir iştir.

Bazı insanlar da, Kur’an’ın, Allah’ın sözü olduğunu ispat etmek için, bilimsel bulgularla Kur’an ayetlerindeki ifadeleri karşılaştırırlar. Bunu yapabilmek yani bilimsel olayların Kur’an’da bahsedildiğini anlatabilmek için, ayetlerin anlamlarını günümüzdeki bilimsel bulgulara uyarlamaya çalışırlar. Ne kadar çok sayıda ayeti bilimsel bulgularla eşleştirirlerse, Kur’an’ın o kadar çok Allah’ın sözü olduğunu ölçtüklerini zannederler. Arapçanın yapısı, bazı kelimelerin 20 civarında anlamının olması, böyle düşünenlerin işlerini kolaylaştırır.

Batı dünyasında taraftar bulan Spirtüalizm yani maneviyatçılık anlayışı da, savunmalarında, maddiyatçılık ile benzer temellere dayanmaktadır.

Bizim verdiğimiz çok az sayıdaki örneklerin çok daha fazlasını, okuyucularımızın vereceğine inanıyoruz. Bu sebeple misal vermeyi burada bitiriyoruz. Bütün bu örneklerin doğrultusunda şunu söyleyebiliriz ki, inançlı insanların bile çoğunluğu, manevi olayları ve hayatı, maddeciliğin etkisiyle hayal etmektedir.

İnsanlığın huzuru, maddecilikten uzaklaşması ile doğru orantılıdır. Maddecilikten uzaklaştıkça, güzelliklere ulaşması artacaktır.

Maddecilik, yani sayma ve ölçme anlayışı, insanların arasındaki servet farkını artırmıştır. Servet farkının artması, bir sorun olmakla birlikte, çözülemeyecek kadar ciddi bir mesele değildir. Ancak, maddeci zihniyetin hâkim olduğu bir ortamda oluşan servet farkı, insanlığın temeline konulmuş dinamit gibidir.

Hâlbuki servet sahibi olanlar iman sahibi insanlar olursa, sonuç farklı olur. Bu insanlar, servetlerinin ahiret hayatında kendilerine yaramayacağını bilirler. Servetlerini infak ederek (paylaşarak) fakirleri korurlarsa, hem toplum huzurunu korumuş hem de kendileri takvalı davranmış olurlar. Yüce Yaradan, kutsal kitaplarında insanlar arasındaki farkın, takva açısından olduğunu ifade etmektedir. Böylece servetlerini paylaşan insanlar, hem toplum nezdinde saygınlık kazanırlar, hem de Allah nezdinde itibar sahibi olurlar.

Günümüzde, toplumları sevk ve idare etmek için, maddi vasıtalara sahip olmak yeterlidir. Bu gidişat tehlikelidir. Maddeten kalkınmış bir ülke olan ABD’de bile bugün, nüfusun %1’rinin her şeye hâkim olduğuna inanılır hale gelmiştir. Nüfusun %99’zunun içerisinde, geleceğe umutla ve güvenle bakanlar her geçen gün azalmaktadır. Oysa toplumları sevk ve idare etmekte takvaca üstün olanlar, yani Allah’ın emir ve yasaklarını uygulayanlar etkili olurlarsa, geleceğe umutla ve güvenle bakan insanların sayıları hızla artacaktır.

Maddeci anlayış, insanlara mümkün olduğu kadar çok tüketmeyi öğütler. Çünkü maddeci anlayışta, insanlar arasındaki sosyal konum farkını, yapılan tüketimler belirler. Bu sistemde, daha çok tüketenler, insanları yönetme mevkiine yükselmeye daha yakındırlar.

Hâlbuki hem şahısların hem de insanlığın huzuru, daha az tüketmektedir. Daha önce kanaatkârlık üzerine yayınladığımız bir makalemizde ifade ettiğimiz gibi, kanaatkârlık tükenmez bir hazinedir. Dolayısıyla amaç, ihtiyacını karşılayacak kadar tüketmek olmalıdır. Aynı malın lüks olanı, ihtiyaç olarak görülmemelidir. Kendisi daha az tüketen yöneticilerin, halka örnek olmaları ihtimali kuvvetlidir. Bu sebeple, insanlığı güzel geleceğe götürecek bir başka gösterge de, yöneticilerin içerisinden, kendileri daha az tüketen insanların çoğalmasıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | SOSYAL KONUMUMUZU TAKVA DEĞİL, SERVET BELİRLERSE için yorumlar kapalı

DOĞU-BATI SENTEZİ ÜZERİNE

DOĞU-BATI SENTEZİ ÜZERİNE

 

“Doğu Batı Anlayışları Üzerine” başlığıyla yayınladığımız makalemizde, genel olarak Avrupalı felsefecilerin fikirlerinden örnekler vermiştik. Düşünür olarak nitelenen bu insanların bir kısmının doğuyu çok küçük gördüklerini, doğuluların düşünemeyen insanlardan oluştuklarına inandıklarını onların sözleriyle vermiştik. Doğu anlayış ile kastettiklerinin, İslâm ve Hint dünyasının olduğunu vurgulamıştık. Biz de, onların fikirlerine karşılık olarak, İslâm dünyasının fikirlerini temsilen Maturidi’nin düşüncelerini ifade etmiştik.

“Batı Anlayışı Üzerine” yazdığımız bir başka makalemizde, bu terimin bir coğrafyayı belirtmediğini vurgulamıştık. Batı anlayışını, kendi fikrini karşı tarafa zorla kabul ettirme çabası olarak ifade etmiştik. Coğrafi olarak Batı bölgesinin anlayışı, kendi fikrini zorla kabul ettirme çabasına ilaveten, maddenin üstünlüğüne inanır. Bu sebeple sürekli aksiyon halindedir. Bölge olarak doğu ise, daha dingindir ve maneviyatçıdır. Ananevi anlayışları olan dinlerine ve geleneklerine bağlıdır.

Bölgeler arasındaki bu ayrım, küreselleşmenin hızlandığı 1980li yıllardan önce çok daha belirgin idi. Ancak günümüzde, batının maddecilik anlayışı, küreselleşmenin etkili olduğu dünyanın her tarafında hâkim olma yolunda ilerliyor. Mustafa Tahralı’nın aktardığına göre, Fransız Röne Genon (René Guénon) “Modern Dünyanın Bunalımı” adlı eserinde doğu ve batı anlayışları hususunda ayrıntılı bilgi verir. Gelecekle ilgili kaygısını da şöyle ifade eder: “Esas mesele şudur; Doğu, modern batı anlayışının etkisinde geçici olarak mı kalacaktır, yoksa batı, kendi düşüş ve çöküşüne bütün insanlığı da sürükleyecek midir?”

Röne Genon’u tereddüde düşüren konu, muhtemelen Batılılaşmış doğulular olarak nitelediği insanların çoğaldıklarını ve etkili olmaya başladıklarını görmesidir. Günümüzdeki küreselleşmenin tesirlerine bakılınca, Genon’un ikinci şık olarak gördüğü gerçekleşmektedir. Yani, batı, kendi düşüş ve çöküşüne bütün insanlığı sürüklemektedir.

Genon, bu ikinci şıkkın daha kuvvetli bir ihtimal olarak gerçekleşebileceğini düşünmüş olmalı ki, bu hususta da fikrini ifade etmiştir. Moralinde hiçbir bozulma olmadan şu ifadeleri kullanmıştır: “Hattâ, manevi kuvvetin, er geç mecburi olarak muvaffak olacağını söyleyebiliriz. Fakat bu noktaya gelmeden önce, tam bir karanlığa gömülme safhasının olması mümkündür.” Yazarın umutlu olmasının sebebi, sahip olduğu inancıdır. O, kitabını yazdığı dönemde, Hz. Muhammed’in ümmetindeki şuurlu insanların arsına girmiştir. Dolayısıyla ananevi dini anlayış ruhunun ölmesinin mümkün olmayacağını düşünür. Çünkü ona göre ananevi din anlayışı, özü itibarıyla, ölüm ve değişmenin üstündedir.

 Küreselleşen dünyamızın hızla ilerlediği nokta, maalesef, insanlığın kendi sonunu getirmesine doğru hızla ilerliyor. Aslında bu gidişatı, Genon’dan önce de ifade eden batılı düşünürler olmuştu. ”Batı Medeniyetinin Bugünkü Durumu” başlıklı makalemizde bu düşünürlerin eserlerinden örnekler vermiştik. Bu konudaki kötü gidişi beğenmeyen felsefecilerin ortak sorusu şu idi: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Aslında Batı Medeniyetinin bugünkü durumunu dile getiren bu yazarların bütün eserleri, insanın ve insanlar arası ilişkilerin yok oluşuna bir ağıt, bir çığlıktır.

İnsanlığın geleceğini güzelleştirmek için yapılması gerekenler konusunda fikir yürüten insanların ortak kanaatleri, doğu-batı arasında uzlaşmanın olmasıdır. Genon, bu uzlaşmanın, batının, doğu anlayışına gelmesinde görür. Hindu tasavvufunu da ciddiyetle inceleyen yazar, doğu anlayışı ile daha çok İslâm tasavvufunu kasteder. Doğu ile batı arasındaki uyumu sağlayacak resmi gücün, Katolik Kilisesi olduğunu düşünür. Muhtemelen onları ve diğer batılıları uyarmak için, Matta İncil’inden 23/16 daki “Vay halinize kör kılavuzlar” şeklindeki Hz. İsa’nın sözünü hatırlatır.

