İNSANİ DAVRANIŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

İNSANİ DAVRANIŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

 

Bilindiği gibi insanın yapısında, nefsani duygu ve ruh ikilemi bir arada bulunur. Nefsani duygular, nefis olarak tanımlanır. Nefis, kelime anlamıyla güzel şeyler demektir. İnsan her zaman güzel şeylerin peşine düşer. Güzelliğin tanımı ve sınırı ise, her insana göre değişir.

Bazı insanlar, yeni elbiseler giymekten pek hoşlanmazlar. İnsanlar tarafından lüks olarak nitelenen araba, ev gibi eşyaları kullanmayı, lüks yerlerde yemek yemeyi arzu etmezler. Bu davranışlarının temelinde iki nedenden birisi bulunabilir. Birincisi, o kişinin çocukluktan itibaren yapısı böyledir ve zor değişir. İkincisi ise, dünya görüşü ile ilgilidir. Şık giyim, lüks araba ve ev gibi eşyaları kullanması durumunda, çevresindeki insanların kendisine dürüst davranmayacaklarını ve gerçekleri söylemeyeceklerini düşünürler. Hayatın bize öğrettiği bir gerçek, çevremizdeki insanlar zengin olsalar bile, biz lüks hayat yaşıyorsak, bize karşı tiyatro oynadıklarıdır. Sadece bizi öven güzel sözlerle konuşurlar.

Dolayısıyla biz de, çevremizdeki insanlar ister fakir, ister zengin olsunlar, onların bize dost mu düşman mı olduklarını anlayamayız. Biz daha sade bir hayat yaşadığımızda da, elbette, bize karşı tiyatro oynayanlar olacaktır. Fakat hiç olmazsa bazıları, en azından bizden etkilenerek, dürüst olacaklardır. O bazılarının dürüstlüğü, bizim gerçeklerin bir kısmını görmemize ve daha huzurlu bir yaşam sürmemize yetecektir.

Lüks bir restorandaki garsonun bize karşı davranışı ile salaş bir yerdeki garsonun tavrı arasında samimiyet farkı bariz bir şekilde hissedilir. Belki, yenilen yemeğin kaliteleri arsında fark yoktur. Bazı insanlar, garsonların kendilerine, dalkavukluk yaparak da olsa, güzel davranmasını isterler. Bu sebeple bol bahşiş vermekten hoşlanırlar. Bazıları, para vermek yerine, garsonla samimi diyalog kurmayı retcih ederler.

O halde, seçim her insanın kendisine aittir. Kişi hangi seçimi yaparsa yapsın, diğerini seçen için, yanlış diyemez. Çünkü bu uygulamalar, insanın yapısının doğal bir sonucudur. Dolayısıyla, kimsenin kimseye söyleyeceği bir sözü olamaz. Fakat lüks harcamalar, insanları satın almaya çalışmak veya insanlara karşı kibirle tepeden bakmak için yapılırsa yanlış olur. Kendi öz kazancı ile değil de, beytülmalin kasasından yapılırsa haram olur.

Bu nedenle, asıl olan bu seçimimizi, günah işleyecek şekilde yapmamaktır. Takdir edileceği gibi, kibirli davranmamız, günah işlememiz için bir başlangıç oluşturur. Yüce Yaradan, günahları, genel anlamda, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Haram kabul edilen büyük günahlar hakkında, Enam Suresi 151 ve 152inci ayetlerde açıklamalar yapılmıştır. Yüce Yaradan, Kur’an’ında Tur Suresi 32inci ayette, büyük günahlardan kaçınmamız halinde bizim küçük günahlarımızla ilgili olarak Allah’ın rahmetinin genişliğini beyan etmektedir.

Ayrıca Nahl Suresi 61inci ayetten anladığıma göre, dünyada günahsız kimse yoktur. Demek ki, her insan hata yapar. Bu durumu halk arasında söylenen “hatasız kul olmaz” sözü çok güzel ifade etmektedir. Hata yapanlar arasında Yüce Yaradan’ın peygamberlerinin de olduğunu, Allah’ın onları uyarmasından anlıyoruz.

Dolayısıyla, hata yapmak insana mahsustur. Yaptığı hatayı anlayıp pişman olarak dönmek ise, insanidir. Pişman olmak, kişiyi kâmil insan olma merdivenine tırmandırmaya başlar. Pişman olmanın sonrasında güzel işler yaptıkça, kâmil insan olma merdiveninde yükselir.

Kimin daha kâmil insan olduğu hususunda, biz fikir yürütebiliriz. Fakat gerçeği, sadece Yüce Yaradan bilir. Bizim yargılamamız, dışarıdan gördüklerimizle sınırlıdır. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında benzer bir ortam vardır. Romandaki üvey kardeş Alyoşa, mükemmele yakın bir kişidir. Miço (Mitya) ise, nefsani duygularının, şehvet arzularının peşinde koşan birini temsil etmektedir. Bu iki karakterden hangisinin, Tanrı’nın merhametine daha yakın olduğu konusu, hep tartışma konusu olmuştur.

Bu sebeple, karşımızdakiler hakkında karar verirken, ön yargılı olmamalıyız. Benzer şekilde, günahkâr bir insan olduğumuzu, dolayısıyla Tanrı’nın rahmetine mazhar olamayacağımızı düşünerek, umutsuz da olmamalıyız. Nitekim Hicr Suresi 56ıncı ayette, sapkınlardan başka kim umudunu keser denilerek, bize yol gösterilmektedir.

Allah’ın rahmetine kavuşmak için, en az günaha sahip insan olmak, yeter şart olabilir Fakat geçmişi yanlışlarla dolu bir insan, pişman olup kendisini düzeltmeye çalıştığında, belki de diğerine göre daha üst makama layık görülebilir. Ahiretteki makamları, sadece Yüce Yaradan belirler. Bize Kur’an’da yapılan uyarı, imtihanımızın biz ölünceye kadar devam ettiğidir. Bugün günahı az olan kişi, yarın belki, daha çok günaha girebilir. Bugün daha çok günahkâr olan bir kişi, yarın belki, Yüce Yaradan’ın mağfiretine mazhar olabilir.

O halde, yarışımız sadece kendimizle olmalıdır. Başka bazı insanlar, bize kötü veya güzel örnek olabilirler. Ama kötü örnek olanların yaptıklarının tam tersini yaparak veya güzel örnek olanları tam taklit ederek bir yere varamayız. Çünkü Yüce Yaradan, her birimizi farklı yapıda ve özelliklerde yaratmıştır. Biz istesek de başkası olamayız. Bu sebeple, Allah’ın, her birimizi, kendi özelliklerimize ve kendi özgür düşüncemizle yaptıklarımıza göre değerlendirmesi ihtimali kuvvetlidir. Asıl olan, önce kendimize, sonra çevremize karşı dürüst olmamız, adaletle hükmetmeye gayret etmemizdir. Bu yarışta bize yol gösterecek olan da Allah’ın kutsal kitapları olmalıdır. Kutsal kitapların içerisinde en güvenilir olanı, içerisinde birbiriyle çelişen ifadelerin bulunmadığını gördüğümüz kitaptır.

KUR'AN ÜZERİNE, Sosyal kategorisine gönderildi | İNSANİ DAVRANIŞLAR ÜZERİNE DÜŞÜNCELER için yorumlar kapalı

KİTLE İLE HALK ARASINDAKİ FARK

KİTLE İLE HALK ARASINDAKİ FARK

 

Kitle terimi genel anlamda, bazen topluluk bazen de halk tabiri yerine kullanılır. Köy ve kasaba yaşamında kitle yoktur. Bu terim, şehirlere göç başladıkça ve şehirler büyüdükçe ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, ülke içerisinde yaşayan halkı tanımlamak için kullanılmıştır.

Hâlbuki kitle ile halk arasında fark vardır. Köy ve kasabada yaşayanlar halktır. Çünkü onların ortak değerleri vardır. Köydeki bireyler bu değerlere katılım sağlarlar. Bu katılımlar çoğunlukla içten gelen bir rıza sonucu oluşur. Dolayısıyla bu katılımlar bir taraftan bir ittifak içerir, diğer yandan, tam olmasa bile, fertlerin özgürlüğü vardır.

Kitleler ise, sadece bazı ihtiyaçları ve bazı ortak bakış açıları dolayısıyla bir araya gelmiş insanlardan oluşur. Dolayısıyla kitle içerisinde bulundukları sürece, bireylerin özgür düşünceleri yok gibidir. Bu sebeple, özgür olmayan fertlerin bir araya gelmesiyle oluşan kitlenin de şahsiyetinin varlığı düşünülemez.

Takdir edileceği gibi, kişiliksiz topluluklar kolay idare edilirler ve kolayca yönlendirilirler. Çünkü artık kitle içerisindeki insanlar, tek tipleşmişler ve sanki insan güruhu haline gelmişlerdir.

Bazı durumlarda ise, bizim değerlendirmemiz açısından bakılınca halk olduğu düşünülen guruplar bile, kitle anlayışına sahip olmuşlardır. Bu duruma verilebilecek güzel bir örnek Japonya’dır. Japonlara, imparatorlarının güneş tanrıçasının oğlu olduğu öğretilmiştir. Bununla da kalınmayarak, Japonya’nın bütün dünyadan önce yaratıldığı inancı aşılanmıştır. 1945 yılındaki acı yenilgiye kadar bu durum devam etmiştir. Bu yıla kadar, köy ve kasabalarda yaşayan insanlardan başka, üniversitelerde bile konu bu şekilde anlatılmıştır. İşin ilginç yönü, bu anlatılanlar o kadar yaygın olunca, inananların sayıları da çok fazla olmuştur. Benzer anlayış, komünist sistemle yönetilen ülkelerin, kendi liderlerini övmek için geliştirilmiştir.

