BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 2

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 2

 

Birinci yazımızda Budizm’in din olmadığı, ancak doktrinden de ileri olduğunu ifade ederek, Tanrısı olmayan bir dini öğreti olarak tanımlamıştık. Bazı yazarlara göre Budizm, en ahlâki dini öğretidir. Onlara göre Budizm’in ahlâkının özü, “zarar vermeyeceksin” düsturudur.

Gerçekten de bu düstur çok güzeldir. Bir dini öğreti için gereklidir. Bu düsturu, “kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkasına yapma” şeklinde ifade edersek, hata yapmış olmayız. Çünkü makul düşünen hiç bir insan, kendisine zarar vermek istemez. Kimse, bir kesici aleti, bir sebep yokken ve isteyerek kendisine batırıp yaralamak veya mecbur kalmadıkça baştan zarar edeceği işe bilerek girmez. Dolayısıyla, “kendisine zarar verilmesini istemeyen bir insan, başkasına zarar vermemeye çalışmalıdır” anlamına gelen bu düstur, hemen bütün semavi dinlerde tavsiye edilmiştir.

M.S. birinci yüz yılda yaşamış Yahudi bilgelerinden Hilel, ahlâk konusunda şöyle söylemiştir: “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, başkasına yapma. Bütün Tevrat’ın özü budur. Diğer her şey, açıklamalardan ibarettir.”

Hz. İsa’nın bu konuda kullandığı ifadeyi, Matta ve Luka İncilleri aynı şekilde kayda geçmişlerdir: “İnsanların size nasıl davranmalarını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın.”

Hz. Muhammed’in, bu hususla ilgili olarak üzerinde mutabakata varılan sözü şöyledir: “Başkasının ayıp ve kusurlarını söyleyeceğin zaman, derhal kendi kusurunu hatırla.”

Görüldüğü gibi, ilâhi dinlerin peygamberlerinin ifadeleri aynı temele dayanıyor. Yüce Yaradan da, kutsal kitaplarında benzer öğütleri veriyor.

Nisa Suresi 4/58: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”

4/135: “Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın.”

Maide Suresi 5/8: “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin.”

Nahl Suresi 16/90: “Şüphesiz ki Allah, size adaleti, iyilik yapmayı ve yakınlara bakmayı emreder; hayâsızlıktan, fenalıktan ve azgınlıktan nehyeder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir.”

Başkasına zarar vermeyeceksin diyen Budizm’deki bir başka kural, cömertliktir (dana, yani bağış). Bilhassa keşişlere cömert davranarak yemek verilmesi öğütlenir. Buda’ya göre cömertliğin amacı, insanın kendi egosuna (nefsine) bağlanmasının üstesinden gelmektir. Çünkü verici olmak, fedakârlık hissi oluşturur ve açgözlülüğü önler. Bir diğer maksadı ise, keşişlere yardımcı olunarak, aidiyet hissinin yeşermesini sağlamaktır.

Budizm’deki cömertlik ilkesine sadece halkın değil, bazı tüccarların ve kralların da uyması, Budizm’in günümüze kadar gelmesinde etkili olmuştur.

Arnie Kozak’ın kitabında Profesör Trainor’dan aktardığına göre, cömertlik anlayışını çok ileriye taşıyan insanlar da olmuştur. Trainor, Kral Sirisanghabodhi’nin yüce gönüllülüğün timsali olduğunu şu örnekle anlatır: Dördüncü yüz yılda yaşamış bu Sri Lanka kralı, hazinedarının planladığı bir darbeyle tahtından oldu. Sidarta Guatoma nasıl sarayı terk ederek yollara düştüyse, o da öyle gezgin bir keşiş oldu. Paranoyaya kapılan yeni kral, Sirisanghabodhi’ye gösterilen sevgiden endişe duydu ve keşişin başına ödül koydu. Bir gün, yoksul bir adam yemeğini Sirisanghabodhi ile paylaştı ve ona üzerine konulan ödülden bahsetti. Kral bu haberi duyduğuna ve hem bu cömertliğin karşılığı olarak hem de kendi cömertliğinde de mükemmelliğe ulaşmak için, yoksul adama kellesini almasını söyledi. Fakir adam duraksadığı anda da, Sirisanghabodhi, kendi kafasını kendi kesti.”

Yukarıda aktarılan bu hikâyenin doğruluğunu kabul etsek bile, cömertlik hususunda en uç örnek olacağı açıktır. Ancak, diğer taraftan da, Budizm’deki, kendine doğru yaptığı öz cömertlik anlayışına da bir örnektir. Takdir edileceği gibi, dışarıya karşı cömertlik yapmak, kendi özüne karşı cömertlik yapmaktan çok daha kolaydır.

Budizm’deki bu ortamı, Yüce Yaradan’ın öğütleriyle karşılaştıralım. Tek olan Tanrı, kendi özümüze olan cömertliğimizin göstergesinin, nefsimizin bütün isteklerine karşı çıkmak olmadığını ifade etmektedir. Nefsimize karşı tavırlarımıza bir sınır koymaktadır. Bizlerden, nefsimizi öldürmememizi istemektedir.

Nisa Suresi 4/29. ayet: “Ey inanalar, mallarınızı aranızda batılla yemeyin. Kendi rızanızla yaptığınız ticaret olursa başka. Nefislerinizi de öldürmeyin. Doğrusu Allah size karşı çok merhametlidir.”

Nefsinizi öldürmeyin demekten maksat, nefsimize zulmetmeyip, Yüce Yaradan’ın verdiği nimetlerden imkânlarımız ölçüsünde ve helâlinden yararlanmaktır.

Maide Suresi 5/87. ayet: “Ey inananlar, Allah’ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez.”

Araf Suresi 7/32: De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı ziynetleri ve tertemiz rızıkları kim haram kılmış?” De ki: “Bunlar, bu dünya hayatında inananlar içindir, kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur”. İşte böylece biz ayetleri bilen bir topluluğa uzun uzun açıklıyoruz.

Ayetlere bakıldığında, Yüce Yaradan, bizlerden, başkalarının haklarına tecavüz etmememizi istediği gibi, kendi vücudumuza da gereksiz yere zarar vermememizi öğütlüyor.  Tanrı’nın helâl kıldığı şeyleri haram gibi görerek haddi aşmamamızı istiyor.

Budizm’deki, başkalarına karşı yapılan cömertlik hususunda da, Yüce Yaradan, bizlere benzer yolları göstermektedir. Bilhassa infak, yani paylaşma hususundaki ayetler, dışarıya karşı cömertliğin de sınırını çizmektedir. Tek olan Tanrı’ya göre cömertlik bir mecburiyettir. Çünkü varlıklı olanların mallarında başka bazılarının hakkı vardır.

Mearic Suresi 70/24: “Onların mallarında belli bir hak vardır,

25: “Hem isteyen için, hem de istemekten utanan yoksul için.”

Bakara Suresi 2/215: “Ey Muhammed! Sana nereye infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayır olarak verdiğiniz nafaka, ana baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak daha ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir.”

Cömertliğe de bir sınır koymaktadır: İsra Suresi 17/26: “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla beraber malını saçıp savurma.”

27: “Çünkü (malını) saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”

29: “Elini boynuna asıp bağlama (cimri olma), hem de onu büsbütün açıp saçma (israf etme); aksi halde kınanmış olursun ve eli boş açıkta kalırsın.”

Yüce Yaradan’ın yaptığı bu tavsiyeler, bizim hayatımızı zorlaştırmamızı önlemeye yöneliktir. Hayatımızı zorlaştırmadığımız ve dengeli yaşadığımız sürece, nefsimize yenilme ihtimalimiz azalmaktadır.

Nefsimize zulmedilmemesi gerektiği gerçeğinin, bizzat en uç noktada yaşayarak farkına varan Buda da, kendimize eziyet edecek kadar nimetlerden uzak kalmayıp, orta yolu tutmamızı istemiştir. Buda’nın bu öğüdüne rağmen, Budizm’de sonradan kendiliğinden oluşan bazı kurallar vardır. Bunlardan birisi keşişlerle ilgilidir. Bu kurala göre keşişler, öğle yemeğinden sonra limon ve su hariç yemek yememeli, müzik dinlememeli, müzik aleti çalmamalı, şarkı söylememeli veya dans etmemeli, bedenini güzel kokularla veya çiçekli askılarla süslememeli, konforlu yataklarda yatmamalıdır. Özel durumlarda, keşiş olmayan üyelerden de bu kurallara uymaları istenir.

Yukarıda Araf Suresi 32inci ayette de örneğini verdiğimiz üzere, Yüce Yaradan, insanlara böyle bir sınırlama koymaz. Tek olan Tanrı, insanlardan, her zaman dengeli davranmalarını, başkalarına zarar vermeden, aşırıya kaçmadan helâl yollardan yürümelerini ister.

Görüldüğü üzere, Buda’nın deneyimleyerek ulaştığı sonuçlar, Yüce Yaradan’ın insanlara yaptığı öğütleriyle çok yakın bir benzerlik arz etmektedir. Buda’nın gösterdiği gayretlerin bize anlattığı şey, insanlar, Yüce Yaradan’ın kendilerine verdiği akıl, vicdan ve iradeyi bilgece bir üslupla düzgün yönde kullanırlarsa, güzel sonuçlara ulaşabilirler.

Sosyal kategorisine gönderildi | BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 2 için yorumlar kapalı

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 1

BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 1

 

Budizm’in bir din mi, doktrin mi, yoksa bir öğreti mi olduğu hep tartışılmıştır. Budizm’in din olmadığını savunanlar, “bir Tanrısı, dünyayı, yaşamı yaratan ve yarattıklarının hayatına müdahale eden bir Yüce varlığı” bulunmadığı için din olarak kabul etmemektedirler.

Budizm 101 kitabının yazarı Arnie Kozak’ın aktardığına göre, Budist bilgin Damien Keown’un anlatımıyla Budizm, din hususunda ortak olan Yedi Ölçüt bağlamında değerlendirildiğinde, Tanrısı olmayan bir din olarak düşünülebilir. Keown konuya bir başka açıdan yaklaşarak şöyle fikir yürütür. “Eğer ‘doktrin’ derken, dini öğretilerin, akılla tutarlı sistematik bir formülasyonunu anlıyorsak, Budizm, bu bağlamda kendi içinde bir doktrine sahip olarak nitelendirilebilir.”

Takdir edileceği gibi, akılla tutarlı sistematik bir formülasyon yapabilmek için, insanda mevcut olan akıl, vicdan ve irade gibi vasıfları birlikte kullanmak gerekir. Bu özelliklere sahip olmak da yetmez. Güçlü bir iradeye sahip olunmalıdır. Güçlü bir irade de yetmez. Hem “ilham” olarak ifade edilen dış bir destek, hem de gösterdiği iradenin ödülü olarak yardımcı olup sonuca ulaşmasını sağlayacak bir dış yardım gerekir. Bu dış yardımın kaynağı, sadece, Yüce bir Yaratıcı olabilir.

Ancak Buda, Tanrı’dan bahsetmediği için, Budizm’in, bir doktrin olarak nitelenmesi mantıken yanlış değildir. Ama sosyalizm vb doktrinlerden de ileridir. Ortaya koyduğu fikirlerdeki tutarlı sistematiğe bakıldığında, Tanrı’dan bahsedilmeyen dini bir öğreti olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü Buda’nın kurduğu sistemin, “çok ahlâklı bir anlayış” olduğu hususunda fikir birliği vardır.

