MEDENİYET NEYİN İFADESİDİR?

MEDENİYET VE KÜLTÜR

 

Sosyologların birbirinden farklı olarak anlatmaya çalıştıkları bu iki kavramı, halk ayırt etmekte hep zorlanır. Halk nezdinde ikisi ile kastedilen şey, aynıdır. Mustafa Kemal ATATÜRK de her iki kavramla bahsedilenin aynı olduğunu düşünmektedir. Atatürk, eskilerin hars dediği kültürün üçayağı olduğunu belirterek şöyle tarif eder:

  1. Bir insan cemiyetinin devlet hayatında, 2. Fikir hayatında yani ilimde, içtimaiyatta, güzel sanatlarda, 3. İktisadi hayatta yani ziraatta, sanatta, ticarette, kara, deniz ve hava alanlarında yapabildikleri şeylerin genel toplamıdır.

Emil Durkheim’e göre medeniyet; en yüksek insani değerler yahut fikirler, duygular, inançlar ve hareket kuralları bütünüdür. Hâlbuki Ziya Gökalp; hisleri, hükümleri ve ülküleri harsa (kültür) dâhil eder. Aklı, ilmi, bilgiyi, metotları ve teknolojiyi medeniyetin cüzleri sayar. Gökalp’a göre kültür; ifadesini milli mefkûrelerde (ülkü) bulduğu zaman medeniyetten daha kuvvetlidir.

 Kültürün oluşmasında; o toplumu meydana getiren bireylerin özellikleri, hayalleri, toplumsal dayanışma anlayışları, yöneticilerinin tutumları, yaşadıkları bölgenin ekonomik kaynakları ve bütün bunların birbirleriyle ilişkileri çok önemlidir.

   Dolayısıyla medeniyet; manevi değerler olan hislerin, anlayışların, düşüncelerin; akıl, ilim, bilgi, teknoloji ile desteklenerek hayata geçirilmesidir.

 Ne tek başına manevi değerler, ne de yalnız maddi unsurlar, medeniyeti temsil edemezler.

Buraya kadar yazdıklarımız deyim yerindeyse biraz kitabi anlatımdır. Bana göre bu konuda en uygun tanımı, bir kasaba eşrafı olan Fahri Küpcü “Bir Çobanın Düşleri” adlı kitabında yapmıştır. Ona göre medeniyet; “insanların ruhen yükselmeleri ve eşyaların bu yükselen insanlara layık olabilecek kadar mükemmelleşmesidir.”

Peki, insanların ruhen yükselmelerinden ne anlamak gerekir? Bu soruya daha aydınlatıcı cevap verebilmek için bazı kavramların anlamları üzerinde uzlaşmamızda fayda var. Bu kavramlardan konumuzla ilgili olanları gıbta ve kıskançlıktır.

Çoğunlukla bu iki kavramın aynı anlama geldiği zannedilir. Bunların farklı olduklarını söyleyenler gıbtayı dışa dönük, kıskançlığı ise içe dönük kavramlar olarak tanımlarlar. Gıbtanın elde edilmesi arzulanan bir objeye dönük olduğunu, kıskançlığın ise, eldekini kaybetmemek başkasına kaptırmamak olduğunu vurgularlar.

Aslında her iki kavram da, hem dışa hem içe dönüktür. İkisi arasındaki temel fark şudur. Gıbta eden başkasında var olanı takdir eder, kendisi de ona ulaşmaya hattâ geçmeye çalışır. Kıskançlık yapan ise, Başkasının varlığına haset eder.

Kıskanç insan, fıkradaki kişi gibidir. Hani Yüce Yaradan birine “Benden ne istersen vereceğim, ama komşuna sana verdiğimin iki mislini vereceğim” demiş.  Adam düşünmüş, düşünmüş sonunda “Allah’ım benim bir gözümü kör et” demiş. İşte kıskançlık, böyle bir şeydir.

Avrupa’nın zenginlemesinin arka plandaki sebeplerini yeterince irdelemeyen bazı yazarlar, Türklerin modernleşmeyi sağlayamamasını, Türk insanının “başarı ihtiyacı” duymamasına bağlarlar. Onlara göre başarı ihtiyacını kıskançlık sağlar. Doğrudur. Ama sadece maddi varlığa olan kıskançlığın insanlığı getirdiği nokta maalesef, geleceğimiz için umut vermiyor.

Osmanlı Türk insanı, genel olarak, maddi konularda ne gıbta ne de kıskançlık etmemiştir. Çoğunluğun gıbta ettiği manevi hayattır. Bu sebeple Osmanlı Türklerinde tasavvuf anlayışı hem yaygınlaşmış hem de zenginleşmiş ve derinleşmiştir.

Tasavvuf alanındaki derinleşmenin sebebi, Türk insanının başarı ihtiyacını bu alanda hissetmesidir. Elbette Türk insanında da hırs vardı. Kiminin hırsı, onurlarını korumaya yönelikti. Kiminde, verdikleri sözü tutma üzerine idi. Kimisininki, çevresindekilere hizmet edebilmek içindi. Kimisinin hırsı, “İlay-ı Kelimatullah” ve “Nizam-ı Âlem” davası idi. Günümüz Türkiye’sinde maddi hırs ağır basmaya başlamıştır.

Ben sanayide atölyemi açtığımda (1983), duvara Yunus Emre’nin şu sözünü asmıştım: “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” Yazıyı okuyanlar, iş hayatındaki tavırlarımı görenler bana “senin hiç hırsın yok mu?” diye sorarlardı. Ben de onlara, aslında çok hırslı bir insan olduğumu, ama hırsımın mal, mülk edinme alanında olmadığını anlatırdım. Meşhur sözdür: “Az mal yetişir, çok mal kâfi gelmez.”

Medeni insan, bilgi yüklü kişi değildir. İşe yaramayan bilgi ile yüklü olmayı, Yüce Yaradan bile Kur’an’da, “taşıdığı yükü bilmeyen eşeğe” benzetmektedir. Zengin insan, medenidir denilemez. Medeni insan ahlâken yüksek kişidir. Medeni devlet, vatandaşları huzur içerisinde yaşayan, adaletin tam uygulandığına inanılan devlettir. Maddi GSMH’sı yüksek olan değildir. Manevi GSMH’sı yüksek olandır.

Bazı Aydınlanmacı yazarlar medeniyeti, bilim ve felsefe alanındaki ilerleme olarak tanımlamaktadırlar. Hâlbuki bilim ve felsefe, halkın yaşayışına olumlu yönde katkıda bulunmuyorsa, hiçbir şeydir.

Medeniyetteki ilerleme ayrıca halka; müzik, edebiyat ve yemek alanında çeşitliliğin olduğu, insanların duygularını dile getirebileceği şekilde farklı yapılara hitap ederek ve edep içerisinde ifa edilerek yansımalıdır.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.