DEVLET ELİYLE KÖLELİĞİN TEMELLERİ ÜZERİNE
Belgelenmiş tarihte, devlet eliyle kölelik sisteminin kurulması ilk defa Antik Helen’deki site devletlerinde görülmüştür. En büyük site devletlerinden olan Sparta’da, kölelerin oranı, toplam nüfusun %80lerine kadar yükselmiştir. Diğer büyük site devleti olan Atina’da bu oran %50’nin üzerinde olmuştur.
Bu fiili durumdan dolayı, Sokrates, Aristo, Pisagor ve Platon gibi ünlü düşünürler, eşitliğin, hür insanlar arasında uygulanacak bir şey olduğunu savunmuşlardır. Köleleri hiç hesaba katmamışlardır. O dönemlerin ünlü bilgelerinin birçoğu, köleleri insan olarak bile görmemişlerdir. Aristo dâhil birçok düşünür, köle insanları konuşan bir hayvan olarak nitelemişlerdir.
Roma İmparatorluğu da, Antik Helen’deki uygulamanın benzerini sergilemiştir. Tarihteki en büyük köle isyanlarından olan Spartaküs başkaldırısı, Roma yönetiminden kurtulmak için çıkarılmıştır. Tarihçiler, M.Ö. 73-71 yıllarındaki bu isyan hakkında şu fikri ileri sürmüşlerdir: “Eğer, isyan eden kölelerin amacı, Roma’dan kaçıp kurtulmak değil de, Roma’yı ele geçirmek olsaydı, bunu başarabilirlerdi.”
Tarihte görülen bir başka köle isyanı, Arap bölgesinde Abbasiler döneminde yaşanmıştır. Zirai alanda, bilhassa şeker kamışı tarlalarında çalıştırılan zenci kölelerin katıldığı bu isyan zinciri, 869 yılında başlamıştır. 883 yılındaki asıl büyük isyan, zorlukla bastırılmıştır. Bu isyanı bastırmak için Halife Mutemid Ala’llah birliklerini göndermiş, fakat askerlerinden bir kısmı isyancıların safına geçmiştir. Bunun üzerine, Abbasi Hilafet Ordusundaki Türk unsurlar ve komutanlardan yardım istemiş, isyan böylece bastırılabilmiştir. Kur’an’da, insanlar eşittir denilmesine ve Hz. Muhammed, Veda Hutbesinde köleliği kaldırdım demesine rağmen, Abbasi Devleti, zencileri, tarlalarda köle olarak çalıştırmıştır.
Diğer taraftan, Batı Avrupa devletlerinin dünyaya yayılmasının sebepleri üzerine inceleme yaptığımızda, kölelik anlayışının önemli bir etken olduğunu görürüz. Avrupa yayılmacılığında, kölelik, hem toplumsal hem de ekonomik bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupalılar, Doğu sınırlarındaki Osmanlı Türkleri karşısında başarılı olamamışlardı. Çünkü Türklerde de barut vardı. Deniz üzerinde Batıya giderek Doğunun zenginliklerine ulaşmaya çalıştılar. Yeni gittikleri yerlerde baruta sahip olmayan, hattâ kılıcı bile olmayan halklarla karşılaştılar. Barut üstünlüklerinin gücü sayesinde kolayca ilerledikçe, açgözlülükleri arttı. Açgözlülük artınca, acımasızlıkları da arttı. Acımasızlık, köleliği sıradan bir olay haline dönüştürdü.
Zaten, Roma İmparatorluğundan sonra köleliği terk etmemişlerdi. Çok az yumuşatarak serflik sistemini kurmuşlardı. Toprak ağası adına çalışan köylü, toprak bir başkasına satıldığında, ayrılamıyordu ve yeni ağaya çalışmak zorundaydı. Bu köylülerin kölelerden terk farkı, ürettikleri yiyeceklerden ihtiyaçları kadar olanını, denetimli olarak, kendilerine ayırabiliyorlardı.
Kölelik, güçlü ülkelerin maddeten kalkınmalarını sağladıkça, zayıf toplumların üzerinde kurdukları üstünlüğün önemli bir simgesi haline geldi. Kölelik anlayışı yaygınlaştı ve kölelik sistemi kuruldu.
Köle ticaretini, Afrika’nın batı kıyılarına ilk gidenlerden olan Portekizliler başlattılar. Sonra devreye, Hollandalılar ve İngilizler de girdi. Bu ülkeler, işlerinin konusu köle ticareti yapmak olan resmi şirketler kurdular. Fakat yine de Avrupalılar, Amerika’daki yerlilerin büyük çoğunluğunu yok edip iyice güçlenene kadar, köle ticaretinin boyutları korkutucu olmadı. Köle ticaretinin %80’i, 1800 yılından sonra yapıldı. Yani, yerlilerin soylarının kurutulmaya yüz tuttuğu, kalan az sayıdaki yerlilerin de gerek köleleştirilemediği, gerekse üretim için yetersiz sayıda olduğu bir ortamda, Afrika’dan köle getirmeye başladılar.