“Budizm ve Tek Tanrılı Dinler” başlığıyla yayınlayacağımız makalelerimizde, Buda’nın aktardığı fikirler ile semavi dinlerinki karşılaştırılmaya çalışılacaktır. Böylece aradaki benzerlikler ve varsa farklılıklar okuyucunun irdelemesine sunulacaktır.

Buda’nın ne zaman yaşadığı hususunda tarihçiler arasında fikir birliği yoktur. Ancak tarihi bir şahsiyet olduğu, yani yaşadığı hususunda tarihçiler hemfikirdir. Buda ile ilgili olarak diğer bir ortak kanaat, varlıklı bir hayatı varken, saraydan dışarı çıkarak yoksul yaşamayı tercih ettiğidir.

Buda’nın, hayatını, inanç yoluyla değil, bizzat deneyimsel uygulamalarıyla dönüştürdüğü söylenir. Bu açıdan bakılınca, Budist olmanın özünün, inanmaktan ziyade deneyim olduğu düşünülmektedir.

Peki, gerek Buda, gerekse herhangi bir insan, bu deneyimlerini yaparken ne kullanmaktadır. Eğer insanda akıl dediğimiz bir vasıf olmasaydı, sorgulamayı ve deneyimlemeyi nasıl yapabilirdi? Eğer, insanda vicdan denilen bir özellik olmasaydı, başta Buda’nın kendisi olmak üzere diğer insanlar, yaptıklarının yanlış olduğunun kararını nasıl verebilirlerdi? Eğer, insanda irade denilen bir yapı olmasaydı, vicdanları sayesinde hatalarını anladıktan sonra, kendi menfaatlerine olan davranıştan vazgeçip, kendi zararına olsa da, başkalarına faydalı olacak işleri yapmayı nasıl başarabilirdi?

Bilindiği gibi, tarih boyunca yaşamış hemen her insanda, akıl, vicdan ve irade gibi vasıflar var olmuştur. Hattâ son yıllarda yapılan belgeseller de gösterdi ki, hayvanlarda da akıl, vicdan ve irade vardır. İnsanlarda, hayvanlara göre daha güçlü ve yoğun olan bu vasıflar, fiziksel özellikler değildir. Bunlar bedenle ilgili değil, ruhla ilgilidir. Dolayısıyla, onbinlerce yıldır yaşamış her insanda ve hayvanlarda böylesine madde ötesi özelliğin var olmuş olması, bütün bunları insanlara ve hayvanlara veren bir kaynağın olması gerektiğini düşündürtüyor.

Konuyu akıl, vicdan ve irade açısından irdelediğimizde, Buda ile bir Budist veya Budist Keşiş arasındaki tek fark, Budanın, sahip olduğu özellikleri diğerlerine göre çok daha yoğun kullanmasıdır. Buda ile Neron veya Hitler arasındaki tek fark, Neron veya Hitler’in, vicdanlarının sesini değil, akıllarını dinleyecek irade göstermeleridir.

Demek ki, insanların davranışlarındaki farklar, sahip oldukları özellikleri kullanma şekillerinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla insanlarda, Buda olabilecek maya olduğu gibi, Hitler olabilecek maya da vardır.

Ancak, Buda konumuna yükselmiş bir insanın, Hitler haline dönüşmesi ihtimali çok düşüktür. Çünkü muhtemelen, aldığı dış desteğin farkına varacağı için, çok daha dikkatli davranacaktır. (Buda için böyle bir destek almış olabileceğini düşünmemizin sebebi, sadece zenginliği bırakarak fakir bir hayatı yaşaması değildir. Hattâ, Mara’nın her türlü hilesine ve yoldan çıkarma gayretlerine karşı direnç göstermesi de değildir. (Mara, Buda’ya karşı, semavi dinlerdeki şeytanın yaptığına benzer bir mücadeleyi göstermiştir.) Buda, kendi döneminde ve öncesinde yapılan bütün meditasyonların ötesine geçerek, keşişlerden ve diğer düşünürlerden farklı olarak, sistematik bir dini öğreti geliştirebilmiş olmasıdır. Biz sonuçlar üzerinden fikir yürütüyoruz. Ancak gerçeği, sadece kendisi ve Yüce Yaradan bileceğinden kesin bir şey söylenemez.)

Diğer taraftan Hitler konumunda olan bir insanın, belki Buda değil ama düzgün bir Budist rahip haline dönüşmesi için vicdanının sesini dinleyecek güçlü bir irade göstermesi yeterlidir.

Bütün bu karşılaştırmaların bizi götürdüğü yer, bu vasıfları bizlere ve hayvanlara veren bir Yaratıcının var olduğu hususudur.

Bu karşılaştırmaların bize gösterdiği ikinci bir husus, insanlarda, kendi arzuları doğrultusunda hareket etme isteğinin var olduğudur. İnsanların bu yapıları, bütün dinleri, dini öğretileri ve doktrinleri etkilemiştir.

Takdir edileceği gibi, Budizm’in yayılması sırasında da mitler ve efsaneler oluşmuştur. Bu mit ve efsaneler aynı kalmamıştır. Her dönemde yeni ve farklı bir şeyler eklenmiştir. Bu eklemelerin sonucunda Budizm, Buda’nın ilk anlatımlarından farklı bir yapıya bürünmüştür.

Budizm’deki bu farklılaşma, tek Tanrılı dinlerde de meydana gelmiştir. Hattâ semavi dinlerdeki bu farklılaştırma, Budizm’den çok daha fazla olmuştur. Çünkü insanları, Buda ile korkutmak pek bir işe yaramaz, ama Tanrı ile korkutmak, bazı insanlara çok fazla menfaat sağlayabilir. Buda’nın kendisi de, Yüce Yaradan’ın bir kuludur. Ama herhangi bir kulu değil, önemli bir rol modeldir. Dolayısıyla, sadece, yüzünü güzelliklere döndürmek isteyenlere öncülük yapabilir. Ötesine gücü yetmez.

Gerek Budizm’deki, gerekse tek Tanrılı dinlerdeki bu farklılaştırma, günümüzde de sürmektedir. Günümüzde de, Buda’nın tavsiyelerinin tersini yapan bazı rahipler olduğu gibi, tek Tanrı’ya inanan insanların dini önderleri arasında da, Tanrı’nın öğütlerinin tam tersini yapanlar, hem de azımsanmayacak kadar, vardır.

Dolayısıyla Budizm’i ve tek Tanrılı dinleri karşılaştırırken, ilk kaynaklarına sadık kalmak gerekir. Dinlerini uyguladıklarını söyleyen Budist keşişlerin veya semavi dinlerdeki hahamların, rahiplerin ve hocaların davranışlarına göre karşılaştırma yaparsak çok yanılırız.

Buda’nın öğretilerinin ilk yazılımına ulaşmamız mümkün değil. Zaten yazıya dökülmeleri, Buda’dan çok sonraları olmuş. Bu nedenle, Arnie Kozak’ın yaptığı gibi mit ve efsanelerden arınmış olarak anlatan yayınlardan faydalanmaya çalıştık. Yine de arada mantık bağı kuramadıklarımızı karşılaştırma listesine almadık.

Tek Tanrılı dinlerle ilgili bilgileri de, kutsal kitapların içerisinde değişmeden kalmış tek kitap olan Kur’an’dan aldık. Kur’an’ı değiştiremeyen bazı menfaatperestlerin, Hz. Muhammed adına kendilerinin söyledikleri hadislerle bozdukları Kur’an yorumlarına bulaşmamaya çalıştık. Çünkü düşünen her insan açısından, tek olan Tanrı’nın, insanlığa gönderdiği dininin de, tek olacağı açıktır. Dolayısıyla, öğütleri de aynı olacağından, son gönderdiği Kitabının, insanlığın başından beri gelen vahiylerin hepsini kapsayacağı, bir gerçektir.

Sosyal kategorisine gönderildi | BUDİZM VE TEK TANRILI DİNLER 1 için yorumlar kapalı

BAYRAM KUTLAMASI

ARAMIZDAKİ DOSTLUĞU, SEVGİYİ VE PAYLAŞMAYI ARTIRMASI UMUDUYLA BÜTÜN İNSANLIĞIN BAYRAMINI KUTLAR, SEVDİKLERİNİZLE BİRLİKTE SAĞLIKLI VE HUZURLU GÜNLER DİLERİM.

Genel kategorisine gönderildi | BAYRAM KUTLAMASI için yorumlar kapalı

LUT PEYGAMBER VE KIZLARI

LUT PEYGAMBER VE KIZLARI

 

Kutsal kitapların aktardıklarına göre, Hz. Lut’un bulunduğu kasaba halkı, sapıklık içerisinde idi. Erkekler, kızlarla değil, birbirleriyle ilişki kuruyorlardı. Bu durum, Yüce Yaradan’ın, evlenme ve üreyerek soyunu devam ettirme yasasına ters olduğu gibi, O’nun, soyunu devam ettirme amacını taşıyan sosyal yasasına da zıt idi. Hz. Lut’un, kasaba halkını bu hususta sürekli uyardığını Kur’an’dan öğreniyoruz.

Ankebut Suresi 29/28: Lut’u da gönderdik. O kavmine demişti ki: “Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz!”

29: “(Bu ilâhî ikazdan sonra) siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” Kavminin cevabı ise, şöyle demelerinden ibaret oldu: “Doğru söyleyenlerden isen, Allah’ın azabını getir bize!”

30: (Lut:) “Ey Rabbim! Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle” dedi.

Çaresiz kalan Hz. Peygamberin, Yüce Yaradan’dan yardım istemesi üzerine, tek olan Tanrı, ona, yakışıklı erkek görünümüne soktuğu meleklerini elçiler olarak yollar. Bu yakışıklı erkeklerin Hz. Lut’un evine girdiklerini duyan kasaba halkı koşarak ona gelirler. Ondan, erkek misafirlerini kendilerine teslim etmesini isterler. Amaçları bellidir. Gelen erkek misafirlerle beraber olmaktır.

Hz. Lut, fenalık geçirecek derecede sıkıntıya düşer. Ne yapacağını şaşırır. Bu ortam Kur’an’da çeşitli surelerde, sahne anlatımı tekniğiyle gözler önüne serilmiştir.

Ankebut Suresi 29/31: Elçilerimiz İbrahim’e (iki oğul vereceğimize dair) müjdeyi getirdiklerinde şöyle dediler: “Biz bu memleket halkını helak edeceğiz. Çünkü oranın halkı zalim kimselerdir.”

32: (İbrahim) dedi ki: “Ama orada Lut var!” Şöyle cevap verdiler: “Biz orada kimlerin bulunduğunu çok iyi biliyoruz. Onu ve ailesini elbette kurtaracağız. Yalnız karısı müstesna; o geride (azapta) kalacaklar arasındadır. “

33: Elçilerimiz Lut’a gelince, onlar hakkında tasalandı. Ve onlar(ı düşünmesi) sebebiyle takatten düştü. O’na: “Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de, aileni de kurtaracağız. Yalnız (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesna” dediler.

34 :”Biz şüphesiz bu memleket halkının üzerine, yoldan çıkmalarına karşılık (feci) bir azap indireceğiz.”(dediler).