Bize göre kılavuzluk, önce insanın kendisine yol göstermesiyle başlar. Kişinin kendi nefsine karşı mücadele edecek iradeyi göstermesi, kendisine yaptığı kılavuzluk anlamındadır. Kendisine yaptığı kılavuzluğunda başarılı olan kimse, başkalarına da yol gösterdiğinde, daha dikkat çeker ve ilgi görür. Kendi iç muhasebesindeki kılavuzlukta başarılı olamamış şahısların ve kurumların, insanlar üzerinde tesirli olmaları çok zayıf ihtimaldir.

Daha önceki bir makalemizde ifade ettiğimiz gibi, aynı insanın içerisinde hem evliyalık hem de eşkıyalık duygusu vardır. Tıpkı aynı insandaki farklı yönlerin varlığı gibi, coğrafi anlamda, doğunun da, batının da, hem güzel hem de yanlış yönleri vardır. Doğuda da, batıda da, inançlı ve ahlâklı insanlar mevcuttur. Doğuda da, batıda da, menfaatinden başka bir şey düşünmeyen maddeci insanlar vardır. Dolayısıyla, coğrafi anlamda ne sadece doğu, ne yalnızca batı tamamen haklıdır veya tamamen haksızdır. Çözüme ulaşmak için, doğu-batı sentezi sağlanabilmelidir. Tıpkı, insanın kendi içerisinde olduğu gibi bir senteze ulaşılmalıdır.

Bu konuda Tahralı’nın aktardığına göre, Peyami Safa, 1961’de kitabının önsözünde şöyle söylemektedir: “Aramızda bazı müfritler hariç, hepimiz, hem doğulu hem de batılıyız. Doğu-batı sentezi bizim, yani bütün insanların tarih ve ruh yapısı, kaderimizdir. Doğu ile batı arasındaki mücadele, her insanın kendi nefsiyle mücadelesine benzer. Bunların sentezi, insanın var olmak için muhtaç olduğu birliğin (vahdetin) ifadesidir. İnsan, bütünlüğünü ve tamlığını ancak bu sentezde bulabilir.”

Genon’a göre batı, aksiyonun, manevi tefekkürden üstün olduğunu ifade etmekte çok ileri gitmiştir. Aksiyonu tek düşüncesi ve fikri temeli haline getirmiştir. Ona göre, bütün doğu doktrinleri, manevi tefekkürün üstünlüğünü kabul eder ve insan hayatındaki önemini vurgular. Genon, İslâmi anlayışta, ilmin, manevi tefekkürün amelden üstün olduğunu savunur.

Genon’un bu anlayışa sahip olmasının muhtemel sebeplerinden birisi, onun tasavvuf aracılığıyla Müslüman olmuş olmasıdır. Allah’ın dininde, elbette manevi tefekkür önemlidir. Ama uygulamaya, yani salih amele dönüşmemiş bir kalbi sezginin, diğer insanlara faydası çok azdır. Bu konuda daha önceki makalelerimizde ifade ettiğimiz, Yusuf Has Hacib’in Kutadgubilig adlı eserindeki vurgulamayı tekrar hatırlamakta yarar var.

Kutadgubililg’teki ifade anlam olarak şöyledir: “Ahireti kazanmak için bir lokma bir hırka anlayışıyla manevi tefekkür içerisinde ibadetle hayatını sürdürebilirsin. Ama asıl olan, bu dünyada mal, mülk ve saltanat sahibi olup, bunları halka hizmet için adaletli bir şekilde kullanmandır. İşte bu, aslında iki dünya saadetidir.”

Yapılan ilim, insanlığa faydalı ise ve ilim yapanı Allah’a daha çok yaklaştırıyorsa bir anlam ifade eder. İnsanlığın huzurlu olmasına ve yardıma ihtiyacı olanlara hizmet etmeyen tefekkürün, yeterli olup olmadığına ve salih amelden üstünlüğü hususuna yalnızca Yüce Yaradan karar verir. Biz Kur’an’daki “Onlar inandılar ve salih amel işlediler. Onlara korku yoktur” açıklamalarından hareket etmekteyiz.

Hint Müslümanlarından (Pakistanlı) Muhammed İkbal, İslâm dünyasını inceleyen İngiliz siyasi yöneticilerin kanaatlerini şöyle ifade eder: İslâm’ın beyni Mısır, kalbi Hint, hareket eden uzuvları Osmanlı’dır. İkbal’in de kabul ettiği bu sınıflandırmanın, bu yazı konumuzu ilgilendiren kısmının irdelemesini yapalım. Mısır, eğer beyin ise ve vücudu yönlendiren o ise, neden Firavunlar döneminde medeniyet oluşturmuş bir halk, Müslümanlıktan sonra geçen 1400 küsur senede bir medeniyet oluşturamadı. Hattâ İslâmiyet’in ilk dönemlerindeki güzel gelişmelerde ciddi bir etkisi olmadı ve Kûfe bölgesinin gölgesinde kaldı. Benzer şekilde, Hint dünyası İslâm’ın hisseden kalbi ise, aynı bölgede günümüzden üç bin yıl önce oluşturulmuş medeniyetin benzerini neden oluşturamadılar. Neden Hint tasavvufu çok eski tarihte başlamışken, İslâm tasavvufunda önder olamadılar. Bu bölgelerdeki ciddi eserleri meydana getirenler, Emir Timur ve torunları ile Babür Şahın halefleridir.

Demek ki, medeniyeti oluşturmak için hem manevi tefekkür hem de aksiyon gerekmektedir. Önce, devlet olarak kısa ömrüne ve iki büyük saldırıya (Haçlı Seferleri ve Moğol saldırıları) maruz kalmalarına rağmen Selçuklu Türkleri, sonrasında Osmanlı Türk Devleti, bu ikisine de sahip olduğu sürece ciddi bir medeniyet oluşturmuştur. Osmanlı Medeniyetinin özellikleri hususunda, bu sitede çeşitli yazılar yazdık. Bu makalelerimizden birisinin bir kısmını vererek, oluşturulan medeniyetin günümüz insanlığı açısından önemini göstermekte fayda görüyoruz. Makalemizde aynen aşağıdaki ifadelerde bulunmuştuk:

Önceki yazılarımızda Osmanlıların, genelleştirmekte sakınca olmayan bazı özelliklerini bahsetmiştik. Her bir özelliğini, ayrı bir yazımızda anlatmıştık. Bunlardan biri, sınıflar arası çatışmaya değil, eşitlikçi anlayış temeline oturan uygulamalardı. Diğeri, rekabet ve çatışmaya değil, işbirliği ve dayanışma üzerine toplumun oluşturulduğu idi. Bir başkası, her alanda gösterdikleri itidalli davranış idi.

Bu açılardan bakılınca Osmanlı Türk Devletinin uygulamalarının bir diğer önemli özelliği, hoşgörü anlayışıdır. Bu konuda daha önce bu sitede “Türklerin Hoşgörüyü Evrenselleştirmesi” üzerine bir yazı yazmıştık. Ancak silindi. Gerektiğinde yeniden aynı yazıyı yayınlarız.

Zaten bütün bu davranışların temeli, “adalet” anlayış olduğundan, adalet konusunu ayrıca bir makale ile kaleme almadık. Fakat hemen her yazımızın içerisinde, “adalet” kavramının yansımalarından bahsetmekteyiz.

Osmanlı Türk Devleti “soylu”dur, ama insanlara tepeden bakmaz. Devlet “muhteşem”dir,  fakat insanları ezmez. Osmanlı “büyük”tür, ama insanları ürkütmez.

Osmanlı Türk Devleti, zalimlere ve zorba olduğunu düşündüklerine karşı, keskin bir kılıç gibidir. Kendisine maliyetini düşünmeden, zorbanın haddini bildirmeye var gücüyle çalışır. Ama masum ve mağdurlara karşı, boynu kıldan incedir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Doğu batı sentezi için, öncelikle bu senteze, yani maddeci yanımızın aşırı isteklerine karşı kanaatkâr bir yapı oluşturmaya kendimizden başlayacağız. Sonra, bunu çevremize ve insanlığa doğru yaymaya çaba göstereceğiz. Manevi tefekkürün ve imanın önderliğinde salih ameller işlemeye gayret edeceğiz. Nefsimizin esiri olmadan, onun isteklerinin ihtiyaç olanlarını helal yollardan yerine getireceğiz ama başkalarına da yardımcı olacağız. Hem gönüllere hem de göze hitap edeceğiz. Bunları yaparken temelde ahlâklı olacağız.

Doğu-batı sentezi için Genon’un en önemli beklentisi, batıda, doğu anlayışına sahip elit bir kitlenin oluşmasıdır. Bu beklenti bir asır öncesinde uygun bir yöntem olabilirdi. Ama şimdi hem zaman yok, hem de küreselleşme sebebiyle böyle bir elit gurubun oluşması ihtimali çok zayıfladı. Buna karşılık küreselleşmenin bize sağladığı güzel bir imkân var. Bütün dünyadaki yöneticiler, sivil toplum kuruluşları, dinlerin temsilcileri ortak hareket edebilirler. Medya ve internet imkânlarını kullanarak, kısa sürede halkların anlayışları üzerinde etkili olunabilir. Yeter ki bu değişimi gerçekleştirmek isteyenler, önce kendilerinde değişimi gerçekleştirmiş insanlar olsunlar.