Kitle ile halkı ayıran bir başka unsur daha vardır. Kitleler, icracılar ve izleyiciler olarak iki guruba ayrılır. Kitlelerde icracılar başkalarıdır. Bunlar da çok küçük bir azınlıktır. Bu küçük gurubun yaptıklarını izleyenler ise, kitlenin ana gövdesini oluştururlar. Kahir çoğunluğa sahiptirler.

Hâlbuki biraz öncede belirttiğimiz gibi halk iki guruba ayrılmamıştır. Halkı icracılar ve izleyiciler olarak, net bir şekilde, ikiye ayıramayız. Hemen herkes, hem icracı hem izleyicidir. Yani herkes katılımcıdır. Köy ve kasabalarda düzenlenen şenlikler, düğünler, cenaze törenleri ve diğer etkinliklerde, hemen her insan kendi özgür davranışını göstererek, etkinliğin içerisinde yer alır. Bu sebeple aynı kişi, bazen icracı bazen izleyici konumunda, kendi özgür iradesiyle, yer alır. Dolayısıyla, halk diye nitelediğimiz topluluklarda olduğu gibi, önceden paylaşılmış roller yoktur.

Bilindiği gibi, basın, radyo ve televizyon (genel olarak medya), kitle iletişim araçları olarak tanımlanırlar. Otobüs, tren, gemi, uçak gibi vasıtalar da, kitle ulaşım araçlarıdır. Aslında gerçek uygulama da, bu tanımlara çok uygundur. Çünkü bir tarafta medyada yazan ve programlar yapan küçük bir azınlık vardır. Diğer yanda ise, bu programlara hiçbir müdahalesi olmadan, sadece izleyen büyün çoğunluk vardır. Kitle ulaşım araçlarında da benzer durum söz konusudur. Yolcuların tek özgürlüğü, tıpkı iletişimde medyadan birisini izleme kararı verme gibi, gideceği yeri seçme konusundadır. Çoğunlukla, bineceği aracı seçme ihtimali bile yoktur. Binilen aracın büyüklüğü yani binen insan sayısı arttıkça, içindekileri yönlendirmek daha kolaylaşır. Çünkü aracın içerisindekiler, aracı yönetenlerin kurallarına uymakla yükümlü hale getirilmiş ve genel izleyici konumuna indirgenmişlerdir.

Takdir edileceği gibi, medyanın insanlar üzerindeki etkileri her geçen gün artmaktadır. Bu nedenle, medya kuruluşlarını yönetenler, kendi aralarında organize olduklarında, insanları istedikleri gibi yanıltabilmektedirler. Kolayca yanıltabilmelerinin bir başka sebebi daha var. Hayatlarında ders kitapları dışında doğru dürüst kitap okumamış olan insanlar, günlük yaşamlarında ortalama dört saat televizyon izliyorlar. Kitap okuduğu düşünülen insanların bile çoğunluğu, kitapları, ancak işe gelip giderken toplu taşım araçlarında okuyabiliyorlar. Bunların çoğunluğu işyerlerinde bilgisayar başında zaman harcıyorlar. Eve geldiklerinde ise, ya bilgisayar başında veya televizyon karşısında vakit geçiriyorlar. İşin ilginç tarafı, bu yaptıklarını da kültürel faaliyet olarak görüyorlar.

Oysaki televizyon ve bilgisayarlar, düşünmemize fırsat bırakmıyorlar. Bize kendi çözümlerini sunuyorlar. Bu çözümleri yepyeni bir şey öğrenmiş gibi görmemizi sağlıyorlar. Bilgisayar ve televizyon başında iken, kendi iç dünyamıza girerek tefekkür etmemiz, düşünceye dalmamız mümkün olmuyor. Aksine televizyonlar iç organlarımızı dinlememizi tavsiye ediyorlar. Ağrıyan bir yerimiz olup olmadığını dinleyerek, doktorlara yönlendiriyorlar. Her gün kendi iç organlarını dinlemeye alışınca, en ufak bir farklılıkta hemen telaşa kapılanlar artıyor. Diğer yandan filmler ve dizi şeklindeki filmler ile her insanın sahtekâr olabileceği imajı oluşturuluyor. Bir süre bu şekilde yaşayan insanlar, artık sadece tıp doktorlarına değil, filmlerden dolayı eşine, çocuklarına ve arkadaşlarına güvenemedikleri için ruh bilimi yaptıkları iddia edilen psikologlara gitmeye başlıyorlar.

Bu durum, kitle iletişim ve ulaşım araçlarındaki hızlı gelişmelerden dolayı, köy ve kasabalara da yayıldıkça, halk olarak niteleyeceğimiz ve ortak değerleri olan insanların ortak değerleri de yönlendirilerek tek tipleştirilmiş oluyor. Yani kitle haline geliyorlar. Dünya küreselleştikçe, neredeyse küreselleşmenin tesiri altına giren her yerdeki insanlar kitle haline dönüşüyorlar.

Eğer insanlar kitle haline dönüşürlerse ve menfaatinden başka bir şey düşünmeyen yöneticilerin eline düşerlerse, insanlığın geleceği için umutlarımız azalır. İnsanlığın istikbaline umutla bakabilmemiz için, toplulukları halk haline getirmenin gayreti içerisinde olmalıyız. İnsanların izleyici değil, katılımcı olmalarının yolunu açacak çalışmalardan birisi, sivil toplum kuruluşlarıdır. Bu kuruluşlar ve buralarda çalışanlar, elini taşın altına koyma hususunda örnek oldukça, insanların aralarındaki ortak değerler artacaktır. Siyasi yöneticiler ve medya kuruluşlarının program yapımcıları içerisinden, insanlarla iç içe yaşayan ve onların dertleriyle samimi bir şekilde hemhal olanlar arttıkça, halk konumuna gelen insan sayısı artacaktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | KİTLE İLE HALK ARASINDAKİ FARK için yorumlar kapalı

PEYGAMBERİMİZİN YOLUNDAN GİTMEYİNCE

PEYGAMBERİMİZİN YOLUNDAN GİTMEYİNCE

 

(Not: Bu yazı Ağustos 2013 yılında yayınlanmıştı. Silindiğinden aynen yayınlıyoruz.)

Hudeybiye Barışından sonra Suriye taraflarından gelen tehditler için Peygamberimiz, 3.000 kişilik bir ordu hazırladı. Ordunun başına eski bir köle olan Zeyd bin Harise’yi getirdi.

Böylece Hz. Muhammed, insanların geçmişlerine göre değil, şimdiki hallerine, ahlâklarına ve kapasitelerine göre davranmak gerektiğini bizlere öğretmek istemiştir.

Aslında, Gifari kabilesinden kervan soyguncusu bir haydut olan Ebu Zer’in durumu insanlara güzel bir örnek olmuştu. Hz. Muhammed’e sorduğu soruların cevaplarını alınca, kendiliğinden Müslüman olarak peygamberimizi bile şaşırtmıştı. Ama sonrasında sahabelerin dünya nimetlerinin peşine gereğinden fazla düştüğü zamanlarda, onları en çok uyaran o oldu. Çünkü ihlasıyla, tembelliği ve lüksü eleştirmesiyle, titizliğiyle herkese örnek insan haline gelmişti. Ebu Zer, sadece maddiyat peşinde koşmanın sonunun olmadığını yaşayarak görenlerdendi.

Bu seferden birkaç yıl sonra Peygamberimiz, yine aynı bölgeye bir sefer düzenledi. Bu defa da, orduya komuta etmesi için önceki seferde şehit düşen Zeyd’in oğlu, 20 yaşındaki Usame’yi tayin etti. Hâlbuki orduda nice tecrübeli sahabeler vardı.

Bu olayda Peygamberimiz iki konuda bize ders veriyordu. Birincisi tecrübeli sahabelerin nefislerinin terbiyesinin ölçüsünün görülmesini arzuluyordu. İkincisi, eskilerin yorulduğunu, artık yerlerini yeni insanlara bırakmaları gerektiğini vurguluyordu.

Bizlere ahlaki, fikri ve ruhi vasıfların önemli olduğunu, yaşın veya eski halinin bu görevlere gelmesine engel olmaması gerektiğini vurguluyordu.

Nitekim Ertuğrul Gazi, Peygamberimizin bu öğretisini uyguladı. Arkadaşlarını topladı, yoruldum diyerek görevi oğullarından birine bırakmak istediğini söyledi. Onlar da Osman’ı seçtiler. Yaşlı beylerden bir kısmı oğul Osman’ın emrinde çalıştılar. Kendi oğlu olanlar ise görevlerini oğullarına devrettiler. Oğullarını Osman’ın emrine verdiler.

Böylece, küçücük bir beyliğin çok büyük bir devlete geçişinin temelini attılar.

Osmanlı padişahı ll. Murat, daha 40 yaşında iken, yoruldum diye tahtını oğlu Mehmet’e bıraktı. Sağlığında oğlunun eylem içerisinde yetişmesini, kararları kendinin almasını sağladı.

Böylece oğul Mehmet 21 yaşında, çok kişinin fethetmek için uğraşıp başaramadığı İstanbul’u aldı.