35: Andolsun ki biz, aklını kullanacak bir kavim için oradan apaçık bir ibret nişanesi bırakmışızdır.

 Aynı olaylar benzer şekilde Hud Suresinde de anlatılır.

Hud Suresi 11/74: İbrahim’in korkusu gidip, kendisine müjde gelince Lût kavmi hakkında bizim (elçilerimiz)le tartışmaya başladı.

  1. Çünkü İbrahim çok içli ve Allah’a yönelen bir kimseydi.
  2. Elçilerimiz, “Ey İbrahim bundan vazgeç! Çünkü Rabbinin emri kesin olarak gelmiştir. Şüphesiz onlara geri döndürülemeyecek bir azap gelecektir” dediler.
  3. Elçilerimiz Lût’a gelince onların yüzünden üzüldü, göğsü daraldı ve “Bu çok zor bir gün” dedi.
  4. Kavmi, (konuklarıyla çirkin ilişkide bulunmak üzere) ona doğru koşa koşa geldiler. Zaten onlar önceden de bu tür çirkin işleri yapıyorlardı. Lût, dedi ki: “Ey Kavmim! İşte kızlarım. Onlar(la nikâhlanmanız) sizin için daha temizdir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve konuklarıma karşı beni rezil etmeyin. İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?”
  5. Onlar, “İyi biliyorsun ki kızlarında bizim gözümüz yok. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun” dediler.
  6. (Lût da:) “Keşke size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı, ya da sağlam bir desteğe dayanabilseydim” dedi.
  7. Konukları şöyle dedi: “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar. Geceleyin bir vakitte aileni al götür. İçinizden kimse ardına bakmasın. Ancak karın müstesna. (Onu bırak.) Çünkü onların (kavminin) başına gelecek olan azap, onun başına da gelecektir. Onların azapla buluşma zamanı sabahtır. Sabah yakın değil midir?”

82,83. (Azap) emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katında işaretlenmiş pişirilmiş balçıktan taşlar yağdırdık. Bunlar zalimlerden uzak değildir.

Her iki surenin ayetlerini birlikte vermemizin nedeni, konuya bir bütün açısından yaklaşabilmektir. Hz. Muhammed’e hangi surenin daha önce vahyedildiğinin önemi yoktur. Önemli olan, Yüce Yaradan’ın elçileri ve kasaba halkı ile Hz. Lut arasında yaşananlardır.

Şimdi bazı irdelemeler yapalım. Her şeyi bilen Yüce Yaradan, Hz. Lut’a gönderdiği elçilerini, kasabadan kimsenin haberi olmadan, doğrudan Hz. Peygamberin evine indirebilirdi. Veya ihtiyar insanlarmış gibi göründürebilirdi. Fakat anlaşılan o ki, Allah, kasaba halkına kendilerini düzeltmeleri için bir şans daha vermek istemiştir. Çünkü gelen elçilerin görevi kasaba halkını yok etmek olduğundan, son bir fırsat verilmesi, Yüce Yaradan’ın adilliğinin sonucudur.

Ankebut Suresi 33’te gelen elçiler Hz. Lut’a: “Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de, aileni de kurtaracağız. Yalnız (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesna” dediler.

Anlaşılan o ki, gelen elçilerin niyetlerini anlayan Hz. Lut da, koşarak gelen kasaba halkına, son bir fırsat vermeye çalışır. Kasaba halkı daha önce kendisini dinlemediği için Yüce Yaradan’dan yardım istemesine rağmen, peygamber olmanın gereklerinden birisi, insanların kurtuluşu için gayret sarf etmektir.

Hz. Lut, son bir gayretle kavminden gelenlere Hud Suresi 78 ile seslenir: “Ey Kavmim! İşte kızlarım. Onlar(la nikâhlanmanız) sizin için daha temizdir. Allah’a karşı gelmekten sakının…”

Hz. Peygamber, gelenlerin kızları ile ilgilenmediklerini bilmektedir. Eğer kasaba halkının öyle bir düşünceleri olsaydı, Hz. Lut’a daha önceden kızgın oldukları için, kızlarına karşı çoktan hareket ederlerdi. Nitekim bir sonraki ayette, kasaba halkı bu durumu vurgular: Hud Suresi 11/ 79. Onlar (kasaba halkı), “İyi biliyorsun ki kızlarında bizim gözümüz yok. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun” dediler.

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, kasaba halkına son bir hatırlatma yapıyor. Erkekleri bırakıp kızlarla evlenmelerini öğütlüyor. Allah’a karşı gelmekten sakının diyerek de uyarıyor. Ayrıca, toplum psikolojisini de dikkate aldığı için, gelenlere soruyor: “İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?”

Gelenlerin içerisinde düşünen bazı insanların olması durumunda, diğerlerini de etkileyeceklerini ve böylece topluluğun, hatasını anlayabileceğini umuyor.

Eğer Hz. Lut’un amacı, bizim ifade ettiğimiz gibi kasaba halkına son bir fırsat vermek olmasaydı, olayların farklı gelişmesi gerekirdi.

Kasaba halkına son bir şans vermek istemeyen Hz. Peygamberin, muhtemel iki seçeneği vardı.

Eğer, gelenlerin melek olduklarını ve Yüce Yaradan tarafından, kasaba halkına azap etmeleri için gönderildiklerini henüz öğrenmemişse ve kasabalılara kendilerini düzeltmeleri için fırsat vermeyi düşünmüyorsa, misafirlerini korumak için, gelenlere kendisini teklif ederdi. Çaresiz kalan bir insanın en son yapacağı şey, böyle bir davranış olurdu. Çünkü her mantıklı insana göre misafir, Tanrı misafiri olarak algılanır ve korunmalıdır.

Eğer, gelenlerin Yüce Yaradan’ın elçisi olduklarını öğrenmişse (ki bu ihtimal çok daha kuvvetlidir) ve kasaba halkının düzelmesi için gayret sarf etmeyi düşünmüyorsa, misafirlerini onlara verirdi. Çünkü gelen misafirler melek oldukları için, insanların onlara hiçbir zarar veremeyeceklerini, bir peygamber olarak, çok iyi bilirdi.

Demek ki, Hz. Lut’un amacı, kasaba halkına, kendilerinin sapık düşüncelerini düzeltmeleri için son bir şans daha vermektir. Bu sebeple ve gelen halkın, kızlarını istemediklerini bildiği halde, kızları ile evlenmelerini istemiştir. Takdir edileceği gibi, değil bir peygamberin, onurlu herhangi bir insanın, kendisini kurtarmak için, misafirlerini ve bilhassa da kızlarını tehlikeye atması düşünülemez.

Bu ayetlerin anlatımından anlaşılan o ki, hem Yüce Yaradan, hem de Hz. Peygamber, kasaba halkına son bir fırsat vermek istemişlerdir. Ama o fırsatı da teptikleri için, üzerlerine azap indirmek hak olmuştur.

Allah’ım, insanların kendilerine tanınan bir fırsatı, son şans olduğunu düşünerek, iyi değerlendirip düzelebilmeleri için, onlara anlayış ihsan eyle.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | LUT PEYGAMBER VE KIZLARI için yorumlar kapalı

KANAATKÂRLIĞIN TEMELLERİ ÜZERİNE

KANAATKÂRLIĞIN TEMELLERİ ÜZERİNE

 

Bu sitede, kanaat konusu üzerine iki makale yayınlamıştık. Biri “Kanaat Tükenmez Bir Hazinedir” şeklinde idi. Diğeri “Kanaatkâr Olan Birey ve Toplum Bağımsız Olur” başlığını taşıyordu. İkinci makalemizde, kanaatkârlık konusunda aşağıdaki ifadeleri kullanmıştık:

“Kanaat etmek, dünyadan elini-eteğini çekip, “bir lokma, bir hırka” anlayışıyla ahiret için yaşamak değildir. Çalışmadan ve sadece verilen yardımlarla geçinmek, hiç değildir. Dolayısıyla, bu dünya hayatını yaşamak, bulduğunla yetinmek olmamalıdır. Kişinin, ihtiyacını, insanlık onuruna uygun olarak ve asgari bir şekilde sağlamaya çalışması olmalıdır. Kanaatkârlık, kendi makul ihtiyacından fazlası için de çalışmayı gerektirir. Ama sadece, ihtiyaçtan fazlasına sahip olmak amacıyla ve hırsıyla çalışmak, kanaatkârlık değil, tamahkârlıktır.”

Kanaatin tükenmez bir hazine olduğu hususunu irdelediğimiz yazımızda şöyle demiştik: “Kanaat etmenin insanlara faydası, bu dünyada huzurlu bir ömür yaşayabilmek, ahirette ise, Allah’ın Cennetini ummaktır.”

Eğer sadece bu dünyayı düşünerek yaşarsak, kanaat sahibi olmak, enayilik olarak algılanabilir. Sadece yaşadığımız dünyanın var olduğunu farzeder ve ahiretin varlığını kabul etmezsek, kanaatkârlık anlayışımız bizlere, bu dünyada huzur vermez. Aksine enayi yerine konulduğumuz için huzursuz yapar. Bu durumda biz huzuru, kanaatkâr olmakta değil, daha çok şeye sahip olmakta aramaya başlarız. Biz daha çok mala sahip olmak hırsıyla çalıştığımızda, çoğu zaman, daha çok şeye sahip oluruz. Fakat bir süre sonra, sahip olduğumuz malların miktarları artmasına rağmen, huzur bulamadığımızı ve mutlu olamadığımızı anlarız. Çünkü mülkümüzün her artışında, kendimizi başkalarının varlıklarıyla kıyaslarız. Karşımızdakilerden ve bilhassa rakip olarak algıladığımız insanlardan daha az şeye sahip olduğumuzu görmek, bizi mutsuz yapar.

Hırsla mücadele eden ve zengin olmak için her zalimliği sakıncasız gören inşaları bekleyen bir başka huzursuzluk daha vardır. Bu yapıdaki bir kişi zenginleştikçe, başta ailesi olmak üzere çevresindeki ve hizmetindeki insanlar, onun hışmına uğramamak için yalan söylemlerini artırırlar. Onun yüzüne karşı başka, arkasından başka davranırlar. Çevresindekilerin bu ikili davranışlarının bir kısmını tesadüfen veya özel takiplerle öğrenen zengin kişinin, bütün dünyası yıkılır. Başta ailesi olmak üzere, çevresindekileri ve kendisine hizmet edenleri, kendisinin yüzüne gülüp, arkasından kuyusunu kazan insanlar olarak görür. Güvenebileceği hiçbir insanın kalmadığı böyle bir ortam, bir insan için, en büyük mutsuzluk kaynağıdır.

Diğer taraftan, bazen daha çok şeye sahip olmak istememize ve olanca gayretimize rağmen, işler umduğumuz gibi gitmez. İstediklerimizin çoğuna sahip olacak güce erişemeyiz. Bu ortam, bizim mutsuzluğumuzu hem artırır hem de sürekli hale getirir. Hırslı bir şekilde yaptığımız çalışmalarımıza rağmen, düşündüğümüzden az kazandıkça, zalimliğe doğru kaymaya başlarız.