Sosyal kategorisine gönderildi | DOĞU-BATI SENTEZİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

DOĞU-BATI ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

DOĞU-BATI ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

(Not: Bu yazı Eylül 2014 tarihinde sitede yayınlanmıştı, silindiğinden aynen veriyoruz.)

Alman Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831), dünya tarihindeki hükümdarlıkları, Hukuk Felsefesinin Ana Çizgileri adlı eserinin 354. Maddesinde dörde ayırır.

  1. Doğulu, 2. Yunanlı, 3. Romalı,   4. Germen,

Madde 355’te de Doğu hükümdarlığını şöyle tanımlar: “Bu ilk hükümdarlık, ataerkil fıtrat bütünlüğünden yola çıkar. Kendi içinde ayrışmaz. Kendi zatıyla kaim bir dünya görüşüdür. Buradaki dünya yönetimi Tanrı düzenidir….”

Hegel’in Doğu derken kastettiği ağırlıklı olarak Müslüman Dünyası ve kısmen Hindistan’dır. Belki de Konfüçyüs düşüncesinin dev cüssesi nedeniyle, Çin bu bağlamın dışında tutulmuştur.

Bu tanımlamaya giden yol, İmmanuel Kant’ın (1724-1804) düşünceyi, Estetik ve Mantıksal şeklinde ikiye ayırmasıyla başladı.

Kant’a göre doğada bir şey ne ise, odur. Kavramsallık doğada yoktur. Oysa mantıksal düşünce, kavramlara dayanır. Kavram ise, bir şeyin aslı yani bizatihi kendisi değildir. Kavram, doğada var olan bir şeyin insan zihnindeki tasarımı veya adıdır.

Friedrich von Schlegel’in 1800’de yazdığı “En büyük romantizmi Doğu’da aramak zorundayız.” sözü ile Almanya’da Romantik anlayışın temelleri atılmış oldu.

Aslında Alman idealizmi ve Romantik okul, birbirinden çıkmış ve birbirlerini genişleterek ilerlemişlerdir.

Romantik akımın temeli, Doğu ve Batı diye iki ayrı bilincin varlığını kabul etmektir. Yoksa günümüzdeki anlamıyla duygusallık demek değildir.

Ancak Almanya’daki bu Romantik akım, bitişik komşusu Fransa’da etkili olmamıştır. Almanya’da “dichtung” denilen şiir, yani edebiyat ve sanatı içerisinde barındıran yazılar genellikle filozoflar için yazılır, filozoflarca okunur.

Fransa’da ise bu anlamıyla şiir, toplumsal bir olgudur. Şiir ve şairler, toplumsal devrimleri, bunalımları ve çalkantıları ciddi anlamda etkilerler. Dolayısıyla Fransa’da felsefe, toplumsal olayları ve toplumu irdeleyerek sonuç çıkarmaya çalışır.

Nitekim Fransız filozof Auguste Comte’un (1798-1857) getirdiği felsefe olan Pozitivizm, bu anlayışın bir sonucudur. Pozitivizm; beş duyu ile algılanabilir, elle tutulup görülebilir, yani gözlemlenebilir olaylar demektir. Anlayış olarak, Alman Romantizmini tehdit eder bir konumdadır.

Kant için Batı, Yunan ve Roma veya onun yolundan gittiğini düşünen Batı Hıristiyanlığıdır. Kant’a göre Batı demek, kavramsal ve mantıklı düşünme ile bilim ve felsefe demektir.

Kant’a göre Doğu yani Müslüman Dünya düşünmeyi bilmez, aklı yoktur. Kavramlarla değil, kavramsız düşünceyle yani “poesie” dedikleri nazım şiir ile konuşur.

Hâlbuki Kant ve benzer filozoflardan 800-900 yıl önce, Türk ve Müslüman olan Maturidi’nin (852?-944) açıklamaları vardır. Maturidi’ye göre bilginin kaynakları üçtür; beş duyu, doğru haber (zaruri ilim ve vahiy yoluyla Allah’ın kullarına aktardıklarıdır) ve aklın tefekkürü.

Maturidi’den ve irdelemelerinden habersiz olan Comte, zihinsel gerçeklikten hareket etmez. Pozitif gerçeklikten yola çıkar. Maturidi’yi hiç duymamış olan Kant ise, kavramlarla düşünür. Kavramlar, mantıksal düşünmeyi yani genel anlamda bilimi oluşturur.

İki akımın da takipçileri, üstatlarını çok methederek, tıpkı Sokrates örneğindeki gibi, onların düşüncelerinin etkili olmasını sağladılar. Doğu ya da Müslüman Dünyayı, Batı’dan kesin çizgilerle ayırdılar.

Avrupalı düşünürlerin fikirleri bütün dünyayı etkiledi. Fakat bu etkiler, yaşamı anlamlı kılmak yönünde olmadı. Aksine insan ve insanlar arası ilişkileri perişan etti.

Schopenhauer, Nietzche ve Michel Henry gibi filozoflar aynı soruyu sormuşlardır: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Hâlbuki yaşamın bu duruma düşmesinde, Avrupalı fikir insanlarının etkileri çok büyük olmuştur. Yanılgılarında, üç temel bakış hatası olmuştur.

Birinci hata, olayların etmenlerinden sadece birini (bazen ikisini) esas alarak, teorilerini sadece bu etmenin üzerine kurmalarıdır.

İkincisi ise, olayların sadece bir dönemini, yani bir kesitini ele almaları ve teorilerini bunun üzerine inşa etmeleridir.

Üçüncüsü, dar bir bölge içerisindeki gelişen olayları irdelemeleridir.

Sosyal olaylar çok etmenlidir. Hiçbir gelişme, tek bir sebebe dayanmaz. Sosyal olaylarda tek doğru yoktur. Daha çok insana faydalı, daha az insana zararlı çözüm yolları her zaman geliştirilebilir.

Düşünürlerin, diğer etmenleri ve kesitleri hiç gibi görerek teori geliştirmeleri, fikirlerini daha başlangıçta sağlam bir mesnetten yoksun bırakmaktadır.

Wilhelm Dilthey’in (1833-1911)  kurduğu “düşünce tarihi” anlayışı bile, Avrupalı düşünürlerin böylesine temel yanlışları ve benzer hatalara kendisinin de düşmesi dolayısıyla durumu toparlayamamıştır. Hâlbuki Maturidi’nin geniş bakışlı, dini motifleri de sistemin içerisinde irdeleyen ve denge kuran sentezi Dilthey’in kuramıyla birleşseydi, insanlık için çok daha faydalı olurdu.

Dilthey, Romantik ve Pozitivizm akımlarının da eksiklerini ortaya koymaya çalışırken,  “anlama” ile “açıklama”nın birbirine karşıtlığından hareket etmiştir. “Biz doğayı açıklamakta, gönül hayatını anlamaktayız” diyerek, bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştur.

Ancak kendisinin de, “yaşam ve yaşantı” konusundaki düşüncelerinde büyük sıkıntılar çektiğini görürüz. Dilthey, asıl çözüm bekleyen “Bütün bu görecelikler içerisinde nesnellik nasıl mümkün olacaktır” sorusuna doyurucu bir cevap verememektedir. Bütün bunların sonucunda, Avrupalı filozofların düşünceleri havada kalmıştır.

Maturidi sosyal olayların etmenlerinin çoğunluğunun üzerine bir teori kurduğundan, görüşleri halen günümüzde insanlığın geleceğine ışık tutmaktadır. O; iman, kader, akıl, mucize gibi insanların cevaplamada zorlandığı konularda doyurucu yanıtlar verebilmiştir.

Kant ve takipçilerinin Müslüman Dünyasını irdeledikleri dönemler, Müslüman yöneticilerin Maturidi’nin yorumlarından bilerek uzaklaştığı asırlardır. Avrupalı filozoflar görüntü üzerinden hareket ettikleri için, kendilerini derin düşünüyormuş gibi görmelerine rağmen sığ kalmışlar ve bir sonraki dönemde eleştirilmişlerdir. Hattâ birçoğu, kendi yaşantıları içerisinde bile, birbirine zıt fikirlere sahip olmuşlardır.

Maturidi de ise, kendi söylemleriyle çelişme ve sonrakiler tarafından eleştirilme yoktur. Farabi(870-950) ve İbni Sina(980-1037) gibi âlimleri zındıklıkla (dıştan Müslüman içten inkârcı) suçlayan İmam Gazali (1058-1111) bile, Maturid’iyi ciddi anlamda eleştirememiştir. Hâlbuki Gazali, Eşarilik anlayışını sistemleştiren kişidir. Eşarilik ile Maturidilik arasında da ciddi anlayış ve irdeleme farklılıkları vardır.

Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. Kimisi kendisiyle çelişen, kimisi kısa süre sonra eleştirilen ve kimisi kendi sordukları sorulara bile doyurucu cevap bulamayan düşünürlerin yönlendirmeleri, insanlığın faydasına olmamıştır. Hattâ Nietzche’nin güçlülük istenci gibi anlayışlar, insanlığın aleyhine olmuştur.