Kanuni Sultan Süleyman ise aynı hassasiyeti gösteremedi. Padişah oluşunun 33. yılında evladının ölüm emrini kendi vermek zorunda kaldı. Daha sonra diğer oğlu Beyazid için aynı şeyi yaparak acıların en büyüğünü tattı. Allah da Osmanlıya Şehzade Mustafa gibi şehzadeler vermedi. Devlet durakladı.

Günümüzde dünyanın ve ağırlıklı olarak Müslüman ülkelerin durumu içler acısı. Yeraltı zenginliklerine rağmen iç düşmanlıklar en üst seviyede. Sebebine baktığımızda Peygamberimizin öğütlerini dinlemediğimiz anlaşılıyor.

İran’da Şah Rıza Pehlevi, Irak’ta Saddam, Mısır’da Nasır, Enver Sedat, Mübarek, Libya’da Kaddafi, Suriye’de Esad ailesi.

Şimdilik bu ülkeleri saymamızın sebebi günümüzde halkın birbirine karşı hoşgörüsünün çok az olduğu ülkeler olmaları.

Bir insan aynı görevde uzun süre kalabilmek için, ya sert davranacak veya taraftarlarını tutabilmek için düşman guruplar oluşturup onları taraftarlarına hedef gösterecek. Dolayısıyla halk birbirine düşman hale gelmektedir.

Müslüman dünyasının bu halde olmasının bir başka sebebini Peygamberimiz son günlerinde şöyle ifade etmiştir: “Sizlerin geri putperestliğe döneceğinizden korkmuyorum. Ama dünya malı için birbirinize düşeceğinizden korkuyorum.”

Maalesef Peygamberimizin korkuları Dünyanın küreselleşerek maddiyat ağırlıklı olduğu bu günlerde daha fazla gerçekleşiyor.

Çözüm yolumuz; Kur’anı ve Peygamberimizi gerçek yönleri ile anlamak ve öncelikle kendi hayatımızda uygulamaktır.

Dini, Hz. Muhammed kategorisine gönderildi | PEYGAMBERİMİZİN YOLUNDAN GİTMEYİNCE için yorumlar kapalı

GÜVENLİĞE HARCANAN PARA REFAHI ARTIRIR MI?

GÜVENLİĞE HARCANAN PARA REFAHI ARTIRIR MI?

 

Güvenlik için harcanan paranın o ülkenin GSYİH’sını artıracaktır. Eğer bu harcamalarını yerli üretim satın alarak yaptı ise, bu artış daha fazladır. Fakat GSYİH’daki artışın kişilerin refahına ne kadar etki edeceği her zaman tartışmalı olmuştur. Bu konuda bir oran vermek de mümkün değildir. Söylenebilecek net bir şey, kendi ülkesinde üretilen malları kullandıysa, GSYİH’dan kişi başına düşecek payın daha fazla olacağıdır.

Eğer güvenlik harcamalarının anlamını sadece savunma sanayi ürünleri ile sınırlı tutmazsak, durum daha can sıkıcıdır. Güvenlik harcamaları kavramına; askeriyenin personel dâhil bütün masrafları, polis teşkilatının harcamaları, hapishanelerin inşaatları ve işletme masrafları gibi konular da dâhil edilmelidir. Güvenlik harcamalarına bu açıdan bakarsak, bu masrafların, ülkelerin gerçek ekonomik yapılarının üzerindeki etkisinin ters yönde olduğunu söyleyebiliriz.

Ülkelerin maddeten kalkınmaları güvenlik harcamalarıyla ters orantılıdır. İngiltere, askeri harcamalarına bütçesinden %3 civarında pay ayırdığı dönemde güneşi batmayan imparatorluk kurmuştur. İngiltere tarihinin en zengin dönemi olarak bilinen kraliçe Victoria devrinde, savunma harcamaları en düşük seviyelerde idi. Birinci Dünya Savaşı sırasında en yüksek düzeye çıktı. Fakat zenginlikte dünya lideri olan İngiltere, savaşın sonunda ABD’ye borçlarını ödeyemez duruma düştü. Sahip oldukları varlıkların ekonomik değeri açısından ABD’nin çok gerisine düştü.

Kraliçe Victoria ile benzer dönemde Rusya’nın savunmasına ayırdığı pay, bütçesinin %25’i civarındaydı. Tek sınır içerisinde döneminin en geniş kıta devleti olan Rusya, bir türlü zenginliğe ulaşamadı. İngiltere’nin zenginliğinin yarısına yaklaşamadı. Ülkedeki fakirlik yaygınlaştı. Sonunda Çarlar devrildi. Bolşevik İhtilâli oldu. İhtilâl sonrasında aynı politikayı uygulayan Rusya, hiç toparlanamadı. Eğer zengin tabii kaynakları olmasaydı, muhtemelen ayakta bile kalması zor olur, Moskova civarındaki küçük bir alana sıkışabilirdi.

Benzer dönemlerde Osmanlı Türk Devleti de savunmaya fazla pay ayırıyordu. Osmanlılardaki rakamlar bilinmediğinden net bir şey söylemek zor. Ama sonunda, Osmanlı Devletinin de yıkıldığını, yerine çok daha az topraklara sahip yeni bir devlet kurabilmek için nasıl büyük bir mücadele verildiğini biliyoruz.

Günümüzdeki ekonomik verilere bakarsak, insanları yanıltıcı bilgilerin çok olduğunu görürüz. Devlet memurlarına göre bile üretimin içerisinde bulunmayan askeri personel ve polislerin harcamaları GSYİH rakamlarını artırmaktadır.

Hapishanelerdeki ve ıslahevlerindeki insanlar, hiçbir şey yapmadan boş durmaktadırlar. Fakat bunlar işsizlik rakamlarına yansımamaktadır. Bu insanların iaşeleri ve diğer bakımları için yapılan masraflar GSYİH’yı artırmaktadır.

Hapishanelerin inşaatlarının maliyetleri, diğer birçok inşaata göre daha fazladır. Ancak yapılan modern bir hapishanenin kapatıldığını düşünelim. Bu binayı başka bir amaçla kullanmak için, yeniden inşa etmeye yakın masraf yapmak gerekebilir. Dolayısıyla binaya harcanan para bir şeye yaramamış olur. Hâlbuki hapishane inşaatı yapılırken GSYİH’yı artırmıştır.

Günümüzde ABD’nin savunma harcamaları çok yüksektir. Neredeyse dünyanın geri kalanının harcamalarının toplamına eşittir. Fakat dünya üretiminden aldığı pay dünyanın yarısı değil, %25’i civarındadır. Normal şartlarda bu pay çok daha düşük olabilirdi. Fakat dünyanın yetişmiş zeki insanlarını az bir masrafla ülkesine çektiği için, bu vasıflı insanlar sayesinde payını artırmaktadır. Zeki insanları cezbeden unsur, ABD’nin savunma gücü değildir. Zengin olma hevesinin boş bir hayal olmamasıdır. Ancak bilhassa son 20 yıldır, artık bu hayalinin gerçekleşme ihtimaline inananların sayısı çok azalmıştır. Zeki insanları ülkelerine çekmekteki en önemli şansları, fakir ülkelerdeki işlemeyen demokrasilerden dolayı oluşan beyin göçü mecburiyetidir.

Ancak, ABD’nin savunma harcamalarının bir faydası olmaktadır. Ülkedeki mühendislerin neredeyse üçte biri savunma sanayi ile bağlantılı konularda çalışmaktadır. Savunma sanayisinde geliştirilen teknolojiler, bir süre sonra sivil alanda kullanılmaktadır. ABD’nin üstünlüğünü de, savunma gücünden daha ziyade, bu teknolojik gücü sağlamaktadır. Fakat küreselleşen dünyamızda, teknolojilerin gizliliğini sağlamak giderek zorlaşmakta ve masraflı olmaktadır. Bu sebeple, ABD savunma harcamalarını artırmaya devam ederse, orta vadede, tıpkı yüz yıl önce yıkılan imparatorluklar gibi, zarara uğraması ihtimali kuvvetlidir.

Savunma sanayisine çok fazla para harcayan ülkelerden birisi de Suudi Arabistan’dır. Yeraltı kaynaklarının zenginliğine ve Allah’ın evi olan Kâbe’nin bu ülke sınırları içerisinde olmasına rağmen, Suudi Arabistan halkının durumu, daha fakir ülkelerinki ile aynıdır.

Son otuz yılda savunma sanayisine, gücüne göre çok para harcayan ülkelerden birisi de, Türkiye’dir. Türkiye, harcadığı bunca paraya rağmen, terörü bitirememiştir. Aksine, olayların başlangıcında devletine bağlı birçok insanının da, teröristlerin tarafına geçmesini engelleyememiştir. Hâlbuki Türkiye, savunma için harcadığı bu paraları bilime ve üretime yatırmış olsaydı, bugün teröristleri destekleyenler dâhil, herkes daha zengin olurdu. Fakat bombalar için harcanan paralar, bombalar patladıkça yok olmuşlardır.

İkinci Dünya Savaşının sonunda Almanya ve Japonya yenilmişlerdi. Galip devletler, bu ülkelerin ordu kurmalarına izin vermedi. Bu yasak, ordusu olmayan ülkelerin daha hızlı kalkınmalarına vesile oldu.

Küreselleşen dünyamızda, ittifakların nasıl olacağına dair fikir yürütmenin zor olduğu bir ortamdayız. Bu sebeple savunma harcamalarının artırılması, GSYİH’sını kısmen artırsa bile, refahı artırmamaktadır. Diğer taraftan, ülkelerin savunmasına da, beklenilen katkıyı sağlamamaktadır.