Toplam köle ticareti için verilen rakamların ortalaması 10 milyon kişinin yakalanıp köle olarak satıldığı şeklindedir. Bu rakama, köleleri yakalanmaları sırasında ve çok kötü şartlarda yaptıkları gemi seyahatlerinde ölenler dâhil değildir. Daha 1830 yılında, 24 eyaletten oluşan ABD’nin 12 milyon olan nüfusunun 2 milyonu köleler idi.
Köleleştirilenler, yakalandıktan sonra ölenler, kölelerin çocukları gibi etkenler düşünüldüğünde köleliğin muazzam boyutu daha iyi anlaşılır. Rakamın yüksekliği, Avrupalılardaki kölelik anlayışının temelinde, ciddi bir sosyolojik olgunun barındığının işaretidir.
Yeni keşfedilen topraklara göç eden beyazlar, toprakların yer altı ve yer üstü zenginliklerini kullanıp güçlendikleri için, bir süre sonra refah içerisinde yaşamaya başladılar. Beyazların ulaştıkları bu refahın temellerinden birisi de, önce yerlilere yaptıkları ve insanlıkla bağdaşmayan uygulamalar, sonra yerliler azalınca kurdukları sistematik köle düzenidir. Karın tokluğuna çalıştırdıkları işgücünün büyüklüğü, beyazların kalkınmasında etkili olmuştur. Nitekim bu anlayışın uygulanması sadece kölelere değil, diğer paralı işçilere de yansımıştır. Kölelerden daha bilgili olan işçiler, neredeyse köle gibi çalıştırılmışlar ve zengin beyazların kalkınmalarında daha çok etkili olmuşlardır.
Böylesine büyük rakamlara ulaşan köle ticaretini yapabilmek için, köle yapacakları insanları yakalamaları, ciddi gayret gerektirmeye başladı. Bu nedenle, köle devşirenler giderek acımasızlaştılar. Onların acımasızlıkları ayyuka çıkınca, bazı insaflı beyazlar, bu uygulamaları eleştirmeye başladılar.
Bazı beyazların ferden yaptıkları eleştirilerin bir etkisi olmadı. Çünkü kurumlar, köleliği görmezden geliyorlardı. Bilhassa en güçlü ve yaygın kurum olan Kilise, bazı papazlar hariç, köleliğe karşı net bir tavır koymadı. Eğer, karşı bir tavır koysalardı, köle ticareti bu kadar açıktan ve resmi olarak yapılamazdı. Kilisenin bu tavırsızlığına rağmen, bazı rahiplerin çabalarının, köleliğin daha hızlı artmasının önünde bir engel teşkil ettiği anlaşılıyor. Hâlbuki Kilise itiraz etseydi, köle ticaretinin çok hızlandığı 1800’lü yıllar, Kilisenin, ülke yönetimleri üzerindeki tesirinin giderek azaldığı dönemler olmasına rağmen, karşı çıkmalarının çok ciddi etkisi olabilirdi.
Köle ticaretindeki bu hızlı artışın bir başka önemli sebebi, zenginlemeye başlayan Avrupalıların tüketimlerinin hızla çoğalmasıdır. Dolayısıyla, dünya ticaret ve üretim hacminin artmasıdır. Bu gelişmeler olurken, Avrupalı önderler, düşünürler ve halk, kendi refahlarının artıp artmamasına bakıyorlardı. Refahtaki artışın sebepleriyle ilgili hiçbir sorgulama yapmıyorlardı. (Tıpkı, günümüzdeki Amerikan halkının, yöneticilerin, diğer ülkelerdeki demokrasi ve hattâ insanlıkla pek bağdaşmayan tavırlarını hiç sorgulamayıp, sadece ekonomik ortamı sorguladıkları gibi.)
