İNSANLARA ÖZGÜRLÜK VERİLMESİ HUSUSU

İNSANLARA ÖZGÜRLÜK VERİLMESİ İNSAN İÇİN KÖTÜ MÜ OLMUŞTUR?

 

İbn Arabi’ye göre, Allah, insanları hür iradelerinde mecbur bırakmıştır. Arabi, kulluk ve ibadet görevini yerine getirmeyi, “asli” ve “arızi” şeklinde ikiye ayırmıştır. Asli olan, fıtrattan yani yapımızdan kaynaklanmaktadır. Arızi olan ise, peygamberleri aracılığıyla gönderdiği emirlerinden kaynaklanmaktadır. Asli yani fıtrattan gelen kulluk, irademiz dışındadır. Arızi olan kulluk ibadetini yerine getirebilmesi için ise, insana hür irade verilmiştir. Verilen bu irade, bu dünya hayatı için geçerlidir. Arabi’ye göre, ahirete varıp cennet veya cehenneme gidildiğinde, insanların hür iradeleri kaybolacak ve fıtratları gereği ibadet edeceklerdir. İşte bu sebeple Allah, insanların arızi itaatsizliklerini affedecektir. Çünkü Arabi’ye göre, bu dünyanın özrü, insanların hür seçimlerinde mecbur oldukları için kabul edilecek ve Allah, her şeyin son meselesini rahmete sevk edecektir.

Arabi bu sonuca, Araf Suresi 172inci ayetinin yorumunu kendisine göre yaparak ulaşmıştır. Arabi, bu ayeti yorumlarken, insanların bu dünyaya gelmeden önce Allah’ın huzurunda işittikleri “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”  hitabına verdikleri “evet” cevabıyla, fıtratın oluştuğunu söylemiştir.

Arabi’nin yukarıdaki algılamalarıyla ilgili olarak birkaç söz söylenebilir. Birincisi, Araf Suresinin 172inci ayetinin yorumuyla ilgilidir. İslâm âlimlerinin çoğu da Arabi ile benzer tercümeyi yapmışlardır. Biz bu konudaki yorumumuzu, “Allah, İnsanı Kendi Nefsine Karşı Neden Şahit Tutuyor” başlıklı makalemizde aktarmıştık.   Ayetin gerçek söylemini, Yüce Yaradan bilir. Biz o yazımızda, her insanın yaptığı gibi, Allah’ın bize verdiği akıl ile fikir yürüterek şöyle demiştik:

“Yüce Yaradan, insana verdiği akla ilaveten, sahip olduğu akılla olayları inceledikten sonra karar alırken kullanması için kişiye vicdan da vermiştir. Vicdanını kullanarak aldığı kararları uygulayabilmesi için de, insana irade vermiştir.

Yani Allah, Kendisinin varlığını ispat edecek delillerini -az bir yapışkan sıvının milyonda biri kadar olan kısmından, her yönüyle mükemmel bir insan vücudunu, duygularını ve aklını yaratarak- insanların her birine sunmuş ve bu delilleri anlamalarını sağlayacak mekanizmaları da vermiştir. Geçmişte yaşamış insanlar için de, gelecekte var olacak insanlar için de, aynı deliller geçerlidir. Yüce Yaradan, delillere ilaveten, doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan ayırt edebilmesi için gerekli vicdani kabiliyetleri de, insana vermiştir. Doğru olanı, hak olanı yapabilmemiz için de ayrıca irade vermiştir.

İşte Yüce Yaradan, insana verdiği bu özellikleri şahit tutmaktadır. Çünkü akıl baliğ olan her bir insan, tek olan Tanrı’nın verdiği donanım sayesinde Allah’ın delillerini görmüş, idrak etmiş, yaşamıştır.”

Dolayısıyla, Araf Suresinin 172inci ayetiyle ilgili olarak İbn Arabi ile farklı düşünüyoruz.  Arabi’nin yukarıda bahsettiğimiz savunması hakkında söylenebilecek ikincisi söz ise, ahiret hayatında insanların fıtratları gereği kulluk ibadetlerini yapacağı hususunda, Kur’an’da açık bir ifade olmadığından, gerçeği sadece Yüce Yaradan’ın bileceğidir. Bizim bu konularda fikir yürütmemiz yanlıştır. Bizim söyleyebileceğimiz söz, sadece, tek olan Tanrı’nın rahmetinin, her şeyi kuşattığı (Araf 156) olacaktır.