Küreselleşen dünyamızda, savunma harcamaları, dünya barışını korumak için, yine dünya tarafından birlikte düşünülerek planlanırsa, bütün dünyada, hem refahın artmasına, hem de huzurlu ortamın oluşmasına vesile olur. Aksi uygulamalar, insanlığı felâkete sürükleme riskini her zaman taşıyacaktır.

Sosyal kategorisine gönderildi | GÜVENLİĞE HARCANAN PARA REFAHI ARTIRIR MI? için yorumlar kapalı

İNSANLARI TANRI YARATMASAYDI, MANEVİ EŞİTLİK OLUR MUYDU?

İNSANLARI TANRI YARATMASAYDI, MANEVİ EŞİTLİK OLUR MUYDU?

 

İnsanlar arasında fiziksel ve zihinsel eşitlik yoktur. Eğer eşit olsalardı, o zaman insan değil, melek olurlardı. Demek ki, fiziksel ve zihinsel eşitsizlik, insan olmanın temel kuralıdır.

İnsanlar arasındaki eşitlik, manevi açıdandır.

Her insan, doğuştan bakıma muhtaçtır. Her insan, doğuştan masumdur. Tanrı nezdinde, her insan aynıdır. Bazı insanların fakir, bazılarının zengin olmaları, onların Tanrı nezdindeki eşitliğini değiştirmez. Benzer şekilde, bir insanın sultan veya çoban olması, Tanrı’nın onu yargılamasını engellemediği gibi, yargı yöntemini de değiştirmez. Bir insanın erkek veya kadın olması da, Tanrı’nın açısından fark etmez. Her iki cins de manevi olarak eşittir.

Yüce Yaradan’ın, insanlar arasında yaptığı ayrım, insanların kendi hür iradeleriyle oluşturdukları davranışlara paraleldir. Tanrı, kibirli davranan bir zengine iyi gözle bakmamıştır. Buna karşılık, kendisini düzeltmek ve temizlenmek isteyen bir yoksula sevecen yaklaşmıştır.

Abese Suresinin ilk 11 ayetinde bahsedilenler, bizim yukarıdaki düşüncelerimizi teyit etmektedir. Ayetlerde, Hz. Muhammed’in (s.a.v.), zengin ve etkili birisine ilgi gösterip, âmâ yani doğuştan kör olan bir insanı incitmesi eleştirilmektedir. Yüce Yaradan’ın nezdinde her insan manevi açıdan eşittir. Ancak, bu manevi yönlerini öne çıkaran şahıslar, kullanmayan insanlara göre, Tanrı nezdinde daha itibarlıdırlar. Çünkü onlar, Allah’ın kendilerine verdiği özellikleri geliştirmeye çalışmışlardır.

Tanrı nezdinde insanların eşit olduklarının dünyevi göstergelerinden birisi, ibadethanelerdeki durumdur. Bilindiği gibi ibadethanelerde, insanlar arasında ayrım yoktur. Yan yana oturan insanlar, tesadüfen çok zengin veya çok fakir kişiler olabilir. Bu durumu tarafların hiçbiri yadırgamaz. Birlikte ibadet ederler.

Tanrı nezdinde, her insanın haysiyeti, şerefi, şahsiyeti vardır. Çünkü bunları insana veren, zaten Yüce Yaradan’ın bizzat Kendisidir. Tanrı, bu hususlarda her insana eşit yaklaşır. Bu eşit yaklaşım, insanların kendi hür iradeleriyle davranışlarında oluşturdukları farklılıklar sonucu değişmeye başlar.

Allah, insanları fiziksel ve zihinsel olarak farklı özelliklerde yaratmasının sebebini Kur’an’da açıklamaktadır. Zuhruf Suresi 32inci ayette, Yüce Yaradan, birbirimize iş gördürebilmemiz ve böylece toplum düzenini oluşturabilmemiz maksadıyla, insanlara farklı özellikler verdiğini anlatır.

Kimi okuyucular, insanlar arsındaki manevi eşitlik hususunda fikir beyan etmiş bazı düşünürlerin varlığını öne sürerek, eşitliğin sadece Tanrı nezdinde olmadığını ifade edebilirler. Gerçekten de, tarih içerisinde erdem ve ahlâk üzerine güzel fikirler ifade edenler olmuştur. Bilinen en eski dönemden günümüze ulaşan bilgilere göre, bu düşünürlerin en meşhurları Antik Helen devrinde yaşayanlardır.

Bu düşünürlerin eşitlik konusundaki fikirleri ile Tanrı’nınkileri kıyaslarsak, farkı daha iyi anlarız. Sokrates, Aristo, Pisagor ve Platon gibi düşünürler, eşitliği hür insanlar arasında uygulanacak şekilde savunmuşlardır. Köleleri hiç hesaba katmamışlardır. Bilgeler bile, köleleri insan olarak görmemişlerdir. Ayrıca, bu bilgeler son tahlilde, mensubu bulundukları site devletine, ait oldukları topluluğa veya sınıfa sıkı sıkıya bağlı olmuşlar ve kendilerini, dışlarındakilerden üstün görmüşlerdir. Sadece Sokrates, bu fikre saplanmamıştır.

Hâlbuki Yüce Yaradan, kutsal kitaplarında, bütün insanların aynı kökten geldiklerini sürekli vurgulamaktadır. Bu vurgulamanın sıkça olmasının sebebi, insanların eşit olduklarını bize anlatmaktır.

Kökleri konusunda eşit olan insanlar, Tanrı nezdinde ölüm hususunda da eşittir. Her insan ölümlüdür. Allah’ın elçileri bile ölümlüdür. Hiç kimseye ayrıcalık yoktur.

Kutsal kitaplara bakılınca, Tanrı’nın bütün insanlardan benzer şeyleri yapmalarını istediği anlaşılmaktadır. Farklı olarak, sadece zenginlerden ilave isteklerde bulunulmuştur. Zenginlerden sadaka vermeleri, mallarını fakirlere dağıtmaları istenilmiştir. Bu açıdan bakılınca, zenginlerle fakirlerin, Tanrı nezdinde eşit olmadığı izlenimine kapılmak mümkündür. Ama gerçek böyle değildir.

Böyle olmamasının birinci sebebi, kutsal kitaplara göre mülk, insanların değil, Tanrı’nındır. Dolayısıyla zenginler, Yüce Yaradan’ın emanetçileridir. İkinci nedeni ise, sadaka vermek, kutsal kitaplara göre, sadece zenginlere mahsus olarak görülmemiştir. Güleryüzlü bir davranış, yaşlı bir insana veya çocuğa yolda yürürken yardımcı olmak gibi hususlar, sadaka olarak değerlendirilmiştir. Böylece, sadaka konusunda da insanlar eşitlenmiştir.

Diğer taraftan hümanizm anlayışı da, Tanrı’nın insanlara karşı eşit bakışı ile kıyaslandığında çok sönük kalır. Bilindiği gibi hümanizm, insanı merkeze alır. İnsanın Tanrı ile ilişkisiyle ilgilenmez. Amacı, insana özgürlüğünün değerini anlatmaktır. Aslında bunu yaparken bile, bu özgürlüğü insana verenin Tanrı olduğunu, dolaylı olarak onaylamaktadır.

Hümanizm, insanın ihtiyaçlarını karşılayabilmesini arzular. İnsanın gelişimini hedefler. Daha güzel bir dünya ve daha güzel bir hayattan bahseder. Fakat bu güzel hedeflere ulaşmak için takip ettiği yol, materyalist anlayışla örtüşmektedir. İnsanı, üreten ve tüketen bir konuma indirger. Böylece insanı, duygusal robotlar durumuna düşürür.

Hümanizmin bir başka kolu, tam anlamıyla ateisttir. Bunların en önemli isteği, malların, insanların ihtiyaçlarına göre eşit dağılmasıdır. İnsanları, bu şekilde eşitlemeye çalışırlar. Bu tip eşitlemenin sonu, tek tip insan oluşturmaktır.

Daha ayrıntılı irdelendiği takdirde, hümanizmin hatası net olarak ortaya çıkmaktadır. Hümanizm, insanların şahsiyetlerini hiçe sayarak onları kişiliksizleştirmektedir. Belki yapmak istedikleri bu değildir. Fakat sonuç buraya gitmektedir.

Görüldüğü gibi, en meşhur düşünürler veya en güzel olarak nitelenen fikir akımları, insanlara eşit bakamamaktadır. İnsanlara insanca yaklaşamamaktadır. Bunun temel sebebi gayet basittir. Her insan benlik duygusuna sahiptir. Düşüncelerinde tarafsız olması çok zordur. Düşüncelerinde tarafsız olsalar bile, davranışlarında olamamaktadırlar. Bu gerçeği anlatan güzel bir veciz söz vardır: “Akıllar pazara çıkarılmış. Her insan kendi aklını almış.”

Hiçbir kimse, zekâ seviyesi tam notun üzerinde olsa bile, Yüce Yaradan’ın akıl seviyesine ulaşamayacağına göre, bütün fikirler, Tanrı’nın düşünceleri karşısında rekabet edemez.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLARI TANRI YARATMASAYDI, MANEVİ EŞİTLİK OLUR MUYDU? için yorumlar kapalı

İNSANLARDAKİ ÖZGÜRLÜK, TANRININ VARLIĞININ DELİLİ MİDİR?

İNSANLARDAKİ ÖZGÜRLÜK, TANRININ VARLIĞININ DELİLİ MİDİR?