Sonuçta, sadece bu dünyanın var olduğunu düşündüğümüz için kanaatkâr olmayı enayilik şeklinde görmemiz, bizi hayvanlardan daha kötü duruma düşürür. Bilindiği gibi, bir veya birkaç aslan, sürü halinde gidenlerin içerisinden yakaladıkları bir avı yiyerek karınlarını doyurunca kenara çekilirler. Belki de bu sürüye rastlayabilmek için uzun süre aç-bilaç dolaşmışlardır. Buna rağmen, her aslan karnını doyurmanın mutluluğu içerisindedir. Karnını doyurduktan sonra avından biraz uzaklaşıp otururken, diğer hayvan gurupları sırasıyla gelerek, aynı avdan karınlarını doyururlar. Karnı doyan gider, yenileri gelir. En sonunda, karıncalar temizliği yapar.

Hayvanların bu davranışlarıyla, kanaatkâr olmayan bir insanınkini karşılaştıralım. İnsanların büyük çoğunluğunun, sürüden sadece birini öldürmekle yetinmeyeceğinde çoğumuz hemfikirizdir. Çoğu insan, sürünün içerisinden öldürebildiği kadar çok hayvanı helâk etmeye çalışır. Sonra, öldürdüklerinin hepsinin kendisinin olduğunu düşünür. Diğer insanlara hiç pay vermemeye gayret eder. Belki de, kendisinin ihtiyacını karşılamaya bir hayvan bile fazla gelmektedir. Bunu bildiği halde, öldürdüğü hayvanları, bir başka deyişle, malları depolar. Fakat depoladığı malların çokluğu bile kendisini mutlu etmez. “Şöyle yapsaydım veya hayvanlar öbür tarafa doğru koşmak yerine bana doğru koşsalardı, daha çok hayvanı öldürürdüm, daha çok malım olurdu” diyerek hayıflanır. Çünkü daha çok şeye sahip olmak hırsı, onu zalimleştirmiştir. Ama o, zalimliğinin farkında değildir.

Demek ki, zalimliğinin farkına varabilmesi ve kanaatkârlığın insanı huzurlu kılması için, insanın düşüncesinin ve kanaatkârlık duygusunun manevi bir temele oturması gerekir.

Zuhruf Suresi 43/32: “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır.”

Bu ayetteki “birbirlerine iş gördürebilmeleri için, kimini kimine derece derece üstün kıldık” ifadesini bu sitede yayınladığımız “Allah, İnsanların Her Özelliğini Genlerle Taşımamıştır” başlıklı makalemizde irdelemiştik. Bu nedenle bu yazımızda bahsetmeyeceğiz. Ayetin, bu makalemizle ilgili bölümü, başlangıcındaki sorusudur.

Ayetin anlatımı gayet nettir. Ayet, Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar diye soruyor. Cevabını bize bırakmıyor. Bize kalsa, biz farklı cevaplar verebiliriz. Zengin ve güçlü isek, kibrimize yenilerek, her sahip olduğumuzu kendi becerimiz olarak anlatabiliriz. Fakir isek de, paylaştırmayı zenginlerin ve egemen güçlerin yaptığını, o sebeple bize çok az pay düştüğünü söyleyebiliriz.

Biz insanların, kendi konumlarımıza göre farklı cevaplar vereceğimizi ve fikirlerimizin temelsiz olduğunu bildiğinden, doğru cevabı, Yüce Yaradan, yine Kendisi veriyor. Dünya hayatında insanların arasındaki geçimlikleri, tek Tanrı olarak, Kendisinin paylaştırdığını vurguluyor.

Peki, adil olan Yüce Yaradan, neden özellikleri ve paylaşımları eşit yapmıyor? Nedenini de, yine aynı ayette açıklıyor. Birbirimize iş gördürebilmemiz, dolayısıyla dünyadaki yaşamımızda bir düzen kurabilmemiz için bu farklılıkları oluşturduğunu vurguluyor. Bu vurgulamadan sonra, üstün özellikler ve bol nimetler verdiklerini, ayetin sonunda uyarıyor. Yüce Yaradan’ın bir insan üzerindeki rahmetinin, onun biriktirdiklerinden daha hayırlı olduğuna dikkatimizi çekiyor.

Bu ikaza uyabilmemiz, ancak, biriktirme hırsını terk edip, kanaatkâr olmaya çalışmamızla mümkün olur. Kanaatkârlık derecemiz, paylaşımı Yüce Yaradan’ın yaptığına inanmamızla doğru orantılıdır.

Eğer, paylaşımı yapan bir insan olsaydı, paylaştırma yapılan insanların çoğunluğu itiraz ederlerdi. Hattâ eşit olmayan bir paylaşımda, çok pay alanlar bile itiraz ederlerdi. Onlar, itirazlarını, kendilerinden bir fazla verileni örnek göstererek yaparlardı. Yahut da, kendisinden az verileninkine bile, kendi konumunun ondan çok daha yüksek olduğunu iddia ederek, dağıtıma, orantı açısından bakılınca, ona fazla verildiğini savunurdu.

Eğer, dağıtımı gerçekleştiren insan, paylaşım eşit yapılmış olsaydı, itirazlar daha kuvvetli olurdu. Her bir insan, kendisinin daha çok hak ettiğini öne sürerdi. Başkalarına, bilhassa yakın tanıdığı veya rakip gördüğü insanlara, kendisininkinden daha fazla verilmesine çok büyük ihtimalle itiraz ederdi.

İnsanların bu yapısıyla ilgili olarak anlatılan bir kıssadan hisse şöyledir: “Tanrı, kullarından birisine sorduruyor. Melekler ona diyorlar ki, Tanrı sana ne istersen verecek. Ama tek şartı var. Sana ne verdiyse komşuna iki mislini verecek. Adam, duruyor, düşünüyor ve kendisinin bir gözünün kör edilmesini istiyor.”

Düşünceler dünyevi olunca, itirazların temeli değişmiyor. Eğer, ahiret hayatı olmasaydı, Yüce Yaradan’ın yaptığı paylaşıma da çok şiddetli itirazlar olurdu.

Ama insanları kanaatkâr olmaya yönlendirecek olan inanç, ahiret inancıdır. Yüce Yaradan, ahiret hayatındaki paylaşımın, dünyadaki davranışlarımıza göre yapılacağını ifade etmektedir. Tek olan Tanrı’nın bize aktardığı bilgilere göre, ahiret hayatının dünyadaki yaşamın süresine göre ebedi denilebilecek uzunlukta olması, ahiret hayatıyla ilgili beklentileri çok daha önemli hale getirmektedir. Ayrıca, insanların, tek olan Yaratıcının adaletine güvenmeleri de, ahiret hayatıyla ilgili yorumlarımızda daha net olmamıza vesile olmaktadır.

Demek ki, tek olan Tanrı’ya kalpten inanmadan, Onun adaletinin zerrece sapmayacağına güvenmeden, kanaatkâr olmamız çok düşük ihtimaldir. Dünyevi düşünenler açısından kanaatkârlık, muhtemelen, daha fazlası için gayret etmelerine rağmen, elde edemeyenlerin veya beceriksizlerin sığındığı bir liman olarak görülür.

Ahiret inancı temeline oturan manevi kanaatkârlığın olmadığı yerde, sahtekârlığın ve zulmün bitmesi beklenmemelidir. Zulmün olduğu yerde, huzur olmaz. Huzursuzluk bütün insanlığa yayılırsa, insanlık kendi sonunu hazırlamış olur.

İnsanlığın huzurlu geleceği, kanaatkârların sayılarının artması ve kanaatkârların, açgözlüleri engellemesiyle doğru orantılıdır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | KANAATKÂRLIĞIN TEMELLERİ ÜZERİNE için yorumlar kapalı

İSLÂM’IN KIZ ÇOCUKLARINA BAKIŞI

İSLÂM’IN KIZ ÇOCUKLARINA BAKIŞI

 

Bu sitede, İslâm’ın, kadınlarla ilgili bakış açıları hakkındaki düşüncelerimizi, değişik başlıkları olan yazılarımızın içerisinde, yeri geldikçe ifade ettik. Bununla da yetinmeyerek doğrudan kadın konusunu işleyen farklı makaleler yayınladık. Bunlar “İslâm’da Kadının Konumu”, “İslâm’da Kadın Yönetici Konusu”, “Türklerde Kadın” başlıklarıyla yayınlandı. Kadın konusuyla doğrudan değil, ama dolaylı bağlantılı olan, “Cennet Kadınları Üzerine” başlıklı bir yazımızı da sizlerle paylaştık.

Bu makalemizde, İslâm’ın, kız evlatlarla ilgili olarak özel bir bakışı olup olmadığını irdelemeye çalışacağız. İncelemelerimizin temelini, Yüce Yaradan’ın bize gönderdikleri içerisinden, değişmeden kalmış tek kitabı olan Kur’an ve tabii yaşam teşkil edecektir.

Doğumlarda, erkek ve dişi arasında genel bir dengenin olduğu tek varlık, insandır. Kız ve erkek çocuklarının, birbirine yakın denge içerisinde yaratılmış olması, Yüce Yaradan tarafından, kız çocuklara, erkeklerle eşit değer verildiğinin göstergelerinden birisidir.

Tek olan Tanrı, yaratılışta böyle bir denge kurmuş iken, insanların bazıları bu dengeyi kız evlatlar aleyhine bozmaya çalışmışlardır. Kur’an, bu anlayışta olanların nasıl davrananları şöyle açıklıyor.

Nahl Suresi 16/58: “Hâlbuki onlardan birine, kız çocuk doğum haberi müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolar, yüzü kapkara kesilir.”

59: “Kendisine verilen müjdenin kötülüğü dolayısıyla, kavminden gizlenir. Şimdi acaba o çocuğu zillet ve horluğa katlanarak saklayacak mı? Yoksa toprağa mı gömecek? Dikkat edin verdikleri hüküm ne kötüdür!”

Ayetler, erkek evlatlarını kızlardan üstün gördükleri için, kız evlada sahip olmak istemeyenlerin nasıl davrandıklarını çok net tasvir etmektedir. 59uncu ayetin sonunda da “dikkat edin verdikleri hüküm ne kötüdür” diyerek, davranışlarının çok kötü olduğu özenle vurgulanmaktadır.

Yüce Yaradan, kız evlatlarına bu şekilde davrananların kötü hüküm verdiklerini söylemekle kalmıyor. Onlar, yarın ahirette huzuruna geldiklerinde, bunu onlardan soracağını aşağıdaki ayetleriyle ifade ederek insanları uyarıyor.

Tekvir Suresi 81/8 ve 9: “Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi günahtan ötürü öldürüldüğü sorulduğu zaman,”

Kur’an, Yüce Yaradan’ın huzuruna gelindiğinde, insanlardan hesap sorulacak konular hakkında çeşitli ayetlerde bilgi verilir. Tekvir Suresinin bu iki ayetinde ise, kız çocuklarına karşı çok kötü muamele edenlerden de hesap sorulacağının özellikle belirtilmesi, tek olan Tanrı’nın, kızlar çocuklarına verdiği önemi göstermektedir.

Yaşantısı Kur’an’a uygun olan Hz. Muhammed’in, kız çocuklarıyla ilgili davranışları da, Kur’an’ın kız evlatlarla ilgili olarak getirdiği devrimin büyüklüğünü uygulamalı olarak göstermektedir.