İnsanlığın güzel geleceği için, Maturudi’nin konuları irdelerken yaptığı gibi, bilginin kaynaklarını; beş duyu, doğru haber ve aklın tefekkürü şeklinde üçlü ve daha fazla sağlam temellere oturtan çalışmalara ihtiyaç var.

Allah’ım, gönlümüzü güzelliklere aç, ufkunla idrakimizi genişlet, gönderdiğin ayetlerini anlayabilmemiz için anlayışımızı artır, aklımızı kullanırken bizlere irade gücü ver.

Senin her şeye gücün yeter.

Genel, Sosyal kategorisine gönderildi | DOĞU-BATI ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

FAKİRLER, ORTA HALLİLER, ZENGİNLER

FAKİRLER, ORTA HALLİLER, ZENGİNLER

 

Aristo, bir site devletinde demokrasinin iyi işlemesi için orta hallilerin sayısının artması gerektiğini söylemiş. Gerekçe olarak da, fakirlerin ve zenginlerin duygusal olduklarını yani menfaatlerine göre davrandıklarını belirtmiş. Aristo, orta hallilerin mantıklarıyla hareket ettiklerini, bu nedenle demokrasinin iyi işleyeceğini savunmuş.

Aristo’nun yaptığı bu tariflerden, sadece yoksul ve varlıklı tanımına bakacak olursak, bunların, tamamen kendi menfaatleri peşinde koşan insanlar olduklarını düşünürüz. Bu durum, elbette her insan için geçerli değildir. Fakirlerin içerisinde de izan ve edep sahibi oldukları için menfaatlerini düşünmeyen insanlar vardır. Kimi zenginler ise, arif insan olduklarından hem kibirlenmezler, hem de menfaatleri peşinde koşmazlar. İslâmiyet’teki Hanefi mezhebine ismi verilen Ebu Hanife, çok zengin bir insandı.

Fakirleri ve zenginleri, çıkarlarını düşünmeye sevk eden en önemli etken, o ülkenin yöneticilerinin tavırlarıdır. Günümüzdeki şekliyle, sadece iktidardakilerin değil, muhalefettekilerin de sergiledikleri siyasi ve tarafgir anlayış, insanları menfaatperest olmaya yönlendirmektedir. Demokratik sistemle yönetilmeyen ülkelerde ise zenginler menfaatperest olmak zorundadır, fakirlerin ise esamisi okunmaz.

Günümüzde, bilhassa fikren kalkınamamış ülkelerdeki siyaset anlayışı, Aristo’nun yaptığı tanımı, genel anlamda –istisnalar hariç- doğrular niteliktedir.

Çağımızda, siyasetin yanlı uygulamalarının oluşturduğu, bir başka tehlikeli gidişat daha vardır. Artık orta halliler de, vasıf değiştirmeye başlamışlardır. Orta hallilerin bazıları, zenginlere özenmektedirler. Onlar gibi olmaya çalışmaktadırlar. Dolayısıyla zenginler gibi düşünüp, duygusal davranmakta ve kendi menfaatlerinin peşine düşmektedirler. Bu durum, asırlar öncesinde başlayan ve küreselleşme dolayısıyla dünya çapında etkili olan maddeci anlayışın bir sonucudur.

Orta hallilerinin böylesine değişime uğradığı ülkeler için, tehlike çanları çalıyor demektir. Böyle ülkelerde güven sarsılır. Neredeyse, kimse kimseye güvenemez hale gelir. İnsanlar birbirlerine karşı tiyatro oynarlar. Şahısların kurumlara güvenleri çok azalacağı gibi, kurumlar da vatandaşına, çıkarcılar olarak bakar. Dolayısıyla; ne adalete, ne ekonomiye, ne siyasetçi ve yöneticiye, ne asker ve polise güvenin kalmadığı bu ülke kargaşanın, terörün içerisine doğru yuvarlanır. Eğer zenginler, halen işin ciddiyetinin farkına varmazlarsa, bu durumdan kurtulmasının tek ihtimali kalır. O da, orta hallilerin içerisinden mantıklarıyla hareket eden düzgün insanların duruma müdahale etmesi ve menfaati peşinde koşmayanların sayılarının artmasıdır.

Fakirlerin, orta hallilerin ve zenginlerin davranışları ile anlayışları, ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Bu üç gurubu da etkileyen hususlardan birisi, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, siyasi yöneticilerin tavırlarıdır. Bu gurupların davranışlarına tesir eden bir başka husus, bulundukları coğrafi konumdur. Bir ülkenin vatandaşları, kendilerini çevreleyen komşu ülkelerin insanlarının anlayışlarından etkilenirler. Bu etkilenmenin az veya çok olması, ülkeler arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkilerin oranına bağlıdır. Coğrafi konumdan etkilenmesi çok az olan ve istisna olarak görülebilecek bir halk, İsrail Devletinin vatandaşlarıdır. Çünkü onlar, dünyanın çeşitli bölgelerinden özel bir amaçla yola çıkıp, bu bölgeye gelmişlerdir. İrtibatlarını, coğrafi çevreleriyle değil, geldikleri bölgelerle ve sadece kendileriyle yapmışlardır. Ayrıca çevrelerindeki ülkeleri düşman olarak tanımladıkları için, kendi içlerine kapanmışlardır.

İnsanların bu guruplardan hangisinin içerisinde olacağını, yani gelir durumunu belirleyen etkenlerden birisi de, doğduğu ülkenin şartlarıdır. Yapılan araştırmalara göre, insanların gelirlerinin miktarının %60’ı, o şahsın doğduğu ülkenin şartlarına bağlı imiş. Benzer şekilde kişinin gelir durumu da –bu hususta net bir istatistik bulamamama rağmen- önemli ölçüde içerisinde doğduğu ailesinin konumuna bağlı olduğu inancındayım.

Bir ülkedeki, bu üç gurubun mensuplarının davranışlarını etkileyen bir diğer husus, aralarındaki maddi farkın miktarı ve oranıdır. Aralarındaki zenginlik farkı azaldıkça, davranışları birbirine benzeşmeye yönelir. Fark arttıkça, hem menfaatini düşünenler çoğalır, hem de aralarındaki düşmanlık tehlikeli boyutlara doğru büyür.

Bir ülkedeki, fakirlerin, orta hallilerin ve zenginlerin davranışları, bulundukları ortama göre değişim gösterir. Bilindiği gibi zenginlerin, kendileri gibi varlıklılarla aralarında yaptıkları işlerdeki uygulamaları farklıdır, kendileri dışındakilere davranışları ve bakışları farklıdır. Bu tavır değişkenliği, diğer guruplar için de geçerlidir.

Bu gurupları daha iyi tanımlamak için, hayatın içerisinden örnekleyerek, mavi yakalılar, beyaz yakalılar ve patronlarla üst yöneticiler olarak tanımlarsak, esasa müteallik bir hata yapmamış oluruz. Çevremizde, her üç guruptan da insanlar vardır. Bunların davranışlarını dikkatlice incelersek, mavi yakalıların kendi aralarında, beyaz yakalıların kendi aralarında, patronların da yine kendi aralarında daha samimi olduklarını müşahede ederiz. Fakat bir guruptaki insanın diğer guruptaki biriyle olan tavrına bakarsak, çoğunluğunun birbirlerine tiyatro oynadıklarını görürüz.

İşte bu üç gurubun insanlarının, birbirleriyle ilişkilerinde sergiledikleri tiyatro ne kadar gerçeklikten uzaklaşırsa, o ülkenin geleceğine karamsar bakılması aynı oranda artar. Bu gurupların birbirlerine karşı davranışlarındaki farklılıktan, en çok faydalanan zenginler olurlar. Öyle ki, zenginlerin, yani patronların ve siyasetteki üst yöneticilerin, diğer guruplara karşı söylemleri ile yaptıkları uygulamalar arasındaki fark arttıkça, zenginlikleri ve makamları artmaktadır.

Yazımızın başlarında da belirtiğimiz gibi, bizim yaptığımız bir genellemedir. Bu üç guruba mensup insanların içerisinde, yapılan genellemeden farklı anlayıştaki insanlar mevcuttur. Bu farklı anlayıştakilerin davranışları, birbirlerine düşmanca bir tavırda olmadığı gibi, çıkarlarını düşünmeden insanlığa örnek olacak şekilde, birbirlerine benzer niteliktedir.

Zaten bizim, bu yazıda dikkat çekmek istediğimiz husus da, bu durumdur. Amacımız, bu gurupların mensuplarının bazılarının sergilediği, böylesine güzellikteki benzer davranışların ve anlayışların, ulviyetini gözler önüne sermektir. Gurupların anlayışları arasındaki benzeşme arttıkça, insanlar menfaatlerine göre değil, insanlığın gereklerine göre davranışları artacaktır. Dolayısıyla, o ülkedeki huzur artacaktır. Huzurlu ülke sayısı arttıkça, dünyadaki huzur da artacaktır. Dolayısıyla insanlık, huzura doğru emin adımlarla yol alacaktır.