 

Yazının başlığındaki sorunun cevabını doğru bir şekilde verebilmemiz için, kendimize bazı sorular sorup, cevaplarını irdelemek gerekir. Önce sorulardan aklımıza hemen gelenleri soralım, sonra cevaplarını kısa bir şekilde bulmaya çalışalım.

İlk olarak; Tanrı’dan başka kim özgür bir varlık yaratabilirdi sorusu ile başlayalım.

İkinci olarak; özgürlük, evrimsel bir gelişmenin bir sonucu olabilir mi sorusunu sorabiliriz.

Üçüncü olarak; özgürlük ile madde veya ürün, biri diğerini doğuran paralel bir kavram mıdır, yoksa birbirine zıt bir kavram mıdır sorusu ile devam edebiliriz.

Dördüncü olarak; şahsiyet önceden kurgulanabilir mi, yani yapılacak bir sanat eserinin veya insanın şahsiyeti, önceden kurgulanabilir mi? Cevabımız kurgulanır şeklinde olursa, bir başka soru gündeme gelecektir. Bir eser yaratılırken onun önceden kurgulanması, özgürlük ile bağdaşır mı?

Bu konu üzerine düşünecek okuyucularımızın, bizden daha fazla soru oluşturacaklarına inanıyoruz. Her bir okuyucumuz, kendi soracakları sorulara, kendileri cevap arayabilirler. Biz bu makalemizde, yukarıda sorduğumuz sorulara cevap aramakla yetineceğiz.

Bilindiği gibi, bilimdeki hızlı gelişmeler, insanımsı robotların yapılmasını mümkün kılacak yönde ilerlemektedir. Yapay zekâ hususunda da ciddi ilerlemeler kaydedilmektedir.

Ancak hiç kimse, insanların, kendi verecekleri komutları uygulamak yerine özgür düşünüp hareket edecek robotlar oluşturmaya çalışacaklarını iddia edemez. İnsanlar, her yönden kendilerine bağlı olan insanımsı makineler yapmak isteyeceklerdir. Aksine bir uğraş, insanın, kendi eliyle kendisine düşman oluşturması anlamına gelir. Fakir veya zengin, dahi veya değil, hiçbir insan, kendisine düşman olma ihtimali olan robotları üretmek istemez. Devletler ise, hiç istemez.

Çünkü insanların güçleri ve imkânları sınırlıdır. Bu kendisini en büyük olarak düşünen insan veya devlet için de geçerlidir. İmkânları sınırlı olan hiçbir güç, kendisine düşman olabilecek bir üretim yapmaz. Böyle bir robot için uğraşacak olanın ahmak veya deli olması gerekir. Onların da böyle bir robot yaratmaya güçleri ve akılları yetmez.

O halde, birisinin, özgür bir varlık yaratabilmesi için, gücünün de imkânlarının da sınırsız olması gerekir. Dolayısıyla, yarattığı mahlûk kendisine düşman olsa bile, kendisine hiçbir zarar verememelidir.

Eğer birisi, yarattıklarından çekinmeyecek kadar sınırsız güce ve imkâna sahipse, o Tanrı olmayı hak etmiş demektir.

İkinci sorumuza cevap arayalım. Eğer özgürlük, evrimsel gelişmenin bir sonucu olsaydı, insanlardan başka bazı hayvanların da özgür olmaları gerekirdi.

Diğer taraftan, tarihte yaşamış bazı insan (homo) türlerinden bahsedilir. Kimi araştırmacılar, bu türlerin altı tane olduğundan bahseder. Kimisi ise, otuz çeşit civarında olduklarını söyler. Fakat hepsinin ortak noktası, bu türlerin yok olduğudur. Son tür olan ve zeki insan (homo sapiens) denilen bizim atalarımızın ayakta kalmayı başardıklarını anlatırlar. Ayakta kalmanın sebebi olarak, “atanın yerini alma” teorisini söylerler. Yeni türler ortama daha iyi uyum sağladıkları için ayakta kalmıştır derler.

Bu “uyum ve ayakta kalma” savunmaların tartışması başka bir makale konusudur. Biz burada bizim sorumuzla bağlantısını ele alacağız. Bütün homo türleri için, giderek beyinleri gelişmiş ve zekâları artmıştır denilmektedir. Bizden önce oldukları söylenen Homo Neanderthal türünün hem konuştuğu hem de dilleri geliştirdiği ifade edilir. Bu türün ve önceki homo türlerinin özgür olup olmadığı hususunda henüz bir teori oluşturulmamıştır. Dolayısıyla, evrimin özgürlük üzerindeki etkisi hakkında bir fikir yürütülemez.

Eğer bizim atalarımız, çok daha zeki oldukları için özgür oldularsa, akla gelecek soru, zekâ ile özgürlüğün arasında doğru orantı olup olmadığıdır. Bu soruya cevap verebilmek için, yüz küsur bin yıldır var olan atalarımızdan –en azından devam ettiği söylenen evrim sonucu- daha zeki olması gereken günümüzdeki insanların tavırlarına bakalım.

Günümüzdeki zeki insanların çok büyük çoğunluğunun, menfaatleri uğruna özgürlüklerini terk ettiklerini yaşayarak görüyoruz. Bu hususta örnek vermeye gerek görmüyoruz. Her okuyucumuz çevresine ve bazıları da kendilerine baktıklarında, bu gerçeği göreceklerdir. Zaten, dünyadaki siyasi yöneticilerin çoğunluğunun, ülkelerinin ortalamasının altında zekâya sahip olmaları, tek başına yeterli bir göstergedir.

Dolayısıyla özgürlük ile zekâ farklı şeylerdir. Özgürlük sonucu elde edilen şahsiyet, zekâ ile elde edilemez.

Üçüncü sorudaki, oluşturulan bir ürün ile özgürlük arasındaki bağlantıyı irdeleyelim. Ürün, bir(ler)i tarafından tasarlanan bir nesnedir. Dolayısıyla bütün özellikleri, tamamen üretene bağlıdır. Demek ki, ürün ile özgürlük birbirine paralel değil, birbirine zıt kavramlardır.

Dördüncü soruyu irdelersek, gerek Tanrının yarattığı her bir insana, gerekse insanın yarattığı her bir sanat eserine veya robota başlangıçtan ayrı şahsiyet verilmesi hususu anlamsızdır. Öyle ki, şahsiyetin baştan verilmesi durumunda bu kişilik, şahsiyet olmaktan çıkar, yaratıcının verdiği bir özellik konumuna düşer. Sonradan değiştirilemez. Sonradan değiştirilemeyen bir özellik, özgürlük ile bağdaşmaz ve dolayısıyla şahsiyeti oluşturamaz.

Görüldüğü gibi, özgürlük ve Tanrı birbirinden ayrılmayacak bir ikilidir. Karl Jaspers bu hususta şöyle demiştir: “ Özgürlüğün kesinliği Tanrı’nın varlığını kesin kılıyorsa, o halde özgürlüğü inkâr etmekle Tanrı’yı inkâr etmek arasında bir ilişki vardır.”

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLARDAKİ ÖZGÜRLÜK, TANRININ VARLIĞININ DELİLİ MİDİR? için yorumlar kapalı

BİR YAŞAM BİÇİMİ OLARAK KUR’AN  

BİR YAŞAM BİÇİMİ OLARAK KUR’AN

 

Müslüman mütefekkir ve devlet adamı Aliya izzetbegoviç bu konuda şöyle diyor: “Kur’an, edebiyat değil, hayatın kendisidir. O’nu bir düşünce sisteminden ziyade, bir yaşam biçimi olarak görmeye başladığımız vakit, O’nu okumaktaki zorluk ortadan kalkar.”

Yaptığı uzun araştırmalardan ve yaşadıklarından hareketle bu fikre varan İzzetbegoviç’in bu düşüncesine katılmamak mümkün değil. Biz de, bu fikre katılmakla birlikte kendi araştırmalarımız ve yaşadıklarımızdan hareketle, şöyle bir ilave yapmak isteriz: “Kur’an’ı bir yaşam biçimi olarak görüp O’nu uygulamaya çalıştıkça, huzura ulaştığımızı farkederiz.“

Hayvanlar, gerçek hayatta yaşarlar. Onlara içgüdüleri yön verir. Bu sayede hayatta kalma mücadelesi verirler. Bu mücadele sırasında yaptıklarından vicdan azabı duymazlar. Çevrelerinde var olan şeyler, onlar için sadece o şeydir. Başka anlam yüklemezler.

İnsanlar ise, çoğunlukla, gerçek hayatta yaşamazlar. Kendi kafalarında bir hayal âlemi oluştururlar. Böylece, içinde bulundukları gerçek ve asıl hayatı bırakır, hayallerindeki dünyaya inanırlar. Bazı insanlar, güya daha fazla özgürlüğe ulaşmak için çabalarlar. Fakat bir bakarlar ki, kendilerini, hurafelerinden, yanılgılarından oluşturdukları zindanlara hapsetmişlerdir. Bu hurafeler ve yanılgılar, sadece din temelinde değildir. Din anlayışında hurafeler olduğu gibi, zenginlik, yöneticilik gibi alanlarda da hurafe üretilmektedir.

İzzetbegoviç’e göre, Yahudi tarihi, dünyadaki ekonomik gelişimin tarihidir. Bu sebeple Yahudiler, her zaman maddi ilerlemenin hamilleri olmuşlardır. Bu açıdan bakılınca Eski Ahit, aşırı gerçekçidir ve dünyevidir. Yahudi anlayışta Mesih, intikam alan, adaleti icra eden dünya hükümdarı bir kişi olarak görülmekte ve bu özelliklerinden dolayı övülmektedir.