Hz. Muhammed’in peygamber olmadan önce kız çocuklarına nasıl davrandığı hakkında yeterince bilgimiz yoktur. Fakat peygamberliği sırasındaki tavırları hakkında veri çoktur. Tarık Ramazan’ın aktardığına göre, Hz. Peygamber, evdeyken veya başkalarının arasındayken, kızı yanına geldiğinde veya kızı odaya girdiğinde ayağa kalkar, onu selamlar ve herkesin önünde büyük hürmet ve sevgi gösterirdi. Bir kız evlada gösterilen bu davranış, hem Mekke hem de Medine’de herkesi hayrete düşürüyordu. Zira bölge halkının geleneklerinde, kızlara, tam zıddı olan bir muamele yapılmaktaydı. Hz. Peygamber, kızını öper, onunla konuşur, ona sırlarını açar, yanına oturtur ve bu davranışlarının yol açabileceği bakışlara, hatta eleştirilere aldırış etmezdi.

Hz. Peygamberin, Kur’an’a uygun olarak, çocuklarına olan bu davranışı sadece kızlarla sınırlı değildi. Bir gün, kızı Fatima’dan olan torunu Hasan’ı bir grup Bedevi’nin önünde öpünce, adamlar irkildi. Bedevilerden Akra bin Habis şaşkınlığını dile getirip şöyle dedi: “Benim on tane oğlum var, bugüne kadar bir tanesini bile öpmedim.” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Merhamet etmeyene, Allah da merhamet etmez.”

Hem Kur’an ayetlerinden, hem de Hz. Muhammed’in peygamberliği dönemindeki uygulamalarından anlaşılan o ki, yaratılıştan günahsız olan çocuklara, merhametsizce ve sert bir şekilde davranmak, İslâm’a aykırıdır. Kız çocuklarına sert ve merhametsizce davranmak ise, ahirette ayrıca hesaba çekilmenin, yani cezalandırmanın sebebidir.

Yüce Yaradan, kız çocuklarına verdiği önemi, bir başka şekilde de bizlere göstermektedir. Kız evladı, kız yeğeni veya kız torunu gibi yakını olan her insanın takdir edeceği gibi, kız çocukları erkek çocuklara göre, göreceli olarak daha güler yüzlüdür. Erkek çocuklar arasında da, elbette güler yüzlü olanlar çoktur. Ama kızların güler yüzlülüğü genel bir kaidedir.

Kız çocuklarına verilen bu güler yüzlülük özelliği, Yüce Yaradan’ın, kız çocuklara verdiği önemin bir diğer göstergesidir.

Kur’an’daki anlatımlara, çocukların yaratılış vasıflarına ve Hz. Peygamberin Kur’an’a uygun davranışlarına bakıldığında, kız çocuklarına, Yüce Yaradan’ın özel bir değer verdiği anlaşılmaktadır.

KUR'AN ÜZERİNE kategorisine gönderildi | İSLÂM’IN KIZ ÇOCUKLARINA BAKIŞI için yorumlar kapalı

MÜSLÜMANLARA KARŞI MÜCADELE VERENLER ÜZERİNE

HAYATIMIZI ANLAMLANDIRARAK GELECEĞİMİZİ KURTARABİLİRİZ

 

(NOT: Bu yazı Mayıs 2014 tarihinde yayınlanmıştı. Silindiğinden tekrar yayınlıyoruz.)

 

Müslümanlara karşı en büyük mücadeleyi verenler, sonradan İslâm’ın en ünlü komutanları oldular. Böylece hem dünyalarını hem ahiretlerini kurtardılar.

Hayata bakış açısını iyi yönde değiştirerek iki dünya mutluluğuna ulaştığı düşünülen komutanların en tanınmışı, Halid bin Velid’dir. Bilindiği gibi Uhud Savaşında Müslümanların yenilmesine sebep olan komutan Halid bin Velid idi. Müslümanların okçularını sürekli gözetleyen Halid, onların yerlerini terketmeleri üzerine hemen harekete geçti. Okçuların tuttuğu tepenin arkasına dolaşarak Müslümanların iki ateş arasında kalmalarına sebep oldu.

Diğer bir komutan ise Malik’tir. Mekke’yi fetheden Müslümanların en güçlü oldukları dönemde yapılan Huneyn Savaşında Malik, Müslümanlara kök söktürdü. İlk defa 12.000 kişilik bir orduya ulaşan Müslümanlar yenilerek geri çekilmeye başlamışlardı. Müslümanlar, Hz. Muhammed’in stratejisi ve Allah’ın yardımıyla zorlukla galip geldiler.

Bu savaştan sonra Havazinoğullarının lideri olan Malik, Hz. Muhammed’in çağrısına uyarak Müslüman oldu. Sonrasında ise, Müslüman kuvvetlerin başedemediği Sakifoğullarının kalesi olan Taif’i aldı.

Bu komutanlar Allah’ın bizlere göstermek istediği güzel örneklerdendir. Böyle örnekler tarih boyunca her dönem görülmüştür. Böyle örneklerin ortak özellikleri, kişilerin verdikleri değişim kararı sonucu, hem yaşarken huzur bulmaları hem de ahiretlerini kurtarma ihtimallerinin artmasıdır.

Bu insanlar yaşarlarken maddeten sıkışmamışlardır. Hattâ Müslüman olarak kendilerini yeniledikleri dönemde, maddeten daha rahat etmişlerdir. Çünkü Yüce Yaradan onların kazançlarını bereketli hale getirmiştir.

Bakara Suresi 276. Ayet: “Allah faizi mahveder de, sadakaları artırır; hem Allah günah yüklenici ısrarcı kâfirlerin hiçbirini sevmez.”

Allah’ın faizi mahvetmesi, değişik şekillerde gerçekleşir. Bazen gerçekten maddeten azaltır. Faiz peşinde koşan kişi (kazancını gayri meşru yollarla kazananlar da dâhil) tahsilatını yapamaz vb. sebeplerle kazancı azalır. Eğer faizci şahsın yaşamı süresinde kazancı azalmazsa, artan kazancını çocukları veya çocukları yoksa çevresindekiler ondan habersiz ve zevkle yerler. Para kazanma mücadelesi peşinde koşan kişi de, doğru dürüst mutluluk tadamadan bu dünyadan göçer. Kişi ölünce, çevresindekiler öleni defnetmeden hemen miras mücadelesine başlarlar. Bıraktığı miras çok kısa sürede biter. Mirasyedilerin içerisinden o faizci kişiye kendilerine para bıraktığı için dua eden de çıkmaz. Aksine, sağlığında kendilerine karşı cimri ve sert davrandığını düşünerek, arkasından kötü sözler sarfederek paralarını çatır-çatır yerler. Bu Allah’ın değişmez kanunudur.

Aldığı faizlerle kazancını katlamaya çalışan kişi, Allah’ın huzuruna vardığında Cehennemin en zor yerine atılarak cezalandırılır.

Faizci kişiler için çoğunlukla, böyle bir yaşamdan daha beteri gerçekleşir. Yüce Yaradan, onlara bu dünya hayatını da zehir eder. Hiçbir dostu olmadan yaşarlar. Çevresinde güvenebilecekleri kimse olmaz. İstediklerini yiyip içemezler. Çünkü ya hastalıkları başlamıştır ya da korku içerisinde yaşıyorlardır. Yaşlandıkça geriye baktıklarında yaptıkları mücadelenin anlamsız ve boş olduğunu görürler. Gördükçe ruhları kararır.

İşte yukarıda bahsettiğimiz iki komutan gibi günümüze kadar milyonlarca insan kendini yenileyerek geleceklerini kurtarmışlardır. Allah merhametlilerin en hayırlısıdır. Ama kibirlenmelerini ve hilelerini sürdürenlere karşı hesabı çabuk görendir. İsterse kibirli davrananlar Müslümanlar olsun.

Yüce Yaradan’ın bu konuda bizlere gösterdiği örneklerden birisi de Huneyn Savaşıdır. Müslümanlar Mekke’yi fethetmişler ve o güne kadarki en büyük ordu ile yola çıkmışlardı. Evvelki savaşlarda rakiplerinden sayıca daha az oldukları mücadelelerde kazanmışlardı. Şimdi ise rakiplerinden daha çok idiler. Bu durum Müslümanların çoğunu kibirlendirdi. Dar bir geçide yeterince tedbir almadan girdiler.

Bu kibirleri sonucu, neredeyse Müslümanların perişan olmalarını getirecek yenilgi başladı. Hz. Muhammed hemen duruma müdahale etti. Çevresindeki Sahabeler yanlışlarını anladılar. Kendilerine geldiler. Geri kaçarlarken dönerek şevkle ileri atıldılar. Kaybetmek üzere oldukları savaşı kazandılar.

Demek ki, böbürlenmek yok.  İnsanlara tepeden bakmak yok. Bize düşman olan insanlara hainlik yok. Düşmanlarımız hatalarından döndüklerini gösteren işler yaptıklarında, onlara hoşgörülü yaklaşılacak. Çünkü onlar, artık eski onlar değiller. Herkese, düşmanımız bile olsalar, adaletle hükmedilecek.

Fakat Yüce Yaradan, Tevbe Suresi 9/101 de bize “günah yüklenicilikte ısrarcı olanların hiçbirini sevmediğini” bildiriyor. Münafıklıkta ısrar dedenlerin cezalarının iki kat olacağını bildiriyor. Böylelerine karşı sabreden Allah, onların dönmediklerini görünce, hepsini helâk ediyor.

Bizler de, Allah’ın bize gösterdiği yoldan gitmekle yükümlüyüz. Yüce Yaradan’ın bütün hükümleri, bizim için de geçerlidir ve uygulanmalıdır.

YAŞAM kategorisine gönderildi | MÜSLÜMANLARA KARŞI MÜCADELE VERENLER ÜZERİNE için yorumlar kapalı

MİLLİ KÜLTÜR VEYA TERBİYE TANIMLANABİLİR Mİ?

MİLLİ KÜLTÜR VEYA TERBİYE TANIMLANABİLİR Mİ?

 

Milli kültürün tanımlaması yapılabilir. Ancak, bu tanımlama, tarihteki gelişmelerden faydalanıp, genelleme yolu ile başarılabilir. Çünkü unutulmamalıdır ki, asil bir milli kültür, ancak tarihin sayfalarında var olan soyut bir şeydir. Tarihteki haliyle anlatılan parlak bir milli kültürün toplumda aynen uygulandığına pek rastlanmaz. Takdir edileceği gibi, toplumlardaki anlayışlar, zamanın şartlarına göre değişirler. Bazen bu değişim, yöneticilerde daha fazla olur, halka fazla yansımaz. Ama bazen, halkın anlayışı da ciddi anlamda değişime uğrar.

Örneğin, Arabistan’daki veya İran’daki milli kültürün ne olduğunu, nasıl tayin edeceğiz? Bu ülkelerin, Müslümanlığı kabul etmeden önceki uygulamaları daha farklıydı. İslâmiyet’ten sonra bir kısım anlayışları aynı kaldı, birçoğu değişti. Dinlerini değiştirdikleri ilk yıllarda belki hızlı bir değişim olmadı. Fakat zaman içerisinde, anlayışlarındaki değişimler arttı. Bu değişimler, kimi zaman gelişim yönünde kimi zaman başkalaşım şeklinde oldu. Dolayısıyla, bu ülkelerin kültürlerinden bahsederken, belki de her asrı ayrı irdelemek gerekebilir.

