KİLİSEYE KARŞI HAKLI MÜCADELEDEKİ HATALARIN, İNSANLIĞA MALİYETİ

KİLİSEYE KARŞI HAKLI MÜCADELEDEKİ HATALARIN, İNSANLIĞA MALİYETİ

 

Bilindiği gibi, Hıristiyanlığın geniş alana yayılması, Hz. İsa döneminde gerçekleşmedi. Hz. Peygamberin, Allah’ın huzuruna çıkmasından sonra ona inanan 12 Havari (dostu) aracılığıyla, Şam bölgesinin dışına yayılmaya başlandı. Bir taraftan Anadolu’ya diğer yandan Mısır’a kadar dolaşan Havariler, Hz. İsa’nın söylediklerini şifahi olarak anlattılar.

Ancak Hıristiyanlığın yaygınlaşması, Kilise çatısı altında kurumlaşmasıyla başladı. Çeşitli bölgelerde kurulan Kiliseler, Havarilerden sonraki nesillerden duyduklarını, halka iletme görevini üstlendiler. Fakat Kiliselerden bağımsız olarak çalışan Hıristiyan guruplar ve insanlar da vardı. Hıristiyanlık Batıya doğru yayıldıkça, farklı yorumlar oluşmaya başladı. Bu durum Kiliselere de yansıdı. Kiliseler arasında fikir ayrılıkları baş gösterdi. Biz, yazımızın konusunun dışında olduğu için, bu farklılıkları irdelemeyeceğiz.

Kilise dışındaki Hıristiyan gurupları engellemek isteyen Aziz Kipriyanus (ö. 258), “Kilise dışında kurtuluş yoktur” fikrini geliştirdi. Sonraki yüzyılda, Hıristiyanlık Romanın resmi dini haline geldi. Bu durum, Hıristiyan Kiliselerinin etkinlik merkezinin, İskenderiye’den Vatikan’a taşınmasına vesile oldu.

Vatikan’daki Kilise yetkilileri, Aziz Kipriyanus’un formülüne sürekli bir şeyler eklediler. Her ekleyenin dayandığı bir İncil ve o İncil’in de bir maddesi vardı. Sonunda 1442 yılında Cantane Domino Kararname’si yayınlandı ve konu şu şekilde bağlandı: “Kutsal Roma Kilisesi esas olarak inanır, ikrar eder ve öğretir ki, Katolik Kilisesi’nin dışında kalanlar; ister putperest, ister Yahudi, ister sapkın (Hıristiyanlığın diğer mezhepleri), isterse yanlış inanç sahibi olanlar olsun, ebedi hayattan nasip alamayacaklardır. Aksine ömürlerinin sonunda da olsa, aynı Kiliseye (Katolik Kilisesi) dâhil olmadıkça, şeytan ve yardımcıları için hazırlanmış olan ebedi cehennem ateşine gideceklerdir. Katolik Kilisesi’nin kucağında ve onunla birliğinde kalmayan herkes, isterse İsa Mesih adına kanını döksün, kurtulamayacaktır.”

Kilisenin bu baskısı, uzun yıllar devam etti. Fikrini ve tipini beğenmediklerini Engizisyon Mahkemelerinde yargıladılar. Aforoz etme, öldürme dâhil, her türlü cezaları verdiler. Öldürülmesine karar verdikleri kişinin, kendi Kiliselerinin bir üyesi olması bile sonucu değiştirmedi. Nitekim papaz Bruno, “güneş dünyanın etrafında dönmüyor, dünya güneşin etrafında dönüyor” dediği ve iddiasından geri adım atmadığı için yıllarca hapis yatırıldıktan sonra 1600 yılında ölüme mahkûm edildi.

Fakat 15inci asrın sonunda Avrupa’da, hiç beklenmeyen bazı gelişmeler oldu. 1492 yılında başlayan keşifler, Avrupa’nın kaderinde bir mucize oluşturdu. Baruta sahip olan Batı Avrupa, kılıcı bile olmayan halkları ve topraklarını ele geçirdi. Onları köle gibi kullanarak yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sömürmeye başladı. Batı Avrupa’nın toprak büyüklüğünün 20 katından çok fazla olan Amerika, Afrika, Hindistan ve Çin’in güney kısımlarından elde ettikleri ve maliyeti çok olan düşük ganimetlerle zenginlemeye başladılar. Zenginledikçe, en azından kendi çocuklarının eğitimine önem verdiler. Böylece, Kiliseden bağımsız guruplar oluştu. Zengin tüccar sınıfı türedi. Aristokratlar oluştu. Okumuş elitler ortaya çıktı.