Hıristiyanlık ise, neredeyse bu anlayışın tam zıddıdır. İzzetbegoviç, Eski Ahit’in bu aşırı gerçekçi yapısının üstesinden, Yeni Ahit’in yine aşırı derecedeki idealizminin gelebileceğinin düşünüldüğünü tahmin etmektedir. Hıristiyanların peygamberi olan Mesih İsa, acı çeken biridir. İnsanları kurtarmak için yine acı çekmeye hazırdır. Hıristiyanlığın bu idealizmi hakkında, Aziz Pavlus’un mektuplarından örnekler vermiştir. Bu sözlerin özeti niteliğinde olanı şöyledir: “Hayatı kazanmak isteyen, onu kaybetsin.”

İşte Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanlığın, değişim sonucu, ulaştığı bu iki anlayışı birleştirerek, sentezini yapmıştır. Kur’an hem insanın kendisine, hem de insanlara hitap etmiştir. Bir taraftan, insan ruhunu yükselterek, bir insanın kendi içinde ve kendisi karşısında nasıl yaşaması gerektiği hususunda yol göstermiştir. Diğer taraftan, .dünyada ve diğer insanlar arasında nasıl yaşaması hususunda tavsiyelerde bulunmuştur.

Kur’an ayetlerinin iniş sırasına bakılınca, mistisizm olarak başlayan İslâm’ın, toplum ve devlet hayatı anlatımlarıyla devam ettiği görülür. Dolayısıyla İslâm, bu dünya hayatı ile ahiret arasında denge kurar. Bu dengeyi, beden ile ruh arasındaki birleştiriciliğiyle yapar. Bir insanın huzurlu olması, bedeninin talepleri ile ruhunun görüşleri arasında denge kurmasına bağlıdır.

Halk arasında Hz. Muhammed’e atfen söylenilen bir söz olan “yarın ölecekmiş gibi ahiret için, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışın” özdeyişi, peygamberin yaşantısına uygun düşmektedir. Bizler de bu anlayışla çalışırsak, huzur buluruz. Eğer, yarın ölecekmiş gibi sadece ahiret için çalışırsak veya hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çabalarsak, huzur bulma ihtimalimiz çok zayıftır.

Bedeninin arzuları ile ruhunun görüşleri arsında den ge kuran kişi, kendisiyle barışık olur. Kendisiyle barışık olan toplumla barışık olur. Aşırılıklardan kaçınır.

Kur’an’a göre, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmeti ortada yürüyen bir ümmettir. Böyle kurgulanmasının nedeni, bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hakkın şahitleri olmaları isteğidir.

Bu sitede yayınladığımız “Yaşamın Anlamı Üzerine Düşünceler” başlıklı makalemizde kendimize bazı sorular sorarak cevabını aramıştık. Tolstoy’un da bir kısmını sorduğu sorularımızdan bazıları şöyleydi:

“Niçin yaşıyorum? Niçin arzuluyorum? Niçin çalışıyorum?”

Ve ya “Hayatımda kaçınılmaz olan ölümümle yok olmayacak bir anlam var mıdır?”

Kendisine birçok soru soran Tolstoy’un cevabını biri bize de yol gösterecek niteliktedir. Tolstoy, Ölüm korkusunu bırakıp hayatı Allah’a bağışlayınca, taş gibi yüreğin uysallaştığını, yumuşadığını ve boyun eğdiğini anlamış.

Eğer bizler, iç dünyamızda doğru yola girmeyi yani hidayeti arzularsak, Yüce Yaradan bizim destekçimiz olacağını beyan etmektedir.

Muhammed Suresi 17: “Hidayeti kabul edenlere gelince: Allah, onların muvaffakiyetlerini artırmakla ve kendilerine korunma yollarını (takvalarını) vermektedir.”

KUR'AN ÜZERİNE, YAŞAM kategorisine gönderildi | BİR YAŞAM BİÇİMİ OLARAK KUR’AN   için yorumlar kapalı

AHLÂK ANLAYIŞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

AHLÂK ANLAYIŞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER

 

Takdir edileceği gibi, ahlâklı davranmak, insanın şahsi menfaatine zıttır. Bir kişiye ahlâklı bir insan denilebilmesi için, o şahsın kendi çıkarını reddederek, karşısındakilere hizmet etmesi gerekir.

Eğer, hayat sadece bu dünyadan ibaret ise, ahlâklı olmak, en hafif tabiriyle, akılsızlıktır. Diyelim, bir ev yanmaktadır. İçeride de bir insan kalmıştır. Siz ise, o ev ile bir bağınız olmadan, o civardan geçmekte olan birisisiniz. Fakat durumu anlayınca, yanan evin içerisine girerek içerideki insanı kurtarmaya kalkıştınız. Bu yaptığınız hareket, sadece dünya hayatının varlığına inanan birilerine göre, şuursuzluktur. Çünkü içeri girmeniz halinde belki de öleceksiniz. Ölmeseniz bile, içerideki insanı kurtarma ihtimaliniz zayıf. Kurtarsanız bile, yanıp kül olacak bir evde yaşayan insan kuvvetle muhtemel fakir olduğundan, size bir maddi karşılık veremeyecektir.

Dolayısıyla, eğer başka yaşam yoksa ahlâklı davranış beyhude bir çabadan ibarettir. Bu gerçekliğe rağmen, bilinen tarih boyunca, neredeyse her insan ahlâk üzerinde söylemler yapmıştır. Günümüzde; siyasetçilerin, iş adamlarının, yöneticilerin hemen hepsi de ahlâklı olmaktan bahsederler. Hâlbuki yaşayarak öğrendiğimiz şekliyle, bu gurupların çoğu, söylemlerinde samimi değildirler. Söyledikleri ile uyguladıkları neredeyse birbirine zıttır. Yani ikiyüzlüdürler.

Samimiyetsiz ve ikiyüzlü olan böyle insanların bile, ahlâktan bahsetmek mecburiyetinde kalmaları, ahlâkın, insan hayatında çok önemli yerinin olduğunu gösterir.

Maddeci yani menfaatçi bakış açısının da, kendine göre ahlâk anlayışı vardır. Bu konuda verilebilecek güzel bir örnek, Mekke’de varılan “Erdemliler Paktı” yani “Hilful Fudul” anlaşmasıdır. Hz. Muhammed’in de genç bir insan iken katılımıyla yapılan bu anlaşma, Mekkeli kabilelerin ortak menfaatlerini korumayı hedeflemiştir. Bilindiği gibi, Mekke’de bulunan Kâbe o dönemde putlarla dolu idi. Kâbe’yi ziyaret için belli sürelerde çok sayıda insan geliyor ve panayır kuruluyordu. Mekke’nin en önemli geliri, bu ziyaretler ve ticaret idi. Başlayan anarşi, bu gelirin azalmasına yol açıyordu. Fakat bilindiği üzere, bu anlaşma ile sadece menfaatler korunmamıştır. Hem başlayan anarşi önlenmiş, hem de güçsüzler korunmuştur. Anlaşmaya uyulduğu için bütün Mekke kazanmıştır.

İşte, ortak menfaate dayalı bu anlaşmaya uyanlar, ahlâklı insanlar olarak değerlendirilmiştir.

Günümüzdeki bazı siyasetçiler veya iş adamları arasında da, benzer menfaat anlaşmaları yapılmaktadır. Fakat bu anlaşmalardaki ahlâka bakış, Hilful Fudul anlaşmasına göre çok sığdır. Bir örnek verelim. Bir devlet kurumu, bir işi ihale yoluyla yaptırmayı düşünerek ihale açar. İhaleye katılan firmalar, ihale öncesinde kendi aralarında anlaşırlar. İşi bir kişi alabileceğinden, işi alacak firma diğerlerine ihaleye katılma payı olarak bir bedel öder. Ödediği bedeli kendi bütçesinden vermez. İşin teklif fiyatına ekler.  Böylece devlet, yani vatandaş zararlı çıkarken, ihaleye katılma evraklarını hazır etmekten başka bir şey yapmayan bazı şirketler, hiçbir şey yapmadan para kazanır.

İşte, ihaleye katılan firmaların, aralarında yaptıkları anlaşmaya uyarak, vatandaşı zarar ettirip kendilerinin kazanmasını sağlamaları, ahlâklı davranış olarak görülür. Anlaşmaya uymayarak, ihale fiyatını kırıp, devletin kazanmasını sağlamaya kalkışan şirket, ahlâksız olarak görülür.

Veya bu durumun farklı bir tezahürü olarak, devlet içerisinde bazı insanlar gurup oluşturarak, ihaleleri istediklerine ve istedikleri fiyatlara verirler. İhaleleri istediklerine veren bu gurubun mensupları, aralarındaki sözlü anlaşmaya uyarak devleti zarara sokmaya devam ederlerse, o insanlar ahlâklı davranmış olurlar. İçlerinden birisi, aralarındaki anlaşmayı bozarak, devletin çıkarını korumak isterse, ahlâksızlıkla suçlanır.

Dolayısıyla, günümüzdeki menfaat birlikteliklerinin, “Erdemliler Paktı” ile karşılaştırılması durumunda, şimdikilerin güçsüzleri koruma gibi bir amaçları da yoktur.