Kilisenin, köle ticaretine net bir şekilde karşı çıkmamasının muhtemel nedenlerinden birisi, köle yapılan insanları ve köle gibi çalıştırılanları, Hıristiyan olmadıkları için, ateist veya din düşmanı gibi görmesi olabilir. Kilisenin taç giydirdiği krallar, Kilisenin belirlediği yemini yapıyorlardı. Kralların yaptıkları bu yeminler, onlara din düşmanlarına karşı mücadele etme ve din karşıtlığını yok etme yükümlülüğü getiriyordu. Bu yükümlülükleri, kralların, egemenlikleri altındakilere hoşgörülü davranmalarını kısıtlıyordu. Örneğin Fransa’da, Fransız olmalarına rağmen Katolik olmayanların hakları çok sınırlıydı. Evlilikleri yasal sayılmıyordu. Dolayısıyla çocukları da vatandaş olarak kabul edilmiyordu. Katolik olmayan Fransızlar bu hakkı, 1787 yılında elde ettiler. O güne kadar, kendi ülkelerinde yarı köle konumundaydılar. Kendi komşusu için böyle düşünen bir Fransız’ın, bilmediği bir ülkede yaşayan zenciler için, insanca düşünmesi beklenemezdi. (Tıpkı, siyah derililerle aynı sırada bile oturmak istemeyen Amerikalı beyazlar gibi.)
Avrupa’nın önemli bir bölümünde, üniversiteler bile, rahiplerin etkisindeydi. Örneğin, İngiltere’de Cambridge ve Oxford, Anglikan Kilisesine bağlı olmayan Hıristiyanlara kapalıydı. Katolik olanlar ise kesinlikle giremiyordu. Üniversitelerin müfredatlarını ve verdikleri eğitimin tanımını belirlemede Kilise çok etkiliydi. Bu anlayış üniversite öncesi eğitime de yansıdığından, okuma yazma öğreniminin, belirli gurupların egemenliğinde kalmasına sebep oluyordu. Bu yanlış uygulama sonucunda, sömürgelerden gelen artık değerlerle zenginleyen İngiltere’de, halkın çoğu fakir kalmaya devam etti. Bu sebeple, ABD’ye en çok göç veren ülkelerden biri, Amerika’dan en çok geliri elde den ülke olmasına rağmen, Birleşik Krallık oldu.
Protestan anlayıştaki ülkelerde Kilisenin anlayışı bu kadar katı değildi. Bu sebeple Protestanların etkili olduğu devletlerde okuryazar oranı, Katolik memleketlere göre daha fazla oldu. Örneğin Almanya (Prusya ve diğer küçük devletler) okuryazar oranı daha fazla olduğundan, sömürgeleri olmamasına rağmen sanayide daha ileri gitti. 1830’larda Prusya’nın kimya enstitüleri, Avrupa’nın en iyileriydi. Ordusu, kurmay subayı en çok olandı.
Amerika’yı ilk keşfeden İspanya, Katolik Kilisesinin etkisinden çok uzun süre kurtulamadı. Nitekim İspanya üniversiteleri Newton’u uzun süre reddetmeyi sürdürdüler. Üniversitelerdeki bu anlayış bile tek başına, İspanyol Pizzaro ve Cortes gibi generallerin Meksika’da ve Peru’da yaptıkları vahşeti açıklamaya yetiyor. Yapılan bu vahşetlere, İspanya hükümetinin ve Katolik Kilisesinin karşı çıkmaması, aksine onları ödüllendirmesi ülkedeki anlayışın bir göstergesidir.
Birleşik Krallık, 1807’de köle ticaretini kaldırdı. 1834’te de, köleliği kaldırdı. ABD’de kölelik 1865’te kaldırıldı. Yine çok sayıda kölenin çalıştırıldığı Brezilya’da kölelik 1888’de kaldırıldı. Fakat köle kullanımı çok yaygın olduğundan, köleliğin resmen kalkması, sosyal hayata aynı şekilde yansımadı. Sorun sosyolojik anlamda devam etti. Tam bir asır sonra bile, ABD’de, insan hakları savunucusu Malcom X, ayrımcılığa karşı olan fikirlerinden dolayı 1965’te öldürüldü.
İşin ilginç tarafı, Batıda kölelik kaldırılırken, bu tarihlerde, Arap köle tacirleri, Afrika kıtası ve Hint Okyanusunda halen köle ticaretini yapmaya devam ediyorlardı. Avrupalıların, Amerika kıtası için Afrika’dan topladıkları kölelerde, Arap köle tacirlerinin ciddi yol göstermeleri ve emekleri vardır. Ancak bu çabalar, devlet eliyle yapılmamıştır. Şahsi çalışmalar olarak kalmıştır.
Günümüzde ise, kölelik, ekonomik kölelik şeklinde ve şiddeti hafifletilmiş halde sürmektedir. Sanki eski kölelere hürriyetleri verilmiş gibi oldu, ama ekonomik bağımlılıkları aynı şiddette devam ediyor.
Eğer zenginlerin, kendilerini çok zeki ve haklı, diğerlerini ise kastlara ayırarak alt sınıf olarak görmeleri üzerinde ciddiyetle durmazsak, insanlığın, karanlık bir geleceğe doğru gitmesi kaçınılmazdır.