KELAMCILARLA FİLOZOFLARIN YÖNTEMLERİNDEKİ BENZERLİKLER  

KELAMCILARLA FİLOZOFLARIN YÖNTEMLERİNDEKİ BENZERLİKLER

 

Belgeli tarih boyunca, ilahiyatçılar ile filozoflar arasında sürekli tartışmalar olmuştur. Filozoflar, ilahiyatçıları sığ düşünmekle ve şekilci olmakla suçlamışlardır. İlahiyatçılar ise, filozofları dinden çıkmakla itham etmişlerdir. Çok daha ağır olan bu iddia sebebiyle, biz bu yazımızda, önce ilahiyatçıların filozoflara olan itirazlarını ele alacağız. Ele alacağımız itirazların çoğuna, biz de katılıyoruz. İlahiyatçıların eleştirilerini inceledikten sonra da, ilahiyatçıların, filozoflara itiraz ederlerken kullandıkları yöntemleri, kendilerinin de takip edip etmediklerini irdeleyeceğiz.

İlahiyatçılar, filozofların, meselelere duyu (beş duyu) ve akıl ile yaklaşmalarını eleştirirler. İlahiyatçılara göre, duyular en somut görme aracı olmalarına rağmen, bazen bizi yanıltırlar. Bu savunma, bizce de doğrudur. Çünkü insanların beş duyusunun sınırları vardır. Algılama sınırlarının dışındakileri bilemezler. Nitekim bir köpeğin ve bir kedinin koku ve işitme özelliklerinin sınırları, insanlarınkinden çok daha geniştir. Ayrıca gördüğümüz bir olayın perde arkasındaki gelişmeler çok farklı olabilir.

Dolayısıyla, insanlar teorilerini, duyuları üzerine inşa ederlerse, yanılmaları ihtimali vardır. Filozofları bu açıdan tenkit eden ilahiyatçıların bazıları, kendilerinin ifade ettikleri altıncı his denilen soyut bir duygunun, diğer beş duyudan üstün olduğunu söylerler. Bu söylemleri ile acaba, filozofları suçladıklarından daha mı kabul edilir bir temele dayanmaktadırlar.

İlahiyatçılar, filozofları eleştirirlerken, onların, kendilerinde vehmettikleri kadar bilgi sahibi olmadıklarını ifade ederler. Bu eleştiri, bizce de doğrudur. Filozoflardaki bu vehme karşılık, bazı Müslüman bilginlerde de, benzer vehimlerin olduğunu kendi eserlerine bakarak anlamaktayız. Nitekim İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye adlı eserinin fetih (açılış) kısmında, kendisini Hz. Muhammed’in son varisi (Hatem-i Velayet-i Muhammedi) olarak ifade etmektedir. Kendisinden başkalarının da Hz. Muhammed’e varis olabileceğini, fakat hiçbirinin Hz. Muhammed’in amellerinin, makamlarının ve ilimlerinin külliyetine erişemeyeceğini söylemektedir. Acaba, bu ifadesinde dayandığı temel, filozoflarınkinden daha mı sağlam, yoksa daha mı çürüktür?

Arabi, kitabındaki fetih bölümünde, eserindeki bilgilerin ve idrakin, bir çalışma veya akli gayretler ile elde edilemeyeceğini belirtmektedir. Ona göre kitaptakiler, Allah’ın ona kapıları açmasıyla verilmiştir.

Biz, böyle bir şey olmaz diyemeyiz. Bahsettiği şeyler gerçekten olmuş olabilir veya rüyasında gerçekleşebilir. Her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, bundan daha fazlasını ve bizim hayal edemeyeceğimiz şeyleri gerçekleştirir. Fakat bu olayda, sorgulanabilecek iki husus var.

Birincisi, böyle bir vaka meydana gelmiş ise bile, bu açıkça söylenilmez ve yazıya hiç dökülmez. Asırlar sonrasına kalacak şekilde yazıya dökmek, övünmeye ve kibre girer. Allah, övüngenleri ve kibirlileri sevmediğini, Kur’an’ında sıkça ifade ediyor.

İkincisi, bilindiği gibi, peygamberler ve son peygamber Hz. Muhammed de, insan idiler. Dolayısıyla ilimleri, Allah’ın kendilerine verdiği kadardır. Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an’ın, daha önceki peygamberlere gönderilen bütün bilgiyi toplaması ve birleştirmesi, Hz. Muhammed’e bütün bilgilerin verildiği anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, Hz. Muhammed, bu açıklamaları kendi sağlığında yapardı. Hattâ kayda geçirtirdi ve İbni Arabi’ye ya da başkasına bırakmazdı.

Diğer taraftan, Arabi’nin eserlerinde bahsettiği hakikat bilgisi, eşyanın Allah’ın katında bilindikleri halleridir demektedir ve bu hakikatin kendisine verildiğini ifade etmektedir. Bu ifadelerin, filozoflarınkinden daha sağlam temele dayandığı söylenemez. Bilindiği gibi, gelecekle ilgili bütün bilgi ve karar Allah’ın Zatınındır. Yüce Yaradan, bu bilgilerden dilediğine verir, dilediğine vermez.

3 Ali İmran Suresi 179: “Allah, müminleri içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir, pisi temizden ayıracaktır. Ve Allah sizi gayba vakıf kılacak da değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçip (gaybı bildirir). O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder ve günahlardan korunursanız, sizin için büyük bir mükâfat vardır.”