Ayrıca aynı dönem içerisinde yaşayan insanların anlayışları, içinde bulundukları şartlara göre farklılık göstermiştir. Aynı milletin mensubu olmasına rağmen, şehirde yaşayanlar ile köylerde oturanların davranışları her zaman farklı olmuştur. Aynı millete mensup olmalarına rağmen, değişik asırlarda yaşayan bu insanların, bir de farklı dinlere sahip olduklarını düşünürsek, Müslümanlık öncesinde toplumda yaşayan bir ortak kültürün, bugün de yaşadığından bahsedebilmemiz biraz zor görünüyor.

Bütün toplumun aynı dine sahip oldukları dönemlerde bile, şehirlerde yaşayanlar ile köylerde oturanların din anlayışı farklı olmuştur. Dolayısıyla bu farklı anlayışların uygulamaları da, birbirinden değişiklik arz etmiştir. Hattâ, şehirde yaşayanlar içerisinde bile konumlarına göre, anlayışlar farklılaşmıştır. Şehirdeki zengin birisiyle fakir bir kişinin kültürel uygulamaları birbirine bazı açılardan benzemekle birlikte, aynı değildir. Şehirlerin nüfusları arttıkça, aynı kentte yaşayanların anlayışları arasındaki fark da çoğalmıştır.

Benzer durum, aynı bölgede yaşayan toplumlarda, farklı asırlarda sergiledikleri davranışlar arasında da görülmüştür.  Bu farlılıklar, sadece Arabistan veya İran’da görülmemiştir. İsrailoğullarında, Romalılarda, Yunanlılarda, Türklerde ve diğelerinde benzer farklılıklar olmuştur.

Ancak ayrı bir inceleme konusu yapılması gereken iki millet vardır. Biri İsrailoğulları, diğeri Türkler. İsrailoğulları, çok uzun süre sürgünler yaşadılar. Dünyaya dağıldılar. Gittikleri yerlerde, başlangıçta sığıntı gibiydiler. Dolayısıyla birbirleriyle irtibatları olmadan yaşadılar. Türkler de, fetihleriyle çok geniş alana yayıldılar. Dolayısıyla birbirlerinden habersiz yaşadılar. Diğer milletlerin ataları genel anlamda benzer coğrafyada yaşadılar. Bu sebeple, bu iki gurubu incelemek daha zordur. Ben Türk olduğum için, kendimi ve atalarımı incelemeye çalışacağım. İsrailoğulları da kendilerini inceleyebilirler.  Sahip oldukları kültürel anlayışın, firavunlar Mısır’ında yaşayan atalarına mı, Hz. Musa dönemine mi, peygamberleri öldürenlere mi veya şu anda yaşadıkları ülkelerin anlayışlarına mı daha yakın olduğuna karar verebilmeleri için bu araştırmayı dürüstçe yapmaya çalışmaları yeterli olacaktır.

Türkler için milli kültür tanımı yapmak zordur. Çünkü Türkler, bir arada ve devlet sahibi olarak, en geniş coğrafyada yaşamış millettirler. Tanım yapmanın bir başka zorluğu, boylar halinde yaşadıkları devirlerde millet şuurunun oluşmamış olmasıdır. Türk adıyla kurulan ilk devlet olan Göktürk Devleti bile, boyların hepsini temsil etmemektedir. Dolayısıyla boylar, birbirleriyle kıyasıya mücadele etmişlerdir. Aralarındaki bu şiddetli çatışmalara rağmen, hemen her dönemde ve her boyda görülen bazı ortak yönleri tespit etmek mümkündür. Bu sebeple, ben de, Tarihin Aydınlattığı Gelecek isimli kitabımda, milli kültür tanımı yerine, Türk boyları arasındaki ortak özellikleri tanımlamaya çalıştım. Zaten de, bu ortak özelliklere sahip insanların sayıları ve toplumdaki etkileri arttıkça, milli kültürü oluşturan unsurların tanımları daha belirginleşir. Böylece milli kültürün sınırlarını çizmek kolaylaşır.

Başka milletlerin özellikleri hakkında fikir beyan etmem, hem gerçekçi olmaz hem de yanlış algılanabilir. Ayrıca kendim Türk olduğum için, bazı konuları kendimle karşılaştırabilmem daha kolay olacaktır. Aşağıda Türk boylarındaki insanlarda görülen kişisel ortak özellikleri aktaracağım. Her okuyucu, bu özelliklerden hareketle, kendince bir milli kültür tanımı yapabilir. Ama yapacağınız bu tanımların tarihin tozlu sayfalarında olduğunu, yaşayan toplum için bütünüyle geçerli olmayabileceğini unutmamak gerekir.

Türk boylarında tarih içerisinde görülen ortak kişisel özelliklerin, bazılarının şunlar olduğu kanaatindeyim.

Yüksek onur sahibi olmak,

Irkçılık yapmamak,

Uzun süreli kin tutmamak,

Çevresindekilere hizmet etmek arzusu taşımak,

Bağımsızlığına düşkün olmak,

Bedenen ve manen sağlam olmaya çalışmak,

Gözü pek olmak,

Üste kesin itaat etmek,

Mağdurlara karşı merhamet etmek,

Savaşanlar arasında dayanışma,

İhanet edenlere karşı acımasızlık,

Gerektiğinde kendisinin ve düşmanının hayatını hiçe saymak

Yukarıda belirttiğimiz bu özellikler, daha önce vurguladığımız gibi, daha çok kişiseldir. Buna rağmen, Türk olduğunu söyleyen her insan için geçerli değildir. Çünkü insanlar, makine değildir. Dolayısıyla tek bir fert yoktur. Fertler vardır. Fertlerin de vasıfları farklılık gösterebilir.

Diğer taraftan, sıraladığımız bu vasıflara sahip insanların etkili oldukları farklı Türk boylarında, toplum olarak da, ortak özellikler tespit etmek mümkündür. Günümüzde de önemli bir kısmının var olduğunu düşündüğümüz bu tarihsel özelliklerin toplamı, Türkler için milli kültür tanımını olmasa bile, genelleme yaparak da olsa, ortak vasıflar tanımından hareketle kültür kavramını yapmamızı mümkün kılabilir.

Tarihte Türk boylarında görülen ortak toplumsal özelliklerle ilgili tespitlerimiz de şöyledir. Aşağıdaki bu tespitlerimizle ilgili olarak, açıklamalı ve örnekli düşüncelerimizi, Tarihin Aydınlattığı Gelecek adlı kitabımda bulabilirsiniz.

Türk boyları, hoşgörülü olmuşlardır. Çünkü yönetimleri içerisinde her zaman farklı halklar olmuştur. Bu fiili gerçeklik, Türkleri hoşgörülü olmaya yöneltmiştir. Sonuçta Türkler, hoşgörüyü evrenselleştirmişlerdir. Eğer Türkler, gittikleri yerlerde devlet kurup yöneticilik yapmasalardı, aksine, gittikleri yerlerde ezilen ve kendilerini gizlemek zorunda olan bir azınlık olarak kalsalardı, Türklerin hoşgörülü olmayıp, kindar olmaları ihtimali daha kuvvetli olurdu.

Türklerde, imparatorluk (sömürgeci anlamda değil, kerim devlet manasında) kurma eğilimi vardır.

Türkler, doğdukları yere bağlıdırlar.

Türkler, ticareti kâr olarak değil, itibar olarak gören anlayışa yatkındırlar.

Türk boylarında yabancı kültürlere karşı direnç anlayışı vardır.

Türklerde, devletlerini sürdürme geleneği vardır. Bu sebeple, tarih içerisinde, tamamının esaret altında yaşadığı dönem yoktur.

Türk devletlerinde ve halklarında ırkçılık yoktur.

Türk boylarında kadının önemli bir yeri vardır.

Okuyucularımız, yukarıda sıraladığımız bu özelliklere başkalarını ekleyebilirler veya bazısına itiraz edebilirler. Başka milletlere mensup okuyucularımız, kendi milletleri için, daha farklı özellikler belirleyebilirler. Ama onlarınki de bütünü kapsayıcı olmaz. Çünkü toplumsal olarak ortak özellikleri belirlemek çok zordur. Ben, özelliklerin bir kısmını, devlet yönetimi anlayışı açısından ele aldım. Okuyucularımız, kendilerinde var olduğuna inandıkları özelliklerle birlikte, milli kültür tanımı için uğraşabilirler. Ama bu tanım, yine, tarihin tozlu sayfalarında kalacak bir tarif olacaktır. Yaşayan toplumun, yapılacak milli kültür tanımına uymaması ihtimali her zaman vardır.

Gelelim milli terbiyenin tanımının yapılıp yapılamayacağı hususuna. Bu konuda da, sadece tarihsel açıdan genelleme yapabiliriz. Yaşayan toplumda, milli terbiye tanımını yaparken, tarihsel tanımın ortak sınırlarını daha daraltmamız gerekebilir.

Çünkü yukarıda ifade ettiğimiz şehirli ve köylüler arasında görülen farklar gibi, toplumun diğer kesimleri arasında da, uygulamada çeşitlilik vardır. Bu sebeple, aynı dönemde yaşayan bir toplumun içerisinde, farklı guruplar ve anlayışlar vardır. Yani, toplum değil, topluluklar vardır. Dolayısıyla, milli terbiye tanımını yaparken hangi topluluğu esas alacağımız konusu tartışmalıdır.

Köydeki bir çocuk üç yaşına gelince, kendi babası dâhil akrabaları, çocuğa küfür etmesini öğretirler. Sülâle bir aradayken, baba çocuğa döner; “hadi oğlum, amcana bir küfür et de duyalım” der. Çocuk etraftan öğrendiği sözleri söyleyince, hepsi birden gülerler. Çocuk da iyi bir şey yaptığını zanneder. Bu çocuk şehirde doğmuş olsaydı, sokakta duyduğu bir kötü sözü evde söyleseydi, ailesi onu azarlardı. Çocuklarına davranışta bu kadar farklı tavır koyan şehirli ve köylünün, çocuklarına vermeye çalıştıkları ortak bir terbiye, büyüklere karşı saygılı olmaları gerektiğidir. Ancak sergiledikleri örneklik farklıdır.

Aynı toplum içerisinde bütün aileler, çocuklarına yalan söylememesi gerektiğini öğütlerler. Ancak, ailelerin uygulamaları birbirinden farklı olduğundan, çocuğun kendisine yapılan öğüdü içselleştirmesi de farklı olmaktadır.

Bazı aileler, çocukları, yaptığı bir yanlış işi gelip söylediğinde, kızarak cevap vermezler. Doğruyu söylediği için teşekkür ederler, ama bir daha yapmamasını tembihlerler.

Bazı aileler, çocukları bir yanlış yaptığını itiraf ettiğinde, hemen kızarlar ve duruma göre çocuğa bazen sert davranırlar. Çocuk, bir dahaki sefer bir hata yaptığında ceza almamak için, yalan söylemeye başlar. Dolayısıyla farkında olmadan, çocuğu yalan söylemeye iterler.

Bilhassa evleri küçük olduğundan çocuklarla aynı odada oturan bazı ailelerde, anne ve baba aralarında konuşurlarken, kendi kardeşlerinin aleyhinde sözler sarf ederler. Bu sırada çocuğun kendilerini dinlediğini fark ederlerse, hemen çocuğa tembihler başlar, “sakın ha! Bu duyduklarını amcana veya teyzene söyleme, yoksa fena olur” diye sıkılarlar. Yani, çocuğu, kendi elleriyle yalana alıştırırlar.