Genel kategorisine gönderildi | FAKİRLER, ORTA HALLİLER, ZENGİNLER için yorumlar kapalı

DEMOKRASİ, MİLLİ BAĞIMSIZLIK VE SERBEST KÜRESELLEŞME

DEMOKRASİ, MİLLİ BAĞIMSIZLIK VE SERBEST KÜRESELLEŞME

 

Demokrasi sisteminin amacı (uygulama farklı da olsa), insanlar arasındaki eşitsizliği azaltarak istikrarı sağlamak olarak tanımlanabilir.

Serbest küreselleşmenin ilk savunucuları, küreselleşmenin dünya üzerindeki zenginliği artıracağını ifade etmişlerdir. Gerçekten de tek yönlü uygulanan serbest küreselleşmenin dünyayı getirdiği nokta, zenginlerin gelirlerini artırmıştır. Ama fakirlerin gelirlerindeki artış, zenginlere oranla çok daha düşük olmuştur. Böylece fakir ve zengin arasındaki varlık farkı devamlı açılmıştır.

Görüldüğü gibi, demokrasinin amacı ile serbest küreselleşmenin amacı arasında çelişki vardır. Bazı ülkelerde uygulanan demokrasi sisteminin zenginlerin lehine olması, amaçlardaki çelişkiyi yok saymamızı sağlamaz.

Milli bağımsızlık kavramından beklenilen, diğer ülkelere ve onların yatırımlarına bağlı kalmadan, kendi kendine yeten bir sistem oluşturmaktır. Bu amaca ulaşmak isteyen bir ülke, amacını sadece bu hedefe kilitlemelidir. Dolayısıyla, ülke içerisindeki istikrarın bozulması veya eşitsizliğin artması, ikinci derecede öneme haizdir. Bu haliyle milli bağımsızlık isteği, hem demokrasi ile hem de serbest küreselleşme ile çelişir.

Benzer şekilde, serbest küreselleşme anlayışı da, hem demokrasi ile hem de milli bağımsızlık ile çelişmektedir. Küreselleşme anlayışını temsil eden sermayenin çok büyük bir bölümü, ülkeleri, “bir gecede sermayelerini yurt dışına çıkarmakla” tehdit eder. Ne zaman bir ülkenin yönetimi, sermayenin istemediği bir şekilde karar alırsa, bu tehditle karşılaşır. Yöneticilerin aldığı kararlar, ister vergi konusunda ister teşvik hususunda olsun, sermayenin menfaatine olmazsa derhal itiraz ederler. Hattâ üretim ve pazarlama konularındaki kararları da beğenmezlerse, tehditlerini yinelerler. Giderek daha çok konuya müdahale etmeye çalışırlar. Dolayısıyla yatıkları bu tehditler, hem demokrasiye hem de milli bağımsızlığa yapılmış olur ve bu iki anlayışı işlemez hale getirir.

Burada akla gelecek bir soru, ülkelerinde demokrasi olduğuna inanan insanların, serbest küreselleşmeye niçin olumlu baktıklarıdır. Hattâ milli bağımsızlıklarını savunan bazı insanların, serbest küreselleşmeyi reddetmemelerinin sebepleri de sorulabilir.

Bu sorulara daha gerçekçi cevap verebilmek için, konuya çeşitli açılardan yaklaşmaya çalışacağız

Bilindiği gibi, ülkelerin zenginleri, diğer ülkelerin zenginleriyle ticaret yaparlar. Gerek pazarlama, gerekse üretim konularında ortak işler yürütürler. Çünkü aynı amacı taşırlar. Hemen hepsinin gayesi, kendi kazançlarını artırmaktır. Sermayenin, mensubu oldukları veya yatırım yaptıkları ülkelerin kazancını artırma istekleri, ikinci hattâ üçüncü derecede öneme sahiptir. Zenginlerin, kârlarını artırabilmek için, birbirlerine ihtiyaçları vardır. Nitekim bir ülkenin zengininin, bir başka ülkenin yoksul insanıyla ortak şirketler kurması veya birlikte yatırım yapması düşünülemez. Aynı ülke içerisinde bile böyle bir durum gerçekleşmez. Sadece bilgi sahibi fakir bir insanın patentine ihtiyaç duyan zengin bir kişi birlikte çalışabilirler.

Takdir edileceği gibi, bir ülkede demokrasi anlayışının yerleşmesi, halkın, fert olarak demokrat davranışları bizzat kendi hayatında sergilemesiyle doğru orantılıdır. Evinde, işinde veya sosyal faaliyetlerinde demokrat olmayan fertlerin çoğunluğu oluşturduğu ülkelerdeki demokrasi şeklen mevcuttur. Bu şekilde şeklen demokrasinin olduğu ülkelerde, zenginler, istedikleri takdirde, halkın gönlünü daha kolay kazanırlar. Her türlü yöntemi kullanarak elde ettikleri haksız kazançlarını, aklayabilirler. Hak etmeden sahip oldukları varlıklarının çok önemsiz bir bölümünü halka dağıtarak, “fakir babası” unvanını bile alabilirler. Sultanlıkla yani gerçek anlamda krallıkla yönetilen ülkelerdeki zenginlerin işi, bu açıdan, çok daha kolaydır.

Demokrasi anlayışının halk tarafından içselleştirildiği ülkelerde, helal yollarla değil haksız kazanç peşinde olan zenginlerin işleri, biraz daha zordur. Diğer ülkelerdekilere göre, daha ince taktikler izlemeleri gerekir. Öncelikle, küreselleşmenin faydaları, halkı ikna edecek şekilde, hem abartılarak hem de bazı bilgileri istedikleri gibi değiştirmek suretiyle anlatılır. Küreselleşmenin, istihdamı artıracağı vurgulanır. Yatırımların çoğalacağı, piyasadaki malların bollaşacağı anlatılır.

Halkın bu anlatılanlara inanmaları için, bazı geçerli gibi görünen sebepler vardır. Çünkü insanların genellikle zeki ve kabiliyetlilerden oluşan bir kısmı (çok az sayıda da olsalar), başka ülkelere giderek oralarda iş bulabilmektedir. İnsanların bir kısmı, ülkelerine gelen yabancı firmaların kurdukları ve az sayıda olan, pazarlama şirketlerinde veya fabrikalarda çalışma imkânı bulmaktadır. İnsanların bir kısmı, ülkelerine gelen turistlerin yaptıkları harcamalardan, az da olsa, pay almaktadır.

Bütün bunların sonucunda halkın içerisinden, küreselleşmenin faydalı olduğuna inananların sayıları giderek artar. Serbest küreselleşmenin faydalı olduğunu düşünmeyen insanların bir bölümü ise, milli bağımsızlık ve gerçek demokrasi için, küreselleşmenin kendilerine başka şans tanımadığına inanır hale gelir. Dolayısıyla, bu gelişmelerin, çağın ve hayatın tabii akışı olduğu kanaati oluşur.

Eğer zenginler, halkı serbest küreselleşmeye ikna etmek istiyorlarsa, halkla aynı ortamlarda yaşamamaları gerekir. Takdir edileceği gibi, komşumuz bize göre çok zengin ise, göze batar. Eğer zenginlerin evi, arabası gibi varlıkları bizimki ile mukayese edilemeyecek kadar lüks ise, o zenginlere düşman oluruz.

Bu sebeple, serbest küreselleşme anlayışı genişledikçe, zenginler yaşadıkları ortamları değiştirmeye başladılar. Fakirler ve orta hallilerden uzak, yani gözden ırak mekânlarda yaşamaya başladılar. Halk onların bazılarını sadece, televizyonlarda ve basında görür oldu. Televizyon kanalları ve basın organlarının sahiplerinin çoğu zaten zenginlerdir. Dolayısıyla kendilerini halka şirin gösterecek her türlü vasıtaya sahiptirler. Onların yardımsever ve hattâ doğasever davranışlarını seyreden halkın zenginlere düşman olma ihtimali çok azalır.

Kendimizin bir köyde veya küçük bir kasabada yaşadığımızı düşünelim. Çevremizdeki insanların yaşam şartları birbirine yakındır. Komşumuzun, bir akrabamızın ve hattâ kasabanın bize uzak bir yerindeki bir insanın, giyeceği gösterişli bir elbise bile, dikkatimizi çeker. Bu şahıs, evini ve arabasını güzelleştirirse, bu defa herkesin dikkatini üzerinde toplar. Kıskançlıkla birlikte düşmanlık duygumuz oluşmaya başlar.

Hâlbuki zenginler ayrı ve gözden ırak mekânlarda, orta halliler ile yoksullar da ayrı ortamlarda kendi aralarında yaşarlarsa, toplumdaki eşitsizliği yeterince fark edemeyiz. Zenginler arasında bazen olabilecek çatışmanın bir sonucu olarak, televizyon ve basında bir kısım zenginlerin aleyhine yayınlar görürüz. Çok seyrek de olsa, izleyebildiğimiz bazı gaddar zenginlerin varlığı bile, bizim yaşantımızı doğrudan etkilemediği için, önemsemeyiz.  Dolayısıyla, durumu kanıksarız ve mevcut eşitsizliği gerçeğinden çok daha küçük olarak algılarız.

Bazı zenginlerin ve onlarla birlikte hareket eden siyasilerin, halkı ikna etmek için sahip oldukları araçlar ve maddi kaynaklar her geçen gün artmaktadır. Bu artıştan pay kapmak isteyen, dolayısıyla, onlara hinlik yollarını gösterecek bilgiye sahip avukatların ve finansçıların sayıları da artmaktadır. Bunların, gerçekleri ustalıkla karartmaları, serbest küreselleşmeye itiraz edilmesini fikren zorlaşmaktadır.

