KALKINMIŞ VE KALKINMA YOLUNDA OLMAK

KALKINMIŞ ÜLKELERLE DİĞERLERİ ARASINDAKİ ANLAYIŞ FARKLARI

 

Gençlik hareketlerinin yoğun olduğu bir dönemde üniversite öğrencisi idim. Yetiştiğim çevre ve ergenliğe geçiş dönemimdeki hayallerim, milliyetçi tarafta yer almama vesile oldu. Tarafımı isteyerek seçmiş olmam, sadece karşıt guruplara değil, kendi içimimizde de eleştirel yaklaşmamı sağladı.

Bizim karşımızda mücadele eden devrimci gurubun tam hâkimiyetinde olan ODTÜ’de, Ülkücü Gençlik Gurubunun başkanlığına talip olmam, isteyerek milliyetçilere katıldığımın bir göstergesidir. 1974 affından sonra eski devrimcilerin afla geri geleceği, dolayısıyla ciddi bir mücadelenin başlayacağı belli olmuş iken ve bizim gurubun bir başkanı var iken, başkanımızı pasif görerek bu göreve talip olmam, isteyerek katıldığımın diğer bir ciddi nişanesidir.

ODTÜ’deki bu görevim sırasında yaşadıklarım, olayları daha iyi kavramama yardımcı oldu. Gençliğin verdiği heyecanla, her olayı idealist gözlükle yorumluyorduk.  Bunun çok yanlış olduğunu yaşayarak gördük. Yaşça bizden büyük olanların çoğunun gençler gibi idealist olmayıp, menfaatleri peşinde koşan insanlar olduğunu müşahede ettik.

1975 yılı sonuna doğru başkanlığı devrederken, bazı konulardaki düşüncelerim farklılaşmaya başlamıştı. Öncelikle, dünyadaki mücadelenin Varşova Paktı ve NATO paktı arasında olmadığını anlamıştım. Dünyadaki mücadele, teknolojik üstünlük çabasıydı. Kalkınmışlar, Türkiye gibi ülkeleri iki yönden oyalıyorlardı.

Birincisi, üretici güçleri birbirine kırdırıyorlardı. Bizim gibi ülkelerin, üretime yönelik üniversiteli insan sayısı zaten az idi. Bu az olan insanlarımızı da guruplara ayırarak, birbirimizle kavga ettiriyorlardı. Biz iktidara gelsek, devrimci denilenleri saf dışı bırakacaktık. Onlar iktidara gelse, ülkücüleri üretimin dışına iteceklerdi. Dolayısıyla bizim gibi ülkelerin kalkınmaları pek mümkün görünmüyordu.

Teknolojik üstünlük mücadelesi veren kalkınmış ülkelerin, bizlere yönelik olarak kullandıkları ikinci yöntem, düşünmemizi engellemekti. Bunun da en kolay yolu bizleri üretimin paylaşılması üzerine tartıştırmaktı. Hiçbir gurup, hiçbir meslek birliği, üretimin artırılması tartışmasını yapmıyordu. Sadece var olan az miktardaki üretimin paylaşılmasının mücadelesini veriyorduk.

Aldatıldığımızı anlayarak üretimin artırılmasını konuşmak isteyenler ise, basit tartışmaların içerisine çekiliyordu. Kimse birbirini dinlemiyordu. Hattâ aynı gurup içerisindekiler birbirlerini dinlemiyorlardı. Aynı gurup üyeleri birbirlerini neredeyse hainlikle suçluyorlardı. Devrimciyiz diyenler, aralarında Maocu ve Leninci olarak birbirine düşman iki guruba ayrılmıştı. Ülkücüler de Türkçü ve Sünni olarak karşıt iki guruba bölünmüşlerdi. Dini guruplar arasındaki ayrımlar ise, daha fazla idi. Çünkü zengin olma hırsına kapılmışlardı. Her gurup, kendilerinin dışındakileri cehennemlik olarak görüyordu.

Sonuç olarak, düşünme yeteneğimizi giderek kaybettiğimizden kalkınmanın yollarını tartışamaz olmuştuk.

1980’den itibaren güya çatışmalar bitti. Liberal anlayış etkin olmaya başladı. Dünya ile uyum sağlamanın gereğine inanıldı. Kalkınmış ülkeler bize ne tavsiye ediyorlarsa, derhal onu uygulamaya başladık. Dolayısıyla düşünme ve araştırma yeteneğimizi yine kullanmadık.  Yine sorgulamadık. Yine bize söylenenleri yaptık.

 Hâlbuki kalkınmışlar bize, kendileri kalkınırken yaptıklarının tam tersini tavsiye ediyorlardı. Ellen Agustine’nin aktardığına göre Ekonomist ve Left Business Observer’in kurucusu Doug Henwood, 21 Ocak 2006’da kendisiyle yaptığı söyleşide şunları söylemiş:

“Bugün ülkelere dayattığımız yasaların hepsini zamanında ihlâl ettik. Ekonomimiz 20inci yüzyılın başında korumacı gümrük kurallarına dayalıydı. Ayrıca şimdilerde kutsal tuttuğumuz zihinsel mülkiyet haklarının hepsini de ihlâl ettik. Birleşik Devletler kimya sanayi, I. Dünya Savaşı’nda Alman patentlerini çalmamızla kuruldu. Amerikalı yayıncılar, 19uncu yüzyılda yabancı yazarların çalışmalarını izinlerini almadan, ya da telif ödemeden basmalarıyla kötü bir ün yapmıştı.

…Tepedeki evde oturuyorsanız, serbest rekabetin ve liberalleşmenin kural olarak gelmesini istersiniz. Tepeye giden yolda ilerleyen herkes, korumacıdır. Japonya, Batı Avrupa, Kanada, Birleşik Devletler için serbest ticaret iyidir. Ama gelişmeye çalışan yoksul ülkeler serbest ticaret rejiminin gereklerinin altından kalkamaz. Gelişmiş ülkelerden gelecek rekabetle yüzleşerek, sanayilerini geliştirmenin bir yolu yoktur. İmkânsızdır bu.”

İşin ilginç yanı, kalkınmaya çalışan ülkelerin büyük çoğunluğunda, hem Henwood’un anlattıkları geçerli, hem de 1975 sonunda yaptığım iki tespit de geçerli. Anlayışlarında değişen bir şey yok. Düşündüklerini zannediyorlar ama yine onların adına kalkınmışlar düşünüyor. Cesaretli konuşmalar yapıyorlar, ama sadece kendi içlerinde.

Ancak kalkınmış ülkeler fazla rahatlamasınlar. Çünkü dünyanın gidişatı değişmezse, insanlık hep birlikte batar. Bu durumdan da tabii olarak en çok zararı, en zenginler görür. Onlar hem bu dünyalıklarını kaybederler, hem de ahiretlerini.

Bu yazı Sosyal kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.