İbn Arabi’nin “Allah, insanları hür iradelerinde mecbur bırakmıştır” sözü mevcut durumu yansıtmaktadır. Ancak, İbn Arabi’nin, kişilere mecburi hür irade vermesi sebebiyle Yüce Yaradan’ın, cehennemdeki insanları da rahmetiyle kuşatacağı sonucunu çıkarması, bizim yani insanların karar verebileceği bir şey değildir. Bu karar tamamen Allah’a aittir. Nitekim Arabi de bu karara varırken, Kur’an ayetlerini, kendisine gösterilen rüyetler doğrultusunda yorumlamıştır. (Tasavvufta rüyet; Allah’ı, Hz. Peygamberi, melekleri, vefat etmiş velilerin ruhlarını görme anlamındadır.) Arabi, rüyetlerle sınırlı kalmamış, bu iddialarının, kendisinin ahirete götürüldüğünü ve orada bizzat gördüklerine dayandığını, Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde (üçüncü cilt 431/32) ifade etmiştir. (Dünyadaki en önemli İbn Arabi uzmanlarından olan William C. Chittick’in aktardığına göre)

Cehennem hayatıyla ilgili bu karar hususu, makalemizin konusu olmadığından burada irdelemeyeceğiz. Belki daha sonra, Kur’an ayetlerini inceleyerek bu hususta da bazı fikirler yürütebiliriz.

Bu yazımızda sorgulamaya çalışacağımız husus, Yüce Yaradan’ın verdiği özgürlüğün insanlar açısından nasıl değerlendirildiğidir.

Tek olan Tanrı, insanlara özgürlük verirken, verdiği hür iradelerin imtihanını gerçekleştirmek için, insanlara hem nefis hem de çeşitli duygular vermiştir. Nefsimizin somut olan istekleri, bedenimizin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneliktir. Soyut olan kısmı ise, ruhumuzun tatmini içindir.

Nefsimizin somut kısmı, yeme içme vb zevki ve şehvet duygusudur. Yeme ihtiyacı, sadece rutin bir karın doyurma mecburiyeti değildir. Yeme işlemi sırasında aldıkları güzel tatlar, insanlara zevk verir. Bu zevkleri tatmak istemeyen bir insan düşünülebilir mi?

Şehvet ise, insana yeme işleminden daha fazla zevk verir. Yeter ki, zorla yapmak mecburiyetinde kalınmasın. Burada da aynı soruyu soralım; “şehvet zevkini tatmak istemeyen kaç insan tanıyorsunuz?”.

Ruhumuzu tatmin etmek için verilen duygular; sevgi, merhamet, nefret, intikam gibi hislerdir. Şimdi kendimize bazı sorular soralım. Sevmenin ve sevilmenin zevkini, mutluluğunu tatmak istemeyen bir insan düşünülebilir mi? Merhamet etme ve merhamet edilme duygusuna, kim, keşke böyle bir duygu olmasaydı diyebilir? Yaşamı sırasında, “herhangi bir olay, davranış veya insan hakkında nefret etmek” durumunda kalmayan insan var mıdır? Nefret duygumuz olmasaydı, iyi ile kötüyü nasıl ayırt ederdik? Kendisine haksız bir şekilde zulmedilen insanlardan kaç tanesi intikam almak istemez? İntikam için yanıp tutuşurken, merhamet edip affetmenin huzurunu kim tatmış bir insan, yeniden aynı şeyi tatmak istemez?

Yukarıdaki soruların çok daha fazlasını okuyucularımın sorduklarını tahmin ediyorum. Bu nedenle daha fala bahsetmeyeceğiz. Bütün bu sorulardan anlaşılan o ki, nefsimizi tatmin ederken aldığımız hoşluklar bizi mutlu etmektedir. Ancak bu zevkleri, huzur ve güven içerisinde tatmamız için tek yol vardır. O da, Yüce Yaradan’ın gösterdiği helâl yoldur. Bu yolda yürümek aslında çok kolaydır. Tek şart vardır, kendine yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapmadan, başkalarına zarar vermeden hayattan zevk almaktır.