Günümüzde, hiçbir ülke, “bizim milli bağımsızlığımız var” düşüncesiyle insan onuruna ve insan haklarına aykırı davranma hakkına sahip olamamalıdır. Küreselleşme de geri döndürülmemelidir. Ancak, küreselleşme ve demokrasi anlayışları, olması gereken mecralarına döndürülmelidir. Her ikisi de, insanlar ve ülkeler arasındaki eşitsizliği azaltarak, insanlığın huzurunu ve istikrarını oluşturma hedefine yöneltilmelidir.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEMOKRASİ, MİLLİ BAĞIMSIZLIK VE SERBEST KÜRESELLEŞME için yorumlar kapalı

EĞİTİM SEVİYESİ İLE GELİRLER ARASINDAKİ BAĞLANTI

EĞİTİM SEVİYESİ İLE GELİRLER ARASINDAKİ BAĞLANTI

 

Eğitim gören insanlara neden eğitim seviyelerini artırmaya çalıştıklarını sorduğumuzda, büyük çoğunluğunun verdiği cevap “geleceğimi maddi gelir açısından garantiye almak” olmaktadır. Tarihe baktığımızda genel anlamda doğru sonuçları olan bir cevaptır. Bu anlayıştan farklı bir bakış açısı, Kayseri bölgesinde anlatılır. Derler ki, Kayserili çocuğunu küçük yaşta başkasının yanına çırak verirmiş. Bakarmış, eğer hem ezilmesine itiraz etmiyor hem de ticarete yatkın ise, bir süre sonra kendi yanına alır yetiştirirmiş. Eğer ticarete yatkın değilse, onu, “bari okusun da bir işe girsin, günlük maişetini kazansın” diye eğitim görmesi için okula gönderirmiş.

Günümüzde ise Kayserilinin de hesabı tutmamaktadır. İşsizlik en çok gençlerde görülmektedir. İşsiz gençlerin içerisinde ise, eğitim görmüşler en kalabalık gurup olmaya başlamıştır. Bu durum dünya genelinde aynıdır. Lise mezunu insanların ortalama gelirleri, hemen bütün kalkınmış ülkelerde düşmüştür. Bu düşüş, son 30 yılda daha da hızlanmıştır.

Bu durumun çeşitli sebepleri vardır. Bir tanesi, bazı üniversite mezunlarının, lise mezunlarının işlerine talip olmalarıdır. Bir diğeri, işlerini üniversite mezunlarına kaptıran liselilerin çoğunluğunun, kendilerinden daha az eğitim görmüş kişilerin yaptıkları işleri beğenmeyerek talip olmamalarıdır. Diğer taraftan liseliler, çalışma şartları daha rahat olabilen teknik işlerde çalışacak bilgi ve beceri seviyesine sahip olmadıklarından, öyle kadrolara da talip olamamaktadır.

Eğitim görmüş kişilerin gelirlerindeki düşüş, sadece liselilerde görülmeyip üniversite mezunlarında da gözlenmektedir. Aynı oranda olmasa bile, üniversitelilerin de gelirleri düşmektedir. Bilhassa son 10 yılda bu düşüş hızlanmıştır. Gerçeği aileler yaşamaktadır. Fakat enflasyondan arındırılmış haliyle, üniversitelilerin gelirlerinin ortalaması incelendiğinde, bu düşüşü her araştırmacı görebilmektedir. Bu düşüş ABD’de daha az gibi görünmesine rağmen, orada da, onda bir oranında gerileme vardır. Aslında ortalama ücretlerdeki gerçek düşüş oranı ABD’de de daha fazladır. Rakamın daha az görünmesinin önemli bir sebebi, ülkeye dışarıdan gelen kapasiteli üniversite mezunlarının varlığıdır. Beyin göçü denilen bu hadise, en çok ABD de olmaktadır. Ama diğer maddeten kalkınmış ülkeler için de geçerlidir.

İşin ilginç tarafı yapılan hesaplamaların yöntemi bizce hatalıdır. Çünkü hesaplamalar, sadece çalışan insanların kazançları üzerinden yapılmaktadır. İş bulamayan kişiler hesaba katılmamıştır. Bilindiği gibi, bütün ülkelerde, lise mezunu gençlerdeki işsizlik oranı, genel oranın iki katından çok fazladır. Üniversite mezunlarındaki işsizlik oranı da, genel oranın iki katına yaklaşmıştır. Dolayısıyla eğitim görmüş işsizlerin olmayan kazançları da hesaba katıldığında, yani işte çalışanların kazançları, işsizlere de paylaştırıldığında, durumun daha vahim olduğu anlaşılmaktadır. Bilhassa maddeten kalkınmış ülkelerde, su tesisatı tamircileri, elektrik tesisatı tamircileri gibi insanlar, eğitim görmüş insanlara göre çok daha fazla gelir elde etmektedirler.

Görüldüğü gibi, insanları okutmak, artık onların gelirlerini artırmamaktadır. Bu gençler okudukları süre içerisinde katma değer üretecek herhangi bir iş yapmamaktadırlar. Bu insanları okutmak için paralar harcanmaktadır. Ailelerinin imkânı olmayanlar burs alarak borçlanmaktadır. Konunun bu yüzünü de dikkate aldığımızda, durumun ciddiyetinin daha iyi kavranması beklenilir. Ancak geçmişteki ekonomik buhranlardan ders almayanların, bu durumdan ders almalarını beklemek biraz hayalperestlik olmaktadır. Sanki 2008 deki buhranı tetikleyen mortgage olaylarının benzeri, eğitim burslarında yaşanmadıkça, ders alınmayacak gibi görülmektedir.

Eğitim görmüş insanların gelirlerindeki düşüşün bir başka sebebi, mevcut ekonomik sistemin kendisidir. Günümüzdeki haliyle, kapitalist sistemde artık değeri üreten bilgi değildir, sermayedir. Bazı uç örneklerin varlığı, genel durumdaki bu gerçeği değiştirmez. Bilgili insanların, sermaye desteği olmadan bilgilerini uygulamaya geçirmeleri ihtimali çok düşüktür. Hattâ, araştırmalarını bile doğru dürüst yapabilmeleri ihtimali bile çok zayıftır. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz Kayserililerin anlayışı burada devreye girmektedir. Yani okuyan insanların çoğunluğu zaten, hayat mücadelesinde başarılı olma ihtimali daha az insanlardan oluşmaktadır. Bu yapıdaki, en azından riske girmekte zorlanan bu insanların sermaye desteği olmadan başarmaları ihtimali çok küçüktür.

Eğitim görmüş insanların içerisinde de gelir açısından farklılık vardır. Aynı eğitimi görmüş insanların içerisinden bayanlar, erkeklere göre daha az ortalama gelire sahiptirler. Bilhassa aynı dönem baz alındığında bu durum daha net görülür.

Okumuş insanların gelirlerinin tamamı, doğrudan çalışmayla elde edilmemektedir. Bu gelirlerin bir bölümü, maaşlarının dışında elde ettikleri sair gelirlerdir. Bunlar borsa ve faiz gibi gelirlerdir. Bu ek gelirler, okumuş insanların ortalama gelirlerinin daha yüksek gibi görülmesine neden olmaktadır.

Böyle gelirler de olmasa orta halliler ile ikinci derecede zenginler arasındaki fark, daha da açılacaktır. Ancak, karşılaşılacak bir ekonomik buhranda, ilk düşüşler borsada yaşanmaktadır. Bu sebeple eğitim görmüş insanların birikimleri bir anda elden çıkmaya başlamaktadır.

Bütün bunlar, orta vadede, okumuşlar ile sermayedarların gelirleri arasındaki farkın açılmasına sebep olmaktadır. İlk bakışta bazı zenginlerin de, ekonomik buhrandan zararla çıktıkları için aradaki farkın fazla açılmayacağı düşünülebilir. Ancak farkın açılmasının sebebi, ekonomik buhranlardan sonra, zenginlerin kendilerini daha hızlı toparlama imkânlarının olmasıdır.

Okumuşlarla zenginlerin aralarının açılmasının bir başka nedeni, sağlık konusudur. Ekonomik buhranlar döneminde, maddeten kalkınmış ülkelerdeki eğitimli insanların sağlık harcamaları daha çok artmaktadır. Bazen iflas seviyesine kadar inmektedir.  Bu konuda ABD’de yapılan bir araştırmada, son ekonomik buhrandaki bütün iflasların %62,1rinin sağlık nedenli olduğu görülmüştür. Bunun bir sebebi, buhran dönemlerinde devletin gelirlerinde düşüş yaşanmasıdır. Devlet ilk tedbir olarak, sağlık harcamalarında kısıntıya gitmektedir. Diğer taraftan ise, hasta sayısı artmaktadır. Buhran sırasında işini, borçla aldığı arabasını veya evini kaybeden, dolayısıyla duygusal sıkıntılar yaşayan kişinin hasta olması ihtimali artmaktadır. Buna karşılık, devletin azalan sağlık harcamalarının azalması ters etki yapmaktadır. Ayrıca işsiz kalanların sağlık sigortaları da bir süre sonra kesilmektedir.