Demek ki, maddeci düşünce temeliyle hareket eden materyalizmin ahlâkı, halkın anladığı ahlâktan çok farklıdır. Halk, yanan eve girerek, içerideki insanı kurtarmaya çalışanı, akılsız olarak değil, kahraman gibi görür. Materyalizmin ahlâkı ise, halk nezdinde ahlâksızlıktır. Çünkü halkın anlayışına göre, her şeyi yaratan bir Tanrı vardır. Yüce Yaradan, bu dünyanın dışında bir başka hayat daha planlamıştır. Bu dünyada, menfaatleri için değil, ahlâklı olmak için davrananlara, mükâfatlarını, diğer yaşam olan ahirette verecektir.

Halkın bu duygularını bilen insanların bazısı, onları kandırabilmek için, davranışlarının ahlâklı olduğunu vurgular. Ama halka farkettirmeden yaptıkları ise, belki de tam tersidir. Bu açıdan bakılınca, her insan ahlâklı olduğunu vurgulamak için yarışmaktadır. Ancak kimisi gerçekten ahlâklıdır, çoğu ise göstermelik ahlâklıdır.

Bazı insanlardaki -göstermelik de olsa- ahlâk üzerine yapılan bu kelime yarışı, Yüce Yaradan’ın bize anlattığı ahlâk anlayışının gerçekliğini tasdik etmektedir. Tarihe baktığımızda; Firavun, Karun, Nemrut, Neron gibi şahsiyetler, hemen bütün insanlar tarafından dışlanmıştır. Hâlbuki Allah’ın rızasını kazanmaya çalışan azizler, gözünü kırpmadan ölüme atlayan kahramanlar ise, hayırla anılmaktadır. Tarih boyunca hep aynı kalan bu bakış, Allah’ın bize öğütlediği ahlâkın ve ikinci bir hayatın varlığının gerçekliğinin bir başka göstergesidir.

Başta, siyasiler, iş adamları ve yöneticiler olmak üzere hepimiz, Yüce Yaradan’ın oluşturduğu ahlâk mahkemesinden kaçış olmadığını anladıkça, mahkemeden önce Onun rahmetine sığınmaya çalıştıkça, hayatımızın daha anlamlı ve huzurlu olduğunu göreceğiz.

Allah’ım, Senin peygamberlerinin, azizlerin, kahramanların ahlâklarıyla ahlâklanabilmemiz için, bizlere zihin açıklığı ver, irade gücü ver, mücadele azmi ver.

Senin her şeye gücün yeter.

YAŞAM kategorisine gönderildi | AHLÂK ANLAYIŞI ÜZERİNE DÜŞÜNCELER için yorumlar kapalı

İNSANLARIN İÇ DÜNYALARI ÜZERİNE

İNSANLARIN İÇ DÜNYALARI ÜZERİNE

 

İnsan, iki farklı yapıyı aynı anda gösteren tek varlıktır. Bu durumun sebebi, insanın yaratılışındaki hayvani yapıdır. Bilime göre insan, zeki ve konuşan bir hayvandır. Dinlere göre ise, şahsiyetli bir hayvandır.

Bilim, insana bakarken onu, dokulardan ve sıvılardan oluşan kimyasal ve biyolojik fabrika gibi görür. Bilime göre insan, çok karmaşık ama harikulade fizyolojik varlıktır. O dokularını beslemek, sıvılarını salgılamak, kendi yaptığı aletleri ve makineleri çalıştırmak için sürekli tüketmek zorundadır.

İnsana sadece bu açıdan bakılınca, insan güçsüzdür. Sadece bedeninin ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştığı için sıkça hata yapan biyolojik bir makinedir.

Eğer bilime göre insan bu ise, şairleri, ressamları, müzisyenleri, kahramanları, azizleri nasıl tanımlayacağız* Birbirimizi ikaz ederken, “biraz insan ol” dememizi nasıl yorumlayacağız?

Picasso’nun, Raphael’in, Hafız Mehmet Siyahkalem’in resimlerini yapan organı olarak “elini” mi göstereceğiz? 35 yıllık ömrüne 600 den fazla şaheser müzik eseri sığdıran Mozart’ın bu eserlerini kulağını kullanarak yazdığını mı söyleyeceğiz? Eğer böyle söylersek, en güzel eserlerini kulağı sağır olduktan sonra veren Beethoven’i nasıl anlatacağız?

Yunanlıların millet olmasında etkili olan Homer’in şiirlerini nasıl açıklayacağız. Shakespeare, Goethe gibi şairlerin insanları halen cezbeden duyguları için ne diyeceğiz? Türklerin muhteşem anlamlı İstiklâl Marşını 48 saat içerisinde ve on kıta olarak yazan Mehmet Akif Ersoy’u, dokular ve sıvılardan oluşan fizyolojik bir makine olarak mı anlatacağız?

Yukarıda saydığımız insanları incelediğimizde, her bir insanın ayrı bir şahsiyeti olduğunu görürüz. Bu insanların ayrı bir kişiliğinin olması ancak, farklı iç dünyalarının, yani ruhlarının varlığına bağlıdır. Şairlerin, ressamların, müzisyenlerin, kahramanların, azizlerin davranışlarını ve yorumlarını etkileyen unsur, ruhlarıdır.

Ruh, her insanda vardır. Ancak, insanların çoğunun, davranışlarını ve kararlarını yönlendiren unsur, hormonlarıdır. Vücutlarındaki dokuların ve sıvıların yönlendirmesinden kurtuldukça, ruhun yönetimi devreye girer.

Ruh devreye girdiği zaman, aynı insan, kendisini bambaşka biri olarak hissetmeye başlar. Hormonları tarafından yönetildiği için bedeninin ve nefsinin ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir şey düşünmeyen bir insan, iç dünyasında değişim olduğunda, ruhen yükselmeye başladığını anlar.

Bir insanın nefsinin yönlendirmesiyle ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için, başka insanların hakkını yemesi ve onlara kötülük yapması gerekir. Yaptığı kötülükler, onun için sıradan bir vakadır. Çoğunun farkında bile değildir. Yaptığı kötülüğün farkına varan bir insanın ruhu, yaptıkları kötülük yüzünden acı çeken insanların ruhlarından daha mutsuz hale gelir. Kötülük yaptıklarından daha çok acı çekmeye başlar. Çünkü hayvani ihtiyaçlarını karşılarken yaptıklarının sonucunun, boş olduğunu anlamıştır.

Nefsini tatmin ederken çok büyük paralar ödediği insanların, aslında kendisine düşman hale geldiklerini, daha çok para veren birileri çıktığında anlamıştır. Çok parası olduğu için fazlasıyla yediği yiyeceklerin ve içeceklerin, sonunda vücuduna zarar verdiklerini, ilaç kullanmaya başladığında görmüştür. İlaç kullandıkça, doktorun yasakladığı şeylerin arttığını görerek sinirleri gerilmiştir. Bilhassa çok büyük zenginler, kazandıkları paranın belki de binde birini bile kendilerinin yemediğini, çevresindekilerin yediğini görmenin acısıyla kıvranmıştır. Eğer bu zengin şahıs, güvenlik çemberi içerisinde yaşıyorsa, hiçbir yiyeceği ve içeceği korumaları tatmadan yiyememiştir. Dolayısıyla, tıpkı evlerdeki yemek artıklarını yiyen kedi ve köpeklerin başına gelen gibi, hep korumalarının artıklarını yiyip içtiğini fark etmenin kızgınlığı ile mutsuzluğu daha çok artmıştır.

Yediklerinin vücuduna zarar vermenin ötesinde, bedeninde kalmadığını gören, aldığı nefesi bile içerisinde tutamayıp vermek zorunda kaldığını farkeden bir insan için, hormonları tarafından yönetilmek kadar zül gelecek bir durum olamaz.

Diğer taraftan, iyilik yapan insanların bazılarının ruhu, iyilik yaptıkları insanlarınkinden daha mutludur. Bu kişi, “mutlu olmanın en kestirme yolu, başkasını mutlu etmektir” sözünün anlamını yaşayarak görmüştür. Hâlbuki hormonları tarafından yönetilen insan mutlu olmak için, bilim adamlarını dinleyerek, başkasına vermeden kendisi çikolata yiyerek, mutluluk hormonunun salgılanmasını bekler.

Ruhen yükselen bir insan, bir süre sonra hem iç huzura kavuştuğunu, hem de bedenen sağlığının düzelmeye başladığını fark etmiştir. Bazı hastalıkları olan bir insanın, şehir hayatından ayrılıp tabiatın içerisinde yeşillikler arasında yaşamaya başlayınca sağlığına kavuşmasının önemli bir nedeni, hormonlarının yönetiminden kurtularak mutlu olmasıdır.

Dolayısıyla, şahsiyetli bir insan olmaya çalışmalıyız. Bunun yolu –mümkün olduğunca- insanın ilâhi yönü olan ruhu tarafından yönetilmektir. Hz. İsa, Havarilerden Petro’yu, “sen insani olandan bahsediyorsun” diyerek uyarmıştır. Biz de, insanların hormonları tarafından yönetilmelerini azaltmak için onlara yardımcı olmalıyız. Oluşturacağımız güzel örnekler sayesinde, onların iç dünyalarındaki -çoğu insanın farkedemediği- mutsuzluktan kurtulup, huzur bulmalarına vesile olmaya çalışmalıyız. Böylece, o insanların çoğunun iç dünyalarındaki güzelliğin öne çıktığını görerek, bizler de daha mutlu oluruz.