Hâlbuki bu üç aileye de çocuğunuza milli terbiye açısından, yalan söyleme hususunda ne yapmasını istersiniz diye sorulsa, üçü de, “yalanın kötü bir şey olduğu öğretilmelidir” derler. Dolayısıyla, tarihsel olarak bakıldığında, çocuklara verilecek milli terbiye konuları arasında, yalan söylememeyi öğretme isteği, ilk sıralarda gelir. Ama toplumsal olarak, böyle bir ortak ve fiili milli terbiyeden bahsetmek zordur.

Milli terbiye hususunda bizim ele aldığımız bu basit örneklerin, konuyla daha bağlantılı olanlarını okuyucularımızın vereceğine inanıyoruz. Bu sebeple, bu hususun daha derin irdelemesini sizlere bırakıyoruz.

Sosyal kategorisine gönderildi | MİLLİ KÜLTÜR VEYA TERBİYE TANIMLANABİLİR Mİ? için yorumlar kapalı

MEDENİYET ANLAYIŞLARI ÜZERİNE

MEDENİYET ANLAYIŞINDAKİ FARKLI BAKIŞLAR

 

Kapitalizmin medeniyet anlayışı, tüketim üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla, daha medeni görünebilmek için, daha çok tüketmek gereklidir. Bu anlayışa göre, sadece karnını doyuracak durumda isen, medeniyetle ilgin an alt seviyede demektir. Kullandığın eşyaların görünürlüğü çok önemlidir. Bir şahsın giyim kuşamı, arabası, evi lüksleştikçe, kapitalizmin anlayışında, o insanın medenilik seviyesi artmaktadır. Bu açıdan bakılınca, yani kapitalizme göre, medeni insan, sanki daha çok satın alabilen bir hayvan gibidir.

Kapitalizmin tam zıddı bir sistem kurduğu düşünülen Karl Marks’ın medeniyet anlayışı ile ilgili bazı görüşlerini, Güney Amerika, Asya ve Afrika’daki insanları gayri medeni gördüğünü ve Batılıların onları ezmediğini, aksine onlara medeniyet götürdüğünü savunduğunu, bu sitede yayınladığımız birkaç makalemizde ifade etmiştik. Bu nedenle burada aktarmayacağız.

Ancak, Marks’tan bir süre sonra yaşayan ve özgürlük mücadelesinin öncülerinden olarak bilinen Bertrand Russel’ın bir sözünü bahsedeceğiz. Emperyalizme karşı mücadele ettiklerini iddia eden sosyalistlerin ön saflarındaki bu şahsın konumuzla ilgili olan ifadeleri şöyle: “Petrol, medeniyetin malıdır. Filan kabile veya milletin malı değil; medeniyetin malıdır, sanayinin malıdır, insanlığın malıdır.”

Yukarıdaki sözlerden anlaşıldığı üzere, Russel’ın da medeniyet anlayışı, tüketim esasına dayanmaktadır. Dolayısıyla petrol üreten ülkelerin, eğer, petrolü kendileri tüketecek sanayileri yoksa onlar medeni sayılmadıklarından petrol onların malı değildir. Sanayisi olmayanlar, insanlık olarak da görülmemektedir.

Bu sitede yayınladığımız “Aydın ve Entelektüelin Farkları” makalemizde, peygamberleri aydın olarak niteledik. Çünkü peygamberlerin bir bölümü, toplumlarını dönüştüren insanlar oldular.

Hz. Musa, bu dönüşümü gerçekleştiren peygamberlerden biridir. Bilindiği gibi, Mısır’da Firavunlar, İsrailoğullarını aşağılamış ve köle gibi davranmıştır. Bu zalimce uygulamalar, İsrailoğullarının çoğunluğunun karakterlerini de kötü yönde bozmuştu. Yaşadıkları zor şartlar, onları, bireysel menfaatlerinin peşinde koşan ve paraya neredeyse tapacak kadar bağlanan insanlar haline getirmişti. Zavallı ve hakir durumdaydılar. Mazlum ve çaresiz bir durumda olmaları, tek olan Tanrı’nın yardım elini uzatmasına sebep oldu. Hz. Musa ve devamındaki peygamberler, Yüce Yaradan’ın ciddi yardımlarıyla, zelil duruma düşürülmüş bu topluluğu, yeni bir tarih inşa edecek konuma getirdiler.

Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi güzel peygamberlerin gayretleri ve Yüce Yaradan’ın yardımıyla dönüşümü gerçekleştiren İsrailolğullarının bu anlayışları kısa sürdü. Bir süre sonra, içlerinden bazıları, peygamberlerini öldürmeye başladılar. Artık, oluşturulan medeniyet anlayışı eskide kalmaya başladı. Ve çoğunluğu, menfaatleri peşinde koşan, paraya neredeyse tapan hallerine geri döndüler. Yüce Yaradan’ın gönderdiği Hz. İsa, onlar için son şans oldu. Ama kullanamadıkları gibi tam ters davrandılar. Dolayısıyla, İsrailoğullarının büyük çoğunluğu, firavunların ezdiği mazlum ve çaresiz halk konumundan uzaklaşmakla kalmadılar, zalimliğe başladılar. Böylece, denizi yararak, onları firavunların zulmünden kurtaran Yüce Yaradan’ın desteğini, büyük ölçüde kaybettiler. İsrail Devleti kurulana kadar ömürleri sürgünlerde geçti. Ama, günümüz nesillerinin büyük çoğunluğunun, halâ, atalarının yaptıkları hataları anladıkları söylenemez.

Hz. Muhammed de, içinde yaşadığı toplumunu dönüştüren bir başka peygamberdi. Kendisine peygamberlik görevi verildiğinde, çöl şartlarında yaşadıkları için fakir bir topluluk vardı. Kız çocuklarını işe yaramayan bir boğaz olarak gördüklerinden, yok edilmesi gereken fazlalık olarak görenler azımsanmayacak kadar çoktu. Fakirlik ile cehalet bir araya gelince, kinci bir toplum haline gelmişlerdi. Kabileler arasında her türlü entrika vardı. Toplumun tamamını yöneten kral gibi merkezi bir gücün olmaması, kabileler arasındaki sıkıntıların çözümünü zorlaştırıyordu. Kabileler arası savaşlar, Mekke’nin tek geliri olan hacıların ziyaretlerini engelliyordu. Bu sebeple, savaşları azaltabilmek için, yılın dört ayı, savaşılmayan aylar olarak kabul edildi. Dört ay sabretmek zorunda kalanların bir kısmı, süre bitince daha gaddar olabiliyordu. Diğer taraftan; mimari, felsefe, edebiyat, müzik gibi medeniyetin somut alandaki göstergesi olan hususlarda ciddi hiçbir çalışma yoktu. Sadece şiire karşı biraz merak vardı.

İşte Hz. Muhammed, Allah’ın desteği sayesinde, böyle bir topluluktan, yeni bir medeniyet oluşturabilecek bir temel oluşturdu. Bölgede devlet kavramı ve kurumları yok iken, aynı halk kısa sürede büyük bir imparatorluk kurdu. Bilimle bağlantısı olmayan bir bölgeden çok sayıda bilginler yetişti. Geleceğin medeniyetinin mimarları, Hz. Muhammed’in attığı temeller sayesinde değişime imza attılar. Cündeb bin Cünade, kervan soygunculuğuyla geçinen bir Arap iken, Ebuzer Gifari haline gelmesi, Hz. Ömer ve diğerlerindeki değişimler, Hz. Muhammed’in vesile olduğu dönüşümün, kişiler üzerindeki göstergelerinden birisidir. Fakat bir süre sonra bu insanların da çoğunluğu, eski ayarlarına geri döndüler. Türkler ve diğer bazı milletlerin Hz. Muhammed’in ümmeti içerisine girmesiyle yeniden bir toparlanma oldu. Fakat sonradan yine bozulma başladı. Günümüzdeki Hz. Muhammed ümmetinin çoğu, atalarından bazılarının yaptıkları hataları halen anlamıyorlar.

Şimdi son iki yüz yıldaki anlayışa bakalım. Son iki yüz yılda bilimdeki ilerlemeler hızlandı. Bu durum insanlarda yeni bir anlayışın yerleşmesine sebep oldu. İnsanlar, bilimdeki ilerlemenin, insanlığın medeniyet seviyesini artıracağını düşünmektedirler. Günümüzün gerçeğine bakarsak, bilim, maalesef, insanın tüketimini artırmak için kullanılmaktadır.

Peki, bu durumda medeni olmak ne anlama gelmelidir? İnsanlığın medenilik seviyesini artırmak için nasıl bir yol izlemeliyiz?

İzleyebileceğimiz yollardan birisi; medeni olmayı, öncelikle, düşüncede olumlu yönde devrim yapmak anlamında alarak, gayretimizi, fikirlerimizi düzgünleştirmeye yönlendirmeliyiz.

Medeni olmak için, önce kendimizin gidişatını doğru teşhis edebilmeye çalışıp, hakikate ulaşmaya gayret etmeliyiz. Öncelikle kendimizin gidişatını toparlayıp hakikate ulaştıkça, insanlığa da katkı vermeye başlamış oluruz.

Medeni olduğumuzun göstergelerinden birisi, kendimize ve insanlara faydalı olacak yeni bilgiler edinmeye çalışmaktır. Edindiğimiz bilgileri, hakikatin ışığında analiz etmeye gayret edersek, medeniyet yolunda ilerlemiş oluruz. Biz bu yolda ilerledikçe, insanlığın medeniyetine de katkı verdiğimizi görürüz..

Medeni olmak için, hayatımızı anlamlandırma konusunda inkılap yapma peşinde olmalıyız. Biz kendi hayatımızı anlamlandırdıkça, insanlara güzel örnek oluşturmaya başlarız. İnsanların çoğunluğu her zaman güzel örnekleri takip etmeye gayret ederler.

Bir insanın medenileştiği, o insandaki insani vasıfların olumlu yöndeki değişimlerinin gözlemlenebilmesiyle doğru orantılıdır. İnsani vasıfları olmayan ve sadece maddeten temsil edilen medeniyet, şair Mehmet Akif Ersoy’un deyimiyle “tek dişi kalmış canavar” haline dönüşmeye meyillidir.

Anlaşılan o ki, kapitalizm ve komünizm anlayışında medeniyet, bir Pazar yani bakkal alışverişidir. Hâlbuki medeniyetin ölçüsü, sadece maddi kalkınma değildir. Medeniyet; sohbettir, yardımlaşmadır, insanları ve toplumu ıslah etme gayretidir. Medeniyet, insanların huzur ve güven içerisinde yaşamalarını sağlamıyorsa, hiçbir anlamı yok demektir.

Bu açılardan bakılınca, medeniyetin gerçek mimarlarının, filozof, sosyolog veya bilgin olması beklenmemelidir. Çünkü eğer, medeniyetin mimarları bunlar olsaydı, günümüzdeki medeniyetin göstergesi “tüketim” olmazdı. Medeniyetin mimarları, peygamberler ve onların izinden giden ıslah edici aydınlardır. Filozoflar ve bilginler bu yönde çalışma yaparlarsa, medeniyete daha çok katkı sağlamış olurlar.

