TANZİMATIN AMACI BATILILAŞMAK MI İDİ
Bu konuda karar verebilmek için o dönemin düşünürlerinin ve yöneticilerinin yaptıklarını irdelemek gerekir.
Tanzimat döneminin başlangıcı olarak kabul edilen tarih, Gülhane Hattı Hümayununun ilan edildiği 1839 yılıdır. O yıllar, Osmanlı Türk Devletinin ordusu olan Yeniçeri Ocağının, devlet eliyle imha edilmesini takip eden sıkıntılı günlerdir.
Bir devlet düşünün ki, 1826’da kendi ordusunu imha edercesine yok ediyor. Yerine hazırladığı bir ordusu olmadan bunu yapmak zorunda kalıyor. Bunu fırsat bilen Ruslar, hemen saldırıyor, 1829’da Edirne’ye kadar geliyorlar. Rusya ile ağır şartlar içeren anlaşma yapılıyor. Devlet öylesine zayıf duruma düşüyor ki, kendisinin bir valisi, devlete meydan okuyor. En uzak bölgelerden biri olan Mısır’ın valisi Mehmet Ali Paşa’nın, oğlunun komutasında gönderdiği ordu, devletin yeni kurduğu ordusunu 1833 yılında Konya’da yeniyor. Devlet, kendi valisinden kurtulmak için, daha dört sene önce ülkesini işgal eden Ruslardan yardım istiyor. Ruslar yardım ediyor ve devleti, valisinin elinden kurtarıyor.
Bilindiği gibi, bu dönemler, Avrupa’nın 1815 Büyük Avrupa Barışı sonrasıdır. Bu dönemde, Avrupa’da, İngiltere dışında büyük bir devletin kalmamıştı. İngiltere de denizlerdeki balina gibiydi. Avrupa kıtasıyla ilgilenmiyordu. Başta İngiltere olmak üzere diğer Batı Avrupalılar, enerjilerini uzak bölgelerdeki sömürgelere yöneltmişlerdi. Dolayısıyla, Batı Avrupa, Osmanlı ile pek ilgilenmiyordu.
İşte 1839 çıkışı, Osmanlı Devletini, böylesine aciz durumda iken yakalamıştır. Dolayısıyla Tanzimat olarak adlandırılacak olan bu çıkış, Osmanlı yönetimine hükümranlık yapmakta olan Ruslardan kurtulmak umuduyla yapılmıştır. Devlet, bu defa yüzünü Avrupa’ya dönmüştür. Kendi kabuğundan çıkarak yaptığı bu dönüşü, mecburiyetten dolayı yapmıştır. Başta padişah olmak üzere ileri gelen yöneticiler, Avrupa’nın tekniğini ve ilmini öğrenmedikleri takdirde, Anadolu’da tutunamayacaklarını gördükleri için bu yönde karar almıştır.
Gülhane Hattı Hümayunu açıklamasının öncesindeki yıllarda yapılan inkılapların bazıları şunlardır: İlköğretimin parasız ve mecburi yapılması, vilayetlerde -ki günümüzdeki Mısır ülkesi tek vilayet idi- ortaokul (rüştiye) açılmasının mecburi kılınması, tıbbiyenin açılması, tercüme hanelerin açılarak yabancı eserlerin tercüme ettirilmesi, yurt dışına öğrenci gönderilmesi, tüfek imalatına başlanılması, baruthane kurulması gibi şeylerdir. Aslında, yapılan bu uygulamalara inkılap denilmesi bile, tek başına, devletin içinde bulunduğu perişan durumun göstergesidir.