Ekonomik buhranların, eğitimli kişi üzerindeki tesirinin bir başka yönü daha vardır. Ekonomik durgunluk dönemlerinde, iş bulmakta zorlanan liseli gençlerin bazıları, çareyi üniversiteye gitmekte görüyorlar. Bu şekilde çözüm bulan gençlerin gittikleri üniversitenin kalitesi genellikle daha düşük oluyor. Dolayısıyla, mezun olduktan sonra bunların iş bulmaları daha zor oluyor.

Ekonomik buhranların vurduğu eğitimli insanlar arasında, 55 yaşını aşmış olanlar daha çok sıkıntı çekmekteler. Bu yaşlardaki insanların yeni bir iş bulmaları için geçen zaman ortalama bir yıl olmaktadır. Hâlbuki bu yaşlar, gençlere göre daha çok paraya ihtiyacın olduğu yaşlardır. Bu yaşlar, ev ve araba gibi konularda borçların olduğu, çocukların eğitimleri için en çok paranın harcandığı yıllardır. Bu sıkıntılara ilaveten, hastalıklara yakalanma riskinin arttığı yıllardır.

Anlaşılan o ki, insanları eğitmek onların gelirlerini beklenilen ölçüde artırmıyor. Bu duruma düşülmesinin birinci müsebbibi, günümüzde uygulanan kapitalist ekonomik sistemdir. Mevcut sistem, insanları birbirine rakip yaptığı için insanlar sermayelerini paylaşmıyorlar. Bilgilerini de paylaşmıyorlar.

İkinci sebebi ise, uygulanan eğitim yöntemidir. Eğitimdeki yanlışlığı vurgulamak için yaşanmış bir olayı aktaralım. Anlatacağımız olay, dünyanın en iyi eğitim veren üniversitelerinin içerisinde her zaman ilk üçe giren Harvard Üniversitesinin, mezuniyet töreni sırasında geçer. Öğrencileri denemek isteyen bir kişi, eline bir pil, tek kablo ve bir lamba alır. Mezun olan öğrencilerin ilk ona girenlerinden başlar sormaya. Onlardan, verdikleri ile lambayı yakmalarını ister. Normal şartlarda lambayı yakmak için iki kablo gerekmektedir. Bu nedenle dereceye girmiş öğrencilerin içerisinden lambayı yakabilen çıkmaz. Sonunda siyah derili bir öğrenci yakmayı başarır. Kablonun bir ucunu pilin bir kutbuna, diğer ucunu lambaya bağlar. Sonra lambanın altını doğrudan pilin öbür kutbuna oturtur. Böylece devre tamamlanır ve lamba yanar. Yapılınca çok basit gibi görülen bu çözüm diğer çok zeki öğrencilerin aklına gelmemiştir. Lambayı tek kablo ile yakmayı başaran öğrenciye yaşadığı hayat sorulur. Öğrenci, Harvard’ın maliyetini karşılayabilmek için bir süre piyasada çalıştığını söyler.

Videoya alınan bu olay bize gösteriyor ki, en iyi üniversitenin en iyi öğrencisi olmak, bilgi açısından bile, hayatta başarılı olmaya yetmiyor. Karşılaştığı yeni bir sorunu çözmekte zorlanıyor. Dolayısıyla sermaye karşısında yeniliyor.

Daha önce eğitim hususunda yazdığımız bir makalemizde ifade etmiştik. En başarılı diye bilinen üniversitelerin bilgisayar bölümlerinden mezun olan zeki öğrenciler, sermayenin kâr hırsının kurbanı oluyorlar. İnternetteki arama motorlarında gezinen insanlara reklamları tıklatabilmenin yollarını araştırtıyorlar. Yine ekonomiyle ilgili bölümlerden mezun olmuş zeki gençlerin çoğu, finans sektöründeki sermayenin emrine giriyorlar. Bilgilerini, borsalarda insanları cezbedecek yeni yöntemler oluşturmak için kullanıyorlar. Böylece kendilerinin oluşturduğu hayali değerleri, insanların satın almalarını sağlıyorlar. Bir ekonomik durgunluk anında, oluşturdukları hayali değerler çöküyor. Onlara inanarak satın alan insanlar kaybediyor, ama onların çoğu kazanmaya devam ediyor.

Hâlbuki eğitim görmüş zeki insanların yapması gereken şey, başta eğitim görmüşler olmak üzere, diğer insanların kazançlarını ve huzurlarını artırmaya çalışmak olmalıdır. Geçmişteki bunun güzel örnekleri vardır. Nitekim yine bir makalemizde verdiğimiz bir rakam, bir araştırmadan sonuç alınması durumunda, araştırmayı yapanlar 1 birim kazanırlarsa, toplum ortalama 5 birim kazanmaktadır.

Fakat dünyada uygulanan ekonomik sistem, giderek insanları bencilleştirdiğinden, eğitimli zeki insanlar bu görevi yerine getirmeyi pek düşünmez olmuşlardır. Bunun sonucunda eğitimlilerin ortalama gelirleri düşmektedir. Sistem böyle devam ederse, düşmeye devam etmesi kaçınılmazdır.

 Eğer, eğitim görmek insanların gelirlerini artırmak bir yana, yarısının işsiz kalmalarına vesile oluyorsa, bu gençler ileride toplumun ve dünyanın huzurunu nasıl etkilerler?

YAŞAM kategorisine gönderildi | EĞİTİM SEVİYESİ İLE GELİRLER ARASINDAKİ BAĞLANTI için yorumlar kapalı

DEVLET, MİLLET VE FERT ARASINDAKİ DENGE ÜZERİNE

DEVLET, MİLLET VE FERT ARASINDAKİ DENGE ÜZERİNE

 

İnsanların kurduğu bir kurum olan devletin amacı, insanların aralarındaki sosyal düzeni sağlayarak, huzurlu bir ortam oluşturmaktır. Eğer, insanlar yaratılışta aynı yapıda olsalardı, böyle bir kurum oluşturulamazdı. Sosyal düzen kurulamazdı.

İnsanların böyle bir kurumu oluşturabilmesi ve sürdürebilmesi imkânını veren tek amil, insanların yaratılışından gelen farklı özelliklerdir. Yüce Yaradan, bu konuyu Zuhruf Suresinin 32inci ayetinde açıklıyor: “…  Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine işlerini gördürsünler diye biz onların bir kısmını diğerlerinden derecelerle üstün kıldık…”

Demek ki, Allah, insanları farklı özelliklerde yaratmasaydı ve insanların geçimliklerini Yüce Yaradan taksim etmeseydi, biz sosyal bir düzen kuramazdık. İnsanlar birbirlerine iş gördüremezdi.

Diğer taraftan Yüce Yaradan, insanları (ve hayvanları), tek başına değil, toplum içerisinde yaşayacak özelliklerde yaratmış. Ayrıca, Allah, bizleri birbirimizle tanışıp anlaşalım diye kavimlere ayırdığını ifade ediyor. Bize verdiği, toplum içerisinde birlikte yaşama özelliğimize rağmen, dünya hayatımızla ilgili olarak yapacağı imtihanda, insanları tek tek muhatap alacağını belirtmiş. Kur’an’da insanla ilgili yapılan anlatımlarda, insanın zatına ve onun onuruna önem verilmiş.

Dolayısıyla devlet, millet ve ferdin birbirlerine üstünlüğü yoktur. Bu sebeple, aralarında uzlaşma olması şarttır. Bu uzlaşmada dikkat edilmesi gereken en önemli husus, insan onurunu muhafaza etmek olmalıdır.

Ancak bazı ortamlarda, öncelik sırası değişebilir. Bazen birinin hakları öne çıkabilir. Örneğin, devlet düzeninin tehlikede olduğu dönemlerde, devletin hakları öne çıkabilir. Türklerin Yeniden Diriliş Savaşı sırasında ve savaşın en sıkıntılı günlerinde Atatürk’ün söylediği “söz konusu vatan ise, gerisi teferruattır” sözü ile “Çanakkale’de “ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” emri bu duruma gösterilebilecek bir örnektir. Atatürk’ün bu sözlerinin temelinde, kendileri ölerek, geride kalan büyük çoğunluğun, insan olma onurunu kurtarma amacı vardır. Kendi istekleriyle, ölmeyi veya cefa çekmeyi seçenlerin onurlu davrandıkları düşünülür ve toplum tarafından takdir edilirler.

Osmanlı Devletinde bir dönem görülen, devletin bekası için kardeş katline izin veren kanunların temelinde de, devleti önceleme anlayışı vardır. Bu anlayışa göre, devlet düzeni olmazsa veya ülke zayıflar ve düşman zihniyetli insanlar tarafından işgal edilirse, insanların hayatı perişan olur. Nitekim tarih, bu perişan olmanın örnekleriyle doludur.