Sosyal kategorisine gönderildi | MEDENİYET ANLAYIŞLARI ÜZERİNE için yorumlar kapalı

EKONOMİDEKİ KÜRESELLEŞMENİN SORUNLARI  

EKONOMİDEKİ KÜRESELLEŞMENİN OLUŞTURDUĞU SORUNLAR

 

Bilindiği gibi küreselleşme ilk önce ekonomi alanından başladı. Sonrasında kültürel alanda devam ediyor.

Ekonomideki küreselleşmenin en net görüldüğü yer, borsalar. Japonya’dan Amerika’ya kadar bütün büyük borsalar, birbirlerine sanki fiziksel olarak bağlanmış gibiler. Borsalarda gün neredeyse 24 saat devam ediyor. Ama biz günün, Japonya’dan başladığını var sayalım. Eğer Tokyo Borsasında sıra dışı bir olay olmuşsa, Tokyo Borsasının kapanışından sonra açılan bütün borsalar ve o günün sonundaki New York Borsası da, aynı yönde tepki veriyor. Eğer, ilk sapma New York Borsasında olmuşsa, bu defa Tokyo Borsası açıldığında, aynı tepki orada da görülüyor.

Diğer taraftan, Amerikan Merkez Bankası Konumundaki FED’İN faiz açıklamaları, dünyadaki ülkelerin çoğunun borsaları ve döviz kurları üzerinde etkili oluyor. Yani, ABD bankasının basit bir kararı bile sadece o ülkeyi değil, dünyanın diğer birçok bölgesini etkiliyor.

Her ülkenin, diğer bazı ülkelerle anlaşmaları var. Ayrıca, Dünyadaki hemen bütün devletlerin imza attıkları ortak anlaşmalar var. İki veya daha fazla ülke arasında yapılan bütün anlaşmalarda, bazı serbestlikler ve sınırlamalar var. Mal dolaşımı, bazı bölgeler haricinde serbest değil. Gümrükler var. İnsan dolaşımı serbest değil. Pasaportlar var. Oturma ve çalışma izni alma mecburiyetleri var. Bilgi dolaşımı serbest değil. Patent ve fikir hakları yasaları var.

Peki, neyin dolaşımı serbest? Serbest olan, sadece sermayenin dolaşımıdır. Sermaye, her yere girip çıkabiliyor. Sermaye çekme hususunda ülkeler arasında rekabet var. Ama bu rekabet, sanıldığı gibi ülkelerin lehine değil. Sermayenin lehinedir. Devletler, daha çok yabancı sermaye çekebilmek için, birbirleriyle kıyasıya rekabet ediyorlar. Hangi ülke maddeten daha çok taviz verirse, sermaye oraya gidiyor, hem de nazlana nazlana.

Bütün bunlar ne anlama geliyor?

Böyle bir ortamda, ekonomi alanındaki sorunlarla ilgili olarak, durumlarını düzeltebilmek açısından, hiçbir ülkenin ciddi bir etkisinin olmadığı anlamı çıkarılabilir mi? Eğer soruya, ekonomiyi iyileştirme açısından bakacak olursak, böyle bir anlam çıkarılabilir gibi. Bilhassa, sermayeye taviz vermeden çözüm üretmek açısından ele alınırsa, hiç kimsenin ve hemen hiçbir ülkenin tek başına ciddi bir etkisinin olmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Fakat sorumuzu, ekonomiyi kötü yönde etkileme açısından sorarsak, bir kişi veya birkaç kişinin, ülke ekonomisinin gidişatını kötüleştirebileceği açıktır. Kendilerinin devleti yönettiklerini unutan bazı sorumsuz başkanların, sosyal medya aracılığıyla, aniden ve düşünmeden yazdıkları bazı sözler, ekonomilerin bazısını kötü yönde etkilemektedir. Böyle düşüncesiz davranan başkanın yönettiği devletin maddi gücü yüksekse, diğer ülkeleri de kötü yönde etkileme ihtimali daha fazla olmaktadır.

Ekonomi küreselleştikçe, ülkelerin, kendi milli paralarının değerine hâkim olmakta çok zorlanacakları açıkça görülüyor.

Ekonomi küreselleştikçe, ülkelerin, ekonomilerini geliştirebilmek için yeni fikirler üreterek, diğer devletlerin uygulamalarından çok farklı bir sistem kurma şanslarının giderek azaldığı gözlemleniyor.

Ekonomi küreselleştikçe, ekonomi hakkındaki algılarımızın, bütün dünyada birbirine benzemeye başladığı anlaşılıyor. Ekonomi hususundaki algılamalarımız, giderek davranışlarımıza yansımaya başlıyor. Böylece, bütün insanlığın davranışları da birbirine benzeşiyor. Eğer bu benzeşme olumlu yönde ise, iyi bir şey. Ama maalesef olumsuz yöndeki davranışlarımız benzeşiyor. Çünkü ekonomi alanındaki algılarımız, insanların nefislerini okşayıcı yönde gelişiyor. Dolayısıyla, insanlar arasında, kanaatkârlık anlayışı değil, tüketim çılgınlığı yaygınlaşıyor. Tüketme anlayışında birbirimize benzeşiyoruz. Birbirimizden etkilenerek benzeşmeye doğru yönelmediğimiz bir konu insanlardaki tasarruf etme anlayışıdır. Tasarruf anlayışı, dünyaya yayılmıyor. Aksine kredi kullanma arzusu yaygınlaşıyor. Böylece, çoğu zaman gereksiz yere borçlanarak, geleceğimize ipotek koydurma hususunda benzeşiyoruz.

Ekonomi küreselleştikçe, sıradan insanlar olarak, daha çok kazanmak ve daha çok şeye sahip olmak için, daha çok çalışmaya gayret etme hususunda benzeşiyoruz. Artık, daha çok çalışmamız da yeterli olmuyor. Çalışırken daha az hata yapmamız ve çalıştığımız ekip içerisinde uyumlu olmamız gerekiyor. Bu mecburiyetler, bizleri geriyor. Bütün insanlık, yeni bir tür hastalık olan gerginlik yani stres konusunda benzeşiyor. Gerginlik, insanlar arasındaki en yaygın hastalık tipi olmaya başladı. Sahip olduğumuz bu gerilimi işe yansıtmamaya çaba gösteriyoruz. Çünkü gerginliğimizi işimize yansıttığımız zaman, işimizi kaybetme ihtimalimiz artıyor. Bu sebeple, gerginliğimizi işimize yansıtmamak için uğraşırken, kendimize zarar vermeye başlıyoruz ve bu hususta da benzeşiyoruz.

Ekonomi küreselleştikçe, ön saflardaki zenginlerin ve yöneticilerin çoğunluğunun da yöntemleri benzeşiyor. Onlar da, daha az sermaye koyarak ve daha az risk alarak işlerini yürütebilmek için, benzer metotları uyguluyorlar. Önce çeşitli rüşvetler vermeyi deniyorlar. Rüşveti kabul etmeyenlere düzmece oyunlarla şantaj yapmaya çalışıyorlar. Şantaj ile yola getiremediklerini tehdit ediyorlar. Tehditlere aldırmayanları ise, sevdikleri insanları öldürtmekle korkutuyorlar. Uygulamaya çalıştıkları bu yöntemler, öylesine alışkanlık halini almaya başlamış ki, zenginliklerini ve etkinliklerini artırmak için akıllarına başka bir yol gelmez olmuş.

Bu anlayıştaki insanlar, bir şirketi veya oturdukları koltuklarla ilgili hususları gerçek anlamda yönetmeyi, neredeyse unutmuşlar. Böylelerinin eline güçlü bir sermaye verseniz ve kurulu bir iş yerini gerçek ekonomik faaliyetlerle yönetmelerini isteseniz, çoğu, sıradan insanlardan daha başarısız olabilirler. Veya oturdukları koltuklarla ilgili olarak adil seçim yapılsın deseniz, elleri ayaklarına dolanır.

Diğer taraftan, Dünya ekonomisi birbirine eklemlenip aynılaştıkça, yeme içme ve giyinme zevkimiz de aynılaşıyor. Dini inancımız veya geleneklerimiz farklı olsa da, sahip olmak istediğimiz araç gereç konusunda da benzeşiyoruz.

İnsanların algılamalarındaki ve davranışlarındaki bu benzeşme ve aynılaşmayı hızlandıranların en etkilileri, maddeten güçlü şirketlerdir. Bu şirketler, halkı etkileme hususunda yazılı ve görsel basını çok tesirli kullanıyorlar. Şirketler, dünyanın her bölgesinde, aynı tip yiyecekler veya aynı giyim kuşamları sunan mağazalar zinciri oluşturuyorlar. Böylece bütün dünyada, yeme içme ve giyinme konusunda aynı zevklere sahip insanların sayıları giderek artıyor.

Yazılı ve görsel basın, insanların hangi filmi seyredeceği, hangi müziği dinleyeceği, hangi kitapları okuyacağı, nerelere gideceği gibi hususlarda sürekli olarak yönlendirme yapıyor.

Bütün bunlar, insanların fikir üretimini zayıflatıyor. İnsanlar fikri alanda tabiri caizse kısırlaşıyor. Artık en etkili fikirler, insanları aldatarak menfaat sağlama yönünde geliştiriliyor. Bilimsel çalışmalar ve teknoloji geliştirmeleri bile, neredeyse tamamen kâr amaçlı yapılıyor.

Ekonomi küreselleştikçe, ekonomistlerin hegemonyası da artıyor. Ekonomi öğreniminde, sorgulama anlayışı azalıyor. Yerini biat kültürü alıyor. Bilindiği gibi, pozitif bilimlerdeki gelişmelerin temelinde sorgulama vardır. Mevcut teoriler ve bilgiler sorgulandıkça, yani yanlışlandığı ölçüde bilim gelişir. Hâlbuki küreselleşen ekonominin ekonomistlerine göre, piyasa ekonomisine iman şarttır. Ekonomistlere göre, hiç kimse, piyasa ekonomisi anlayışını kesinlikle sorgulamamalıdır. Onların bu tavırlardan dolayı, piyasa ekonomisi, sorgulanmaması gereken önemli bir tabu konumuna düşmüştür. Böyle bir anlayışın iflâh olması zordur.

Yukarıda bahsettiğimiz ve bahsetmediğimiz birçok sorun, ekonomi küreselleştikçe, çözülmesi daha zor hale gelmektedir. Bu gidişatı, hiçbir ülke veya birkaç ülke topluluğu kendi başlarına düzeltemez. Bu sorunlar, ancak, dünya olarak hep birlikte düzeltilebilir. Düzelebilmesi için, yine küreselleşmeden yararlanılmalıdır. Aynı küresel kanallar kullanılarak, insanlık anlayışını toparlamaya çalışmak sonuç verebilir. Elbette, insanlık için arzu edilen seviyeye gelmek çok zordur. Ama önemli olan, küreselleşen piyasa ekonomisi anlayışının yol açtığı sorunları azaltma yönünde gayret sarf ediyor olmaktır. Bu hususta dürüst ve hakkaniyetli gayret edenler güzel örnekler oluşturdukça, insanlığın sorunlarının azalması mukadderdir.

Ekonomi kategorisine gönderildi | EKONOMİDEKİ KÜRESELLEŞMENİN SORUNLARI   için yorumlar kapalı