Bilindiği gibi, Selçuklular döneminde 1070’lerde, günümüzdeki üniversitelere benzeyen medreseler var idi. Yabancı eserler tercüme ediliyordu. İlimle uğraşan insanlar, doğrudan sultanlar tarafından destekleniyordu. İşte Türkler, bu uygulamaları sayesinde ileri medeniyet oluşturmuşlardı. Hem de bunu, yaşadıkları iki büyük saldırıya rağmen başarmışlardı. Birincisinde, 600.000 kişi ile gelen ve o güne kadar görülmüş en büyük kalabalığı oluşturan Haçlı Ordusuna ve daha sonra da devamı gelen Haçlı saldırılarına rağmen başardılar. Haçlı ordularının perişan ettiği Anadolu’yu kısa sürede tekrar bayındır hale getirdiler. İkincisinde ise, Moğolların saldırıları sonucunda beyliklere bölünüp paramparça olmalarına rağmen muvaffak oldular. Büyük bir devlet olan Osmanlı’yı kurdular, çok değerli eserler oluşturdular.
Osmanlı Türk Devleti, çok zorlanması beklenirken, 1514 Çaldıran ve 1526 Mohaç muharebelerinde barut üstünlüğü sayesinde, savaşı kazanmıştı. Ama şimdi o haldeydi ki, vatandaşı için ilkokul ve ortaokul açmaya çalışan, tercüme odaları kurduran, Osmanlı vatandaşı yaptığı Fransız uzmanlara tüfek imal ettirip baruthane açan padişah, “gâvur” padişah olarak görülüyordu.
Oysaki Padişah II. Mahmut’un yaptığı şey, geçmişte medeniyet kurulmasını sağlayan atalarının yaptıklarını takip etmek idi. Sultan, ilimde ve teknikte geri kalınmanın acısıyla hareket etti. Tarihinde nice ünlü tabipleri yetiştiren bir millet olarak, yeni açtığı tıbbiyenin öğretim lisanının Fransızca olması, padişahın ağlamasına sebep olmuştu. Yaptığı bazı şahsi davranış hatalarını tali konular olarak kabul edersek, amacı, Avrupalıları taklit etmek değildi. Bu gerçeğe rağmen, devletin, rakiplerinden geriye düşmesine sebep olan “istemezük” zihniyeti, padişahın bazı hatalı tavırlarına değil, atılan bütün güzel adımlara karşı çıktı. Yeniçeri ordusu ile birlik hareket eden ulemanın bir bölümü, padişahın yaptığı kişisel hataları öne çıkararak, halkın, padişahın yaptıklarını anlamasını engelledi. Bu engellerin sonucunda, 1770’lerden itibaren gelen bütün padişahlar, çaresizliğin acısını yaşadılar. Bu gurubun en çok öne çıkardığı II. Abdülhamit ise, çaresizliğin en büyüğünü yaşadı.
İşin ilginç yanı, günümüzde de aynı itirazlar mevcut. Peki, günümüzdekiler neden halen itiraz ediyorlar? Bu itirazları yapan insanların dini bilgilerini, Tanzimat dönemi fikir adamlarınınkilerle karşılaştırırsak, daha gerçekçi sonuca ulaşırız.
O günlerde padişah II. Mahmut’a “gâvur” diyenlerin günümüzdeki temsilcileri, aleyhine kitaplar yazdıkları bir Namık Kemal’in bilgisine erişememişlerdir. Namık Kemal’in Fransız düşünür Renan’a karşı yazdığı, Renan Müdafaanamesinin benzerini yazamamışlardır. Renan’ın yaptığı gibi İslâmiyet’i aşağılayan insanlara günümüzdeki “istemezük”çülerin ileri gelenlerinin verdikleri cevaplar, sıradan bir bilgiye sahip bir insanın seviyesinde olabilmektedir.
Amerikalı ilim adamı Droper’in “İlimle Dinin Çatışması” adlı eserine, Ahmet Mithat Efendi üç ciltlik kitap serisiyle cevap vermişti. Droper’in bu eserini, hem Ahmet Mithat Efendi, hem de Cevdet Paşanın kızı Fatma Aliye tercüme etmişlerdir. Onlar bu ciddi çalışmalarını, Doğulu kalarak, Batının ilmini ve tekniğini almak amacıyla yapmışlardı. Ama günümüzde onları eleştiren din tüccarlarının çoğu, ezberlediklerinin dışından gelen basit sorulara bile cevap vermekte zorlandıkları için, onları anlamaları mümkün olmamıştır.