Allah’ın, gayb ile ilgili bilgileri Hz. Muhammed’e verdiğini gösteren bir ayet yoktur. Aksine aşağıdaki ayet, Hz. Muhammed’e gaybın bilgisinin verilmediğini ifade etmektedir.

6 Enam Suresi 50: De ki: “Size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”

Yüce Yaradan’ın, Kur’an’ı indirdiği son peygamberi dâhil, peygamberlerine vermediği bilgileri ve gaybın haberlerini, şeyhlere, evliya olarak bilinenlere, bazı ilahiyatçılara verdiğini düşünmek, filozofların verdiği cevaplardan çok daha temelsiz cevaplar elde etmekten başka bir işe yaramaz.

İlahiyatçıların, filozoflara yaptıkları bir başka eleştiri, kavramlara yüklenen mahiyetler açısındandır. Filozofların, nefsin mahiyeti, Allah’ın cevher olması gibi meselelerde akıl yürütmelerine itiraz ederler. Bu husus, bizce de doğrudur. Bilmediğimiz konular hakkında, sadece akıl ile ulaşacağımız yer, bizi yanıltmaktan başka bir şeye yaramaz. Fakat ilginç olan, filozoflara itiraz eden kelamcıların, nefsin ve Allah’ın mahiyeti gibi aynı konularda, kendilerinin de fikir yürütmeyi sürdürüyor olmalarıdır. Kelamcılar, ilaveten, ruh konusunda da düşünce üretmeye çalışıyorlar.

Kelamcıların, filozoflara itirazlarından bir diğeri, filozofların çoğu zaman, aklın hükmüyle vehmin hükmünü birbirine karıştırdıkları şeklindedir. Bu iki hüküm benzeşmektedir. Filozoflardaki bu kargaşanın doğruluğunu, tıbbın yanında filozofluğu da olan İbni Sina, mealen şöyle açıklar: “İnsandaki düşünce kuvvetini ruh ve akıl kullanırsa düşünce kuvveti, vehim kullanırsa mütehayyile (hayal kurma gücü) olur.” Bu açıdan bakılınca kelamcıların bazılarının söylemlerinde, vehimlerinin etkisi büyüktür.

Filozofların, kendilerini avamın anlamayacağını, bilhassa metafizik konuları anlamak için halkın kapasitesinin yetmeyeceğini söylemelerini, ilahiyatçılar şiddetle eleştirirler. Filozofların bu söylemlerinin, onları kibre ve sapıklığa götürdüğünü söylerler. Bu iddialarını da güçlendirmek için, Kur’an’dan ayetleri (örneğin Bakara 26) delil göstermeye çalışırlar. İlginç olan, filozoflar, halkın metafizik konuları anlamayacağını söylerlerken, ilahiyatçılar, onlardan da ileri giderek, halkın kutsal kitapları da anlamayacağını ifade etmektedirler. Halkın Kur’an’ı anlamayacağını söyleyenlerin arasında, okuma yazma öğrenmiş olmakla birlikte, ilim tahsil etmemiş şeyhlerin de olmasını ve onlardan icazet almaya çalışan ilim tahsil etmişlerin varlığını okuyucuların takdirlerine bırakıyorum.

Filozoflara, ilahiyatçıların yaptıkları ağır bir eleştiri de, filozofların kendilerinden önceki bazı filozofları taklit ettikleri şeklindedir. Peki, filozofları böylesine itham eden ilahiyatçılar için, onlar, kendilerinden önceki ilahiyatçıları taklit etmiyorlar dersek ne kadar geçerli olur?

İlahiyatçılar, filozofların, ellerinde kesin delil olmadığı halde, şeriat ehline muhalif davranmalarını eleştirmektedirler. Bu açıdan bakınca, ilahiyatçıların filozofları suçladıkları ve yukarıda saydığımız hususlarla ilgili olarak, kesin delilleri vardır denilebilir mi? İlginç olan, ilahiyatçıların birçoğu, suçladıkları filozofların eserlerini tam okumadan fikir beyan ettikleri için, birçok konuda aynı şeyi savunduklarının bile farkına varmamışlardır. Bu konuda, İbni Sina’yı zındıklıkla suçlayan İmam Gazali’nin söylemlerinin birçoğunun, Sina ile benzerlikleri bir örnek teşkil etmektedir.

Kelamcılarla filozoflar arasındaki tartışmaların temellerinin birbirine benzediğini, İbn Haldun da tespit etmiştir. Ona göre kelamcılar, mantığı, bir ölçü ve bir alet olarak kabul etmiş ve filozofları bu delillere dayanarak suçlamışlardır. Demek ki, birbirlerini suçlayan ilahiyatçılar ve filozoflar, aynı mantığı kullanmışlardır. İki tarafın da kullandığı, muhtemelen Aristo mantığıdır.

Anlaşılan o ki, ilahiyatçılar ile filozofların tartışmaları, kısır bir döngünün içerisinde kalmıştır. Kimin kimi ve niye suçladığı, karışmıştır. Birbirlerinin eserleri ve sözleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmadan önyargıyla hareket ettikleri için, benzer şeyleri savunanlar bile, birbirlerini veya kendilerinden önce yaşamış insanları suçlamışlardır.

Her iki tarafın da temel yanlışı, halkın gündeminde olmayan, afaki konuları tartışmalarıdır. Bu hususlar, insan aklı yetmeyeceği için, kişiden kişiye değişen hayali kavram tartışmalarıdır. Böyle konuları tartışmanın, insanlığa, insanların erdemli olmasına ve toplumun huzuruna hiçbir katkısı yoktur.

Bu yazı Genel, Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.