Bazımız, bu zevk alma konusuna, temelden itiraz edebilir. İtirazcıların dayandığı husus, çok kısa olan bu dünya hayatında zevk aldığımız için, ebedi denilebilecek kadar uzun ahiret hayatımızda cezalandırılma ihtimalimizin kuvvetli olması durumudur. Bu sebeple, “bu hoşlukları tatmasaydık, ceza da almamış olurduk” diyebilirler. Böyle düşünenlerin dikkatinden kaçan bir husus var. İnsan, hem bu kısa dünyada zevk alabilir, hem de ahirette hoş bir yaşam sürebilir. Yeter ki, tek olan Tanrı’nın gösterdiği kolay yolda yürüsün ve hata yaptığında bile af dileyerek, dönüp geri düzgün yola girsin.

İnsanların ulaşabileceği bu çifte güzelliğe rağmen, melek özelliğinde yaratılmış olmayı insan olmaya yeğ tutanlara, Kur’an’dan bazı hatırlatmalar yapalım.

Kur’an’dan anladığımız kadarıyla, melekler özgür değildirler. Dolayısıyla nefis sahibi de değillerdir. Ancak, ayetlere bakılınca, meleklerin de duygu sahibi oldukları anlaşılmaktadır. Nefis sahibi olmadıklarından, Yüce Yaradan’ın emrinden dışarı çıkmazlar.

Bazı insanlar, “madem melekler her emre uyuyorlardı, şeytan neden itiraz etti” diye düşünebilir. Kur’an’daki ilgili ayetleri incelediğimizde, meleklerden olan şeytanın itirazının, Allah’ın emrine karşı çıkmak amacını gütmediğini, duygularına yenildiğini tahmin ediyoruz. Çünkü şeytan, insanların bilmediği şeyleri bildiğinden Allah’tan korkmaktadır. Nitekim Enfal Suresi 8/48’de bu durum şöyle tasvir edilmektedir: “Şeytan, onlara amellerini güzel gösterdiği zaman, “Bu gün insanlardan size galip gelecek yoktur, ben de size yardımcıyım.” demişti. Fakat iki tarafın karşı karşıya geldiği görününce arkasını dönüp kaçtı ve şöyle dedi: “Ben sizden kesinlikle uzağım. Ben sizin göremeyeceğiniz şeyler görüyorum ve ben Allah’tan korkarım. Ayrıca Allah’ın azabı çok çetindir.”

Muhtemeldir ki şeytan da, diğer melekler gibi, Yüce Yaradan’ın her emrini yerine getirip, Onu hamd ile tesbih edip takdis ederken, yeryüzünde bozgunculuk yapıp kan dökecek birilerini yaratmasını hayretle karşılamıştır (Bakara Suresi 30). Allah’ın, meleklerden Âdem’e saygı göstermelerini istediğinde, şeytan, bilmediği şeyler olduğunu dikkate almadan, kendisi Allah’ı hamd ile teşbih ederken, bozgunculuk yapıp kan döken birilerine saygı duymak istememiş, kibrine yenilmiş ve itiraz etmiştir (Bakara 34). Şeytan hususunda bu sitede “İslâm’da Şeytan Konusu”, “Şeytan, Hayatı Anlamlandıran Olgudur”, “Şeytanın Vesveselerinden Korunmanın Yolları” gibi başlıkları olan makaleler yayınladığımızdan burada ayrıntıya girmeyeceğiz.

Ancak, bu yazımızın konusuyla ilgili olarak söyleyeceğimiz şey, aslında bir melek olan şeytanın, somut nefsi istekleri olmamasına rağmen, duygu sahibi olduğu için yanlışa düşebildiğidir. Dolayısıyla, melek olsaydık cezalandırılmazdık diyemeyiz. Şeytan, melek olmasına rağmen cezalandırılmıştır.

O halde, Yüce Yaradan’ın, biz istemeden insanlara hür irade vermesi, insanlar için kötü bir şey değildir. Aksine, bu hür irade karşılığında verdiği; akıl, vicdan, irade gibi donanımlar ile zevkli tatlar ve duygular, insanların, sahip olmaktan kıvanç duyacakları vasıflardır. Bu özelliklerini helal yöntemlerle, başkalarına zarar vermeden değerlendiren bir insan, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında çok hoş yaşama şansına sahip olur. Dolayısıyla, hem özgürlüğün tadını çıkarabilir, hem de iki cihanda da huzur içerisinde yaşayabilir.

Bu yazı YAŞAM kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.