Dr. Rıza Tevfik, “iman bir şekil meselesi değildir, kişinin davranışlarına ve amellerine bakmak gerekir” derken, herhalde bu durumlara dikkat çekmek istiyordu. Çünkü eğer bir insan, kafasındaki birçok soruya dini yönden uygun cevaplar verebiliyorsa ve kendisinin Tanrı tarafından sürekli takip edildiğini düşünüyorsa, bu yapısını davranışlarına yansıtmaya çalışır.
Anlaşılan o ki, o dönemin düşünürlerinin önemli bir bölümü, Batılı gibi olmayı amaçlamamışlardır. Onlar, içimize kapanıp kalmamıza karşı çıkmışlardır. İslâm’ın ilk dönemlerinde gerçekleştirilen Antik Helen düşünürlerine ait eserlerin tercümelerin benzerini gerçekleştirmeyi arzu etmişlerdir. Onlar da, çok önceki atalarının yaptıkları gibi, sadece İslâmi eserlerin değil, Batılı eserlerin de kütüphanelerimizde bulunmasını istemişlerdir. Bu sebeple, hem en az bir Doğu dilini, hem de en az bir Batı dilini öğrenmişlerdir. Çoğunluğu beş vakit namazlarını kılan insanlardır. Yine önemli bir kısmı, “salih amel” işlemeye çalışan dürüst insanlardır. Nitekim bu insanları kıyasıya eleştirenler bile, dürüstlükleri hususunda aleyhte ciddi ve mantıklı delil bulamamaktadırlar.
Daha önceki bir yazımızda bahsettiğimiz bir olayı tekrar hatırlayalım. 1917 yılına kadar sadrazam olan Sait Halim Paşa, İstanbul’un işgalinden sonra, İttihat Terakki’nin sadrazamı olduğu için, Malta’ya sürülmüştü. Orada mahkûm olarak kaldığı sırada, Fransızların okuyup faydalanması için Kur’an’ı Fransızca’ ya çevirdi. Bu tercümenin anlatım tarzını çok beğenen Mehmet Akif Ersoy, Fransızca yazılmış bu kitabı, Osmanlı Türkçesine çevirdi. Bu çalımalar da gösteriyor ki, o günkü önder insanların bilgileri daha derin idi.
Dolayısıyla onların çoğu, milli iffet ve haysiyetimizi korumaya önem vermişlerdir. Elbette onların içerisinde de kendi menfaatini düşünen ve Batılı devletlerin piyonu olan insanlar vardı. Fakat bunlar küçük bir guruptu. Eğer, çoğunluğunun iffet ve haysiyet sahibi olmadıklarını, aksine milli kültürü tahrif ettiklerini düşünüyorsak, karşılaştırma için günümüzdeki bazı uygulamalara bakalım. Günümüzde, dini gurupların sahibi oldukları bazı TV’lerdeki dizilerin ve basınındaki magazin haberlerinin halkın ahlâkı üzerinde yaptığı tahrifatı, Tanzimat dönemindekilerle karşılaştıralım. Tanzimat döneminde, halkın okuma-yazma oranı yok denecek kadar az idi ve okumuyordu. Sadece birkaç şehirde olan yazılı basın, halk üzerinde etkisizdi. Radyo, TV gibi sesli yayın zaten yoktu. Dolayısıyla o dönemin aydınlarının halk üzerindeki etkileri, günümüze göre çok daha az idi.
Eğer bu duruma rağmen, Tanzimat ediplerinin, halkın anlayışını tahrif ettiklerini düşünüyorsak, günümüzü nasıl izah edeceğiz? Günümüzdeki, dini eğitim veren okulların hızla çoğalmasına, camilerin ve dini personelin sayısının artmasına, dini yayınların ve sohbetlerin hiç olmadığı kadar yaygınlaşmasına rağmen, fuhşun, hırsızlığın, yolsuzluğun, sadece son on yılda, yaklaşık yedi kat artmasının suçunu kimlere yükleyeceğiz? Zinanın suç olmaktan çıkarılmasının muhafazakâr halk üzerindeki derin tesirlerinin hesabını, Tanzimatçılara mı yükleyeceğiz?