YAŞAM kategorisine gönderildi | İNSANLARIN İÇ DÜNYALARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

KAPİTALİZMİN DOĞASI, BULAŞICI AÇGÖZLÜLÜK

KAPİTALİZMİN DOĞASI, BULAŞICI AÇGÖZLÜLÜK

 

Bilindiği gibi açgözlülük, insanların çoğunluğunun davranışlarını yönlendiren en önemli etkendir. Açgözlülüğün bulaşıcı olduğunu dile getiren kişi, FED’ in efsanevi başkanı olarak kabul edilen Alan Greenspan’dir. 1987-2006 yılları arasında Amerikan Merkez Bankası konumundaki FED’ in başkanlığını aralıksız olarak yürütmüştür. Greenspan’in, bu önemli ve uzun görevi süresince, bu sözü söylemesine sebep olacak çok sayıda olay ile karşılaşması fırsatı, çok az sayıda insana nasip olur. Dolayısıyla bu sözü ciddiye almak gerekir.

FED Başkanı, muhtemeldir ki, açgözlülerle ilgili olarak bu kanaate varabilmek için çok fazla sayıda insanın davranışlarını incelemiştir. Görevi gereği, sadece bankalar ile değil, büyük zenginler, siyasi liderler, ülke yöneticileri, sivil toplum kuruluşları gibi guruplarla da muhatap olmuştur. Davranışlarına şahit olduğu bu insanların, para kazanmak için yalnızca hukuki değil, hukuk dışı yollara da başvurduklarını görmüş olması ihtimali kuvvetlidir.

Hukuk dışı yollar denilince akla ilk gelenler, uyuşturucu, silâh ve diğer emtiaların kaçakçılığı, kadın ve organ ticareti gibi yöntemlerdir. Ancak Greenspan’in şahit olduğu bazı hukuk dışılıklar, toplumun az bildiği konulardır. O, yasalara uydurulmuş olan, ama aslında hak ve hukuk dışı sayılması gereken uygulamaları yaşayarak görmüştür.

ABD’nin 2008 yılında ekonomik buhran yaşamasına sebep olan eşik altı konut kredilerine ve kredi türevlerinin pazarlanmasına bizzat şahit olmuştur. Bazı büyük bankaların işlemlerindeki sahteciliği, yaşayarak görmüştür. Sahtekârlık yapan bu bankaları, “ekonomik sistemi çökertiriz” diyerek, mahkemelerde mahkûm ettirememenin ıstırabını yaşamış olması ihtimali vardır. Sadece vatandaşları kandırmakla kalmayarak, evraklarda sahtecilik yapan bu bankaların, uzlaşma anlaşmaları sonucunda, küçük maddi cezalar alarak kurtulmalarını, belki de esefle, izlemiştir.

Henüz kimsenin makul bir açıklama yapamadığı CDS türevlerinin satışlarındaki büyük rakamları, bir anlam veremeden takip etmiş olabilir. Eğer Greenspan, yaşadığı bunca açgözlülük olayını, bizim yukarıda söylediğimiz gibi esefle değil de, hiç umursamadan ve normal vakalarmış gibi gördüyse, yaptığı tanımın içerisine kendisi de girmiş olur.

Greenspan, görevi gereği olarak, hukuki açgözlülükleri de müşahede etmiş olabilir. Hazine arazilerinin talan edilircesine, ama hukuki işlemleri tam yaparak, satılmasını gözlemiştir. Devleti yönetenlerin, hukuk kurallarına uygun davranarak, istedikleri yerlere, istedikleri bedellerle istimlâk uyguladıklarına şahit olmuştur. Şirketlerin evlilik yoluyla veya şirket satın almalarla, kartel oluşturmalarını izlemiştir. Bankaların, muhtemel bir ekonomik buhranda, devlet tarafından kurtarılmaları ihtimalini güçlendirmek için, bazı bankalarla bileşme veya satın alma yoluyla ve yasal yollardan büyüdüklerini çok yakından takip etmiştir.

Alan Greenspan, görev yaptığı süre içerisinde, devlet imkânlarının, ihale yoluyla ve yasal uygulamayla, ihaleyi yapanların istediklerine dağıtıldığını görmüştür. Özelleştirme sırasında yaşanan olayları müşahede etmiştir. Her alandaki özelleştirme ihalelerinde, yine hukuku uygulayarak, devletin yani milletin birikimlerinin, çok ucuza heba edildiğini esefle seyretmiştir. Yapılan özelleştirmelerin maksadının, o işletmelerin daha verimli çalışmasını sağlamak olduğunu, Greenspan dâhil her insan biliyordu. Ancak özelleştirmelerin büyük çoğunluğunda, işletmelerde üretimin durdurularak, sahip olduğu arazilerinin başka amaçlarla kullanıldığını seyretmiştir.

Greenspan’in, tıpkı bankalar gibi, daha yakından bildiği olaylar, borsadaki gelişmelerdir. Borsadaki bazı hayali değer yaratıcılarının, yani spekülatörlerin, hisseler ve varlıklar için halka yanlış bilgi verdiklerini kulaklarıyla duymuştur. Bilerek verilen bu yanlış bilgilerin sonunda hisselerin ve varlıkların değerleri yükselmiştir. Kendilerinin oluşturduğu bu fırsatı kollayan hayali değer yaratıcıları, ellerindeki veya açığa aldıkları hisseleri ve varlıkları, yüksek fiyatlarla halka satmışlardır. Sonra yine kendilerinin çabaları sonucu düşen bu hisseleri ve varlıkları ucuz bir bedelle geri halktan toplamışlardır.

Hayali değer yaratıcılarının bu işlemleri sonucunda sermaye el değiştirmiştir. Borsadakiler, halkın sermayesinin bir kısmına, tabiri caizse, el koymuşlardır. Greenspan gibi yetkililer ise, güya hukuki yollardan olan bu olayları, halkın sermayesine el konulmasını, sadece seyretmekle kalmışlardır.

Greenspan, görevi sırasında, büyük bankaların şişirme bilançolar yaptıklarına çok sık rastlamıştır. Aynı şekilde şirketlerin birçoğunun da benzer şekilde bilançolarını şişirdiklerine şahit olmuştur. Hattâ, bütün bunları devletlerinin bilgisi dâhilinde yapanları bile görmüştür.

FED eski başkanının karşılaştığı hileli iflasların sayısı da, insanı hayrete düşürecek miktarda yüksektir. Hileli iflasların sonucunda az sayıda şirket yöneticisi veya sahibi zenginliklerini korumayı başarmışlardır. Fakat daha az güçlü iş sahipleri, yani halk, hep zarar etmiştir. Yetkililer bütün bu olayları güya esefle seyretmek zorunda kalmışlardır.

Yukarıda verdiğimiz örneklerden çok daha fazlasına, FED’ in efsanevi eski başkanı yaşayarak şahit olmuştur. Bu sebeple daha fazla örnek vermemiz yanlış olur.

ABD’nin önemli bir kuruluşunda uzun yıllar başkanlık yapan bir şahsın, dünya tarihi hakkındaki bilgisinin de üst düzeyde olması normaldir. Dolayısıyla, eğer Greenspan’e sorulmuş olsaydı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının çıkmasının sebeplerinin de açgözlülük olduğunu söylemesi ihtimali çok kuvvetli olurdu.

Konuyu uzatmamak için daha fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Günümüzde yaşayan insanların büyük çoğunluğu, bu olaylara, açgözlülüğün sebep olduğu konusunda hemfikirdir. Burada sorulması gereken soru, açgözlülükteki bulaşıcılığın temeli nereye dayanmaktadır olacaktır. Elbette, 1492 keşiflerinden önce de açgözlü insanlar vardı. Devletlerarasında, hem de uzun süren, savaşlar oluyordu. Ama keşifler sonucunda yeni bulunan yerleri kimin daha çok sömüreceği yarışması açgözlülüğü yaygınlaştırmıştır. Çünkü yeni yerlerdeki teknoloji, Avrupa’ya göre çok geride olduğundan sömürmek en kolay iş olmuştur.

Bu konuya bir örnek verirsek, daha iyi anlaşılacaktır. İngiltere, Fransa ile savaşları sırasında batmak üzere iken, muhtemel GSYİH’sının (o dönemde bu tanımlama yoktu, bütçeler üzerinden değerlendiriliyordu) belki yarısından fazlasını harcıyordu. Fakat savaşlardan bir sonuç alamıyor, I. Elizabeth’in dediği gibi, batmaya doğru hızla ilerliyordu. Keşifler sonrasında denizaşırı yollara çıkan İngiltere, elde ettiği yeni sömürgeleri sayesinde, güneşi batmayan olarak tanımlanan bir imparatorluk kurdu. Bu imparatorluğunu sürdürürken ordusuna GSYİH’sından ayırdığı pay, sadece %3 kadardı. Aynı dönemde Rusya, ordusu için GSYİH’sının %25’ini harcıyordu.

İngiltere, Hollanda, Belçika, Portekiz, İspanya, Fransa gibi, dünya ölçeğiyle karşılaştırıldığında küçük kalan Avrupalı devletlerin bu yükselişlerinin temelindeki açgözlülük, Küreselleşen dünyamızda, gerçekten de bulaşıcı hale gelmiştir.

Açgözlülüğün bulaşıcılığını artıran unsur, günümüzdeki dünyanın her yerinde, kapitalizmin kuralsız ve engelsiz olarak uygulanışıdır. Açgözlülükteki bulaşıcılığı durdurup azaltamadığımız sürece, insanlığın huzur bulması ihtimali yoktur.

Ekonomi kategorisine gönderildi | KAPİTALİZMİN DOĞASI, BULAŞICI AÇGÖZLÜLÜK için yorumlar kapalı