İşte bütün bu gibi guruplar, Kilisenin yukarıda yazdığımız ve 1442 yılında yayınlanan Cantane Domino Kararname’sine itiraz ettiler. İtiraz edenler güçlendikçe, Kilisenin anlatımlarına inananlar azaldı. Avrupalılar, bu döneme “Aydınlanma Çağı” demektedir. Demek ki, Avrupalılar, Kilisenin etkili olduğu dönemi çok karanlık olarak görmüşlerdir.

Avrupalılar için mucize niteliğinde sonuçlar oluşturan bu keşiflerde Kilise, en az görev yapan kurum olmuştur. Yapılan soykırımları ya desteklemişler ya da seyretmişlerdir. Diğer taraftan Hıristiyanlığı insanlara anlatamamışlardır. Avrupalı yöneticilerle askerlerin soykırım yaptıkları ve Avrupa’dan giden halkların yerleştirildiği Amerika Kıtası ile köle konumundaki Afrika Kıtasının bir bölümünün haricinde, insanları Hıristiyanlığa kazanamamışlardır. Onlara göre ateist olan Hindistan ve Çin’de hiç etkili olamamışlardır. Hâlbuki Kilise, o dönemde mal varlığı olarak çoğu devletten zengin idi. Dolayısıyla, Hıristiyanlığı anlatmak için imkânları genişti. Zaten devlet yöneticileri de onların istediklerini veriyorlardı. Ama başarı sağlanamadı. Bu sonuçlar bile, tek başına, Kilisenin o dönemlerdeki anlayışının ve uygulamalarının yanlış olduğunun göstergesidir.

Zenginleyen Avrupalılar, Kilisenin bağnazlığına karşı mücadele ettiler. Onların bağnazlıklarını yok etmek için çok ciddi mücadele verdiler. Ama sonunda bir baktılar ki, hakikatleri de yok etmişler. Kilisenin uygulamalarını eleştirirken, Tanrı inancını aşırı zedelediler. Tek Yaratıcıya inancın olmadığı insanların ihtiraslarına gem vurulamadı. İnsanlık anlayışı ölüme doğru gitmeye başladı. Duyarlık ve duygular devre dışı bırakılırken, maddeciliğin hükümranlığı başladı.

Schopenhauer, Nietzche, Michel Henry gibi filozoflar, aynı soruyu sormak durumunda kaldılar: “Yaşam, nasıl oldu da kendi kendini yok eder hale geldi?”

Aydınlanma Çağının sonucunda gelinen halimizi anlatan Batılı düşünürlerin bütün eserleri, insanın ve insanlar arası ilişkilerin yok oluşuna bir ağıt, bir çığlıktır.

Demek ki, Kilisenin yanlışlarının aynısını, ona karşı çıkan ve Aydınlanma Çağını oluşturan bilimciler de yapmışlar. Bilim değil, bilimcilik yapan bu insanlar, hem Tanrı inancını sarstılar, hem de insanlık anlayışını ve duyarlığı zedelediler. Sonuçta Hıristiyan Dünyası, her iki tarafın yaptıklarıyla kötü örnek oldu. Dünya üzerinde kurdukları ve tarihte görülmemiş muazzam egemenliklerine rağmen, günümüzde Hindu ve Budizm inancına sahip insanların sayıları Hıristiyanlardan çok fazladır.

Dünya küreselleştikçe, Kiliselerin ve diğer dinlerin benzer kurumlarının hataları ve onların yanlışlarına aynı hatayla cevap veren gurupların yaptıkları, hepimizi olumsuz yönde etkilemektedir.

Eğer, küreselleşen dünyamızda, bütün guruplar ve ferden insanlar olarak, yaşananlardan ders almaz, silkinip kendimize gelmezsek, insanlığın kendi kendini yok etmeye doğru, hem de geri dönülemez adımlarla gitmesi hızlanmıştır. Böyle bir durumda, yaşayan nesiller olarak bizler de, medeniyetlerin mezarcısı konumuna düşeceğiz. Mezarcı haline gelmemizin sorumluluğu, hepimizin olacaktır. Sorumluluk paylarımız, toplumdaki konumumuza ve etki alanımıza göre değişecektir.

Bu yazı Dini, Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.