İnsanların, devlet kurumunu kurmalarının sebebi, yaşadıkları ortamın ve toplum olarak kendilerinin huzurunu sağlamaktır. Bu açıdan bakılınca, eğitimin ve zenginliğin yaygınlaştırılması kapsamında, milletin hakları öne çıkar. Devlet, insanlar arasında ayrım yapmadan hizmet etmelidir. Eğer bir devlet, eğitim ve öğretimi halka yaymıyorsa, görevini yapmıyor demektir. Eğer aynı devlet, hem eğitimi hem de zenginliği halka yaymıyor, yöneticilere yakın olan belirli guruplarla sınırlı tutuyorsa, o devlet, milletin değil, kralın, sultanın veya bir gurubun devleti demektir. Nitekim tarihte görülen devletlerin büyük çoğunluğu bu yapıdadır. Bu yapılarına rağmen devletlerin çoğu, halkı memnun etmek için gayret sarf etmişlerdir. Memnun etmeyi başaramayanlar, iktidarı, yine aynı halkın içerisinden çıkan başkalarına veya rakip devletlere devretmişlerdir.

Normal şartlardaki günlük hayatta da, ferdin hakları öne çıkar. Burada amaç, insan onurunu korumaktır, Özgürlük ile otorite arasında uzlaşma sağlanırken, hürriyetler daha önemli hale gelir. Çünkü özgürlüğün olmadığı yerde, insan onurunu muhafaza etmek çok zordur.

İslâm bilginleri, insan onurunu muhafaza edebilmenin beş esası olduğunu ifade etmişlerdir. Korunması istenilen beş esas; akıl, can, nesil, din ve mal.

Bu açılardan bakılınca, devlet ile millet, insan onurunu korumak konusunda birlikte sorumludurlar. Elbette insanın kendisi de, onurunu korumakla yükümlüdür. Fakat hem devletin hem de milletin desteği olmadan tek başına koruyamaz. Yukarıda sayılan beş esası, sadece devlet korumaya kalkarsa, başarılı olması ihtimali zayıftır.

İnsanların aklını korumak, önemli bir sorumluluktur. Akıl olmadan, ne devlet düzeni ne de toplum düzeni kurulması mümkün değildir. Nitekim Yüce Yaradan, aklı olmayanları sorumlu saymamakta ve imtihandan muaf tutmaktadır. İnsanın sorumluluğu, aklını nasıl kullandığı hususundadır.

İnsan canını muhafaza etmek büyük öneme sahiptir. Allah, mümin insanların yani, Onun emir yasaklarına uygun yaşayanların, yanlışlık dışında öldürülmesini, bütün insanlığın öldürülmesi ile bir tutacak kadar, insanın canını mühimsemektedir. Ancak, fitnecilerin, hainlik yapanların, nankörlerin, insanların huzurunu bozmayı huy edinen bozguncuların, masum insanları öldürenlerin, Kendisine (Allah’a) karşı mücadele edenlerin canlarını önemsememektedir. Hattâ onların öldürülmelerini istemektedir. Demek ki, insanın canı korunurken, başka insanlara zararının boyutunu, toplumun huzurunu ve devletin düzenini öncelemek gerekmektedir.

Diğer üç unsur olan nesil, din ve mal güvenliği hususu, bizim makalemizin konusuyla doğrudan bağlantılı değildir. Başka yazı konusudur. Bu nedenle burada bahsetmeyeceğiz.

Sonuç olarak devlet-millet-fert arasında denge kurulmalı ve uzlaşılmalıdır. Bu denge ve uzlaşma, insanın onurlu bir yaşam sürmesi temeline oturmalıdır.

Sosyal kategorisine gönderildi | DEVLET, MİLLET VE FERT ARASINDAKİ DENGE ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSLÂM, İNSANLIKLA İLGİLİ SORULARA AÇIKTIR

İSLÂM, İNSANLIKLA İLGİLİ SORULARA AÇIKTIR

 

Bu sitede yayınladığımız bazı makalelerimizde, Allah’ın dininin tek olduğunu, bunun da İslâm olduğunu ifade etmiştik. İslâm kavramının, Yüce Yaradan’a teslim olmak anlamına geldiğini belirtmiştik.

İslâm’ı temsil eden değişmemiş kaynakların neler olduğu konusunda irdelemeler yapmıştık. Diğer semavi dinlere mensup bazı araştırmacıların kitaplarından örnekler vermiştik. Eski ve Yeni Ahit olarak ifade edilen Tevrat ve İncillerin kendi içlerindeki çelişkilerle ilgili olarak verilen örnekleri yazmıştık. Bu incelemeleri yapan araştırmacıların güvenilir olarak kabul ettikleri tek kaynağın, Kur’an olduğunu vurguladıklarını belirtmiştik.

Şimdi bu konularda doğrudan Kur’an’ın kendisine bakalım. Kur’an, önce muhtevasının Allah’ın sözü olduğunu vurguluyor.

4 Nisa Suresi 82: “…Eğer o, Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, mutlaka onda birçok çelişki bulurlardı.”

52 Tur Suresi 34: “Eğer doğru iseler, onun benzeri bir söz meydana getirsinler.”

10 Yunus Suresi 37: “Bu Kur’an, Allah’tan başkasına isnat edilecek bir kitap değildir…”

Yukarıdaki ayetlerde Kur’an, insanları, ayetlerde çelişki aramaya davet ediyor. Onlardan, kendi delillerini getirmelerini bekliyor.

40 Mümin Suresi 56: “Allah’ın ayetleri hakkında kendilerine gelmiş bir delilleri olmadan tartışanlar var ya…”

Görüldüğü gibi Kur’an, kendisine eleştiriler yapılmasını beklerken bunların mantıklı olmasını istiyor. Burada kendimize soralım, kim kendi sözlerinde çelişki bulmaları ve kendisini eleştirmeleri için insanları davet edebilir.

Kur’an, bir başka açıdan da meydan okuyor. Yüce Yaradan, Enam Suresi 38 ve 114üncü ayetlerde, Kur’an’da hiçbir şeyi eksik bırakmadığını, her şeyi ayrıntılarıyla verdiğini ifade ediyor. Demek ki, Kur’an’ı dikkatlice incelersek, her soruya bir cevabının olduğunu göreceğiz. Her soruya cevabı, ancak, evrensel ve zamanlar üstü olan verebilir. Bu hususu önceki yazımızda ele almıştık.

7 Araf Suresi 174: “Ve işte biz ayetleri böyle ayrıntılı olarak açıklıyoruz ki, belki dönerler.”

Ayetten anlaşıldığına göre, Yüce yaradan, bizlerin hatadan dönmemiz için hem bizim sorularımıza cevap veriyor, hem de bize yol gösteriyor. Kur’an, kendine güvenip, beni eleştirin derken, biz mantıklı eleştiri getiremiyorsak, hatayı kendimizde aramalıyız. Bununla da kalmayarak, hatamızdan dönmeye gayret etmeliyiz.

Kur’an, sık sık bizi, “hiç düşünmez misiniz?”, “hiç akıl erdirmez misiniz?” diye uyarır. Ama ikaz tarzına bakarsak, yapılan sadece bir uyarı değildir. Yüce Yaradan’ın çevremize serpiştirdiği delillere rağmen, bizim sergilediğimiz umursamaz tavra karşı bir kızgınlık söz konusudur. Bizler, ciddiyetle düşünsek, akıl erdirmeye çabalasak, belki de birçok soruya kendimiz cevap vereceğiz. Bu düşünme ve akıl erdirme işlemini, ayna karşısında kendi gözlerimizin içerisine bakarak yaptığımızda, vereceğimiz cevapların çoğunluğunun, Kur’an’ınkilerle örtüştüğünü göreceğiz.

Demek ki, bizim ihtiyacımız olan tek şey, önce, Yüce Yaradan’ın sözünden daha gerçek ve daha güçlü söz olmayacağını kabul etmektir. Sonrasında, Allah’ın sözlerini iyice anlamaya çalışmaktır. Aklımıza yatmayan hususları sorgulamaktır.

Eğer böyle yaparak Kur’an’ı içselleştirirsek, hem kendi aklımıza takılan sorulara, hem de başkalarının soracağı sorulara, mantıklı ve kabul edilecek cevaplar verebiliriz.

Kur’an, zihinlerimizi açmaya çalışıyor. İnsanlar arasındaki yardımlaşmayı güçlendirmeye gayret ediyor. Adaleti sağlamaya çabalıyor. Bunları yaparak, insanlığı huzurlu bir ortamda yaşatacak bir medeniyet anlayışı hedefiyle, sorgulamaktan çekinmememizi öğütlüyor.

10 Yunus Suresi 5: “… O, bilecek bir kavim için, ayetlerini uzun uzun açıklıyor.”

Şimdi kendimize soralım. Yüce Yaradan, Kur’an’ı ile bizlere böylesine güzel bir şekilde yol gösterirken, biz ne yapmalıyız? Kur’an’ı inkâr etmeye mi çalışmalıyız? Mantıklı bir reddiye yapamıyorsak, Allah’ın gazabına uğramak yerine, geniş rahmetine sığınmak daha akıllıca olmaz mı? Kur’an’daki ayetleri defalarca okuyup üzerinde düşünerek, hayatımıza yön vermeye çabalasak, daha huzurlu olmaz mıyız? Böylece oluşturacağımız güzel örnek insan modeline ilaveten, Kur’an’dan anladıklarımızı, kafamızdaki sorulara bulduğumuz cevapları başkalarıyla paylaşsak, Yüce Yaradan’ın nezdindeki itibarımız artmaz mı?

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM, İNSANLIKLA İLGİLİ SORULARA AÇIKTIR için yorumlar kapalı