Ziya Gökalp, yaşadığı döneminin kargaşalı ortamına çıkış yolu arayan bir düşünürdü. 1918 yılında, Devletin en sıkıntılı zamanında yazdığı eserinde, çıkış yolunu Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak olarak gösteriyordu. Bilindiği gibi, onun yaşadığı dönemde Türkler, İstanbul’da Beyoğlu’nda gezemiyorlardı. Dolaşanlar, horlanıyordu. Bu sebeple, Türkleşmek gerektiğini düşünmüştü. Yine o dönemde, Müslümanların genel durumları, Mehmet Akif’in tespitiyle, tembel ve mücadele etmeyen kaderci anlayışta idi. Bunun için, İslâm’ın özüne, yani Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in Kur’an’a uygun olan sünnetine dönülmesini istiyordu. Diğer taraftan, bütün Türklerin ve Müslümanların, bilim ve teknikte geride kaldıkları çok net görülüyordu. Bu nedenle, Muasırlaşmanın gereğini vurgulamıştı. Ama Batılılaşma dememişti. Atatürk de, muasırlaşma diyordu.
Fakat günümüzde, Müslüman olduklarını iddia edenlerin önemli bir bölümü, muasırlaşma değil, Batılılaşma yolunda ilerliyorlar. Tıpkı, Cumhuriyet döneminde bazı yanlış uygulamalar yapan, muasırlaşmayı Batılılaşmak olarak gören bir kısım insanlar gibi, Batının maddiyatına özendikleri için, ahlâken çöküntü içerisindeler.
Bu sitede yayınladığımız “Batı Anlayışı Üzerine” başlıklı makalemizde, Batı anlayışını “bir coğrafi bölgenin değil, kendi anlayışını karşı tarafa zorla kabul ettirme çabasıdır” diye nitelemiştik. Yine o yazımızda, son beş yüz yıldaki icraatlarından dolayı, Batıyı tanımlayacak bir başka özelliğinin de, maddeciliği olduğunu ifade etmiştik.
Bu açıdan bakılınca, padişah II. Mahmut’a “gâvur” diyenlerin günümüzdeki temsilcilerinin, genel anlamda Batı anlayışına sahip oldukları görülür. Çünkü “Müslüman zengin olmalı” kavramı oluşturarak, maddi zenginliğin peşine düşmüşlerdir. Maddeten güçlenebilmek için, Kur’an’ın kurallarını hiçe saymışlardır. Ancak, Kur’an’a doğrudan karşı çıkamayacakları için, ülkeyi “darıl harp” yani, Müslüman olmayan yer olarak nitelemişlerdir. Böylece, Müslüman olmayan bir ülkede, maddeten zengin olabilmek için her yolu mubah (sakıncasız) saymışlardır. Bu bozuk anlayışlarını da, ülkede Müslüman bir yönetim kurmanın “olmazsa olmaz” şartı olarak göstermişlerdir.
Görülüyor ki, günümüzün dindar bilinen insanlarının çoğu, şeklen Batı düşmanlığı yaparken, fikren Batının şampiyonu olacak kadar Batılılaşmışlardır. Çünkü bunlar, Batı anlayışının iki özelliğine de sahipler. Birincisi, kendi anlayışlarını karşı tarafa zorla kabul ettirme gayretindeler. Bu zorlamayı, bazen insanları Allah ile korkutarak, bazen de doğrudan tehdit ederek yapmaktadırlar. İkincisi, maddeten zengin olmak için her türlü dini ve hukuki hileye başvurmaktadırlar. Yani maddecidirler. Dolayısıyla, Batı anlayışının iki temel unsurunu birden temsil etmektedirler.